Posts Tagged ‘bamteli’

Yarlığa Allah’ım!

Herkul | | BAMTELI

Öyle şiddetli bir arzu var ki ötelere karşı… fakat tek bir şey engel oluyor; mevcudiyetiniz yeryüzünde hala hizmete vesile oluyorsa, bence onu kırmaya hakkın yok diyorum ve onu kırmayı da ciddi saygısızlık sayıyorum. Yani öyle bir ikilem içindeyim. Tabi çoğunuzda da belki bu duygu ve düşünce vardır. Biz burada O’nun için varız, O’nun dava olarak omuzumuza yüklediği meseleden ötürü varız. Ondan dolayı dünyevî bazı sıkıntılara katlanıyoruz. Ama asıl hedefimiz O (cc).. O’nun hoşnutluğu, O’nun rızası!

Soru: Hadîs-i şerif’te مَنْ لَمْ يَهْتَمّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ” buyuruluyor. Bu hadîs-i şerifte geçen “فَلَيْسَ مِنْهُمْ” ibaresinin ahirete ve dünyaya bakan yönlerini lütfeder misiniz?

مَنْ لَمْ يَهْتَمّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ: Müslümanların işleriyle, dertleriyle, sıkıntılarıyla alakadar olmayan onlardan değildir, yani hakiki mümin değildir demektir. Kaybediyor demektir. Hakiki manada onlarla ölçülemez demektir. Bunun gelecekteki mükafatı (Allahu a’lem) baş döndürücü olacaktır Allah’ın izni inayetiyle. Onda hiç şüphemiz yok! Bir gadre uğradıksa şayet, her defasında Cenâb-ı Hak birkaç türlü lütufta berekette bulundu.

Çok iyi şeyler olacağı ümidini taşıyoruz, besliyoruz. Elhamdülillah arkadaşların çehrelerine bakınca, onların yüzlerindeki ümidi okuyunca, ben de ümitleniyorum.

Olan şeylerden dolayı üzülüyoruz tabi. Ama Cenâb-ı Hakk’ın takdiri! Dediğim gibi 27 Mayıs oldu, Haziran oldu, Temmuz oldu. Bütün gadr ayları, gadr seneleri peşi peşine cereyan etti. Her defasında sizin arkadaşlarınız, sizin gibi düşünenler gadr u efgana maruz kaldılar. Bunun da nasıl sonuçlanacağını Cenâb-ı Hak bilir, biz bilemeyiz! Nasıl bir lütf-u ilahi var bilemeyiz!

Soru: Alvarlı Efe Hazretleri’nin: “Dertten büyük derman mı var, bir sebeb-i gufran mı var?” buyuruyor. Burada ifade edilen dert’i, “sebeb-i gufran” olarak görmeyi nasıl anlamalıyız?

O Hazret öyle diyor yani. Üstad Hazretleri de derdi alkışlıyor. Hakperestlerden bir tanesi de: “Ehl-i dert ol, ehl-i dert ol, ehl-i dert ol, ehl-i dert!” diyor. Yani çok küçük şeyleri bile zihninde büyüterek sahiplenme, onları yaşama! İşte biraz evvel olduğu gibi, aynı zamanda başkalarının derdini paylaşma, yaşama, başkaları için inleme! Bunlar insana öyle kazandırıcı şeylerdir ki; zannediyorum ibadet ü taat ile yani bütün ömür boyu hiç durmadan namaz kılsanız, onunla kazanamazsınız onu!

Cenab,ı Hak bazen böyle cebr-i lütfî ihsanlarda bulunur, bunu takdirle karşılamak lazım. “Elhamdülillah! Cenab-ı Hak bizi insan kabul buyurdu ve bize bu şeyleri verdi.” demek lazım. Mükafatını da inşallah öbür alemde görme, belki bu alemde görme imkanı olacaktır. Talip olunan şeylerin büyüklüğüne göre bazen bu türlü şeylerin büyüklüğü de mebsuten mütenasip olur.

Ne duada kusur etmeli ne de fiilî durumda yapılması gerekli olan şeyleri yapmada geri kalmalı! Her iki hususta da cansiperâne, canperverâne yapılması gerekli olan şeyleri yapmalı! Gece gündüz yalvarıp yakarmalı!

Yarlığa Allah’ım bizi de! Ötelere göç etmiş kardeşlerimizi de!

Her Dem Mus’ab’ına İmrendim…

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar! Hem mübarek Miraç Kandilini idrak ediyor olma, hem de talebe kardeşlerimizi ağırlıyor olmak, Bamteli kaydı almamıza imkan verdi. Uzun bir aradan sonra bu heyecanı yaşamak böylesine hayırlı bir gece ile inzimam edince ekstra bir lütuf oldu.

Bu vesile ile Miraç Kandilinizi tebrik ediyor ve bu mübarek geceyi hepimiz adına istifadeli eylemesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz!

Zâlimlerin Tahammül Edemediği Sohbet: “Kenetlenmeliyiz!..”

Herkul | | BİR NEFES, HERKUL NAGME

İki hafta önce (3 Şubat 2019) neşrettiğimiz “KENETLENMELİYİZ!..” başlıklı Bamteli, nedense diktatörlüğü ziyadesiyle rahatsız etti. Hemen uyduruk bir mahkeme kararıyla YouTube’dan sildirildi ve yayını yasaklandı.

İzleyeceğiniz klip o sohbetten iktibas edilmiştir.

Mezkur Bamteli sohbetinin tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.ozgurherkul.org/bamteli/bamteli-kenetlenmeliyiz/

HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ (3)

Herkul | | BAMTELI

Bütün bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi’den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukâbeledir.

Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibrîl (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’an âyetlerini Cibrîl Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi. İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibrîl-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir.

Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i salihîn efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir.

Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’an’ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim. Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.

Bu itibarla, Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can ü gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Bu mülahazalarla, birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Hafta sonu bu senenin üçüncü CANLI YAYINı şeklinde paylaştığımız ve Furkan Sûresi’nin 21. ayetinden başlayıp 19. Cüz’ün ilk on sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Bamteli: Islah Yolu ve Güzergâhtaki Gulyabânîler

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

 Hizmet gönüllülerinin aslî vazifesi, basiretlerdeki tabiî, nefsânî ve şeytânî kataraktların ameliyatını yapmaktır.

*“Hizmet” dediğimiz bu harekete kendini adamış insanlara düşen vazife, birer göz hekimi gibi insanların gözlerindeki perdeyi kaldırmaya çalışmak; tabiî, nefsânî ve şeytânî kataraktları ameliyat ederek onların her şeyi, görmeleri gerektiği gibi görmelerini sağlamaktır. Denebilir ki, enbiya-ı izâmın, sahabe-i kiramın, tebe-i tâbiîn-i fihâmın, sonra da müçtehitlerin ve müceddidlerin vazifesi de budur. Buna isterseniz emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker diyebilirsiniz.

*İ’la-i kelimetullahın ve tebliğin özünü “iyiliği emretmek, kötülükten menetmek” sözleriyle hulasa ettiğimiz “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” vazifesi oluşturur.

*Allah’ın adının gönüllere nakşedilmesi, İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip anlatılması mânâsına gelen “i’lâ-i kelimetullah”, bir mü’minin en önemli vazifesi ve esas itibariyle peygamber mesleğidir. Eğer, Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı, Cenâb-ı Hak en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi. Oysaki Allah Teâlâ, peygamberlerini i’lâ-i kelimetullah vazifesiyle görevlendirmiş ve sürgünlerin, hapishanelerin, hakaretlere maruz kalmaların, işkencelerin, idam sehpalarına götürülmelerin, hatta şehit edilmelerin çokça görüldüğü bu kutsal yola sevk etmiştir.

 Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb ile terhîbin her zaman birbirini takip ettiği görülecektir.

*İrşad mesleğinde tebşîr ve inzâr çok önemli iki husustur. Tebşîr, isabetli bir yolun neticesinde insanın içinde beşaşet hâsıl edebilecek, bişaret sayılabilecek bir şey söyleme demektir. İnzâr da eğri yolun encamında insanın başına gelebilecek kötülüklerden o insanı sakındırma manasına gelir. Tebşîr aynı zamanda tergîb (teşvik etme, isteklendirme, imrendirme) ifade etmektedir; inzâr ise terhîb (uyarma, tedbir aldırma, uzaklaştırma) vazifesi görmektedir; bunlardan ilki recâya, ikincisi havfe bakmaktadır; birinde ümitlendirme, diğerinde ise, sakındırma vardır.

*Aslında, Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb ile terhîbin her zaman birbirini takip ettiği görülecektir. Uzun surelerde makta’ların (belli bir meseleyi ele alan daha kısa bölümlerin) birisinde imrendirme ve teşvik ihtiva eden bir mevzudan bahsediliyorsa, genellikle öbüründe uyarma, tedbir aldırma ve kötü akıbetten alıkoyma manalarını da barındıran bir konu anlatılmaktadır. Hatta peşi peşine gelen kısa sureler arasında da aynı münasebet söz konusudur; önceki surede özendirme varsa, sonrakinde sakındırma bulunmaktadır.

*Başka bir açıdan, irşad mesleği, bir yandan arıtma (tahliye – التخلية) diğer taraftan da süsleme (tahliye – التحلية) vazifesidir. Önce nefsi, öfke, inat, bencillik, kıskançlık, hased, kin, nefret ve sair şerre sebep temayüllerden arındırmak; daha doğrusu onların yönlerini hayırlı işlere çevirmek lazımdır. Daha sonra da güzel sıfatları ve güzel ahlakı ruha mal etmek, böylece onu süslemek, ziynetli hale getirmek gerekmektedir.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz, rehberliği zaviyesinden dualarında “tahliye” (التخلية) talebinde de bulunmuştur. Mesela, Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz’in sıkça tekrar ettiği dualarından biri şöyledir:

اللَّهُمَّ بَاعِدْ بَيْنِي وَبَيْنَ خَطَايَايَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ اللَّهُمَّ نَقِّنِي مِنْ خَطَايَايَ كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ الْأَبْيَضُ مِنْ الدَّنَسِ اللَّهُمَّ اغْسِلْنِي مِنْ خَطَايَايَ بِالثَّلْجِ وَالْمَاءِ وَالْبَرَدِ

“Allah’ım, mağrib ile maşrıkı (batı ile doğuyu) birbirinden uzaklaştırdığın gibi beni de hatalarımdan uzak tut. Allah’ım, beyaz elbisenin kirden arınması gibi beni de hatalarımdan temizle. Allah’ım beni karla, suyla ve dolu ile (yıkanmış elbise gibi) hatalarımdan arındır.”

*Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i Zât, evsâf-ı sübhaniye ve icraat-ı hakîmanesini câmi’ mertebeye, me’lûhiyeti iktiza etmesi açısından ulûhiyet, “Rab” gibi bir ism-i sıfata bakıp merbûbiyeti nazara veren bir mertebeye de rubûbiyet dairesi denmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in bu her iki mertebe hakkındaki nassları kat’îdir. Onun emrettiği tevhid içinde hem “tevhid-i ulûhiyet” hem de “tevhid-i rubûbiyet” vardır. Meselâ, İhlâs sûre-i celilesi, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı Zâtiyesi olan sıfât-ı kemal ile tavsifi ve Zâtına münâfî noksan sıfatlardan da tenzihi ifade etmesi açısından tevhid-i ulûhiyeti takrir eder. Kâfirûn sûresi ise, ibadet ve perestişin ancak ve ancak şerîk ve nazîri bulunmayan Allah’a mahsus olmasını ifade etmesi açısından tevhid-i ubûdiyeti takrir eylemektedir. Fatiha sûresi, değişik âyetleriyle hem “tevhid-i rubûbiyet” hem de “tevhid-i ulûhiyet” ve “ubûdiyeti” takrir buyurur. İ’la-i kelimetullah bu hakikatleri de üslubunca anlatmayı gerektirir.

 Hüzün vardır, ahiret buudludur ve “kutsal hafakan” sayılır; hüzün de vardır, dünya yörüngelidir, nefsî ve şeytanî dürtülerden kaynaklanır.

*Hüzün vardır, ibadet ü taatteki eksiklik mülâhazasından ve vazife-i ubûdiyetteki kusur endişesinden kaynaklanır. Hüzün vardır, kalbin mâsivâya (Allah’tan başka her şey) meyl ü muhabbetinden ve duyguların teveccühteki teklemelerinden kaynaklanır. Hüzün de vardır, dünyaya meyilden, mal sevgisinden, makam hırsından, şöhret tutkusundan ve tahakküm sevdasından kaynaklanır. Diğerleri makbul olmakla beraber, dünyeviliğe bağlı stres, anguaz ve hafakanlar merduttur.

*İnanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Âlem-i İslam’ın ızdıraplarını içte duyarak hüzünlenmek ve insanlığın hidayetini düşünerek tasalanmak olsa olsa “mukaddes hüzün” veya “kutsal hafakan” şeklinde adlandırılabilir ki bunun örnekleri de en çok İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, diğer nebilerin ve peygamber vârislerinin hayatlarında görülebilir.

*Akıbeti ve ahireti düşünmeyenlerin hüznü değersiz ve neticesizdir. Hâlbuki Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilen şu sözlerle de dile getirilen hakikatler hep akıbet endişesiyle yaşamayı gerektirmektedir:

يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ    قَدْ غَرَّهُ طُولُ الْأَمَلْ

أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ    حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ

اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً    وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ

اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا    لَا مَوْتَ إِلَّا بِالْأَجَلْ

“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın!

Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın? Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın!

Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın! Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın.

Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın! Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölüm ayrılığın!”

 Boz bulanık hırslarla ve imkânlarını yitireceği korkusuyla titreyen bir talihsiz cihana sultan olsa da hür değildir.

*Başkalarına kulluktan sıyrılmanın tek yolu, Allah’a kul olmaktan geçer. Bakmayın bazı kimselerin yalan yanlış namaz kılmalarına!.. İnsan, Allah’a kulluktan kopunca, saltanata kul olur, debdebeye kul olur, tûl-i emele kul olur, tevehhüm-i ebediyete kul olur, bohemce yaşamaya kul olur, parayla pulla oynamaya kul olur, âlemin kendisini alkışlamasına kul olur, parmakla gösterilmeye kul olur, kendisine ayağa kalkmaya kul olur… Böylece, kendisi için elli tane put oluşturur; Lât’lar, Menât’lar, Uzza’lar, Nâile’ler, İsaf’lar, Zeus’ler, Afrodit’ler geride kalır.

*Böyle kopuklar dengeli de düşünemezler. Belki bulundukları yeri de teminat altına alamazlar. Bir dönemde bir şey yaparlar ama hep günü kurtarma derdinde oldukları için fiyaskolar yaşarlar. Mesela, bir mesâvîye göz yumarlar; diyelim ki, bir şekavet şebekesiyle, Allah belası bir terör örgütüyle muvakkaten bir anlaşmaya girerler. O terör örgütü, onların ülkelerinin dört bir yanını, kendi ifadeleriyle, cephanelik stokları haline getirirken ya görmüyorlardır -o zaman kör gözlerine sokulsun- veya görüyor, bilerek o meseleye müsamaha ediyorlardır. Bakın neleri kaybettiriyorlar!.. Bir tarafta o şehitlerin şehadetinin, öbür tarafta da bir sürü insanı daha düşman haline getirme ve mağduriyete uğratmanın arkasında ya korkunç bir gaflet, ciddi istihbarat zaafı ve umursamazlık veyahut da o günü gün etme hesabına, onlarla iyi geçinme adına, “Varsın onlar da değişik yerleri cephane stokları yapsınlar!” mülahazası vardır. Birincisi olursa, gaflettir, denaettir, şenaattir, fezaattir; ikincisi ise hıyanettir, alçaklıktır.

*Sadece bugüne takılan insanların hali budur. Onlar hem bugünü kaybederler hem de yarını kaybederler. Bugünü kaybederler; zannediyorlar ki bu işler böyle devam edecek. Hayır, maşerî vicdanda temerküz ve tahaşşüt eden çok ciddi bir metafizik gerilim vardır ki, hafizanallah, indirdiği tokatla -yeniçeri tokadı gibi- onları yerle bir eder. Gider böylece dünya; onların sevdalısı oldukları dünya, aşığı oldukları dünya, taptıkları dünya, putperestlik ettikleri dünya ellerinden gidiverir. Ahireti zaten çoktan kaybetmişlerdir. Münafıkların kaybettikleri gibi… Onlar da camiye geliyorlardı, namaz kılıyorlardı, oruç tutuyor görünüyorlardı. Fakat “Kalblerinde bir maraz vardı da Allah marazlarını artırmıştı.” Her hıyanetleri, her nifakları, her dünyaperestlikleri onların iç marazlarını artırıyordu.

 “Hakîr düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.”

*Allah Rasûlü münafıklar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Hazreti Huzeyfe’ye (radıyallâhu anh) söylemişti de. Bundan dolayı da Hazreti Ömer, Hazreti Huzeyfe’yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını o da kılmazdı. Dahası, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu.

*Hâlihazırdaki durumun tesirinde kalmamalı. Ne olursa olsun, vazifemiz i’lâ-i kelimetullah’tır. En ağır şartlar altında -cehenneme koysalar, ayaklarımıza prangalar vursalar, Promete gibi bizi zincirlerle kayalara bağlasalar da- Allah’ın izni ve inayetiyle yine bu vazifemizi yapmaya çalışırız.

*Onlar “bitirdik” falan diyorlar! Neyi bitirdiniz?!. Allah’ın ektiği tohum; o (filizlenme manasına) bitiyor. Siz “bitirdik” diyorsunuz; tıpkı çayırlar gibi, o yeniden arkadan yeşeriyor. Zaten olduğu gibi kalsa kuruyacak. Onun için hafif bir budamaya, tımara ihtiyacı var. “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.” Bir yönüyle, hâristan (diken tarlası) olmaması için Allah zalimlerin elleriyle biçiyor sizi.

*Namık Kemal diyor ki: “Hakîr olduysa millet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.” Onu az değiştirerek şöyle diyeyim: “Hakîr düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.” Sizin kıymetinizle, itibarınızla oynayan ve algı operasyonlarıyla sizi itibarsızlaştırmaya çalışanlar, dünya kamuoyu nezdinde kendi itibarlarını yitiriyorlar. Tarihin sayfalarına itibarsız Nemrut’lar gibi geçecekler, Firavun’lar gibi geçecekler, Şeddat’lar gibi geçecekler!..

*“Bulunmazsa milletin efradı beyninde adalet / Geçer zemine bir gün arşa çıkan pâye-i devlet.” Şimdiye kadar numunesi elli defa görülmüş, varsın bu da elli birincisi olsun!..

Bamteli: RAHMÂN’IN KULLARI

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

 Maruz kaldığınız bütün densizliklere rağmen, Allah’a tevekkül edip mü’min karakterinin gereğini sergileyin!..

*Zamanın ürpertici, başımıza balyozlar gibi inici hadiselerini gördüğümüzde, Hazreti İbrahimvârî, رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ diyoruz. “Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” Sen bizimle berabersen, bütün âlem karşımızda olsa ne ifade eder!..

*Başkalarının başka şekildeki tavır ve davranışları, mü’minin tavrını değiştirmeye bâdî olmamalıdır. Mü’min, nasıl inanıyorsa, nasıl düşünüyorsa, nasıl hareket ediyorsa, elli türlü hadiseyle ve gâileyle karşı karşıya kalsa da yine onu değiştirmemelidir. O, üslubunu bir karakteri koruma hassasiyeti içinde korumalıdır.

*Başkaları, şirazeden çıkmış, eczâsı dağılmış bir kitap gibi veya bağı kopmuş, taneleri sağa sola saçılmış bir tesbih gibi olabilirler; ne dediklerini ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini bilmez şekilde densizlikler içinde bulunabilirler. Fakat siz, bin tane densizlikle karşı karşıya kaldığınız zaman bile onun onda biri ölçüsünde dahi densizliğe düşmemelisiniz. Aleyhinizde bin tane yalan atmış, bin tane iftirada bulunmuş ve bin türlü yolla efkârı size karşı ifsat etmeye çalışmış olsalar da, onlar ne yaparlarsa yapsınlar, siz bu şeytânî yolları denemeye kalkmamalı ve hep mü’mince davranmalısınız.

 Rahman’ın has kulları, yeryüzünde tevazu, hilm ve mülayemet örneğidirler; cahiller kendilerine sataşınca da ‘selâm’ der geçerler.

*Furkan Sûresi’nde vakar, ciddiyet, mahviyet ve tevazu içinde, yani oturuşları, kalkışları, bakışları, yürüyüşleri, kısaca bütün davranışlarıyla mü’minliğe yakışır bir tavır ortaya koyan Rahman’ın kulları şöyle anlatılır:

وَعِبَادُ الرَّحْمَنِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلَى الْأَرْضِ هَوْنًا وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلاَمًا

“Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde alçakgönüllü olmanın örneğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler. Cahiller kendilerine sataşınca da ‘selâm’ der geçerler.” (Furkan, 25/63)

*Hal, tavır ve davranışlarına bakıldığında, Rahman’ın has kullarının dikkatleri çekecek kadar yumuşak, kibar ve nazik oldukları görülür. Dışa akseden bu tavırlar, onların tabiî hâlleridir. Çünkü onlar, iç dünyalarının balans ayarını zaten bu anlayışa göre kurup, bu anlayışa göre ayarlamışlardır.

*Evet, iç ve dış dünyaları itibarıyla tam bir bütünlük arz eden o ibad-ı Rahman, Allah’ı gereğince bilmeyen veya bildikleriyle amel etmeyen bir kısım cahillerle karşılaşıp muhatap olduklarında da emniyet, güven ve esenlik insanı olduklarını, kendilerinden onlara bir zarar dokunmayacağını ifade eder ve muhatapları tahrik edebilecek her türlü tavır ve davranıştan uzak dururlar.

*Kulluk sırrına ermiş bu nadide kullar, hizmet ve ibadetlerine güvenmez, kesinlikle onlara bel bağlamazlar. Ancak Allah’ın lütf u ihsanı sayesinde cehennem azabından kurtulabileceklerine inanırlar. Bunun için de her fırsatta O’na el açar, O’ndan inayet diler ve O’na yalvarırlar. Bu cümleden olarak,

وَالَّذِينَ يَبِيتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا وَالَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ إِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا

“Rahman’ın has kulları geceyi Rabbilerine secde ve kıyam ile, ibadetle geçirirler. ‘Ey Ulu Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Zira onun azabı tahammülü zor, ömür tüketen bir derttir. Ne kötü bir varış yeri, ne fena bir yerleşim yeridir orası!’ derler.” (Furkan, 25/64-65) İşte, bu her zaman Allah’a müteveccih ve ahiret yörüngeli yaşantı da onlara bambaşka bir mülayemet, hilm u silm ruhu kazandırır.

 Amerika’nın göbeğinde düzenlediğiniz Uluslararası Dil ve Kültür Festivali’ne olan büyük ilgi de aleyhinizdeki cinnet hareketlerinin maşeri vicdan tarafından reddedildiğini gösterdi.

*Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Ezcümle, şöyle buyurulmaktadır:

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ

“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

*Size bakan insanlar gerçek Müslümanlığı görmeliler. “Karınca basmaz efendiler.. sineğe dokunmaz efendiler.. arının ölümü karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayan insanlar.. bir yılanı öldürene karşı küs ilan eden insanlar; ekosistem karşısında bile bu kadar hassas davranan insanlar… Bunların insanlığa fenalık yapması, onlar için fena projeler oluşturması, onları realize peşinde koşturması kat’iyen mümkün değildir.” Bu hakikati anlamalılar. Arkadaşlarınız bunu belli ölçüde gösterdiler, sergilediler, ifade ettiler. İnşaallah bundan sonra da benlik girdaplarına takılmadan bu meseleyi ihlasla samimiyetle temsil ederler.

*Onlar sövmüşler, siz sövmeyin; onlar küfretmişler, etmeyin; “paralel” demişler, demeyin; “sülük” demişler, demeyin!.. Bunların hiçbirisine maşerî vicdan dünyada inanmamıştır. Aklı başında olan insanlar, akıllarını peynirle yememişlerse, bunlara gülüp geçmişlerdir. Çünkü insanlık sizi süzdü, defaatle eleklerden geçirdi, sizi tam tanıdı.

*Ben gitmedim, arkadaşların dar bir çerçevede ifade ettikleriyle haberdar oldum: Her şeye rağmen Amerika’nın göbeğindeki festivalde bile, insanlık bu meseleye karşı tavrını ortaya koydu. Neye rağmen? Paralar dökerek, buradaki bütün yabancı misyon şeflerini harekete geçirerek, “Aman buna mani olun, yaptırmayın!” demelerine rağmen!.. Maşerî vicdan bu türlü cinnet hareketlerini elinin tersiyle itti. “Hayır, bunlar insanlık adına çok önemli şeyler; biz bunların çehresinde insanlığı okuyoruz, bütün insanlığı kucaklamayı okuyoruz, kötülükleri iyilikle savma ahlak-ı âliye-yi İslamiye’sini okuyoruz.” dediler.

 Dövene elsiz, sövene dilsiz, Hizmet ehli gönülsüz gerek!..

*Bugün kinle köpüren, gayzla yalan atan, şiddet, hiddet ve nefretle iftirada bulunan insanlara karşı şayet siz aynı tavırla mukabelede bulunmazsanız, zamanla öyle yumuşayacaklar ki, bir gün bakacaksınız, onlar da candan, sımsıcak dostlar haline gelmişler. Birilerinin, yaptıkları canavarlık içinde öyle yuvarlanıp gitmelerini mi istersiniz, yoksa canavarlık yapsalar bile, bir gün insanlıklarını hatırlayarak, ahsen-i takvime mazhariyetlerini hatırlayarak, Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm’ın arkasında bulunduklarını hatırlayarak dönüp yanınıza gelmelerini mi istersiniz? Vicdan en doğru söyleyendir, vicdan yalan söylemez. Dolayısıyla, zannediyorum vicdanlarınıza müracaat ettiğiniz zaman siz de diyeceksiniz ki: Her şeye rağmen, mülayemeti bir çağrı olarak kullanmak ve onların birer sadîk-i hamîm halinde yanımıza gelmelerini sağlamak bizim de ilk tercihimizdir.

*Evet, haysiyetle oynadıkları ve insana dokundurdukları zaman aynıyla mukabele etmemek engin bir vicdan gerektirir. Nâilî-i Kadîm’in dediği gibi “Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab şâd olsun / Benimçün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun!” diyebilmek; “Allah’ım, şad olmayan şu gönlümü yıkanlar şad olsunlar; benim için ‘Murada ermesin!’ diyenler muratlarına ersinler!..” dileğinde bulunmak zorlardan zordur. Fakat size düşen, o yüksek karakterinizin icabı olarak, sövseler de yakışıksız söz etmemek, döverlerse de el kaldırmamak, kırsalar da kırılmamaktır. Yunus’un ifadesini az değiştireyim: Dövene elsiz, sövene dilsiz, Hizmet ehli gönülsüz gerek!..

 Siz kazanacaksınız ve Allah, katiyen zulmü de onların yanlarına bırakmayacak; keşke gayyaya yuvarlanmadan önce vazgeçip tevbe etseler!..

*Önemli değil!.. Bütün dünyayı bize kaybettirseler bile, ahiretimize dokunamayacaklarına göre, Allah’ın izni ve inayetiyle, yine biz kazanmış oluruz; Hanzala b. Âmir gibi kazanmış, Abdullah b. Cahş gibi kazanmış, Hazreti Hamza gibi kazanmış, Mus’ab b. Umeyr gibi kazanmış… Bir yönüyle, ahiret hayatı hesabına, belki fâni dünya hayatını, üç-beş kuruşluk dünyevî cismaniyeti atmışız fakat bununla ebediyeti peylemişiz. İstemez misiniz, fâni, üç-beş kuruşluk, bakırcılar çarşısında olan şeyi verin, sonra altın ve gümüş çarşı ve pazarında olan şeyleri onunla peyleyin?!. Allah’ın adet-i sübhaniyesi böyle; çok küçük bir şey veriyorsun, çok büyük şey ihsan ediyor.

*Bu açıdan da her şeyinizi elinizden alsalar, her şeyinize kıyımcılar tayin etseler, zulüm yapmış olacaklar, harâmîlik yapmış olacaklar!.. Ve Allah bunu onların yanına bırakmayacak, hiç tereddüdünüz olmasın. O’na inancım, Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm’a itimadım ve Kur’an’ın hakâikına güvenimle söylüyorum: Daha şimdiden, eştikleri kuyulara kendilerinin şekil değiştirmiş olarak yuvarlandıklarını görüyor gibi oluyorum. O hakikatlere binaen görüyorum. Fakat dua ediyorum: O kuyunun dibine yuvarlanmadan Allah akıllarını başlarına getirsin. Tam gayyaya, esfel-i safilîne yuvarlanmasınlar; Allah hakikate gözlerini açsın, onlar da hakikati görsünler.

Bamteli: Meşru Siyaset ve Makyavelist Politikacılar

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Raşit Halifeler ve onların yolunda yürüyenler meşru siyaseti temsil etmiş ve Makyavelizm’e asla başvurmamışlardır.

*Siyaset; taht-ı tasarrufta olan şeyleri idare etme, düzene koyma, ahenk içinde götürme.. farklılıklardan bir bütünlük meydana getirme, onlardan bir dantela gibi bir hayat örgüleme.. şahısları ve hadiseleri doğru okuyup doğru değerlendirme sayesinde gayr-ı mütecanis şeyleri bir araya getirip bir vahdet ruhu ortaya koyma demektir. Siyaset; sağlam idare etme, yönetimi ahenk içinde götürme demektir; problemsiz, ayrıştırmadan, kendini öne sürmeden, her şeyi kendi arzu ve isteklerine bağlamadan; umumun hissiyatını ve farklı insanlar arasında nasıl bir birlik ruhu teessüs ettirilebileceğini nazar-ı itibara alarak işi götürme demektir.

*Siyasetin Allah’çasını, Peygamber’cesini Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz uyguladılar. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimizden sonra mesele izafiliğe ve nisbîliğe düştü; onun ikide birini, üçte birini, dörtte birini, beşte birini ortaya koyanlar oldu. O ilklere, bir asır sonra yaşayan Ömer b. Abdülaziz çok yaklaştı; onun için bazıları onu Raşit Halifeler’in beşincisi olarak sayarlar. Daha sonraki devirlerde de belki Abbasilerden Mehdî, Hadi ve Harun Reşit gibi kimseler onlara bir ölçüde yaklaştılar. Aynı hususu Selçuklular için de düşünebilirsiniz. Selahaddin için de düşünebilirsiniz. Devlet-i Âliye’de bir kısım rical-i devlet için de düşünebilirsiniz.

*Siyasetin namuslusunu, dünya ve ukbâda sorgulanmaya maruz kalmayanını yaşayanlar onlardır. İnandıkları gibi yaşamışlar ve yaşadıklarını çevrelerine aksettirmişler. Meşru yaşamışlar, meşruiyetin dışına çıkmamışlar. En büyük problemleri bile hallederken kat’iyen Makyavelizm’e başvurmamışlar. Hep meşru.. meşru.. meşru…

“Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim!” Diyen Halife

*Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde sayıları (bazı kaynaklarda yüz bin oldukları nakledilse de) otuz-kırk bini geçmeyen sahabe-i kiram efendilerimiz, o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasanî’nin hakkından gelmiş, devletler muvazenesinde önemli bir yere oturmuş ve dünyaya yeni bir nizam vermişlerdi. Üstelik onlar, her birisi bugünkü PKK’nın üç-dört katı büyüklüğündeki on bir tane irtidat hâdisesinin üstesinden gelmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), iki buçuk seneye varmayan hilâfeti döneminde, bütün bu fitneleri bastırmış ve asayişi temin etmişti. Bununla beraber, o yüce kamet nazarlarını hep ahirete yoğunlaştırmış; insanlardan bir insan olarak yaşamış; hele asla meşruiyetten ayrılmamış ve helal rızık konusunda da adeta kılı kırk yarmıştı.

*Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabe efendilerimizin ısrarları üzerine, bütün zamanını Müslümanların ihtiyaçlarına ayırabilmek için cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi.

*Hazreti Ebu Bekir, ahirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir testi bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan testiden küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

Yalan.. Vallahi Yalan.. “Allah Rasûlü’nün yolundayım, Ebu Bekir’in yolundayım, Ömer’in yolundayım!” sözleri yalan!..

*Şimdi bir insan “Ben Muhammedîyim, Allah Rasûlü’nün yolundayım, Ebu Bekir’in yolundayım, Ömer’in yolundayım!” diyorsa! Ama hayat tarzı bu; yalılar, villalar, saraylar, yatlar, dünya adına doyma bilmemeler… Vallahi de yalan, billahi de yalan, tallahi de yalan, yalan oğlu yalan, kuyruklu yalan!..

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” Uyaran böyle medeni cesarete sahip, tam entelektüeldi. İşin başındaki serkâr da o kadar hakperest ve adalete saygılıydı.

*Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke’nin, daha sonra da Medine’nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi’ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber İslam’a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî’de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu. İstese o da yaptırabilirdi ama onun yalıları, villaları, sarayları yoktu.

*Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat o iki kat elbiseye sahip değildi. Uzun zaman kuyulardan su çekip evlere su taşıyarak geçimini sağlamıştı. Merhum Seyyid Kutub “El-Adaletü’l-İctimaiyye fi’l-İslam” adlı eserinde diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.”

Odun Taşıya Taşıya Omuzları Yağırlaşan Bir Peygamber Kızı.. ve Ekmeğini Zeytinyağına Bandırarak Karnını Doyuran Bir Halife

*Hazreti Fatıma annemizin odun taşıya taşıya omuzları yağırlaşmış, değirmen çevire çevire elleri nasır bağlamıştı. Bir gün Efendimiz’e gelip o nasırlı ellerini göstermiş, “Ya Rasûlallah! Tahammülfersa oldu, artık götüremiyorum! Bize de ganimetten…” demişti. Peygamber Efendimiz, “Eve gidin, beni orada bekleyin” cevabını vermişti. En sahih hadis kitaplarında nakledildiğine göre, mübarek annemiz hadisenin devamını şöyle anlatıyor: “Gece olmuştu, biz yataktaydık. Efendimiz gelince, ayağa kalkmak istedik, ‘Olduğunuz gibi kalın’ dedi. (Detayına kadar anlatıyor annem; diyor ki) Ayağının serinliğini göğsümde hissetim! Buyurdular ki, ‘Ben size istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girmeden önce 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdüllilah, (33 veya) 34 defa da Allahu Ekber deyin, bu sizin için daha hayırlıdır!’”

*Raşit Halifeler’in beşincisi sayılan Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi durmuş; hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytinyağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapmıştır. Halası “Yeğen, hani abim zamanında bana bir şey veriliyordu?!.” deyince, “Halacığım, benim şahsi malım yok ki sana vereyim; ben ekmeğimi zeytinyağına banıp yiyorum!” cevabını vermiştir.

*Doğru yaşamanın, istikamet içinde bir hayat sürmenin ve Müslümanlığa karşı sadıkane bağlılık içinde bulunmanın yolu bu. Peygamber’in arkasında yürüyenlerin yolu bu. Diğerine gelince; o, Makyavelizm: Dünyayı mamurane yaşama ve bunu bir hedef, bir gaye-i hayal haline getirme.. sonra da ona ulaşmak için her vesileyi meşru sayma!.. Masum insanları günah keçisi gibi görme ve bir yönüyle onların sırtından geçinme.. onların meşru hakları üstüne gelip konma.. kıyımcılar tayin etme.. gasplar yapma.. tagallüplerde, tahakkümlerde, tasallutlarda bulunma.. başkalarını ibade istikametinde şeytanî stratejilere saplanma, ayyuka çıkacak şekilde zulümler sergileme ve zulümlerde bulunurken de yaptığı şeylerin hak-adalet olduğunu zannetme…

“Düstur-u nübüvvet ‘Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.’ der; zulmü keser, adaleti temin eder.”

*Kuvvet, hakka ve adalete bağlıdır. Şayet kuvvet, hak ve adaletin vesayetinde icra-i faaliyette bulunmuyorsa, o işi yapan insanlar Haccac’dır, Yezit’tir, Neron’dur, Şeddad’dır, Lenin’dir, Stalin’dir, Hitler’dir.

*Büyük sultanların hak karşısında boyun eğişlerine misal sadedinde şu hadise anlatılır: Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, daha yirmi bir yaşında iken Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) övgüsüne mazhar olup en muallâ mevkiye ulaşan bir ulu sultandır. O, İstanbul’u fethettikten sonra, yaptıracağı caminin belli bir sayıda sütuna oturtulmasını ister ve mimar Sinan Atik’e bu mevzuda talimat verir. Ne var ki mimar, bu talimata uymayarak sütun sayısını eksik tutar ve Fatih’e göre önemli bir mimarî hata işler. Bunun üzerine Fatih, onun elinin kesilmesini veya kırılmasını emreder. Cezası uygulanan Sinan Atik, mahkemeye müracaat eder ve mahkemece davasında haklı bulunur. Derken, Fatih mahkemeye celb edilir ve Hızır Çelebi’nin hâkimliğini yaptığı mahkemede Fatih’in de elinin kesilmesine ya da kırılmasına karar verilir. Hükmü öğrenen büyük sultan, gayet mütevekkil bir şekilde cezalandırılmayı kabul eder. Bu manzarayı gören Sinan Atik, hemen meseleye müdahale eder ve bu adaleti gördükten sonra, ailesinin geçinebileceği nafakayı Fatih’in vermesi şartıyla davasından vazgeçer. Böylece Fatih kısastan kurtulmuş olur. Sultan Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi’ye döner ve “Eğer Allah’ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla/topuzla senin kelleni indirecektim!” diye kükrer. Bu kükreyiş karşısında Hızır Çelebi de, “Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de sana aynı şeyi yapacaktım!” sözleriyle karşılık verir ve sakladığı hançeri çıkarıp padişaha gösterir.

İsterlerse çarmıhlar hazırlasınlar; gayr-i meşru siyasetten ve makyavelist şerirlerden Allah’a sığınıp yolumuza devam edeceğiz!..

*Bu hadise bizim adalet ve hakkaniyet felsefemizin menkıbeleşmiş şeklidir. Biz buyduk. Bizi böyle olmaktan çıkaran, bizi şahıs, toplum ve millet deformasyonuna uğratan, küfre ait evsafı Müslümanlıkla karıştırıp çorba yapan, her şeyi karmakarışık hale getirip ciddi bir dejenerasyona sebebiyet veren gayr-i meşru siyaset olmuştur. Hazreti Üstad da “Eûzü billahi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti – Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” diyerek işte o makyavelist siyaseti zemmetmiştir.

*Cenâb-ı Hak, ferden, cemaaten ve milleten Raşit Halifeler’in yolunda yürümeye bizleri muvaffak eylesin. Yürüdüğünüz yol budur. Hiçbir şeyden endişe etmeyin Allah’ın izni ve inayetiyle. İsterlerse sizi çarmıhlara gersinler; isterlerse Ashab-ı Uhdud’un yaptığı gibi paramparça etsinler, çukurlara atsınlar, üzerinize diri diri toprak salsınlar!.. Yürüdüğünüz yolun doğruluğundan eminseniz -Emin misiniz?!.- hiç tereddüt etmeden, dine ve insanlığa hizmet etmeye bakın!..

*Birleri nasıl binler yaparız? İslam’ın bu güzel çehresini bütün dünyaya nasıl duyururuz? İnsanlığı muhtaç olduğu o hakikatle nasıl buluştururuz? Nasıl bütün gönüllere su serpmiş ve herkesi serinletmiş oluruz? İslam kevserini âleme nasıl içirmiş oluruz? İslam’ı gerçek ruhuyla bilmeyen, onu IŞİD’de okuyan, en-Nusra’da okuyan, Boko Haram’da okuyan, el-Kaide’de okuyan, Murabıtîn’de okuyan kimselerdeki yanlış telakkileri nasıl değiştirir; onun gerçek Muhammedî yüzünü, Ebu Bekrî yüzünü, Ömerî yüzünü, Osmanî yüzünü, Aliyyî yüzünü nasıl gösteririz? Sevilmesi gerekli olan bu ilahî sistemi, bu Allah vaz’ını insanlara nasıl sevdiririz? Neticede bazıları kabul eder, bazıları sempatiyle bakar, bazıları dost olur, bazıları ilişmemeyi şiar edinir. Böylece dünya huzur ve sükûnu teessüs eder Allah’ın izni ve inayetiyle. İşte sizi bekleyen budur ve üzerinde yoğunlaşmanız gerekli olan hususlar da bunlardır.

Bamteli: Huzurun Üç Şartı ve Dip Dalga

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Bir hadisin ifadesiyle, adeta yerin altının üstünden hayırlı olduğu günlerde yaşıyoruz.

*Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu çağ, bir enaniyet çağı. İnsanlar her şeyi kendi benliklerine ve kendi mülahazalarına göre değerlendiriyorlar; Kitap, Sünnet ve Selef-i Sâlihîn’in sâlihâne yaşamaları umurlarında değil. Heyhat, toplum kendini temelden, dipten böylesine bir çürümüşlüğe terk etmiş. Toplumu sevk ve idare edenler veya o iddiada bulunanlar, işi dipten ele almadıklarından dolayı iş temelden çürümeye başlamış. Aslında, yukarıyı oluşturan ve şekillendiren de o diptir. Halk halk olsa, günümüzdeki müteğallibîn, mütehakkimîn, mutasallıtîn gelip haksız yere sizin işinize, servetinize, malınıza, mülkünüze el koyamazlar.

*Hazreti Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ، وَأَغْنِيَاؤُكُمْ سُمَحَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهْرُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا، وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا»

Şayet sizin idarecileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz en cömertleriniz ve işleriniz de kendi aranızdaki istişarenin (ortak aklın) neticesi ise, o zaman sizin için yerin üstü altından hayırlıdır. Fakat yöneticileriniz en şerlileriniz, zenginleriniz en cimrileriniz ve işleriniz de (meşveretten mahrum olarak) cins-i sânîye bırakılmış ise, o takdirde de sizin için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizi, Fiten, 78)

*Hadisin mealinde “cins-i sânî” kaydını koyduk; zira işlerin istişare ile götürülmeyip de ona mukabil olarak taife-i nisaya havale edilmesi meselesi, üzerinde ayrıca durulması ve açıklanması gereken bir husustur.

*Bu hadis-i şerifin ilk bölümünde, yaşanabilir bir dünya resmeden Rehber-i Ekmel Efendimiz, hadisin ikinci kısmında da onun tersi olarak, dünyayı zindan edecek hususları gayet veciz bir şekilde dile getirmektedir.

Mü’min, kendisinin olduğu gibi, uhdesine aldığı eşinin ve çocuklarının helal rızıkla beslenmelerine de azamî derecede dikkat etmek mecburiyetindedir.

*İslamî geleneklerimiz ve aile yapımız açısından bir insan, kendisinin olduğu gibi, uhdesine aldığı kimselerin rızıklarının helal olmasına da azamî derecede dikkat etme mecburiyetindedir. Onun için kütüb-i fıkhiyede, helal yoldan ailenin maişetini temin edip edememe durumuna göre, ferdin izdivacının hükmü ele alınmıştır. Buna göre bazı Hanefi fukahasınca harama girecek bir insanın evlenmesinin farz olduğu; ciddi harama girme ihtimali bulunmayan fakat kendini kontrol edememe durumunda olan bir kimsenin ise izdivacının vacip olduğu ifade edilmiştir.

*Buna karşılık harama girme endişesi bulunmayan ve kendini de kontrol etmesi kavi görünen bir kimse için izdivacın sünnet olduğu dile getirilmiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَإِنِّي أُبَاهِي بِكُمُ الْأُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Evlenin, çoğalın, zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” buyurmuştur.

*Fıkıh kitaplarında evliliğin hükmünün açıklandığı yerlerde ele alınan bir husus daha vardır: Eğer bir insan eşine, çoluk çocuğuna şüpheli veya haram lokma yedirecekse onun evlenmesinin mekruh olacağı hükmüne varılmış ve böyle birinin evlenmemesinin daha uygun olacağı ifade edilmiştir.

“Cömert mümin Allah’a, Cennet’e ve insanlara yakın, Cehennem’e ise uzaktır.”

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

اَلسَّخِيُّ قَرِيبٌ مِنَ اللّٰهِ قَرِيبٌ مِنَ الْجَنَّةِ قَرِيبٌ مِنَ النَّاسِ بَعِيدٌ مِنَ النَّارِ وَالْبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللهِ بَعِيدٌ مِنَ الْجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ

“Cömert; Allah’a, Cennet’e ve insanlara yakın, Cehennem’e uzaktır. Cimri ise; Allah’a, Cennet’e ve insanlara uzak, Cehennem’e yakındır.”

*Zekât ve sadaka birbirinden kopmuş kitleleri bir araya getiren ve sağlam bir lehim gibi parçaları bütünleştiren birer köprüdür. Cömert zenginler sayesinde bu köprü işlek hale getirilmiş olur. Aksine, zekât verilmezse, işin yümün ve bereketi belki bütünüyle zâyi olur; toplumun değişik kesimleri arasında kopmalar meydana gelir. Servet sahipleri ile fakr u zaruret içinde bulunanlar birbirinden olabildiğine uzaklaşır. Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, zekât müessesesinin işletilmemesinin neticesi olarak “…Aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağar.” Avrupa’da sosyal ihtilaller tarihi bunun örnekleriyle doludur.

*Günümüzde cömertliğin nasıl olması lazım geldiğini Hizmet gönüllüleri ortaya koymuşlardır/koymaktadırlar. Bugün sadece muhtaç öğrencilere burs verdikleri veya hayır işlerine himmet ettikleri için birer şaki gibi kovalansalar da onlar engin bir cömertlik ruhuyla yaşamaya devam etmektedirler. Onların o fedakârlıkları çoklarına tesir etmiştir/etmektedir. Bu cümleden olarak, Prof. Thomas Michell’e en çok tesir eden hadise, Güneydoğu’da ateşin karşısında çalışan bir demirci ustasının onca ter dökmesinin ve gayretinin sebebi sorulunca “Falan ülkede baktığım bir okul var; çalışmak zorundayım!” demesi olmuştur.

Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların görüşlerini alıyor ve planladığı her işi mâşerî vicdana mâl ediyordu.

*Allah Teâlâ, Âl-i İmran Suresi’nin 159. ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي اْلأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159)

*Bu âyet-i kerime Uhud Harbi esnasında yaşanan geçici bir sarsıntı sonrası en kritik bir anda şeref-nüzul olmuştur. Şöyle ki: Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâl ediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu.

*Hatta Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) ashabının görüşünü kendi fikrinin önüne alıp onlara göre hareket ettiği de az değildi. Mesela, Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilmişti. İşte ashabından özellikle gençlerin ısrarı neticesinde Uhud’a çıkan Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaralandığı, yüzünden mübarek kanlarının aktığı, yetmişe yakın sahabe-i kiramın da (radıyallâhu anhüm) şehit edildiği bir zamanda Cenâb-ı Hak yukarıda zikredilen âyet-i kerimeyi indirmişti.

“Onların kusurlarını affeyle, onlar için mağfiret dile ve işleri yine onlarla müşavere et.”

*İzafi bir sarsıntının her şeyi allak bullak ettiği, bir insan olması yönüyle kalb-i nebevînin inkisara uğrayabileceği, pek çok gönlün de rencide olduğu esnada Allah (celle celâluhu) çok yumuşak bir emirle meselenin yeniden meşveret edilmesini emretmişti: Habib-i Edibim! Sen zaten katı kalbli, hırçın ve haşin olamazsın, değilsin. Öyle olsaydın bu insanlar zaten Senin etrafında kümelenip savaş meydanına kadar gelmez, etrafında hiç toplanmaz ve dağılır giderlerdi. Ey Habib-i Edibim! Bir de onların içtihat hataları oldu. Dolayısıyla Sen affet onları!.. Ve onların affedilmeleri için Allah’tan mağfiret dile!..

*Kur’ân-ı Kerim’in, “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, okçular tepesindeki sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat, her şeye rağmen Cenâb-ı Hak istişareyi emretmişti: Meseleyi bir kere daha meşveret masasına yatır, müzakereye arz et ve yapılması gerekeni etrafındaki insanlarla bir kere daha görüş!..

*Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o âna kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi.

Mesele dipten ele alınmalıdır; zira her şeyin kaymağı kendi cinsinden olur, tabanında ne varsa tavanına da o vurur.

*Dipten gelmeyen ve dibe bağlı olmayan hiçbir hareket istikbal vaad edici ve kalıcı değildir. İnsanları, dinamik güçle tepeden başlarına vurmak suretiyle hizaya getirme anlayışından sakınmak lazım. Meseleyi dipten, genç nesillerden, insanların şuuraltı müktesebatının beslendiği dönemlerden ele almak ve statik gücü hâkim kılmak lazım. Nitekim Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyurmuştur. İşte o “Nasıl iseniz..” blokajına bakmak, zemin yoklaması yapmak ve temel dinamikleri sağlam kurmak lazımdır ki ancak bu şekilde bina edeceğiniz şeyler kalıcılık vaad eder.

*Osman Tarı’dan dinlemiştim: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih eder. Bir gün taraftarları ısrarla, “Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor, sen de bir konuşsan da bizim de göğsümüz kabarsa!..” derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Topluluğa şöyle hitap eder: “Şunu biliniz ki, siz ‘müntehib’ (seçen)siniz. Ben de ‘müntehab’ım (seçilen). Gideceğimiz yer ise ‘müntehabün ileyh’ (kendisi için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi)dir. Sizin yaptığınız işe de ‘intihab’ (seçim) denir. İntihab ise ‘nuhbe’ kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur; tabanında ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.” Ben bunu dinleyince dedim: Tahir Hoca, Senin kerametin bu; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!” hadis-i şerifini böylesine veciz bir darb-ı meselle ifade, zannediyorum şimdiye kadar kimseye nasip olmamıştır.

Ötede boş ve manasız “keşke”lerle kıvranmamanın yolu burada istikamet üzere yaşamaktan geçer.

*Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنْسَانِ خَذُولاً

“O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan, 25/27-29) İnsanın ötede boş ve manasız “keşke, keşke”lerle feryad ü figan etmemesi burada istikamet üzere yaşamasına bağlıdır.

*Falan filanın “güft u gû”suna takılmadan, “paralel” demesine bakmadan, “terör örgütü” iftirasına aldırmadan bize düşen vazifeyi kusursuz, arızasız yerine getirmeye çalışmamız lazım.

*Şayet günümüzün zalimlerinin ve yandaşlarının dediklerine kulak verirseniz, Hakk’a karşı vazife ve sorumluluklarınızı hakkıyla eda etmekten geri kalırsınız.

*Ben ilgili haberlere bakmadım ama Kıtmir’in giydiği şu cübbeyi bile bilmem kimin elbiselerinin rengine benziyormuş ve bir mesajmış diye yorumlamışlar. Bu türlü işaretlerle böyle içtihatta bulunma dehası!.. Ebu Hanife olsaydı bu dönemde, onların dizlerinin dibine oturur ve derdi ki: “Ben bu meselenin temel esprisini anlamadım, bana da öğretin bunu, ben de böyle içtihat yapayım!” Böyle ahmak-ı humeka bir kısım müçtehitler, olmayacak şeylerden olmayacak manalar çıkarıyorlar. Ağaç yaprağının dökülüp gübre olmasından bir mana, cübbeden bir mana, elini hareket ettirmenden bir mana… Millet aklını böylesine kaybetmişse, zannediyorum bunları tedavi edecek tımarhanelerle bunların hakkından gelemezsiniz.

Bamteli: Aman Zehirlenmeyin!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Peygamber Efendimiz bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz defa istiğfar ederdi; biz de hiç olmazsa günde yedi veya on defa gönülden bağışlanma dilesek!..

*Günümüzün insanı genel tavırları itibariyle her şeyi halletmiş gibi ciddi bir emniyet içinde yaşıyor; istiğfar ve tevbe gibi çok önemli dinamiklere uzak bulunuyor.

*Bağışlanma talebinin sözle yapılanına “istiğfar” denir. İstiğfar; insanın, içine düştüğü bir hatanın pişmanlığıyla kıvranarak Cenâb-ı Hak’tan kusurlarının affedilmesini ve günahlarının bağışlanmasını istemesi, afv ve mağfiret dilemesi demektir. İstiğfar, bir başlangıçtır; onun devamı ve müntehası ise, tevbe, inâbe ve evbedir.

*Tevbe; hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmektir. Hakikat ehlince tevbe; duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhalefetten kurtulup O’nun emirleri ve yasakları zaviyesinden, yeniden O’nunla muvafakat ve mutabakata ulaşma gayretidir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibariyle, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Bu haliyle de bize nasıl davranmamız gerektiğini talim buyururdu.

Ne kadar değişik zehir ve ne çok zehirlenen insan var!..

*Nefsini sık sık sorgulamayan, istiğfar ve tevbe ihtiyacı hissetmeyen bir insan bütün mesâvîye karşı kapıları aralamış sayılır ve hiç olmayacak şeylerle çarpılır. Çarpıldığı her şey de onu felç eder, hafizanallah. Dünyanın cazibedar güzellikleri zehirler, felç eder. Basit bir aile muhitinden, bir gecekondudan bir gündüz-konduya gelince saltanat zehirlenmesine maruz kalır.

*Basit bir muhitten biraz daha alımlı çalımlı bir muhite gelme.. basit bir takdirden herkes tarafından takdir edilir bir duruma yükselme.. acz, fakr ve kuvvetsizlikten birden bire hiç ummadığı şekilde bir kuvvet ve bir iktidarı elde etme.. Cennet’in kenzi olan “Lâ havle ve lâ kuvvete”yi tamamen kendinde görme.. “istediğimi yaparım, istediğimi işlerim” mülahazasına kapılma.. biraz okuyup yazınca kendini her şeyi bilir zannetme… Bunlar kendisini sık sık kontrol etmeyen/edemeyen, günde birkaç defa ister istiğfar, ister tevbe, ister inâbe, ister evbe havuzunda arınmaya çalışmayan kimselerin zehirlenmeleridir.

*Meseleyi nefis muhasebesine bağlı götürmeyen, nazarı sürekli kalbî ve ruhî hayatta olmayan, günde bir kaç defa “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum, lütfet!..” demeyen insanlar, sayılan hususlardan biriyle zehirlenmekten kurtulamazlar.

Yollar yürünerek alınabilir; azim, irade ve gayretle bugün olmazsa yarın zirvelere ulaşılabilir.

*Marifet, muhabbet ve hal Müslümanlığının oluşma süresi, istidat ve kabiliyetlere göre farklılaşabilir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri gibi inkişafa açık müstaid bir fıtrat bile bazı şeyleri altmış yaşından sonra duyup hissettiğini söylemiştir. Hazreti Cüneyd’in bu sözünü, onun altmış yaşına kadar ciddi bir şey duymadığı, görmediği, tatmadığı şeklinde anlamak elbette ki doğru değildir ve böyle bir anlayış o mümtaz ruha karşı saygısızlık olur. Demek ki o büyük insan, gözünü insan-ı kâmil ufkuna dikmiş hep oraya bakıyordu ama o ufka dair bir kısım esintileri duymak belli bir zamana vâbesteydi. Belki de o, bu sözüyle insanlardaki istidat farklılıklarına dikkat çekmek istemişti.

*Her mefkûre insanının, hayatının gayesi bildiği dâvasını ve vazifesini üstün bir gayretle ele alması, kulluğa dair sorumluluklarını derin bir mesûliyet şuuruyla ve fedakârca yerine getirmesi gerekir.

*“Men câle nâle – Yollar yürünerek alınabilir, zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar.” ve “Men talebe ve cedde, vecede – Bir şeyi gönülden dileyen ve onu elde etmek için azim ve iradesinin hakkını vererek çalışıp çabalayan insan mutlaka istediği o şeyi bulur.” hakikatleri hep hatırda tutulmalıdır.

“Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

*İnsan, kusurları ve günahları açısından kendisine derin ve kuşatıcı bir bakışla bakmalı; en küçük olumsuzluklarını Everest Tepesi kadar büyük görmelidir. Hani bir Hak dostu diyor ya, “Beni günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan” Mü’min, kendine öyle bakmalıdır.

*Esved b. Yezîd hazretleri bütün hayatını dini omuzunda taşımakla ve halis kullukla geçirmiş. Her zaman dini hecelemiş, hep dinle gecelemiş, başka hiçbir şey düşünmemiş. Ruhunun ufkuna yürüme mevsimi gelince, iki büklüm olmuş, ağlamaya durmuş; endişesi yüz kıvrımlarında, gözünün irisinde okunuyormuş. Demişler ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” cevabını vermiş.

*Vakıa, ümidini yitirmemek ve reca hissini hep canlı tutmak da bir esastır. “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gam ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) Evet, bu reca hissini de yitirmemek lazımdır.

*İmam Gazzali hazretlerinin yaklaşımıyla, insan hayattayken hep havf yörüngeli yaşamalı, Allah karşısında mehabet duygusuyla oturup kalkmalı; fakat can hulkuma gelip el el ile, ayak ayak ile “elveda, elfirak” dedikleri zaman da hep reca soluklamalıdır. İmam Şafii’nin dediği gibi demelidir:

وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي     جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا

تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ       بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

Kimisi makam, kimisi servet, kimisi iktidar ve kimisi de maharetle zehirlenmiş.

*Evet, zehirleyen faktörler pek çoktur. Mesela, biraz evvel ifade edildiği gibi, gecekondudan, Eşrefpaşa’dan veya Kasımpaşa’dan bir yerlere sıçrayan külhaniler farkına varmadan öyle zehirlenirler ki, kendilerini bir şey görmeye başlarlar. Bir yerde okuduğumu hatırlıyorum: Esasen Hâmân mezar bekçiliği yapıyormuş. Mezar bekçiliğinden Amnofis’in yanına yükselince ve orada şeytânî dehasıyla artık her dediğini dedirtip yaptırınca zehirlenmiş.

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmiş. Hakk’ın, kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin asıl sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve ifsada başlamış. O da mal, mülk ve servetle zehirlenmiş.

*Amnofis, halkı ezmek, zayıflatmak, tesirsiz kılmak, sonra da ezikliği kabul ettirerek kitleleri küçük olmaya ve küçük kalmaya alıştırmak suretiyle herkese boyun eğdirmiş. O da karşısında tasmalı ve prangalı halayıklar görmesi sebebiyle zehirlenmiş.

*Samirî ise marifetiyle zehirlenmiş. O aklı eren, konuşmasını bilen, el ve ayak hareketleriyle değişik beceriler sergileyebilen bir insanmış. Fakat o da kendisine bahşedilen bu mârifet ve kabiliyetleri bir buzağı heykeli/putu yapmada kullanmış ve bu sebeple tepetaklak devrilip gitmiş.

*Demek ki, sanatla veya bir başarı ortaya koymakla da zehirlenme oluyor. İnsan, sürekli kendisini kontrol altına almazsa ve dini disiplinlerle kendisini rehabilite etmek suretiyle ahsen-i takvime mazhariyetinin gereklerini yerine getirmeye çalışmazsa, hafizanallah, kendini salmış sayılır. Dolayısıyla da o türlü sebeplerden biriyle zehirlenmesi kaçınılmaz olur.

*En tehlikeli mesh (suret değiştirme, hayvan şekline bürünme) nedir biliyor musunuz? İnsanın, mesh olduğunun farkına varamamasıdır; hâlâ kendini Müslüman zannetmesi ve hala “onu getireceğim” iddiasında bulunmasıdır. Böyle bir gafletin zararı, sadece -bağışlayın- o ferdi küstahlaştırması, şirazeden çıkarması ve meshe maruz bırakması değil, aynı zamanda o yanlış İslamiyet telakkisiyle bir toplumu korkunç bir badire içerisine atmasıdır. Maalesef, günümüz İslam dünyasında böylesine bir fecaat, böylesine bir şenaat, böylesine bir denaet yaşanmaktadır.

“Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma!..”

*Dünyevî beklentilere bağlı olan herhangi bir hizmet akîm kalmaya mahkûmdur. Ancak “Varım ol Dost’a verdim hânümanım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı” mülahazasıyla, yürüdüğünüz yolda sonuna kadar yürürseniz, sizin karşınızda bütün kuvvetler, aysbergler bile olsa, tuz-buz olur erir gider Allah’ın izni ve inayetiyle.

*Allah’ın lütfettiği hizmet ve muvaffakiyetleri O’nun lütfu olarak bilmek lazımdır. Allah Teâlâ’nın kendi büyüklüğünü göstermesinin vesilelerinden birisi de çok küçük unsurları kullanarak çok büyük neticeleri halk etmesidir. O dilerse, çok küçük ve sıradan insanlara, dâhi ve güçlü kuvvetli kimselerin başaramayacağı işleri gördürür.

*Mazhar olunan başarılar ve güzellikler illa bir sebep ve vesileye bağlanacaksa, şöyle demeli: “Demek arkadaşlar arasında ciddi bir vifak ve ittifak var ki Cenâb-ı Allah tevfikini yâr ediyor. Hizmet gönüllüleri arasındaki kardeşliği bir vesile ve teveccüh kabul ediyor; o teveccühe teveccühle mukabelede bulunarak muvaffakiyetler lütuf buyuruyor.”

*Her fert, bir yönüyle kendi sa’yinin de işin içinde olması itibarıyla, “Ya Rabbî, bana lütfettiğin bu nimetlerin birer istidraç olmasından Sana sığınırım!” demelidir. Alvar İmamı nasıl diyor: “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” Hazreti Pir de bu düşünceyi farklı bir ifadeyle şöyle dile getiriyor: “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” Yine, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini, fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor. Kim diyor bunu? Doğduğu günden itibaren gözünün içine günahın girmediği bir insan söylüyor. Niye söylüyor bunu? Talebelerine ders vermek için: İşte böyle düşünün, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarını sahibinden bilin!..

Bamteli: Kıvam Kahramanları

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

“Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, kurtuldum, ben kazandım!”

*Dünyanın onulmaz gibi görünen dertleri, çözülmez gibi görünen problemleri ancak kıvam sayesinde halledilebilir. Üst üste müterakim hale gelmiş şahsî, ailevî, içtimaî ve uluslararası problemlerin çözülmesi kıvam ister. Enbiyâ-ı izam, insanlarda o kıvamı meydana getirmek ve o kıvamı ortaya koymak için adeta çırpınıp durmuşlardır.

*Kıvam, İnsanlığın İftihar Tablosu’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve etrafındaki insanlarda (radıyallahu anhüm ecmaîn) zirveleşti. Onlarda hedef sadece ihlas oldu, Allah’ın rızası oldu, Allah’a kavuşma iştiyakı oldu. Öyle ki onlar Allah yolunda öbür tarafa yürümeyi kurtuluş saydılar. “Ne zaman bir mızrak benim de sineme saplanacak?!.” mülahazasıyla dolu yaşadılar. Ama yolunda ve usulüyle; intiharcı şeklinde değil, intihar bombacısı şeklinde değil.

*Düşman tarafından atılan talihsiz bir mızrak Allah Rasûlü’nün elçisi Haram ibni Milhan’ın sırtından girip göğsünden çıkmıştı. O an zaman durmuştu sanki, herkes vücudundan kan fışkıran sahabîye bakıyordu. Haram ibni Milhan etrafındaki müşrikleri şöyle bir süzmüş, sonra göğsündeki mızrağa bakmış; akan kanını avuçlayıp yüzüne gözüne sürmeye başlamıştı. Nihayet ruhunun ufkuna yürüyeceği sırada Maûne vadisini çınlatan bir ses yükselmişti dudaklarından: “Füztü ve Rabbi’l-Ka’beti” Büyük sahabi, Cennet manzaralarına dalıp gitmiş gibi tebessüm etmiş ve hainlerin içine korku salan bir edayla “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, kurtuldum, ben kazandım!” demişti.

*Belli dönemde mücadele öyle cereyan ediyordu. Fakat başka bir dönemde maddî kılıç kınına girince, bu defa kalblerle Allah arasındaki engellerin bertaraf edilmesi adına kullanılacak argümanlar da değişti. Kur’an’ın ve Sünnet-i Sahiha’nın elmas düsturlarına sarılarak, insanî değerleri öne çıkararak; kendi yolumuza, yöntemimize, inanç sistemimize delice bağlı olmanın yanı başında başkalarına karşı saygı duyarak; diyaloga açık bulanarak, dünya sulh-u umumîsi adına adımlar atarak, herkese kendi konumu itibarıyla saygılı olarak… Bugünün mücadelesi de böyle olacak. Bu da yine kıvama vabestedir.

Vahiy Sağanağı ve Peygamber İnsibağı

*O dönemdeki insanların o amudî kıvamlarına vesile olan farklı hususlar vardı ki bunların başında İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insibağı geliyordu. O, öyle bir mahiyet-i ulviyeye sahip idi ki, önyargısız ve insaflı birinin sadece O’nu görmesi yeterdi; Abdullah bin Selam gibi O’na bakar bakmaz “Vallahi bu çehrede yalan yok!” derdi.

*Ashab-ı Kiram’da dine adanmışlık ve ahiret hedefli yaşama ruh hali vardı. Kur’an nurları ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in insibağı onları en kötü şartlara dahi hazır hale getirmişti. Defalarca imtihandan geçeceklerine, zaman zaman düşmanla yaka paça olacaklarına, maldan ve candan fedakârlık gerektiren hadiselerle karşı karşıya kalacaklarına ve bütün tehlikelere/tehditlere mukabil dimdik durarak sonraki nesillere de hüsn-ü misal teşkil etmekle vazifeli bulunduklarına gönülden inanmışlardı. Evet, Allah’ın ve Rasûlü’nün verdiği haberler iliklerine ve nöronlarına öyle işlemişti ki, onlara kendi varlıklarına inanmanın ötesinde inanıyorlardı.

*Onlar arasında sürekli Kur’an-ı Kerim ayetleri nazil oluyordu. O muhitin kuvve-i inbatiyesini ve o Kamer-i Münir’in nurlarını yanlarına alarak, O’nun etrafında bir hâle haline gelen o insanlar sürekli vahyin sağanağıyla arınıyorlardı. Vahiy, onlara sadece mükellefiyetlerini anlatmıyordu; aralarındaki muhaverelere işaret ediyor, yapmaları gerekli olan şeyleri bildiriyor, bazı yanlışların tashihini yapıyor ve bir kısım pozitif şeyleri de takdirle anıyordu. Böylece, onlar kendilerini hep o vahiy sağanağı altında hissediyor; ayetleri kendileriyle çok alakalı olarak duyuyorlardı. Bu konuda “esbâb-ı nüzul” meselesini düşünmek ufuk açıcı olacaktır.

O, “Yürüyün Sasaniler’in üzerine” dediği zaman, sadece otuz kişi olsalardı bile yürürlerdi.

*Allah Rasûlü’nün bişaretleri vardı. O müjdeler de sahabede çok ciddi bir metafizik gerilime sebebiyet veriyordu. Beraber bulunmanın, birlikte oturup kalkmanın ve O’ndaki güvenin kazandırdığı sinerjinin yanında verdiği bişaretlerle de öyle bir metafizik gerilim hâsıl oluyordu ki, O, “Yürüyün Sasaniler’in üzerine” dediği zaman, sadece otuz kişi olsalardı bile yürürlerdi.

*Bu cümleden olarak, Hendek Harbi’nde bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram’dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü’ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O’na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen’in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.” O en olumsuz şartlar içinde bile Ashâb-ı Kiram bu müjdelerin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine gönülden inanıyorlardı.

Yalan dolan, demagoji ve büyük iddialarla o korkunç problemler halledilemez, onlar ancak kıvamla çözülebilir.

*Kıvamdır esas olan. Kıvamında insanların çözemeyeceği mesele yoktur. O kıvama ulaşılacağı âna kadar kapılar açılmayacak, problemler hallolmayacaktır. Henüz o kıvamı yakalayamadıkları dönemde “Ya Mûsâ! O zorbalar orada oldukları müddetçe biz asla giremeyiz. Haydi sen Rabbinle git, ikiniz onlarla savaşın, biz işte burada oturuyoruz.” (Mâide, 5/24) diyen İsrailoğulları’nın arzuladıkları o mukaddes beldeye girememeleri, tam kırk sene çölde, orada burada şaşkın şaşkın dolaşıp durmaları da bu hakikati nazara vermektedir.

*Bazı kimselerin demagoji, diyalektik, yalan, tezvir ve iftirayla, mantığı felç olmuş sürüleri arkalarından sürüklemeleri marifet değildir. Avrupa’da sosyal ihtilaller tarihinde çok defa böyle yığınlar, bir kısım bedbaht ve densizlerin arkasından sürüklenip gitmiş fakat kendilerini kahretmişlerdir.

*“Cami-i Emevî’de namaz kılacağım; falanlara şunu bunu yapacağım!” Bunlar kıvama vabeste şeylerdir. Nitekim Hazreti Musa gibi ulu’l-azm bir peygamberin arkasındaki insanlar o kıvamı elde edemedikleri dönemde kırk sene Tîh’te -seyr ilallah, seyr maallah, seyr fillah, seyr anillah yolunda seyr-i sülûk yapıyor gibi- seyrlerini tamamladılar. Ondan sonra da geldiler, yürüdüler, seyyidina Hazreti Yûşa b. Nun’un içinde bulunduğu cemaatle Mescid-i Aksa’dan içeriye girdiler. Kıvama erdikten sonra Allah kapıları ardına kadar açtı. Evet, yalanla dolanla, demagojiyle, büyük iddialarla o korkunç problemler çözülmez, onlar kıvamla çözülür.

*Kalbler yıkılmış, uhuvvet duygusu yıkılmış, Müslümanlığa saygı yıkılmış; din-i mübin-i İslam’ın değerlerini dünyanın dört bir yanına götürme duygusuna karşı terbiyesizlik harekete geçmiş, onu yok etme firavunluk duygusu harekete geçmiş, haince seferberlik duygusu harekete geçmiş. Böyle bir dönemde, kıyametler kopsa, İsrafiller surlara üflese ve gökteki gezegenler başımızdan aşağıya meteorlar gibi yağsa, yine de dönüp onlara bakmadan hak yolda yürümemize vesile olacak bir kıvama ihtiyaç var. Belki bazılarımız yolda döküleceğiz. Fakat Kur’an’ın ve Sünnet’in elmas düsturlarını düstur-u hayat yaparak, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf etmek suretiyle gönüllerin Allah’la buluşmasını sağlamaya koşmaktan asla dûr olmamalıyız. Problemler ancak bu sayede çözülecektir, Allah’ın izni ve inayetiyle.

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”

*Olması gereken kıvamın esası, İslam’ın üç önemli hakikatine irca edilebilir. 1. Kalbî ve ruhî hayat ufku 2. Tekvinî emirlerin mütalaası, tedrisi, tezekkürü, tedebbürü, teemmülü. 3. Ulûm-u diniye-i İslamiye.

*Bu üç esas bir döneme kadar beraber yürüdü. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, beşinci asra kadar minvechin, İstanbul’un fethinde de bir yönüyle fluleşme oldu. “Cihanı fethettik, âlemi zabt u rabt altına aldık!” düşüncesi bir yönüyle ağır bastı. O mevzuda sağda-soldaki çalışmalar, araştırmalar, münferit bir kısım gayretler istisna edilecek olursa, topyekûn bir toplumun o istikamette heyecanını görmek, göstermek mümkün değildir. Beşinci asra kadar olan şey çoktan ölmüştür.

*Oysaki Hazreti Üstad şöyle diyor, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Hepimiz talebeyiz; talebenin himmeti ancak o iki cenah ile pervaz eder. İftirak ettikleri zaman birinden taassup doğar; ikincisinden de belki gevşeklik, belki şüphe, belki tereddüt, belki oynaklık, belki septizm, belki sofizm doğar.

Siyasî Müslümanlık denen şey, İslam’ın ruhunu öldürdü, meseleyi lafazanlığa, demagojiye ve diyalektiğe bağladı.

*Kitap ve Sünnet, detayıyla bilinmiyorsa, ulûm-u diniye biliniyor denemez. Dostlarımız, kardeşlerimiz, yakınlarımız da alınmasınlar. Çoğunuz belli bir yerde eğitim gördünüz. Hadis’te ‘hocam’ dediğiniz insanlar, Allah aşkına, Peygamber hatırına, Kütüb-i Sitte’yi baştan sona kadar mütalaa ettiler mi? Ben Zevâid’e geçmiyorum. Sahih-i İbni Hibban demiyorum, Mecmau’z-Zevâid demiyorum, Aclûnî demiyorum. Allah aşkına, Kütüb-i Sitte’yi mütalaa ettiler mi? Etmemişlerse, bunlar hadis yolunda yaya kalmış, zavallı hadisçilerdir. Kaldı ki bu, meselenin elif be’si., ebcedidir.

*Bunların bütününe vukuf olmayınca, Kitap da bilinmez, Sünnet de bilinmez. Bu bilinmezlerle bir yere gidilmez. Bu bilinmezlerin rehberliğinde bir yere gidilmez. Bu bilmezlerin rehberliğinde mesafe alınamaz. Bunlar Kitap adına, Sünnet adına sadece sizi aldatmış olurlar. Siyasî Müslümanlık denen şey, bu mevzuda öyle bir tuz-biber oldu ki, İslam’ın ruhunu öldürdü, Kitab’ı öldürdü, Sünnet’i öldürdü, Usûlu’d-Din’i öldürdü; sadece meseleyi lafa, lafazanlığa, demagojiye ve diyalektiğe bağladı.

*Bu müselles (üçlü) yeniden bir araya getirildiği, yani, kalbî ve ruhî hayat, medresede eğitimi yapılan ulûm-u diniye ile birleştirildiği, bu ulûm-u diniye de fünûn-u medeniye ile birleştirildiği; başka bir ifadeyle, talak-ı selâse ile boşanmış bu üç hakikat bunca zevc-i âherden sonra yeniden bir araya getirildiği zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, onulmaz gibi görünen dertler derman bulacak. Sizler ona namzetsiniz. İnşaallah, cihanın problemlerini Allah çözecek, elinize verecek; gelecek nesiller tarafından yâd-ı cemil olacaksınız.

Bamteli: Off Bile Demediler, Off Bile Demeyeceğiz!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi (iki ayrı hasbihalden müteşekkil) haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

İnananlara kan kusturan o Ebu Cehiller, o Utbeler, o Şeybeler hiçbir dönemde eksik olmamıştır.

*Garaz, insanı kör, sağır ve kalbsiz hale getirir. O garaz marazından uzak durmak lazım. Kin ve intikam duygusu, insanı insanlığından çıkarır, hayvanların daha dûnuna indirir ve saldırgan bir canavar haline getirir.

*Fakat mü’mine düşen vazife: Kin ve intikam duygusuna yenilmiş kimselerin türlü olumsuzlukları karşısında dahi tavrını bozmamak ve o duruma düşmemektir. “Herkes kayıyor, düşüyor, devriliyor, dökülüyor; bizim kaymamızda da bir mahzur yok!” mülahazasına kapılmadan, en kaygan yerleri kaymadan aşmaya bakmak ve karakterini koruyarak en olumsuz durumda bile dimdik durmaktır.

*Ashâb-ı Kiram efendilerimiz işkence ve eziyetlerin her türlüsünü çekmişlerdi. Yerinde boykotlara maruz kalmışlar, yerinde tehcirlere, tehditlere, tenkillere, ibâdelere uğramışlardı. Yurtlarını yuvalarını terk etme mecburiyetinde bırakılmışlar, farklı beldelere hicret etmek zorunda kalmışlardı. Habeşistan neresi, Mekke neresi?!. Oraya kadar, tepelerin arkasında, görünmeyen yerlere sine sine, bazen sürüne sürüne gitmişlerdi. Habeşistan’a doğru, Hazreti Muhbir-i Sâdık’ın işaret ve bişaretiyle göç etmişlerdi. Ama boş dönmemişlerdi. Oradaki insanların da gönlünü fethetmişlerdi. Necâşîlere “Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” dedirtmişlerdi. Bunun için çekilen her şeye değer!..

*İnananlara kan kusturan o Ebu Cehiller, o Utbeler, o Şeybeler hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Aynı zamanda onların yanında bu haksızlıklara karşı sükût eden, dilsiz şeytanlar da hiç eksik olmamıştır. Ve onları bir şey zannederek, onların bir şey yapacaklarına inanarak, onların arkasından sürüklenen sürüler de eksik olmamıştır. Değişen hiçbir şey yoktur. “Allah’ın günleri” böyle kapı kapı dolaşır; bir gün birilerine bayram, ertesi gün birilerine bayram; bir gün birilerine hazan, ertesi gün birilerine hazan… Sahabe, hazan yaşamışlardı fakat bağırlarında baharların, gülistanların, bostanların, baharistanların meydana gelmesine vesile olmuşlardı Allah’ın izni inayetiyle.

*Zalimler hep olmuştur, olacaktır. Tiranlar hep olmuştur, olacaktır. Haccaclar hep olmuştur, olacaktır. Yezidler hep olmuştur, olacaktır. Önemli olan, doğru bildiğiniz yolda, hiç şaşırmadan, sağa sola sapmadan, “Acaba öyle mi etsek, böyle mi etsek?!.” demeden yürümenizdir.

Peygamber yolunda yürümenin gereği imtihanlar karşısında “off” dememek, her musibeti “ohh”larla karşılamaktır.

*Dökülenlere bakıp da “Dökülme de oluyormuş!” demeyin. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sergüzeştini aktaran kitaplarda, senelerce boykota maruz kaldıkları halde, O’nun hiç “Off!” dediğini duydunuz mu? Hiç yolundan şaştığını gördünüz mü? Hatta O’na ve doğruluğuna inanan fakat dediğini demeyen amcasının “Off!” dediğine şahit oldunuz mu? Mekke’nin en zengin kadını olan, ticaret kervanları çıkaran mübarek validemiz Hazreti Hatice’nin hiç “Off” dediğini okudunuz mu? Serveti gitmişti, her şeyi karman çorman olmuştu ve o da o boykotta mağduriyete maruz kalmıştı fakat hiç “Off!” dediğine şahit oldunuz mu? Hayır, “Off” bile demediler; demediler ve Allah bir gün onların o “Off” dememelerini “Ohh”lara çevirdi.

*Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’de bulunmanın ve Peygamber yolunda yürümenin gereği de “Off” dememek, her şeyi “Ohh”larla karşılamaktır. Ohh be… “Küfür ve dalâletten (sapıklıktan) başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun!”

*İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini himaye eden amcası ve çok sevdiği zevcesi Hazreti Hatice Validemiz’i kaybettiği “hüzün senesi”nde, “Habib-i Zîşanım, tasalanma! Ebu Talib’i ve Hatice’yi aldım ama Ben varım.” manasına gelen ilahî bir davet almış; hem bedeni hem de ruhuyla Cenâb-ı Hakk’ın mi’râcına mazhar olmuştu. “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ – İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” tabiriyle Kur’an’da anlatıldığı üzere, imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı. Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, melekût âlemini seyerân eylemiş fakat orada kalmak yerine ümmetini de Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmişti.

“Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!.”

*Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashâb-ı Kirâm’ın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınmıştır. Ezcümle; bir ümitle gittiği Tâif’ten taşlanarak kovulunca, o müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk’a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir:

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

*Hâşâ, biz Nebiler Serveri’nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O’nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat O’nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, nefsini yerden yere vurduğunu, meseleyi -hâşâ ve kellâ- kendi yetersizliğine bağladığını ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığındığını görürüz.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Tâif dönüşü o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail’in gelip “Ya Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesi karşısında adeta tir tir titremiş; “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inlemişti.

*Şimdi, Nebi bu işte!.. Sizin rehberiniz, pîşuvânız, pişdârınız bu!.. Arkasından gittiğiniz Zât bu!.. Dünyayı nura gark eden zat bu!.. Cennet’e giden yolları açan bu, Allah’ı tanıtan Zât bu!.. O’nun mülahazası buysa şayet, size, bize düşen vazife de o yolda sabitkadem olmaktır.

“Göz yaşarır, kalb hüzünlenir; buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!”

*Çevresinde kıyametler kopuyorken, İsrafil surları duyuluyorken, yıkılan yıkılan arkasından sürüklenip gidiyorken, bir insanın bunlar karşısında teessür duymaması, bütün bütün gamsızlıktır. Böyle bir hissizlik, nezd-i ulûhiyette de, mele-i alanın sakinleri nezdinde de, insanlar nezdinde de mezmumdur. Fakat üzüntü ve teessürü bir yönüyle şikâyete çevirmek, -haşa- Allah’ın takdirine razı olmuyor gibi bir tavırla ortaya koymak ve onu, hizmete koşan insanların kuvve-i maneviyelerini kıracak, onları ye’se atacak şekilde seslendirmek de mezmumdur.

*Oğlu İbrahim daha küçücük yaşında vefat edince, Müşfik Nebi, gözyaşlarıyla yanaklarını ıslatmış ve etraftakilerin “Sen de mi ya Rasûlallah?” sualine muhatap olmuştur. Peygamber Efendimiz’in cevabı bizim için çok güzel bir ölçüdür: “Göz yaşarır, kalb hüzünlenir; buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!” Bunu söyleyen Peygamber Efendimiz, kucağında son nefeslerini alıp veren biricik oğlunu öpüp koklamış, bağrına basmış ve “Ey İbrahim, gerçekten senin firkatinden dolayı mahzunuz.” deyip gözyaşı dökmüştür ama kaderi tenkit manasına gelecek ve isyan ifade edecek tek kelime söylememiştir.

Yıkmaya çalıştılar, yıkamadılar; iki senedir bir tek taş düşüremediler; korkuyla tir tir titriyorlar, gökten başlarına bir meteor düşecek diye!..

*Bir de meseleye geriye dönerek bakmak lazım. Geriye dönerek baktığından dolayı Hazreti Pir, o çektiği mağduriyetler karşısında “elhamdülillah” diyor ve çektirenlere de hakkını helal ettiğini söylüyor. Çünkü onu hapsediyorlar; zindanlar, Medrese-yi Yusufiye’ye dönüyor. Bir yere sürüyorlar, gidiyor orayı gül bahçesi haline getiriyor. Başka bir yere sürüyorlar, orası bostan oluyor. Başka bir yere sürüyorlar, orası bağistan oluyor. Haristanlar gülistana, bostana, bağistana dönüyor. Meseleyi bu şekilde değerlendirdiğiniz zaman kahr ucundan lutfa uğradığınız mülahazasıyla “elhamdülillah” demelisiniz. Ama zalimlere gelince; zulmün gayretullaha dokunma limiti vardır.

*Varsın zalimler Hizmet’i yıkmaya çalışsınlar. İki senedir yıkmaya çalıştılar, yıkamadılar, bir tek taş düşüremediler Allah’ın izni ve inayetiyle. Burkuntu yaşıyorlar, paranoya yaşıyorlar. Korkuyla tir tir titriyorlar, gökten başlarına bir meteor düşecek diye! “Acaba buna karşı bile nasıl seralar oluşturabiliriz?” diyorlar. Fakat Allah’ın kahrının, gazabının geliş keyfiyeti belli değildir.

*Keşke Allah gözlerini açsa da o mesâvî yolunda yürümeseler. Keşke gerçek imanı duysalar, arkalarındaki sürülerle beraber, onlar da cadde-i Kübra-yı Kur’aniye’ye erseler, Allah hidayet etse, keşke onların gözlerini de Allah Cennet’e doğru açsa, Zât-ı ulûhiyetine doğru açsa, hak ve adalete doğru açsa!.. Keşke hak ve adalet adına haksızlık müesseseleriyle, adaleti çiğneyen müesseseleriyle, insanlara tasalluttan, tağallüpten, tahakkümden onları vazgeçirse!.. Keşke, keşke, keşke…

Kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun’a ve firavunluğa ait bir hususiyettir!..

*Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde çekmek adeta o büyük insanların değişmez kaderi olmuş. Gasplar da, gelip tepeye konmalar da, mala-mülke el koymalar da, alın teriyle kazanılan mala mülke kıyımcı insanlar tayin etmeler de tarih boyu hiç eksik olmamış. Mesela, Amnofis döneminde, Beni İsrail’e karşı Mısır’da aynı şeyler yapılmış; erkekler öldürülmüş, kadınlar bırakılmış, çocuklar bile boğulmuş. Mezalim, yine diz boyu değil belki gırtlakta devam edip gitmiş. Onlar öldürülünce mallarına, mülklerine kayyımlar tayin edilmiş, el konulmuş. Demek ki, kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun’a ve firavunluğa ait bir hususiyet!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu’na zulmedenler de sadece O’na zulümle kalmamış, bütün müslümanların mallarının üstüne konmuşlardı. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun maskat-ı re’si (doğum yeri) olan ev, amcasının oğlu olan Akîl tarafından tahrip edilmişti. Mekke fethedilince, “Ey Allah’ın Elçisi! Nerede dinlenmek istersiniz?” diye sorulunca, Efendimiz’in mübarek yüzünde acı bir tebessüm belirmişti. Çünkü yıllar önce sadece üzülsün ve duyunca kendisine işkence olsun diye kuzeni Akil tarafından yıkılıp, yerle bir edilen baba ocağı evini hatırlamış ve “Akil bize dinlenecek ev mi bıraktı?” demişti.

*Bilmelisiniz ki, bu tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde cereyan eden hadiseler, çok farklı insanlar tarafından her zaman senarize edilecek ve bir kısım SS’lerle sahneye konacak. Tiranlar emredecek, başkaları da en zalimane ve en vahşiyane tavırlarla o zulüm emirlerini yerine getirecekler. Bir zaman “Benim gül gibi bacılarıma eziyet edildi!” diyenler, o bacıların başlarını yararcasına, TOMA’lardan üzerlerine su fışkırtacak, bilmem ne türlü gazlar püskürtecek; kadın erkek tefrik etmeden, “bacım” dedikleri insanlara da aynı zulmü, hainâne yapacaklar. Saltanatları için yapacaklar, dünyayı ebedî zannettikleri için yapacaklar, ahireti bilmedikleri için yapacaklar.

*Bütün kötülüklere rağmen, siz, dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revan-i Muhammedî’nin şehbal açması için her şeye karşı göğsünüzü gereceksiniz: Katlanılacak yerde katlanacaksınız.. satırla kesildiğiniz yerde kesileceksiniz.. tank paletleri altında kaldığınız zaman ezileceksiniz… Fakat “off” demeyecek, tavırlarınızı “ohh”larla taçlandıracaksınız.

*Diğer taraftan; işte dün olan bir işgal, bir baskın, bir gasp, bir haramilik meselesi… Daha üzerinden bir gün geçmeden dünyanın dört bir yanında “tın.. tın..” ötmeye başlıyor. Bu mesavîyi, bu fecâîyi, bu fezâîyi irtikâp edenlere de lanetler yağdırılıyor. Biz demiyoruz. Onlar ona kesb-i istihkak ettiklerinden dolayı insanlık maşer-i vicdanı onlara lanetler yağdırıyor. “Dine, diyanete, millî ruha, insanlığa hizmet etmekten başka bir derdi, davası olmayan, çoğunun yeryüzünde dikili bir taşı dahi bulunmayan, eve, saraya, yalıya, villaya gönül kaptırmayan samimi insanlara karşı bu kötülükleri yapanları Allah yerin dibine batırsın!” diye dünyanın dört bir yanında sesler yükseliyor. Binlerce insan sizin namınıza inliyor ve ağlıyor. Siz isterseniz öyle demeyin, fakat külliyet kesbetmiş bu inleme ve bu dualar, bir gün mutlaka o gayretullahı harekete geçirecektir.

“Zâlimlerin akıbetine çoklarınız şahit olacaksınız; o zaman sesim kulaklarınızda tınlayacak!”

*Ne ki, Allah’ın bir adet-i sübhaniyesi vardır. İlişenlere öyle bir ilişir ki!.. Ama önce imhal üstüne imhal eder, mehil üstüne mehil verir. İnsanları içeri atarlar, mehil verir.. bazılarını sürgün ederler, mehil verir.. vazifeden ederler, mahrum bırakırlar, mehil verir.. gider birilerinin malı-mülkü üzerine konarlar, mehil verir.. kıyımcılar tayin ederler, mehil verir… Fakat bir noktaya gelir ki, işte orada mesele gayretullaha dokunur. Allah da (celle celaluhu) başlarına bir kisef (gökten bir parça) mi indirir, yoksa Ashab-ı Fil’in başına saldığı gibi Ebâbîl’i mi salar?!.

*Belki birileri diyordur da onu: “Allahım, Ashab-ı Fil’in üzerine Ebâbîl’i gönderip onları delik–deşik olmuş ekin yaprağına çevirdiğin gibi, günümüzün zalimlerinin üzerine de gönder ve onları da kurt yeniği ekin yaprağına çevir!” Belki böyle diyorlardır. İsterseniz siz demeyin; binlerce mazlum insan, o yüzleri yırtılan bacılarımız, evleri baskın gören hemşirelerimiz, annelerimiz, kardeşlerimiz… Bunlar, nihayet tahammül-fersa hadiseler karşısında belki bunu diyorlardır. Bu bir yere kadar Cenâb-ı Hakk’ın imhaline takılır fakat bir noktaya gelir ki, gayretullaha dokunur. Allah da onları tepetaklak getirir.

*Ben yaşarım yaşamam ama siz, Hitler’in akıbetine, Amnofis’in akıbetine şahit olacaksınız. Ebu Cehiller’in, Utbe’lerin, Şeybe’lerin, İbn-i Ebi Muayt’ların akıbetine çoklarınız şahit olacaksınız. O zaman Kıtmir’in bu kıtmirce sesleri bir insan sesi olarak kulaklarınızda tınlayacaktır.

Bamteli: MUKADDES GÖÇ VE KUTSAL ÇİLE

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, (en son yaptığı iki hasbihalin iktibaslarından müteşekkil) haftanın Bamteli sohbetinde, özetle şu hususları dile getirdi:

Dünyada güven ve huzurun bendi yıkıldı!..

*Mü’min yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir. Fert, cemaat veya millet olarak mü’minleri görenlerin ya da onlar hakkında düşünenlerin, onları yeryüzünde emniyetin ve güvenin temsilcisi olarak kabul etmeleri ve bu konuda elli defa test etseler hep aynı sonuca varmaları çok önemlidir. Çünkü gerçek mü’min olmak böyle bir güven telkin edebilmeyi gerektirir.

*Bugün yeryüzünde yitirilen değerlerin en başında belki güven duygusu bulunmaktadır. Kimsenin kimseye güveni yok. Herkes birbirinin kurdu. “Acaba nasıl etsem ki bunu ısırsam, bunu yere sersem, onun daha evvel işgal ettiği alanı elinden kapsam?!.” mülahazası yaygın. Böyle olunca tabii ki yeryüzünde huzur, emniyet ve güven olmaz.

Bütün Kârunların akıbeti servet ü samanlarıyla beraber yerle bir olmaktır.

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmişti. Hakk’ın kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin arkasındaki iyilik sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve ifsada başlamıştı. Tabiî Cenâb-ı Allah da yaptıklarının karşılığı olarak onu bütün varlığıyla beraber yerle bir etmişti.

*Evet, Kârun, kendisine lütfedilen nimetler karşısında tavır ayarlaması yapamaması, inkâra sapması yüzünden neticede sahip olduğu her şeyle beraber yerin dibine geçirilmekle cezalandırıldı ki Kur’ân bunu şöyle resmeder:

فَخَسَفْنَا بِه وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرينَ

“Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Zaten onun ne Allah’a karşı kendisine yardım edecek avenesi vardı ne de kendini savunup kurtulabilecek durumdaydı.” (Kasas, 28/81)

*Bütün Kârunların akıbeti servet ü samanlarıyla beraber yerle bir olmaktır. Günümüzdekilerin sonu da bütün Kârunların akıbeti gibi olacaktır. Dünya hayatını ve kendi refahlarını bir numaralı mesele haline getirenler hep aynı su-i akıbeti paylaşmışlardır. Oysa asıl mesele, emniyet insanı olmak ve herkese güven verebilmektir. Mesele Nuh emniyeti, İbrahim emniyeti, Musa emniyeti, İsa emniyeti, Eminler Emini Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhi ve aleyhimüssalâtu vesselâm) emniyetidir. O emniyeti temin ettiğiniz zaman hem kendiniz huzur içinde olur, sürekli huzur yudumlarsınız hem de başkaları için huzur vesilesi olursunuz.

Mukaddes Göçün İlk Bahtiyarları: İradî/İhtiyârî Muhacirler

*Bir dönemde, sizin hakka dilbeste olmuş arkadaşlarınız külah içinden çektikleri kuralarla veya çoğaldıkları zaman bir makinadan çektikleri kuralarla coğrafyada yerini bilmedikleri beldelere gittiler. Dinî ve millî değerlerimizi götürmek, dil ve kültür bayrağımızı orada da dalgalandırmak, ruhumuzun abidelerini orada dikmek için gözlerini kırpmadan o güzel vatanımızı terk ederek oralara gittiler. Geçende gelen bazı arkadaşlara sordum: “Sen kaç senedir yurt dışındasın?” Biri dedi, “Ben onbeş senedir.” Diğeri dedi, “Ben on dört senedir; beş sene falan yerde kaldım, altı sene falan yerde kaldım, şimdi filan yerde…” Tatlı bir macera yaşamış gibi bana anlatıyordu. Ben bir yönüyle duygulandım ama o meseleyi öyle resmediyordu ki, böyle mecburî vazifesini yapıyormuş, Bedir’e çıkıyormuş, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber hicrete yönelmiş gibi, yaptığı şeyleri ciddi bir vicdan inşirahı içinde anlatıyordu.

*O ilkler ihtiyarî hicretler yaptılar. Bir yönüyle Sahabenin yolunda yürüdü, onların arkasında yerlerini aldılar. Tabakat kitapları -ihtilaflı da olsa- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde yüz bin sahabenin mevcut olduğunu kaydediyorlar. İbn Hacer El-İsabe isimli eserinde on bin insandan bahsediyor ama o günkü toplum telakkileri açısından kadın ve çocukların pek çoğunun bu rakama dâhil edilmemiş olacağını hesaba katmak lazım. Yine tarihçilerin tesbitlerine göre Baki’-i Garkad gibi Medine mezarlarında on bin sahabe bulunuyor. Bu demektir ki yaklaşık doksan bin insan dünyanın değişik yerlerine Din-i Mübin-i İslam’ı anlatmak üzere çıkmış ve bir daha geri dönmemiş. Onlar ihtiyarî hicret kahramanları olarak mübarek dinlerini, değerli kültürlerini ve dinî düşüncelerini birer abide şeklinde değişik yerlerde dikmek için adeta yarış yapmışlar.

Hizmet’in önünü kesmek için milyonlarca para döktüren, münafıklar kiralayan, yalancı davalar açtıran yönsüzler…

*Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

وَمَنْ يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللّهِ يَجِدْ فِي الْأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللّهِ وَكَانَ اللّهُ غَفُورًا رَحِيمًا

“Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer ve genişlik bulacaktır. Kim evinden Allah rızası için ve Rasûlullah’ın yolu deyip ayrılır da yolda ölecek olursa onun mükâfatı Allah’a aittir. Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).” (Nisâ, 4/100)

*Dünyanın dört bir yanına açılmış sizin arkadaşlarınız. Fakat çekemeyen hasûdlar -mübalağa kipiyle ifade ediyorum çünkü onlara hâsid değil dense dense hasûd denir- dünyanın her tarafında bu açılımı ve bu hareketi kösteklemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Binlerce talebeye ihtiyarî olarak kendi dilimizin öğretilmesini, kendi kültür değerlerimizin tanıtılmasını, bu toplumla kaynaşılıp çok ciddi, inandırıcı, sevdirici bir entegrasyon sergilenmesini hazmedemediklerinden dolayı, bir kısım münafıklara dünya kadar para yağdırarak, “Aman orada da bu işi, bu düzeni bozun!” diyorlar. Bu işi yapsa yapsa ancak şeytan yapar. Dinî ve millî mefkûremizin intişarı adına, evrensel değerlerin bayraklaştırılması adına hizmet eden böyle bir harekete karşı, böylesine tonlarla, milyonlarca para döktürme, yalancı avukatlar bulma, yalancı davalar açtırma, karalama gayreti içinde bulunma, zannediyorum bugüne kadarki profesyonelliğiyle o şeytanın bile yapacağı iş değildir. Çünkü şeytan diyor ki, “Sağdan gelirim, soldan gelirim, önden gelirim, arkadan gelirim, alttan gelirim, üstten gelirim!” Vallahi bunlar, o altı cihetin de dışında başka yönlerden geliyorlar. Yönsüzlük yönlerini bile değerlendiriyorlar. Yönsüzler!..

İmanlarından ve Mefkûrelerinden Dolayı Zulme Maruz Kalan Cebrî Muhacirler

*Bir dönemde ihtiyarî hicret tevakkufa mı uğradı, yoksa açılımda biraz rölanti mi oldu, ne olduysa, Allah (celle celaluhu) adeta “Ben sizi kendi ülkenizde bir kısım zalimlere tokatlatmak suretiyle, bu defa hicrete zorlayacak, cebrî hicrete sevk edeceğim!” dedi. Şimdi bir yönüyle cebrî hicret dönemi yaşanıyor. Mesela bir kısım iş adamları böyle bir hicrete açıldılar. Hangi iş adamları? “Niye burs verdin?” diye yazıhanesine baskın yapılan işadamları. Kardeşleri, bacıları, anaları, ablaları “Niye burs verdiniz? Neden kurban topladınız? Neden dünyanın dört bir yanına yardım ettiniz?” diye sorgulanan işadamları. Onlara zulmedenler adeta şöyle diyorlar: Neden bizim yapmadığımız şeyleri yaptınız? Bizde haset duygusunu, hainlik hissini tetiklediniz. Siz bu işi yaptınız; oysaki bunu yapmasaydınız, gül gibi geçinip gidiyorduk. Âlem bize insan nazarıyla bakıyordu siz olmasaydınız. Sizin yaptığınız bu hizmetler karşısında izafiyet perspektifiyle bizler aşağıya düştük. Bu aşağılaşma altında ezildik, bunu onur meselesi yaptık. Dolayısıyla sizi burada iflah etmeyecek, size aman vermeyecek ve cadı avlarıyla hepinizi birer birer ezeceğiz.

*Allah’ın her günü, burs vermiş, kurban toplamış, Gazze’ye kadar, muhtaç yerlere yardım götürmüş, oralarda o insanları desteklemiş en olumlu hizmet müesseselerini mercek altına almak suretiyle, onları yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Kendi ülkelerinde fitneye maruz kalan, baskıya uğrayan, yazıhaneleri basılan, müesseselerine kıyımcılar tayin edilmek suretiyle baskı altına alınan insanlar da Kur’an’ın işaretine binaen hicret ediyorlar. Zira şöyle buyuruyor Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ

“Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücahede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)

*Fitneye, belaya, tazyike maruz kaldıktan sonra hicret eden o babayiğitler var ya?!. Hani siz isterseniz onlara “kaçtı” deyin. Onlar, hicret ettiler; biraz durdu, orada zemin oluşturdular; sonra o insanlara karşı müspet manada bir mücahede ile kendilerini ifade ettiler. Müspet manada mücahede neydi? İnsanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek, güzelliklerle o insanların buluşturulmasını sağlamak. Allah’la gönüllerin buluşturulmasını sağlamak. İşte cebri hicrete sevk olunan bahtiyarlar bunu yaptılar, yapıyorlar. Binaenaleyh, dünkü ihtiyarî mühacirler ne ise, Allah’n izni ve inayetiyle bugünkü cebrî muhacirler de öyledir.

İnsanın fiyatı olsa olsa Allah’ın rızasıdır; o Cennet’e de satılsa, ucuza gitmiş sayılır!..

*Acaba isteseydim ben de kendim için bir çardak yapamaz mıydım? O kadar eşek değilim; ben de yapabilirdim bir tane. Elin âlemin saraylar yapmasına, villalar yapmasına, yatlar yapmasına, filolar oluşturmasına karşılık, sen de yapabilirdin. Ama Allah vardı, her şeyi görüyordu. Varsın Allah’tan korkmayanlar, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı tanımayanlar, tarihinden kopmuş kopuklar bu türlü mesâvîyi irtikâp ededursunlar. Siz doğru bildiğiniz yolda, günde kırk defa tekrar ettiğiniz “Allahım bizi sırat-ı müstakime hidayet eyle!” ahd ü peymanına sadakat içinde yürüyeceksiniz. “Allahım bizi o ölçüde sırat-ı müstakimden ayırma; dinimize, diyanetimize, millî mefkûremize, vatan duygumuza hizmetten bizi bir an dûr eyleme. Bizi sabitkadem kıl; ister ihtiyarî muhacirler olarak, ister cebrî muhacirler olarak, bizi bir yerlere sürmüşsen, oralarda rantabl olmayı hepimize lütfeyle!..” diyecek ve yürüyeceksiniz.

*Hizmetlerini belli bir dünyevî menfaat ve çıkara bağlamış insanların kendi milletlerine faydalı olduğu hiç görülmemiştir. Parayla, villayla, yatlarla, gemilerle peylenebilen, alınıp satılan kimselerle insanlığa kalıcı hiçbir hayır armağan edilememiştir. Aslında, ahsen-i takvim üzere yaratılan insanın fiyatı, öyle bir yalı, bir yat, bir filo olmamalı. Bunlar meşru dairede ve yine O’nun yolunda kullanılmak istikametinde elde ediliyorsa bir ölçüde kıymetlidir, yoksa bunların insana bedel olabilmesi asla söz konusu değildir.

Yeryüzünü bize zindan etseler ve dünyamızı cehenneme çevirseler de değer!..

*O babayiğitlerden bir tanesi 91 yaşında. Tevkif edip zindana götürmek için evini basıyorlar. Felç olmuş yatakta yatıyor. Ben de kendisini elli senedir tanıyorum. O Erzurum’un en zenginlerinden birisiydi. Dört beş yerde apartman gibi evi vardı. O evlerde belki bir iki defa Kıtmir de yemek yedi, çay içti. O günden itibaren bütün varlığını o yolda sarf etti; okul yaptı, yurt yaptı, pansiyon yaptı. Kendisiyle yapılan bir televizyon programında ağlayarak şöyle diyordu: “Kala kala sadece içinde oturduğum şu kulübe gibi ev kaldı!” Allah seni o yüksek ruhunla Hazreti Muhammed Mustafa’ya komşu etsin inşaallah. (Amin)

*Varsın zalimler, Hitler’in SS’leri senin evini bassın, yataktayken bile senin hakkında tevkif kararları kessin!.. Değil mi ki nezd-i ulûhiyette Allah sana bir sultanlık bahşetmiş. Yaptığını yapmışsın Allah için!.. Elinden tutulacak kimselerin elinden tutmuşsun; okuma imkânı olmayan kimselere burs vermişsin; değişik yerlerde okul yapmaya omuz vermişsin. Dünyanın dört bir yanına açılma mevzuunda babayiğitlerle beraber olmuşsun. Tenâfüs ruhuyla, onlardan geri kalmamak için sen de bir yarış atı gibi koşmuşsun… Vallahi yapacak bir şey kalmamış artık! Senin için diyecek bir söz de yoktur! Ben seninle beraber Huzur-u Risaletpenâhi’de haşrolduğum zaman, büyüklüğün karşısında iki büklüm olup eğileceğim.

*Varacağımız yer Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın huzuru ise, ulaşacağımız hedef Allah’ın cemal-i bâkemâlini müşahede etmek, öyle kendinden geçmek ve O’nun hoşnutluğuna ermekse, bütün dünyayı bize zindan etseler, öyle bir mükâfat için değer.

*Varsın bizim dünyamızı cehenneme çevirsinler! Varsın eşkıyalar gibi -eşkıyalar varken- takip etsinler! Varsın evlere baskınlar yapsınlar! Varsın mübarek kadınları, gençleri, kızları rencide etsinler; kafirin yapmadığını yapsınlar, Haçlıların bile yapmadığını yapsınlar!.. Bunların hepsi geldiği gibi gider, bunları yapanlar da kendilerine eder.

Bamteli: Gönüllere Tûbâ-i Cennet Çekirdeği

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ‘Bamteli’ sohbeti canlı yayınlandı (1)

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Bamteli sohbeti ilk kez canlı yayınlandı. Hocaefendi, “Bu dönemde aile fertlerini birbirine düşman etmesi sebebiyle Haçlı seferlerine rahmet okutturacak bir tabloyla karşı karşıyayız.” dedi. Zulüm ve baskının yoğun hissedildiği dönemlerde dahi kötülüklere iyiliklerle karşılık verilmesi tavsiyesinde bulundu. Her devirde inanan insanlara zulmeden zalimler olduğunu hatırlatan Hocaefendi, bunun müminleri iyiliklerden alıkoyamayacağını söyledi.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Bamteli sohbeti ikindi namazının kılınması ve dua edilmesinin ardından TSİ 22:35’te başladı.

Yaklaşık 50 dakika süren Bamteli sohbetinde Hocaefendi, zulüm ve baskının yoğun olarak hissedildiği dönemlerde dahi kötülüklere iyiliklerle karşılık verilmesi tavsiyesinde bulundu.

‘KÖTÜLÜKLERE KARŞI İYİLİKLE MUKABELE EDİN’

Her devirde inanan insanlara zulmeden zalimler olduğunu hatırlatan Hocaefendi, bu durumun müminleri iyiliklerden alıkoyamayacağını söyledi. Zalimlerin köksüz ağaçlar gibi bir bir devrileceklerini söyleyen Hocaefendi, ‘Bir tek insanın gönlünü yeşertiyorsanız, dünya ve içindekilerden daha hayırlı’ dedi.

#HocaefendiCanlıYayında HASHTAG’İ TT OLDU

Ozgurherkul.org kanallarından canlı olarak yayınlanan sohbete Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sevenleri yoğun ilgi gösterdi. Sohbeti çok sayıda insan canlı olarak seyrederken #HocaefendiCanlıYayında Twitter gündeminde TT listesinde üst sıralarda yer aldı. Çok sayıda Twitter kullanıcısı ilk kez canlı olarak yayınlanan Bamteli sohbeti hakkında tweet attı.

Sohbetten satırbaşları şu şekilde:

KÖTÜLÜKLERE KARŞI İYİLİKTE BULUNMAK İHSANDIR

Bir taraf olabildiğine kabul edici, sinesini açıcı, herkesi bağrına basıcı olmalı. Diğer taraf dirense bile belli bir süre sonra sizin atmosferiniz içinde onlar da yumuşayacaktır. İnsanlara, kötülükle değil iyilikle mukabele edilmesi gerekir. Kötülüklere karşı iyilikle mukabelede bulunun. İyiliğe karşı iyilikle mukabelede bulunmak ihsan değildir. Kötülüklere karşı iyilikte bulunmak ihsandır.

Adanmış insanların vazifesi, tûba-i cennet çekirdeğini nemalandırmak suretiyle suri Müslümanlıktan, şekli Müslümanlıktan, taklidi Müslümanlıktan sıyırıp insanları kalbî hayata yükseltmektir. 

BİR TEK İNSANIN GÖNLÜNÜ YEŞERTİYORSANIZ DÜNYA VE İÇİNDEKİLERDEN DAHA HAYIRLIDIR

Bir tek insanın gönlünde tuba-i cennet çekirdeğini inkişaf ettiriyorsanız, bir tek insanın… “Bir toplumun, bir heyetin, bir milletin” demiyorum, bir tek insanın gönlünü yeşertiyorsanız, bu dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.

Bir tek insanı bu hale getirme istikametinde içiniz kan ağlarken diğer taraftan demet demet tebessümlerinizle etrafa gül demetleri sunuyorsanız, bir tek insan mevzuunda bu kadar çırpınıyorsanız, bu yığın yığın koyunlardan daha hayırlıdır; zayıf hadis ifadesiyle, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlıdır. 

HAÇLI SEFERLERİNDEN DAHA BETER DURUMDAYIZ

Bu dönemde aile fertlerinin dahi birbirine düşman edilmesi nedeniyle Haçlı seferlerine rahmet okutturacak bir tabloyla karşı karşıyayız. Topyekün İslam dünyasında, kendi ülkenizde bile, o korkunç ayrıştırmalar, insanları birbirine düşürmeler… O zaman böylesine bir tablo yoktu.

Kur’an surları adına her şeyin yıkıldığı bu dönemde size büyük vazifeler düşüyor. Diriliş erleri için yapılacak çok şey var.

KÖKSÜZ BİRER AĞAÇ GİBİ DEVRİLECEKLER

Allah, sahabenin yaptırdığını size yaptırtıyor. Sahabenin yaptığına karşı çıkanlar olsa olsa şeytanın çırakları olabilir. Zulm ile abad olanın sonu berbat olur. Allah zalimi imhal etse de ihmal etmez. Yakında onlara acıyacak duruma geleceksiniz. Bir yönüyle köksüz birer ağaç gibi devrilecekler. Bir bir devrilecek ve sizden yardım, medet, istiane bekliyor gibi acı acı yüzünüze bakacaklar. Esas haklarında ağlanacak birileri varsa onlardır.

ZALİMLERE EYVALLAH ETMEMELİ, ÖZÜR DİLEMEMELİ

Her devirde inananlara zulmeden zalimler olmuştur. Her zaman hakkın aleyhinde böyle densiz insanlar olmuştur. Her devirde bir kısım Rum Mehmetler çıkacaktır, diğer insanlara kan kusturacaktır, ızdırap çektirecektir.

Bin türlü bela gelse, çarpsa, toslasa, götürüp darağacında assalar bile tebessümle öbür tarafa yürümeliyiz. Darağacına götürdükleri zaman size tebessüm eden Azrail’i görüyor gibi tebessüm ederek öbür tarafa yürümeli. Ama asla Rum Mehmetlere, zalimlere eyvallah etmemeli. Özür dilememeli, hata ettik dememeli. Hata etmediniz. Hatayı başkaları yaptı siz değil.

Unutmamalı, bir mü’min asla bir zalimden özür dilemez.

(Not: Bu özet, kısmen Zaman Gazetesi’nden iktibas edilmiştir.)

Bamteli: Sarılın Şefkate, Yapışın Himmete; Tükürün Korkunun Yüzüne!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Nefsi bilmek, Rabbi bilme yolunda önemli bir vesiledir.

*Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Bu nice okumaktır!” sözleriyle ifade ettiği gibi, gerçek ilim, insanın, kendi mahiyetini dikkatle okuyup Zât-ı Ulûhiyetin kâinat kitabındaki eserlerine de nazar ederek belli bir müktesebat sahibi olması ve hatta ondan da öte marifette derinleşmesi demektir.

*İster “gez-göz-arpacık” deyin, ister “dürbün” deyin, isterse de “teleskop” deyin, insan kendisini öyle sayıp onunla iyi bakarsa göreceğini görür. Onun için, ehl-i tahkik, hadis diye rivayet edilen مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabb’ini de bilir.” Sözünü nazara vermiştir. Evet, fizyolojik yapısıyla, vicdanıyla ve onun dört rüknü olan irade, latîfe-i rabbâniye/kalb, zihin ve hissiyle birlikte kendini tahlil ve analiz eden insan, Rabb’ini daha iyi bilir.

Hak hedefin vesileleri de hak olmalıdır.

