Posts Tagged ‘Allah Rasülü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’

Allah Resûlü’ne Salât u Selâm

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Soru: Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) değişik vesilelerle bizleri kendisine salât u selâm getirmeye teşvik etmesini nasıl anlamalı ve O’nun bu emrini nasıl yerine getirmeliyiz?

Cevap: Soruda da ifade edildiği gibi Allah Resûlü (sallâllahu aleyhi ve sellem), birçok hadislerinde kendisine salât u selâm getirilmesini teşvik etmiştir. Mesela bir yerde şöyle buyurur: “Kıyamet günü insanların bana en yakın olanı, bana en çok salât ü selâm getirenidir.” (Tirmizî, vitir) Başka bir hadis-i şeriflerinde yanında kendi adı anıldığı halde salât ü selâm getirmeyen kimseleri “cimri” olarak niteler. (Tirmizî, daavât 101)

Bazı hadislerinde ise kendisine nasıl salavat getirileceğini talim eder. Mesela ezan bittikten sonra, اللّهُمّ رَبَّ هَذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ، وَالصَّلاَةِ القَائِمَةِ آتِ مُحَمَّدًا الوَسِيلَةَ وَالفَضِيلَةَ، وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِي وَعَدْتَهُ “Ey bu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın sahibi! Hz. Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm’ın Cennet’te makamını yükselt ve O’na fazilet ver. O’nu, kendisine vadettiğin makam-ı mahmuda, yüce makama ulaştır.” şeklinde dua eden kimsenin, şefaatine nail olacağını bildirir. (Buhârî, ezân 8)

Salavat okurken istediğimiz, Efendimiz’e vaadedilen yüce makam, İsrâ sûresinde (17/79) zikri geçen makamdır. Allah Resûlü, bu makamın şefaat makamı olduğunu da ifade buyururlar. (Buhârî, tevhid 24; Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân, İsrâ sûresi) Yani aslında, bizden kendisine salavat getirmemizi istemekle Efendimiz (sallâllahu aleyhi vesellem), bununla ötelerde ümmetine ve tüm insanlığa el uzatabilme imkânlarını istiyor. Dolayısıyla yine burada da kendini değil, ümmetini ve bilcümle beşeriyeti düşünmekte, onların saadeti adına bir talepte bulunmaktadır.

Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu gibi hadislerle bizlere, ahirette O’nunla beraber bulunabilme, O’nun mazhar olduğu lütuflara mazhar olabilmenin yollarını da gösteriyor. Bu, Efendimiz’in ümmetine düşkünlüğünü gösterir. Kur’ân, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ümmetine ne denli tutkun olduğunu ifade sadedinde şöyle der: لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ “Size, kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki, herhangi bir zahmete uğramanız O’na çok ağır gelir. Size çok düşkündür; kalbi sizin için tir tir titrer. O, mü’minlere karşı pek şefkatli, pek merhametlidir.” (Tevbe sûresi, 9/128)

Aslında Nebiyy-i Ekrem’e salât u selâm getirme, bizzat Allah tarafından emredilir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: إِنَّ اللهَ وَمَلاَئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا “Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salât u selâm edin.” (Ahzâb sûresi, 33/56) Bilindiği üzere salât, Allah’a nispet edilince rahmet, meleklere nispet edilince istiğfar, mü’minlere nispet edilince de dua anlamına gelir. Dolayısıyla bu beyan-ı sübhani aynı zamanda Efendimiz’in kadr u kıymetini ortaya koyuyor. Zira Allah’ın O’na salât etmesi, O’na rahmet ve mağfiret ettiğini ilân etmesi, O’nun için güvenlik ve esenlik vaat etmesi demektir.

Allah (celle celâluhû), Peygamber Efendimiz’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığını bildiriyor. (Fetih sûresi, 48/2) Bu ne büyük bir lütf-u ilâhîdir. O, Allah’ın izni ve inayetiyle, yaptığı her şeyi en güzel şekilde yapmıştır. Buna rağmen sürekli Allah’a karşı hakkıyla kulluk yapamadığını, hakkıyla O’nu tanıyıp bilemediğini, O’na karşı şükür vazifesini hakkıyla yerine getiremediğini söylemiştir. Her gün yetmiş veya yüz defa Allah’a istiğfar etmiştir. İşte O, böyle bir marifet kahramanıdır, şükür kahramanıdır, istiğfar kahramanıdır, hamd ü sena kahramanıdır. O, Allah’tan rahmetin gelmesi adına yapılacak her şeyi yaptığı ve Cenâb-ı Hak da O’nun gelecekte ortaya koyacağı performansı bildiği için O’nu en büyük lütuflarla serfiraz kılmıştır.

Kıyamete kadar gelecek tüm mü’minlerin, İnsanlığın İftihar Tablosu’na salât u selâm getirmeleri, yani O’nun için dua ve istiğfar etmeleri, O’nun makam ve mertebesini yükselttikçe yükseltmiş ve ezelî ilmiyle bunu bilen Allah (celle celâluhû), O’nun için hata ve günaha giden bütün yolları daha baştan kesmiştir. Geçmişte günah adına O’na hiçbir şey yaptırmadığı gibi, ömrünün sonuna kadar da yaptırmamıştır. Böyle yüce bir pâyeyi elde etmesinde kendi hassasiyet ve samimiyeti çok önemli olsa da ümmetinin sürekli O’nun için dua etmesi de bunda etkili olmuştur. Allah, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerin O’nun hakkında yapacakları duaları çok iyi bildiği için, günahın en küçüğüne bile meydan vermemiş, O’nun hayaline bile girmesine müsaade etmemiştir.

Salât u Selâmın Katlanarak Geriye Dönüşü

Efendiler Efendisi’ne (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) salât u selâm getirmek, hem O’na duyulan sevginin, bağlılığın ve vefanın bir gereğidir hem de bizim O’nun tarafından sevilmemize ve manevi yönden terakki etmemize bir vesiledir. Nitekim Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) kendisine getirilen salât u selâmlara mukabelede bulunacağını ifade buyurmuştur. Bu, Allah ahlâkıdır. Cenâb-ı Hak, “Beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara sûresi, 2/152) buyurur. Aynen bunun gibi, Allah Resûlü de hiçbir zaman kendisine gösterilen alakayı, yapılan duaları karşılıksız bırakmayacaktır.

Şayet Allah Resûlü (sallâllahu aleyhi ve sellem) tarafından sevilmek, kıyamet günü O’nun şefaatine nail olmak ve Cennet’te O’nun komşuları arasında yer almak istiyorsak, O’nu delice sevmeliyiz. Zira bizim O’na duyacağımız sevgi ve bağlılık, O’nun tarafından sevilmenin önemli bir vesilesidir. Bizim O’nu anmamız, O’nun tarafından anılmamız adına bir davetiyedir. Hatta Allah’ın sevdiği ve tüm yaratılmışlardan üstün kıldığı birine karşı vefa göstermek, Allah tarafından da sevilmeye bir çağrıdır. Hepsinden öte Allah Resûlü’nü sevmek, mü’min olmanın bir gereğidir. Nitekim hadis-i şerifte O’nu canından çok sevmeyen insanın hakiki manada iman etmiş olmayacağı ifade edilmiştir.