*Hakkı ikame etme yolunda bulunurken kullanılan yöntem ve esasların da hak olması gerekir. Fakat maalesef bazen pragmatist bir düşünceyle yola çıkıp bâtıl vesileleri kullanmak suretiyle hedefe yürümek isteyenler de olabiliyor. Öyleleri, kendilerince belirledikleri hedefe ulaşabilmek için her vesileyi meşru sayma düşüncesine kapılıyorlar. Makyavelizm’i sadece Batı’da aramayın. Şöyle bir bakarsanız, bugün Türkiye’de masum insanlara gadredenlerin de bir çeşit makyavelist olduklarını görürsünüz.

*Oysa ki değil öyle dünyevî bir hedefe ulaşmak, dünyevî mutluluğa ermek veya bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmek için, Allah’a ulaştırma gibi hak bir gaye için bile gayr-ı meşru yöntemler kullanılamaz. Mü’min, bir hakka ulaşmak istiyorsa, onun o hakka ulaşma istikametinde kullanacağı argümanların üzerinde mutlaka “caizdir” veya “meşrudur” mührünün bulunması gerekir. Hak hedefin vesileleri de hak olmalıdır; öbürü bir aldanma ve şeytânî bir yoldur.

Her vesileyi meşru sayan vandallar anlamasalar da şefkat, mesleğimizin esasıdır ve biz bir karıncaya basmaktan bile Allah’a sığınırız!..

*Yüce bir mefkûreye bağlı olmadan yaşama duygusu insanın kendi kendini aldatmasıdır. “İhlas” diyebiliyorsan, “rıza” diyebiliyorsan, “Allahım, aşk u iştiyakın!” diyebiliyorsan, yaşamanın bir anlamı vardır.

*Yaşatmak için yaşayan insanların en önemli vasıfları şefkattir.. taşa, toprağa, ağaca, haşerata, hayvanata ve en üst seviyede de insana şefkattir. Onlar, mütedahil daireler halinde mütalaaya alarak insanların hepsine karşı nisbî ve izafî bir münasebet içinde bulunurlar. Bütün insanlar Allah’ın ahsen-i takvimine mazhar ve O’nu gösteren birer ayna olduğundan, her insana karşı saygı duyarlar. Dindarı yürekten severler fakat başkalarına karşı da saygılı olurlar. Hele değerleri ve kendilerine ait hususiyetleri itibarıyla kat’iyen başkalarını sorgulamaya kalkmazlar.

*Mesleğimizdeki bu şefkat mülahazası bir karıncaya bile ayak basmamayı gerektirir. Şayet bir karıncanın ayağı kırılmışsa, mümkünse bir kırıkçıya götürmek, onun ayağını bağlatmak, onu yeniden hayata döndürmek ve yaşayabildiği sürece sekmeden yaşamasını sağlamak bu mesleğin esaslarındandır.

*Çok günahkar, mücrim, bütün ümidini sizin şefaatinize, vifak ve ittifakınız vesilesiyle Cenâb-ı Hakk’ın “Haydi sen de geç!” diyeceği esprisine bağlamış bir insan olarak, çok defa tekrar ettiğim bir şeyi tekrar etmekte beis görmüyorum: Bir arının odamda ölmesi karşısında yarım saat ağladığımı biliyorum. Biz buyuz!.. Yahya Kemal’in de dediği gibi “Bizden olmayanlar, bizi bilmezler!..” Her vesileyi gayelerine ulaşmak için meşru sayan vandallar bizi bilmezler. Ben yeminle söyleyebilirim: Yetmiş küsur senelik hayatım boyunca bilerek bir tek karıncaya basmadım.

Himmetinizi âli tutup sürekli yol almalısınız; zinhar “Attan inmeyesüz!..”

*Şefkatte bu enginliğin yanında himmette de o ölçüde yüksek olmak lazım. Allah’ın inayetine itimat edip himmeti âli tutmak lazım. Yapan/yaptıran O ise, O’nun yaptığını yedi cihan bir araya gelse yıkamaz. يُرِيدُونَ أَن يُطْفِؤُوا نُورَ اللّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Velev kerihe’l-münafikûn, velev kerihe’z-zâlimûn, velev kerihe’l-fülan… Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Allah nurunu tamamlayacaktır isterse münafıklar bunu kerih görsün, zalimler kerih görsün, falan filan kerih görsün. Bir meşale ki Allah yakmış, onu kimse söndüremez. “Takdir-i Hudâ kuvve-yi bâzû ile dönmez / Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” (Ziya Paşa) Lâ yentafî; sönmez ve söndürülmez.

*Yüz yetmiş küsur ülkede bin dört yüz, bin beş yüz tane okul açmışsınız. Bunu gözde büyütmemeli. “Çok şükür hedef tahakkuk etti…” dememeli. Hayır; şayet bütün insanlığa kendi ruhunuzun ilhamını duyuracaksanız, geçmişten tevarüs ettiğiniz değerler mecmuasını o insanlara da tanıttıracaksanız, enbiya-ı izamın o incelerden ince tığlarıyla örülmüş dantelayı insanlığın nazarlarına arz edecekseniz, bu meseleye hiçbir zaman “bitti!” noktası koymamalısınız. Ara sıra duraklama gibi bir hal olabilir. Oraya da noktalı virgül koyacaksınız; diyeceksiniz ki, “Şimdi muvakkaten söz bitti ama düşünce devam ediyor; rölantideyiz fakat Allah’ın izin ve inayetiyle biz bu meseleyi sonuna kadar götüreceğiz.”

*Kendini bu yola adamış insanlar bir taraftan hareket ederlerken bir taraftan da kendi enerjilerini üretmeleri lazım. Hiç yorulmamaları, Sahabe-i kiram efendilerimiz gibi hep koşmaları lazım. Fakat kendileri için değil!.. “Attan inmeyesüz!” diyen Hazreti Murad Hüdavendigar (aleyhirrahmetü velğufran) gibi, “Attan inmeyesüz!” felsefesiyle dünyanın dört bir yanına atlarını mahmuzlayıp koşmaları lazım. Onların enerjileri vicdanlarından geliyor, Allah’la irtibatlarından geliyor, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’a koşmalarından geliyor. O, onları besliyor.

“Mahbub” mevzuunda tercih ve sıralama hatası yapmayın!..

*Mü’min, her şeyden evvel, mutlak Mahbub, mutlak Maksud, mutlak Mâbud olarak Allah’a dilbeste olur. O’nu diler ve her hâliyle O’nun kulu olduğunu haykırır. Sonra da başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere anne-baba, refika-yı hayat ve evlat gibi insanları sever. Böylece diğer sevgiler de Allah’a karşı samimî alâka duymanın birer ifadesi olarak değerlendirilebilir ve Allah’tan ötürü bir sevgi sayılabilir. Sevgi meselesinde önemli olan, “mahbub” mevzuunda tercih ve sıralama hatası yapmamaktır.

*Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

“(Ey Rasûlüm! Mü’minlere şunu) söyle: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım, akraba, sülâle ve kabileniz, ter dökerek kazanıp biriktirdiğiniz mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve içlerinde rahat yaşamaktan zevk aldığınız meskenler sizin için Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise, bu takdirde Allah hakkınızda hükmünü verip, başınıza geleceği gönderinceye kadar bekleyin. Allah, (geçici dünya geçimliğini Kendisine, Rasûlü’ne ve Kendi yolunda cihada tercih eden) fâsıklar güruhunu doğruya da, dünyada ve Âhiret’te gerçek saadete de ulaştırmaz.” (Tevbe, 9/24)

“Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecektir!..”

*Endişe ve korku duygusunu bütün bütün ayaklar altına almak lazım. Hücumât-ı Sitte’de insanı derdest eden hastalıklar anlatılırken havf hissi de zikredilir. İnsanın ayağına pranga ve boynuna tasma olan bir maraz varsa o da korkudur.

*Kur’an-ı Kerim’de, iman kuvveti ve Allah’a teslimiyet sayesinde bütün korkuları aşan ve asla sarsıntı yaşamayan mü’minler sena edilmekte, ezcümle şöyle denmektedir:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun!’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallahu ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ demişlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/173)

*Evet, korkuya takılmamak lazım. Korkuya takılırsanız -hafizanallah- korktuğunuz şeye maruz kalırsınız. Madem yüce bir hakikate dilbeste oldunuz, Hazreti Bediüzzaman gibi demelisiniz: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”

Tükürün ehl-i zulmün o merhametsiz çehresine; tükürün korkunun o çirkin yüzüne!..

*Hazreti Üstad, maruz kaldığı zulüm, işkence ve tehditler karşısında çağın gür sadası olarak şunu da ilave edip sesini yükseltiyor:“… Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak!” İşte hepimiz onu demeliyiz, korkuya karşı meydan okumalıyız.

*İstanbul’u işgal edenler, İslam ümmetini hafife almak ve mü’minlerle istihza etmek için sordukları altı soruya altı yüz kelime ile cevap verilmesini istiyorlar. O dönemde Üstad Hazretleri de Meşihat’ta (İslâmın ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi, diyanet) bulunması dolayısıyla beklenen cevabın onun tarafından verilmesi teklif ediliyor. Bediüzzaman Hazretleri Anglikan Kilisesi’nin başpapazı tarafından yöneltilen bu tahkir edici ve onur kırıcı sualler karşısında “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile de değil, belki bir tükürük ile cevap veriyorum.” diyor. Zâlimlerin, ayaklarını boğazımıza bastığı dakikada, mağrurane sual sormalarına karşı yüzlerine tükürmek lazım geldiğini söylüyor ve ekliyor: “Tükürün ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..”

*Çağın babayiğidi.. o da sesini yükseltiyor. İşte başkaldırmanın ve dimdik durmanın gerektiği yer, orasıdır. “Belki bir tükürük ile cevap veriyorum!” diyor. Korkunun yüzüne tükürüyor.. tehdidin yüzüne tükürüyor.. tehcîrin yüzüne tükürüyor.. ifnânın, ibâdenin yüzüne tükürüyor.. müesseseleri işgal etmenin yüzüne tükürüyor!.. Kim haklı çıkıyor? Onu zaman gösteriyor. Kim haklı çıkacak? Onu hiçbir zaman yalan söylemeyen ve tefsirini hep isabetli ortaya koyan zaman gösterecek!..

Bamteli: RUHÂNÎ LEZZET ve ENGİN ŞEFKAT.

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

İnkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında ayakta kalabilmenin vesilesi amelî ve tahkikî imandır.

*Nazarî ve taklidî imanla kalmamalı, amelî ve tahkikî iman hedeflenmelidir. Bu sayede imanın marifete ulaşması, marifetin muhabbetle taçlandırılması ve muhabbetin cinnete varacak şekilde bir aşk u iştiyaka inkılap etmesi mümkün olacaktır. Cenâb-ı Hakk’a kavuşma, cemâl-i bâkemâlini müşahede etme ve “Ben sizden razıyım” hitab-ı celîl-i sübhaniyesini duyma iştiyakıyla yanıp tutuşma, o meselenin zirvesidir. Şayet “iman ettim” diyenler, meseleyi amelle de derinleştirmemişlerse, namazdan şeker-şerbet yudumluyor gibi zevk almıyorlarsa, kaçırdıkları bir teheccüdden dolayı bile yirmi dört saat yemekten iştahları kaçmıyorsa, onlar hala nazarîde emekleyen insanlar demektir.

*Bergson, hakikatin ancak vicdanî duyuş ve sezişle bulunabileceğini ifade ederken; Kant da, Allah’ın amelî akılla bilinebileceği üzerinde durmuştur. Batı kültürü içinde yetişmiş bu filozofların hakikate ne kadar aşina olduğunun ve bizi ne ölçüde hakikate aşina kılacağının münakaşası her zaman yapılabilir. Bu, ayrı bir meseledir. Fakat şurası bir gerçek ki, Allah’ın bilinmesi mevzuunda çoğu zaman sizin ortaya döktüğünüz deliller sadece nazarî bilgi olarak kaldığında iman ve İslâm’a ait esasların koruma altına alınmasında bu durum yeterli olmayabilir. Evet, nazariyatta kalmış her türlü bilgiyi ve delili bir muhalif rüzgâr alıp götürebilir. Bu açıdan nazarî bilgilerin mutlaka amel blokajı üzerine oturtulması gerekir.

*Usûlüddin uleması, taklitle kazanılan inancın bile insanı kurtaracağını söylemiş ve bunu ıstılahî ifadesiyle, “Taklidî iman makbuldür.” şeklinde ifade etmişlerdir. Fakat her ne kadar böyle denmiş olsa da, inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında imanın ayakta kalabilmesi için taklitle benimsenen bu mülâhazaların, daha sonra altlarının doldurularak sağlam bir temele oturtulması ve içte hazmedilip sindirilmesi gerekir. Zira taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla elde edilenlerin kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür.

Engin deniz, uzun yol ve sarp yokuşlar ancak iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak azıklı gemiyle aşılabilir.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

*Marifet, nazarî bilgi değildir; o, bir vicdan kültürüdür. Vicdan marifetle lebrîz olunca (taşacak kadar dolunca) muhabbet sınırına ulaşılmış demektir. Artık muhabbet insan mahiyetinde bir dinamo haline gelir ve o sayede insan, Allah’ı, Rasûlü’nü ve Sahabeyi her şeyden artık sever. Zamanla o kulu likâullah iştiyakı bütün bütün sarıverir.

*Özellikle tasavvuf ıstılahı olarak çokça zikredilen “likâullah” tabiri, Allah’a kavuşmak, Cenâb-ı Hakk’ın vuslatına ermek ve Cennet’te “Cuma Yamaçları”ndan Mevlâ-yı Müteâl’in o güzellerden güzel cemaliyle şereflenmek demektir. Likâullah iştiyakına (Mahbûb’a karşı arzu ve isteklerle dolup taşmaya) giden yol, imandan, imana bağlı mârifetten, mârifet kaynaklı muhabbetten ve muhabbetten hâsıl olan aşk u şevkten geçer.

Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Bize de lütfet cemâlini ya Rabbenâ!..

*İştiyak likâullah, zirvedekilerin mülahazasıdır. En büyük sabır da likâullaha aşk u iştiyak ile yanıp tutuşan ama henüz “gelebilirsin” davetini almadığından dünya zindanına katlanan hakikat âşıklarının vuslata karşı dişini sıkıp dayanma sabrıdır. Bunların kendilerini dünyada kalma adına frenlemeleri sadece, emre itaatteki inceliği kavramalarından kaynaklanır. “Burası bir talimgâhtır; biz de birer askeriz. Bizi buraya O gönderdi. O’nun aşk u iştiyakıyla ocaklar gibi yanıp tutuşsam da yine de gam izhar eylemeyeceğim. Emir verip ‘gel’ diyeceği âna kadar rızayla sabredeceğim.” Zirvedekilerin solukları bunlar.

*Aliyyu’l-Kârî hazretlerinin ifadesiyle “Mü’minler keyfiyetsiz, idraksiz, ihatasız ve misalsiz olarak, her türlü tarifin üstünde ‘bî kem u keyf’ O’nu müşahede edeceklerdir. O’nu görünce, artık Cennet’te olduklarını ve Cennet nimetlerini de unutacaklardır. Yazık o inanmayanlara, onlar öyle büyük hüsran içindedirler ki, mü’minler Cenâb-ı Hakk’ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken, onlar pişmanlık ve hasretle vurunup dövüneceklerdir.” Evet, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira Hazreti Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennet’in bir saatine mukabil gelmez. Cennet’in de binlerce sene mesûdâne hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini bir dakika görmeye karşılık olamaz. Hele bir de, O’nun bizzat “Ben sizden hoşnudum!” demesi vardır ki, o hiçbir nimetle kıyas edilemez.

Hakiki saadet, hâlis sürur, en şirin nimet ve safi lezzet marifetullah ve muhabbetullahtadır.

*İman ve sâlih amel dairesi, insanın marifetten muhabbete, muhabbetten de lezzet-i ruhaniyeye kadar pek çok güzelliği duyup hissetmesini sağlar. Öyle ki, ibadet iştiyakı onun ruhunu bütün bütün sarar ve kulluk onun için ruhanî bir zevke dönüşür; artık o, bal-kaymak yiyor gibi ibadet eder ve ibadete bir türlü doymaz.

*Gerçi, insan lezzet-i ruhâniyenin ve manevî zevklerin talibi olmamalıdır; fakat o peşine düşmese de bunlar kulluğun bir semeresi olarak ziyade bir lütuf şeklinde esip gelebilir. Nitekim Nur Müellifi, “Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhâniyedir.” derken bir hedef göstermekten daha çok tabiî bir neticeyi nazara vermiştir. Hazreti Üstad, hakiki saadetin, hâlis sürurun, en şirin nimetin ve safi lezzetin marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu belirtmiş ve bir insan marifet ve muhabbet ufkuna ulaşırsa, onun ekseriyetle lezzet-i ruhaniyeyi de derinden duyup tadacağına işaret etmiştir.

*Esasen, ibadeti ve genel olarak kulluğu -ruhânî de olsa- zevke ve lezzete bağlama bizim mesleğimize uygun değildir. Hâlis bir mü’min, haccını, orucunu, namazını, teheccüdde gece karanlıklarını yırtan âh u vahlarını ve i’lâ-yı kelimetullah hesabına iştirak ettiği hayırlı faaliyetlerini zevk almaya, lezzet-i ruhâniye ile dolmaya ve doyma bilmeme gibi hallere mazhar olmaya bağlamamalı; bütün amellerini sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getiriyor olma mülahazasıyla ve O’nun rızasını arama duygusuyla ortaya koymalıdır. Vakıa, insan bu konuda hâlis niyetini ve istikamet çizgisini korursa, onun bir kısım ekstra lütuflarla mükâfatlandırılması da her zaman söz konusudur; o talep etmese de zaman zaman lezzet-i ruhâniye meltemleri eser gelir ve onun ruhunu sarar. Temkinli mü’min o hallerin bile “istidraç” olmasından endişe duymalı ve hep teyakkuzda bulunmalıdır.

Şefkat Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) tattıklarını insanlığa da tattırmak için Mir’aç’tan bile dönmesi eşsiz bir îsâr ve fedakârlıktır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini himaye eden amcası ve çok sevdiği zevcesi Hazreti Hatice Validemiz’i kaybettiği “hüzün senesi”nde, “Habib-i Zîşanım, tasalanma! Ebu Talib’i ve Hatice’yi aldım ama Ben varım.” manasına gelen ilahî bir davet almış; hem bedeni hem de ruhuyla Cenâb-ı Hakk’ın mi’râcına mazhar olmuştu. “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ – İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” tabiriyle Kur’an’da anlatıldığı üzere, imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı.

*Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, melekût âlemini seyerân eylemiş, daha sonra urûcunu, nüzulle taçlandırmış ve ümmetini Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmiştir. Büyük velilerden Abdülkuddüs Hazretleri demiştir ki: “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mi’râç’ta gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü’l-Müntehâ’ya ulaştı, Cenâb-ı Allah’la konuştu. Fakat Cennet’in câzibedâr güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!..” Bunu değerlendiren bir büyük zât ise, “işte nebi ile veli arasındaki fark” diyerek önemli bir hakikate işaret etmiştir.

*Peygamber Efendimiz’in bu tercihi -Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde- “îsâr-u îsârillâh” sözleriyle ifade edilen hâldir; apaçık hususî mazhariyetlere bile birer mahmil bularak, ücret ve huzûzât vaktinde bütün mevhibeleri nisyana gömüp, sadece ve sadece O’nu duyup, O’nun varlığının ziyasının gölgesi olduğunu hissetmektir ki, “Akrabü’l-Mukarrabîn”in yoludur. Bu mânâda, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman bir îsâr kahramanıdır. O’nun gökler ötesi âlemlerden, dönüp insanlar arasına inmesi, duyup tattıklarını ümmetine de tattırmak için müşriklerin eziyetlerine maruz kalacağı bir yolu seçmesi hiç kimseye nasip olmayan bir “îsâr” derecesi; ümmeti adına Cennet’ten çıkıp cehennemlere gözyaşı salması, salıp bütün insanları dilemesi de hiç kimsenin tasavvur bile edemeyeceği bambaşka bir îsâr derinliğidir.

Damlanızı derya, zerrenizi güneş kılma yolunda yürüyorsunuz; bu yolda her musibete katlanmaya değer!..

*Günümüzün zalimleri yaptıkları zulümleri bin kat katlasalar, sizin için işin sonu Cennet, rü’yet, rıza ve Rıdvan olduğuna göre, öpüp başınıza koymanız lazım. Elhamdülillah, Cenâb-ı Hak bizi peygamberlerin ve selef-i salihînin yolunda, o yüce ve evrensel mefkûremizi ikâme etme istikametinde yürütüyor. Sizi ve arkadaşlarınızı ama ihtiyârî ama cebrî hicretlere zorlamak suretiyle, dünyanın dört bir yanına açılmanızı sağlıyor. Kendi dünyanızda şöyle böyle ektiğiniz ve başağa yürüyecek hale getirdiğiniz filizleri, fideleri dünyanın dört bir yanına da taşıyacaksınız; hâristanları, (diken tarlalarını) gülistanlar, bostanlar, bağistanlar haline getireceksiniz. Cenâb-ı Hak bunun için dört bir yana salmışsa, sizi çok önemli bir hizmette istihdam buyuruyor demektir.

*Kendinize bakarken “Allah Allah!.. -Hazreti Pîr’in ifadesiyle- Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ. Bunlar nasıl oluyor da bize gördürülüyor. Biz kendimizi onbaşı bile görmedik. Onbaşı görmedik ama sanki Allah müşîrlere gördürdüğü vazifeyi bize de gördürüyor. Bu, Allah’ın lütfunun enginliği. Nasıl oluyor da böyle oluyor? İnşaallah istidrac değildir.”

*İstidrac, ekstra nimetlerin sağanak sağanak başından aşağıya yağması sonucunda bir insanın kendisini bir şey zannederek şirazeden çıkmasıdır; nimetleri kendi hakkı gibi görerek küstahlaşıp adım adım azaba yürümesidir. Bazen kendini emirü’l-mü’minin görmesi, bazen kendini kutup görmesi, bazen kendini gavs görmesi, bazen kendini mehdî görmesi, bazen kendini mesîh görmesi gibi -hafizanallah- kendini haydutluklara salmasıdır.

*Kendi damlanızı derya kılma yolunda yürüyorsunuz.. kendi zerrenizi güneş kılma yolunda yürüyorsunuz.. hiç ender hiçliğinizi her şey yapma yolunda yürüyorsunuz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Cenâb-ı Hak bu mevzuda zaferyâb eylesin, beni de size bağışlasın. Sizin aranızda, öbür tarafta haşr olmaya muvaffak eylesin!..

*Hayatım boyunca hep öyle düşündüm: Bu ahiret hesabına kırmızı pasaportlu güzel insanlar içinde bana da “geç” denileceğini umdum ve istedim. Neden kırmızı pasaportlu?!. فَطُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ الَّذينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ “O gariplere müjdeler olsun!.. Halk kendini bozgunculuğa saldığı bir dönemde onlar ellerinden geldiğince tahribatı tamire, fesadı ıslaha çalışırlar.” Böyle güzide bir cemaat, kalb aydınlığıyla yürüyen bir cemaat içinde bulunduğumdan dolayı öyle düşündüm ve diledim. Onlara kırmızı pasaportlulara yapıldığı gibi “Geç, geç, geç…” denirken, -bir hadis-i şerifte işaret edildiği üzere- aralarına karışmış bir tufeylîye de “Sen de geç!” deniyor. Kendimi hep böyle gördüm, böyle değerlendirdim. Cenâb-ı Hak, beni size bağışlasın; sizi de bağışlanacaklara, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a bağışlasın!..

Bamteli: YÜREĞİN VARSA, NEFSİNLE YÜZLEŞ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi (iki ayrı hasbihalden müteşekkil) haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Burada hesaplı yaşayın ki, ötede, görülmemiş hesapların altında ezilmeyesiniz!..

*Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehayâ) en büyük mahkemede hesaba çekilmeden önce dünyadayken sık sık nefsi sorgulamayı akıllılık ve mü’minlik emaresi olarak zikretmiş; Hazreti Ömer Efendimiz de Allah Rasûlü’nden işittiği bu hakikati farklı bir üslupla seslendirerek şöyle buyurmuştur: “Ahirette hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin. Ötede amelleriniz tartılmadan önce burada kendiniz tartın. En büyük arz ve mahkeme için şimdiden gerekli hazırlıklarınızı yapın. Bilin ki, o gün huzura alındığınızda size ait hiçbir şey gizli kalmayacak ve bütün sırlarınız bir bir sayılıp dökülecek.”

*“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا buyuruyor Hazreti Ömer. Hesaplı yaşayın; tabir-i diğerle, riyâzî, yani matematikteki katiyetler ölçüsünde yaşayın. “Bu hayat tarzım, mülahazalarım, tefekkür, tedebbür, tezekkür dünyam riyâzî bir kat’iyette -Allah’ın izni ve inayetiyle- bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, öbür gün olmazsa daha öbür gün Cenâb-ı Hakk’ın rıza ufkuna ulaşmama vesile olacaktır.” yörüngesine bağlı bir muhasebe içinde yaşayın. Şayet böyle sürekli kendinizle uğraşma ve nefsinizi sorgulama yerine başkalarının kusurları arkasına takılır, onların eksiklikleriyle meşgul olursanız, şeytan sizi işgal eder.

Aynı delikten ikinci defa ısırılmamak için “hüsn-ü zan ama adem-i itimat!”

*Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, “Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.” buyurmuş; hâlis niyetli, müspet düşünceli ve güzel görüşlü olmayı İslam’ı hazmetmenin, onda derinleşmenin ve Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına bağlı yaşama enginliğinin bir alâmeti saymıştır. Evet, başkaları hakkında hüsn-ü zan en güzel ibadettir. Ama hususiyle günümüzde olduğu üzere, birileri sürekli yılan gibi ısırıyorlarsa, adem-i itimat mülahazasını da -eskilerin ifadesiyle diyeyim- nazardan dûr etmemek lazım.

*Evet, hüsn-ü zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmek ve hüsn-ü zanna kilitlenmek esastır. Fakat yine bir hadîsin ifadesiyle, “Bir mü’min bir delikten bir defa ısırılır.” Mutlak hüsn-ü zan eder, takılıp arkalarından sürüklenirseniz, fırsat bulunca sizi yine ısırırlar. Öyleyse, bir daha ısırılmamak için lazım gelen tedbiri, temkini almalısınız. Tasavvufun ilk basamağı teyakkuzdur; teyakkuza geçmelisiniz. Hüsn-ü zan ettiğiniz hususlarda sürekli negatif bir kısım tavır ve davranışlarla karşı karşıya kaldıysanız, bu defa Hazreti Pir’in verdiği ölçüler çerçevesinde, “hüsn-ü zan ama adem-i itimat” prensibini işletmelisiniz.

Dünyaya gönlünü kaptırıp ahireti elinin tersiyle itenler gibi olmayın!..

*İnsan sık sık kendini sorgulamaz ve nefis muhasebesinde bulunmazsa, şeytanın elinde bir oyuncak haline gelir. Şeytan onu bugün ayrı bir dünyevîliğe sevk eder, başka bir gün ayrı bir dünyevîliğe. Böylece o hiç farkına varmadan dünyanın câzibedar güzelliklerine kapılıp onların arkasından sürüklenebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ

“Kadınlar (kadınlar için de erkekler), oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (süslenmiş) cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 3/14)

*Her hal ve hareketiyle dünya peşinde koşan kimselere Kur’an şu şekilde hitap ediyor: كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Hayır, siz dünyaya gönlünüzü kaptırmışsınız, ahireti elinizin tersiyle itmişsiniz. Hesaptan haberiniz yok; kabirden, Münker Nekir’in sualinden, mizandan haberiniz yok. Gırtlağınıza kadar günah içindesiniz fakat hâlâ kendinize göre dinden bahsediyorsunuz. Âcile’yi (hazır ve peşin olanı) seviyorsunuz, gönlünüzü hemen olana kaptırmışsınız. Ahireti terk ediyor; yarını, öbür günü, daha öbür günü, berzah hayatını ve mahşeri görmüyorsunuz. Rıdvan’la sevineceğiniz hayatı görmüyorsunuz, cehennemle muazzeb olacağınız hayatı görmüyorsunuz. “Bugün, bugün, bugün…” diyorsunuz, Ömer Hayyam’ın ifadesiyle “Bir geçmiş gün için beyhude feryat etme / Bir gelecek günü boşuna yâd etme / Geçmiş, gelecek masal hep / Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme.” mülâhazasına bağlanıp her şeyi cismaniyet ve beden hesabına değerlendiriyorsunuz.

İlahi nusret umumiyetle arınmış kullara yetişir; arınmadıktan sonra ferec, mahreç ve nusret gelmez.

*İnsanın nefsini sorgulayarak istiğfar ve tevbeye yönelmesi ile sıkıntılardan kurtulup felah ve huzura ermesi arasında da sıkı bir münasebet vardır. Bundan dolayıdır ki, ayet ve hadislerde nusret talebinden önce istiğfar ve tevbe nazara verilmektedir.

*Ezcümle; yatsı namazından sonra okunması sünnet olan Bakara Suresi’nin son iki ayetinin ikincisinde şöyle buyurulmaktadır:

لاَ يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنْتَ مَوْلاَنَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

“(Onların bu dualarına karşılık Allah şöyle buyurdu: Ey mü’minler! Allah’ın, içinizde kurduğunuz niyet ve planlardan dolayı bile sizi sorguya çekeceğinden çok endişe duyuyorsanız, şunu da bilin ki:) Allah, kimseye kapasitesinin üstünde bir sorumluluk yüklemez; herkesin kazandığı (hayır) kendi lehine, işlediği (fenalık da) aleyhinedir. (Siz, şöyle dua edin:) ‘Rabbimiz, (Sana itaat etmeye çalışırken) eğer unuttuk veya kastımız olmadan bir yanlış yaptıysak, bundan dolayı bizi sorguya çekme! Rabbimiz, bizden önceki ümmetlere (zamanın, şartların ve mizaçlarının gerektirdiği terbiyeleri icabı) yüklediğin gibi, bize öyle ağır yükler yükleme! Rabbimiz, takat getiremeyeceğimiz hükümlerle bizi yükümlü tutma! Ve günahlarımızdan geçiver; bizi bağışla ve bize acı, rahmetinle muamele buyur! Sen, bizim efendimiz, yardımcımız, koruyucumuzsun; şu kâfirler güruhuna karşı ne olur, bize yardım et ve zafer ver!’” (Bakara, 2/286)

*“Kâfir” kelimesinin manası çok umumidir. Mutlak zikredildiğinde, kemâline masruftur ve Allah’ı inkâr edenler için kullanılmış olur. Fakat onun berisinde, nankör kimse için de istimal edilir. Kur’an’da insan için “kefûr” sıfatı zikredilmektedir; bu vasıf, çok nankör manasına gelir; zaten nan, ekmek ve nimet demektir; nankör de nimetin kadrini bilmeyen. Ayrıca, kâfir, bir şeyi saklayıp gizleyene denir. Bundan dolayı, tohumu toprağa gömüp saklaması açısından -şer’î manada değil, lügat itibarıyla- rençpere de kâfir denmiştir. Fıtratındaki inanma kabiliyetini, inanç istidadını setreden, vicdanını karartan, söndüren ve öldüren kimseler de bu manada kâfir olarak anılırlar. Onun için, “…kâfirler güruhuna karşı bize yardım et ve zafer ver!” (Bakara, 2/286) denirken hem ehl-i küfre hem de nankörlük içindeki kimselere karşı nusret talebi söz konusudur.

*Kur’an-ı Kerim, nebiler çevresinde saf bağlayıp mücahede eden “ribbiyyûn”un duasını aktarırken de istiğfar ve nusret münasebetine işarette bulunmaktadır:

وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلاَّ أَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

“Evet, onların bu durumda dedikleri sadece şu oldu: Ey kerîm Rabbimiz! Günahlarımızı ve bilmeyerek içine düştüğümüz aşırılıklarımızı affeyle; bizleri doğru yolda sabitkadem kıl ve küfr ü küfran içindekilere karşı bize yardım/zafer ihsan eyle!” (Âl-i İmrân, 3/147)

*Demek ki, arınmadıktan sonra ferec, mahreç ve nusret olmaz. Kendi kusurlarıyla meşgul olmayan için de arınma söz konusu değildir. Hata ve günahlarını itiraf edip Cenâb-ı Hakk’ın yarlığamasını dilemek, arınma kurnalarında yunup yıkanarak ilahi nusrete ehil hale gelmek çok önemlidir.

Arınma yolunda “istiğfar” bir başlangıçtır; onun devamı ve müntehası ise, “tevbe”, “inâbe” ve “evbe”dir.

*Bağışlanma talebinin sözle yapılanına “istiğfar” denir. İstiğfar; insanın, içine düştüğü bir hatanın pişmanlığıyla kıvranarak Cenâb-ı Hak’tan kusurlarının affedilmesini ve günahlarının bağışlanmasını istemesi, afv ve mağfiret dilemesi demektir. İstiğfar, bir başlangıçtır; onun devamı ve müntehası ise, tevbe, inâbe ve evbedir.

*Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhalefetten kurtulup, O’nun emirleri ve yasakları zaviyesinden, yeniden O’nunla muvafakat ve mutabakata ulaşma gayretidir.

*Tevbeden sonra inâbe ve evbe gelir. Bunların farklı tarifleri söz konusudur ama şöyle de denebilir: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir tevbe; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla O’nda fâni olma bir inâbe; O’ndan başka her şeye kapanma da bir evbedir. Birincisi, bütün mü’minlerin hâlidir ve ezanları da, وَتُوبُۤوا إِلَى اللهِ جَمِيعًا أَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ “Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!”dır. (Nûr, 24/31) İkincisi evliyâ ve mukarrabînin vasfıdır; kametleri de, mebde itibarıyla وَأَنِيبُۤوا إِلٰى رَبِّكُمْ “Rabbinize inâbe ediniz.” (Zümer, 39/54), müntehâ itibarıyla da وَجَۤاءَ بِقَلْبٍ مُنِيبٍ “Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi.” (Kaf, 50/33) beyanıdır. Üçüncüsü enbiyâ ve mürselînin hususiyetidir. Şiarları da نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ “O ne güzel kuldur! Çünkü o her zaman (Allah’a) rücûdaydı.” (Sâd, 38/30, 44) şeklindeki ilâhî takdir ve iltifattır.

*İnsanda böyle arınma niyeti, azmi ve cehdi olmalıdır ki Cenâb-ı Hak, vaad buyurduğu neticeyi ihsan eylesin:

فَآتَاهُمُ اللَّهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الآخِرَةِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

“Allah da onlara hem dünya mükâfatını, hem de en güzel âhiret mükâfatını verdi. Elbette Allah, (böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmışları) sever.” (Âl-i İmrân, 3/148)

“Sana ulaşan her iyilik Allah’tandır; başına gelen her fenalık ise nefsindendir.”

*Hakikî bir mü’min, bütün iyilik, güzellik ve başarıların Allah’tan geldiğini, kötülük ve musibetlerin ise nefsinden kaynaklandığını bilir. Zira çok açık ve net bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisâ, 4/79) Bu inanç, bir taraftan Allah’a karşı hamd, şükür ve sena hissini tetikler; diğer yandan da istiğfar, tevbe, inâbe ve evbe duygusunu harekete geçirir.

*Ceza umumiyetle insanın amelinin cinsinden olur. Bu itibarla da insan şayet bir karıncaya basmışsa, sonraki musibeti ondan bilmeli; “Demek ki ben bir karıncaya bastım, benim de tepeme bastılar!” demelidir.

*Evet, insan o kadarcık bir günah bile işlemiş olsa, “Demek ki başıma inen bu balyoz ondan!” demesini bilmelidir. Şayet bir şahıs, başına gelen olumsuz hadiseleri kendinden bilmezse, hiç durmadan dışarıda suçlu arar. Kendi suçlarını örtmek, perdelemek ve unutturmak için, sun’i gündemler oluşturur; başkalarını kusurlu ve kabahatli gösterir.

Herkes kendi dairesinden sorumludur; alanındaki her musibete “Benim yüzümden oldu!” diye bakmalıdır!..

*Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. اَلْإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَالرَّجُلُ رَاعٍ فِي أَهْلِهِ وَهُوَ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. وَالْمَرْأَةُ رَاعِيَةٌ فِي بَيْتِ زَوْجِهَا وَمَسْؤُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا. وَالْخَادِمُ رَاعٍ فِي مَالِ سَيِّدِهِ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَكُلُّكُمْ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İmam (idareci) çobandır ve güttüğünden mesuldür. Erkek ailesinin çobanıdır, elinin altındakilerden mesuldür. Kadın, evinin çobanıdır, yeddiklerinden mesuldür. Hizmetçi de, efendisinin malından mülkünden sorumludur.”

*Bu açıdan bakılınca, şayet bir köyde imam veya muhtar yönlendirici insan konumundaysa, oraya bir sel geldiği, bir çığ düştüğü zaman, o imam ya da muhtar “Benim yüzümden oldu!” demelidir. Muhtar köyünden mesul olduğu gibi devletin başındaki insan da bütün halkın mesuliyetini uhdesine almıştır; herhangi bir kurumun ya da birimin idarecisi ise, bilhassa kendi dairesinden sorumludur. Herkes şahsî kusurlarının, özellikle kendi vazife ve sorumluluk dairesinde bir kısım menfi hadiselere sebebiyet verebileceğine inanmalı, bundan korkmalı ve temkinli yaşamalıdır.

*İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki, “Hazreti Ömer’i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım! Ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme.” (Hangimiz memleketin başına gelen bela ve musibetleri kendi günahlarımızdan biliriz. Kaçımız “Bu kuraklık benim günahlarım sebebiyledir. Bu bela ve musibetler benim yüzümden milletin başına yağıyor. Allahım beni affet. Günahlarım yüzünden masum insanları mahvetme” deriz?) Evet, kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer’e müracaat etti. Yağmur duasına çıkmasını istediler. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas’ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle” dedi. O’nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas’ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver.” Sahabi diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla, selle birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer’in bu tavrı, öncelikle mahviyet, tevazu ve sorumluluk duygusundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas’a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk’ın muradı görmesinin neticesiydi.

“Âlemin lekeleri senin yağlı karalarını unutturmasın! Yoksa maiyyetin kokusunu duyamazsın!”

*Geçen haftalarda burada da arkadaşlarınız yağmur duasına çıktılar ama bu defa kar talep ettiler. Bir tanesi, her şeyi kendinden biliyor; söylediğine göre, onlara iltihak etmiyor; “Ben bu cürmümle onlara iltihak edersem, o dualar yüzlerine çarpılır, kabul edilmez. Gelecekken yağmur gelmez, gelecekken kar gelmez!..” diyor. Fakat az ötede hıçkıra hıçkıra ağlıyor; dövünürcesine, “Ne olur ya Rabbî, ellerini kaldıran bu arkadaşları benim yüzümden mahcup olarak geriye döndürme; sevindir onları, gülsün yüzleri!..” diye dua ediyor.

*Konumunun hakkını vererek, insanın bütün olumsuzluklar karşısında böyle demesi, böyle düşünmesi, meseleye böyle bakması ve kendisini böyle sorgulaması icap eder. “Bakma yâ Rab sevâd-ı defterime / Yak yakacaksan onu benim yerime!” Şayet, kendinize öyle bakmazsanız, terakki yolları tıkanır önünüzde; Allah’la münasebete geçemezsiniz, maiyyetin kokusunu alamazsınız, aşk u iştiyak nedir bilemezsiniz, Allah’a karşı özleme hissi nedir bilemezsiniz. Camiye gidebilirsiniz, hacca da gidebilirsiniz, oruç da tutabilirsiniz. Fakat bu kadar dünya levsiyatı içinde kirlenmişseniz ve kiri de başkalarında arıyorsanız şayet, Allah’la münasebetten fersah fersah uzaksınız demektir.

*İnsan kendi hata ve kusurlarına yoğunlaşmalı; onları telafi etmeye ve gidermeye çalışmalıdır. Yoksa kendisi darmadağınık yaşadığı halde, başkalarının şöyle böyle eğri-büğrü halleriyle, küçük kırılmalarıyla meşgul olup durur. El-âlemin bir kısım küçük kusurlarına konsantre olunca da kendi olumsuzluklarını hiç göremez.

*İnsan, kusurları ve günahları açısından kendisine derin ve kuşatıcı bir bakışla bakmalı; en küçük olumsuzluklarını Everest Tepesi kadar büyük görmelidir. Hani bir Hak dostu diyor ya, “Beni günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan” Kendine öyle bakmak lazım.

Ahiretinden hiç endişe etmeyip emniyet içinde yaşayanlar akıbetlerini tehlikeye atmış olurlar.

*Vakıa, ümidini yitirmemek ve reca hissini hep canlı tutmak da bir esastır. “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) Bu reca hissini de yitirmemek lazım.

*Dağlar cesametinde mesâvîsini görmeyen ama başkalarının sinek kanadı kadar kusurlarına takılan akılzedeler var. Akılzedeler… Hep başkalarının kusurunu kovalar dururlar fakat bir bataklık içinde sürüm sürüm olduklarının farkına varamazlar.

*Emniyet ve güven içinde yaşayanlar akıbetlerini tehlikeye atmışlardır. Burada O’ndan korkup tir tir titreyen yürekler ise öbür tarafta emniyetlerini teminat altına almış olurlar. Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste “İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem.” buyurmaktadır. Evet, dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar, orada korkularla kıvranacak; burada havf (korku) içinde yaşayanlarsa, ahirette sürekli emniyet ve huzur yudumlayacaklardır.

Bamteli: ŞEFKAT YÂ HÛ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları dile getirdi:

Mesleğimizin Esası Şefkattir

*İlahî ahlakla ahlaklanmalı; şefkatli ve merhametli olmalı. Aksi halde, “Madem O Şefik, Refîk, Latîf, Rahmân, Rahîm… Neden O’nun o geniş dairedeki tecellilerinden hissenize düşeni alma gayreti içinde değilsiniz?!.” derler.

*Aslında bizim mesleğimizin esası şefkattir. Bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye içinde bulunanların hareket güzergâhları tefekkür ve ufukları da şefkattir. Ancak bu iki esas çizgi korunduğu takdirde acz, fakr, şevk ve şükür anlaşılır.

*Esasen tedebbür, tezekkür ve tefekkür, İslam dünyasının yitikleri haline gelmiş. Düşüncesizlik marazına müptela İslam dünyası, korkunç bir şefkatsizlik içinde bulunuyor; tabir-i diğerle, merhametsizlik akıntısına kendisini kaptırmış gidiyor.

Yalan bir lafz-ı kâfir; büyük günahları mahzursuz görmek de küfürdür.

*Bediüzzaman hazretleri, “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir.” der. İnsan bir kere yalan söylerse, günah-ı kebâir işlemiş olur. Tevbe edince, Allah yarlığar onu, affeder. İki kere yaparsa, Allah affeder; elverir ki kendisine dönsün. Fakat şayet bu işi mahzursuz gibi yapıyorsa, o kâfir olur!.. Bile bile iftira ediyorsa, kâfir olur; bile bile isnatta bulunuyorsa, kâfir olur; isterse Müslüman geçinsin, kâfir olur. Kebâiri mahzursuz görmek küfürdür.

*Onca zulüm işleniyor ama bütün bunlar karşısında zerre kadar insanî duygu ve düşünce seslendirilmiyor. Bir tepki yok. Peygamber’e hakaret ediliyor, “gurura kapıldı” deniliyor, bir tepki yok. Kur’an’a “gırgır” deniliyor, bir tepki yok. “Falan, Allah’ın vasıflarını hâiz!” deniyor, bir tepki yok. Oysa bu türlü şeyler karşısında sükût dilsiz şeytanlıktır. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Yuf bu türlü ruhları taşıyan insanlara!..”

“Onlar, başka değil, hayvanlar gibidirler; belki onlardan daha aşağıdırlar.”

*İslam dünyasında, bilhassa güç ve iktidarı ellerinde bulunduranlar, insanların şerefleriyle, haysiyetleriyle, diyanetleriyle, nefisleriyle, mallarıyla, canlarıyla, hürriyetleriyle oynuyorlar. Asıyorlar, kesiyorlar; insanî haklarından mahrum ediyorlar; hürriyetlerini ellerinden alıyorlar. Kendileri gibi düşünmeyenlere karşı, Lenin gibi hareket ediyorlar, Hitler gibi hareket ediyorlar, bugüne kadar gelmiş Tiranlar gibi hareket ediyorlar. Manzara bundan ibaret; korkunç bir şefkatsizlik nümayan. Başka dünyalar çok alakadar etmez bizi. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ortaya döktüğü yakut, zebercet, zümrüt gibi temel disiplinlerden habersiz olduklarından dolayı onları -mazur görme değil- görmezlikten gelme bir esas olmalı. Fakat “Ben Müslümanım” diyen insanlar bunu yapıyorlarsa, “Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler; belki yolca daha sapıktırlar.” (Furkan, 25/44)

*Hayvanlar günümüzün zalimlerinden daha insancıl davranıyorlar. Bir belgeselde görmüştüm: Bir panter bir maymunu derdest ediyor. Hayvancık hamlini vaz’ etme faslına yakınmış. Öyle şiddetli bir heyecanla hamlini vaz’ ediyor. Panter, doğan yavruyu görür görmez boğazından sıkıp öldürdüğü annesini hemen bırakıyor. O yavrunun üzerine eğiliyor, yalıyor, kokluyor, ağzına nefes veriyor. Dönüp böyle acı acı mahrumiyet, mağduriyet, beceriksizlik, çaresizlik içinde sağa-sola bakıyor; adeta “Ben ne yapmalıyım?” diyor. Ben onu okudum onda. “Ben buna daha ne yapmalıyım?” Şimdi vahşi bir hayvanın bile etini yemek için avladığı bir hayvanın yavrusuna karşı duyduğu şefkat!.. Sizin dünyanız sayılan o dünyada serkarlar onun onda birini duymuyorlar. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler; belki yolca daha sapıktırlar, onlardan daha aşağıdırlar.” (Furkan, 25/44)

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللَّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ فِي الْأَمْرِ كُلِّهِ

“Şüphesiz Allah, refîktir (merhametli ve şefkatlidir); her işte mülayemeti, rahmet ve şefkatle muameleyi sever.”

Ciğerini heva-i nefsine ısırtmış insanlar öyle çaresiz bir hummaya tutulmuşlardır ki, o marazın dermanı yoktur!..

*Bütün yalanları, iftiraları, saygısız lafları söylettiren ve bütün merhametsiz, şefkatsiz, insafsız fiillere sebebiyet veren, heva-i nefistir. Muzaffer el-Kirmanşahî der ki: “Hevâ yılanı akıttı gönlüme zehirini / Ne tabib var derdime ne bir nefesi kuvvetli / Sadece delicesine sevdiğim o Yar var ki / Ondadır efsunum, Ondadır kalbimin merhemi.” Evet, ciğerini heva-i nefsine ısırtmış insanlar öyle çaresiz bir hummaya tutulmuşlardır ki, o hummanın dermanı yoktur.

*Hep “saray.. saray.. saray..” veya “para.. para.. para..” diyenler, kalbini hevâ-i nefse ısırtmış kimselerdir. Onlar kendilerine şöyle ya da böyle muhalefet edenlere değişik ad ve unvanlar takmak suretiyle konuyu değiştirerek kendi mesâvîlerini kapamak isteyen densizlerdir. Bağışlayın, o vandallar, mesâvîlerini setretmeye matuf hiç olmayacak şeyler söylerler. Böylece isyan deryasına yelken açan ve filosuyla, gemisiyle, sarayıyla, servetiyle, kaçırdığı paralarıyla, dolarlarıyla, riyalleriyle, altınlarıyla, gümüşleriyle mesut yaşayacağını zanneden hevaperesler katiyen huzur yudumlayamazlar. Kafalarını saran, nöronlarına gelip oturan istikbal ve akıbet endişesi onları öyle kıvrandırır ki gafletle kendilerini eğlenceye verirler.

*Hadis olarak rivayet edilir: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle diriltilir ve haşredilirsiniz.” Nasıl, hangi duygu ve hangi anlayışla yaşıyorsanız, o hal üzere ölür, öyle dirilir ve o muameleyi görürsünüz.

*Sultan İkinci Ahmed, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şunları söyler: “İftirakınla Efendim bende takat kalmadı!” Efendim kim? Mutlak zikir kemâline masruftur, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yahpâre oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı / Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza / Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.”

*Sultan Ahmed Camii yapılırken, Efendiler Efendisi’nin (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) kadem-i pâkini sorguç gibi tacına takan Sultan Ahmed cennetmekan aleyhir-rahmetü ve’l-gufran hazretleri de eteklerine taş doldurup işçi ve ırgatlarla beraber taş taşımaktaydı. Amele gibi çalışırken şöyle diyordu: “Allahım, Ahmed kulunun günahlarını mağfiret eyle; bu hizmetini de kabul buyur!” Ceddiniz buydu sizin. Onlar, cihana hükmettikleri dönemde neyin mahkûmu, neyin bendesi, neyin kulu olduklarının da farkındaydılar.

İkaz Görünümlü İlahî İltifatlar

*Şefkat Peygamberi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olduğu, Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyetlerinde ifade edilmektedir: Enbiyâ sûresindeki وَمَآ اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” âyet-i kerimesi bu hakikati açıkça seslendirir.

*Mahbûb-u Âlem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin!” (Kehf, 18/6) ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer ayet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin!” (Şuara, 26/3), “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.” (Tâ Hâ, 20/2) şeklinde hitap etmektedir.

*Aslında, bu ilahî hitaplar da Allah Rasûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkûr ayet-i kerimeleri Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını ta’dil eden ve onu îkaz için inen birer ilahî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda ta’dil ve tembih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir tebcil, takdir ve iltifat da vardır.

Vandallar ne derlerse desinler, dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor.

*Dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor. Şimdiye kadar belki elli tane kitap yazıldı. Bu bir ay içinde buraya dünya çapında popülaritesi olan insanların yazdığı bir hayli kitap geldi. Hareket’le alakalı pek çok doktora yapılmış, Düşününüz; dünyanın değişik yerlerinde vazife gören, aynı zamanda duygu ve düşünce açısından da farklı olan yüksek akademisyenler Hareket hakkında ve Hareket’in dünya adına vadettiği şeylerle alakalı doktoralar yapıyor, konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor. Bu adamların hepsi aklını peynirle yemiş; sadece İslam dünyasında bazı ülkelerde bir kısım vandallar, ahmaklar doğruyu görüyor ve diğerlerinin gördüklerini yanlış sayıyorlar!..

*Cenâb-ı Allah, ahirette vereceklerini vermemek için zalimlere dünyada mehil verir; mazeretleri tükeneceği âna kadar onları refah içinde yaşatır. O haramîlik yapar, milletin alın teriyle kazandığı şeylerin gidip tepesine konar, kanun nizam tanımaz… Allah Teâlâ bir süreye kadar imhâl eder. Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zâlime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünü şu ayeti hatırlatarak noktalar: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Rabbin, zulme dalıp gitmiş ülkeleri kıskıvrak yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun derdest edip yakalaması pek acıdır, çok çetindir.” (Hûd 11/102)

Bizim mesleğimizde düşene vurulmaz. Vahşilere dahi insanca davranacaksınız!..

*Zulmedenler bir gün mutlaka çer-çöp gibi savrulacaklar, hiç tereddüdünüz olmasın. Fakat meseleyi konunun başındaki şefkat mülahazasına bağlayarak ifade edelim: Düşene vurulmaz bizim mesleğimizde. Sizin yüzünüze merhamet dilenircesine bakan insanlara merhametsizlik yapılmaz. Düşene tekme atılmaz. “Oh oldu!” denmez. “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur!” denmez. Belki şefkat edilir; hala bir kurtulma imkânları varsa şayet, ellerinden tutulur. Çünkü insanız biz; ahsen-i takvimin timsali insan…

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir fakat şefkat kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını dahi kullanmamalıdırlar. Hazreti Pir’in bu düşünceye bağlı anahtar ifadelerinden biri “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanmasıdır. Evet, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Demek ki, eğer size ikab ederlerse, işkence yaparlarsa, eziyette bulunurlarsa, misliyle mukabele hakkınız vardır. Bu, hakkın, adaletin, doğru olmanın, dini doğru yaşamanın gereğidir. Fakat bir mü’minin -mukabele de olsa- asla yapamayacağı davranışlar söz konusudur. Bununla beraber ayet-i kerime bize daha yüksek bir ufuk göstermektedir: “Dişinizi sıkar sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

*Evet, size nasıl eza ettilerse, aynı eza ile mukabelede bulunmanız hakkınızdır. Fakat sabrederseniz, aynıyla mukabelede bulunmazsanız, civanmertçe bir tavır takınırsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz sizin için daha hayırlı olan yolda yürüme mecburiyetindesiniz.

*Nasıl ki bedelsiz, karşılıksız bir hizmete dilbeste olup engin bir şefkat ve aşkın bir adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir yanına gittiniz. Oralarda bir ırgat, bir amele gibi çalışıyor ve yeni bir dünya oluşturmaya gayret ediyorsunuz. Hani seslendiriliyor ya o olimpiyatlarda: “Yeni bir dünya!..” Yeni bir dünya inşası peşinde koşuyorsunuz. Aynen öyle, size kötülük yapanlara karşı da o şefkati ortaya koymalısınız. Onlar bir gün gelip de hazana maruz birer tıbn-i bîkarar, sağa-sola savrulan yapraklar gibi savrulacaklar ama siz o yapraklar karşısında da şefkatinizi sergileyecek ve onlara basmayacaksınız. Belki alıp koklayacaksınız. “Biz böyle bilmiyorduk sizi!” diyeceksiniz. Onların sizden özür dilemelerine fırsat vermeyecek, “Siz bir şey yapmamıştınız, belki konumunuzun gereği olarak öyle davranıyordunuz!” diyeceksiniz. Diyecek ve hep insanca davranacaksınız. İnsanca davranmayanlara karşı da tavrınızı bozmayacak ve vahşice davrananlara bile insanca davranacaksınız.

Bamteli: “ALLAH’ADIR TEVEKKÜLÜMÜZ, İTİMADIMIZ!..”

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları dile getirdi:

Sıkıntılar ve gadredenler dökülür yollarda kalırlar; Hakk’a müteveccih yaşayanlar ise, gidip O’na ulaşırlar!..

*“Her şey Sen’den, Sen ganisin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm! / Hem evvelsin hem âhirsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm!” Yüzler O’na müteveccih bulununca, hiç utanmayacakları ve mahcup olmayacakları şekilde yaşamış; hızlana düşmeyecekleri ve “Eyvah, keşke!..” demeyecekleri bir hayat sürmüş olurlar. O’na yönelmiş gönüller de sıkıntılarla karşılaşabilir ve yakın takibe alınabilirler. Fakat sıkıntıların ve gadredenlerin hepsi dökülür yollarda kalır; Hakk’a müteveccih yaşayanlar ise, gider O’na ulaşırlar. O’na ulaşılınca yolda çekilenlerin hepsi bir yönüyle birer menkıbeye dönüşür; vuslata erenler öbür tarafta karşılıklı koltuklara gerilir ve menkıbevâri o hadiseleri tebessümlerle birbirlerine anlatırlar.

*Hazreti Pir, bu hakikati Risale’de şöyle ifade ediyor: “Dünyada ‘El-hubbu fillâh’ hükmünce salih ahbaplara muhabbetin neticesi, Cennette عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ “Karşılıklı kurulmuş koltuklarda” (Hicr Sûresi, 15/47; Sâffât Sûresi, 37/44) ile tabir edilen, karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup, hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette, dünya maceralarını ve kadîm olan hatıralarını birbirine nakledip eğlendirmeleri suretinde, firaksız, sâfi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbaplarıyla görüştüreceği, Kur’ân’ın nassıyla sabittir.” (Otuz İkinci Söz) Onlar birbirlerine tebessümlerle naklederler olanları: Yezid’ler üzerimize gelmişlerdi; Haccac’lar bize saldırmışlardı; Robespierre’ler bizim için darağaçları kurmuşlardı. Bütün bunları tatlı birer menkıbe şeklinde birbirlerine nakleder ve birbirlerine karşı tebessümler yağdırırlar.

*Hazreti Adem’den (aleyhisselam) günümüze kadar hiç eksik olmadı o muhalif rüzgarlar, o her şeyi saçıp savuran fırtınalar. Fakat Allah’a itimadı kavî olan kimseler çınarların bile devrildiği dönemlerde hep dimdik durdular. Dikleşmediler ama davaları adına hep dimdik durdular; dimdik durdu ve arkadan gelenlere örnek oldular.

Biz Allah’a tevekkül ettik; elinizden geleni ardınıza koymayın!..

*Kur’ân-ı Kerim en korkunç hadiseler karşısında dahi peygamberâne duruşu pek çok misalle anlatır. Bu cümleden olarak;

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ مَقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللَّهِ فَعَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُوا أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُوا إِلَيَّ وَلاَ تُنْظِرُونِ

“Onlara Hz. Nuh’un ibret dolu kıssasını (özetle) anlat: O, halkına şöyle demişti: “Ey halkım! Eğer mevcut konumumla aranızda bulunmam ve Allah’ın âyetlerini okuyup onlarla öğüt vermem size ağır geliyorsa, şunu bilin ki ben, yalnızca Allah’a güvenip dayandım. Siz de bir araya gelip, bana karşı nasıl bir yol izleyeceğiniz konusunda anlaşın ve Allah’a ortak tanıdıklarınızı da yardımınıza çağırın. Böyle yapın ki, sonra keşke şöyle yapsaydık, böyle yapsaydık demeyesiniz! Sonra da, bana hiç mühlet vermeden, hakkımdaki hükmünüzü hemen uygulayın!” (Yunus, 10/71)

*(Hazreti Nuh aleyhisselam gibi derim.) Ben, yalnızca Allah’a güvendim, dayandım. Bir araya gelip, bana karşı nasıl bir yol izleyeceğiniz konusunda anlaşın ve ortaklarınızı da yardımınıza çağırın. Bütün hilelerinizi, komplolarınızı toplayıp üzerime gelin. İçinizde bir ukde kalmasın; ‘Şunu da yapsaydık!’ demeyecek şekilde, neyiniz varsa, bütün imkanlarınızla gelin ey Robespierre’ler, ey Yezid’ler, ey Haccac’lar, ey Allah’tan korkmayan Tiran’lar!..

*Seyyidinâ Hazreti İbrahim ve ona inananlar Allah’a tevekküllerini şöyle dile getirmişlerdir:

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mümtehine, 60/4-5)

*Hazreti İbrâhim, “Rabbim Sana tevekkül oldum, Sana yöneldim, inâbe ettim; sonuçta varış da zaten Sanadır.” diyor. Kendisine karşı komplo ve tuzak fasit dairelerinin birbirini takip ettiği dönemde bütün Nemrut’lara, Robespierre’lere, Yezid’lere karşı meydan okurcasına dimdik duruş örneği sergiliyor. Adeta sonraki nesillere “İşte böyle durun, Allah böyle durmaktan razı oluyor.” diyor.

*O tertemiz soluklardan bir başkası (Hazreti Şuayb aleyhisselam) aynı duruşu şu ifadelerle seslendiriyor:

عَلَى اللّهِ تَوَكَّلْنَا رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَأَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِحِينَ

“(Siz ne yaparsanız yapın, ne derseniz deyin) biz, Allah’a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizimle şu halkımız arasında hükmünü ver ve hakkı ortaya koy; hiç şüphesiz Sen, gerçeği en doğru ve en hayırlı biçimde ortaya koyansın.” (A’râf, 7/89) O da içini Allah’a karşı böyle döküyor ama dimdik duruyor, eğilmiyor: Allah’a tevekkül oldum, işimi O’na tevekkül ettim. Allahım benimle kavmim arasında fatih Sensin, müfettihu’l-ebvâb Sensin; çöz, açılmayan kapıları çöz, paslanmış bu kilitleri çöz, bir ferec, bir mahreç lütfet!..

Tasalanmayın; Allah bizimle beraberdir!..

*Allah’ın (celle celâluhu), Firavun’un ordularından kaçan Hazreti Musa’ya yardımı da ıztırar diliyle yapılan duaya icâbet gibidir. Öyle bir anda Hazreti Musa, إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ “Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” (Şuarâ, 26/62) diyerek Allah’a yönelmiş ve bunun üzerine Cenâb-ı Hak da “Biz Mûsâ’ya, ‘Asânı denize vur!’ diye vahyettik.” buyurmuştur. Hazreti Musa, asâsını yere vurunca deniz koca dağlar gibi dalgalar halinde yarılıp açılmış, o ve beraberindekiler denizin ortasından geçip gitmiş ve fevkalade bir ihsanla sahil-i selamete ermişlerdir.

*Hicret esnasında Allah Rasûlü’nün yolu Sevr’e uğramıştı. Kendisini takibe koyulan Mekke müşrikleri bir aralık gölgeleri içeriye düşecek ve tehditleri Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılanacak kadar yaklaşmışlardı. Arada bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu ve Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Rasûlü’nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve O’nun adına endişe ediyordu. Hâlbuki Allah Rasûlü’nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itminan ve emniyet insanı, dostunu teselli ederek, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe, 9/40) diyor ve ekliyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” Siz artırarak söyleyebilirsiniz: Üç iseniz, dördüncüsü -unutmayın- sizi gözeten Allah’tır, dört iseniz, beşincisi Allah’tır… İnsanlığın İftihar Tablosu, orada kendi yakîn, tevekkül, teslim ve tefvizini ifade etmenin yanı başında, aynı zamanda rehberliği açısından bize düşünmemiz, dememiz, etmemiz gerekli olan hususlar mevzuunda da bir ders veriyor: Musibetler karşısında ye’se ve gevşekliğe düşmeyin; “Tasalanmayın! Allah bizimle beraberdir.”

Surda gedik açıldı bir kere Allah’ın izniyle; fethin yolu göründü!..

*“Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner / Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider.” (Enderûnî Vâsıf)

*Yine Enderûnî Vâsıf’tan:

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”

*Başınıza gelip musallat olan bu şeyler, ne kadar devam ederse etsin, bir gün mutlaka geldiği gibi gider. Ve aslında onlar size edenlere eder; onların ahiretlerini, ukbâlarını, berzah hayatlarını karartır; sizin için de bir yönüyle vesile-i necât olur. Öyle olsun inşaallah.

*Sarsılmamalı, paniğe kapılmamalı, yürüme ahengimizde duraklamaya girmemeli. Belki vites değiştirmeler olabilir; çünkü yollar hep aynı, dümdüz, şehrah değildir. Bazen rampalar olur, bazen virajlar olur. Onun için, yolun keyfiyetini nazar-ı itibara alarak vitesi bazen üçe takarsınız, bazen dörde takarsınız, bazen de beşe, altıya, yediye takarsınız; bazen ona takacağınız yerler de olur. Gerektiğinde vites değişikliğine gitmeli ama mutlaka yürümeli, Allah’ın izni ve inayetiyle.

*Biliyorsunuz, şair-i şehirimiz Necip Fazıl “Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes / Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es!..” diyor. Rüzgara “kahpe” diyor; “ey kahpe fırtına” demek belki daha iyi olur ama bir hece fazla oluyor. Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes; ey kahpe rüzgar -Yezid’lerin, Haccac’ların, Tiran’ların estirdikleri, gelip geçici, sun’i rüzgarlar- hangi taraftan esersen es!.. Surda gedik açıldı bir kere Allah’ın izniyle; fethin yolu göründü!.. Neyin fethinin yolu? Gönüllerin fethinin yolu.. herkesin İslamiyet’e açılmasının yolu.. İslam’ın dırahşan çehresinin görünmesinin ve insanların vicdanında imrenme duygusu uyarmasının kapıları ardına kadar, kale kapıları gibi açıldı Allah’ın izniyle.

Sizin yürüdüğünüz yolda kaybetme söz konusu değil; sarayınız yok ki arkada bıraktığınızda üzüntüsünü yaşayasınız!..

*Maiyyet-i ilahiyeye eren bir insan hiç tasalanmamalı; çünkü o kaybettiği yerde en büyük şeyi kazanmış olur. Hani Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) 70 kadar kurrâ hafızı, irşad ekibi olarak Âmir ibni Tufeyl’in kabilesine göndermişti. Aralarında Hazreti Enes’in dayısı ve Ümmü Süleym’in kardeşi olan Haram ibni Milhan da vardı. Hazreti Haram, Allah Rasûlü’nü ölesiye sevenlerden ve O’nu başkalarına da tanıtıp sevdirmek için gözünü kırpmadan canını feda edecek yiğitlerden biriydi.

*Haram ibni Milhân, Âmir b. Tufeyl’in kabilesine varınca önce onu dinleyecek gibi yaptılar; fakat hak ve hakikatleri anlatmaya başlayıp Rasûl-ü Ekrem’in gönderdiği mektubu onlara uzatınca bir süre eli havada kaldı; sonra Âmir mübarek mektubu öfkeyle kapıp yırttı ve yere attı; aynı anda bir adamına “öldür” işareti yaptı. Tam o esnada talihsiz bir mızrak Allah Rasûlü’nün elçisinin sırtından girip göğsünden çıkıverdi. Zaman durmuştu sanki, herkes vücudundan kan fışkıran sahabîye bakıyordu. Haram ibni Milhan etrafındaki müşrikleri şöyle bir süzdü, sonra göğsündeki mızrağa baktı; akan kanını avuçlayıp yüzüne gözüne sürmeye başladı. Nihayet ruhunun ufkuna yürüyeceği sırada Maûne vadisini çınlatan bir ses yükseldi dudaklarından: “Füztü ve Rabbi’l-Ka’beti” Büyük sahabi, Cennet manzaralarına dalıp gitmiş gibi tebessüm ediyor ve hainlerin içine korku salan bir edayla “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, kurtuldum, ben kazandım!” diyordu.

*Evet, o büyük sahabî ihanet eden insanlarla savaşırken sinesinden bir mızrak yiyor. Adeta bir “lâ” haline geliyor mızrağın üzerinde. Hazreti Hamza’nın şehadeti de öyledir. “Lâ” yok olmayı resmeder; insan yok olduğu an, gerçek varlığa erer. Orada dudaklarından dökülen ve çevrede yankılanan şu mübarek ses: “Fevz u necata erdim, kurtuldum, Kabe’nin Rabbine yemin olsun!..” Bir insanın son noktası buysa, onun için kaybetme söz konusu olamaz. Sizin yürüdüğünüz yolda kaybetme mevzubahis değildir. Sarayınız yok ki arkada bıraktığınızda üzüntüsünü yaşayasınız. Yatınız yok ki arkada bıraktığınız zaman üzüntüsünü yaşayasınız. Geminiz, filonuz yok ki arkada bıraktığınız zaman üzüntüsünü yaşayasınız!..

Elmas ile kömür ruhluların ayrılmaları için ince eleklerden geçiriliyorsunuz!..

*Allah (celle celaluhu) sevdiği kullarını da imtihan eder. Onların içine şöyle böyle belli beklentilerle bazıları sızmıştır. Onlar da hüsnüzanlarına yenik düşerek bazılarını kendileriyle aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşıyor sanmışlardır. Bunlara “hüsnüzanzede” denir; hüsnüzan beslerler bunlar, fakat yanılmış olurlar. Hazreti Pir der ki: “Biz ki Müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız.” Bu Efendimiz’e ait mübarek bir beyanın da icmalen ifadesi gibidir: اَلْمُؤْمِنُ غِرٌّ كَرِيمٌ وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيمٌ “Mümin, aldansa da aldatmayı asla düşünmeyen ve şartlar ne olursa olsun her zaman kendi karakterini sergileyen bir asil; fâcir ise, türlü türlü ayak oyunlarına teşebbüs etmekten hiçbir zaman sıkılmayan seviyesiz bir zelildir.”

*Allah (celle celaluhu) elmasın kömürden ayrılması içi sizi değişik imtihanlara tabi tutar. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلَاءِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِهِ كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ

“Sizden birisinin kendi altınını ateşte eriterek temizleyip saflaştırdığı gibi, kullarını en iyi bilip tanıyan Allah Teâlâ da sizi musibetlerle imtihan eder.”

*Kur’ân-ı Kerim’de

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ

“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155) buyrulmak suretiyle, insanın çok farklı imtihanlara maruz bırakılacağı ifade edilmiş, daha sonra da, bu belâ ve mihnetlere sabredenler müjdelenmiştir. Buna göre ibadetler insanın derecesini yükselttiği gibi, menfî ibadet sayılan imtihanlar da sabredildiği takdirde insanı günahlarından arındırır ve onu en yüce ve yüksek makamlara çıkarır. O hâlde Allah’ın insanları imtihandan imtihana sürüklemesi ve onları farklı imtihan unsurlarıyla test etmesi karşısında mü’mine düşen vazife, maruz kaldığı her imtihanda dişini sıkıp sabretmesi; ayrıca bu durumu kendisiyle yüzleşme, kendini bir kere daha gözden geçirme ve iyi bir kıvam sergileyip sergileyemediğinin muhasebesini yapma adına bir fırsat bilmesidir.

Size durmak yakışmaz! Bir yerde önünüz kesilse başka on yerde bayrağınızı dalgalandırmalısınız!..

*Onunla bununla tehdit edilmelerine rağmen “aktif sabır”la sabredenler müjdeleniyor. “Yakarız, canınıza okuruz, içeriye atarız; kanun-nizam tanımayız, kapıları kırarız, içeriye alırız; sizi mahkum etmek için sonradan kanunlar çıkarırız, canınıza okuruz; neslinizin kökünü keseriz!” derler. Bu türlü sözler dünden bugüne Firavun’lar, Nemrut’lar, Yezid’ler tarafından denmiştir, deniyor, kıyamete kadar da denecektir.

*Yezid’lerin, Haccac’ların tuğyanı bugüne kadar durmadığı gibi şimdi de durmuyor; bundan sonra da durmayacak, devam edecektir. Onlar durmuyorlarsa.. Nerede durmuyorlar? Bâtıl bir yolda.. patikalarda durmuyorlar. Komplo peşinde koşuyor, durmuyorlar. Siz de gözünüzü Cenâb-ı Hakk’ın rızasına veya aşk u iştiyakına dikmiş, ihlasla o yolda koşturuyorsunuz. Şehrahta yürüyorsunuz. Size durmak yakışmaz. Onlar bir yerde önünüzü kestilerse, size on yerde o bayrağı dalgalandırmak düşer.

*Nitekim Allah (celle celaluhu) önünüzü açtı; sadece mübarek vatanımızda -daussılasıyla hatırladığım zaman gözlerimin yaşla dolduğu benim mübarek Anadolu’mda- o dünya insanını bir araya getiren festivalleri engellediler. Fakat yirmi ülkede altmış yerde festivaller -Allah’ın izni ve inayetiyle- yine oldu.

*Gelecek yıllarda ahvâl-i âdiyeden olarak göreceksiniz siz bunları. Dünyanın yüz yetmiş ülkesinde aynı şeyler yapılacak. Şarktan garba gûnagûn insanlar bir araya gelecek, muânaka ve musafaha yapacaklar; birbirini tanımayan o insanlar orada tanıdıklarından dolayı birbirlerini alınlarından öpecekler. Böylece elin âlemin, şeytanın dürtüleriyle insanları öldürmek üzere icat ettikleri atom bombaları, hidrojen bombaları, midrojen bombaları, bilmem daha neler neler, ne Allah’ın belaları; bunların hepsi bir yerde çürümeye terk edilecek Allah’ın izni ve inayetiyle. Bu olur veya olmaz; hedefiniz bu ise şayet, Allah o yüce hedefi gerçekleştirmiş gibi mükafat ihsan edecektir.

Bamteli: Yüce Ruhlar Tevâzuyla Yükseldiler!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Virdi olmayanın varidâtı da olmaz!..

*“Âfitâb-ı hüsn-ü hûbân âkıbet eyler ufûl / Ben muhibb-i lâyezâlim lâ uhibbü’l-âfilîn(Anonim) “Bütün güzel şeylerin güzellikleri bir gün mutlaka kendileri gibi fena bulur. Ben fânî güzelleri değil, batmayan ve sonu olmayan Biricik Güzel’i severim.” Güneş çehreli güzeller, güzellikleriyle beraber ufûl eder, batar giderler. Ben muhibb-i lâyezâlim; lâyezâl olan, batmayan, gitmeyen bir güzelliğin hayranıyım; batıp gidenlere dilbeste olmam, gönül kaptırmam, onlara karşı aşk u şevke düşmem. Öyle birine iştiyak duyarım ki, O batmaz, O gitmez, O her zaman bizimle beraberdir.

*O virdiniz ise, O’nunla alakalı vâridâtınız da sağanak sağanak olur. Virdi olmayanın varidâtı da olmaz; onun kalbi katı, duyguları hissiz, kendi de Allah’la münasebeti açısından hareketsizdir.

*Günümüzün dökülen insanlarının dökülmelerinin en büyük sâiki, Rabbimizle münasebet açısından boş olmaları, atâlet yaşamalarıdır. Fizikî cisimler gibi atâlet içinde sağa sola savruluyorlar; bir gün orada, bir gün burada; bir gün başka türlü, öbür gün başka türlü; bir gün bir türlü beyan, diğer gün başka türlü beyan; bir gün bir türlü strateji, öbür gün onu yıkan başka türlü strateji… Oysa aktif olmak, aktif olma yolunda bulunmak lazım ki insan çizgisini koruyabilsin.

Allah, tevâzu ve mahviyetten yüzü yerde olanı yükselttikçe yükseltir.

*Hakiki imanın ve halis ubudiyetin bir yanını Rabbimizle münasebet, diğer yanını da tevazu, mahviyet ve hacâlet teşkil eder. Mü’min, Allah’la münasebeti ölçüsünde kendisini hiçlemeli, sıfırlamalı ve mahviyetle iki büklüm olmalıdır.

*Aslında namaz ve özellikle secde, Allah’la münasebeti ve kulluktaki mahviyeti ifade eder: “Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade / İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!” İnsan o caddede yürüyorsa, O’na yaklaşır.

*Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde:

مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Allah için yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir. Bir kudsî hadîste de Cenâb-ı Hak, “Kibriya, Benim ridâm; azamet ise, Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu cehenneme atarım!” buyurmaktadır. Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kâinatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, mahlûkatın binlerce dille anlattığı hakikatleri idrak edip anlayamaz. Zira basiret körleşince basar da idrak adına hiçbir işe yaramaz.

“Büyüklerde büyüklük alâmeti tevazu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emaresi de kibir ve enaniyettir.”

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam’daki firâset yoktu; o, Efendimiz’i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü’nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O’nu hemen fark ederdi. Fakat o firâsette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ’da istirahat buyurduğu esnada, Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira O, farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz. Meselâ tevâzu ve mahviyetle iki büklüm yaşayan Hazreti Ebû Bekir Sıddık efendimizin Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder:

جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلهِي مَـنْ لَـهُ زَادٌ قَـلِيـلْ

مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ

ذَنْبُهُ ذَنْبٌ عَظِيمٌ فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ

إِنَّهُ شَخْـصٌ غَرِيبٌ مٌذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ

مِنْهُ عِصْيَـانٌ وَنِسْيَـانٌ وَسَهْـوٌ بَعْدَ سَهْـوْ

مِنْكَ إِحْسَانٌ وَفَضْلٌ بَعْـدَ إِعْـطَاءِ الْجَزِيـلْ

Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,

İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!

Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,

Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.

Onunki isyan, onunki nisyan ve hata üstüne hata,

Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl.”

“Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir!”

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) döneminde, bugünkü Suriye ve Filistin toprakları da Müslümanların eline geçmişti. Fetihten sonra, ordu kumandanları Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını isteyince, oranın ileri gelenleri, “Biz, Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını alacak zatın vasıflarını çok iyi biliyoruz; bu anahtarları ondan başkasına asla veremeyiz!” demişlerdi. Daha onlar, aralarında bu konuyu müzakere ederlerken, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) hazineden bir deve almış, hizmetçisini de yanına katarak yola koyulmuştu.

*İzzeti tevazu ile atbaşı götüren büyük halife, yanlarındaki tek deveye hizmetçisiyle beraber nöbetleşe olarak binmeyi kararlaştırmış ve bir süre yaya daha sonra da bir müddet deve üzerinde olmak üzere Kudüs önlerine kadar gelmişti. Onun bu şekilde Mescid-i Aksa’ya yaklaştığını haber alan muzaffer komutanlar, “İnşaallah, Ürdün nehrini geçerken deveye binme sırası Hazreti Ömer’e gelir. Aksi halde, kendi saraylarında ihtişam ve debdebeden başka bir şey görmeyen Bizans halkı, halifeyi hizmetçisini deveye bindirmiş, kendisi paçalarını sıvamış ve devenin yularından tutmuş bir halde görürlerse yanlış mülahazalara girer ve onu hafife alırlar.” diyerek dua etmeye durmuşlardı.

*Onlar, bu şekilde dua etseler de –takdîr-i ilahî– tam nehri geçecekleri zaman, yürüme ve devenin yularından tutma sırası yine Hazreti Ömer’e gelmişti. Mü’minlerin halifesini karşılamak için nehrin kenarına koşanlar hayretler içinde kalmışlardı. Çünkü dünyanın o dönemdeki en büyük devletinin hükümdarı, ayağındaki mestleri çıkarıp koltuğunun altına koymuş, hizmetçisini taşıyan devenin yularını eline almış, sıradan bir insan gibi başı önde yürüyordu. Dahası, üzerinde de giysi olarak bir izar (gömlekten az uzun tek parça elbise, peştemal) ve bir sarıktan başka bir şey yoktu. Ayrıca, yüce Halife’nin o basit elbisesi, oraya gelinceye kadar, devenin üstündeki semere sürtüne sürtüne birkaç yerinden yırtılmıştı, o da her defasında bu yırtık yerleri –birer şeref nişanesi ekler gibi– yeniden yamamıştı.

*Onu istikbal eden Müslümanlardan bazıları bu durumu biraz yadırgadıklarını ve Rumlara açılan bir kapı mahiyetindeki o topraklarda İslam halifesinin böyle görünmesini uygun bulmadıklarını ifade etmek istemişlerdi. Nihayet, içlerinden sözü dinlenen birisi, “Ya Emira’l-mü’minîn! Büyük bir kalabalık sizi bekliyor; bu insanların önüne bir sultana yaraşır şekilde aziz ve heybetli bir kılık-kıyafetle çıksanız!..” demeye kalkışınca, daha o sözünü bitirmeden, adalet timsali yüce halife, “Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir. Madem ki, bizi aziz eden İslam’dır; izzeti ve şerefi onun dışında aramayız ve istemeyiz.” diyerek sesini yükseltmişti. Bütün bu olup bitenleri bir köşeden seyreden Kudüs’ün ruhânî reisleri, “İşte, biz, anahtarları ancak bu zata veririz; çünkü kitaplarımızda haber verilen vasıfların hepsi bunda mevcuttur” demiş ve onları Hazreti Ömer’e teslim etmişlerdi.

İnsanlık Hazreti Ömer’in engin ufkuna, Hazreti Osman’ın tevazuuna ve Hazreti Ali’nin mahviyetine ne kadar da muhtaç!..

*Namaz vakti gelip de Hazreti Ömer, namaz kılması gerektiğini söyleyince, Kudüs’teki diğer dinlerin müntesipleri “Ey Mü’minlerin Emiri! Mabedimizin bir köşesinde namazınızı kılabilirsiniz.” demişlerdi. Fakat Hazreti Ömer, “Şayet Mü’minlerin Emiri burada bir yerde namaz kılarsa, arkadan gelenler teberrüken orayı bir mescid hâline getirirler. Bu da sizin hukukunuza tecavüz olur.” diyerek dışarıya çıkmış ve kayaların üzerinde namazını eda etmişti. Evet, “Yâ Emire’l-Mü’minîn şurada namaz kıl!” teklifine Hazreti Ömer’in cevabı bu olmuştu: “Hayır, Mü’minlerin emiri burada namaz kıldı diye burayı kendileri için ibadethane haline getirirler; oysa ki burası Yahudi’nin de Hristiyan’ın da Müslüman’ın da hakkı olan bir yerdir!” Bu ne ufuktur!.. Bakın, bu ufkun onda birine ulaşamadık; canavar gibi insanlar birbirlerini yiyorlar!..

*Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke’nin, daha sonra da Medine’nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi’ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber tasadduk eden, yani bugünkü kıstaslarla beş yüz Ferrare’yi birden İslam’a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî’de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu.

*Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) efendimizin, el-Kulûbü’d-Dâria’da da yer alan Kaside-i Mecdiyye’sindeki şu sözleri kendisine nasıl baktığını, tevazu ve mahviyetini çok güzel yansıtmaktadır:

إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ

فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ

“Allahım, şayet Sen ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen, (benim gibi) nefsinin isteklerine dalmış düşe kalka yürüyen günahkarlara kim merhamet edecek, onların yüzlerini kim güldürecek!..”

Bir mü’minin Allah’a yakınlığı ve O’nunla münasebetindeki derinliği ölçüsünde tevazu ve mahviyeti de engin olmalıdır.

*İnsan, her zaman haddini bilmeli, konumunun farkında olmalı, temkin ve teyakkuz içinde bulunmalıdır. Kendi üzerinde görünen güzelliklere asla sahip çıkmamalı, hatta -Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla- “mazhar” dahi değil belki bir “memerr” olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü bizim üzerimizde görünen güzellikler bizim zatımızın lazım-ı gayr-i mufarıkı (ayrılmaz parçası/vasfı) değildir. Suyun üzerinde güneşin aksini alan kabarcıklar gibi bu güzellikler de bizim üzerimizde bazen görünüyor, bazen de görünmüyor. Öyleyse bütün bu güzellikler, bize ait değildir ve bizden kaynaklanmamaktadır; o Güzeller Güzeli’ne aittir.

*Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-i fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” diyor. Evet, Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid eder. O Yezid var ya, Kur’an’ı harekelendirenlerden birinin o olduğu söyleniyor. Haccac’ın Kur’an’a hizmetinden bahsediliyor. O da dine hizmet ediyor, o da dine hizmet ediyor ama ikisi de zalim.

*Hâsılı, bir mü’minin Allah’a yakınlığı ve O’nunla münasebetindeki derinliği ölçüsünde tevazu ve mahviyeti de engin olmalıdır. O, bir taraftan kurbet istikametinde zirveleşirken, beri taraftan da duygu, düşünce ve tavırları açısından sıfırlaşmalıdır. İnsana düşen, Allah karşısında zirveleştikçe kendisini sıfırlamasıdır. Yoksa -hafizanallah- halkın yanlışlıkla alkışlamasına bakarak kendini bir şey zannetmesi, insanın Hazreti Vücud-u İlahîye gölge etmesi; tabir-i diğerle, güneşe sırtını dönmesi ve kendi gölgesine takılması demektir. Gavsî’nin şu hoş sözüyle noktalayalım: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana!”

Bamteli: İman Zaafı ve İslam’ın Gurbeti

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları dile getirdi

Doğruyu doğru, eğriyi eğri görmek ancak O’nun nuruyla mümkündür!..

*Bütün hatalarımızın arkasında O’nun aydınlatmasıyla aydınlanmama var. Göklerin ve yerin nuru O’ndan. Kur’an-ı Kerim, doğrudan doğruya “Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur.” (Nur, 24/35) diyor. O’nunla irtibatı olduğu ölçüsünde insan tenevvür eder; doğruyu doğru görür, eğriyi eğri görür. O’ndan uzaklaştığı ve koptuğu ölçüde de çok defa eğrilere “doğru” der, doğrulara da “eğri” der. Öylelerinin ne doğrusu bellidir, ne de eğrisi bellidir. Şayet onlar bir de toplumun önünde, serkâr, rehnümâ, pîşuvâ konumunda iseler, yığınlar yanlışı, doğruyu tefrik edemeden arkalarında sürüklenir giderler.

*Öyle kimselerin tahribâtı kâfirin tahribâtından daha tehlikelidir. Çünkü iman zaafı ve imanı doğru anlayamama sebebiyle onlar münafık tavrı sergiler ve hep ikiyüzlülük yaparlar. Çok farklı diller konuşurlar; dün dediklerini bugün yalanlarlar, bugün söylediklerine de yarın başka türlü izahlar getirirler. Bağışlayın, halk ifadesiyle, kıvırır dururlar, sürekli çark yaparlar.

*Günümüzde İslam dünyasında çok ciddi bir iman zaafı yaşanmaktadır. Hususiyle gözlerin üzerinde olduğu ülkelerdeki bu zaaf, dinin tahrip edilmesine yol açmaktadır. Mesela Türkiye’de böyle bir iman zaafı yaşanıyorsa, söz gelimi, çalıp çırpma, rüşvet alıp verme gibi günahlarda mahzur görülmüyorsa, hatta diyalektik nev’inden bir kısım izahlar getirilerek günahlar meşru gibi gösteriliyorsa, artık iş şirazeden çıkmış, kitleler aldatılmış ve Müslümanlık tahribata uğratılmış demektir.

Günümüzde din garip, diyanet garip!..

*Bugün Müslümanlık öyle bir talihsizliğe maruzdur. İslâm, onu doğruluğuyla, hususiyetleriyle, arka planıyla bilmeyen insanların elinde yetimdir, öksüzdür. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis mecmualarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığıyla yer alan bölümlerdeki beyanlarında âhir zamanda dinin bir gurbet yaşayacağından bahsediyor. Fitnelerin ve cinayetlerin çağlayan haline geldiği o dönemde gerçek din ruhunu ihya edecek insanlara da müjdeler çekiyor.

*Evet, insanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki din gariptir, diyanet gariptir. Emin ellerde değildir. Söz sahibi kimseler diledikleri gibi onda tasarruf yapıyorlardır; kesiyor, biçiyor, kendi hevesât-ı nefsâniyelerine göre ona bir şekil veriyorlardır. Gayr-i meşru şeyleri yakıştırıyor ve olmayacak şekilde onu yamalıyorlardır. Dini/diyaneti hüviyet-i asliyesine göre ihya etme yerine, kendi hevâ ve heveslerine göre bir kalıba sokuyor ve onu öyle sunuyorlardır. Böyle kimselerin ellerinde din gariptir.

*Böyle bir dönemde dinine yürekten sahip çıkan insanlar da birer gariptir. Her yerde onlara saldırırlar, diş gösterirler, salya atarlar. Gezdikleri her yerde “Aman, yıkın bunları, iflah etmeyin! Aman söndürün bunların ışığını!” derler.

Müjdeler olsun ıslah ehli gariplere!..

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz şöyle buyurur:

بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ

“İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!”

*Dindar olmayan olmayabilir; “Ben laikliği Fransızların anladığı manada anlıyorum!” diyenler diyebilirler. Onların da kendi düşünce ve inanç dünyalarına göre bir hayatları vardır. Onlara bir şey demeye hakkımız yoktur. Fakat bazı kimseler “din” dedikleri, “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yolu” dedikleri, “Hulefa-yı Raşidîn’in yolu” dedikleri halde onu tahrip ediyorlarsa, buna hakları yoktur. Beddua etmek tabiatıma uygun değil ama diyeceğim; Allah, böylelerinin kollarını, kanatlarını kırsın!.. Çünkü Müslüman göründükleri ve “Onu ikâme edeceğiz, toplumun temel düşüncesi haline getireceğiz; herkes ona göre yaşayacak!” dedikleri halde, şayet haram-helal tefrik etmiyorlarsa, gırtlaklarına kadar levsiyât içinde yaşıyorlarsa, bohemlikten sıyrılamıyorlarsa, fuhşiyâtı “mut’a nikâhı” adı altında tecviz ediyorlarsa, hatta bazıları itibarıyla bunu Kur’an-ı Kerim’in tefsiri içine sokmaya çalışıyorlarsa, bunlar öyle korkunç tahribâttır ki, zannediyorum, kâfirler bu ölçüde bir tahribâtta bulunmamışlardır.

*Onun için, bu işe gönül vermiş insanlara düşen vazife, oturup kalkıp hep dinde takviyeye gitmek ve iman zaafını bertaraf etmektir. Hakiki mü’min, bir arpa ağırlığında haramı, bilerek ağzına koymaz. Şayet bir arpa ağırlığında haramı ağzına koyuyorsa, millete hizmet unvanı altında bir kısım çıkarları hedeflemişse, bir yönüyle hizmetini o türlü menfaatlere bağlamışsa ve bunlara rağmen “Ben Müslümanım!” diyorsa, yeminle diyeyim bunu, o münafığın ta kendisidir. Zaten hizmetlerini şahsî menfaatlerine bağlamış kimselerinin kalıcı bir şey ortaya koymaları mümkün değildir. Değil ihya hareketini gerçekleştirmeleri ve millete faydalı olmaları, ortaya kalıcı bir şey koymaları dahi mümkün değildir. Onlar dün koyuyor gibi oldukları şeyleri daha sonraki tahribat ahlaklarıyla yerle bir ederler.

Halimiz Ashâb-ı Kirâm’ın haline uyuyorsa hakiki Müslümanız demektir; yoksa, yalan söylemeyelim!..

*“Hal ile halledilmedik hiçbir mesele yoktur” sözü sabit bir gerçektir. Temsilin te’siri, dünya kadar kitap okumaktan daha müessirdir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun en müessir yanlarından biri, belki en başta geleni, tebliğin yanındaki engin temsîlidir.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vessellam) efendimiz ve Raşid Halifeler (radıyallahu anhüm ecmaîn) arkada dünya namına bir şey bırakmadıkları gibi idareci olarak yakınlarını da tavsiye etmediler. Mesela, çevresindekiler Hazreti Ömer’e oğlu Abdullah’ı tensip etmesini söylediler. Hazreti Abdullah dâhi bir insandı. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu adım adım takip edenlerdendi. Abâdile-i Seb’a (Abdullah isimli yedi âlim sahabe) arasındaydı, belki onların serkârıydı. Halk “Ya Ömer, Abdullah!..” deyince, o, sırtından hançer yemiş bulunduğu, kanlar içinde ruhunun ufkuna doğru adım adım yürüdüğü ve Allah’a mülâki olacağı esnada, latifevârî şöyle diyerek meseleyi adeta savmıştı: “Bir evden bir kurban yeter!..” Kendisine yakın birinin, yerine geçmesini katiyen istememişti. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimiz de istememişlerdi.

*Müslümanlık diyorsak ve onların yolunda olduğumuzu iddia ediyorsak, hallerimizle hallerini mukayese edelim. Halimiz onlarınkine uyuyorsa, hakikaten Müslümanız demektir; yoksa rica ediyorum, yalan söylemeyelim. Aksi halde yalan söylüyoruz, Müslümanlığa iftirada bulunuyoruz ve farkına varmadan onu tahrip ediyoruz demektir.

İnkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında ayakta kalabilmek için taklidî iman yetmez, tahkîkî iman lazımdır.

*İnsanlarda dinî duygu ve düşünce, öncelikle telkinle başlar, sonra da taklitle benimsenir ve yaşanmaya devam eder. Belki hepimizin mebde-i hayatına inilse, çocukluk dönemine gidilse bir ilmihal bilgisi mahiyetinde Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere imanın yanında kelime-i şehâdet getirmek, namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinin temel rükünlerinin bizlere telkin edildiği, bizim de onları taklitle alıp zamanla benimsediğimiz görülür. Usûlüddin uleması (kelâmcılar), bu şekilde taklitle kazanılan inancın bile insanı kurtaracağını söylemiş ve bunu ıstılahî ifadesiyle, “Taklidî iman makbuldür.” şeklinde ifade etmişlerdir. Fakat her ne kadar böyle denmiş olsa da, inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında imanın ayakta kalabilmesi için taklitle benimsenen bu mülâhazaların, daha sonra altlarının doldurularak sağlam bir blokaja oturtulması ve içte hazmedilip sindirilmesi gerekir. Zira taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla elde edilenlerin kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür.

*Belki günümüzdeki bu iman zaafının, Allah’tan kopukluğun ve Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) fersah fersah uzak bulunuşun arkasında bu taklit vardır. Bu açıdan da evvela imanın amelle, nazarî bilginin aksiyonla takviye edilmesi lazımdır. Sonra ikinci derecede, yaptığı amelleri şuurluca yapmak gelir. Bunun üzerinde ısrarla durmak lazımdır. Şayet iman, marifetle taçlandırılmazsa, insan yol yorgunluğundan kurtulamaz; sürekli imanı heceleyip dursa da onun semerelerine ulaşamaz.

*Evet, iman, “vicdan kültürü” şeklinde de ifade edebileceğimiz marifet ile taçlandırılmalıdır. Ondan sonra bir aşk ve Allah’la münasebet dönemi gelir. Biliyorsanız, O’nu çok seversiniz. Bilen sever; bilmeyen sevemez. İyi biliyorsanız, içinizde O’na mülâkî olma iştiyakına kadar meseleyi götürebilirsiniz.

“Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete, ahiret kadar değer ver! Ehh bu arada dünyadan nasibini de unutma!..”

*Dünyaya dünyalığı ahirete de ebedîliği ölçüsünde teveccüh etmek lazımdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا

“Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; ehh bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas, 28/77) Bu âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret yurdunu ara” derken “ibtiğâ” fiilini kullanıyor ki bu, “Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete, ahiret kadar değer ver!” demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de “nasibi unutmama” esasına bağlı kalınmalıdır.

*İnsanlar çok kitap okuyabilirler, çok kitap yazabilirler, belki çok güzel şeyler de konuşabilirler. Fakat imanlarını marifetle taçlandırmamışlarsa, marifetlerine muhabbet sorgucu takmamışlarsa, muhabbetlerini aşk u iştiyaka çevirememişlerse, bu mevzuda bir “Hel min mezîd – Daha yok mu?” kahramanı olarak yaşamamışlarsa, bir de dünyada bata çıka yürüdükleri halde mümin olduklarını iddia ediyorlarsa, yalan söylüyorlar demektir. Kur’an-ı Kerim, kuru bilgi, faydasız malumat ve amele dönüşmeyen nazariyat insanlarını “tıpkı ciltlerle kitap taşıyan bir merkebe” benzetir. (Cuma, 65/5) Ziya Paşa’nın şu sözü de bir yönüyle aynı hakikati ifade etmektedir: “Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma? / Zer-dûz pâlân ursan, eşek yine eşektir.” Yani; özü kötü olan insanlara hiç giydiği üniforma (işgal ettiği makam) şeref verir mi? Nitekim sırtına altın semer vursan da eşek yine eşektir.

“Sen bilin Allahım!..”

*Günümüzde, Müslüman göründükleri halde münafık gibi davranan kimseleri, kâfirden daha tehlikeli buluyorum. Yalan söyleme, Müslümanlığı hakiki hüviyetiyle temsil eden insanlara iftirada bulunma, “Beni arkamdan hançerlediler” deyip din-i mübin-i İslam’ı dünyanın dört bir yanına götüren insanlara her gün ayrı bir bühtanla çamur atma… Bunlar o kadar korkunç şeylerdir ki, zannediyorum, koyu kâfir olanlar din-i mübin-i İslam’a bunları yapanlar kadar ihanet etmemişlerdir.

*Liyakatleri bulunuyorsa, istidatları varsa ve murad-ı sübhanî de o istikametteyse, Cenâb-ı Hak en yakın zamanda onları da hak ve adalete hidayet buyursun, kalblerine merhamet ve yumuşaklık versin. “Allahümme leyyin kulûbehum – Allahım onların kalblerini yumuşat!” şeklinde hep dua ettiğimiz üzere, Allah onlara lüyunet (kalb yumuşaklığı) versin ve Müslümanlığa yürekten sahip çıkmış Hizmet insanlarını onlara sevdirsin. Şayet buna liyakatleri yoksa, bir yönüyle kirlenmişlerse, hakikati parçalamış, onu hüviyet-i asliyesinin dışında değişik şekillerde yorumlamış ve farklı göstermişlerse, ne yapalım, o halde bize şöyle demek düşüyor: “Allahım, o zaman bu insafsız nâdânları Sana havale ediyoruz!..” Anadolu’da bazı yerlerde kullanılan ifadeyle diyelim: “Sen bilin Allahım!..”

Allahım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver!..

*İlâhî esrâra âşina olanlar, kendi ruh aynalarının kabiliyeti nisbetinde varlığı temâşâ ederken kâh İmam Rabbânî hazretleri gibi “şühûd”dan bahsederler, kâh Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi “vücûd” mülahazalarını seslendirirler. Herkesin bir kemâlât arşı vardır ve herkes istidadı ölçüsünde zirvelere yükselir. “Herkesin istidadına vâbestedir âsar-ı feyzi / Ebr-i nisandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.” (Anonim) Herkes vicdanının enginliği ve inkişafı ölçüsünde esrâr-ı ilahiyeyi farklı şekilde duyar ve zevk eder. İmam Rabbânî hazretleri “Ben vücud rasathanesini çok gerilerde bıraktım, geçtim onu!” der. Bir başkası -mesela Hazreti Bediüzzaman- ise, “Ben o şühûd mertebesini de çok gerilerde bıraktım, geçtim; asıl meslek gayba imana bağlı sahabe mesleği ve Kur’an yoludur!” diyebilir.

*Çokları “istidat ölçüsünde inkişaf” meselesini değişmez bir kural gibi yorumlar; insanın kabiliyet çeperini aşamayacağını düşünür ve meseleyi sadece yetenekten ibaret görürler. Cenâb-ı Hakk’ın âdiyât üstü tasarrufları hesaba katılmazsa bu düşünce doğru gibidir; ne var ki her varlığın kendi istidadıyla kayıtlı bulunmasının yanı sıra, Mevlâ-yı Müteâl’in bir ihsan-ı ilahî olarak bahşedebileceği lütuflar da her zaman söz konusudur. Bu düşünceyle, “Allahım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver!” diye dua ediyoruz. Allah’ın izin ve inâyetiyle istidatların aşılabileceğine, yetenek ve kabiliyetlerin geliştirilebileceğine inanıyoruz.

Kalp Müslümanlığı değil, Kalb Müslümanlığı!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini himaye eden amcası ve çok sevdiği zevcesi Hazreti Hatice Validemiz’i kaybettiği “hüzün senesi”nde, “Habib-i Zîşanım, tasalanma! Ebu Talib’i ve Hatice’yi aldım ama Ben varım.” manasına gelen ilahî bir davet almış; hem bedeni hem de ruhuyla mi’râca mazhar olmuştu. “Kâb-ı Kavseyn-i ev Ednâ – İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” tabiriyle Kur’an’da anlatıldığı üzere, imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı.

*Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, melekût âlemini seyerân eylemiş, daha sonra urûcunu, nüzulle taçlandırmış ve ümmetini Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmiştir. Büyük velilerden Abdülkuddüs Hazretleri demiştir ki: “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mi’râç’ta gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü’l-Müntehâya ulaştı, Cenâb-ı Allah’la konuştu. Fakat Cennet’in câzibedâr güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!..” Bunu değerlendiren bir büyük zât ise, “işte nebi ile veli arasındaki fark” diyerek önemli bir hakikate işaret etmiştir.

*Kalp Müslümanlığı değil, kalb Müslümanlığı!.. Birinin sonunda “p” var, “kalp” (sahte, düzmece, işe yaramaz); diğerinde “b” var, “kalb” (gönül). Vâkıa şimdi kalbi de “p” ile yazıyorlar. Her şey o kadar şirazeden çıkmış ki, kelimelerin bile canına okuyorlar, dinin canına okudukları gibi.

Bamteli: Dünyaya Tapanların Çağı

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları dile getirdi:

İbadetin, marifetin, hamdin, şükrün, tesbihin hakkını veremedik!..

*Türkçe de söyleyebilirsiniz Arapça da; aynı mazmun çerçevesinde daha başka hususlar da katabilirsiniz; fakat bütün istekleriniz şu noktada temerküz etmeli:

اللّهُمَّ تَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَمَعِيَّتَكَ وَحِـمَـايَـتَـكَ وَرِعَايَتَكَ وَكِـلَاءَتَـكَ وَنُـصْـرَتَـكَ وَحِفْظَكَ وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ وَحِـرْزَكَ الْحَصِينَ وَالنُّـصْـرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَـا مِنَ الْإنْسِ وَالْجِنِّ وَالْغُولِ وَالْغُولَةِ وَالسَّاحِرِ وَالسَّاحِرَةِ وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَالْإشْتِيَاقِ اِلَى لِقَائِكَ وَاِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ أَبَدَ الْآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ

“Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı; yardımınla destekleyip insanlardan, cinlerden, türlü türlü habis ruhlardan, erkek veya kadın sihirbazlardan olan düşmanlarımıza karşı zafere ulaştırmanı diliyoruz. Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.”

*Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında aklımıza “Bir şeyler yaptık” mülahazası geldiği zaman hemen o düşüncenin başını “mâ abednâ”, “mâ arefnâ”, “mâ hamidnâ”, “mâ şekernâ”, “mâ sebbahnâ” (İbadetin, marifetin, hamdin, şükrün, tesbihin hakkını veremedik!) duygusuyla ezmeliyiz. “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!.. Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!.. Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik! Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!” deyip O’na gerektiği gibi kullukta bulunamadığımızı, O’nu hakkıyla bilemediğimizi, ululuğu ölçüsünde zikredemediğimizi ve şükür vazifesini tam yerine getiremediğimizi avaz avaz ilan etmeliyiz.

*O’nunla münasebeti kavi tutmak lazım. Dünyanın cazibedar güzellikleri baş döndürebilir. Hatta inanıyor gibi görünen insanlar bile bütün kalbleriyle dünyaya bağlı olabilirler. Hafizanallah, dünyayı seviyor, onu her şeye tercih ediyor ve bu açıdan da yanılıyor olabilirler. Yanılmamanın yolu, günde yüz rekât namaz kılsak ve yüz bin defa tesbih u takdis u tebcil u takdirde bulunsak da yine vazifemizi yerine getiremediğimize inanmamızdır. “Senin hakkını eda edemedik ey Mabûd-u Mutlak, ey Maksud-u bi’l-istihkak!” hissiyle dolu olmamızdır. Belki böyle bir mülahaza, rahmet-i ilahiyeyi harekete geçirerek bizim kulluk adına bıraktığımız boşlukları da doldurur ve öbür tarafta çok önemli, tam, hatta etemm teveccühlere mazhar oluruz.

“Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler.”

*Allah’a teveccüh etmeli ve O’nun teveccühü peşinde olmalı. Şayet dünya da gelirse bizim bu mülahazalarımızın arkasından gelmeli. Fakat dünyanın arkasından katiyen gitmemeli. Şu kadar var ki, şayet dünyayı Allah’a kurbet ve vuslat yolunda bir vasıta, bir çekiç, bir örs, bir çapa, bir kürek, bir kazma olarak kullanıyorsak, dünyaya tapanların ve ahireti bilmeyenlerin deli diyeceği şekilde O’nun delisi olma istikametinde değerlendiriyorsak, işte o zaman o kömür veya toz toprak gibi olan dünya birden bire cevhere, elmasa, yakuta, zebercede dönüşür.

*Kur’an-ı Kerim tevehhüm-ü ebediyete müptela, gafil insanların bir özelliği olarak şu hususu nazara verir: اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ “Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler.” (İbrahim, 14/3) Hazreti Üstad, mezkûr ayetin bu çağa baktığını da ifade ederek şöyle diyor: “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara, bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.”

*Ölmeyecekmiş gibi yaşama, tûl-i emele saplanma, tevehhüm-ü ebediyet arkasında hiç olmayacak şeyleri heceleyip durma… Onlar öyle heceleyip dursunlar ve yerinde de “İslamiyet” desinler; bazen namaz da kılsınlar abdestli, abdestsiz; hiçbir şey ifade etmez. “Siyasî İslam” desinler; hiçbir şey ifade etmez. Bir şey ifade etmesi, yapacağınız şeylerin O’nunla irtibatına, delice O’na bağlanmaya ve O’nun karşısında her şeyi yok bilmeye bağlıdır.

“Allah’ım bizi de Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hürmetine affet!..”

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne kadar büyükse, o kadar da mahviyet, tevazu ve hacâlet içindeydi. Eğildikçe eğiliyor, tevazu kanatlarını yerlere kadar indiriyordu. Allah da O’nu yükselttikçe yükseltiyor ve Mi’raç’la serfiraz kılıyordu.

*Allah Rasûlü, gaye ölçüsünde bir vasıtaydı, bir vesileydi; fakat O kendisini sıradan bir insan gibi görüyordu. Sadece vazifesi üzerinde hassasiyetle duruyordu; çünkü Allah O’na “Ey (şanı çok yüce, o en büyük) Rasûl! Rabbinden sana her ne indirilmişse onu eksiksiz tebliğ et! Eğer böyle yapmazsan risalet (elçilik) vazifeni yerine getirmemiş olursun. Allah, seni bütün insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu (senin aleyhindeki) hedeflerine ulaştırmaz.” (Mâide, 5/67) diyordu. Farzımuhal tek bir emri tebliğ etmemesi, vazifeden kaçma, askerlikten firar etme demekti. Dolayısıyla hassasiyetle onun üzerinde duruyor; “Vazifem, mesuliyetim, sorumluluğum!” diyor, onu vurguluyordu.

*Kâdı Iyaz hazretleri, Hazreti Âdem’in tevbesini ve o tevbenin kabulünü şöyle bir tablo ile resmeder: Dergâh-ı İlâhîden uzaklaştırılması Hazreti Âdem’i o kadar üzmüştü ki, tam kırk sene mahcubiyetten başını kaldıramadı; dua dua yalvardı, gözyaşlarını ceyhun etti. Nihayet Cennet’ten aklında kalan bir hatıra onda yeniden dirilme ümidini şahlandırdı. Hazreti Âdem, henüz Cennet’te iken, Cennet kapısında gördüğü bir levhayı seyre dalmıştı. Levhada “Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlullah” yazıyordu. Cennet’in girişi bu cümle ile süsleniyordu. Adetâ “Muhammed” ismi, birden Hazreti Âdem’in karşısında temessül etti. “Allahım beni Muhammed hürmetine affet!” dedi. Cenâb-ı Hak, “Sen O’nu nereden biliyorsun?” buyurunca, Hazreti Âdem: “Arş-ı A’zam’da Senin mübarek adının yanında O’nun isminin yazılı olduğunu görmüştüm. Bundan anladım ki, nezd-i ulûhiyetinde teklifsiz biri varsa o da o Zât’tır.” cevabını verdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hazreti Âdem’i affedip kurb-ı huzuruna kabul buyurdu.

“Gönülden” demekle gönülden olmaz; “gönülden demek”le gönülden olur.

*Günümüz ve çağımız dünyayı ahirete tercih edenlerin çağı. Camidekinin derdi de o, Kabe’ye gidenin derdi de o, Arafat’ta el kaldırıp yalvaranın derdi de o: “Dünyada bana şunu ver, şunu ver, şunu ver!..” Seslerine kulak verin, dinleyin; yanan yüreklerle Allah’a teveccüh var mı?. “Gönülden” demekle gönülden olmaz; “gönülden demek”le gönülden olur. Aşk, heyecan ve marifetin ses çıkarıcı bir mızrap gibi kalbe inmesi, o kalbin iniltisinin dil ve dudakla seslendirilmesi, yüreği çatlatacak bir hava içinde -cehennemi söndürecek tek iksir olan- gözyaşlarının ceyhun edilmesi ve bu hissiyatla “Allahım Sen.. Sen.. Sen!..” denmesi esastır. “Evlad u ıyâlim.. çocuklarım.. torunlarım.. ikbâlim.. istikbâlim.. geleceğim.. yalılarım.. yatlarım.. makamım.. mansıbım.. payem.. alkışlanmam.. kabul edilmem.. parmakla gösterilmem!..” Bu mülahazalardan bir tanesi o kulluğun içine, o Müslümanlığın içine katıldığı zaman, koskocaman, belki dünya hayatı çapındaki bir zülal bir yönüyle zehir haline getirilmiş, kirletilmiş ve tesiri kaybettirilmiş olur.

*Fakat ne acıdır ki, bu çağ, dünyaya tapanların çağı.. bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenlerin çağı.. camiden Kabe’ye, oradan Mina’ya, Müzdelife’ye ve Arafat’a kadar!.. Bütün kulluğu kirletecek şekilde dünyaya birinci sırada yer vermek, onu birinci tercih yapmak -hafizanallah- bu çağın vebadan, taundan, cüzzamdan, AIDS’ten daha tehlikeli bir hastalığıdır; o virüs kime musallat olursa, onu yere serer.

“Öyle bir dildâre dil ver, eyleye dilşâd seni / Öyle bir dâmeni tut ki, ede ber-murâd seni!”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” buyuruyor. Bütün hayatı, hayata ait her şeyi, dünya ve mâfîhâyı istihkar edecek fedakâr insanlar sayesinde namının bir gün güneşin doğup battığı her yere ulaşacağına işaret ediyor ve gayb-bîn gözüyle bunun olacağına dair bilgi veriyor. Aynı zamanda kendisine inanan insanlara hedef gösteriyor; “Ben bunu diyorum, siz de bunu gerçekleştirmeyi gâye-i hayal yapın, mefkûre/ideal edinin; bunu gerçekleştirmeye bakın!” diyor. İnsan bu niyetle yola çıkarsa, hedefe ulaşamasa bile, Cenâb-ı Hak onu hedefi yakalamış gibi ötede mükâfatlandırır. Zira ameldeki boşlukları halis niyete bahşedilen lütuflar doldurur.

*Hak ve hakikatlere tercüman olmaktan daha büyük bir vazife yoktur; o, dünyada yüz tane imparatorluk kurmaktan çok daha önemlidir. Hem zaten sizin böyle pes bayağı şeylere karşı teveccühünüzün olduğu/olacağı kanaatinde değilim. Biz dünyayı Zât-ı ulûhiyete ve Esmâ’sına bakan yönüyle öper başımıza koyarız; ahiretin mezrası ve koridoru olması yönüyle öper başımıza koyarız. Fakat dünyanın hevâ-i nefsimize, bedenimize, garîze-i beşeriyemize, cismaniyetimize, hayvaniyetimize, tûl-i emelimize, tevehhüm-ü ebediyetimize bakan yönleriyle “Dünya bir cife, bir pislik yığınıdır. Onun arkasından koşanlar da sadece kilâbdır (köpeklerdir)!..” beyanını esas alırız.

*Alvarlı Efe Hazretleri der ki: “Öyle bir dildâre dil ver, eyleye dilşâd seni / Öyle bir dâmeni tut ki, ede ber-murâd seni!” Yani, öyle bir sevgiliye gönül bağla ki, gönlünü şâd etsin. Öyle bir eteğe yapış ki, seni muradına erdirsin. Öyle birine talip olmalı ki, sizi olmazlara, ulaşılmaz zirvelere ulaştırsın.

“Az ağrı, âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an; akıbet Firdevs-i Cinân ve rü’yet ü Rıdvan.”

*Cennetin binlerce sene mesudâne hayatı bir dakika rüyet-i cemaline mukabil gelmeyen Hazreti Cenâb-ı Hakk’ın mübarek rü’yetine, rızasına ve Rıdvan’ına müteveccih olan insanlar, başka teveccüh aramaktan vazgeçmeliler, vazgeçerler. Görmezler dünyayı, buğulu görürler onu. Dünya bütün parlaklık, ihtişam ve debdebesiyle görünse de flulaşır onların nazarında, renk kaybeder, belki de hiç görmezler onu. Erzurumluların ifadesiyle, “Az ağrı, âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an; akıbet Firdevs-i Cinân ve rü’yet ü Rıdvan.” Buna kilitlenmiş bir insanın etrafından altın, gümüş, zebercet saçılsa, o dönüp bakma lüzumunu duymaz; belki “Allah Allah, ne kadar komik insanlar bunlar! Ben neye müteveccihim, onlar beni neye müteveccih görüyorlar ve gösteriyorlar!” der.