Kim bilir, bütün bunların ötesinde O’na getirilen salât u selâmların bize dönüşü nasıl olacaktır. Belki de düşeceğimiz bir yerde bize uzatılmış bir urgan olarak karşımıza çıkacak ve bizi düşmekten koruyacaktır. Veya bizim adımıza nezd-i Ulûhiyette tavassut ve tevessülde bulunacaktır. En sıkıntılı ve en muhtaç olduğumuz bir anda ruhaniyetiyle temessül edecek ve elini uzatacaktır. Eğer Efendimiz, bu mevzuda tahşidat üstüne tahşidat yapmışsa, bunun sebebi uykudakileri uyandırmak, gaflettekilerin gafletini dağıtmak ve böylece neticede faydalarına olacak bir yola onları sevk ve teşvik etmektir. Kısacası, bir salât u selâmla da olsa Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e sevgi ve alakamızı ortaya koymamız, katlanarak bize geriye dönecek; bizim için bir yükselme ve terakki vesilesi olacaktır.

Evet, söylediğimiz gibi salat u selâm aynı zamanda Efendimiz’e duyulan sevgi ve bağlılığın bir ifadesidir. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, seven insan sevdiğine benzemek ister. Asıl önemli olan da O’nun hayat tarzına muvafık hareket etmek, O’nun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır. Şayet hayatınızı O’nun sünnetine göre şekillendirirseniz, oturup kalkmadan yemek yemeye, yatmadan su içmeye kadar gündelik yaptığınız işler bile ibadet hükmünü alır.

İşte bu sebepledir ki selef-i salihîn, salât u selâma ayrı bir ehemmiyet vermiş, ona dair birçok kitap yazmış, yazılan salât u selâmları evrâd olarak okumuşlardır. Mesela Cezûlî, birçok meşhur salavatı derleyerek Delâilü’l-hayrat adı altında bir dua kitabı oluşturmuştur. Bu kitap, ülkemizde de meşhur olan ve çok okunan dua kitaplarından biridir. Aynı şekilde cami bir salavat olan Delâilü’n-nur, Bediüzzaman Hazretleri’nin evrâd u ezkârı arasında yerini almıştır. Kulûbu’d-dâria’da da çok güzel salât u selâmlar vardır. Salât u selâm, evrad ve ezkâr için âdeta bir rampa vazifesi görür; onları kanatlandırıp Allah’a uçurur.

Sünnet Endeksli Bir Hayat

Salât u selâm, Efendimiz’e duyulan kalbî bağlılığın ve O’nun yolunda olmanın bir göstergesidir. Dolayısıyla bizler sadece salât u selâm getirmekle kalmamalı, bunun yanında bütün hayatımızı O’nun Sünnet’ine göre yaşamaya gayret etmeliyiz. Sahabe-i kiram, Allah Resûlü’nün ağzından çıkan hiçbir sözü yere düşürmemiş, kemal-i hassasiyetle yerine getirmişlerdir. O’nun söz ve fiilleri, emir ve tavsiyeleri kitaplar ve onları hayatına tatbik eden Ümmet-i Muhammed aracılığıyla bize intikal etmiştir. Bizim de bir Müslüman olarak konuya aynı hassasiyetle yaklaşmamız gerekir. Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi bizim hayat sistemimiz olmalıdır. Ne kadar akıllı olursak olalım, hayatımızı ne kadar iyi planlarsak planlayalım, O’na ittiba etmediğimiz takdirde tüm planlarımızda mutlaka bir eksik, gedik, boşluk kalacaktır. Ancak planlarımızı Efendimiz’in tavır, davranış, düşünce ve tavsiyelerine muvafık yaptığımız takdirde işlerimiz mütekamil hâle gelecektir.

Allah (celle celâluhû) nasıl ki Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i âlî bir konuma koymuş, O’nu âdeta bir santral mahiyetine getirerek her şeyi O’na bağlamışsa, bizim de hep O’na bağlı kalmamız, Allah’a giden yolda önümüzü aydınlatacak ışığımızı O’ndan almamız, O’nun bize bir emanet olarak bıraktığı hususların hiçbirinden katiyen fedakârlıkta bulunmamamız, taviz vermememiz gerekir.

İnsanlık ilim, fikir ve felsefede büyük gelişmeler kat edebilir, çok önemli sistemler kurabilir, ferdî, ailevî ve içtimaî hayata dair çok güzel disiplinler teklif edebilir. Psikolog ve pedagoglar insan eğitimi adına yeni yeni keşiflere açılabilir. Müspet ilimler insanlığa önemli hayır ve güzellikler vaad edebilir. Fakat bunların hepsi bir açıdan izafi güzelliklerdir. O’nun bize vaad ettiği ve mütekamil bir sistem şeklinde sunduğu hayat tarzı bunlara feda edilmemeli ve hele hiç arzu ve heveslere kurban gitmemelidir.

Maalesef beşer tarihinde nice kereler Allah tarafından vazedilen ve O’nun elçileri tarafından da tebliğ ve temsil edilen ilahî hakikatler, ahlâkî değerler ve insanî güzellikler; farklı fikir, felsefe ve ideolojilere feda edilmiştir. İnsanlar belli bir dönemde farklı fikir ve ideolojileri en mükemmel sistem olarak görmüş ve onu ikame etme adına mevcut değerlere savaş açmışlardır. Müslümanlığın da belli ölçüde bunlardan etkilendiği, renk ve desen attığı zamanlar olmuştur. Fakat her şeye rağmen bize düşen vazife, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bize talim ettiği hayat tarzını imkânlar elverdiği ölçüde yaşamaya çalışmaktır. İnsanlığın huzur ve saadeti buna bağlı olduğu gibi, ahiret adına almamız gerekli olan keyfiyeti de ancak bu sayede alabilir, Cennet’e ehil hâle gelebiliriz.

Netice itibariyle, salât u selâm, bir taraftan bizi Efendimiz’e bağlayıp, O’na olan sevgimizi ifade etmeye ve O’nun tarafından sevilmeye, diğer taraftan Efendimiz’in şefaatini kazanmaya vesile olur. Ayrıca salât u selâm, sünnetin yaşanmasında önemli bir teşvik unsurudur.

***

Not: Bu yazı, 24 Şubat 2007 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

453. Nağme: Çözülmenin Önündeki Sur

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا

Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” (Meryem Sûresi, 19/59) ayet-i kerimesinde peygamberlerden ve sâlih kullardan sonra gelen hayırsız nesiller anlatılırken “half” kelimesi tercih ediliyor. Aslında “halef”, (ki biz bu kelimeyi hayru’l-halef şeklinde kullanırız) birinin yerine sonradan geçen kimse, babadan sonra kalan oğul demektir. Ayette hususiyle “half” kelimesinin zikredilmesinde şöyle bir mana söz konusudur: Arkadan gelen bu kimseler, sanki evvelkilerin soyundan/yolundan değilmiş ve onlara bütün bütün muhalifmiş gibi yaşıyorlar; öncekilerin hiçbir güzelliği bunların üzerine sirayet etmemiş ve bunlar her şeyin altını üstüne getirmiş ters insanlar.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu ilahi beyanı da açıkladığı sohbetinde hayırsız nesillerin ilk tersliğinin namazı zâyi etmeleri olduğunu anlattı. Özellikle şu hakikatler üzerinde durdu:

*Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; karanlık anları da daralır. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe dönük kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak ve eda edilmesine bağlıdır.

*“Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût Sûresi, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. Emredildiği ve Allah’ın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlâs yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse, bugün olmasa yarın mutlaka insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkor. Onu fuhşiyat ve münkerattan alıkoyan bir ibadet, evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalâlet ve dalâlete sürükleyen saiklerden uzaklaştırır; uzaklaştırır zira namaz baştan sona kadar kavlî, fiilî ve hâlî zikrullah ile örülmüş bir ibadettir. Böyle bir zikir, çok büyüktür ve Allah’ın ululuğuna münasip bir keyfiyet arz etmektedir ki “Hiç kuşkusuz Allah’ı zikir en büyüktür.. ve Allah sizin yapageldiğiniz her şeyi bilmektedir.” (Ankebût Sûresi, 29/45) fermanıyla da bu espri hatırlatılmaktadır.

*Namaz zâyi edilince artık şehevâtın önündeki surlar yıkılmış olur; her türlü arzu ve iştiha, insanı şeytanın yoluna sürükleyen bir dürtüye dönüşür. Öyle ki, şehvetlere tâbi olma zamanla o insanın tabiatı haline gelir.

Diriliş Süvarileri ve İhlası Kırmanın Büyük Vebali

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Dirilişin Erkânı

*Ruhî ve kalbî hayatımız adına yitirdiğimiz şeyler nelerse -ihyâ hareketi, ihyâ hamlesi adına belki en önemli mesele odur- yeniden yitirdiğimiz o şeyi bulmak; onu bütün canlılığıyla tabiatımızın bir yanı haline getirmek; başkalarına gösterme niyetiyle değil fakat başkalarına rehberlik yapma adına onu çok parlak olarak sergilemek… İnsanlığın şeklî müslümanlıktan, sûrî müslümanlıktan kurtulması buna bağlıdır.

*Namaz kılan insan değil; namaz delisi olan insanlar!.. Hadis-i şerif ifade ediyor: Mescitten çıktıktan sonra kalbini mescitte bırakan.. “muallak” tabiriyle.. kalbi takılmış, mescidin bir yanında kalmış: “Ya biz öğleyi kıldık, bu müezzinler niye ikindi ezanını okumuyorlar ki? Koşa koşa gidelim, bir defa daha Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde el pençe divan duralım. Eğilelim, azametini ifade edelim; küçüklüğümüzü ifade edelim; başımızı yerlere sürelim: ‘Allah’ım, büyüklüğün adına bunları yapıyor ve bunlarla kendi küçüklüğümüzü haykırıyoruz.’ diyelim!..” İnsanlığın İftihar Tablosu, fazilet sıralaması içinde zikrettiği şeyler arasında, “Mescitten ayrıldıktan sonra kalbi mescide takılı kalan insan” diyor. Bu da namaz delisi olmaya bağlı; oruç delisi olmaya bağlı; teheccüd delisi olmaya bağlı; her şeyi şuurluca yerine getirme delisi olmaya bağlı. En azından buna talip olmaya bağlı!..

*Kalbinizi Cenâb-ı Hakk’a tevcîh ettiğinizde, kirlenmemiş kalblerinizle O’na yöneldiğinizde, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün, öbür gün olmasa daha sonraki gün siz onu duymaya namzet bulunuyorsunuz. Aslında bu duyduğunuz şeyleri başkalarına da duyurma, gerçek bir ihyâ hareketi mimarlarına düşen vazifedir: İnsanları şeklîlikten kurtarma; sûrîlikten kurtarma; hakîki müslümanlığa, yani kalbî ve rûhî hayata yönlendirme; onların günlük siyasetin dedikodusundan sıyrılmalarını sağlama; Allah ile münâsebet mevzuunda kavî hale getirme…

*Bu açıdan öyle bir heyet oluşturmaya ihtiyaç var: Zannediyorum sadece kendi ülkeniz değil veya daha geniş dairede kendi dünyanız değil; İslam dünyası diye, şeklen belli bir coğrafya ile belirlenmiş İslam dünyası değil; belki belli ölçüde, dostlara dost seviyesinde, taraftara taraftar seviyesinde, kardeşe kardeş seviyesinde, beyne beyneye beyne beyne seviyesinde… “Yahu meğer insanlık buymuş! Bizim ütopyalarda aradığımız şeyi meğer bu insanlar yaşıyormuş!” derler. Bir yerde böyle maya mahiyetinde oluşturacağınız bu keyfiyet, bu engin hal, dalga dalga bütün dünyaya yayılacak, bütün dünyadan beklediğiniz şeyleri o zaman Allah’ın izni inâyetiyle bulacaksınız. İnsanlığın böyle bir dirilişe ihtiyacı var.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Her Zaman Diriliş Erenlerinin Arasındadır

*İnsanlığın, dini, sahabi gibi duymaya ihtiyacı var.. dini, Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Osman gibi, Ali gibi (radiyallahu anhüm ecmain) duymaya ihtiyaç var.

*O Zât aramızdan silinip gitmemiştir; şahs-ı manevi olarak aramızdadır. Namaza durduğumuz her zaman imamın önünde de O’nu mülahaza etmek suretiyle “Evet, Sen varsın Allah’ın izniyle ve her zaman içimizdesin!.. Aslında bir referans olarak rüyalarımıza girip durmakla da bizim içimizde dolaştığını Sen ifade ediyorsun ey Allah’ın şanı yüce nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem)” der gibiyiz. Kalbi temiz insanların rüya ufkunda tecelli ediyor, “Beraberim, ben sizin içinizdeyim!” diyor. O’nun içimizde olması bizi şereflendiriyor. Biz de bir yönüyle O’na liyakat peşinde koşmak suretiyle liyakatimizi korumalıyız. Yoksa O’na karşı saygısızlık yapmış oluruz.