*Günümüzün o kadar çok körü, sağırı, kalbsizi var ki, mabedde başını yere koyarken bile hakikati göremiyor. İhsan ruhundan habersiz.. ihlas ruhundan habersiz.. iştiyak likaullahtan habersiz… Sadece kendilerine iliştiğiniz zaman, kovanına ilişilen arıların birden hücum edip sokmaya kalkışmaları gibi, balını kaptırmamak üzere harekete geçip saldırıyorlar. Ballar balını bulamamış, “Ballar balını buldum kovanım yağma olsun!” (Yunus) duygusunu hiç tatmamış zavallılar, hemen sizi sokmaya kalkıyorlar. “Bunları sokar, zehirler, öldürürsek, dünya bütünüyle bize kalır. Şayet onlara hakk-ı hayat tanımazsak, onları tenkile uğratır, tehcir eder, ibâdede (kökten kazımada) bulunursak, dünya bütün hezâfiriyle, göz kamaştırıcı güzellikleriyle bize kalır.” diyorlar. Hâlbuki gönlünü dünyaya kaptıran, “dünya” deyip oturan “dünya” deyip kalkan kimseler ahiret adına bütün azıklarını dünya hesabına kullanmış ve gidecekleri mezara zâdsız zahîresiz gitmiş olurlar.

Sizi bir yerde sıkıştırdılar ama siz dünyanın değişik yerlerine saçıldınız, geleceğin başaklarının tohumları oldunuz!..

*Yaptığınız her şeyde ihlasa yapışır, Allah’ın rızasını gözetir ve O’na iştiyakla başka şeylerden kalbî alakanızı kesmeye çalışırsanız, çok iyi bir şeyi avlamış sayılırsınız. Hazreti Üstad bu hakikati ne güzel ifade eder: “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.”

*Muhalif rüzgârlar karşısında sarsılmadan, eğilmeden, devrilmeden yola devam etmek lazım. İnşaallah siz sarsılmadınız, eğilmediniz, devrilmediniz. Sizi eğmeye, devirmeye, yıkmaya çalışan kimseler, sizi kendilerine benzettiler, korkuttukları zaman dağılıp kaçacağınızı zannettiler. Vâkıa savrulan bazı kimseler oldu, onlar zaten iğreti duruyorlardı. Fakat Allah’ın izni ve inayetiyle, sizi bir yerde sıkıştırdılar, siz tohumlar gibi dünyanın değişik yerlerine saçıldınız; kuvve-i inbâtiyesi çok yüksek olan yerlerde geleceğin başaklarının tohumları oldunuz. Çok yakın bir gelecekte, dünyanın dört bir yanında, İslam’ın evrenselliğine uygun, o tohumlar başağa yürüyecek; o fideler çınar olmaya, selvi olmaya yürüyecek; ser çekecek, dal budak salacak, meyvelerle salınacak; bugün sizin yaptığınız şeylerle dünyanın yüzü gülecek, insanlık ütopyalarda aradığını sizin bugün yaptığınız o hizmetin sonucunda görecek. Dünyevîler, dünyaya tapanlar, sizi değişik ad ve unvanlarla karalamaya çalışanlar bunu anlamasalar bile!.. Zaten anlayamazlar… Karanlığa kilitlenmiş, güneşe sırtını dönmüş, Allah’tan kopmuş, Peygamber’den uzaklaşmış kopuklar anlamasalar bile her şeyi anlayan, bilen bir Zât var; O mutlaka sizi beklediğinizin çok çok üstünde ihsanlarla lütuflandıracak.

Şeytana tâbi olmuş kimselerden yalan, iftira ve entrikadan başka bir şey beklemeyin!..

*“Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” (Nef’î) Ezseler de, üzseler de, yaralasalar da, değişik iftiralar atsalar da, uçaklar icat etseler de, yalancı biletler icat etseler de, bir yerden başka bir yere kaçıyor gibi gösterseler de, olmadık yalanlarla değişik senaryolar oluştursalar da, telefonlarla falana filana emir veriyormuş gibi “Filanın hakkından gelin!” dedirtseler de, bir dönemde belli şekilde kullanıp mesâvîler irtikap ettirdikleri bazı kimseleri muratları hasıl olduktan sonra partal eşya gibi kaldırıp bir kenara atsalar da.. dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız yok!.. Böyle davransalar ve bunların senaryolarını yapsalar bile şeytana tâbi olmuş insanlardan başka şey beklemeyin.

*Allah’a tâbi olan insanlar, insanların bu zaaflarını bilmelidirler. Hazreti Rasûl’e tâbi olan insanlar, O’nun yolunda olmalı fakat aynı zamanda şeytana tâbi olan kimselerin öyle diyeceklerini, öyle düşüneceklerini, öyle kararlar vereceklerini, öyle çığırtkanlık yapacaklarını da nazardan dûr etmemelidirler. Bir mü’min bir delikten bir kere ısırılır. Hüsn-ü zannınıza yenik düştünüz, yılanlar tarafından ısırıldınız! Bir kere ısırılma aklınızı başınıza getirdiyse, inşaallah bir daha ısırılmazsınız. Allah inayetini, riayetini, kilâetini eksik etmesin sizden!.. Vesselam!..

***

(N)

Bamteli: Mihneti Zevk Edinmişlerin Yolu

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Haçlılar’ın tahribâtı dahi günümüzün sözde Müslümanlarınınki kadar olmamıştı!..

*İman, İslam, belli ölçüde bir ihsan, küçük çapta da olsa bir ihlas, yüzde biri kadar bile bulunsa bir rıza mülahazası ve o kadarcık bir iştiyâk likaullah… Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın öyle lütuflarıdır ki, bu dünyayı bütün cazip güzellikleriyle verseler, bunların onda birine tekâbül etmez. Değil bir ülke, bütün ülkelerin sultanlığını verseler, bu ihsanların onda birine karşılık gelmez.

*Şekle ve surete takılıp kalma, günümüzde Müslümanları şekil ve suret Müslümanı haline getirdi. Siret olmadı, derinlik olmadı, kalbî ve ruhî hayat olmadı. Hususiyle günümüz İslam dünyasında, idare edenlerin icraatıyla öyle bir anlayış yayıldı ki, hırsızlık yapınca da Müslüman oluyor, rüşvet alınca da Müslüman oluyor, milletin hukukuna tecavüz edince de Müslüman oluyor, zulmedince de Müslüman oluyor, itibarına dokunanları ezince de Müslüman oluyor. Bu, Müslümanlık adına öyle korkunç bir tahribattır ki, size yeminle teminat veririm, Haçlılar’ın tahribatı bu kadar olmamıştır.

*Çünkü o devirde inananlar, karşılarına çıkan kimselerin farklı bir anlayış ve farklı bir inanç taşımalarından dolayı onlara tavır aldılar. Dolayısıyla, Haçlılar böylesine bir deformasyona ve dejenerasyona sebep olamadılar. Onların karşısında Alparslan gibi kıvamlılar kıyam ettiler; Kılıçarslanlar, Melikşahlar, Nureddin-i Zengîler, -Selahaddin’in amcası- Şîrkûhlar ve Selahaddin Eyyubîler karanlık karşısında ışığın kıyamı gibi kıyam ettiler. Bu, karanlık karşısında ışığın başkaldırması, “Hayır, buraya kadar!” falan demesiydi. Fakat bugün Müslümanlıkla beraber bütün levsiyât ve mesâvî de olabilirmiş gibi bir telakki yayıldı. Bu sebeple İslam Dünyası’nda korkunç bir deformasyon ve dejenerasyon yaşanmaktadır.

Hal-i hazırdaki tahribat çeyrek asırdan evvel tamir edilemez; meğer ki ekstradan bir inayet-i ilahiye ola!..

*En dahi ve en güçlü insanlar böylesine bir deformasyonu reforma ve bu tahribatı tamire kalksalar, Hazreti Pîr-i Mugân’ın “Asırlardan beri rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” buyurduğu o kaleyi tamir etmeye çalışsalar, inayet-i ilahiyeyi de yanlarına aldıkları zaman, çeyrek asırdan evvel bunu gerçekleştiremezler. İslam dünyasında tahribat işte bu derece korkunçtur.

*Müslümanlık bir yönüyle münafıklık derekesine indirilmiştir. “Her mesâvîyi irtikâp edebilir, her meâsîyi irtikap edebilir fakat yine de halis, muhlis Müslümandır; onu şöyle-böyle sorgulayan insan da dinden çıkmıştır, kafirdir!” Böyle bir tarz-ı telakki, öyle bir deformasyon ve dejenerasyona sebebiyet vermiştir ki, şu bir buçuk milyara yakın İslam dünyası, himmetlerini inzimam ettirseler, Hac’da bir araya geliyor gibi bir araya gelseler, duygu ve düşüncelerini Ka’be mihrabından ifade etmeye kalksalar, nadide dimağlar ve yüksek fetanet erleri yetişse, onlar seslerini, soluklarını günümüzün teknolojisiyle dünyanın her tarafına ulaştırsalar, yine de hal-i hazırdaki bu tahribatı çeyrek asırdan evvel tamir edemezler. Meğer ki ekstradan bir inayet-i ilahiye ola!..

“Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali tağyir etmez.”

*Mü’minler, tekvînî ve teşriî emirlerin mana, muhteva ve özünde bitevî derinleşmeli; böylece, değişimi daha bir olgunlaşma şeklinde anladıklarını ortaya koyarak iç içe inkişaflar gerçekleştirmelidirler. Ne var ki, kendi kimliklerinden uzaklaşma, farklı kültürlerin tesirlerinde kalarak başkalaşma ve içten içe çürüyüp öze yabancı bir hal alma anlamlarına gelen bir “değişim”den korkmalı; bu manadaki bir değişikliği bozulma saymalı ve kendilerini ondan korumak için farklı vesilelere sığınmalıdırlar.

*Zira, böyle bir deformasyon, nimetlerin bütün bütün kesilmesine ve toplumun ilahî azaba uğramasına sebebiyet verebilir. Kur’an-ı Kerim, “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53); “Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali tağyir etmez.” (Ra’d, 13/11) buyurarak bu hususa dikkat çekmektedir.

*Evet, bir toplum, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki iman, marifet, safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik gibi yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -ilahî âdete göre- o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla söz konusu değildir. Ne var ki, dünden bugüne farklı farklı döneklikler olagelmiş; Cenâb-ı Hak da dönekleri götürüp yepyeni insanlar ve toplumlar getirmiştir. Şu ayet bu hakikati ifade etmektedir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide, 5/54)

Durduğunuz yerin hakkaniyet zemini olduğuna inanıyorsanız, bin fırtına da esse, size vız gelir!..

*Öyleyse günümüzde bazı kimselerin sinek veya haşerat ısırması nev’inden ısırmaları karşısında sarsılmamak lazım. Durduğunuz yerin tamamen hakkaniyet ve adalet zemini olduğuna inanıyorsanız, orada sâbit-kadem olun!.. İnadın hikmet-i vücudu, hakta sebattır; Allah inat duygusunu hakta sâbit-kadem olmamız için vermiştir. Hakkı ve adaleti bulmuşsanız, bin fırtına esse, bin tane tayfun gelse -bağışlayın, halk ifadesiyle diyeceğim- size vız gelir ve dimdik durursunuz Türkiye’nin çınarları gibi; Allah’ın izniyle hiçbir şey deviremez sizi!..

*Devlettir, idaredir, sızmadır… Siz, bunları aşağılık ve kompleks sayarak, elinizin tersiyle iter ve Allah’a doğru yürürsünüz. Bu yürümeyi bugüne kadar Cenâb-ı Hak lütfetti ve sizi çok muvaffak kıldı. En güçlü devletler bile yirmi küsur senede yüz yetmiş ülkede maarif yuvaları açamadı. En güçlü devletler bile… Ne Batılı devletler ne bizim o mübarek, başımızın tacı olan Devlet-i Aliyye!.. Zaten şimdikilerin zerre kadar bir şey yaptığı söz konusu değil; yapamadılar!

*Allah, lütuf buyurdu ve halkın himmetiyle bunları yaptırdı. Kime yaptırdı? Kendisini hiçlemiş insanlara yaptırdı. Kendini sıfır görenlerin sol taraflarına bazen bir rakamı koydu, on oldu; bazen iki koydu, yirmi oldu; bazen üç koydu, otuz oldu; bazen dokuz koydu, doksan oldu; bazen bir sıfır daha koydu, dokuz yüz oldu. Allah’ın inayeti, tamamen sevk-i ilahî.

Mü’minin kendisine zulmeden birisinin işini kolaylaştırması Allah’a karşı terbiyesizliktir.

*Birileri Hizmet faaliyetlerini ve muvaffakiyetlerini çekemediler, hazmedemediler. Âcizane hep arz ediyorum: Haset bazen küfrün yaptırmadığını yaptırtır. Ne Türkiye’deki dil olimpiyatlarınızı hazmedebildiler ne de Türkiye’de yasak edince yirmi ülkede belki kırk yerde farklı şekilde aynı aktivitelerin icrasını sindirebildiler. Sindiremediler, çünkü enzim yoktur onlarda. O işin enzimi, iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhânî ve iştiyak likâullah’tır. Bunların hepsi zirvede değilse, bu türlü şeyleri hazmedemezler.

*Bir yerde Nemrutlar üzerinize geldiği zaman oradan çıkıp gidebilirsiniz; Hazreti İbrahim’in yoludur bu. Selefleriniz, seleflerinizin selefi öyle yapmıştır. “Orada duralım da bunlar bizi arama rahatsızlığına düşmesinler. Gidip boş evlere baskın yapmasınlar, şurayı burayı kurcalama zahmetine girmesinler. Veya ayaklarına gidip ‘Efendim beni arıyormuşsunuz, onun için geldim!..’ diyelim!..” Bu doğru düşünce değildir. Mü’minin kendisine zulmeden birisinin işini kolaylaştırması Allah’a karşı terbiyesizliktir. Ne diye zalimin, hainin işini kolaylaştırıyorsun?!.

*Hazreti İbrahim zalemenin, fecerenin, fesekanın, ehl-i nifakın baskılarından, tazyiklerinden dolayı ayrılıp gitmiş; başka yerlerde bağlar, bahçeler oluşturmuş; kurumaya yüz tutmuş ve dikenler tarafından işgal edilmiş yerleri bostan ve bağistan haline getirmiş; nice hâristanları gülistana çevirmiştir.

Tarih boyu Firavunlar aksini iddia etseler de insanın kendi milleti için var olan müesseselere girmesine “sızma” değil, “hakkını arama” denir.

*Bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya. Bir insan kendi ülkesinde bir yere giriyorsa, hayatın değişik birimlerinde yer alıyorsa, buna “sızma” denmez. Buna sızma diyen kimseler, kendileri sızmışlardır da ondan dolayı öyle diyorlardır. “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!..” Ona “sızma” denmez; ona,” hakkını arama” denir, ona “kendi olma” denir, ona “ülkesini yabancılara, sızmışlara kaptırmama” denir.

*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ

Bu âyet-i kerime, Firavun ailesi içinde neş’et edip, Hazreti Musa’ya en kritik anda destek veren bir mü’minin (Mü’min-i âl-i firavn) adının verildiği Mü’min Sûresi’nde geçmektedir. Firavun’un “Bırakın, ben Musa’yı öldüreyim; varsın o da Rabb’ine yalvarsın. Doğrusu ben onun, sizin dininizi değiştirmesinden ve bu yerde, bu ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” dediğini anlatmaktadır.

*Mekke müşriklerinin Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, “Ailelerimizi bölüyor, bizi atalarımızın yolundan döndürmeye çalışıyor.” dedikleri gibi; Firavun da kendi kavmine, “Dininizi, sisteminizi değiştirmesinden, sizi birbirinize düşürüp, bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” diyor ve kendi müfsitliğini gizleme gayreti içinde, eskiden beri bütün tiranların, diktatörlerin, tağutların yaptığı gibi davranıyordu.

*Evet, hak karşısında yenilince ya kuvvete ya da demagojiye başvuran, dünyanın kaderine hâkim bütün mütekebbirler, despotlar gibi, Firavun da kuvvet gösterisinde bulunmak istiyor, bunun için halka sığınarak kamuoyu oluşturma gayretleriyle demagojiler yapıyor ve “Onun, dininizi/sisteminizi değiştirmesinden veya ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” diyordu; diyor ve sanki o âna kadar her şey yolundaymış, toplum da müreffeh ve mesutmuş da Hazreti Musa her şeyi karıştırmış, halkı kargaşaya sürüklemiş gibi bir imaj uyarmaya çalışıyordu. Günümüzdeki misallerine de bakarsanız, bütün tiranların aynı kuvvet, şiddet ve demogojiye sığındıklarını görürsünüz.

Kin ve nefretle gelenler Kalîb-u Bedr’e gömüldüler. Kin ve nefretle gelenler Kalîb-u Bedr’e gömülecekler!..

*Bütün çile, mihnet ve tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek başında dönüp durmuştur. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun başına gelen musibetler dağların başına inseydi, dağlar paramparça olurdu. Fakat bir gün Allah, O’na müşriklerin arasından çıkıp gitme, hicret etme izni/emri verdi. “Ey Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.” buyurduğu beldeden ayrıldı gitti. Evet, Allah Rasûlü de doğduğu yerden ayrıldı gitti. Bakmayın, “Falanlar, filan yerde ne arıyorlar?” diyenlere. Ayrıca, o zaman pasaport yoktu ki, iptal etsinler. Şayet pasaport söz konusu olsaydı, iptal ederlerdi onlar da; onlar bunlardan aptal değildi!..

*Rehber-i Ekmel (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, gidip Ebu Cehillere, Utbelere, Şeybelere, İbni Ebi Muaytlara “Ben ayrılmıştım ama arıyormuşsunuz; zahmet etmeyin!..” falan filan demedi. Onların çoğu Kalîb-u Bedr’e (Bedir Harbi’nin yapıldığı yerdeki kuyulara) yuvarlandılar. Yine bir gayzla, bir nefretle köpürmüşlerdi. Tenkîl ve ibâde mülahazasıyla oraya kadar varmışlardı. “Bunları bitirmeyince bize hayat yok!” diyorlardı. “Tehcir yetmedi, bunları buradan sürüp çıkarmak yetmedi, en iyisi mi köklerini kesmek, kurutmak lazım!..” diye homurdanıyorlardı. Bakın, psiko-sosyolojik açıdan kefere, fecere, zaleme, feseka ve münafikîn nasıl aynı çizgide hareket ediyorlar!..

Varsın şehit olsun Hüseyinler Kerbela’da; Allah, Yezid olmaktan muhafaza buyursun!..

*Cenâb-ı Hak, sizi imtihan ettiğinden dolayı sevinmelisiniz. Çünkü yolunuz Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolu, Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali’nin yolu, Hasan ve Hüseyin’in yolu.

*Varsın şehit olsun Hüseyinler Kerbela’da; Allah, Yezid olmaktan muhafaza buyursun!.. Varsın bir hayli Müslüman, tâbiîn şehit olsun Haccâc’ın eliyle; Allah, Haccâc olmaktan muhafaza buyursun!..

*Bunların kavgaları dünyada kendi hesabına bir düzen kurma ve çocuklarına onu intikal ettirme; yalı, villa peşinde koşma!.. Bilmiyorum o zaman yatlar da var mıydı, olsaydı mutlaka onlar da onu değerlendirirlerdi. Onun peşinden koşmaydı dertleri!.. Öbürlerinin dileği ise, sadece insanları Cenâb-ı Hakk’a ulaştırma, Allah ile kalbler arasındaki engelleri bertaraf ederek kalblerin Allah’la buluşmasını sağlamaktı. Sizin misyonunuz ve vazifeniz de budur.

*Varsın bazı densizler sizi huzursuz etsinler, önemi yok. Siz, “Şayet geleceğin dünyası huzura kavuşacak, rahat nefes alacak ve senelerden beri oksijensiz kalmış insanlar gibi ‘ohh’ deyip oksijen yudumlayacaksa, her şey helal olsun!” diyeceksiniz.

“Dünyayı başıma ateş yapsanız hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir!..”

*Hazreti Pir’in ifadesiyle diyeyim: Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir. Kuvvetin hakta olduğuna binaen, dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniye’ye feda olan bu baş -burayı biraz değiştireceğim- falan oğlu falana, filan oğlu filana, bir kısım dahîle, sızmış yeni yetmelere baş eğmeyecektir, Allah’ın izni ve inayetiyle!..

*Biz ölümü “şeb-i arûs” görüyoruz. Ne zaman bize “gel” diyecek, tezkeremizi dolduracak?!. O ânı iştiyakla bekliyoruz. Şimdilik belli ölçüde bir ihsan şuuruyla maiyyetini duyduğumuz Cenâb-ı Hakk’ın, bir de Cemâl-i bâkemâlini görerek mest u mahmur olacağımıza inandığımız o ânı “şeb-i arûs” sayarak intizar ediyoruz.

Bamteli: İbadetlerin İhmali ve Savaş Endişesi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu soruya cevap verdi ve özetle aşağıdaki cümleleri serdetti:

Soru: Hazreti Üstad, âlem-i menâmda âlî bir mecliste sorulan sual üzerine, 1. Dünya Savaşı’ndaki musibetin sebebi olarak, namaz, oruç ve zekât ibadetlerindeki ihmali gösteriyor. Daha sonra, hac ve ondaki hikmetlerin ihmalinin ise sadece musibeti değil gazap ve kahrı celp ettiğini, Müslümanların düşman zannedip birbirlerini öldürdüklerini belirtiyor. Binaenaleyh, taabbudî hakikati mahfuz, her bir ibadetin bir kısım musibetlere paratoner olduğu söylenebilir mi?

İbadetlerdeki ihmaller ve işlenen günahlar değişik musibetlere davetiyedir!..

*Hazreti Bediüzzaman meseleye öyle bakıyor ve özellikle Sünuhat Risalesi’nde bu husus üzerinde genişçe duruyor. Şöyle diyor: “Zira yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay, oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekâtı aldı.”

*Belli günahlar, kaht kelimesiyle ifade edilen kıtlık, kuraklık, susuzluk, yağmurun kesilmesi ve açlık gibi değişik musibetlere davetiye mahiyetindedir. Şu anda İslam dünyasında da böyle musibetler yaşanıyor. Merceğe veya teleskoba lüzum yok; kendi ülkenize baktığınız zaman her gün değişik yerlerde farklı felaketler olduğunu göreceksiniz. Aslında yağmur, kar, dolu hep gökten geliyor ve rahmet olarak iniyor; fakat masiyetlerimiz onlara kendi renklerini ve boyalarını çalıyor; dolayısıyla bu nimetler rahmet iken nıkmet haline dönüşüyor ve değişik felaketlere sebebiyet veriyor. Ayrıca, zelzeleler oluyor, yoksulluklar yaşanıyor, toplumda herc ü merc meydana geliyor ve değişik fitneler başgösteriyor. Kısacası, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), âhir zamanın ve kıyamete yaklaşmanın alameti olarak ifade buyurduğu, hadis kitaplarında Kitâbü’l-fiten ve’l-melâhim bölümlerinde haber verilen hemen her hadise İslam dünyasında cereyan ediyor.

En büyük musibet, musibetin musibet olduğunu görememektir!..

*Bu musibetlerden daha büyük bir musibet varsa, o da bu musibetlerden bir ders çıkarmama musibetidir. Zelzele, sel, tsunami birer musibettir. İnsanların birbirine düşmeleri ve birbirine güve olmaları da bir musibettir. Fakat bunlardan daha büyük bir musibet vardır o da musibetlerin musibet olduğunu görmeme musibetidir.

*Namazın terkedilmesinin çağırdığı bir çeşit musibet vardır. Allah (celle celaluhu) boş yere yatırtır kaldırtır sizi, Cihan Harbi’nde olduğu gibi. Cepheden cepheye koşturur durursunuz “musibetleri bastıracağız” diye. Her bastırma hareketiniz değişik komplikasyonlara sebebiyet verir, yeni musibetler hortlar ondan. “Falan musibeti bastıralım!” dersiniz. Bastırma esnasındaki yanlış tavır, davranış ve günahlarınızdan dolayı o bastırma işi kine nefrete dönüşür, daha büyük bir musibet haline gelir ve siz kendinizi bir musibetler sarmalı içinde bulursunuz. Yirmi sene, otuz sene, kırk sene mücadele edersiniz ona karşı fakat Allah sizi yatıp kalkmaya mahkûm etmiştir, çünkü namazınız namaz değildir.

*Oruçtaki kusur başka bir musibete sebebiyet verir. Hele zamanımızda insanlar hiç olmayacak sebeplerden dolayı oruç tutmuyorlar. Allah (celle celaluhu) açlık musibetine maruz bırakır/bırakıyor. Bugün açlık sınırının altında yaşayan milyonlardan bahsediliyor.

İhtilâl sadaları, hased bağırtıları, nefret vaveylâlarına karşılık zulüm ateşleri, tahakküm alevleri, tahkîr şimşekleri!..

*Zekât verilmeyince, işin yümün ve bereketi belki bütünüyle zâyi oluyor. Toplumun değişik kesimleri arasında kopmalar meydana geliyor. Servet sahipleri ile fakr u zaruret içinde bulunanlar iyice kopuyor. Sosyal ihtilaller tarihine baktığınız zaman, asırlarca Avrupa’da kapitalistlerle işçi sınıfı arasında yaşanmış mücadeleleri görürsünüz. Bu iki zümrenin birbirinden kopması, aralarındaki bütün köprülerin yıkılması ve tarafların birbirine düşman haline gelmesi, Doğu’da ve Doğu’nun da doğusunda bir kısım felaketlere sebebiyet verecek şekilde çok farklı sistemlerin oluşmasına yol açmıştır. İki sınıf arasında, Hazreti Pir’in ifadesiyle, yukarıdan aşağıya hep baskı olmuştur; aşağıdan yukarıya da mızrak sallama, top atma, gülle fırlatma ve düşmanlık duygularını coşturma gibi şeyler vuku bulmuştur.

*Hazreti Üstad, zekât müessesesinin işletilmemesinin neticesini şu sözlerle ifade eder: “Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebeb iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken, esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şâhidler mevcuddur.” (İşaratü’l­İ’caz, Sayfa 49)

Haccın ve ondaki hikmetlerin ihmali, sadece musibeti değil, gazap ve kahrı da celb eder!

*Bilindiği gibi hac ibadeti Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre ve bir kurultay niteliğini taşır. Hac vazifesini eda edenler, aynı zamanda âlem-i İslâm’ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor olma şuurunda bulunsalar, haccın teşriindeki çok önemli esaslardan birini daha yerine getirmiş olacaklardır. Fakat maalesef zamanımızda bu kongrede, eda edilmesi gerekli ibadetlerin yanında, gözetilmesi lazım gelen meseleler gözetilmediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez.

*Hacdaki ihmalin ve onun cezasının büyüklüğüne dikkat çeken Hazreti Üstad, şöyle buyurmaktadır: “Haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”

Her ibadetin pek çok hikmeti ve her muâmelenin de taabbudî derinliği vardır.

*İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muâmelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli/esasları Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muâmelât ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi, ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir.

*Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir.

*Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde taabbudîlik; muâmelât alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır. Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muâmelenin de bir kısım taabbudî yanları vardır. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır.

*İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler, örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve muâmeleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle sevap kazanmış olur.

Suriye meselesinde kendi menfaatlerini düşündüler ve çıkarlarını, problemlere sebebiyet verecek yolda gördüler!..

*Evet, bir 3. Dünya Savaşı endişesi taşıyorum. Çünkü her şeyin menfaat üzerine döndüğü ve o menfaatlerin paylaşılamadığı bir dünyada bir ortak nokta, bir fasl-ı müşterek üzerinde anlaşmak çok zordur. Şayet biri “Benim hakkım yendi!” diyorsa, diğeri haksızlık yapıyorsa, öbürü kendi haklarının ötesinde haklar peşinde koşturuyorsa, ortak bir paydada nasıl buluşulacak ki?!. Hafizanallah, bir yanda Allah’tan uzaklaşmış, Peygamber’den cüdâ düşmüş, İslamiyet’e sadece şekil nazarıyla bakan insanlar, diğer tarafta ise, bütün bunları hiç bilmeyen kimseler varsa, böyleleri için fasl-ı müşterekler, ortak paydalar bulmak çok zor olacaktır.

*Çevremizdeki problemli nice ülke arasında mesela Suriye’yi düşününüz. Bazı kimseler oradaki çıkarlarını, problemlere ve komplikasyonlara sebebiyet verecek yolda yürümekte gördüler. Hesaplarını, bir dönemde el ele tutup “Yaşasın falanlar, filanlar!” dedikleri insanı/insanları bertaraf etme üzerine yaptılar. O bertaraf edilirse, İslam dünyasında kendi popülaritelerini yükselteceklerini, parmakla gösterileceklerini, haklarında “Baksanıza, bir yerdeki düzeni Sünnî düşünce adına değiştirdi!” deneceğini ümit ettiler. Bir dönemde beraber el kaldırdılar, alkış tuttular, “Çok yaşayın sizler!” falan dediler, diğerleri de onlara “Siz de yaşayın!” dediler; fakat sonra “Onlara ölüm!” deyip ölümleri adına ferman kestiler.

*Hâlbuki her şeyi kaba kuvvetle halledebileceğini düşünen kimselere karşı daha firasetli ve basiretli stratejiler uygulanmalıydı. Usturuplu olarak onların demokrasiye geçmelerini sağlamak akıllıca bir işti. Komplikasyona sebebiyet vermeden problemi çözme işiydi. Neydi o iş? Mesela, zamanında babasına denmedi, bari oğluna denirdi ki: “Biz de sizi destekleyelim. Hem maddeten destekleyelim hem de orada bize sempati duyan insanlarla destekleyelim. Seçime gidin; dört seneliğine siz seçilin; hatta ondan sonraki dört sene yine siz seçilin. Fakat demokrasiye geçilsin.” Bir denenirdi bu. Maalesef, biz bu istikamette tekliflerimizi dile getirirken hep dediler ki, “Bir cami imamından nasihat mi alacağız?” Bakışlarından okuyorsunuz onu. “Bir cami imamından nasihat mi alacağız? Aklımız erer bizim!” Demedik şey bırakmadık biz, fakat her defasında dediğimiz şeyleri yüzümüze çarptılar. Bilmem kaç tane zirvedeki insana Kıtmir anlattı ama Kıtmir, kıtmir olduğu için, dediği şeyler kayda değer bulunmadı; dolayısıyla demediler, yapmadılar.

Suriye’deki problemi azdırıp kangren haline getirdiler!..

*Maalesef, çok yanlış bir yola girildi. Bugün o göçmenler meselesi, Türkiye’ye gelmeleri, sığınmaları… Bakın, uluslararası bir problem haline geldi. Dünya kadar insan bir yönüyle zâyi oldu. İffetini satarak geçimini sağlamaya çalışan insanlardan bahsediliyor; iffetini satarak, hırsızlık yaparak, dilencilik yaparak…

*Problemi yerinde çözmeyince, iş büyüdü ve kangren oldu. Bir yandan, kapıları açarken mültecileri göçe teşvik ettiler; sonra diğer tarafı kızdırdılar, esirttiler, adeta kudurttular.. ve yirmi milyonluk bir ülkedeki problem bugün bir dünya problemi haline geldi. O kadını ve çoluk çocuğuyla mültecilerin, o zayıf naif insanların maruz kaldıkları şeyleri, yollardaki durumu ve Avrupa’daki hali görüyorsunuz!..

*O problemler, zamanında, meseleleri objektif olarak ele alan insanlarla meşveret edilerek çözülebilirdi. Fakat acemice, hiçbir şey bilmeden müdahale ettiklerinden dolayı üstesinden gelinmez değişik komplikasyonlara sebebiyet verdiler. Nitekim bugünkü problemlerin arkasında Kapadokya’dan (!) insanların tesiri, daha ziyade onların sebebiyeti görülüyor. Kapadokya (!) insanları bu büyük probleme sebebiyet vermişler, kapı açmışlar ve onu azdırmışlardır.

Meseleleri Don Kişot’lukla çözmeye çalışan kimselerin dünyasında her zaman bir üçüncü cihan savaşından endişe ediyorum!..

*Bu açıdan, her zaman bir üçüncü dünya savaşı endişesini taşıyorum. Bir de böyle bol keseden birbirine karşı meydan okumalar var. Bağışlayın, özür dilerim, bu sözden rencide olacak gaybî insanlar, burada bulunmayanlar da bağışlasınlar: Meseleler Don Kişot’lukla çözülmez. Yel değirmenlerine karşı savaşla çözülmez. Akılla, mantıkla, insafla, iz’anla meselelerin üzerine gitmek lazım.

*Geçmişte kullanılan silahlar o güne göreydi; fakat şimdi öyle değil. Bir cihan savaşına sebebiyet verilirse, dünyanın yarısı gider, hafizanallah. Bağışlayın, şayet böyle tiz perdeden konuşulur, Don Kişot’ça davranılır ve “Kimse bize akıl vermeye kalkmasın, gelecekleri varsa görecekleri de var!” türünden iddialarda bulunulursa, büyük felaketlere yol açılır.

*Gücünün ve kuvvetinin sınırlarını bilemeyen İttihatçılar da öyle yapmışlar ve devletler muvazenesinde denge unsuru koskocaman bir ülkeyi helakete atmışlardı. Hâlbuki o coğrafya içinde yaklaşık iki yüz elli milyon insan vardı; ta Sudan’ın en güneyine kadar her yerde o devletin gözünün içine bakılıyordu. Ruslara karşı toyca ilan-ı harp edilince o kocaman devlet paramparça oldu. Devlet idaresinden aciz, sadece kendi görüşlerinin zebunu üç-beş tane toy sebebiyle devletler muvazenesinde denge unsuru olacak bir sistemi kendi elimizle yıkıverdik. Hafizanallah, günümüzün toy delikanlılarının, yeni yetmelerinin de böyle bir savaşa sebebiyet vermeleri her zaman ihtimal dâhilindedir.

*Diplomasi.. diplomasi.. diplomasi!.. Bertrand Russell diyor ki: “1. Cihan Harbi’nde şu oldu, 2. Cihan Harbi’nde bu oldu… Şayet bir 3. Cihan Savaşı olursa, maktûl mezara gider kâtil de yoğun bakıma!..”

Atom bombasıyla değil ama zulüm bombaları sebebiyle fay hatları da kırılabilir!..

*Hâsılı, ibadetlerimizdeki ihmallerin yanı sıra, kendi içimizdeki boğuşmalar, işgaller, tahakkümler, tasallutlar ve tagallüpler değişik musibetlere birer çağrıdır. Allah Teâlâ, bunları yapanlara basiret ihsan ederek onları da zulümden ve haksızlıktan vazgeçirsin!

*Zira zulmün sonu, onlar için de başkaları için de hezimettir. Mesela, bu zulümlerden dolayı bir fay kırılması olursa, bir sürü masum insan da ölür. Yüreğim ağzıma geliyor her zaman; Marmara böyle kırılmaya müheyya faylar üzerinde duruyor. O faylar, üzerinde atom bombaları patlatmanızla değil de zulüm bombaları patlatmanızla kırılabilir; hafizanallah, Sakarya zelzelesine rahmet okutturacak hadiselere sebebiyet verebilir.

Bamteli: Sıra Bizde!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

“Bir cefâkeş aşıkem, ey Yâr, Senden dönmezem!..”

*Unutmamamız gereken husus: Her zaman “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” deyip ilahî takdîri rıza ile karşılamak, ciddi bir metafizik gerilimle iradenin hakkını vermek, kavlî-fiilî duada ısrar etmek ve aktif sabrın gereğini sergilemektir.

*Nahoş bir şey varsa, o da O’ndan gelen musibetlere karşı şikâyet tavrı içinde olmaktır. O, tecellileriyle esse savursa, ateşlere atsa kavursa, yine “Senden dönmezem!..” demelidir. “Bir cefâkeş aşıkem, ey Yâr Senden dönmezem / Hançer ile yüreğimi yar Senden dönmezem / Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar / Başıma koy erre Neccâr Senden dönmezem / Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar / Külüm oddan çağırsalar Settâr Senden dönmezem.” (Nesîmî)

*Hakk’ın makbul ibâdı, Allah’la münasebetlerini başlarına gelen bela ve musibetlerle değerlendirmişlerdir. Nitekim Peygamberlik semasının güneşi Efendiler Efendisi de

أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ

“Belânın en zorlusuna maruz peygamberlerdir; sonra da derecesine göre diğer makbul insanlar.” buyurmuşlardır.

*Bazen küfür, bazen ilhad, bazen zulüm, bazen makam tutkusu, bazen dünya sevgisi ve bazen de küfre eşdeğer hased ve kıskançlık sebebiyle muzır mahlûklar gerçekten inanmış insanlara musallat olurlar.

“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!”

*Kur’an-ı Kerim’de, iman kuvveti ve Allah’a teslimiyet sayesinde asla sarsıntı yaşamayan mü’minler sena edilmekte, ezcümle şöyle denmektedir:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun!’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallahu ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ demişlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/173)

*Sonraki ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır:

فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنَ اللّهِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللّهِ وَاللّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ

“Sonra da, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’tan (önemli sonuçlara açık) bir nimet ve fazladan lütuflarla döndüler; Allah’ın rızası istikametinde hareket etti onlar. Allah, çok büyük fazl sahibidir (karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir).” (Âl-i İmrân, 3/174)

*O mü’minler bela ve musibetlerin çehresinde, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bakışını okudular. Sağanak sağanak musibetlerin çehresinde Allah maiyyetini, inâyetini, riâyetini, kilâetini okudular ve teselli oldular. Bu açıdan da ne bela ve musibetlerin şiddeti, dehşeti, ürperticiliği ne de bazılarının çekememezliği, hazımsızlığı, sindirememesi onları yürüdükleri yoldan alıkoyabildi. Bu musibetler onları yollarından alıkoyamadı, günümüzün mü’minlerini de alıkoyamamalıdır.

“Yâ Rabbenâ!.. Biz de bir söz verdik ve sıramızı bekliyoruz!”

*Kur’an-ı Kerim, kâmil mü’minlerin sadâkatini şu ilahî beyanla adeta destanlaştırmaktadır:

مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلاً

“Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi; kimi de şehitliği (sıranın kendisine gelmesini) gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (Ahzâb, 33/23)

*Evet, bazıları verdikleri sözün gereğini yerine getirdi, bazıları da beklemeye durdular: “Acaba bize ne zaman sıra gelir?!.” Ashâb-ı Kirâm dönemi itibarıyla, insanlar, Mus’ab bin Umeyr, Abdullah ibn-i Cahş, Sa’d ibn-i Rebi’, Mikdat bin Amr gibi sahabîlerin, atlarını mahmuzlayıp adeta ateşin üzerine sürüyor gibi yiğitçe gittiklerini görünce “Acaba bize ne zaman sıra gelir?” dediler. Bu “Bize ne zaman sıra gelir?!.” düşüncesi, kıyamete kadar, o rehberlerin arkasında yürüdüğüne inanan insanların genel mülahazasıdır.

Mazluma En Çok Benzeyen Zalim

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ الْحَسَدَ يَأْكُلُ الْحَسَنَاتِ كَمَا تَأْكُلُ النَّارُ الْحَطَبَ

“Hased etmekten sakının! Zira ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi hased de iyilikleri yer bitirir.” buyurur. Evet, hased insanın amelini, hatta emellerini, beklentilerini cayır cayır yakar, yok eder; tıpkı ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi.

*“Hased”, bir kimsenin, başkalarının mazhariyetlerini çekemeyip, onlara nasip olan nimet ve faziletler karşısında hazımsızlık göstermesi, diğer insanlardaki nimetlerin ve iyi hallerin yok olmasını ve hepsinin kendine verilmesini arzu etmesi demektir. Bu, insanı batıran, mahveden bir duygudur. Hasan Basrî hazretleri, “Ben hased edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zalim görmedim!” der. Hazreti Pir de şöyle söyler: “Hased, evvela hâsidi yakar bitirir, mahsûd hakkında zararı varsa da çok azdır.”

Hased Kanserine Yenilmişlerin Prototipi Ebu Cehil

*Bir de hased, inançsızlığa inzimam ederse, tehlikeyi muzaaf, hatta muk’ap hale getirir; iki buutlu, üç buutlu, dört buutlu düşmanlığa sebebiyet verir. Bunun prototipi Ebu Cehil’dir; onun için kendisine devr-i risalet-penahide, ışık çağında, gül asrında “cehaletin babası” denmiştir.

*Hased, kıskançlık ve hazımsızlık gibi hastalıkların “takdîr-i ilâhîye rıza göstermeme” ile çok yakın irtibatı vardır. Hased, olumsuzluklara sebebiyet verme açısından bazen küfrün önüne geçer ve ondan daha fazla negatif tesir icra eder. Nitekim Ebu Cehil, Allah Rasûlü’nün emin olduğuna gönülden inanıyordu fakat hasedini bir türlü aşamıyordu. Hatta bir gün şöyle diyordu: “Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, ‘Rifâde (Mekke’ye gelen hacıların fakir olanlarını doyurup onlara ikramda bulunmak) bizde, sikâye (hacca gelenler için su/zemzem temin etmek) bizde, hicâbe (Ka’be’nin anahtarlarını taşıma ve muhafızlığı) bizde!..’ diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘Peygamber de bizden’ derlerse, işte ben buna dayanamam.”

*Hased, böyle bir tahribata vesile olabilecek bir maraz-ı ruhîdir ve her devirde olmuştur. Firavun, Hazreti Musa’yı çekememiştir. Bilmem hangi mel’un, Hazreti Nuh’u çekememiştir. Nemrut, Hazreti İbrahim’i çekememiştir. Daha başkaları başka enbiya-ı izâmı çekememiş, onları değişik eza ve cefaya maruz bırakmışlardır. Hazreti Zekeriyya’nın başına erre koyanlar, vücudunu testereyle ikiye biçenler, o zatı şehit etmişlerdir. Hased, küfür ve zulüm kıyamete kadar da ilahî adet olarak, tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hep kendisini gösterecektir; doğru yolda olan insanların başına çekiç ya da balyoz şeklinde inecek, gelip onların sinelerine mızrak gibi saplanacak, sürekli onlarla uğraşacak, onları incitecek ve o yoldan döndürmek için her şeyi yapacaktır. Eğer bu türlü musibetler sizin başınıza da geliyorsa, O’nun yolunda yürüdüğünüzden emin olabilirsiniz.

Allahım, bize dünyada ve ahirette hasene ver; kalblerimizi dininde perçinle!..

*İmanda sâbit-kadem olma ve yol yön değiştirmeme mevzuunda sürekli Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunmak ve O’nun himayesine sığınmak lazımdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ),

اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَي دِينِكَ

“Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!”,

اَللَّهُمَّ يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفْ قُلُوبَنَا اِلَي طَاعَتِكَ

“Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” dualarını dilinden hiç düşürmemiştir.

*Allah’tan bela ve musibet istenmez, hep O’nun afv ve afiyeti, mağfiret ve merhameti, dünya ve ahiret selameti talep edilir. Bu konuda Kur’an ve Sünnet’te zikredilen dualar yapılır ve kul olmanın icabı, zorluklara karşı gerekli tedbirler alınır. Fakat eğer her şeye rağmen musibet gelirse, ona da sabredilir ve ilahî takdire rıza gösterilir.

*Evet, her zaman hem dünya hem de ahiret için “hasene” niyaz ederiz; şu kadar var ki, başımıza bela ve musibet geldiğinde de onu yürüdüğümüz yolun kaderi ve hakkaniyetine emare sayarız. İnanırız ki, bela ve musibetler, geldikleri gibi bir gün mutlaka gidecekler. Onları getirenlerle, başımıza musallat edenlerle beraber onlar da savrulup gidecekler, Allah’ın izni ve inayetiyle. Çünkü küfür devam etse de zulüm sürekli olmaz. Binlerce insanı sürgün etme, binlerce insanın hukukunu çiğneme, binlerce insana karşı adaletsizlik yapma ve binlerce insanı haklarından mahrum etme gibi zulümlerin hiçbiri devam etmez. Zulüm, bir gün geldiği gibi, yarın, öbür gün veya iki gün ya da bir hafta sonra gidecektir Allah’ın izni ve inayetiyle; onu getirenleri çıldırtsa bile gidecektir, hiç tereddüdünüz olmasın.

*Ehl-i tahkik, “Küfür devam eder ama zulüm devam etmez!” demiştir. Küfür, mahkeme-i kübrâya kalır; Allah kendi huzur-u kibriyâsında onu cezalandırır; fakat zulüm, umumun hukukunu çiğneme ve masum insanların hukukuna tecavüz olduğundan dolayı er-geç dünyada cezasını bulur. Evet, zulmedenler burada da az çok onun karşılığını bulurlar.

Gâsıplar kitaplara uzandı! Bir-iki dili susturdular ama Allah ona bedel yüz dil lütfeyledi.

*Bir dönemde de Pir-i Muğân, Şem’-i tâbân, Ziya-ı himmet’in kitaplarına güve gibi musallat oluyorlardı. Kütüphaneleri basıyor, kitaplara el koyuyor, müsadere ediyorlardı. Değişen bir şey yok tarihi tekerrürler devr-i dâimi içinde. Bugün de aynı şeyleri “hareket” veya “cemaat” dedikleri ve ille de kendilerine biat etmesini istedikleri insanlara karşı yapıyorlar/yapacaklar. Fakat onlar öyle davrandılar da ne oldu? O Hazret’in o güzide, nur-efşân eserleri dünyanın dört bir yanında değişik dillerle neşredildi. Dünyada ulaşmadığı yer kalmadı. Şayet siz, belli, aydınlık bir çizgide projektörler altında yürüyorsanız, aslında o zatın ortaya koyduğu dinamikler ve doneler sayesinde yürüyorsunuz, Allah’ın izni ve inayetiyle. O anilmerkez hareketin çağlayanı içinde siz de ırmaklar gibi akıp gidiyorsunuz. Evet, onlar o mevzuda baskı yaptıkça, Allah (celle celaluhu) intişarı artırdı. Nitekim günümüzde de öyle. Bir yerde, bir mekânda, dar bir alanda sizin üzerinize gelindikçe, Allah (celle celaluhu) dünyaya açılmanıza vesile kıldı onu. İster iş adamlarınız, ister entelektüelleriniz, isterse de muallimleriniz dünyanın değişik yerlerinde daha fazla açılma kaydettiler. Belki bir-iki dili susturdular fakat ona bedel Allah (celle celâluhu) yüz tane dil lutfeyledi.

*Üstad hazretleri, “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” buyurmuştur. Sofilerin yaklaşımına göre, bu yolun sonunda “tefviz” ve “sika” karargâhları vardır. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde genişçe üzerinde durulduğu gibi, Allah’a güven ve itimat ile başlayıp, kalben her türlü beşerî güç ve kuvvetten teberri etme kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen tam bir itmi’nana ulaşma ile sona eren rûhanî yolculuğun başlangıcına “tevekkül”, az ötesine “teslim”, iki adım ilerisine “tefviz” ve son durağına da “sika” denilegelmiştir. Her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı sayılan “tefviz”in hulâsası, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Tefviznâme”sinde şöyle seslendirilmektedir:

“Hak şerleri hayreyler / Sen sanma ki gayreyler / Ârif ânı seyr eyler /

Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.

Sen Hakk’a tevekkül ol / Tefviz et ve rahat bul / Sabreyle ve râzı ol /

Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.”

Haddini bilen insanın bazı şeyleri bilmemesi mazur görülür fakat… “Ya sabır” değil, “Yâ Sabûr!..”

*“Bir zamanlar bu dünya çok mutlu ve şirindi / Gün geldi bu pak iklimde şeytanlar gezindi / Her yanı vahşet sardı, vahşet çok derindi / Derken ufkumuzda ak bir güvercin belirdi!..” Ak bir güvercinin ufkumuzda belireceği ânı intizar ediyoruz. Hele mesele ızdırar durumuna gelince, Hazreti Pir’in ifadesiyle “Esbab bilkülliye sukut edip de nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet zuhur edince”, Yunus ibn-i Mettâ gibi balığın karnında veya dişleri arasında ya da Seyyidina Hazreti Yusuf gibi çıkılmaz kuyunun dibinde, bütün esbabı elinizin tersiyle iterek “لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَYa Rabbî! Yegâne ilah Sensin, Senden başka hakiki ma’bud yoktur. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 21/87) diyorsanız, o mutlaka sebepler üstü inayet-i sübhaniyesi ile size de bir kova salacak veya bir ip uzatacaktır. Siz de ona tutunacak, dışarıya çıkacak, sonra Mısır’da, Kıptiler ülkesinde din-i mübin-i İslam’ı neşreden bir mürşid-i azam haline geleceksiniz Allah’ın izni ve inayetiyle. Hele biraz daha sabır!.. Sabır, kurtuluşa ermenin sırlı anahtarıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: “Sabreden kimse zaferyâb olur.”

*Sabır çeşitlerinden hangisine tutunursanız, Hazreti Sabûr’la irtibatınızı güçlendirmiş olursunuz. Hazreti Ebu Hüreyre rivayeti içindeki Esmâ-i Hüsnâ’nın en son ismi Sabûr’dur. Yâ Sabûr!.. Kendini bilgili gören bazı cahiller canları sıkılınca “Ya sabır” diyorlar. Bu, sabırdan medet umma demektir ki cehaletin ta kendisidir. “Ya sabır!” Sabır kim? Onu bile demesini bilmiyor nâdân!.. Allah’ın “sabır” diye bir ismi yok, “Sabûr” var. “Yâ Sabûr!..” demek, “Ey Sabûr olan Allahım! Sen, beni sabırla te’yid buyur!” manasına, nidâyı O’na yöneltmek demektir. Bu inceliği bilemeyecek kadar cahil, nâdân ama kalkıp başkalarına “müsvedde” diyecek kadar da izhar-ı küstahlıkta bulunuyor!..

*“Nâdanlar eder sohbet-i nâdanla telezzüz / Nâdanların hemdemi hep nâdan gerektir.” Nâdanların güftügûlarından yüz çevirip hep pozitif mevzulara kulak vermeli. Ahlak-ı âliye-i İslamiye ile mütehallık olma yolunda şakak zonklatmalı. Zira “Ahlâk iledir kemâl-i âdem / Ahlâk iledir nizâm-ı âlem.” Cenâb-ı Hak, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm için, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Şüphesiz Sen, ahlâkın -Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla- ihâtası imkansız, idraki nâkabil en yücesi üzeresin.” (Kalem Sûresi, 68/4) buyuruyor. Allah bizi o ahlak ile mütehallık eylesin.

Bamteli: Toplumsal Cinnet

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

*Allah her halükârda istikâmetten ayırmasın; önemli olan, odur. Fırtınalar karşısında savrulmama, devrilmeme.. selin önündeki bir kütük gibi sürüklenmeme.. toprağa düştüğü zaman hemen çürümeme.. çürüdüğü zaman ise başağa yürüme.. ya da bir ağaç gibi ser çekme yolunda olma.. ve sürekli değişip durma fakat iyiliğe doğru değişip durma; her tebeddül ve tagayyürle, tebeddül ve tagayyür etmeyen Zat’a birkaç adım daha yaklaşma… İşte bunlar bizim yolumuzun gereğidir.

İrşat Yolunun Şiarı Beklentisizlik ve İstiğnadır

*Beklentisizlik Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşat yolunun hususiyetidir.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yahûdîden veresiye yiyecek satın almış ve borcuna mukabil demirden mâmul zırhını rehin bırakmıştı. Hâlbuki Nebîler Sultanı’nın uğrunda ruhlarını dahi feda etmeye âmâde bulunan Ashab-ı Kiram efendilerimiz küçük bir işaret görselerdi, bütün varlıklarını çok rahatlıkla verebilirlerdi. Fakat İstiğnâ İnsanı (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) Sahabe-i güzine borçlansaydı, onlar, verdiklerini kat’iyen borç olarak görmez ve onu asla geri almazlardı. Hele Hazreti Sâdık u Masdûk’un zırhını borcun teminatı olarak ellerinde tutmaya hiç yanaşmazlardı. İşte, İnsanlığın Medâr-ı Fahrı, böyle bir minnet altında kalmaya kesinlikle razı olamayacağından dolayı, Ashâb-ı Kiram’dan değil de bir yahûdîden borç istemiş ve karşılığında kalkanını rehin bırakmıştı.

*Daha da önemlisi, Nezâhetin Hülâsâsı (aleyhissalâtü vesselam) ashabından borç almayı istiğna anlayışına muvafık bulmamış; onlardan hiçbir dünya malı istememeyi, risâlet vazifesine karşılık ücret beklememe esasının icabı saymıştı. Din-i Mübîni tebliğ ve temsil etmesine, insanlara saadet-i dareyn vesilelerini bildirmesine ve hususiyle Sahabe’ye Cennet yolunu göstermesine mukabil en küçük bir menfaat talep etmediğini bu vakıayla bir kere daha ortaya koymuş ve dava-yı nübüvvetin vârislerine yine hüsn-ü misal olmuştu.

“Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır” Sözünün Aslı

*Ashab-ı Kiram efendilerimiz mütevazı yaşadıklarından büyük oldular. Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde:

مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir.

*Tekebbür, kip itibarıyla büyüklendikçe büyüklenmek demektir; tabiatında büyüklük bulunmayan, zatında büyük olmayan, sıfır ibn-i sıfır, sıfır ibn-i sıfır birinin kibirlenmesidir. Aslında küçük olan insanlar bir aşağılık duygusunun gereği olarak büyük görünme kompleksine girerler.

*Aslında kelam-ı kibâr olan ama hadis diye şâyi bulunan “Et-Tekebbürü ale’l-mütekebbiri sadakatün –  Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır.” sözü yanlış yorumlanmakta ve uygulanmaktadır. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in beyanları arasında böyle bir söz yoktur. Eğer bir büyük tarafından söylenmişse, ona da makul bir mahmil bulmak lazımdır: Şayet birisi seni hor hakir görüyor ve sana tepeden bakıyorsa, ona zillet göstermek insanlığına karşı saygısızlıktır. Fakat bu sözü -haşa ve kellâ- “Biri geldi, ayağını ayağının üstüne attı; o halde ben de atayım. Çünkü kibirlenen birine karşı kibir tavrı sergilemek sadaka sayılır!” deyip o şekilde davranmak doğru değildir. Rica ederim, dünyanın süper güçlerinden vezir seviyesinde elçiler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzuruna gelip kendilerine göre bir tavır aldıklarında O (aleyhissalâtü vesselam) Şah İsmail’in tahtı gibi bir tahta kurulup ayağını ayağının üstüne mi attı?!. Öyle yapmadığı gibi, dışarıdan gelen insanlar çoğu zaman O’nu cemaat içinde tefrik dahi edemiyorlardı.

Allah Rasûlü, “taayyün-i evvel”in kahramanıydı ama insanlardan bir insan olarak yaşardı!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam’daki firaset yoktu; o, Efendimiz’i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü’nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O’nu hemen fark ederdi. Fakat o firasette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, tasavvufî ifadesiyle “taayyün-i evvel”in kahramanıdır; “Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım” kudsî hadisinin mazharıdır. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğrudur; çünkü o “Muarrif” olmasaydı, bu âlemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Rasûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur’ân’la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.”

*Kibir, kirli gönüllerin kiridir. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuyor ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennet’e giremez!”

*Kibir, ataları/öndekileri körü körüne taklit ve bakış zaviyesindeki inhiraf imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan marazların başında gelir.

Ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek sağlam imanın önündeki engellerden biridir

*Evet, ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek de sağlam imanın önündeki engellerden biridir. Kur’ân-ı Kerim pek çok yerde müşrik ve kâfirlerin bu tutumunun yanlışlığına dikkat çekmiştir. Mesela bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Onlara Allah’ın indirmiş olduğu şeye tâbi olun denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuş isek o yola uyar gideriz.’ derler.” (Bakara, 2/170) Tarih boyu, inanmayanlar, inanmak istemeyenler kendilerine göre bir ata, bir tiran bulmuş ve kör bir taklitle onun arkasından gitmişlerdir. Bu mukallitlere göre, ataları taşa, ağaca, helvadan yapılmış putlara tapsa da onlar “lâyüs’el”dir; yani sorgulanamazlar. Onların söyledikleri ve yaptıklarında hiçbir zaman yanlışlık aranmaz. İşte bu da kaybettiren, imandan mahrum bırakan çok tehlikeli bir marazdır.

*Taklit ve geçmişlerin izinde yürüme bütün bütün mezmum değildir, peygamberler ve hak dostları gibi taklit edilmesi faydalı hatta gerekli olan şahıslar da vardır. Bu, özleri sâfi, düşünceleri duru, kafaları Hak’la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanları taklit doğruya yönlendirici ve maddî ma’nevî huzura erdiricidir. Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harabîsin, harabatîsin” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Zararlı taklit ise, akl-ı selim kâle alınmadan, müspet fenlerin ortaya koyduğu neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların düşüncelerini benimsemesi ve onların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânâsına hakarettir; insanı, iman-ı kâmilden uzak tutar ve kendi gibi aciz zayıf varlıklara köle yapar.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ

“Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, Sünnet 5) buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Dini hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm),

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ

“Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” buyurarak, sahabe-i kiramın takip edilmesi gereken rehberler olduğuna ve ulaşılmaz konumlarına dikkat çekmiştir.

Bakış açısını doğru ayarlayamayanlar en açık hakikatleri dahi göremezler

*Bakış zaviyesindeki inhiraf ve meselelere yanlış açılardan bakma da bir küfür sebebi olagelmiştir. Bazen fizikî kıstaslarla metafiziği ölçme, bazen sadece metafiziğe ait mülahazalarla fiziği tartmaya kalkma insanı yanlış neticelere götürür. Rabb’i tanıma yolunda, bakış açısının çok iyi ayarlanması şarttır. Yoksa Firavun’un, yüksek kuleler yapıp, o kulelerin başından Allah’ı bulmaya çalışması; Nemrud’un gökyüzüne ok atarak O’nu vuracağını sanması hep yanlış bir bakış açısı ve niyet bozukluğunun sonucudur. 20. asırda, firavunca bir düşünceyi de Gagarin seslendirmiş ve dünyanın etrafında tur atıp geriye döndüğü zaman, “Allah’a rastlamadım” diyebilmiştir. O’nun bu hezeyanına karşılık Necip Fazıl’ın şu sözü çok manidardır: “A be ahmak! Allah’ın fezâda dolaşan bir balon olduğunu sana kim söyledi?”

*Mekke müşrikleri, İnsanlığın İftihar Tabosu’na bakarken sadece Abdülmüttalip’ten Ebu Talib’in himayesine kalmış bir yetim görüyorlardı. (O yetime canlarımız kurban olsun!..) Onun maddeten fakirliğini -haşa- bir eksiklik sayıyorlardı. Mekke’de Velid b. Muğire’yi, Taif’te de Urve b. Mesud’u kastederek, “Bu Kur’ân, Mekke’de veya Taif’teki iki şerefli insandan birine inmeli değil miydi?” diyorlardı. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), maddî açıdan fakir ‎birisiydi. Ebû Talib’in himayesinde yetişmişti. Dolayısıyla O’nu, o günkü toplum telâkkisine takılarak ‎kabullenemiyor ve hazmedemiyorlardı.

Günümüzde Sadece “Hücûmat-ı Sitte” Değil, Belki “Hücumât-ı Sittîn” Mevcut

*Maddî virüsler için sürekli bir değişim söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de zamana ve şahsa göre değişiklik arz edebilir. Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enâniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Günümüzde “hücumât-ı sittîn”den de bahsedilebilir; yani o altı asla irca edilebilecek belki altmış hastalık mevcuttur. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah’ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır.

*Bugün peylenen kimseler de söz konusu marazlardan bir ya da birkaçına müptela olduklarından dolayı bir meta gibi alınıp satılmaktadırlar. Meselâ, bohemlik, makam tutkusu, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret tutkusu ve para/mal düşkünlüğü tehlikeli birer marazdır; bunların yalnızca biri bile insanın iradesini felce uğratabilir.

*Mal mülk arzusu ve para hırsı tarih boyu insanların büyük çoğunluğunun en büyük zaaflarından biri olmuştur. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şu ifadeleriyle beyan buyurur: “Âdemoğlunun bir (diğer rivayette iki) vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister, onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz, gözünü doyurmaz. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” Evet, doyma bilmeyen bir hırsla sürekli daha fazlasını isteme ve her şeyi ele geçirme gayreti içine girme çoğunluğun zaafı olan bir husustur. Esasında toplumdaki pek çok kavga ve çatışmanın arkasında da böyle bir menfaat yarışı yer almaktadır.

“Paranoya ne demek; toplumsal bir cinnet yaşanıyor!..”

*Böylelerine “deli” nazarıyla bakabilir ve onların arkasından koşanlara da “deli” hükmünü verebilirsiniz. Genel manada bakar, görür, değerlendirirsiniz; eğer sonunda bir de kendi ülkenize bakacak olursanız, zannediyorum, yeryüzünde o ölçüdeki delileri istiâb edebilecek bir tımarhanenin olmadığı kanaatine varırsınız. On beş-yirmi sene evvel, Hizmet Hareketi için pozitif düşündüğünü zannetmediğim, sizin de bildiğiniz meşhur gazetecilerden bir tanesiyle aynı sofrada oturuyorduk. Bir aralık “Bu ülkede günümüzde korkunç bir paranoya yaşanıyor!” demiştim. O, “Hocam paranoya ne demek? Toplumsal bir cinnet yaşanıyor!” dedi. Şu uyumuşluğa ve uyuşmuşluğa bakılınca, sahiden bir cinnet hali müşahede ediliyor.

*İnsanın zaafa açık noktalarından birisi de “tûl-i emel” duygusudur. Tûl-i emel; hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmak; sonu gelmez isteklerin, bitmez tükenmez arzuların, önü alınamaz hırsların ve tamahın peşine düşmek demektir. Tûl-i emelin menşei ise tevehhüm-ü ebediyettir. Tevehhüm-ü ebediyet, insanın kendisini ebedî ve lâyemût (ölmeyecek) zannetmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanması, peşin zevk-safa ve ücretlerle avunarak sadece hâlihazırı yaşaması, geçmiş ve geleceği umursamaması demektir.

*Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.”

İstemez misiniz dünya onların olsun, ahiret de bizim?!.

*Nebîler Serveri’nin eşleri de birer beşerdi; her insanda bulunan bazı duygular onlarda da zaman zaman hükmünü icra ediyordu. Hane-i Saadet’te vahiyle besleniyor olmalarına rağmen, dünya nimetlerine karşı tabii alâka onların içlerinde de bir ölçüde canlılığını koruyordu. Gerçi, o huzur atmosferinde, bugünkü evlerden yükselen şikâyet edalı sesler hiçbir zaman duyulmamıştı; fakat birkaç kere, onların da günde bir-iki öğün yemek yeme ve herkesin istifade ettiği kadar dünyadan istifade etme arzuları ve bu arzularını açığa vuran imaları olmuştu. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bol bol nimetler lütfettiğini görünce, Ezvâc-ı Tâhirât da kendilerine verilen nafakanın arttırılması hususunda Gönüllerin Efendisi’ne başvurmuşlardı. Fakat Ufuk İnsan (aleyhissalâtü vesselam) zevcelerinin bu müracaatından hiç memnuniyet duymamış; bilakis, oldukça üzülmüş ve hoşnutsuzluğunu belirtmişti. Hatta Habîb-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, eşlerinin daha fazla nafaka talep etmelerinden dolayı o kadar hüzünlenmişti ki, hücre-i saadetine kapanmış ve bir süre hiç kimseyle görüşmek istememişti. Allah Rasûlü’nün eşlerine karşı bu şekilde tavır ayarlamasına ve hücre-i saadetine kapanmasına bir yönü itibarıyla “Îlâ Hâdisesi” denmiştir.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!” buyurmuştu.

“Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” Söndüremeyecekler, Allah’ın inayetiyle!..

*Önemli olan, Hazreti Pir’in ifadesiyle, dünyayı kalben terk etmektir, kesben değil. Çünkü ahiret adına dünyanın çok önemi vardır. Kârun kadar bile zengin olabilirsiniz. Fakat iktiza ettiği dönemde, hiç tereddüt etmeden, “Alın bunu, götürün, bir yerde üç-dört tane üniversite açın!” diyebiliyorsanız, bir yönüyle dünyayla Cennet’i peyliyorsunuz demektir. Gününüzde sizin zenginlerinizin çoğu bu felsefeye göre hareket ediyorlar; Allah adetlerini çoğaltsın, birlerini bin etsin.

*Başkaları bundan rahatsızlık duyuyor, baskınlar yapıyor ve yapılan himmetlerin önünü almaya çalışıyorlar. Fakat “Takdir-i Hudâ kuvve-yi bâzû ile dönmez / Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” (Ziya Paşa) Bu yol peygamber yoluysa, bu yol sahabe yoluysa, bu yol Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali yoluysa, bu yol Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Hazreti Fatıma yoluysa -Allah bu yoldan bizi ayırmasın- bunu değil öyle zayıf insanlar, Nemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar, Amnofisler, İbnüşşemsler bile önleyemeyeceklerdir.

*Hizmet Hareketi bir kere çağlamış gidiyor, Allah’ın izni ve inayetiyle. Dünya ve mâfîhâyı kafalarından silip atmış insanlar da kendilerini o çağlayana salmışlar. Deryaya, deryalara boşalacağı âna kadar da bu akıntı devam edecektir. Bunun önünü, falan yerdekiler de, filan yerdekiler de alamayacaklardır.

*Sadece bir şeyden endişe ediyorum: Bahreyn’den gelen ganimetler oldukça çoktu. Dünya nimetleri Sahabenin gözünün önüne dökülünce, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek parmaklarıyla ganimet mallarını işaret buyurdu; “Ben şu düşmandan, bu düşmandan, şundan bundan endişe duymuyorum; fakat bir gün bunun karşısında tenafüse girip birbirinizle rekabet etmenizden korkuyorum.” dedi. Evet, bu mübarek hareketin gönüllüleri, bu Peygamber yolunda yürüyenler, bu sahabe yolunda hizmet edenler, peylenemeyen bu insanlar peylenememeyi devam ettirirlerse, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu iş de devam eder gider. Ama birileri dünyaya meylederlerse, dökülür yollarda kalırlar hafizanallah!..

Bamteli: “Hakkın Hatırı Âlîdir!..”

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

“Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır!”

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Hikmetin başı Allah korkusu, Allah saygısıdır.” M. Akif bu hakikati nazmen dile getirir: “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır / Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfı Yezdân’ın / Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.”

*İnsanı a’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta çıkaracak olan vesile onun her zaman Allah’la münasebet halinde bulunmasıdır; her zaman O’nun huzurunda bulunuyor olma mehabetiyle, mehafetiyle oturup kalkma derinliği sergilemesidir.

*Mehâfetullah, mehâbetullah, Allah saygısıdır ki insanı gerçekten zirveleştirir ve kâmil bir insan haline getirir. Hareketlerde denge istiyorsanız o sayede olur. O sayede insan yanlışından geriye döner. O sayede insan hakka saygılı olur. O sayede insan âdil olur; hak ve adaleti her şeyin üstünde tutar; “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilemez!” der.

Kolektif şuura ve istişare ruhuna saygılı olma, peygamberlerin ahlakıdır

*Allah ile irtibatı olan insan da zaman zaman yanlış yapabilir. Fakat o bir yanlış yaptığı zaman hemen geriye adım atmasını bilir. Hatta o, şayet heyet-i İslamiye-i ictimaiyeye, heyet-i İslamiyeye ve insaniyeye zarar verme meselesi söz konusu değilse, kendi doğrularından geriye adım atmasını bilir. “Ben böyle doğru biliyordum bunu; Kitab’ı, Sünnet’i de böyle anlamıştım. Ama kalbine, düşüncelerine, ufkuna inandığım bir insan bana şöyle dedi. Bu benim kabulüme göre doğru değil gibi ama insaniyete ve İslamiyete çok ciddi bir zarar olmadığına göre, ben burada geri adım atmalıyım.” demesini bilir. Zira başkalarının fikrine, hususiyle kolektif şuura, istişare şuuruna saygılı olma, peygamberlerin ahlakıdır.

*Allah Teâlâ, Âl-i İmran Suresi’nin 159. ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي اْلأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159)

*Bu âyet-i kerime Uhud Savaşı esnasında yaşanan geçici bir sarsıntı sonrası en kritik bir anda şeref-nüzul olmuştur. Şöyle ki: Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâl ediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu.

*Hatta Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) ashabının görüşünü kendi fikrinin önüne alıp onlara göre hareket ettiği de az değildi. Mesela, Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilmişti. İşte ashabından özellikle gençlerin ısrarı neticesinde Uhud’a çıkan Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaralandığı, yüzünden mübarek kanlarının aktığı, yetmişe yakın sahabe-i kiramın da (radıyallâhu anhüm) şehit edildiği bir zamanda Cenâb-ı Hak yukarıda zikredilen âyet-i kerimeyi indirmişti.

“Onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri yine onlarla müşavere et.”

*İzafi bir sarsıntının her şeyi allak bullak ettiği, bir insan olması yönüyle kalb-i nebevînin inkisara uğrayabileceği, pek çok gönlün de rencide olduğu esnada Allah (celle celâluhu) çok yumuşak bir emirle meselenin yeniden meşveret edilmesini emretmişti: Habib-i Edibim! Sen zaten katı kalbli, hırçın ve haşin olamazsın, değilsin. Öyle olsaydın bu insanlar zaten Senin etrafında kümelenip savaş meydanına kadar gelmez, etrafında hiç toplanmaz ve dağılır giderlerdi. Ey Habib-i Edibim! Bir de onların içtihat hataları oldu. Dolayısıyla فَاعْفُ عَنْهُمْ Sen affet onları! وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ Ve onların affedilmeleri için Allah’tan mağfiret dile!

*Kur’ân-ı Kerim’in,  إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, okçular tepesindeki sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat, her şeye rağmen Cenâb-ı Hak istişareyi emretmişti: وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ Meseleyi bir kere daha meşveret masasına yatır, müzakereye arz et ve yapılması gerekeni etrafındaki insanlarla bir kere daha görüş!..

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaşanan bu muvakkat hezimeti zafere çevirmişti. Düşünün ki, Uhud’un hemen akabinde Ebû Süfyan, ordusunu toplamış ve Mekke’ye doğru yola koyulmuştu. Fakat bir ara müşrik ordusu içerisinde Müslümanları tamamen yok etmek için Medine’ye yeniden hücum fikri ortaya atılmıştı. Bu esnada Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilahi emir gereği ashabıyla yine meşverette bulunmuş, onların gönüllerinin itminanla dolmasına vesile olmuş ve Uhud’a katılan ashabıyla müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Arkadan yara-bere içinde Müslümanların geldiğini gören Ebû Süfyan ise, “Geriye dönüp de yeniden başımıza iş açmayalım. Elde ettiğimiz bu zafer gibi bir şeyle gidip Mekkelileri sevindirelim.” diyerek tekrar Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edememişti de Mekke’nin yolunu tutmuştu.

Mü’min kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğmeli ve doğru karşısında geri adım atabilmelidir!..

*Görüleceği üzere, İnsanlığın İftihar Tablosu meşverete riayet ederek kendi düşüncesinden -tabiri caizse- geriye adım atıyor. Bize ne olmuş ki bir kısım doğrularımızdan geriye adım atmayalım?!. Bu, başka insanlara saygı göstermenin, onların da doğru düşünebileceğini ve o düşüncelerin de bir işe yarayabileceğini kabul etmenin ifadesidir.

*Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok yerindedir: “Allah Rasûlü, Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit verilmesi değil, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.” Çünkü Kur’ân-ı Kerim, herhangi bir te’vil ve yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde, açık ve net olarak, istişareyi Müslümanların zarurî vasfı olarak zikretmiş ve onun, hayatın bütün birimlerinde vazgeçilmez bir esas olarak uygulanmasını inanan gönüllere emretmiştir.

*Kur’an-ı Kerim,

وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

“Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.” (Şûrâ, 42/38) beyan-ı sübhanisiyle, meşvereti namaz ve infakla birlikte zikretmek suretiyle onun, mü’min bir toplum için en hayatî bir vasıf ve ibadet ölçüsünde bir muamele olduğunu hatırlatmıştır.

“Seni dinlemiyoruz ve sana itaat etmiyoruz!..”

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” demişti.

*Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, وَإِنْ أَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَآتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنْطَارًا (Nisâ, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti.

Hazreti Ömer’in Tevazu ve Mahviyeti

*İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki, “Hazreti Ömer’i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım! Ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*Evet, kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer’e müracaat etti. Yağmur duasına çıkmasını istediler. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas’ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle” dedi. O’nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas’ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver.” Sahabi diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla, selle birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer’in bu tavrı, öncelikle mahviyet ve tevazuundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas’a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk’ın muradı görmesinin neticesiydi.

Mütekebbir, herkesi tasmalı köle gördüğünden en küçük muhalefeti ihanet sayar!..

*Her türlü şerrin anahtarı kibir, her türlü hayrın anahtarı da tevazudur. Hazreti Pir-i Muğan’ın ifadesiyle, büyüklerde büyüklüğün emaresi tevazu ve mahviyettir; küçüklüğün emaresi de tekebbürdür, burnunu dikmektir, kendini kast sistemine göre en üst basamakta saymak ve başkalarını da halayık gibi, kapıkulu gibi, tasmalı köleler gibi görmektir. Dolayısıyla da mütekebbir, kendisine muhalif bir şey söylenince veya yanlış bir davranışı yüzüne vurulunca, onu ihanet saymak suretiyle intikamkârâne bir duygu ve bir düşünceye kapılır; ifrit gibi o insanların üzerine saldırır. Allah parçalayıcı bir diş verse onu bile kullanmak suretiyle, bir salya verse onu da yüzlere atmak suretiyle intikam almak ister; bu hisle çok ciddi bir gerilime geçip yürür. Bu da kibrin, büyüklenmenin, egoizmin, egosantrizmin, narsisizmin dışa vurmasıdır.

*Hudeybiye Antlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi. Aslında bu ağırdan alma, Allah Rasûlü’ne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye Antlaşması’ndaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı. İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve zevcesi Ümmü Seleme validemizle istişarede bulundu. Bu ufku geniş annemiz, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki, Allah Rasûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi; ne ki, böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu. Validemiz, Allah Rasûlü’ne şu mealde sözler söyledi: “Yâ Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat Sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez Sana itaat edeceklerdir.” Allah Rasûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. Onu böyle gören sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı.

*Ey meşveretsiz iş yapan Yezidler, Haccaclar, Tiranlar, Nemrutlar; bildiğine hareket eden ve müstebidâne hareket eden bahtsızlar; tagallüpte, tahakkümde, tasallutta bulunan, haknâşinas, hak bilmez talihsizler!.. Bu tablolar nuranî birer levha gibi sizin kör gözlerinize, sağır kulaklarınıza sokulsun!.. Belki kalblerinizde İslamî bir heyecan uyarır; yanlışlardan vazgeçer ve istikamete yönelirsiniz!..

Ey İnsan!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Ölmeye yüz tutmuş vicdanlar kalb masajı bekliyor!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), namaz kılarken sakalı ile oynayan birisini görünce, لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ Şayet bu adamın kalbi haşyetle dolsaydı, organları da huşu duyardı.” Evet, kalbinde haşyet olanın tavır ve davranışlarında da haşyet olur. Bu şekilde iç-dış bütünlüğünü yakalayan bir insan, diliyle olduğu gibi haliyle de hak ve hakikate tercümanlık eder; görenlere Allah’ı hatırlatır.

*Vicdanların öldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Bazıları cankeş, bazıları sarhoş, bazıları yoğun bakımda. Bütün bütün kaybetmiş değiller; şöyle bir himmet eli uzandığı zaman zannediyorum onlar yeniden cana gelecekler. Kalb durmalarında yapılan spazm müdahalesi neyse, zannediyorum bu mevzuda da ruhumuzu okuyan, düşüncelerimizi okuyan, bize doğruyu gösteren, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunu gösteren, Sahabe yolunu gösteren, dediklerini yaşayan ve yaşadıklarını söyleyen rehberlerin mualecesi de aynı şeydir. “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemek, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.” (Saff, 61/2-3) ikazını bir tokat gibi kabul eden, “Amanın, yaşamadığım şeyi söylememeliyim; söylediğim her şey yaşadıklarımın ifadesi ve hecelemesi olmalı; hatta sarih, açık delaletle de değil, hecelemesi olmalı tavırlarımın!” diyen, ne kadar derin olursa, o kadar da mütevazi, mahviyet ve hacalet içinde bulunan, halinden “Bu hakikatler kim, ben kim? O doğruluk kim, ben kim?” mülahazası dökülen insan -inanın- adeta bir sinerji kaynağı olur.

Evvelki gün müsemma vardı, dün isim müsemma birlikteliği, bugün ise sadece isim!..

*Bir dönemde Hakk’a teveccühler “isimsiz müsemma” şeklindeydi. Nakşî, Halidî, Kadirî, Şazilî, Bekrî, Cerrahî diye isimler bilinmiyordu. Fakat onların yaptıkları şeylerin hepsi vardı. Her yerde gürül gürül Allah anılıyordu. O, her sinede muallâ yerini koruyordu. Gönüller adeta O’nun tecelligâhı idi.

*Bir dönem geldi kalb ve ruh hayatına isim katan insanlar oldu ve zamanla meşrepler o insanların adlarıyla anılmaya başlandı. O halis insanlar sayesinde, müsemma kapı ardında kalmadı. O müsemma vicdanlarda derinlemesine duyuldu ve “isim müsemma birliği” oldu. Onlar bir derken, biri bin etmesini biliyorlardı. Onların dilinden çıkan bir “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” kelimeleri binlere tekabül ediyor, gönüller itminana eriyordu. O dönemde isim müsemma at başı gidiyordu.

*Ne var ki bir gün de geldi, (istisnaları vardır) bazıları itibarıyla “müsemmasız isim” devri başladı. Çok hakikat ad, unvan, şekil ve surete takılıp kaldı.

Melekler Hazreti Âdem kıblesine doğru Allah’a secde ettiler ama Şeytan kibirlendi!..

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Adem’i yaratacağı zaman, melekler, istifsar (işin aslını sorup öğrenme, meselenin açıklanmasını isteme) niyetiyle “Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak bir mahlûk mu yaratacaksın (ca’l edeceksin)?” (Bakara, 2/30) diye suâl tevcih etmişlerdi. İşin aslını ve Hakk’ın hikmetini öğrenince ise, سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) demiş ve Hazreti Adem’e secde emrini yerine getirmekte bir an bile tereddüt etmemişlerdi.

*Haddizatında bu secde Allah’a (celle celâluhu) yapılıyordu. Kâbe mihrap olarak önümüze konduğu gibi, o zaman meleklerin önüne de Hazreti Âdem (aleyhisselâm) konmuştu. Burada secde, Allah’ın isimlerinin en câmi aynası olan insanda odaklaşan esmâ-i ilâhiyeye ve hilâfet unvanlı o büyük mânâya müteveccihen oluyordu. Şeytan ise bu hassas dönemde virajı alamamış ve uçurumdan aşağıya yuvarlanmıştı. Emre itaatteki inceliği anlaması lazım gelen yerde, “Ben çamurdan yarattığına hiç secde eder miyim? Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten O’nu topraktan yarattın.” (A’râf, 7/12) demişti. Bu, küstahlık ve bir su-i edepti ki, ondaki kibir, haset ve hazımsızlığa delâlet etmekteydi. Belli ki şeytanın içinde bir hastalık vardı da Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) secde bahane olmuş ve bununla şeytanın küfrü açığa çıkmıştı.

Kibrine takılan Şeytan hak ve hakikati bile bile inkar etti; çağlar boyu onun tuzağına düşenler de!..

*Şeytan emre itaatteki inceliği anlamadığından fahre, gurura, kibre, enaniyete kapıldı. Kendi enaniyet gayyasında boğuldu. Her devirde enaniyet gayyasında boğulanlar gibi… Firavunlar gibi, Şeddadlar gibi, Nemrutlar gibi, Tiranlar gibi… Onlar enaniyet gayyasında, ziftinde boğuldukları gibi Şeytan da boğuldu gitti ama manen öldü. Öyle ki, hak ve hakikati bildiği halde “Öldükten sonra diriltilecekleri Gün’e kadar bana süre tanı!” (A’raf, 7/14) dedi ve insanları yoldan çıkarma kasdıyla mühlet istedi.

*Demek enaniyet öyle bir Allah belası ki, İblis hakikati gördüğü halde, yine de gelip gelip ona takılıyor. Çünkü o enaniyetin menfur meşcereliğinde kibir neşv ü nema buluyor, gurur neşv ü nema buluyor, müşarün bilbenan olma (parmakla gösterilme) mülahazası neşv ü nema buluyor, takdir edilme mülahazası neşv ü nema buluyor, herkes tarafından alkışlanma mülahazası neşv ü nema buluyor, rahat etme mülahazası neşv ü nema buluyor, saray mülahazası neşv ü nema buluyor… Enaniyet dediğimiz, Allah belası böyle bir meşcerelik!..

*Şeytan gerçekleri gördüğü halde “Bana fırsat ver, uğraşayım bunlarla!” dediği gibi, bugün de bir kısım insanlar bütün hakikat önlerinde olduğu halde bakıyorlar ama göremiyorlar. Görüyor gibi oluyorlar ama değerlendiremiyorlar. Nur’a “zulmet” diyorlar. Ruh-u Revan-i Muhammedi’nin şehbal açmasına, kendilerine karşı açılmış bir bayrak nazarıyla bakıyorlar. O’nun mübarek namının yükseltilmesini, kendi kadir ve kıymetlerini yere çalma şeklinde yorumluyorlar. Bakın aynı körlük Amnofis devrinde, Ramses devrinde, Hitler devrinde, Stalin devrinde, Lenin devrinde, Jul Sezar devrinde devam ettiği gibi, bütün çağlar boyu da hep devam edegelmiştir. Allah, bu bakıp da göremeyen insanların gözlerini açsın!..

Bencillik bağlarından kurtulmanın yolu yüce bir mefkûreye bağlı kalmaktır.

*Kayıp gibi gördüğünüz şeylerde bile yemin ederek söyleyebilirim, hep kazanıyorsunuz. Hep kazanıyorsunuz çünkü mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.

*İnsan yüce bir gaye-i hayale bağlanmalı; yüksek hedeflerin peşinden koşmalı ve himmetini hep âli tutmalıdır. Öyle ki, mefkûre muhacirleri bir anda dünyanın çehresini değiştirebilecek kadar yüksek gaye-i hayaller peşinde olmalıdırlar. Zira himmetler âli ise, davranışlarla ona yetişilemediği durumlarda bile Allah, niyetlerle o boşluğu doldurur ve kişiyi hayalinde kurguladığı hedefe göre mükâfatlandırır. Yani insan, realize edilemeyen güzel niyetlerinin bile sevabını alır.

*Hakk’ı anlatmak ve i’lâ-yı kelimetullah mülahazası içinde yaşamak gibi bir mefkûre ve gâye-i hayal, insanın kendi benliğinden uzaklaşması ve bencilliğinden kurtulması için de çok önemlidir. Çünkü insan, bir gâyeyi bütün varlığıyla sahiplenirse, artık hareket, tavır ve davranışlarını o gâye istikametinde değerlendirmeye çalışır. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” Demek ki, benlikten tecerrüt etmenin, her şeyi bencilliğe bağlamaktan kurtulmanın yolu, O’na bağlanmak ve her şeyi O’nunla alakalı bir hususa bağlamaktır.

Allah ve Rasûlü için hicret edenler, gittikleri yerde mutlaka Rabbimizin rızasını ve Efendimiz’in hoşnutluğunu bulurlar!..

*İmam Buhari Hazretleri’nin Sahih’inde ilk hadis şu mübarek beyandır:

إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ

“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti neyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur (orada onu bulur).”

*Tavsiye ederim; gidin Afrika’da yatırım yapın. Oralarda belli zeminler oluşturun. Türkiye’nin zenginliğine zenginlik katın. Dünyanın zenginleri haline gelin. Ve gittiğiniz yerlerde kendi irfan dünyanızı takviyeye bakın. Orada isterseniz okullar yapın, üniversiteler açın, talebelere bakacağınız yurtlar açın.

*Enaniyetten uzaklaşmanın, kendine takılmamanın, Allah’la arasındaki şeylerde hüsufa-küsufa sebebiyet vermemenin tek yolu vardır. Altından, zebercetten, zümrütten döşeli bir yolu vardır o da budur, yüksek bir gaye-i hayale dilbeste olmak, gönlünü kaptırmak.

Dünyanın Üç Yüzü

*Dünya bir yandan çok kıymetli ve değerlidir; diğer taraftan ise o, hadislerde bir cîfe, bir leş yığını olarak tarif edilmekte ve onun talipleri de köpeklere benzetilmektedir. Hazreti Üstad bu ikilem gibi gözüken meseleyi “dünyanın üç yüzü” vardır diyerek açıklığa kavuşturuyor.

*Hazreti Bediüzzaman şöyle diyor: “Dünyanın üç yüzü var: Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına bakar. Onların nukûşunu gösterir. Mâna-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedaniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır. İkinci yüzü, âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennet’in mezraasıdır. Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır. Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü: Fânidir; zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret bu yüzdedir. Kur’ân-ı Hakim’in kâinattan ve mevcudâttan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabilerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.”

“Sıfatlar Zât’ın ne aynı, ne de gayrıdır.”

*Geçmişten bugüne İslâm uleması, o baş döndüren cehd ve gayretleriyle, enbiya-i izâmın esmâ ve sıfat mevzuunda beyan buyurdukları hususları biraz daha açmış, meselenin vuzuhu adına şerhler yapmış, o hususları bizim daha iyi anlayacağımız hâle getirmiş ve netice itibarıyla Zât-ı Ulûhiyet hakkında yanlış telakkilere düşmekten bizi sıyanet etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen, mesela sıfatlar Zât’ın aynı mı gayrı mı diye münazara ve münakaşalar söz konusu olmuştur.

*Malum olduğu üzere, ilim, hayat, sem’, basar, irade, kudret, kelâm, tekvîn gibi sıfatların Zât’ın aynı olarak kabul edildiğinde, bu sıfatların da tek tek kadim olmuş olacağı, dolayısıyla taaddüd-ü kudemâ lazım geleceği, bunun ise Allah’ın vahdaniyeti hakikatine aykırı olacağı ifade edilmiştir. Buna karşılık sıfatlar Zât’ın gayrı olarak görüldüğünde ise, sıfat-ı sübhaniyenin Allah’ın gayrında mülâhazaya alınmış olacağı, bunun ise Allah’ı hâdis (sonradan meydana gelmiş) bir şeyle ittisaf mânâsına geleceği, dolayısıyla bu durumun da kabul edilemeyeceği söylenmiştir. İşte bu mülâhazalarla ortaya konan vartalara düşmemek için Ebû’l-Hasen el-Eş’arî Hazretleri, “Sıfatlar Zât’ın ne aynı, ne de gayrıdır.” diyerek işin içinden sıyrılmak istemiştir. Bu izahın kaçamak bir yanı olduğu söylenebilir, ancak böyle bir ifadenin ulûhiyet hakikatine duyulan bir saygının neticesi olduğu muhakkaktır. Bu meseleler beşer idrakini aşan mevzular olduğundan, vahyin bize bildirdiğinin ötesinde kesin ve net bir şey söylememiz mümkün değildir; söyleme cüretinde bulunanlar ise bir sürü çarpık anlayış ve tenakuzun içine düşmüştür/düşmektedir.

İnsan, varlığın özü, usâresi; kâinatların fihristi ve hülâsasıdır.

*Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine bakan yanıyla dünya mektubât-ı Samedaniyyedir, çok güzel ve sevgiye layıktır. Bu yönüyle dünyaya bakınca ağaca sarılır öpersin, “Benim Rabbim’in bir kelimesi!” dersin. İnsana sarılırsın, aşkla-iştiyakla kucaklarsın, “Benim Rabbim’in ahsen-i takvimi bu!..” dersin. Bütün insanlığa bakarken “Bunlar benim Rabbim’in kelimeleri, cümleleri, paragrafları, kitapları!..” dersin. Kitap kadar mana ihtiva eder insan, çünkü insan bütün kâinatın fihristi mahiyetindedir.

*İnsan, varlığın özü, usâresi; kâinatların fihristi ve hülâsasıdır. Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) “Kendini küçük bir cirim görüyorsun; hâlbuki bütün âlemler sende gizlidir. Sen bütün kâinatın bir fihristisin.” der. M. Akif, seyyidina Hazreti Ali’nin sözünü nazmen ilaveleriyle şöyle ifade etmiştir: “Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen / “Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen. / Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.”

*“Âlem-i kesretten ey sâlik firar eyle yürü / Ferd ü Vâhid bârgâhında karar eyle yürü.” (İsmail Hakkı)

Muhalif Rüzgârlar ve Mümince Duruş

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Gök yarılıp parça parça olsa da mümin asla ye’se düşmez ve zulüm karşısında eğilmez!..

*Hazreti Üstad, ruhunun talebini şöyle dile getirir:

“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.

İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâki isterim.

Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.

Hiç ender hiçim; fakat bu mevcudatı birden isterim.”

*İnsan ebed için yaratılmıştır, ebedden, ebedî Zât’tan ve ebediyet gamzeden şeylerden başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz. “Kalbler, ancak Allah’ı anmak, vird-i zeban etmek, tabiatının bir derinliği haline getirmekle itminana, oturaklaşmaya ulaşır!..” (Ra’d, 13/28) Böyle oturaklaşmış bir kalbin sahibi, Hz. İsrafil Sûr’u dudağında görünse ve küreler birbirine çarpsa, ihtimal ki, onu da takdirkâr bir nazarla seyreder, “Allahu Ekber” der, “Allahım ne büyüksün, bunları nasıl çarpıştırıyor, vuruşturuyor veya ahengi koruyorsun!” diye ilave eder. O’nun azametini, icraatının büyüklüğünü ve meşiet-i sübhaniyesinin şümulünü görür, O’na karşı hayranlığı artar.

Musibet, Çile ve Izdırap yürüdüğümüz yolun kaderidir!..

*Yürüdüğümüz yol, peygamberlerin, selef-i salihînin ve Ashab-ı Kiram’ın yoludur; Allah bu yoldan ayırmasın. Bu yolda ayağa diken batabilir, bir şey ısırabilir, insan bir salyayla karşılaşabilir. Fakat mümin, beklediği, ümit ettiği, dilbeste olduğu konular karşısında bunların çok önem arz etmediğini de bilir, güler geçer bütün olup biten şeylere.

*Cennet’e uzanan peygamberler yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) Sizden evvel gelenlerin başlarına gelen dâhiyeler, gaileler başınıza gelmeden, o sarsıcı yıldırımlar başınızda dönmeden, hatta iş nebi ve beraberinde bulunanlar “Allahım yardımın ne zaman?” diyeceği kerteye varmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?

*Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta enbiyaya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir. Mü’min hadiselere bakıp değerlendirirken “Niye böyle oluyor?” demez; onları gönül hoşnutluğuyla karşılar. Musibete maruz kalınca, her defasında رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” der: Allahım Rab olarak Sen’den razıyız!.. Rabbü’l-âlemîn Sensin. Rububiyetine bakan bütün tasarrufatına “elhamdülillah” diyoruz; el verir ki, bizi sapıklığa, küfre ve dalalete sürüklemeyesin!..

Sevda ölçüsünde tek bir derdimiz vardır; o da, herkesin Allah’a ve Rasûlullah’a yönelmesi!..

*Bir münasebetle dendiği gibi; bazen dünyevî hâdiseler ve dünyalılar yol vermezler insana; bazen de başa gelenler, altından kalkılmayacak şekilde çetin cereyan eder. Ne var ki, Hak’tan fermanlı gönüller, görüp duydukları bu şeyler karşısında ne sarsılır, ne sendeler ne de tereddüde düşerler. Her hâdiseyi müteâl iradenin bir muamelesi kabul ederek, başa gelenleri imtihan sayar, imtihanları tevekkül ve teslimiyetle göğüsler, yol kesen töre bilmezlere insanlık dersi verirler. Her hareket ve davranışlarını ötelerden gelen emirlere uyma inceliğiyle değerlendirir; bir gözleri kendi tavırlarında diğeri o müteâl kapının aralığında yürürler himmetlerini dağıtmadan yücelerden yüce hedeflerine doğru –Hak rızası olan o hedefe canlarımız kurban olsun– ve hayallerini bile her zaman pâk tutarlar ağyâr düşüncesinden. İşte bu çerçevedeki sadakat erlerinin sevda ölçüsünde tek bir dertleri vardır; o da, herkesin Allah’ı bulup O’na yönelmesi, değişik kulluklardan kurtulup sadece O’nun bendesi olması.

*Yolumuz doğruysa, bu yolda her şeye katlanmamız lazım. Eksiği gediği ya da şüphelendiğimiz yanları varsa, bu mevzuda bizi ikaz edenlerin ikazına kulak vererek, o eksiğimizi ve gediğimizi de gidermeliyiz. Bu çağın insanında olduğu gibi, bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden Süfyaniyyun’dan olmamalıyız.

Dünyayı Ahirete Bilerek Tercih Edenlerin Çağı

*Kur’an-ı Kerim tevehhüm-ü ebediyete müptela, gafil insanların bir özelliği olarak şu hususu nazara verir:

اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ

“Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler!..” (İbrahim, 14/3) Hazreti Üstad, mezkûr ayetin bu çağa baktığını da ifade ederek şöyle diyor: “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara, bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.”

*Evet, mezkûr ayet Süfyan çağına bakıyor: Müslüman göründüğü halde tam nifak urbasını sırtından atamamış, nifak külahını başından kaldırıp savuramamış; namazda bulunmuş, bazen oruç da tutmuş, “Müslümanım” da demiş, “Müslümanlık” da demiş ama bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmiş; işte böyle kimselerin çoklukla bulunduğu nifak çağına…

*Dünya hayatı ahirete tercih edildiğinden dolayı da -hafizanallah- çok büyük günahlar irtikâp ediliyor. Gerçi Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselam) hayatı anlatılıyor; mesela siz de diyorsunuz, başkaları da diyor, demeye hakkı olmayanlar da diyorlar: “Biz iki hurma ve bir bardak zemzemle hayatını geçiren Peygamberin ümmetiyiz!.” Fakat Rasûl-ü Ekrem efendimizin, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimizin hayat tarzlarına göre yaşanmıyor. Her şeye rağmen, sözleri başka hayatları başka kimseler hakkında da iyilik duasında, hidayet dileğinde bulunmak lazım.

Bütün dünyayı size verseler, sevinmeyin; bütün dünya elinizden gitse, gamlanmayın!..

*Allah’a bağlı ve tamamen ahirete müteveccih yaşamak esastır. Bu arada, ticareti olanlar veya baştan öyle bir kaynaktan gelenler, o mevzuyu daha ileri götürebilirler, elverir ki onu gönüllerine yerleştirmesinler, onun delisi, sevdalısı olmasınlar. Hazreti Pir’in ifadesiyle, dünyayı kesben değil, kalben terketmek lazımdır. Bütün dünya senin olsa sevinmemen; bütün dünya elinden gitse gamlanmaman, kederlenmemen!.. Asıl mesele budur ve bu, peygamber yoludur.

*Yoksa hafizanallah dünyaya bağlanmışsan, adeta ona tapıyorsan, “elimden gidecek” diye yapmadığın kötülük kalmaz. Herkesi yıkarsın, herkesi yakarsın; herkesin canını yakarsın “Aman, benim dünyama dokunurlar!” diye. Böyle vehmî şeyleri, paranoyaları realite gibi değerlendirir, her türlü kötülüğe girersin. Kuvvetlendikçe daha bir zehirlenirsin; kuvvetlendikçe daha bir deliliğe kendini salarsın; egoist, egosantrist, narsist hale gelirsin.

*Bu zehir zemberek cendereye düşmemek için müstağni olmak lazım. Beni Âdem için istiğna kadar büyük bir servet yoktur. Müstağni olan insan hiçbir şeye sahip olmasa bile dünyanın en zengin insanıdır. Zenginlik odur ki, insanın kimsenin elindekinde gözü olmaz; o, Allah’ın lütfettiği şeylerle yetinir, kanaat eder. Cenâb-ı Allah bizi öyle eylesin. Öbür türlü, yanlış yollara sapma ihtimali vardır hafizanallah ve sapan insanlara şahit olduk.

“Bize oy vermeyen kâfirdir!” demek küfre bâdî bir sapıklıktır!..

*Sosyal medyada, ürpertimi günlerce devam ettirecek birkaç hadiseye şahit oldum. Mesela biri diyordu ki: “Benim mensup olduğum hizbe oy vermeyen kâfir olur!” Oysa Hazreti Ebu Bekir efendimizin hilafeti mevzuunda ümmet icma etmişti fakat belli bir süre, Hazreti Ali, Hazreti Zübeyir ve emsali bazı sahabiler geriye kalmışlardı. Biat etmedikleri zaman Hazreti Ali, Hazreti Zübeyir ve diğerleri -televizyon kameraları karşısında konuşan o insana göre- haşa, yüz bin defa haşa “kâfir”. Anlıyor musunuz? Hizip… Sa’d b. Ubade hazretleri ömrünün sonuna kadar Hazreti Ebu Bekir’e biat etmedi. Nukabâdan (nakîblerden, liderlerden) ve sahabenin parmakla gösterdiği biriydi ama bir şeye binaen biat etmedi. Demek ki, o yanlış mantığa göre, hizip mantığına göre, Sa’d b. Ubade -haşa ve kella- kafir!..

*Hazreti Ali’nin hilafetinden şüpheniz var mı? Haydar-ı Kerrâr, Damad-ı Nebi, Fatih-i Hayber, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın gözdesi, serkârı. Fakat halasının oğlu Hazreti Zübeyr ona karşı çıktı, biat etmedi ona. Acaba Hazreti Ali günümüzde intihap edilen insanların berisinde, kayda değmeyen bir insan mıydı? Kayda değen bir insansa şayet, ona biat etmeyen insanlar kâfir mi oldu? Bunu söyleyen insan kâfir olur, böyle diyen kâfir olur. Hazreti Ali efendimize Harurîler, Hâricîler, Emevîler biat etmediler. Fakat Ehl-i sünnet ve’l-cemaat bunlardan hiçbirine kâfir demedi; belki ehl-i dalalet dediler, sapık dediler. Usul-ü din kitapları meydanda, bakabilirsiniz. Persler Raşit Halifelere biat etmediler, fakat Ehl-i Sünnet onlara da küfür isnat etmedi. Çünkü sahih hadislere göre, kâfir olmayan bir insana “kâfir” diyen kâfir olur.

“Ben bunların dininden şüphe ediyorum!” Sözünün Yol Açtığı Azim Cinayet

*Böyle densiz, kendini bilmez kimselerin saltanatları, debdebeleri, ihtişamları yerine hakkı hakikati bilip ona tabi olmalı!.. “Ne küfürdür, ne dalalettir, ne imandır, ne iz’andır, ne Allah’a bağlılıktır, ne ukba insanı olmaktır?” Bunları tefrik ve temyiz ederek, doğrulara bağlanmalı; olumsuz şeyleri elin tersiyle itmeli!.. Cenâb-ı Allah lütfuyla buna serfiraz kılmışsa, alacağımız bir şey kalmamıştır.

*Allah’a binlerce hamd ü sena olsun, kimseye “kâfir” demedik. Birisi kalktı, “Ben bunların dininden şüphe ediyorum!” dedi. Bu söz serseriye, çapulcuya düşünce, normal olarak o da “Bize bağlanmayan kâfir olur!” diyebilir. Evet, bir serkâr kalktı, “Ben bunların dininden şüphe ediyorum!” dedi. Hakkında hüsnüzan ettiği birinin ağzından bunu duyan ayak takımına, çapulcuya düşünce mesele, o bunlara intisap etmeyen herkese kâfir der. Günümüzdeki duruma gelince, bakın mesele nasıl tehlikeli bir hal alıyor. O ANLAYIŞA GÖRE; onlara biat etmeyen CHP’liler kafir.. MHP’liler kafir.. Saadet Partililer kafir.. BBP’liler kafir.. münferit, bağımsız adayların hepsi kafir.

*Cinayetin büyüklüğünü görüyor musunuz?!. Usul-ü din’i bilmeyen bu kitapsızlar, sünnetsizler, hadis bilmez nadanlar, Kur’an bilmez nadanlar, söyledikleri bir sözle hiç farkına varmadan kendilerine ait bir heyetin küfrüne sebebiyet veriyorlar, hafizanallah. Cenâb-ı Allah gözlerini açsın, kalblerine iman ilkâ buyursun, hakikate serfiraz kılsın, hidayet-i sübhaniyesiyle hidayet eylesin!..

*Bursevî Tabib Muhammed Bey’in sözüyle noktalayalım:

“Çeşm-i insaf gibi kâmile mizân olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz!”

Emânet

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez.”

*Nimetlerin en küçüğü karşısında bile Cenâb-ı Hakk’a karşı gürül gürül şükretmeli; “Küfür ve dalâletten (sapıklıktan) başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun!” demeli.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَمْ يَشْكُرِ الْقَلِيلَ لَمْ يَشْكُرِ الْكَثِيرَ وَمَنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرِ اللّٰهَ

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez. İnsanlara teşekkürde bulunmayan Allah’a da şükretmez.”

*Hakiki bir mü’minin en önemli özelliklerinden birisi bela ve musibetlere karşı sabır, nimetlere de şükür ameliyesi içinde olmasıdır. Bu manayı ifade eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ؛ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ، وَلَيْسَ ذٰلِكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ

إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ

“Mü’minin her hali şâyân-ı takdir ve güzeldir. Onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için söz konusu değildir. Çünkü o, herhangi bir nimete mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.”

*Meseleye bu açıdan bakınca, zannediyorum, bazen fırtınaların şiddetli seyretmesi, bazen dalgaların tsunamiye dönmesi ve bazen ağaçların yerinden söküleceği şekilde hortumların esmesi karşısında “Allah var, ne gam var!..” deriz. “O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu Ataullah İskenderânî?!.

Allah, size bambaşka lütuflarda bulundu!..

*Cenâb-ı Hakk’ın size, bu heyete ekstradan çok önemli lütufları oldu. Bunları görmezlikten gelmemek lazım. Allah Teâlâ size, vefalı Anadolu insanına bugüne kadar istikamet içinde önemli hizmetler gördürdü, gördürüyor. Raşid Halifeler müstesna, şefkatleriyle, re’fetleriyle, insanî değerlere saygılarıyla, başkalarını doğru okumalarıyla, çok ciddi empatileriyle bütün dünyada hüsn-ü kabule mazhar olmuş başka bir hareket göstermek neredeyse zordur.

*Yürüdüğünüz yol peygamber yolu olduğu sürece.. yürüdüğünüz yol sahabe yolu olduğu sürece.. makama, mansıba, payeye dilbeste olmadığınız sürece.. dünyevî çıkarlar karşısında peylenmediğiniz/satılmadığınız sürece.. birilerinin vesayeti altına girmediğiniz sürece.. yaşatma duygusunu yaşamanın önünde gördüğünüz sürece.. bir manada, dünyaya bakarken gözlerinizi aşağıya doğru eğip öbür tarafa bakarken kemal-i hassasiyetle gözlerinizi yukarıya diktiğiniz sürece.. ve hep güneşe müteveccih bulunup gölgeye takılmadığınız sürece Allah’ın izin ve inayetiyle bu iş de devam eder.

*İnşaallah siz bu ihlas-ı etemmi ve ihsan-ı etemmi belli ölçüde sergilemişsinizdir, Cenâb-ı Hak da ondan dolayı sizi bu lütufla serfiraz kıldı. Düşünün ki mübarek milletimiz, ister gaye-i hayal bayrağını, ister dil bayrağını, ister kültür bayrağını, isterse de insanî değerlere saygı bayrağını yüz yetmiş küsur ülkede böyle bin dört yüz tane okulla hiçbir zaman temsil etmemiştir. Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ!.. Allah, termite kubbeler yaptırtıyor; O’na binlerce hamd ü sena olsun.

Zalim ne yaparsa yapsın; her şey yok olsa, “Vira Bismillah!..” der, yeniden başlarız!..

*Bir şart-ı âdî olarak vifak ve ittifakınız bu muvaffakiyetlere bir vesile teşkil etmiş olabilir. Birliğiniz, beraberliğiniz, kenetlenmeniz, bünyân-ı marsûs gibi birbirinize bağlanmanız tevfik-i ilahinin vesilesi olması açısından, Allah sağanak sağanak tevfikini başınızdan aşağıya yağdırmıştır.

*Bu açıdan gezerken, otururken, kalkarken, hiç durmadan “Elhamdülillah alâ külli hâl…” desek, yine de bu büyük nimetin şükür, hamd ve senasını yerine getirmiş olamayız.

*Duyguda, düşüncede, histe, ihsasta ve ihtisasta bu mülahazayı koruduğumuz sürece Cenâb-ı Hak kim bilir daha ne lütuflarda bulunacaktır.

*Bakmayın şimdi muhalif esen rüzgarlara.. tsunamiye dönüşen dalgalara.. zalimlerin hayhuyuna.. mazlumların iniltisine… Takılmayın bunlara!.. Allah sizinle beraberse, bunların hepsi çok yakın zamanda savrulup gidecektir hazan yemiş yapraklar gibi!..

*Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zalime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.”

*Kaldı ki, bugün birileri her şeyi yok etseler; hizmet yuvalarını seddetme gayreti içine girenler tam tehcîre, tenkîle, ibâdeye, ta’yire, tahfîfe giderek düşündükleri şeylerde başarılı olsalar; meleklerin alkışladığı bütün hayır müesseselerini kapatsalar; Anadolu insanının samimiyet zemini ve samimiyet kuvve-i inbâtiyesinde neşv ü nema bulan bu hizmeti bütünüyle yok etseler, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu işe gönül vermiş insanlar “Vira Bismillah!..” der, yeniden başlar ve üç beş sene sonra meseleyi aynı kerteye ulaştırırlar.

Emânet.. Allah’ın, Rasûl-ü Ekrem’in ve Selef-i Salihînin Emaneti..

*Nefsimiz, imanımız, ibadetlerimiz… her şeyimiz emanet olduğu gibi, yüce dinimiz, hizmet düşüncemiz, dünya görüşümüz ve hayat felsefemiz de bize emanettir. Bunlar, dün seleflerimizin omuzlarına konmuştu; bugün bizim üzerimizde bulunuyor; yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Bu emanetleri deformasyon görmüş bir halde devretmek doğru değildir. Şayet, biz emanetlere sahip çıkmaz, onları gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, istikbalin sahiplerini bir ruh travmasına maruz bırakmış oluruz ki, bu hem Allah’a, Peygamber’e, davaya ihanet, hem seleflerimize karşı vefasızlık, hem de yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlıktır. Bu itibarla da Allah’ın, Rasûlullah’ın ve seleflerimizin emaneti olarak omuzlarımızda bulunan değerleri zayi etmemek için çok hassas davranmamız icap etmektedir.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” buyuruyor. Bütün hayatı, dünya ve mâfîhâyı istihkar edecek fedakâr insanlar sayesinde namının bir gün güneşin doğup battığı her yere ulaşacağına işaret ediyor ve gayb-bîn gözüyle bunun olacağına dair bilgi veriyor. Aynı zamanda kendisine inanan aklı başında insanlara hedef gösteriyor; adeta “Ben bunu diyorum, siz de bunu gerçekleştirmeyi gâye-i hayal edinin!” diyor ve bizden Hazreti Fatih’in “ne güzel kumandan” müjdesi ve hedefi peşinde koşması gibi, oturup kalkıp hep bu gayeyi düşünmemiz gerektiğine işaret buyuruyor.

*Üzerimizde öyle bir emanet bulunuyor ki, Raşit Halifeler’den müceddidlere, müçtehitlere kadar bir hayli babayiğidin, kâmil insanın bu hizmette dahilleri vardır. Bunların hepsini saymak saatler alır; onu yüksek irfanlarınıza havale ederek, meseleyi sadece günümüze getirip arz etmek istiyorum.

Hazreti Üstad ve halis talebeleri “Niçin emanete hıyanet ettiniz?” demezler mi?!.

*Hazreti Bediüzzaman, bu emaneti sonraki nesillere sağlam ulaştırabilme yolunda çeşitli bahanelerle senelerce zulüm görmüştür. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar acı ve ızdırap yudumlamıştır.

*Binaenaleyh, Hazreti Üstad’ın ve halis talebelerinin de bizim üzerimize yükledikleri bir emanet yükü vardır. Ötede “Biz kendi dönemimizde hıyanet etmedik buna, değişik korumalarla bunu size intikal ettirdik. Sonraki emin ellere teslim etmek size düşüyordu. Niye ihanet ettiniz? Emanete hıyanet münafıklık sıfatıdır.” diyebilirler. Bu açıdan da onların emanetine hıyanet etmeden bu meseleyi samimiyetle götürmek lazımdır.

Merhum Turgut Özal’ın Emaneti

*Rahmetlik Turgut Özal özüyle, sözüyle dört başı mamur bir müslümandı. Yakından tanıma imkânı oldu. Ve çok vefalı davrandı. Kıtmir’in ne haddine Çankaya’ya davet edilmek ama defaatle davet etti; “Ben seni arka kapıdan içeri alırım!” diyordu, öyle bakıyordu meseleye. Fakat size zarar verir diye kabul etmedim, hiçbirini kabul etmedim. Yakında birisinin öyle bir teklifini de yine onun için kabul etmedim. Şimdi biri sizinle görüşünce, ona hemen bir nam takılıyor; o da o mülahazayla mahkûm ediliyor. Onu öyle bir duruma düşürmemek için kabul etmedim.

*1980’den 86 senesine kadar dolaştım sağda solda, kaçmadım… O dönemde askerlik yapan ne kadar arkadaşımız varsa, bazıları için iki üç defa, askeri kışlaya gidip hepsini ziyaret ettim. Billboardlarda resmim vardı, ismim de yazılıydı. Umursamadım onu. Belki de arkadaşlarıma “Boş verin, bu da geçer yahu!” demek için askerî kışlaların içine girdim, onlarla görüştüm. En son Burdur’daki arkadaşı ziyaret etmiştim. Demek o zaman deşifre olmuşuz, yakın takibe almışlar. Sonra ikinci kez, Hazreti Üstad’ın “Benim vekilim!” dediği o mübarek talebesi, yakın tarihte vefat eden merhum Mustafa Sungur’un oğlu Nur Sungur’u -ki o bir dönemde Kestanepazarı’nda Kıtmir’in talebesiydi- ziyarete gittim. Tespit etmişler, derdest ettiler; silah dayadılar karnıma, içeriye götürdüler.