*Bunun dışındaki şeyler hep tali şeylerdir. Şöyle Müslümanlık, böyle Müslümanlık.. onu aksatarak, bunu aksatarak, elli türlü yalanla-dolanla kendini farklı göstermeye çalışma, öyle bir gayret içinde bulunma.. bu bizim gibi saf-derun insanları aldatsa bile mele-i alanın sakinlerinin karnı toktur buna ve ilm-i ilahide hiçbir ifadesi olmaz.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm da sadece ona karşı yüzünü ekşitir.

Soru: Eserlerde “(…) bazı hissiyât-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakâik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” deniliyor. İhlassızlığı şahsî bir kusur olmaktan çıkaran bu üç hususun şerhini lütfeder misiniz?

“Allahım, ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyoruz!..”

*İhlas, insanın, yaptığı her şeyi Allah emrettiğinden dolayı, O’nun rızasını hedefleyerek, başka mülahazalara takılmadan işlemesi demektir. Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.Bu mülahazaya bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’a karşı arz-ı ubudiyette bulunma, ihlastır.

*Ellerinizi kaldırdığınızda günde bir milyon defa “Allahümme el-ihlasa ve rıdâke – Allahım ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyorum!” deseniz, meselenin büyüklüğü açısından yine kadrine uygun bir teveccühte bulunmuş sayılmazsınız.

*İbadette saf olma, dupduru olma, sadece onu hedefleme ve onu hedeflerken de başka beklentiye girmeme.. hatta cennet varmış, huri varmış, gılman varmış; o mevzuda bir talebimiz olursa, onu da Efendimiz’in şefaatiyle ve ehl-i beytinin delalet etmeleriyle Allah’ın fazlı, bize ekstradan bir armağanı olarak isteme. Kullukta asıl gaye ihlasla yapmak ve neticede sadece meseleyi Allah’ın rızasına bağlamaktır.

İhlas’ın Güveleri

*İhlası yiyen, delik deşik eden, bir güve gibi kemiren şeyler vardır. “Hissiyât-ı süfliye” diyor Bayağı bir kısım hisler; garîze-i beşeriye ve hayvaniye gibi şeyler. Rahatlık duygusu, şöhret arzusu, korku ve bohemlik gibi hisler. Ve “menâfi-i cüz’iye” diyor. Bütün bir dünya da olsa eğer uhrevîlik ve melekûtîlik adına size bazı şeyleri kaybettiriyorsa, onların hepsi cüz’î şeylerdir, menâfi-i dünyeviyedir; size büyük şeyleri kaybettiriyor.. ihlas kırılıyor bunlarla.

*Hissiyât-ı süfliyye ve menâfi-i cüz’iyeyle ihlas kırılırsa -hafizanallah- insanlar “Allah yolu” derler, “hizmet yolu” derler çıkarlar da sonra halkın teveccühü olur, imrenir bir yere girerler.. ondan sonra dün fakirdiler, gecekondularda oturuyorlardı; bugün “Hazır böyle bir fırsat doğmuşken -insanlar da şakır şakır imkanlarını bizim önümüze döküyorsa şayet- bu bizim hakkımız. Söz de bizde bitiyor. Biz niye böyle gemisiz, villasız, yalısız yaşayalım ki, bizim de olsun.” derler. Bunlar irtişâ bile olsa… Zaten diyenler de var: “Hediyedir aslında bunlar. Hediye veriyorlar, dolayısıyla siz de onlara mukabelede bulunuyorsunuz; Efendimiz’in hadisine uyarak: Size birisi hediye verdiği zaman, siz de ona bir hediyeyle mukabelede bulunun!” Böyle ancak Dümbüllü İsmail’i güldürecek şeylerle onlara payanda olursanız, destek olursanız, onlar da -maşallahı var zaten- o mübarek başlarını alır balıklamasına girerler o işe. Allah öyle bir sukuttan sizi, sizin neslinizi, sizin gibi düşünenleri muhafaza buyursun. Sukuttur, kazanma yolunda kaybetme demektir; şehrahta, otobanda trafik kazası yapmak demektir.

*Bazı kimseler böyle şirazeden çıkarlarsa, endazesiz yaşarlarsa, ölçüleri görmezlikten gelirlerse, izan bilmezlerse ne olur? Hizmetteki kardeşlerimizin hukukuna tecavüz olur. Bir tek fert bile yapsa, “bunlar da böyle” derler. Hani şimdi demiyorlar mı? Bazılarımızın bazı yanlışları, bazı hatalarıyla herkesi karalıyor, bir yönüyle Hizmet hakkında olumsuz bir algı oluşturuyorlar. Bir diğer taraftan da kendileri gırtlaklarına kadar günaha giriyorlar. Yahu bir insan yapmıştı onu, iki insan yapmıştı onu, yapmıştıysa şayet. Fakat koskocaman bir camiayı karalıyorlar. Hukukun temel disiplinleriyle de beraat-i zimmet esastır. Sonra suç şahsidir; kusuru varsa bir insanın, kusur şahsidir; onunla bir cemaatin, bir hareketin umum efradını kusurlu görmek meselesi öyle bir vebaldir, günahtır ve su-i zandır ki küfre denk sayılır o, hafizanallah.

Dünya Karşısında Rükûa Varan Bir Gün Ona Secde de Eder!..

*Bir insan, iki insan bu mevzuda nizamı, ahengi koruyamaz, inhiraf ederlerse, hissiyât-ı nefsaniyelerine yenik düşerlerse, menâfi-i cüz’iyye karşısında rükûa varırlarsa.. rükûa varan insanın secdeye kapanması mukadder demektir; rüku, secdenin en inandırıcı referansıdır. Dünya karşısında rükûa varan insanlar, er geç bir gün dünya karşısında secdeye de varırlar. Marifet kahramanının “Hel min mezid” ufku, Allah adına marifetini artırma istikametindedir. Ehl-i dünyanın o mevzudaki ufku da “daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da işarette bulunuyor: “İki dağ cesametinde altını olsa, üçüncüsünü ister!” diyor. İnsandaki bitip tükenme bilmeyen tûl-i emele dikkati çekiyor. Hazreti Pir de tûl-i emelin temeline vurguda bulunuyor, “tevehhüm-ü ebediyet” diyor: Sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşama!.

*Halbuki, yarın öbür gün vefat edip gittiğin zaman “Ne kendi eyledi rahat / Ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubur!’’ dedirtmek var!.. Bir de “Bizim yıkılmış gitmiş ruhlarımızı ikâme etti, bize doğruyu gösterdi, bizim için endaze oldu, o sayede mizanlı hayata ulaştık; Allah ebeden ondan razı olsun!..” dedirtme var. Temkinli yaşamak lazım.

*Birileri dünya çapında, sizin hakkınızda, “Bunlar da böyleymiş!” dedirtme peşinde koşuyor. “Bunlar da böyleymiş; bunlar da insanın gafletinden istifade etmek istiyorlarmış, bunlar da fırsat bulup insana çelme takmak istiyorlarmış, bunlar da insanı kündeye almak istiyorlarmış!..” gibi hiç olmadık şeylerle karalıyorlarsa şayet -hafizanallah bir de düşünün- olmuş şeylerle diyecekleri şeyler öyle bir sıvanır ki hiçbir deterjanla o lekeyi silemezsiniz, gideremezsiniz. Hüviyet-i asliyenize kendi halinizi irca edemezsiniz. “Kur’an talebesi ama bakmayın, adları öyle; onlar da aynı haltları karıştırıyorlar, onlar da yalı peşinde, villa peşinde, para peşinde, milleti sağma peşinde…” Bunu dedirtmeyelim.

*İhlasın bir derinliği de yapmadıklarını Allah’tan dolayı yapmamak, O’nun rızasına uygun olmayan işlerden sakınmaktır.

Ahlâkî Çöküntü ve Yenilenme Cehdi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 7-8 saat önce sona eren sohbetinde şu konuları anlattı:

“Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul!”

*Hazreti Pir’in de dediği gibi enâniyet asrı bu asır. Herkesin enâniyeti, benliği bir buz parçası adeta. Onu eritebilmek için de imanın, iz’anın, ihsanın, belki ihlasın derin enginliklerine ihtiyaç var. Yoksa o aysberg gibi şeyleri başka basit göller, hatta denizler bile eritemez. Sımsıcak bir iman atmosferine, İslam atmosferine, ihsan atmosferine, ihlas atmosferine, iştiyak atmosferine ihtiyaç var ki o aysberg gibi şeyler erisin.

*Bir de manevî hastalıkların görenekle bir kesimden başka bir kesime sirayet etmesi gibi ayrı bir tehlike var. Birileri o kadar rahat yalan söylüyor, iftirada bulunuyor; komplolar, hileler, ayak oyunları arkasından koşuyor ki, bunlar işlene işlene toplumda bir ahlak haline geliyor.

*O bakımdan dinin temel disiplinleri adına çok sıkı durmak icap ediyor. Zerre kadarının bulaşmasına meydan vermemek lazım. Enâniyetin başını alıp gittiği, onu besleyecek şöhret, müşarün bilbenan olmak ve o istikamette kullanılan argümanlar gibi; mübalağalar, yalanlar, iftiralar, başkalarını karamalar, kendini masum, masun göstermeler ve hatta nübüvvet payesi sayılan sıfatlarla serfiraz görünmeler gibi faktörlerin çoğalıp yaygınlaştığı zamanımızda -gördüğünüz gibi- başkaları da o korkunç hataları hiç utanmadan, yüzleri kızarmadan telaffuz edebiliyorlar.

*Toplumun perişan halini merhum Mehmet Akif’in şu sözleri ne güzel tarif ediyor:

“Hayâ sıyrılmış, inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde…

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bi-medlûl;

Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.

Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;

Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkar.

Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş;

Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türab olmuş!

Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl…

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!”

Kurtuluşumuzun Anahtarı Yenilenme Cehdi

Soru: “Şayet maruz kaldığımız musibetlerin sebebi bizim partallaşmamız ise, kurtuluşumuzun anahtarı yenilenme cehdidir.” mülahazası zaviyesinden, yenilenme denince neler anlamalıyız? Bu yenilenme hangi esaslarla mümkün olabilir?

*İmanımızı bir kere daha gözden geçirme en önemli faktör, çünkü çağımızda bu mesele çok önemli. Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “Bu çağın derdi imansızlıktır.” Öyleyse bu çağın derdine çare de reçete de imandır. İman esasları üzerinde durmak lazım.

*“Ee.. biz inanıyoruz!” denebilir. Ekseriyet itibarıyla, kültür müslümanlığı bu. Neşet ettiğimiz kültür ortamı itibarıyla inandığımız şeyler var. İlmihali de hafife almıyorum ama Mızraklı İlmihali müslümanlığı müslümanlığımız. Camideki vaizlerin, imamların, hatiplerin müslümanlık adına ortaya attıkları dinamikler nelerse -onlara da can kurban, hafife almıyorum- o müslümanlıkla çağımızın dertlerine derman olunamaz. Onlar çağımızın dertlerinin reçetesi sayılamaz.

*Bir kere daha şu kitabullah-ı azam Kur’an-ı Kerim’i ve kitab-ı kebir-i kainatı mütalaa edip tefekkür, tezekkür ve tedebbür ikliminde iman, marifet ve muhabbet adına sürekli beslenmeli. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere inanmak gibi imanın bütün şubelerine yakîn hasıl etmeye çalışmalı.

Kur’an’a Dönüş Yılları

*Dr. İkbal bir edip, bir şair, bir düşünür olmakla beraber, aynı zamanda bir zahid bir âbiddir. Londra’da 15-18 sene kadar kalmış, bir gece teheccüdünü kaçırmamış. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’e karşı da ciddi bir alakası var. Diyor ki: “Ben hep Kur’an okuyordum da babam bana diyordu ki, ‘Oğlum Kur’an oku!’ Bir gün babama cevap mahiyetinde ‘Baba, dedim, ben her zaman Kur’an okuyorum.’ ‘Oğlum, Hazreti Muhammed (aleyhissalatu vesselam)’a inmiş Kur’an’ı, O’na inmiş gibi değil, şu anda Allah sana indiriyor gibi oku!’ dedi.” Zannediyorum tecdide bir de bu mülahaza ile bakmak lazım.

*Hazreti Pir-i Muğan hiç olmazsa iki rekat teheccüd kılınması gerektiğini söylüyor, berzah hayatını aydınlatacak projektör gibi gösteriyor onu. Kabir sonrası hayatınızın aydınlanması o teheccüd namazına vabeste, diyor. Gecenin son üçte birinde kalkıp Cenab-ı Allah’a taabbüdde bulunmak, kemerbeste-i ubudiyette bulunmak kabir hayatını, berzah hayatını aydınlatabilecek bir projektör.

*Kur’an’ı Kerim’i sana iniyor gibi ve her ayetin, başta seninle bir münasebeti olduğu mülahazası ile okuyacaksın. Hatta kafirlerle, münafıklarla alakalı şeyleri okurken bile “Galiba bende de bir kafir sıfatı var!..” düşüncesinden uzak kalınmamalı. Bir kafir sıfatı bulunmakla insan kafir olmaz, fakat her mü’minde kafir sıfatı da bulunabilir. Mesela gafil yaşamak, lâhî ve lâğî yaşamak, ömrünü, zamanını israf etmek kafir sıfatlarıdır. Yalan söylemek, iftira etmek, bunları görüp sessiz kalmak, onların yanında oturmak kafir sıfatıdır. Yani Kur’an-ı Kerim’in her ayetinin bize bir şey dediğine inanmakla ancak gönül dünyamızı ihya edebiliriz. Çünkü hatalar görülmeyince, kabul edilmeyince -zannediyorum- onların giderilmesine de gayret edilmez. Onlardan vazgeçmek, tevbe-yi istiğfarda bulunmak, her defasında 10-20-30 yıl sonra, yaptığımız o mesavî aklımıza geldiği zaman bir kere daha onun üzerine tevbe doluları yağdırmak, balyozları indirmekle giderilmesine çalışılmış olur.