*O zaman rahmetlik Turgut Özal başbakandı. Evet, o da başbakandı, başkaları da başbakan; hakkı olmayanlara Allah o fırsatı vermesin!.. O gece dahiliye vekilini, hariciye vekilini, adliye vekilini hususi olarak topluyor; “Fethullah Hoca’yı falan yerde derdest etmişler, derhal salıversinler!..” diyor. Sabah bizi uyandırdılar, ifadeye çağırdılar, biraz sonra birisi geldi, dedi ki: “Yahu bu gece bütün tel hatları birbirine karıştı. Başımıza iş açacağız, bırakalım bunları, gitsinler!..” Sonra “Burdur aramıyor, bunları İzmir arıyormuş, oraya götürelim.” dediler. “Olur” dedik. İzmir’e götürdüler. Beni arayan şef, istihbarat müdürü, hepsi geldi, elimi sıktılar, “Hocam, çok geçmiş olsun!” falan dediler. “Hani siz beni arıyordunuz?” deyince, “Biz aramıyoruz sizi!” dediler. Merhum Turgut Özal ağırlığını koymuştu; bu insanca bir ağırlık koymaydı. Allah onu da Efendimiz’le beraber Firdevs ile sevindirsin.

*Sadece o değildi. Hizmet’in Asya’da yeni yayıldığı zamanlarda oraları ziyaret edeceği vakit, “Okullar adına referans olmak için hususi gidiyorum, niye arkadaşlar gelmiyorlar?” diye Kıtmir’e haber gönderdi. Ben de bir-iki arkadaştan rica ettim. Hususi gitti, Asya’da dolaştı, daire çizdi ve uğradığı her devlet reisine dedi ki “Bu işe ve bu arkadaşlara ben kefilim, bırakın açabildikleri kadar okul açsınlar!..” Dolayısıyla, bir Turgut Özal emanetidir bu. Ahirette davacı olur o. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam ile beraber haşr u neşr olsun inşaallah.

Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in Civanmertlikleri

*Süleyman Bey, nereye koyarsanız koyun, cumhurbaşkanı iken, belki otuz tane devlet başkanına mektup yazdı. Neden? Milletimize müyesser olmuş böyle bir hizmetin devam ve temadisi adına. Nereye koyarsanız koyunuz!.. İnsanlık damarıyla, bir yönüyle dine olan saygısı damarıyla, kendi vatanında meydana gelen fedakâr bir kısım kimselerin hizmetlerini alkışlama hesabına rahatlıkla bu mektupları yazmıştı. Onun açısından da bu mesele bir emanettir. Bir de Süleyman beyi ahirette hakkınızda davacı haline getirmeyin!.. “Ben elli tane mektup yazdım, siz niye bu işi yarı yolda bıraktınız? Yürüdüğünüz doğru yolda neden takılıp kaldınız?” der. O yaptığı iyi şeyler de inşaallah onun vesile-i saadeti olmuştur. Herkes hakkında hüsn-ü zannımız var.

*Bir garip şey daha anlatayım size: Bülent Ecevit. Yetiştiği kültür ortamı itibarıyla bahiste bulunmayacağım. Ankara’daki ve İstanbul’daki evine gittim. Ben bir kıtmirim sadece, fakat 30-40 sene cami kürsülerinde halka bir şeyler anlatmaya çalıştım; o da bunun hatırına, yemin ederim size, ceketinin düğmelerini düğmeleyerek karşıladı. Televizyona geldi, aynı saygıyla karşıladı.

*Dahasını söyleyeyim size: Amerika’da henüz beş on tane okul varken, bir arkadaşımız yanına sık sık gidip geliyordu. Bir defa uğradığında “Amerika’da on tane mi, yirmi tane mi charter school açıldı. Bu okullarda talebe yüzde otuz nispetinde seçmeli Türkçe öğreniyor.” deyince, Bülent Bey sevinçle yerinden kalkıyor, heyecanla “Amerika’da da Türk dili öğretiliyor!” diyor, memnuniyetini ifade ediyor.

*Bülent Bey zirvedeyken ben Vatikan’a gittim. O zaman büyükelçiye telefon etmiş. Büyükelçi iki-üç gün bizden ayrılmadı, rehberlik yaptı ta Papa’yla görüşmeye gideceğimiz zamana kadar. Görüşme vakti, saygıyla eğilip “Hocam, ben resmi bir devlet memuruyum, sizin ziyaretiniz resmi olmadığından müsaade buyurursanız buna iştirak edemeyeceğim!” dedi. O da bu mevzuda bir civanmertlik sergilemiş ve o okullara arka çıkmıştı. Bir yönüyle onun da sizin sırtınıza yüklediği bir emanettir.

Dikenliklerde boy atanlar gül bahçelerinden rahatsızlık duyarlar!..

*Bugüne kadar herkes, Allah’ın izni ve inayetiyle sahip çıktı; sahip çıkanlardan Allah ebeden razı olsun. Bu arada Abdullah Gül beyin bir-iki yere telefon ettiğini de şayan-ı şükran ve takdir olarak yâd etmeden geçemeyeceğim. Problemin olduğu bazı yerlere telefon etti, onu da şükranla yâd ederim.

*Ama birileri de var ki!.. Güney Afrika’da Selimiye’nin tipik bir örneği inşa ediliyor; külliye, sağlık sitesi, yurt, okul yapılıyor. O ülkeyi gezmeye gidiyor; o külliye duvarının kenarından geçiyor. Rica ediyorlar, “Bir içeriye girseniz?!.” İnadından içeriye girmiyor, hasedine yenik düşüyor. Daha sonra da o haset ona daha korkunç tahribatlar yaptırtıyor. O hasedin önü alınamayan çağlayanına bir kere yelken açtıktan sonra, günah deryasından, haset deryasından, hemz ü lemz deryasından geriye dönmeye fırsat bulamıyor.

*Kur’an-ı Kerim ferman buyuruyor:  قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “De ki: Herkes yaratılışına göre davranır, kendi karakterinin gereğini sergiler.” (İsrâ, 17/84) Biri “Yapın, açın!” der. Öbürü de üst üste “Kapatın, yıkın, önünü alın, durdurun bunları!” der, “Çünkü bunlar dünyayı sulayacaklar, toprağın kuvve-i inbâtiyesinde yeni bağlar ve bahçeler meydana getirecekler; zinhar buna fırsat vermeyin. Zira tımar ederlerse, bu hâristan (dikenlik) gülistana döner, bostana döner, bağistana döner. Benim ne gülistana, ne bostana, ne de bağistana tahammülüm yoktur, çünkü ben bir hâr (diken/lik) çocuğuyum, bana da hâristan düşer!” Sana hâristan düşsün!..

Muhasebe Ufku ve Sahabe Yolu

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar,

“Rabbimiz, ahirete yürüyenlere merhamet eyle; kalanlara sabır ver; yaralılara şifa lütfet; ülkemizi muhafaza buyur!” duasıyla sözlerimize başlamak istiyoruz.

Şehitlere Hatim, Ankara’daki Katliam ve Dua Seferberliği

Ankara’da sergilenen vahşet hepimizi derinden yaraladı. Zaten gamlı olan atmosferimiz adeta hüzün sağanağına uğradı.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ankara’da meydana gelen vahşi terör saldırısında hayatını kaybeden vatandaşlarımız için dün şu taziye mesajını yayınladı:

“Ülkemizin kalbi başkent Ankara’nın göbeğinde gerçekleştirilen elim terör saldırısı bir kere daha yüreklerimizi dağladı. Kadimden bu yana milletimizin ikbalini karartma azminde olan şer odakları yine masum insanları hedef aldılar.

İhaneti karakter haline getirmiş karanlık odaklar, hiçbir dinin ve ahlak sisteminin müsaade etmediği insanlık dışı saldırılarla, bu toprakları bir kaos arenası haline getirmeye, aziz milletimizin önünü kesmeye ve bizi bize düşürmeye çalışıyorlar. Ümidim ve duam odur ki, Allah’ın izni ve inayetiyle masum Anadolu insanının sabrı, sağduyusu ve itidali, şerirlerin kirli emellerine ulaşmalarına mani olacaktır.

Ankara’da meydana gelen ve kalleşçe planlanmış bu saldırıda vefat eden vatandaşlarımıza Cenâb-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailelerine ve yakınlarına sabr-ı cemil diliyorum. Hazreti Şâfî’den (c. c.) yaralanan vatandaşlarımıza acil şifalar lütfetmesini niyaz ediyorum.

Gerekçesi ne olursa olsun her türlü terörü ve bu saldırıları gerçekleştirenleri bir kere daha lanetliyor; içeride ve dışarıda ülkemizin ikbaline pusu kurmak için fırsat kollayan insi şeytanlara fırsat verilmemesi için daha hassas olunması ve her türlü tedbirin alınması dileğiyle aziz milletimize taziyelerimi sunuyorum.”

Bir aydır akşam namazı öncesi toplu duamızı asker/polis şehitlerimize ayırıp onların ruhlarına hediye eylemek üzere hatim okuyorduk; bugün 78. hatmi yarıladık. Dolayısıyla terör mağdurlarının, mazlumlarının elemini her gün yüreğimizde duyuyorduk. Şehit haberlerinin devam etmesiyle beraber bir de Ankara’da meydana gelen katliam acımıza acı kattı.

Aslında bugün Bamteli günüydü fakat ülkemizin haline sahiden çok kederlenen Hocamız mutat sohbetine çıkmadı, sadece dua çağrısıyla iktifa etti.

Biz de “başta güzel ülkemizin insanları olmak üzere bütün ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselam) her türlü musibetten kurtulup selâmete çıkması, maddî manevî sıkıntılardan sıyrılıp inşiraha kavuşması niyetiyle, ayrıca insanlığın sulh atmosferine meyletmesi ve en yüce hakikatlere uyanması recasıyla” birkaç gün önce duyurusunu yaptığımız dua seferberliğine iştirakinizi istirham ediyoruz.

Kendisiyle yüzleşmeyen kimse, yerden yere vuracağı mücrimler arar!..

Bu haftanın Bamteli olarak ise, muhterem Hocamızın hafta içinde yapmış olduğu bir hasbihali sunuyoruz.

Sohbette -özetle- şu konular anlatılıyor:

*Kendisiyle yüzleşmeyen ve kendini yerden yere vurmayan bir insan, debbağın deriye yaptığı gibi yerden yere vuracağı bir mücrim arar. O hep günah çaşıtı, mütecessisi haline gelir; “Acaba falan nasıl baktı, ne konuştu, ne etti?” deyip bunları zihnine kaydeder; sırası geldiği zaman bu dosyaları değerlendirmeyi düşünür ve böylece günaha girer. Günaha girmemenin yolu, insanın kendisiyle meşgul ve kusurlarının farkında olmasıdır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibarıyla, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Ne mutlu o kimseye ki, defterinde çok istiğfar bulunur.”

Muhasebe Duygusu ve Hazreti Ebu Bekir’in Vasiyeti

*Hazreti Ömer’e nispet edilen bir sözde

حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” buyrulmaktadır ki, bu da, nefis muhasebesinin öte dünyadaki hesaba çekilme inancıyla doğrudan doğruya irtibatlı olduğunu göstermektedir. Zaten büyük zatların evrad ve ezkarına bakıldığında, mahkeme-i kübrada hesap verme endişesinden kaynaklanan ciddi bir nefis muhasebesiyle hayatlarını geçirdikleri görülür.

*Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabe efendilerimizin ısrarları üzerine, bütün zamanını müslümanların ihtiyaçlarına ayırabilmek için cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi.

*Hazreti Ebu Bekir, ahirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir testi bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan testiden küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

“Hesabını vereceğin âna kadar seni dinlemiyoruz ve sana itaat etmiyoruz!..”

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” demişti.

*Uyaran böyle medeni cesarete sahip, tam entelektüeldi. İşin başındaki serkâr da o kadar hakperest ve adalete saygılıydı.

Sahabe yolunda yürürseniz, bütün engelleri aşarsınız ve hiçbir tiran da sizi engelleyemez!..

*Dünya bütün debdebe, şaşaa ve ihtişamıyla karşımıza gelse, hâlihazırdaki durumumuzu ona tercih edecek kadar kararlı durmalıyız. Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri gibi “Yalancı dünyâya aldanma yâhû / Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.” demeliyiz. Sultanlık teklif edilse, günümüzde sıradan bir insan olarak dünyanın dört bir yanında hizmet etmeyi o sultanlığa tercih etmeliyiz.

*Cihanı, iki hükümdar için az gören Yavuz, dünyanın dört bir bucağını velveleye veren fatih ordusuyla, krallara taç verip taç aldığı günlerde, Ridâniye zaferini müteakip İslâm dünyasının biricik hükümdarı unvanıyla İstanbul kapılarına kadar gelmişti. Teb’anın alkış ve alâyişini görmemek için halkın uykuda olduğu bir saati kollayıp payitahta sessizce girmeyi tercih etmişti. “En iyisi biz geceyi Üsküdar’da geçirelim de halk uyurken sessizce Topkapı’ya gireriz.” demiş ve öyle de yapmıştı.

*Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 senelik bir saltanatı vardır. Bu zat yarım asırlık bir zamanda meseleyi dorukta tutmuş, dünya devletlerine “eyaletim”, “vilâyetim” nazarıyla bakmıştır. Fakat ihtişamın zirvesinde olduğu bir dönemde zaferle neticelenen bir seferden dönerken, “Nefsime biraz gurur geldi.” demiş ve yatağının izbede serilmesini istemiştir ki, işte asıl büyüklük ve imrenilecek yiğitlik buradadır.

*Bu çizgi Raşid Halifeler’in çizgisidir. Öyle yürürseniz, bütün engelleri aşarsınız, hiçbir mânia ve hiçbir tiran sizi engelleyemez. Trenler, tırlar gelip üzerinizden geçse, tiranlar bütün hiddetleriyle size saldırsa, Allah’ın izin ve inayetiyle, yürürsünüz yolunuza ve vereceğiniz şeyleri verirsiniz insanlığa!..

*Dünyevî herhangi bir beklentiye girerek hizmet etmek bünyeye düşmüş bir güve gibidir; er geç onu delik deşik eder, iflahını keser. Dünyevî beklentiye girmeden hizmet etmeye Allah muvaffak eylesin!..

Hizmet Mevsimleri ve Himmet Meyveleri

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Hizmet erleri -yedikleri tekmelere rağmen- yeni okullar açıyor, açılımlar yapıyorlar!..

*Mazlumiyet ve mağduriyetler karşısında katiyen sarsıntı yaşamamak ve asla paniklememek lazım. Tekme yemeler olabilir; M. Âkif de “…tekme yerim, çifte yerim” diyor. Şimdiye kadar tekme yemedik hizmet insanı da olmamıştır; hep tekme yemişlerdir, çifte yemişlerdir. Fakat sarsılmayanlar ve yerinde duranlar kazanmış; tekme ve çifte atanlar da kaybetmişlerdir.

*Onun için, değişik vesilelerle ifade etmeye çalıştığım gibi, bugüne kadar hizmetimizi kaç vitesle götürüyor idiysek, şimdi onu ikiye katlamamız lazım. Zaten bu işe gönül vermiş arkadaşlar bunu yapıyorlar. Onlar mesajlarını öteden almışlar, bizden değil; Allah ile irtibat sayesinde, sanki Cenâb-ı Hak onlara ışık tutuyor, onlar da o yolda yürüyorlar. Sürekli okulların sayısını arttırıyorlar, yeni üniversiteler açıyorlar.

Allah’la irtibatın gücünü bilemeyenler, adanmış ruhları korkutabileceklerini zannettiler!..

*Aslında böyle krizli gibi görünen her dönemde hep böyle olmuştur. Az geriye doğru giden insanlar 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı,12 Eylül’ü ve 28 Şubat’ı da hatırlarlar. O dönemde de aynı yaveler minarelerin başından ilan edilir gibi medya yoluyla ilan edildi. Birileri bütün güç ve kuvvetlerini sizi sarsmak ve dağıtmak için kullandılar. İmkânları elinizden almak ve sizi panikletmek istediler. “Korkutursak millet bunlardan kopar, bizim yanımıza gelir.” dediler. Korkmamaya karar vermiş insanların hiçbir zaman korkmayacaklarını düşünemediler, bilemediler ve bilemezlerdi de!.. Çünkü o ruh haletini taşımıyorlardı!.. Çünkü Allah ile irtibatın insana çok önemli bir enerji kaynağı olduğunu bilemiyorlardı! Hazreti Rasûl-i Zîşân ile irtibatın mü’minde nasıl bir metafizik gerilim hâsıl ettiğini bilemiyorlardı!..

*Son maruz kalınan zulümler, bu işe dilbeste olmuş insanlarda o metafizik gerilimi biraz daha artırdı. Arkadaşlar daha bir kenetlendiler Allah’ın izni ve inayetiyle. Daha bir birleşme oldu ve bu, olanın üstünde bir sinerji hâsıl etti. Bugüne kadar Cenâb-ı Hak sizde o metafizik gerilimi muhafaza buyurdu.

*Öyleyse, bundan sonra da hiç sarsılmadan, bir küheylan gibi koşmaya bakmalıyız. Ana yurdumuzda olan ve dünyanın değişik yerlerinde bulunan arkadaşlarımızla hepimiz, vites yükseltmeli ve düne kadar yapageldiğimiz hizmetlerimizi katlayarak sürdürmeliyiz.

Bir gayeye gönül vermiş insanlar dünyayı ellerinin tersiyle iter ve dönüp ona bakmayı Allah’a karşı terbiyesizlik bilirler!..

*Hizmet adına neyimiz vardı bizim? Okul faaliyetlerimiz vardı. Toplumun değişik kesimleri arasında “diyalog” münasebetlerimiz vardı! Herkesin ayağına gidiyor, herkesi ziyaret ediyor, herkesin çayını içiyor, herkese çay içiriyorduk; bir yönüyle sarsılmış, kırılmış, örselenmiş o uhuvvet ruhunu ihya etmeye çalışıyorduk. Hiçbir şey olmamış gibi bunu yeniden devam ettirmemiz lazım!

*Evet, o beşerî münasebetleri engin bir gönül şefkatiyle yeniden ihya etmek lazım. Mefkûre insanına, gaye-i hayal insanına düşen şey budur. Onlar yüksek bir gayeye dilbeste olmuşlardır. Dünyevî saltanat ve debdebeyi ellerinin tersiyle itmişlerdir. Saraylarla, yatlarla, yalılarla karşılarına çıksanız bile, onlar sağda solda ırgatlık yapmak suretiyle ruhlarının âbidesini ikâme etmekten başka bir şey düşünmezler. Mefkûrelerinden başka bir şey düşünmeyi kendilerine karşı saygısızlık sayarlar. Allah’a karşı terbiyesizlik sayarlar. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a karşı da edepsizlik sayarlar.

*Mefkûre insanları hep dik dururlar. Dünyaya ait şeyleri dünya kadar kabul ederler. “Tatmaya izin var, doymaya yok!” diyen Hazreti Pîr-i Mugân’ın “Dünya lezzetleri zehirli bala benzer, lezzeti nispetinde elemi de vardır.” sözünü hep hatırda tutarlar.

*Yine hizmet adına okul mu açıyordunuz? Şimdiye kadar ne kadar okulunuz vardı? “Şu önümüzdeki iki-üç sene içinde bunun on katını yapalım Allah’ın izni ve inayetiyle!..” Mefkûre erleri hiç tereddüt etmeden böyle düşünürler.

Zaman ve Bugün gibi doğrunun sesi soluğu medya organları mutlaka desteklenmeli!..

*Zaman Gazetesi, ilk basıldığında on beş bin mi basmıştı, 20 bin mi basmıştı?!. Zamanla bir milyonu aştı. Belki son tahribat ve kırılmalardan dolayı mesele ona da aksetti. Ama ben bu işe sahip çıkan kardeşlerime öyle inanıyorum ki, bunlar abone yapma döneminde her şeyi bırakırlar, o kampanya mevsiminde bu iş için küheylan gibi koşarlar; bugüne kadar bir yapıyorlarsa, bundan sonra on yaparlar. Bir-iki fasıl onu indirmeye mukabil, olduğunun bir-iki fasıl üstüne çıkarırlar. Zaman’ı ve Bugün Gazetesi’ni…

*Bu, diğerlerinin aleyhinde olmak demek değildir; “Falandan kopun bize gelin” demek değildir. Dünya kadar doğruyu, hakkı, hakikati, adaleti, evrensel insanî değerleri öğrenmeye iştiyak duyan insan vardır. Kahve, lokal ve pastanelerde bunlara ihtiyacı olan bir hayli insan vardır. Her bir arkadaşımız bunları bularak, bunu bir manevî cihat sayarak doğruların duyurulmasına yardımcı olmalıdır! Günümüzün cihadı budur!.. Doğru düşüncenin, doğru yorumun; birleştirici düşüncenin, birleştirici felsefenin toplumun her kesimine yayılması için, bunun mutlaka katlanarak devam etmesi lazımdır.

Derdimiz falanı filanı çatlatmak değil, doğrunun herkes tarafından duyulmasını sağlamaktır.

*Eldeki mevcut müesseseler bu zelzelede hiçbir şey olmamış gibi katlanarak devam etmeli. Birilerinin bir “yıkma fâsid dairesi”ne karşılık bir “yapma salih dairesi” oluşturmalı, doğurgan döngü düşüncesi oluşturmalı. Bu falanı filanı çatlatmaya mâtuf değil; yapılması gerekli olan şeyi hâlisâne yapmaya mâtuf. Falanın filanın çatlaması, mağlubiyet yaşaması, hezimetin inkisarıyla inlemesi gibi bir derdimiz, bir problemimiz yok. İsteğimiz sadece doğrunun herkes tarafından duyulması; yalan ve iftiraya meydan verilmemesi; ırz, namus ve haysiyetle oynanmaması; oynayanlara karşı her yerde minarelerden yükselen ezanlar gibi doğru sesin duyulması. Evet, her tarafta o doğruluğun, o istikametin ve o sadâkatin sesi duyulmalı.

*İnsanlar, yamuk yumuk şeylerin yanında doğruyu da duymalılar. Allah, insanı ehl-i insaf olarak yaratmıştır. İnsan, bir kere yanılır, iki kere yanılır; bir delikten bir kere ısırılır, çok hüsnüzan eder ve hüsnüzannına yenik düşerse, bir kere daha ısırılır, bir kere daha ısırılır; fakat mü’minin ilelebet ısırılması söz konusu değildir. Nihayet o ikide, üçte, dörtte kendine gelir, toparlanır, “Doğru buymuş!” der, “Şu âna kadar dinlediklerim de sadece lakırdıdan, kezibden, iftiradan, gıybetten, isnattan, tasalluttan, tagallüpten, tahakkümden, tahkirden, tezyiften, ta’yibten, tağyirden, tehcirden ibaretmiş!” der ve döner Allah’ın izni ve inayetiyle.

Doğrulara tercüman olan medyaya hava kadar, su kadar ihtiyaç var!..

*Her mevsimin ayrı bir hizmeti vardır. Bir mevsim üniversiteye hazırlık kursları için çalışmalı! Bir mevsim okullara talebe kaydı için çalışmalı. Şayet bir mevsimde de gazetelerinizin ve mecmualarınızın halka tanıtılması, abonelerin yenilenmesi, mevcut olan abonelerin katlanması söz konusu ise, o zaman onun katlanması için bizim de himmetimizi, gayretimizi ve hızımızı katlayıp o işe yoğunlaşmamız lazım.

*Parçalanmış toplumun, dağılmış efkârın, kirlenmiş duygu ve düşüncelerin, doğru sese, doğru soluğa ihtiyacı var.. oksijen kadar ihtiyacı var, hava kadar ihtiyacı var, su kadar ihtiyacı var!.. Onun için, Allah’ın izni ve inayetiyle sıkın dişinizi; bir buçuk milyon yapın onu (Zaman’ın tirajını); gelecek sene de iki milyon yapın. Bu arada, diğerlerini de kendi konumlarında kabul edin. Herkesin konumuna saygılı olan, muvazene unsuru böyle bir yayın organına ihtiyaç vardır. Yalan söylemeyen, iftira etmeyen, gıybete bühtana girmeyen, başkalarını karalamaya matuf dünyalar inşa etmeye çalışmayan böyle yayın organlarına, havaya, suya ihtiyaç duyulduğu gibi bir ihtiyaç bulunduğu kanaatindeyim. Siz de bunu yapmaya teşne bulunuyorsunuz.

*Duamda hep şöyle demişimdir: Cenâb-ı Hak Anadolu’da Anadolu ruhunu bir âbide şeklinde ikâme buyursun; onu ikâme ettiği günün ikindisinde de benim canımı alsın, onu görmeyeyim ve ben unutulayım. Hiç kimse “Bu adamın da bu işin içinde bir payı vardı!” demesin. Karakterim bu!..

Hak Nezdinde Makbul İki Dua

*Evet, her işin bir mevsimi vardır. Mevsimler rantabl olarak değerlendirilmelidir. Anadolu insanının ruhunun abidesini, ruh ve mana köklerimizi yeniden ikâme etmek için buna ihtiyaç var. Her mevsimde ne yapılıyorsa, ne yapmak icap ediyorsa şayet, onun üzerinde yoğunlaşarak, konsantre olarak, bütün himmetimizi ona sarf etmemiz lazım.

*Bu, Allah’a karşı fiilen sunulmuş öyle icâbete şayeste bir duadır ki, Allah böyle duaları hiçbir zaman geriye çevirmemiş, bu yolda yürüyenleri de hiçbir zaman yolda bırakmamıştır. Hani bir Türk atasözü vardır: “Dede, himmet!” demiş; “Oğul, hizmet!” demiş. Eğer himmet bekliyorsanız, inayet bekliyorsanız, riayet bekliyorsanız, bilesiniz ki, mele-i âlânın sakinlerince sizden beklenen de hizmettir. Bu açıdan da sizi hiçbir şey yıldırmamalı!..

*Geriye çevrilmeyecek dualardan biri de âlem-i İslam’ın her tarafının kan seylaplarıyla dopdolu olup taştığı bu dönemde ızdırar ruh hali içinde ızdırap ve hüzün yudumlamaktır. Hal-i hazırda dünyanın değişik yerlerinde kan seylapları birer kütük gibi insanları önüne katıp sürükleyip götürüyor. İnsanın bu korkunç hadiseler karşısında duyarsızlığı, onun nezd-i ulûhiyette kıymetsizliğini ifade eder. Müslümanların dertlerini dert edinmeyen ve paylaşmayan onlardan değildir; yani -açıkça- Müslüman değildir.

*Mefhum-u muhalifi: Bir kimse Müslümanların dertlerini paylaşıyorsa, acılarını içinde duyuyorsa, ızdıraplarına gözyaşı döküyorsa ve yıkılan her şey onun içinde de bazı şeylerin yıkılması şeklinde kendisini hissettiriyorsa, işte o, Müslümanlardandır. Arkadaşlarımızın bu çizgide Müslüman olduğunda şüphem yok; fakat bizim her zaman bu istikamette teyid ve rehabilitasyona ihtiyacımız vardır.

Mefkûre kahramanları, her mevsim farklı bir ürün veren kelime-i tayyibe veya bereketli ağaç gibidir!..

*Mefkûre insanları, birer kelime-i tayyibe gibi her mevsim farklı bir ürün/meyve vermesini bilmelidirler. Cenâb-ı Hak, İbrahim Suresi’nde şöyle buyurur:

أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ

“Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz (kelime-i tayyibe), kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir. Kötü söz ise, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarılabilen, kökleşip yerleşmeyen değersiz bir ağaca benzer.” (İbrahim, 14/24-25)

*“Kelime”yi, ağzınızdan çıkan bir söz, davranış olarak ortaya koyduğunuz bir tavır, arkada bıraktığınız bir eser, sebebiyet verdiğiniz olumlu veya olumsuz bir şey şeklinde şümullü anlamak lazım. “Habis kelime”nin misali, yeryüzünün derinliklerine doğru kök salmadığından sürekli oynayıp duran, değişik fırtınalar karşısında savrulan ve hatta devrilen ağaç gibidir. Yeryüzünde onun için hiç karar yoktur. Güzel kelimenin misali ise, tertemiz, kendisine güve musallat olmamış, küfe maruz kalmamış, yerin derinliklerine doğru kök salmış, sabitkadem, dimdik, yukarılara doğru ser çekmiş bir ağaç gibidir.

*Madem mü’min de bir Allah kelimesidir; o da işte öyle güzel bir ağaç gibi olmalı ve her mevsimde o mevsime göre bir kısım meyveler vermelidir. Öbür tarafta Cenâb-ı Hakk’ın inayet elinin damlayı derya, zerreyi güneş yapıp iade etmesi için burada her mevsimi en iyi şekilde değerlendirmelidir.

Terakki Rampası Tazyikler

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

“Allah’ı bulan neyi kaybetmiştir ki?!.”

*Allah’ın maiyyetine eren insan başka beraberliğe ihtiyaç duymaz. O’ndan kopan kimseler de, Kur’an-ı Kerîm’in ifade buyurduğu gibi, doğru yoldan ayrılınca o kadar yamuk yumuk yolla karşılaşırlar ki, yol değiştirir durur ama hep eğri büğrü yürürler. Yol O’nun yolu, yöntem O’nun yöntemidir. Ataullah İskenderânî hazretlerinin ifadesiyle, “O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” Bu mülahazayla çokları virdlerinde, كُنْ لَنَا وَلَا تَكُنْ عَلَيْنَا “Bizim için ol, aleyhimizde olma!” demişlerdir. Allah muhafaza, biz O’ndan koparsak, değişmeyen âdet-i sübhâniye olarak, her şey aleyhimize döner.

*O’nunla kavî bir irtibat içine girenler, muvakkaten sarsıntılar yaşayabilirler fakat imtihanı verdikten sonra er geç o işin içinden sıyrılırlar Allah’ın izni ve inayetiyle. Öyle olduğundan dolayı şeytan bir kısım zalimleri, gaddarları, hattarları, müfsitleri, kötülük düşüncesiyle oturup kalkanları onlara musallat edebilir. Hatta denebilir ki, O’nun izniyle gelen o sıkıştırmaların bile “hüsün ligayrihi” bir güzelliği vardır.

Aydınlanmanın Başladığı Nokta

*Tazyikler neticeleri itibarıyla güzeldir çünkü birileri her zaman yürüdüğünüz yolu kesince, sizler yeniden kendinize göre yürüyebileceğiniz, güzergâh emniyeti sağlam yollar yöntemler oluşturmaya çalışırsınız. Kafanızın içindeki atıl nöronları harekete geçirir, tabiî düşüncenin içinde faik düşünceye sahip olursunuz. Iztırar ve ızdıraplar sizi bugüne kadar yürüdüğünüz yolun yöntemin dışında çok daha rahat edebileceğiniz iklimlere taşır. Bir yeri namüsait gördüğünüz zaman, müsait ortamlar araştırırsınız; o müsait ortamlara ulaşmak için de dimağlarınızı daha aktif hale getirirsiniz. Evet, her zaman dendiği gibi, kararmanın son noktası aydınlanmanın başlangıcıdır.

*İlk Müslümanlar, müşrikler tarafından işkencenin her türüne maruz bırakılmışlardı. Bazıları güneşin altında adeta çarmıha geriliyordu; bazıları taşa tutuluyordu; bazıları yetmiş-seksen derece hararetin olduğu o sıcak kumda -ki öyle yerde beyin kaynar, öyle bir beyin kaynamasında insan delirir, felç olur- vücutlarından daha ağır kayalar üzerlerine konuyordu ve bu her gün tekerrür ediyordu. Fakat Ashab-ı Kiram eziyet ve işkencelere asla boyun eğmemişlerdi.

Şeytan dün Necidli bir yaşlı kılığında entrika üretiyordu, bugün de kılıktan kılığa…

*Bütün tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek başında dönüp durmuştur. Kur’an-ı Kerim, Müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz’e tahsis etmiş ve şöyle demiştir:

وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ

“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30) Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef’ul Efendimiz’dir; bütün planlar O’nun üzerine yapılmıştır.

*Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretlerine tekaddüm eden günlerde, “Dâru’n-Nedve” denilen kulüpte toplanan Mekke müşriklerinin arasında, Necidli bir ihtiyar kılığında şeytanın bulunduğu da rivayet edilir. Müşrikler İslam’ın boy atıp intişar edişini engellemekten aciz kalınca, insî ve cinnî şeytanlar, Allah Rasûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashabını imha için bir plan yapmak üzere bir araya gelmişlerdi. Evet, Necidli bir ihtiyar kılığında Şeytan da onların aralarına katılmıştı. İhtimal müşrikler, işin idaresini ellerinden kaçırdıklarını anlamaya başlamış ve âdeta panik içindeydiler. Acaba ne yapmalıydılar? İşte onları bir araya getiren gündemin ana maddesi buydu. Sonunda bir pir-i fani görünümlü şeytanın “Her kabileden birer ikişer genç seçelim. Onları organize edelim. O’nun üzerine hep beraber saldırsınlar ve O’nu hep beraber öldürsünler. Böyle yaparsak Hâşimoğulları kan iddia edemezler. Bütün kavim ve kabilelerle savaşmayı da göze alamazlar.” teklifinde anlaşmışlardı.

*Bütün zalimler, gaddarlar, kâfirler, bütün güçlerini başkalarını yıkmaya matuf kullansalar bile, dünyanın en ahmak insanlarıdır. Çünkü hayatları sadece bu günlüktür. O zavallıların yarını yok, öbür günü yok, daha öbür günü hiç yok.. öbür hafta yok, öbür ay yok, öbür sene yok, ukbâ hiç yok!.. “Var” diyorlarsa, yalandan söylüyorlar.

Sevr Sultanlığı’nda İtminan Solukları

*Hicret esnasında Allah Rasûlü’nün yolu Sevr Sultanlığı’na uğramıştı. Oraya ve Hirâ’ya hep “sultanlık” dedik. “Mağara” demeyi yakıştıramıyorum. Evet, bir kayanın deliği bile olsa, oraya bir kere şeref-kudûm buyurmuşsa İnsanlığın İftihar Tablosu, orası Firdevsler kadar kıymet kazanmıştır. Onun için Hirâ, sultanıktır; Sevr, sultanlıktır. Adımını bastığı her yer sultanlıktır.

*Kendisini takibe koyulan Mekke müşrikleri bir aralık gölgeleri içeriye düşecek ve tehditleri Sevr Sultanlığı’nın duvarlarına çarpıp yankılanacak kadar yaklaşmışlardı. Arada bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu ve Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Rasûlü’nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve O’nun adına endişe ediyordu. Hâlbuki Allah Rasûlü’nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itminan ve emniyet insanı, dostunu teselli ederek, “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” diyor ve ekliyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.”

*Hazreti Âdem’den (aleyhisselam) günümüze kadar her dönemde, Hak dostları en zor şartlar altında ıztırar diliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince çok geçmeden kara bulutlar dağılmış ve o salih insanlar ilahi maiyetle inşiraha kavuşmuşlardır. Hazreti Yunus ve Hazreti Musa’nın (aleyhimesselam) mucize kurtuluşlarında olduğu gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerindeki pek çok hadisede de Üstad’ın ifadesiyle, sırr-ı ehadiyet içinde nuru tevhidin inkişaf ettiği görülmüştür.

Her sıkıntı ve tazyik bir inşiraha gebedir!..

*Kalbleriniz O’nunla beraberse, O sizinle beraberdir. Şayet siz maiyyete talipseniz, Allah (celle celaluhu) o isteği karşılıksız bırakmaz. Bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, kul “Rabbim” deyince Allah (celle celaluhu) anında “Lebbeyk!..” diyor. Bu, “buyur” manasına gelir. Dil inceliği açısından buna “mukabele” veya “müşakele” diyebilirsiniz. Yani, siz Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyorsunuz, teveccühünüze O da mukabelede bulunuyor; “Nedir isteğin, is’af edeyim?” buyuruyor.

*Hangi çağ olursa olsun, sıkışmalar, genişliğe çıkmanın adeta sırlı anahtarları gibidir; açılmayan kapılar o esnada açılır. Her sıkıntı ve tazyik bir inşiraha gebedir. Hadis diye rivayet edilen fakat İmam Sühreverdî’ye ait olduğu söylenen, “Sıkıştırdığın kadar sıkıştır, sıkışmanın son noktası açılma demektir.” sözü de bunu ifade eder. Evet, karar kararabildiğin kadar, çünkü kararmanın son noktası aydınlığa açılmanın başlangıcıdır.

*Bu açıdan, Cenâb-ı Hak bu şekildeki muamelesiyle günümüzün karasevdalılarını daha engin ufuklara ve muhtemel büyük problemlere hazırlıyor denebilir. Çünkü çok farklı kültür ortamlarında hizmet vereceksiniz; ayrı ayrı dinlere, ayrı ayrı anlayışlara, ayrı ayrı mezheplere bağlı insanlara muhatap olacaksınız. Kendi gül gibi ülkenizde, kendilerinden hiç kötülük beklemediğiniz kimseler tarafından maruz kaldığınız kötü muameleyi göz önünde bulundurup güzergâh emniyetini temin etmeye bakmalısınız. Allah Teâla, bu sıkıştırmanın arkasında sizi çok geniş bir kapıya doğru itiyor ve hadiselerin diliyle adeta şöyle buyuruyor: Bütün bir dünyaya açılan bir hizmetiniz var. Kendi ülkenizde bunlara maruz kaldığınıza göre, o farklı kültürlerde yetişen insanlar da aynı endişeleri taşıyabilirler. Bazılarının kendilerinden başka bir varlığa tahammülleri olmayabilir. Onlar da kendilerini hasedin kıskacında bulabilirler. Haset öyle bir marazdır ki, küfrün yaptırtmadığını yaptırtır insana. Kendinizi ona göre ayarlayınız ve çok şeffaf hareket ediniz.

Karakterinize ihanet edip hürriyetinizi satarsanız, ebediyyen felah bulamazsınız!..

*Kimseyi rahatsız etmeden ve endişeye mahal vermeden hizmet etme konusunda Kur’an-ı Kerim “telattuf” disiplinini nazara vermektedir.

…وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا إِنَّهُمْ إِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا

“…Bir de gayet nazik ve tedbirli davransın, varlığınızı ve bulunduğunuz yeri sakın hiç kimseye hissettirmesin. Çünkü onlar size galebe çalarlarsa ya taşa tutar, ya da kendi dinlerine döndürürler, bu takdirde de ebediyyen felah bulamazsınız.” (Kehf, 18/19-20) Kur’ânî bir esas olan “telattuf” disiplinini biz, başkalarını endişeye sevk etmeden, zihinlerde tereddüt oluşturmadan, hiç kimseye rahatsızlık vermeyecek şekilde, gürültü ve görüntüden uzak bir keyfiyette, tedbirli hizmet etmek şeklinde anlıyoruz.

*“Eğer galebe çalarlarsa sizi taşa tutarlar, recmederler.” Hakkınızda iftiralarda bulunurlar, yalan söylerler, tezvirlere girerler; haset ederler ve ellerindeki bütün imkânları -mesela modern çağda medyayı- aleyhinizde kullanırlar.

*“Gelin biat edin! Kurtulursunuz, siz de birer villaya sahip olursunuz. Siz gözünüzü çok çok uzaktaki şeylere takmışınız, ‘Cennet’ diyorsunuz. Öleceksiniz.. mahşere gideceksiniz… Binlerce sene sonrakine kafanızı takmışınız. Aptal mısınız siz?!. Hazır, dünyada rahat yaşama varken, yiyip-içip yan gelip kulağın üzerine yatma varken, ne diye ayaklarınız üzerinde duruyorsunuz?!. Çok uzaktaki şeylere kafasını kaptırmış kafasız insanlarsınız siz!..” derler. (Bu birisi tarafından söylendiği için naklediyorum.)

*Aslında böyle bir biat çağrısı, “Tâbî olun, kendi şahsiyetinizden fedakârlıkta bulunun, karakterinize ihanet edin, kendiniz olmaktan çıkın, Allah’ın hür kulu olmaktan çıkın, hürriyetinizi satın, esir olun; boynunuzda pranga, ayaklarınızda zincir, başkalarının vesayetinde, onların gözünün içine bakan zavallılardan olun!..” demektir. Oysa hürriyet insanın en önemli yanıdır. İnsanın kendi olarak, Allah’ın yarattığı gibi kalması çok mühimdir. Şayet insan o çağrıya uyar, başkalaşır ve onlardan olursa, işte o zaman katiyen kurtuluşa eremez, ebediyen felah bulamaz.

Yolunda bulunursanız, neticeye muvaffak olmuş gibi mükafat kazanırsınız!..

*Bu açıdan adanmış ruhlar maruz kaldıkları musibetleri iğne ucuyla dürtülme şeklindeki ikazlar olarak görmeliler. Demek ki onlardan gelecekteki muhtemel rahatsızlıkların önünü almaları adına nöronlarının bütününü çalıştırmaları ve üzerinde yürüdükleri peygamber yolunun zorluklarına hazır olmaları isteniyor.

*Mesajlarınız insanlarda yeni bir dünya görüşü ve hayat felsefesi oluşturacak Allah’ın izni ve inayetiyle. İşte bunun hatırına, cihan sulhu ve salahı, umum insanların birbirini sevmesi, herkesin birbirine kucak açması ve topun tüfeğin susması adına her türlü musibete katlanılır.

*Arzulanan bu neticeler bütünüyle hâsıl olur mu olmaz mı, bu bizi alakadar etmez. Bizim o yolda olmamız önemlidir. O hayır yolunda atacağımız her adımla Allah (celle celaluhu) neticede lütfedeceği şeyleri lütfeder. Çünkü müminin niyeti, amelinden hayırlıdır. Niyetin amelle desteklenmesi, mücerret niyetten de hayırlıdır. O amelin ihlasla desteklenmesi, rızayla enginleştirilmesi, halis aşk u iştiyak talebiyle derinleştirilmesi ondan da hayırlıdır.

Allah’ın cemalini müşahede yanında Cennet bal-kaymağı biber gibi kalır ve onun için her şeye katlanılır!..

*Allah uzun ömür versin, hizmetinizi katlayarak devam ettirmeye muvaffak kılsın; fakat siz bütün zorluklarına rağmen bu yolda olursanız, öbür âleme gittiğinizde bir de bakarsınız Cebrail (aleyhisselam) yanınıza geliyor ve size hitap ediyor: “Kardeşim nasılsın? Orada biraz sıkıntı çektiniz ama görüyorsunuz ya buraya adımınızı atar atmaz o günleri bütünüyle unuttunuz. Kafanızı silktiniz, o levsiyât bütünüyle döküldü. Dupduru duygularınızla şimdi burada Cenâb-ı Hakk’ı müşahedeye doğru yürüyorsunuz; Firdevs’e gideceksiniz, Cuma yamaçlarına yükseleceksiniz; Zat-ı ulûhiyeti perdesiz, hâilsiz müşahede edeceksiniz ve O, kelam-ı mübîniyle ‘Ben sizden razıyım!..’ diyecek. İliklerinize kadar öyle bir zevk zemzemesi içinde kendinizi duyacak ve hissedeceksiniz ki, balı-kaymağı dudağınıza değdirdiğiniz zaman ‘Allah Allah!.. Bu biber de ne oluyor O’nun cemalini müşahede etmenin yanında?!.’ diyeceksiniz!..”

*Evet, o zulümler, o gadirler, o tagallüpler, o tahakkümler, o esaretler, o zindanlara atmalar… Bunlar bütünüyle unutulur gider ve öbür tarafta hakkınızda birer hayra inkılap eder Allah’ın izni ve inayetiyle. Öyleyse, doğru tercihte bulunmak lazım; O’nu mu öbürünü mü?!..

*Cenâb-ı Hak, bugüne kadar size istikamet içinde önemli hizmetler gördürdü, gördürüyor. Allah’ın size şimdiye kadar gördürdüğü hizmetler ileride gördüreceklerinin de en inandırıcı referansıdır. İlahi adet öyledir. Bugüne kadar dünyada yüz yetmiş küsur ülkeye girip kendinizi ifade etme imkânını size veren Allah’ın, gelecekte kısa zamanda bin dört yüz okulunuzu iki bin sekiz yüz yapmayacağını ne biliyorsunuz!..

*Bakmayın şunun bunun çelmelerine. Onlar zavallı insanların çelmeleri. Şimdiye kadar hazımsızlar, hased girdabına düşmüş ve hemz u lemz akıntısına kendisini kaptırmış kimseler binlercesine bunları yaptılar fakat her şey netice itibarıyla aleyhlerine döndü. Yaptıklarına bin pişman oldular ama fayda vermedi.

*Yürüdüğünüz yolda Allah sizi sabit-kadem kılsın.

Yüce Hedefe Kilitli Ruhlar

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, (biri hafta içinde, diğeri cumartesi günü yaptığı iki hasbihalden müteşekkil) Bamteli’nde özetle şunları söylüyor:

Dar zihinli, kara bakışlı insanlar ufkunuzu karartmasın; dünya, aydınlığı sizin yolunuzda arıyor!..

*Müslümanlar olarak, yitirdiğimiz değerlerin yerlerini başka şeylerle doldurmaya kalktığımızdan dolayı çelişkilerden kurtulamamışız. Bir taraftan ilâhî nizamlar mecmuasını başta oryantalistler olmak üzere insanlara çirkin göstermişiz. Diğer taraftan arkadan gelen teröristler de Müslümanlığın dırahşan çehresini bütün bütün karartmışlar, karartıyorlar.

*Cenâb-ı Hak sizlere dünyanın değişik yerlerine açılma ve meselelerin doğrusunu gösterme fırsatı verdi. Beraber oturur kalkarsanız, evinize çağırırsanız, evlerine çağrılma zemini hazırlarsanız ve elinizin altındaki çocukları iyi birer çırak olarak çıkarırsanız, yüksek hakikatleri insanlara duyurabilir ve evrensel değerler etrafında bir hâle teşkil edebilirsiniz.

*Bunları ezbere bir kısım hülyalar ve kuruntular gibi görenler olabilir. Ama şu Türkçe Olimpiyatları’nda siyahın beyazla, beyazın siyahla nasıl sarmaş dolaş olduğunu hepiniz gördünüz. Bu bir araya getiricilik adeta evrensel bir mesele halini aldı ve dünya çapında bir ümit uyardı. O güzergâhta yürüyen ve o işe kendini vakfeden adanmış ruhlar, belli ölçüde -şimdilik belki dar bir dairede- dünya için ümit kaynağı oldu.

*Bu açıdan lokal olarak bazı kimselerin -bağışlayın- salya atmaları, diş göstermeleri, farklı ad ve unvanlarla takbihe, tahkire kalkmaları sizi müteessir etmesin. Dar bir alanda, dar zihinli bazı kimseler, bakışlarındaki siyah görmeye bağlı olarak sizi kara görseler ve göstermeye çalışsalar bile bütün dünya, aydınlığı sizin etrafınızda arıyor. Onca ifsâdâta rağmen dünyada devrilen insan sayısı o kadar az oldu ki!.. Allah’ın lütuf ve inayetiyle, şimdiye kadar çok büyük insanların etrafında hâleler oluşturan kimseler içinde olduğu kadar dökülme olmadı. Zayıf bir kısım karakterler, alınıp satılabilecek mahlûklar; bir villaya, iki villaya, üç villaya veya bir mandaya, iki mandaya satılabilecek kimseler ise her zaman çıkagelmiştir.

*Kendi ülkenizde bir kısım kimseler hasetlerinden, kıskançlıklarından ve yapamadıkları şeyleri siz yaptığınızdan, pek çok yerde Nam-ı Celîl-i İlâhî’nin duyulmasına ve Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın dört bir yanında şehbal açmasına vesile olduğunuzdan dolayı hazımsızlık gösterdiler. Allah’ın inayetiyle ortaya koyduğunuz hizmetler onların yapamadıkları şeylerdi; hazmedemediler!.. Bir de kendilerine iğnenin ucuyla az dokunulunca, mesavîleri biraz deşilince, mesavî irinlerine bir çuvaldız batırılınca, irinleri dışarıya akınca kendi irinlerine kendi mideleri bozuldu. Dolayısıyla da istifra etmeye ve etrafı da istifra ile kirletmeye başladılar. Fakat zannediyorum, bu halleriyle onlar kamuoyunda kendilerini gülünç duruma düşürdüler.

Bizim için Cennet isteği bile tâlî bir taleptir; çünkü pek âlî bir talebe bağlanmışız!..

*Hâlbuki Hizmet erleri, dünyevî hiçbir talebin arkasında olmayan, adanmışlık ruhuyla hareket eden, güzel amelleri Cennet’i elde etmeye bile bağlamayan ve onu bile hedefine almayan insanlardır. Onlar Cennet’i sadece Allah’ın lütfu, keremi ve fazlı olarak ister; onu Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Sahabe-i Kirâm’ın (radiyallahu anhüm ecmaîn) şefaatlerine bağlayarak talep ederler.

*Evet, Cennet isteği dahi tâlî bir taleptir bizim için. Bizim tâlî talep yerine âlî bir talebimiz vardır: “Allahım Senden sadece amelde ihlas istiyoruz; yaptığımız şeylerde Senin rızanı hedefliyoruz; Senin ve Rasûlü’nün iştiyakını arzu ediyoruz. Zaman geçip durdukça, ebedlere kadar, her halimizde ve her şe’nimizde bu mülahaza ile oturup kalkmayı bize müyesser kılmanı diliyoruz!”

*Böyle ulvî bir gayeye dilbeste olmuş, onu hedeflemiş, bütün kabiliyet, istidat, muhakeme ve mantık gezi gözü arpacığıyla böyle kutsal bir hedefe yönelmiş birisi, sağa sola, tavşana tilkiye kurşun sıkmaz. Onun hedeflediği şey çok yücedir. Onun berisinde başka şeylere gözü gönlü kayarsa, birkaç adım insanlıktan geriye gitmiş olur.

*İnsan mükerrem bir varlıktır. Bu mükerremiyeti Hazreti Ekremü’l-Ekremîn’in, Ahsenü’l-Hâlikîn’in, Erhamu’r-Rahimîn’in yolunda değerlendirdiği zaman, tam hedefine yönelmiş, “gez göz arpacık” deyip atışını isabetli yapmış olur. Yoksa hafizanallah çok basit şeylere peylenmiş olur.

Ülkemizi parçalamak isteyenleri Allah’a havale ediyoruz!..

*Topkapı Sarayı bizim göz ağrımız; berikilere gelince, karın ağrımız. Ona aşk u iştiyakla bakarız. Koridorlarında dolaşırken, harem dairesinde dolaşırken, sultanların yatıp kalktığı yerlerde dolaşırken, Kur’an’ın okunduğu yerde gezerken, emanet-i mukaddesenin teşhir edildiği yerde dolaşırken devr-i Risaletpenâhîde dolaşıyor gibi oluruz. Şurasına burasına tonlarca altın sürmek suretiyle altınla yaldızlanmış saraylar hiçbir şey ifade etmiyor. Etseydi, o koca, devletler muvazenesinde muvazene unsuru Devlet-i Aliyye tarumar olmazdı. Onlar bizi tarumara götürdü.

*Dilerim şimdikiler de gönüllerini o türlü densiz şeylere kaptırarak Anadolu’da bir avuç Anadolu insanını -İttihatçılar’ın Devlet-i Aliyye’yi maceraya kurban ettikleri gibi- bir maceraya kurban etmezler. Parçalanma gırtlağımızda oldu, canlarımız gırtlaklarımıza geldi; dahasına tahammülümüz yok!.. Ülkeyi parçalamak isteyenleri Allah’a havale ediyoruz!..

*Müslümanlığın doğru yaşandığı, şekil ve suretin tâlî derecede ele alındığı bir dönemde, insanlar daha duyarlı ve daha hassastılar; zamanlarını çok iyi değerlendiriyorlardı. Onlar aynı zamanda birer ibadet aşığıydı. Selef-i salihîn arasında sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar kendini ibadet ü tâate veren ne kadar insan vardır!..

İlimdeki Derinlikle Beraber İbadet Aşk u Heyecanı

*Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr tefsîr ve hadîs âlimi Şu’be bin Haccâc bin el-Verd o ibadet âşıklarından biriydi. Kütüb-i Sitte’de yüzlerce rivayeti bulunan Hazreti Şu’be, Basra’da sistemli hadis tasnifini ve ricâl tenkidine dair bilgi toplayıp değerlendirme faaliyetini başlatmıştı. Kendinden sonra gelen, hadis metin ve senet nakkâdı olan büyük âlimlerin kullanacağı sistemi o kurmuştu. Şayet Batı’da o düşünce ve o seviyede bir insan bulunsaydı, büyük filozof olarak kabul edilirdi. İlim, duygu ve düşünce itibariyle o kadar derindi; diğer taraftan ibadet ü tâatte de o ölçüde engindi. Hadisle iştigal etmediği vakitlerde sürekli namaz kılardı.

*Hazreti Şu’be bin Haccâc’ın rivayet ettiği binlerce hadis ve yetiştirdiği binlerce talebe var. O insanlar nasıl bir bast-ı zaman yaşıyorlar anlamak mümkün değil. Adeta onlar için dakika saat oluyor, saat günler oluyor, günler de haftalar oluyor. Bast-ı zaman hakikati sofilerce çok malum bir hakikattir. Bize gelince, biz bir kabz-ı zaman yaşıyoruz. Yirmi dört saati 24 saat kadar bile değerlendiremiyoruz. Yirmi dört saati 24 gün gibi değerlendirmişler adamlar ve mübarek bir miras bırakmışlar arkadan gelenlere. Her şeyi hazırlamışlar, paketlemişler; zümrüt, zebercet ve yakutla süslü ambalajlarla ambalajlamışlar. Tepkiye, reaksiyona sebebiyet vermeyecek şekilde arkadan gelen nesillere bırakmışlar; “Alın bunu, biraz daha öteye götürün; biz bir yere kadar getirdik, öteye siz götürün.” demişler.

*Bir örnek olması için Şu’be bin Haccac’ı söyledim. Bu konuda yüzlerce binlerce misal göstermek mümkündür. İbadet ve ubudiyette fani olmuş kulların başında da Ashab-ı Kiram gelir. Onlardan da bir örnek vermek istiyorum ama önce hadiseyi nakleden Urve bin Zübeyr’den (radıyallahu anh) bahsedeyim.

Kesilen Bacağına “Allah’a yemin ederim ki seninle hiç harama yürümedim!” Diyebilen Kahraman

*Büyük sahabi Hazreti Zübeyr’in oğlu olan Urve’nin annesi, mü’minlerin anası Hazreti Aişe validemizin kız kardeşi, yani Hazreti Ebu Bekir’in diğer kızı Esma’dır. Gerek baba, gerekse ana tarafından iman abidesi bir ailenin çocuğu olan Hazreti Urve, teyzesi Hazreti Aişe validemizin terbiyesiyle büyümüştür.

*Urve b. Zübeyr, oğlu Muhammed ile beraber Velid b. Abdilmelik’i ziyaret maksadıyla Şam’a gitmişti. Oğlu Muhammed atların bulunduğu tarlaya girmiş, bir atın tekme vurmasıyla orada vefât etmişti. Az bir zaman sonra İmam’ın ayağında bir yara çıkmış, Velid’in doktorları ayağın kangren olduğunu, bunun ancak kesilmekle tedavi olabileceğini, yoksa bütün vücudu kaybetme ihtimalinin bulunduğunu söylemişlerdi. İmam ayağının kesilmesini kabul edince, doktorlar ameliyat için devrin şartlarına göre narkoz mahiyetinde içki içirmek istemişlerdi. Fakat İmam, “Allah Teâlâ haramda şifa kılmamıştır” diyerek içki içmeyi kabul etmemişti. Daha sonra hissi iptal eden bir çeşit narkoz ilacı içirmek istemişler, aklının izale edilmesini katiyyen uygun görmemişti. Doktorlara “Siz böylece vazifenizi yapınız!” diyerek hazır olduğunu bildirmişti. Doktorlar kendisini bağlamak isteyince, “Herhangi bir harekette bulunmayacağım, endişe etmeyiniz.” deyip başlayın işareti yapmıştı. Doktorlar, kemiği testere ile kesmeye başlayınca İmam’ın Allah’ı zikre daldığını görmüşlerdi. Buna taaccüp eden doktorlar, kestikleri ayağı, kızgın yağa daldırıp yaktıkları zaman İmam’a küçük bir baygınlık gelmiş, uyanır uyanmaz yüzünün terini silerek şu mealdeki âyeti okumuştu: “… Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.” (Kehf, 18/62). Kesilen ayağı kendisine gösterilince de şu sözü söylemişti: “Beni senin üzerinde yürüten Zât’a yemin ederim ki, seninle hiç harama yürümedim.”