*Kültür müslümanlığı olarak, yetiştiğimiz kültür ortamından aldığımız şeyleri yeterli gördüğümüz için, bugün sadece Türkiye değil, bütün âlem-i İslam böyle yarım yamalak, nazarî müslümanlığın derbederliği içinde bocalayıp duruyor -hafizanallah-.

Yenilenme ve Canlı Kalma Hususunda Birbirimize Destek Olmalıyız

*Buraya kadar söylenenler, bir bakıma, yenilenmenin nazarî yanıydı. Fakat zannediyorum, insanlar, Hazreti Pir’in ifadesiyle “kubbedeki taşlar gibi birbiriyle baş başa vermezlerse dökülürler.” Öyle baş başa vermeye ihtiyacımız var.

*Birbirimizin devrilmesine meydan vermememiz için oturduğumuz, kalktığımız, gezdiğimiz, tozduğumuz yerleri mutlaka sohbet-i Canan hesabına değerlendirmeliyiz. Fuzuli konuşmak yerine açıp bir kitap okuyarak, müzakeresini yaparak, bunu yapamıyorsak açıp Cevşen’i, Evrad-ı Kudsiye’yi, Sekine’yi okuyarak zamanı israf etmekten kurtulmalıyız. Deme damara dokundurmadan, eksik ve yanlışlarımızın muhasebesini yapmalı ve olgunlaşmaya bakmalıyız. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun değişik kimselerin hataları karşısındaki tavrını örnek almalıyız. Peygamber Efendimiz, bazı şahısların hususi kusurlarını, umum heyet içinde, o şahsın ders alabileceği ama utanmayacağı, kendisini psikolojik suçluluk içinde hissetmeyeceği ve komplekslere girmeyeceği şekilde ifade buyururdu.

*Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) birisini zekât âmili olarak bir bölgeye göndermişti. O şahıs da gittiği yerde halkın vermesi gereken vergileri toplayıp getirmişti. Ancak âmiller o dönemde âdeta bir vali ve hâkim gibi çok salahiyetli kimseler olduğundan kimi yerlerde halk vergilerinin yanında bu vazifelilere bazı hediyeler de veriyorlardı. İşte bu zat halktan topladığı değişik vergileri maliyeye teslim ederken, “Bunlar size aittir, bu da bana hediye edildi.” diyerek, kendisine verilen hediyeleri ayırmıştı. Bunun üzerine minbere çıkan Allah Rasûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra, o şahsı doğrudan muhatap alıp mahcup duruma düşürmeden, herkese hitap ediyor gibi genel bir üslûpla, “Ben sizden birini Allah’ın bana tevdi ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o kişi gelir, ‘Şu devlete aittir, bu da bana hediye edilendir.’ der. Eğer bu adam doğru söylüyorsa, anasının veya babasının evinde otursaydı da, hediyesi ayağına gelseydi ya?”  buyurmuştu.

“Herkes evine dünyalıkla dönerken, siz Rasûlullah’la kalmaya razı değil misiniz?”

*Huneyn vakasından sonra yaşananlar da bu güzel ahlaka bir misal olarak verilebilir. Bilindiği üzere, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz Müslüman olmuş ancak müellefe-i kulûb olarak gördüğü bazı Mekkelilere ganimetten pay vermesi ensar-ı kiramdan bazı gençleri rahatsız etmişti. Onlardan birkaçı şöyle demişti: “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor.” Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Ensar’ın tamamını toplayarak, bu sözü söyleyenlerin yüzlerine vurmadan umuma bir konuşma yapmıştı. Evvela Cenâb-ı Hakk’ın kendisini onlara bir nimet olarak gönderdiğini hatırlatarak şöyle buyurmuştu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara her seslenişinde, Ensar da, “Evet, minnet ve şükran Allah’a ve Rasûlü’nedir.” diyordu. O Rehber-i Küll Muktedâ-i Ekmel Efendimiz de (aleyhi ekmelüttehâyâ) her zamanki gibi yine taşı gediğine koymuş ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı: “Ey Ensar topluluğu! Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmeye razı değil misiniz?” Bunun üzerine Ensar-ı kiram efendilerimiz gözyaşları içinde, “Razı olduk!” deyip teslimiyet ve memnuniyetlerini ifade etmişlerdir.

*Bu hâdiselerde görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kimsenin kusurunu yüzüne vurmadan, yumuşak tavrıyla bir hekim gibi hareket etmiş ve yağdan kıl çeker gibi bu problemleri çözmüştür. Birbirimizin yanlış ve eksiğini söylerken aynı üslubu takip etmeliyiz. Hazreti Nebiyy-i Zişan’ın üslubuna bağlılık içinde o eksiği gediği deme damara dokundurmadan hatırlatmalıyız.

*Hâsılı, hayatımızı tefekkür, tedebbür ve tezekkürle değerlendirmeli; Sohbet-i Canan’la derinleştirmeli; sürekli kitap okuma, zikr u fikirde bulunma cehdi sergilemeli ve Allah’ın inayetiyle bu vesileler sayesinde hep canlı kalmalıyız. Hemen her konuyu evirip çevirip O’na getirmek suretiyle kurbet ufkuna yürümeliyiz. Böylece gönüllerimize asıl meselelerimizin gurbetini, yalnızlığını ve yetimliğini yaşatmamış oluruz.

Ümit, Sohbet ve Hizmet

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu sohbetinden bazı paragraflar:

Ümit Kaynağı Olma Babayiğitliği

*Gamı-tasayı bırak, iraden canlı ise! Ümit kaynağı ol, olabilirsen herkese. Hususiyle ümitlerin darbelendiği bir dönemde, en önemli babayiğitlik, başkalarına ümit kaynağı olmaktır.

*Laf çakacaklar, karalayacaklar, zift atacaklar. Hiç böyle olmadık bir dönem bulunmamış ki! Bu itibarla da takılmamalısınız denip edilenlere! Kâse kâse ümit sunmalısınız çevrenize!.. Yanınıza gelen, semtinize uğrayan ümit yudumlasın sizin menhelü’l-azbi’l-mevrudunuzdan (tatlı su membaınızdan), Cennet kevserleri gibi şerbet, süt, bal tadında ümit ırmağınızdan. Bu kevserlerden ümit yudumlamak için yanınıza gelmiş olanlar giderken katiyen elleri boş dönmemeli. Tavırlarınıza, davranışlarınıza, bakış ufkunuza, dünya görüşünüze ve hadiseleri yorumlayışınıza baktığı zaman ümitsizliği unutmalı! Ye’s urbası giydirilmiş, ruh haleti itibarıyla da numarası drobu gayet uygun düşmüş kimseler yanınıza uğrar uğramaz o ümitsizlik urbalarını sırtlarından çıkarıp atmalı ve hemen ümitle şahlanmalı!..

Bütün Başarılar O’ndan

*Şayet her şeyi kendimizden biliyorsak, şirke giriyoruz demektir. “Biz yaptık, biz becerdik, bizim tedbirimiz, bizim projemiz, bizim realize etmemiz…” diyorsak neuzubillah -sizi tenzih edeyim- şirke girmiş oluruz! Her şeyi yapan, “sizi de, sizin tavır, davranış ve aksiyonunuzu da yaratan Allah’tır (celle celaluhu)” Eğer her şeyi O’ndan biliyorsak, biz niye ye’se düşelim ki? Neden ümitsizlik yaşayalım ki?!.

*Şimdiye kadar ne denmez kimselere neler demişler; neler söylemişler, nasıl karalamalara gitmişler!.. Düne kadar akıllı dedikleri, arkasından gittikleri, dünya ve ukbaya ait her meseleyi sorup ona göre planladıkları insanlara ve onların mesajına karşı, ya küfür tavrından, ya haset tavrından, ya kıskançlık tavrından, ya rekabet tavrından veya “Ben neden yapamıyorum da bunlar yapıyor? Neden o mesaj verme işi bana gelmedi? Esas ben ondan daha layıktım!..” gibi mülahazalardan bir hazımsızlık ve bir çekememezlik öteden beri hep olagelmiştir.

Şeytanın Güdümünde

*Şeytan her gün biraz daha profesyonelleşiyor. Bugüne kadarki tecrübelerini biraz daha derinleştirerek akla hayale gelmedik taktikler sergiliyor. “Çok akıllıyım” diye yola çıkan insanları, yolun yarısında şirazeden çıkarıyor.

*Şeytan boş durmaz! Dolayısıyla sizin çağınızda da boş durmayacaktır! Siz nasıl çok geniş dairede teknolojik imkânları kullanıyor, her yere ulaşmaya çalışıyorsunuz televizyonlarla, radyolarla, internetle, açtığınız okullarla… Unutmayın, Şeytan ve avenesi (mine’l-cinni ve’l-insi!..) de boş durmayacaktır! Sizin üzerinize, girdiğiniz alanlara girecek, karıştıracak! Belki size yerinde bir kısım ümitsizlikler pompalayacak, ümidinizi kıracak. Yeis pompalayacak size, karşı tarafı da tahrik edecek. Onlar “Biz düşünüyoruz” zannedecekler. Dolayısıyla böyle mabed yıkarken, mabed ölçüsünde ilim yuvalarını yıkarken, onları kapamaya çıkarken, o iş için yollara dökülürken, zannedecekler ki zavallılar, “Bunları biz düşünüyor, biz planlıyoruz.” Oysaki onları şeytanın dürtüleriyle yapıyorlar. Tamamen zimamı şeytana vermişler, onun güdümünde hareket ediyorlar.

*Tezkiye-i nefis, tezkiye-i nefis etmemekle başlar. Debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi kendinizi en olumlu işlerinizde bile yerden yere vurmadığınız takdirde, kendinize ihanet ediyorsunuz ve yaptığınız pozitif şeyleri yıkıyorsunuz demektir.

Şükür, Nimetin Artmasına Vesiledir

*Bize verilen nimetleri kendimizden bilmemiz nankörlük ve hatta şirk olur. Meselenin ikinci yanı da biz hiçbir şeyken Cenâb-ı Hakk her şeyi lütfettiğine göre, verdiği şeyler vereceği şeylerin en inandırıcı referansıdır. Siz bu nimetleri şükürle karşılarsanız, Allah onu katlar. Ona da şükrederseniz, muzaaf eltafta bulunur.

*Allah her yerde bir vüdd, bir sevgi vaz’ etti. Bu, muhabbetin ötesinde bir şey; yani gönüllerde tabiî bir alaka ve tabiî bir kabul demektir. Öyleyse bu bizden olamaz. Biz o kadar câzibe-i kudsiyeye sahip değiliz. Fakat Allah (celle celaluhu) öyle bir fırsat verdi. Demek ki Allah dileyince oluyor. Öyleyse, mesele Allah’ın dilemesinden kaynaklanıyorsa, yolumuza sarsılmadan devam edelim; Allah biri bin edebilir.

“Sahibiniz Allah ise, elli tane tiran elli yerde üzerinizden tren yürütse, yine hizmetiniz devam eder ve birleriniz bin olur!..”

*İlk dönemde cihanın dört bir yanına koşan mefkûre muhaciri bir avuç insan belli ölçüde kendisini ifade etmiş. Aradan geçmiş 20-30-40 sene. Bu zaman zarfında yerli halklar nabız tutmuşlar, bakmışlar ki kalbler hep aynı atıyor, hiç aritmi yok. Ve inanmışlar, inanıyorlar: Bununla bir yönüyle dünya kardeşliğine gidilebilir. Bununla Allah’ın izni ve inayetiyle boğuşmalara son verilebilir. Terör hareketleri belli ölçüde kontrol altına alınabilir Allah’ın izni inayetiyle. Bu size müyesser olur mu olmaz mı? Bu, O’nun bileceği bir şey; biz bilemeyiz! Bize sadece o yolda yürümek ve biri bin etme arkasında koşmak düşer. Himmet âlî tutulmalı, dûn himmet olmamalı insan. İnsanın gözü hep yukarılarda olmalı mesâî itibarıyla. Nefsine bakan yanı itibarıyla da, İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, “Allah’ım! Beni kendi gözümde minnacık kıl!” demeli.

*Allah (celle celaluhu) bu işi te’yîd buyuruyorsa, -Türkçemizde “arkanızdaysa” sözüyle ifade edilir bu!- sizin sırtınız yere gelmez. Elli tane tiran, elli yerde tren yürütse üzerinize; trenler raylar yerine sizin üzerinizden geçse ve sizler paramparça olsanız, parçalarınız yeniden dirilecek, birleriniz bin olacak ve hizmet devam edecektir Allah’ın inâyetiyle.

*Bir de vifak ve ittifak, tevfîk-i ilâhînin en büyük vesilesidir. Cennete girmek ve cennetin göbeğine otağını kurmak bile vifak ve ittifaka bağlı ise şayet; dünyayı cennetlere çevirmek haydi haydi ona vabestedir.

Sohbet-i Cânân, İnsanı Hakk’ın Boyasıyla Boyar

Soru: Sofiyece hakikate ulaştıran iki önemli yolun hizmet ve sohbet olduğu vurgulandıktan sonra “sahabe, hizmette zirveleri tuttuğu gibi sohbette de en yüksek şahikaların üveyki olma payesiyle serfirazdı” tespiti yapılıyor. Ashab-ı Kiram’ın hizmet ve sohbet hususiyetlerini lütfeder misiniz?

*Sofiyece, hakikate ulaştıran iki önemli yol vardır; bunlardan biri sohbet, diğeri de hizmettir. Hizmet, himmete mazhariyetin bir vesilesi ve yolu; sohbet de, zâhir ve bâtın duygularla hakikati duyma, hissetme, yaşama hâlidir ki, öteden beri hep ehemmiyetli bir “insibağ” sebebi addedilegelmiştir. Ne var ki, her insibağ, sohbetin merkez noktasını tutan zatın mertebesiyle mebsûten mütenasip (doğru orantılı) olduğundan, tezahür ve tesirlerinde de bir kısım farklılıklar söz konusudur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, câmiiyyeti itibarıyla Hak sohbeti sayesinde mazhar olduğu insibağ, en kâmil mânâdadır ve “Sen, Allah’ın boyasıyla boyan ve O’nun verdiği rengi tam al; (zaten) o ilâhî boyadan boyası daha güzel olan kimdir ki?” (Bakara Sûresi, 2/138) hakikatinin aşkın bir remzidir.

*Hizmet, ihlâs ve samimiyet içinde Hak rızasını aramak ve Hakk’ın hoşnut olduğu kimselerin terbiye ve vesayetinde bulunmaktır. Bir kere başta, Zât-ı Ulûhiyetin kendilerine teklif ettiği şeyleri arızasız kusursuz yerine getirmek kutsal bir hizmet oluyor. Sohbet de sofilerde çok önemli faktördür. Bir yerde sohbet aslî olarak insibağ vesilesidir; bir yerde de zıllî olarak bir insibağ vesilesidir. İnsanlığın İftihar Tablosu zirvede bir insibağa mazhardı. Âleme kendi boyasını çalma, âlemi bir yönüyle şöyle böyle kendine benzetme donanımıyla donanmıştı, öyle gönderilmişti. O’nun yolunda gidenlerde de zılliyet planında bir insibağ kabiliyeti vardır.

*Sohbet, beraber olma, arkadaş olma, aynı zemini ve aynı ortamı paylaşma demektir. Bir de o sohbetin, sohbete konu teşkil edecek şeylerle taçlandırılması vardır. “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan / Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa..!” Keşke herkes Allah’ı sevse.. keşke Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) herkes sevse!.. Her oturup kalktığımız yerde hemen musahabemiz sohbet-i Cânân etrafında olsa.. hep evirsek çevirsek konuyu Zât-ı Ulûhiyete getirsek… Sohbetin bu şekli var ki, bu onu taç üstüne sorguç yapma gibi bir şey oluyor. Mesela, Alvarlı Efe hazretleri, dört güzeller türküsünü duyunca “Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’yi hatırlayıp iki göz iki çeşme ağlarmış.

“Malımızdan/canımızdan istediğini al ya Rasûlallah!..”

*Sahabenin, hizmette zirveleri tuttuğu gibi sohbette de en yüksek şahikaların üveyki olma payesiyle serfiraz olduğunu bilelim. Sahabe efendilerimiz, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gösterdiği hedef ne ise onu realize etmek için ölesiye bir kıvam sergilemişlerdi Allah’ın izni ve inayetiyle. Kimsenin onları o seviyede yakalaması mümkün değil. Cihanın rengini değiştiriyorlar. Sahabe-i Kiram gibi hak ve hakikate hizmet eden bir başka zümre göstermek mümkün değildir.

*Evet, Ashab-ı Kiram, Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) işaret buyurduğu işlere koşmada ve hizmette de eşsizdi. Öyle ki, bir cihada hazırlık esnasında, Rasul-ü Ekrem Efendimiz’in “Bana bir işaret ve yol gösterin. Ne yapayım?” demesi üzerine Ensar’ın ileri gelenlerinden Sa’d İbni Muaz ileri atılarak şunları söylemişti: “Bana öyle geliyor ki bizi kastettin ya Rasûlallah. Biz, İsrailoğulları’nın peygamberlerine dediği gibi ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturuyoruz’ (Mâide, 5/24) demeyeceğiz. Biz, sizinle beraber düşmanla yaka paça olup, göğüs göğüse kavga edeceğiz. Ey Allah’ın Rasûlü! Sen, Allah’ın dediğine bak ve yolunda yürü, biz Sana tâbiyiz. İstediğinle sıla-i rahim yapıp bütünleş. İstediğinle istediğin gibi alakanı kes. İstediğinle sulh ol, istediğine karşı düşmanlık ilan et. Malımızdan istediğini al ve istediğin yere infak eyle. Biz hep Seninle beraber olacağız.” İşte bu hissiyat sahabenin genel çizgisini yansıtmaktaydı.

*Hazreti Üstad’ın şu sözleri de Ashâb-ı Kiram’ın sohbet ve hizmette derinliğini ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insibağıyla kazandıkları mertebeyi işaretlemektedir: “Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi.”

Haftanın Hadisi: Evden Çıkarken

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

 

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

 أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ

إِذَا خَرَجَ الرَّجُلُ مِنْ بَيْتِهِ فَقَالَ بِسْمِ اللَّهِ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ، لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ

قَالَ: يُقَالُ حِينَئِذٍ: هُدِيتَ، وَكُفِيتَ، وَوُقِيتَ، فَتَتَنَحَّى لَهُ الشَّيَاطِينُ، فَيَقُولُ لَهُ شَيْطَانٌ آخَرُ: كَيْفَ لَكَ بِرَجُلٍ قَدْ هُدِيَ وَكُفِيَ وَوُقِيَ؟

***

Hz. Enes b. Malik (r.a) rivayet ediyor:

Allah Rasülü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz

şöyle buyurmuşlardır:

 

“Kim evinden çıkarken;

بِسْمِ اللَّهِ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ، لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ

‘Allah’ın adıyla çıkıyor ve yalnız O’na güvenip dayanıyorum. O’ndan başka gerçek güç ve kuvvet sahibi yoktur.’ şeklinde Allah’ı zikrederse, kendisine; ‘Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı, düşmanlarından korundun.’ şeklinde cevap verilir ve şeytanlar ondan uzaklaşır. Başka bir şeytan da onlara; ‘Allah’ın hidayet ettiği, kefili olup koruma altına aldığı bu insana siz ne kötülük yapabilirsiniz ki?’ der.”

(Sünen-i Ebî Dâvûd, Sünen-i İbn-i Mâce)