*Urve bin Zübeyr, o seferden sonra hep şöyle hamd edermiş: “Allahım! Sen bana yedi oğul verdin, birisini alsan da altısını bana bıraktın; bana dört âzâ verdin birisini aldın ama üçünü bana bıraktın. Sana hamd ü sena ederim!”

“Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?”

*İşte bu büyük insan, Urve hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca teyzem Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lutfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor (bazı rivayetlerde ve belki başka zamanlarda farklı ayetleri sürekli okuduğu da nakledilir); bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor, ağlıyor ve adeta gözyaşlarıyla yüzünü yıkıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”

*Günah, Hazreti Aişe validemizin rüyasına bile girmemiştir. Bir kadın olduğunu hissettiği an İnsanların En Şirini’yle yüz yüze gelmiştir. Vahy-i semavî sağanağı altında ömrünü geçirmiştir. Hicreti müteakip Efendimiz’le (aleyhissalatü vesselam) on sene beraber kalmıştır. Sahabe-i kiram arasında en çok hadis rivayet edenlerden olmuş; hususiyle kadınlık âlemine ait, aşağı yukarı beş bin kadar hadis rivayet etmiştir. Din-i İslam adına yaptığı budur, fakat annemiz, bunları hiç kıymetli görmemiş; kulluğunu çok yetersiz bulmuş ve hep haşyetle gözyaşı dökmüştür.

*Hazreti Âişe Validemiz, yine bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: “(Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar.”

“Ben ölünce kimseye haber vermeyin, kefenleyin ve cesedimi bir çukura atıverin!”

*Allah rızası unvanlı yüce hedefe kilitli o büyük insanlar ibadet, ubudiyet ve hatta ubûdette fani olmuşlardı; Allah kapısının azat kabul etmez bendeleri gibi oturup kalkıp her zaman Hakk’ı hecelemiş, hep Hak’la gecelemişlerdi; fakat yapıp ettiklerini asla yeterli görmemişlerdi.

*Hadis ilminin büyük imamlarından, A’meş lakabıyla meşhur Süleyman b. Mihran (rahimehullah) hazretleri tabiîn tabakasının mümtaz simalarındandı. Misafirperverlik gibi güzel hasletlerde numune-i imtisal, fıkhî meseleleri çözmede müşkilküşâ bir fakih ve Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) lâl ü güher sözlerini sonraki nesillere ulaştıran en güvenilir ravilerden biriydi. Hayatı bütünüyle amel-i salihle geçen, aynı zamanda hiçbir tûl-i emeli de olmayan A’meş hazretleri, bütün faziletleriyle beraber, kendisini bir hiç olarak görürdü. Vefatına yakın hastalanmıştı. Yanındakiler “Bir doktor çağıralım” deyince “Yahu ne tabibi! Benim için değmez. Beni bana bıraksalar kendimi bir ateşten korun içine bırakıverirdim; elimde olsaydı kendimi şuradaki mezbeleliğe atıverirdim. Siz de öyle yapın. Ben ölünce kimseye haber vermeyin, kefenleyin ve cesedimi bir çukura atıverin!” demişti.

*Bir A’meş hazretlerinin bu hissiyatını, bir de “Acaba benim cenazeme de çok iştirak olur mu?” diyen günümüzün bencil, egoist, egosantrist, narsist insanlarını düşünün!.. Öncekiler, göz açıp kapayıncaya kadar günaha girmemişler ve dinin temel disiplinlerini bizlere intikal ettirme mevzuunda sürekli beyinlerini zonklatmış, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle, öz beyinlerini burunlarından kusmuşlar. Fakat kendilerine de işte öyle bakmışlar.

“Günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.”

*Bir de Esved b. Yezîd en-Nehaî var ki, aşk derecesinde gönlümün onunla irtibatı olduğu kanaatini taşıyorum. Alkame, İbrahim ve Esved, Nehaî ailesinin abide şahsiyetleri. İmam Rabbani hazretlerinin, “Hakikat-i Ahmediye’yi (aleyhissalatu vesselam) arızasız temsil eden Ebu Hanife’dir” dediği İmam-ı Azam bu Nehaî ekolünde, medresesinde, mektebinde yetişmiş.

*Esved b. Yezîd hazretleri bütün hayatını dini omuzunda taşımakla ve halis kullukla geçirmiş. Her zaman dini hecelemiş, hep dinle gecelemiş, başka hiçbir şey düşünmemiş. Ruhunun ufkuna yürüme mevsimi gelince, iki büklüm olmuş, ağlamaya durmuş; endişesi yüz kıvrımlarında, gözünün irisinde okunuyormuş. Demişler ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” demiş.

*İmam Gazzali hazretlerinin yaklaşımıyla, insan hayattayken hep havf yörüngeli yaşamalı, Allah karşısında mehabet duygusuyla oturup kalkmalı; fakat can hulkuma gelip el el ile, ayak ayak ile “elveda, elfirak” dedikleri zaman da hep reca soluklamalı. İmam Şafii’nin dediği gibi demeli:

وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي     جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا

تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ       بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

*İşte bir reca nefesi daha:“Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle çok az bir şeydir; deryada damla bile değil.)

Hakiki kulluğu Esved bin Yezid gibi büyüklerin anlayışında aramak lazım!..

*Müslümanlık adına öyle bir fakr u zaruret yaşıyoruz ki hiç sormayın! Müslümanlık açısından dilencilerden daha fazla dilenciyiz. Maalesef böyle bir ortamda neşet ettik! Buna rağmen Allah’ın verdiğine hamd u sena olsun! Binlerce hamd u sena olsun ki küfür gayyasına yuvarlanmadık, rüşvet almadık, haram yemedik, saraylara dilbeste olmadık; evlatlarımızı, eşlerimizi, çoluk çocuklarımızı, torunlarımızı kayırma ve yakınlarımızı kollama sevdasına düşmedik!..

*Hazreti Esved, ruhunun ufkuna yürüdükten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvetle aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor.

*Hakiki kulluğu Esved bin Yezid gibi büyüklerin anlayışında aramak lazım!.. Şeklî Müslümanlıkla iktifa etmemek lazım!.. Şekilde, surette ve kültür Müslümanlığında takılıp kalmamak, marifet adına hep “Daha yok mu?” demek ve sürekli derinleşme peşinde olmak lazım.

*Bir kudsî hadiste “İki korkuyu cem etmem, iki emniyeti de birden vermem” buyuruyor Allah (celle celalühu). Korkusunu dünyada yaşamış, burada o hissesini kullanmış insanlar, öbür tarafta öyle bir şeye maruz kalmazlar. Burada sere serpe, hep emniyet ve güven içinde yaşayan, “Şu villa senin, bu villa benim; şu saray senin, bu saray benim!” deyip ömrünü hep bohemce zevk u safada geçiren insanlar, korkuyu ötede duyarlar.

“Keşke falanı dost, rehber, serkar edinmeseydim!” deyip inleyecekler!..

*Korkuyu ötede yaşayacak olan insanlar “keşke”lerle inleyecekler. İnleyecek, parmaklarını ısıracak ve şöyle diyecekler: “Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı.” (Furkan, 25/27-29)

*Evet böyle feryat edecekler: “Keşke falanların arkasına düşmeseydik, filanları desteklemeseydik, falanların yalanlarına, iftiralarına inanmasaydık; hiç olmazsa medenice, entelektüelce başkaldırsaydık, ‘Yeter artık!’ deseydik, nankörlük yapmasaydık…” Böyle diyecekler ama bu yakarışları bir fayda vermeyecek.

*Ne acıdır ötede böyle bir nedamete düşmek: “Beni yoldan çıkardılar: Villalar verdiler, insanlığımı satın aldılar. Paralar verdiler, ahsen-i takvime mazhariyetimi satın aldılar, Allah’la münasebetimi satın aldılar, Efendimiz’le münasebetimi satın aldılar. Yalanlarla beni kandırdılar, vadettikleri şeylerle başımı döndürdüler, bakışımı bulandırdılar da doğru yolu bıraktım ve ben de onların arkasına düştüm; yanlışlarında bile onları alkışladım, baştacı ve serkar yaptım, arkalarından gittim; gittim ama kendime ettim!..” Böyle inleyecekler ama oradaki pişmanlık hiç fayda vermeyecek.

Fitneler Asrı ve Sulh Çizgisi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

*“Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” (Talibî) Zannediyorum işte orada tökezliyor, hata ve kusurlarımıza insaf nazarıyla bakmıyoruz. Hâlbuki kendi noksanlarımızı görmemiz, onları gidermemiz adına çok önemli bir husustur. İnsan, eksiğini gediğini görmüyorsa, kendisiyle yüzleşmiyor/yüzleşemiyorsa, kendinde kusur bulunduğunu kabul etmiyorsa, o hiçbir zaman irfana eremez, kendi kusurlarını göremez. Kendi kusurlarını görmeyenler de -günümüzde olduğu gibi- başkalarında kusur arar dururlar; sürekli başkalarına ok atar, onları yaralarlar.

Günümüzün Harûrîlerinin de düşünceleri, dilleri, elleri kanlı!..

*Hadis kitaplarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığıyla bazı bölümler yer almaktadır. “Fiten” kelimesinin tekili (müfredi) olan “fitne”nin imtihan, meşakkat, sıkıntı, bela, musîbet, rezalet ve azap gibi mânâları vardır. Zamanla bu kelime küfür, günah, ihtilâf, düşmanlık, rüsvaylık ve fısk gibi her türlü kötülük için kullanılmaya başlamıştır. Melâhim ise; melhame kelimesinin çoğuludur; melhame, savaş meydanı demektir. Hadis kaynaklarında “fiten ve melâhim” başlıkları altında, ileride gelecek olaylardan, özellikle âhir zamanda cereyan edecek olan dehşetli hadiselerden bahsedilmiş; bunlara karşı müslümanın nasıl tavır takınması gerektiği belirtilmiştir.

*Hâricî (Harûrî) fitnelerinin daha sonra neleri netice vereceği o gün kestirilemediği gibi, bugünkü fitne ve fesat şebekelerinin, fitne ve fesat tohumlarının da ne zaman neşv ü nemâ bulacağı, toplumu daha korkunç şekilde nasıl karşı karşıya getireceği, vuruşturacağı belli değil. Maalesef, ağızlardan adeta kan dökülüyor; bakışlar kinle nefretle bakıyor; yürekler kinle nefretle atıyor.

Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek mesabesindedir!..

*Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek mesabesindedir! Kur’an diyor bunu; bir insanı öldürenin, potansiyel olarak başka insanları da öldürebileceğini vurguluyor. Bu açıdan, bir cinayet bin cinayet demektir. Fakat gördüğünüz gibi günümüzde millet gözünü kırpmadan bu şenaatleri, bu denaetleri, bu cinayetleri irtikâp ediyor.

*Bir hadis-i şerifte, “Âhir zamanda yaşları küçük, akılca kıt birtakım gençler zuhur edecek. Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur’an’ı okurlar. Fakat imanları, gırtlaklarından öteye geçmez.” buyurulmakta; böyle insanların yaşadığı devir, “Ölen ne için öldüğünü bilmeyecek, öldüren de neden onu öldürdüğünü bilmeyecek!” sözüyle anlatılmaktadır.

*Bazı kimseler el ayak hareketleri yapıyor, yalan söylüyorlar. Bir zümre başka bir zümreyi taklit ediyor, onun işaretini kullanıyor; suçu onlara atmak istiyor. Başka bir densiz, kendini bilmez, yeni yetme de şimdiye kadar karıncaya basmamış insanlara kendi yaptıkları şenaat ve denaetleri nispet etmeye kalkışıyor.

*Bu kötülükleri yapanlar, o yobaz, alabildiğine şuursuz, şeklî Müslümanlığa bağlanmış Harûrîlerden, Hâricîlerden daha vahşi, Yezid’den daha vahşî, Haccâc’dan daha vahşidirler.

Şefkat abidelerine sükunet, temkin ve teyakkuzun temsilcisi olmak düşüyor!..

*Böyle bir dönemde sükûnet, sekîne, temkin ve teyakkuzun temsilcisi olan insanlara, çok ağır başlı ve okkalı düşünceli olmak düşüyor. Tedbir ve temkin bütünüyle onlara düşüyor. Fitne tsunamileri ve fesat seylapları karşısında göğsünü gerecek, onları önlemeye çalışacak akl-ı selîm, kalb-i selîm, hiss-i selîm, ruh-u selîm sahibi insanlara.. mülahaza ve beyanları selim insanlara.. vurulduğu, dövüldüğü anda bile el kaldırmayacak ve karıncaya dahi basmayacak kadar şefkat abidelerine… Belki böyle davrananlar dünya cihetiyle kaybedebilirler fakat öbür tarafta Sahabe efendilerimizle ve Enbiyâ-ı izamla haşrolurlar. Allah onlarla haşreylesin!..

“Osmanlı” derken, hatta Kelime-i Tevhid ile gürlerken, ahireti kaybediyorlar!..

*Dünyevî kaybetme önemli değildir; asıl musibet, ahireti kaybetmektir. Bazıları daha şimdiden ahireti kaybetmiş gibi görünüyorlar. İnsan öldürmekle, öldürme ortamı hazırlamakla, öldürmeye zemin hazırlamakla bir şeyler elde etme peşinde koşuyorlar. Genel atmosferi kendi istikballerini garanti altına alma adına kullanıyorlar. Dolayısıyla ahireti kaybediyorlar. Kimileri mabette ahireti kaybediyorlar.. bazıları Allah karşısında yer yer el pençe divan da duruyor ama namaz kılarken ahireti kaybediyorlar.. “Lâ ilâhe illallah” derken ahireti kaybediyorlar.. “Muhammedun Rasûlullah” derken ahireti kaybediyorlar.. “Sahabe” derken ahireti kaybediyorlar.. “Osmanlı” derken ahireti kaybediyorlar!..

*Fakat unutmayın, ahireti kaybetmekle kalmayacaklar!.. Allah âdil-i mutlaktır! Küfür devam eder, mahkeme-i kübraya, ma’dele-i ulyâya kalır ama zalim cezasını dünyada bulur.

Çok yakın bir gelecekte kaderin şiddetli tokatlarıyla derbeder olup gidecekler!..

*Bugün bu zulüm tablolarını hazırlayanlar, insanları birbirlerine karşı zulme sevk edenler, birbirine musallat edenler; kanda, irinde, gözyaşında kendi istikballerini imar etmeye çalışanlar… Bu mimar bozuntularının çok yakın bir gelecekte derbeder olup gittiklerini, kaderin şiddetli tokatlarıyla onlara “yeter artık!” dendiğini göreceksiniz. Entelektüel buna “yeter” demedi; birkaç tane elit bunlara “yeter” demedi; kendi içlerinden inanan gibi görünen bazı kimseler de “Bu kadarı fazla!” demedi. Onlar demedikleri için, dediği hora geçen ve mutlaka olan “Kün fekân” Sultanı dediği zaman zîr ü zeber olacaklarında tereddüdünüz olmasın.

*Fakat o zaman da şu anda içinizde yaşattığınız o şefkat duygusuyla belki onlara acıyacaksınız, ızdırap duyacaksınız; “Keşke” diyeceksiniz “vaktinde iyiyi, güzeli, doğruyu keşfetselerdi; doğru yolda kaybedenlerden olmasalardı; sırât-ı müstakimde trafik kazası yapmasalardı; sırât-ı müstakimde şeytanın oyuncağı haline gelmeselerdi.”

Fırtınaya maruz kalmış ağaçlar gibi yıkılıp gittiklerinde onlar için üzülen yine siz olacaksınız!..

*Size “rahat olun” diyemem, çünkü size dünyada rahat mukadder değil. “Her âkıle bir dert bu âlemde mukarrer / Rahat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan.” (Ziya Paşa) Şimdi birileri sizi rahatsız ediyorlar. Bunu aşabilirsiniz, hem bunu aşmak da sizin için kolaydır. رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) dersiniz. İçinize inşirah akar. Gönlünüzde bir itminan hâsıl olur.

*Fakat sizi bekleyen bir ızdırap var ki, bugün kötülük yapanlar, yarın birer mezar-ı müteharrik gibi peşi peşine devrildikleri zaman, saltanatları başlarına yıkıldığı zaman; -yazık- kitle psikolojisi ile kandırılıp sokaklara dökülen o gençler heder olup gittikleri zaman, “Yazık oldu!” diyeceksiniz; tedavisi, tamiri kâbil olmayan bir ızdırabı vicdanlarınızda duyacaksınız. Üzüleceksiniz!..

*Evet, şimdi çektiklerinizi aşacaksınız Allah’a tevekkül, teslimiyet, tefviz ve sikâ ile. Her şeyi O’na bağlamakla itminana ereceksiniz ve bu bâdireleri, bu gâileleri yok gibi göreceksiniz. Kendinize bir çarpı çekeceksiniz, “ene”yi atacaksınız; meseleyi “Hüve”ye bağlayacaksınız. “Madem Seni bulduk, her şeyden kurtulduk!” diyeceksiniz. Fakat size kötülük yapanlar birer birer, bir fırtınaya maruz kalmış ağaçlar gibi yıkılıp gittiğinde bu defa onlar için üzüleceksiniz.

Yemin Edebilirim: Hazana maruz yapraklar gibi savrulup gidecekler!..

*İsterseniz yemin bile edebilirim. Neden? Çünkü Allah’ın adaletine inanıyorum! Ne kadar inanıyorum? O’nun varlığına inandığım gibi.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın nübüvvetine inandığım gibi.. Kur’an’ın Allah’tan geldiğine inandığım gibi.. Râşid Halifeler’in hak olduğuna inandığım gibi inanıyorum!.. Yemin bile edebilirim. Şiddetli bir fırtına ile devrilen ağaçlar gibi bir bir, üst üste devrilecekler. Hazana maruz yapraklar gibi savrulup gidecekler. Kendilerini bir şey görenler, yapraklar gibi toprağa gübre olarak dökülecekler!..

*Keşke onlar giderlerken, sizin içinizde kendilerine bir Fatiha okuma ve bir “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” deme duygusu oluştursalardı!.. Keşke bu kadar kalbî irtibat köprülerini kursalardı ve siz onları hayırla yâd etseydiniz!.. Yâd etseydiniz de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şu beyanına uygun içinizden gele gele hareket edebilseydiniz. Edemeyeceksiniz, zorlanacaksınız. “Ölmüş gitmişlerinizin iyi ve güzel yanlarını yâd edin, kötülüklerini sayıp dökmekten sakının!” Fakat çok zorlanacaksınız!.. Sövmüşler, saymışlar, üzerinize zift püskürtmüşler. Bunları birer birer gördüğünüz zaman bir kere daha, muktezâ-yı beşeriyet, tabiatınızdaki tepki, harekete geçecek. Sürekli içinizde reaksiyon hissi duyacaksınız. İşte o zaman iradenin hakkını kullanarak, bütün o olumsuz, negatif duyguları baskı altına almakta zorlanacaksınız.

*Evet, Kur’an’ın talim buyurduğu, “Rabbimiz!.. Bizi ve bizden önce iman etmiş bulunan bütün (Din) kardeşlerimizi bağışla ve iman edenlere karşı kalbimizde herhangi bir kötü duygunun uyanmasına meydan verme. Rabbimiz, muhakkak ki Sen, şefkati pek engin, (bilhassa mü’minlere karşı) hususî rahmeti pek bol olansın.” şeklindeki duayı onlar hakkında yapmak, bu âlicenapça duyguyu yakalamak için çok zorlanacaksınız.

Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz gerek!..

*Fakat o gün de o iç tepki ve reaksiyonlarınızı, iradenin hakkını vermek suretiyle baskı altına alacak, onlar hakkında katiyen kötü düşünmeyecek, tel’inde bulunmayacak ve “Hakkımızı helal etmedik!” demeyeceksiniz. Sizin sinelerinizin de bu duyguyla attığına hükmetmek istiyorum.

*Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz gerek. Hazreti Mesih, “Sağ tarafına bir tokat vururlarsa, dön bir tokat da sol tarafına vursunlar!” buyurur. Tokat atana tokatla mukabelede bulunma! Kendi hıncını alsın orada. Nedameti yaşayacak odur: “Yahu hiçbir şey demedi, ne insanmış meğer abide şahsiyetmiş.” Eğer iki tokat yemekle birini hizaya getirebileceksen, onu denemek lazım.

Mü’min, sokak insanı olamaz, tahripkâr davranamaz!..

*Ahsen-i takvime mazhar olan insan, karşısında meleğin serfüru ettiği abide şahsiyet, öyle olmamalı!.. O sokak insanı olamaz! O şurayı burayı harap eden insan olamaz! Araba yakan insan olamaz! Sövüp sayan insan olamaz! Mübarek kelimeleri ağzında istismar ederek “Bismillah, Allahu Ekber, Lâ ilahe illallah” deyip şenaat ve denaet işleyen insan olamaz! Onlara insan dediğiniz zaman veya o tavırlara İslam tavrı dediğiniz zaman Allah hesabını sorar.

*Şahısları es geçelim fakat her mü’minin her sıfatı mü’min değildir; bazı mü’minler çok kâfir sıfatı taşırlar. Taşkınlık kâfir sıfatıdır. Birine zarar vermek kâfir sıfatıdır. Yalan kâfir sıfatıdır. İftira kâfir sıfatıdır. Birine zift atmk kâfir sıfatıdır. Kendi yaptığı şeyi başkalarına mal etmek kâfir sıfatıdır… Ve Allah hükmünü sıfatlara göre verir. Hadis-i şerifte buyurulduğu üzere; Allah sizin şekillerinize -falan millet, filan hizip, falan cemaat, filan camia- bakmaz ve lakin Allah sizin kalblerinize bakar. Kalb, Allah’a müteveccih mi; Allah’a müteveccih olanlara o da müteveccih mi, Allah ona bakar.

“Fırsat ele geçerse biz de aynı şeyleri yaparız!” mülahazası rüyamıza bile girmemeli!..

*Siz mülahazalarınızı mealiyâta (yüce hakikatlere, yüksek gayelere) bağlı götürüyorken birileri kalkıp size münasebetsizce “paralel” diyebilir, “haşhaşî” diyebilir, “terör örgütü” diyebilir, hatta bıçak taşımayan insanlara “silahlı terör örgütü” diyebilir. İki sene insanları içeride tutabilir, iddianame hazırlamayabilir, “çeksinler” diyebilir. Onlar hakkında hakkın, adaletin, istikametin gereği hüküm veren insanları da içeriye atabilir. Fakat bütün bu şenaatler, denaetler, densizlikler sizi aynı olumsuzluklara sevk etmemeli. “Fırsat ele geçerse biz de aynı şeyleri yaparız!” mülahazası rüyamızda bile aklımızın köşesinden geçmemeli.

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir fakat şefkat kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını dahi kullanmamalıdırlar. Hazreti Pir’in bu düşünceye bağlı anahtar ifadelerinde biri “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanmasıdır. Evet, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Demek ki, eğer size ikab ederlerse, işkence yaparlarsa, eziyette bulunurlarsa, misliyle mukabele hakkınız vardır. Bu, hakkın, adaletin, doğru olmanın, dini doğru yaşamanın gereğidir. Fakat bir mü’minin -mukabele de olsa- asla yapamayacağı davranışlar söz konusudur. Bununla beraber ayet-i kerime bize daha yüksek bir ufuk göstermektedir: “Dişinizi sıkar sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

Zalimlere boyun eğmediğimiz gibi, üç beş günlük bir dünya için karakterimizden de taviz vermeyeceğiz!..

*Hizmet gönüllüleri, her şeye rağmen, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da hep kendi karakterlerini korumalı; üç beş günlük bir dünya için baş yarmamaya, göz çıkarmamaya, kem söz söylememeye, gönül kırmamaya ve herkese sevgi çağrısında bulunmaya azami dikkat etmelidirler. Onlar, Hazreti Üstad’ın şu sözlerindeki manalara bağlı kalmalıdırlar: “Senelerden beri çektiğim bütün ezâ ve cefâlar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler, hepsi de helâl olsun!.. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Aylarca ihtilâttan men edildim. Divan-ı Harplerde bir cânî gibi muamele gördüm. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.”

*Karakterimiz böyle ve bağlı olduğumuz hakikatler bunlar ise, bize zulmedenlerin zulüm ve kötülükleri bizi onlara karşı tenkîle, ibâdeye, gıybete, iftiraya ve işledikleri aynı şenaatleri işlemeye sevk edemez.

*Peygamber Efendimiz, “Kim mü’min kardeşini ayıplarsa, aynısını işlemedikçe ölmez.” buyurur. Evet, şayet bir kimse bir kardeşini bir ayıpla ayıplarsa, ölmeden mutlaka onun başına da gelir, diğeri o ayıbı işlemiş bile olsa. Öyleyse hiç tereddüdünüz olmasın; “paralel” diyenler, bir gün mutlaka öyle denmeye müstahak olurlar.. “sülük” diyenlere mutlaka “sülük” denir.. “terör örgütü” diyenlere bir gün “terörist” denir!..

Din, Muameledir!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

“Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.”

*Büyük işler yapmalı fakat sonra hemen arkaya çekilip gizlenmeli. Edip eylenen, ortaya konulan başarılarla görünmemeli. Onlarla takdir edilme, alkışlanma arkasına düşmemeli. İnsan, herkesten daha iyi bilen birisinin mevcudiyetine yürekten inanıyorsa, O’nun bilmesini yeterli bulmalı. Evet, O biliyorsa, yeter!.. Kayda değer buluyorsa, yeter!.. Kıymet atfediyorsa, yeter!.. O bildikten, bulduktan, kıymet atfettikten sonra bütün dünya reddetse, ehemmiyeti yoktur.

Peygamber Yolunda Taklitten Tahkîke, Nazarîden Amelîye

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ

“Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” buyurmuş; nazarları Hulefa-yı Râşidîn’in yoluna çevirmiştir; çünkü o yol Peygamber yoludur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” tabiri, Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Şu manaları ihtiva etmektedir: Benim ve Raşid Halifeler’in yolunu hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun; ona sımsıkı sarılın. Sadece ellerinizle, pençelerinizle değil, azı dişlerinizle de sıkı tutun; onu elden kaçırmamaya çalışın.

*İnsanların hayatında nazarî Müslümanlığı amelî Müslümanlığa çevirmek, taklit ortamında elde edilen Müslümanlığı tabiatın bir derinliği haline getirmek Raşid Halifeler’in yolu sayesinde olmuştur. Onlar, temsillerini deyip ettiklerinin on adım önünde götürmüşlerdir. Aslında bir mü’minin bir numaralı hedefi de bu olmalıdır: Mü’min, yetiştiği kültür ortamından elde ettiği o taklidî ve nazarî imanı, amelî ve tahkikî iman seviyesine yükseltmeye çalışmalıdır.

*Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumu duymadan, görüp duyduğu gibi inanması ve netice itibarıyla da davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla da “ilm-i yakîn” bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîcî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Ayrıca, fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklit Müslümanları mukavemet edemezler. Bu bakımdan da -bilhassa günümüzde- tahkîkî imana ulaşma yollarının araştırılmasına ve bu konuda insanların uyarılmasına ihtiyaç hatta zaruret vardır.

Gerçek mü’min sözleriyle değil, muameleleriyle belli olur!..

*İnsanlar araştırma mevzuunda hem ciddi, kararlı ve sürekli olurlar, hem de elde ettikleri bilgileri ibadette derinleşme hesabına kullanırlarsa bugün olmazsa yarın tahkîke ulaşabilirler. Güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. Öyleyse, vicdan mekanizmasını işlettirmek ve ondan semere almak için insan “sâlih amel”e yapışmalıdır.

*Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde iman ve amel-i sâlih beraber zikredilmektedir. Sâlih amel, Cenâb-ı Hak nezdinde güzel ve makbul olan iş demektir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât ve sadaka vermek gibi ameller amel-i sâlihe dâhildir. İmanın tabiata mâl edilmesi ve iç derinliği haline gelmesi bu salih amellerle gerçekleşir. Hadislerde beyan edildiği üzere; “Din, muameledir”; tavırdır, davranıştır, haldir. Hatta bir ifadeye göre, “Gerçek mü’min muâmelâtıyla belli olur!” Bu biraz daha derin; yani, mü’min, alış-verişiyle, ticâretiyle, idârî hayatıyla, haram-helal gözetmesiyle, o mevzuda hassas hareket etmesiyle, şüpheli şeylere karşı da hassas yaşamasıyla belli olur.

“Yiğit belli değil mert belli değil!..”

*Evet, iman, muameleyle belli olur. Yoksa nazarî olarak söylersiniz; en ileri seviyede “Ebubekrizm” diyebilirsiniz; ya da nisbet “ye”si ile söyleyelim, “Ebu Bekrî, Ömerî” diyebilirsiniz. “Bizim insanlığa takdim etmek, yaşamak ve yaşatmak istediğimiz bunlardır!” diyebilirsiniz. Fakat muâmelâtınızda bu hassasiyeti milimi milimine ortaya koymuyorsanız, yalancının, sahtekârın, dümencinin tekisiniz demektir. Özür dilerim, sözüm size değil, öyle olanlara. Günümüzde öyle olanların da emsali çok.

*Âşık Ruhsati der ki: “Bir vakte erdi ki bizim günümüz / Yiğit belli değil mert belli değil / Herkes yarasına derman arıyor / Deva belli değil dert belli değil.” Bu sözü, biraz değiştirip şöyle diyeceğim: Bir vakte erdi ki bizim günümüz. Mü’min belli değil münafık belli değil. Herkes problemine çare arıyor. Dert belli değil derman belli değil. Yâr belli değil ağyâr belli değil. Dolayısıyla hadiselerin çok girift olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Sizinle camiye gelip namaz kılabilir ve size ait bazı şeyleri icra edebilir. Fakat belki de o, çok güzide, çok yüksek firasetli, üstün fetanet abidesi sayılan insanlardan bile kendisini saklayacak kadar münafıklıkta profesyonel olan Abdullah ibni Übeyy ibni Selül gibidir.

İfk Hadisesi’nin Ardında da Münafıkların Reisi ve Nifak Ehli Vardı

*Münafıkların önderi Abdullah İbn Übey İbni Selül, nifakta bir prototip idi. Peygamberimizin hicretinden önceki liderlik konumu sarsıldığı için, ömrünün sonuna kadar O’nu çekemedi. Her fırsatta mü’minler arasında fitne çıkarmaya çalışır, onların kuvve-i maneviyelerini kırmaya uğraşır, günümüzdeki moda tabirle sürekli algı operasyonları yapardı. “İfk hadisesi” olarak bilinen, Hazreti Aişe validemize iftira atılması olayında da bühtanı yaymada başı çeken Abdullah ibni Übeyy ibni Selûl’dü. Zift medyası gibi, propaganda yapmasını öyle biliyordu ki, ona bir kısım mü’minler bile inanmışlardı.

*O Aişe validemiz ki, -hafizanallah- hayat-ı seniyyelerinde olumsuzluğun rüyasını dahi görmemiştir. Çünkü “ben benim, ben bir kadınım” dediği andan itibaren gözlerini Efendimiz’e açtı. Vahyin sağanak sağanak yağdığı yerde neşet etti ve Sahabe-i Kirâm’ın en çok hadis rivayet edenlerinden birisi oldu. Kadınlık âlemine dair problemleri çözen müşkilküşâ bir valide oldu. Olumsuzluğun rüyasını görmemiştir benim anam. Fakat hiç utanmadan, hayâ etmeden onun için de dediklerini dediler. Bu açıdan da size bir şey denmişse, çok görmeyin. Öteden beri nifak düşüncesi taşıyanlar hiç denmeyecek şeyleri demişlerdir. Aldırmayın!.. Bir gün Allah (celle celâluhu) hükmünü verecek, kimin ne olduğunu ortaya çıkaracaktır. Nitekim o mübarek validemizi de doğrudan doğruya semâvî beyan tezkiye etmişti; falanın filanın şahitliği değil; hatta Efendimiz’in yüksek fetânetinin müşâhedesi de değil. Allah adeta diyordu ki Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ya Muhammed, Rasûl-ü Zîşân’ım (aleyhissalatü vesselam) Ben onun tezkiyesini, tasfiyesini sana bırakmam; Ben vahyimle onu tezkiye ederim!”

Hazreti Üstad’a denilenler size de denilmiş; çok mu?

*Evvelki gün öyle olduğu gibi dün de öyle oldu. Hazreti Pir de kendisinden evvelkiler gibi aynı güzergâhtan geçti, aynı zulümlere maruz kaldı. “Şeriat devleti kuracak” demediler mi?!. “Haşhaşi” demediler mi?!. Onu -haşa- Karmati şeklinde muameleye tabi tutmadılar mı?!. Çağınıza ışık tutan, nurefşan insan, Pir-i Mugan, Şem-i Tâbân… Bugün de onu istismar etmek istiyorlar; kenardan köşeden yalancılıkla sahip çıkıp ona taraftar olanları cephelerine çekmek için uğraşıyorlar. Evet, ona da her şeyi söylediler; otuz sene zindanlarda, sürgünlerde hayatı zehir zemberek haline getirdiler. Size demişler çok mu? “Paralel” demişler, “haşhaşi” demişler, “karmati” demişler…

*Allah’la irtibat tamam ise, O’nun, riayeti, hıfzı, emniyet ve güveni altındaysanız, ne derlerse desinler, ne herze yerlerse yesinler; yürüdüğünüz yolda sarsıntı geçirmeden -Allah’ın izni ve inayetiyle- yürüyeceksiniz.

Karıncaya basmayan insanlara “terörist” diyenlerin asıl kendileri o levsiyatın içindedirler!..

*Zaten o uydurukça dedikleri şeylere bütün dünya gülüyor. Karıncaya basmayan adamlara “terörist” diyorlar. Hayatlarında arpa kadar haram yememiş insanlara diyorlar. Yeryüzünde dikili bir taşı olmayanlara diyorlar. Kendileri sultanlar gibi yaşadıkları halde, paryalar gibi yaşayan fakat halinden şikâyet etmeyen insanlara söylüyorlar bunları. Evet, iffetinizi, ismetinizi koruyarak nazarî imanınızı amelî imana çevirmiş iseniz, bütün varlığı, insanlığı bir Mevlana edasıyla şefkatle kucaklayabiliyorsanız -ki kucaklıyorsunuz- insanlık size her zaman bağrını açacaktır. Ve bu türlü herzegû (lüzumsuz, manasız, saçma sapan konuşan) insanların söyledikleri herzelere de güleceklerdir ve gülüyorlar. Şimdi gizli gizli gülüyorlar, kapalı kapılar arkasında gülüyorlar: “Allah Allah, kime terörist diyorlar!”

*Terörist olmayan, hayatını melekler gibi sürdüren insanlara terörist diyenler, asıl kendileri o levsiyât içinde bulunan insanlardır. Bunlar bir gün tarihin sayfalarına simsiyah yazılarla kaderlerinin gereği olarak yazılacaklar. Tarih ve gelecek nesiller onlara diyecek: Sohbeti yalan ve iftira olana, konuşması yalan ve iftira olana, yazısı çizisi yalan ve iftira olana, oturduğu yer itibariyle başkalarına sinyaller göndermek suretiyle başkalarını yalan ve iftiralarla idlal edenlere yuf olsun!..

*Bırakın o şefkat mahrumu, merhamet mahrumu insanlar kendi gayzlarıyla, nefretleriyle, kinleriyle yaşayadursunlar. Onların da o kadar yaşamak hakkı var. Siz şimdiye kadar kendi üslubunuza göre yaşadınız, bundan sonra da üslubunuzu koruyarak yaşamaya bakınız. Mahlûkatı şefkatle kucaklayınız.

Allah’ın inayetiyle, şefkat kahramanlarını gönüllerdeki tahtlarından indiremediler/indiremezler.

*Bir insanın imandan nasibi mahlûkata şefkati ölçüsündedir. Siz bir ölçüye kadar o şefkati sergileyen insanlarsınız. Yaprağı dökülecek bir ağacın yaprağını bile vaktinden evvel dökmeyi cinayet sayacak insanlar.. karıncaların otağ kurdukları yerde gezerken “aman birine basarım” diyenler.. kendi üzerlerine gelmeyen, sokma endişesi olmayan, ısırma endişesi olmayan yılana, akrebe, çıyana bile kıymayanlar.. böyle bir kıymayı bile cinayet sayanlar…

*Evet, şefkat kahramanları, bu şefkati dünya çapında bir ölçüde sergilediklerinden dolayı gönüllere tahtlar kurdular. İki senedir onlar hakkında yapılan tezvirat belki daha önce de kapalı şekilde vardı; hazımsızlıktan kaynaklanıyor, gizli gizli yapılıyordu. Adanmış ruhların takdir ve mükâfat beklentileri yoktu. Adanmışlık ruhuyla hareket ediyorlardı ama sultanlar gibi semereler ortaya koyuyorlardı. Kendilerine sultanlık yakışırdı, fakat hiçbir zaman kendilerini amelenin üstünde görmediler. Açtıkları okullarda sıvacılık yaptılar, duvar ustalığı yaptılar; tahtayı sırayı masayı derlediler, toparladılar, kurdular. Sadece mektebe bunları kurmakla kalmadılar, gönüllere tahtlar kurdular. Onun için iki senedir süren tezvirat iki sene daha devam etse, sonra iki sene daha devam etse, Allah’ın inayetiyle gevezelerin gevezeliği yanlarına kâr kalacak. O insanlar diyecekler ki: “Bakmayın onların dediklerine, biz üç tane daha okul açmanızı istiyoruz.”

*Bölünmeyin, parçalanmayın; Allah’ın kudret eli sağlam bir heyet-i içtimaiyeyle beraberdir. Vifak ve ittifak, Cenâb-ı Hakk’ın tevfikat-ı sübhaniyesinin en büyük vesilesidir. Bir ve beraber olur, hadisin ifadesiyle, bünyan-ı marsus gibi bir hal alırsanız, Allah da eltâf-ı sübhaniyesini başınızdan aşağıya sağanak sağanak yağdırır.

Tarih boyu firavunların, tiranların, diktatörlerin değişmeyen bahaneleri…

*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ

Bu âyet-i kerime, Firavun ailesi içinde neş’et edip, Hazreti Musa’ya en kritik anda destek veren bir mü’minin (Mü’min-i âl-i firavn) adının verildiği Mü’min Sûresi’nde geçmektedir. Firavun’un “Bırakın, ben Musa’yı öldüreyim; varsın o da Rabb’ine yalvarsın. Doğrusu ben onun, sizin dininizi değiştirmesinden ve bu yerde, bu ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” dediğini anlatmaktadır.

*Mekke müşriklerinin Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, “Ailelerimizi bölüyor, bizi atalarımızın yolundan döndürmeye çalışıyor.” dedikleri gibi; Firavun da kendi kavmine, “Dininizi, sisteminizi değiştirmesinden, sizi birbirinize düşürüp, bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” diyor ve kendi müfsitliğini gizleme gayreti içinde, eskiden beri bütün tiranların, diktatörlerin, tağutların yaptığı gibi davranıyordu.

*Evet hak karşısında yenilince ya kuvvete ya da demagojiye başvuran, dünyanın kaderine hâkim bütün mütekebbirler, despotlar gibi, Firavun da kuvvet gösterisinde bulunmak istiyor, bunun için halka sığınarak kamuoyu oluşturma gayretleriyle demagojiler yapıyor ve “Onun, dininizi/sisteminizi değiştirmesinden veya ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” diyordu; diyor ve sanki o âna kadar her şey yolundaymış, toplum da müreffeh ve mesutmuş da Hazreti Musa her şeyi karıştırmış, halkı kargaşaya sürüklemiş gibi bir imaj uyarmaya çalışıyordu.

Mütekebbir zorbalardan Rabbimize sığındık!..

*Firavun’un gittikçe çöküp, nihaî bir kaybetme noktasına doğru hızla ilerlemesine karşılık, Hazreti Musa fevkalâde rahattı ve Firavun’un tehditleri karşısında en ufak bir sarsıntı bile hissetmiyordu. Bu itibarla da hemen cevabını yapıştırmıştı:

وَقَالَ مُوسَى إِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُمْ مِنْ كُلِّ مُتَكَبِّرٍ لَا يُؤْمِنُ بِيَوْمِ الْحِسَابِ

“Ben, hesap gününe inanmayan her mütekebbir (gururlu, kendini beğenmiş zorba)dan benim ve sizin Rabbinize sığındım.” (Mü’min, 40/27) diyerek, bir yandan Hakk’a güvenini ortaya koyarken diğer yandan da bütün insanların Rabbinin sadece Allah olduğunu bir defa daha ihtar etmişti.

*Bu ayet-i kerimelerle, bir tarafta Firavun’un tiz perdeden atıp tutması, ölüm tehditleri savurması, ölüm tehditleri savururken de içten içe aklî, mantıkî ve kalbî tutarsızlıklarının şuurunda olarak tedirginliği, telaşı ortaya konuyor. Ayrıca, böyle bir tedirginlik ve telaş karşısında, daha evvel horlayıp hakir gördüğü teb’anın gücünü yanına almaya çalışması ve bu uğurda onların dinî hissiyatlarını istismar etmesi anlatılıyor. Dahası her devirde olduğu gibi, kendisi fesat çıkarıp dururken başkalarını fesatla karalaması, her fırsatta mü’minlere düşmanlık yapmasına mukabil dindarların dinin ruhunu değiştirdiklerinden ve değiştireceklerinden dem vurması nazara veriliyor. Diğer taraftan da bütün bunlara karşı Hazreti Musa’nın fevkalâde bir temkin içinde halka bedel Allah’a sığınması ve Firavun’un kibrini, gururunu onun yüzüne vurması hatırlatılıyor.

Tebliğde Dört Esas

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu soruyu cevapladı ve özetle şunları söyledi:

Soru: Hazreti Muaz bin Cebel’in (radıyallahu anh) Yemen’e gidişiyle alakalı hadisler müzakere edilirken mübelliğin dört vasfına dikkat çekildi: Temsil, merak uyarma, meraka cevap verecek donanım ve üslupta tedricîlik. Günümüz açısından bu hususların şerhini lütfeder misiniz?

*Muaz ibn Cebel (radıyallahu anh) hazretleri, Sahabe-i Kirâm’ın âlimlerinden, ahlak ve karakter bakımından da her kesimle uyum içinde olabilecek bir insandı. Çevresine karşı itimat telkin eden ve saygı uyandıran aydınlık bir simaydı. Kendisinden yaşça büyük sahabenin çoğu Hazreti Muaz’a karşı hürmetkârdı. Allah Rasûlü onun hakkında, “Ümmetimin helâl ve haramı en çok bileni Muaz b. Cebel’dir.” buyurmuşlardı.

Peygamber Efendimiz’in Fetanetinin Bir Buudu: İnsanları Doğru Yerde İstihdam

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fetanetinin farklı bir derinliği de kimi nerede istihdam ettiyse o mevzuda milimi milimine isabet buyurmasıdır. Evet, O, tayin ve tavzifte bulunduğu insanlardan hiçbirini değiştirme lüzumu duymamıştır. Çünkü kimi nereye tayin etmişse o orada başarılı olmuştur. Bu da vazife verirken insanları çok iyi okumaya, çok iyi test etmeye ve karakterlerini çok iyi keşfetmeye bağlıdır. Günümüz şartları içinde kabiliyetlerin doğru okunması ve onların yerli yerinde istihdam edilmesi ise bir yönüyle müşterek akla ve kolektif şuura vâbeste bir durumdur.

*Evet, Allah Rasûlü’nün gönderdiği insanlar hep başarıyla dönmüşlerdir. Bir kısım muvakkat hezimet türü sarsıntılar ve sürçmeler yaşanmışsa, O’nun dediğinin hilafına hareket edildiğinden dolayıdır. Örnek olarak, Uhud Savaşı’nda okçular tepesini terk eden insanların durumunu düşünebilirsiniz. Şu kadar var ki, Kur’an-ı Kerim’de ilahi af, mağfiret ve rahmete mazhar olduklarına işaret edilen o insanları suçlamaya kalkmamalısınız; onların zellelerini bir içtihad hatası olarak kabul etmelisiniz.

*Allah Rasûlü, Yemen halkının İslam’a büyük hayırları dokunacağını biliyor; onlara ihtimam gösteriyordu. Bir gün Rasûl-i Ekrem Efendimizin meclisinde herkes yerini almış otururken Cerîr İbni Abdullah el-Becelî hazretleri içeri girmişti. Hazreti Cerîr, kavminden 200 kişiyle birlikte Yemen’den Medine’ye gelerek müslüman olmuş saygıdeğer bir insandı. Genç, heybetli, güzel yüzlü ve imrendirici bir hâli vardı. Peygamberimizin huzuruna kim önce gelmiş ve nereye oturmuşsa orası onun hakkı idi; günümüzün nakil vasıtalarındaki numarasız koltuklarda olduğu gibi önce gelen arzu ettiği yere otururdu. Cerîr İbni Abdullah (radıyallahu anh) içeri girince oturacak yer bulamamıştı ve kendisine yer gösteren de olmamıştı. Bu durumu farkeden Peygamber Efendimiz, hemen cübbesini çıkarmış, künyesiyle ona seslenmiş “Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!” demişti. Sonra da, çevresindekilere dönerek, “Bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü yanınıza geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve hürmet edin.” buyurmuştu.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, değişik dönemlerde Yemen’in farklı bölgelerine çok büyük sahabileri vazifelendirmişti. Onlardan biri de Muaz bin Cebel (radıyallahu anh) olmuştu. Sahiden onun Yemen’e gidişiyle alakalı hadisler dikkatlice mütalaa edildiğinde özellikle dört vasfın öne çıktığı görülür: Temsil, merak uyarma, meraka cevap verecek donanım ve üslupta tedricîlik.

Tebliğin Temsil ile Derinleştirilmesi

*Din-i mübîn-i İslâm’ı tanıtmak, Allah’ı, Peygamber Efendimizi, Kur’an’ı, iman esaslarını ve İslâm’ın şartlarını anlatmak bir mü’minin en önemli vazifesidir. Dünyada “tebliğ” dediğimiz bu işten daha mukaddes bir vazife yoktur. Eğer ondan daha kutsal ve Allah indinde daha makbul bir vazife olsaydı, Allah en sevdiği kullarını o vazifeyle yeryüzüne gönderirdi ve onu en önemli kurbet vesilesi kılardı. Oysa Cenab-ı Hak, peygamberlerini tebliğ vazifesiyle gönderdi ve onları Kendine en yakın kullar yaptı.

*Dini anlatmak ve din esaslarını başkalarına sunmak her dönemde farklı şekillerde ve değişik yollarla olabilir. Belli şartlar altında ve zamanın değişmesiyle, tebliğ yol ve usulleri de değişebilir. Belki değişmeyen tek esas vardır; o da, tebliğin temsille derinleştirilmesi.. yani; tebliğin yanında, tebliğ edilen şeyin temsil edilmesi.

*Temsil, insanın deyip anlattıklarını kendi hayatına tatbik etmesi, önce kendisinin yapmasıdır. Peygamberlerin önemli bir vasfı tebliğdir. Tebliğ, nebinin Allah’tan aldığı vahyi başkalarının sinelerine ifâza etme vazifesidir. Bu çok önemli, baş tacı bir misyondur fakat buna denk, belki onun da önünde temsil, yani duyurduğu, bildirdiği hakikatleri kendisinin de milimi milimine yaşaması gelmektedir.

*Kur’an, “Ey iman edenler, yapmadığınız/yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir gazap sebebidir.” (Saf, 61/2-3) diyor Yani; madem söylüyorsunuz, yapın onları! Söylediğiniz şeylerin hüsn-ü kabul görmesi, onların pratik hayatta yaşanmasına bağlıdır. Deyin ve yaşayın onları. Hatta bir deyin, iki yaşayın, üç yaşayın, dört yaşayın!..

İnsanlığın İftihar Tablosu, kulluğun ve hizmetin her çeşidinde her zaman en öndeydi!..

*İnsan farz ibadetleri -keyfiyetlerine uygun şekilde- yerine getirerek Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Farzlarla kurbeti yakalama en sağlam bir yoldur. Çünkü farz dediğimiz şeyler, dindeki zaruriyattır, olmazsa olmaz esaslardır. Hakikî zaruriyât imân esasları; bir manada zaruriyât da İslâm’ın şartlarıdır. Evet, farzlar çok önemli birer kurbet vesilesidir ki; farzları hakkını vererek eda etmek suretiyle Hak yakınlığına ermeye “kurbet-i ferâiz” denir.

*Nafile ibadetler ise “cebren linnoksan” yani, “eksikleri kapama, yarayı sarma, gedikleri tıkama” vazifesi görürler. Farzlarında eksiği, gediği, kusuru olan insan nafilelerle onları telafi ettiği için, arzuladığı neticeye nafilelerin desteğiyle ulaşabilir. Öyleyse, ana atkılar yine farzlardır; nafileler ise, onların üzerindeki dantela gibi işlenmiş nakışlardır. Bu itibarla da, farzları nafilelerle tamamlayıp derinleştirme vesilesiyle Hakk’a yakınlık kesbetmeye “kurbet-i nevâfil” denmektedir.

*İnsanın mükellef olduğu farzlar için, Hazreti Pîr’in de ifade ettiği gibi, abdest ile beraber günde bir saat kafîdir. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu’na gelince, O bize mükellefiyet adına teklif buyurduğu bu ibadetlerin on katını yapıyordu. Ümmetine objektif mükellefiyeti emrediyor ve kimseyi farzların ötesine zorlamıyordu ama kendisi ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) her zaman vazife başında, hizmette önde ve her hayırlı faaliyetin bizzat içinde olmuştu. “Allah’ın arslanı” lakabıyla tanınan şecaat kahramanı Hazreti Ali, “Biz savaşın kızıştığı, gözlerin yuvalarından fırladığı zamanlarda Rasûlullah’ın arkasına sığınır, o sayede korunurduk” der. Huneyn Savaşı’na bakarsanız bu sözün en güzel misalini görürsünüz: Bir ara karşı cephenin askerleri zafer sarhoşluğuyla koşarken Allah Rasûlü Müslümanlara, “Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Yalan yok, ben Rasûlullahım; Ben Abdülmüttalib’in torunu, Abdullah’ın oğlu Muhammedim!” diye seslenir. Bu çağrı üzerine mü’minler derlenip toparlanır. Allah Rasûlü, “İşte ocak şimdi kızıştı” buyurur, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlatır; saldırıya geçilirken yine en önde O vardır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, orada önde olduğu gibi hizmetin her çeşidinde her zaman önde bulunmuştur. Bundan dolayı da, bütün tehlike dolapları herkesten önce O’nun başında dönüp durmuştur. Bu böyle devam ettiği sürece de bizim ikbal yıldızımız adeta kutup yıldızı gibi hep kendi çevresinde dönmüş, hiç yer değiştirmemiş, hiç batmamıştır; belki de bütün yıldızlar onun etrafında tavaf ediyor gibi dönmüştür. İkbal yıldızımız!.. Emevî döneminde de böyle, Abbâsî döneminde de böyle, Osmanlı’da da böyle!..

Mefkûre muhacirleri ortaya koydukları temsil sayesinde tesirli oldular

*Evet, temsil çok önemlidir! Tebliğ ancak onunla inandırıcı olur! Firdevsî edasıyla veya Câmi inceliğiyle ya da Mevlana içtenliğiyle talâkatlı, belagatli hutbeler îrad etseniz de, temsildeki bu güç kadar çevrenizde müessir olamazsınız.

*Eğitim faaliyetlerinde bulunmak ve sulh adacıkları kurmak için dünyanın dört bir yanına açılan arkadaşlarınız, yirmi küsur senedir temsildeki bu güç sayesinde hüsn-ü kabul görmüşlerdir. Sahabe-i Kiram’ın ve selef-i salihînin ortaya koydukları temsilin kaçta kaçını uyguladılar; onu Allah bilir. Fakat gönüllere öyle otağlar kurdular ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, bir iki senedir kafalar karıştırıldığı halde, ev sahibi insanlar çağırdılar sizin arkadaşlarınızı ve dediler ki: “Hakkınızda ne derlerse desinler, bakmayın onların dediklerine. Biz onlarla da aramızı bozmak istemiyoruz ama siz işinize devam edin!” Hatta o mevzuda ifsâdat kabardıkça, köpürdükçe, onlar “Birkaç tane daha okul açsanız iyi olur!” dediler. Ne onların eliyle gelen talebeler pişmanlık duydu, ne de sizden oraya -havariler gibi- giden insanlar adem-i kabul ile karşı karşıya kaldılar.

Merak Uyarmak ve İlgiye Cevap Verecek Donanım

*Tebliğde önemli bir husus da merak uyarmaktır. Sunacağınız mesaj etrafında merak uyaracaksınız. Hem ele alacağınız, anlatacağınız mevzuları çok iyi belirleyecek hem de temsilinizle “Böyle iyi ve güzel insanlar olmanızın vesileleri nedir? Şunu neden böyle yapıyorsunuz?” dedirteceksiniz. Merak-âver meselelerle başlayarak onların içinde bir öğrenme arzusu tutuşturmaya çalışacaksınız.

*Ulvi hakikatlere ilgi ve merak uyarmak kadar o alakaya cevap verebilecek bir donanıma sahip bulunmak da lazımdır. Mübelliğ ve rehber diyebileceğimiz şahısların, dinin temel kaynakları olan Kitap ve Sünnet’e muttali olmaları gereklidir. Aynı zamanda onlar gittikleri yerlerdeki muhataplarını kendi karakteristik çizgileri ve ana hatlarıyla bilmelidirler. Bütün bunların yanında belli ölçüde fünun-u müspeteye vâkıf olmalı, yani az buçuk fizik, kimya, riyaziye, antropoloji gibi ilimleri yudumlamalıdırlar. Evet, rehberlik yapacak insan, gittiği yere mükemmel yetişmiş bir fert olarak gitmelidir.

Usûl, üsluba feda edilmemeli!..

*Kendi değerlerimizi başkalarına arz ederken usûl ve üslup meselelerine çok dikkat etmeliyiz. Usûl kelimesi, temel, esas, kök, mebde’ ve hakikat manalarına gelen “asl” sözcüğünün çoğuludur. İnsanca yaşama hedefine ulaşmak için vaz edilen kanun, kural ve disiplinlere de usûl denir. Tefsir, hadis, fıkıh gibi her ilim dalının kendine has usûlü vardır. Üslup ise, tarz, metod ve tertip demektir; muhatabın durumuna göre en tesirli anlatış şeklini belirlemenin ve hakikatleri belli bir nizam çerçevesinde dile getirmenin adıdır. Evet, çok farklı tabiatlardaki insanlara hak ve hakikatleri anlatmanın da mutlaka bir üslubu olmalıdır.

*Şahısların fıtratları da nazar-ı itibara alınarak herkes için en uygun üslup tespit edilmeli ve farklı argümanlar kullanılmalıdır. Aksi halde, dine çağırma ile dinden kaçırma öyle birbirine karışır ve Sonsuz Nur’a koşması beklenenler O’ndan o denli uzaklaşırlar ki, onları bir daha döndürmek hiç mümkün olmaz. Bu itibarla, usulün başı olan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah” hakikati anlatılırken dahi belli bir üslup takip edilmelidir ki maksadın aksiyle tokat yenmesin.

*Mesajınız çok mübarek, mukaddes, muallâ olabilir. O bir esastır ve usule ait önemli bir meseledir. “Lâ ilâhe illallah” bir esastır, hem de olmazsa olmaz bir esastır. “Muhammedu’r-Rasulullah” da olmazsa olmaz bir esastır. Fakat bu esasları sunarken, üslupta yaptığınız bir hata esasın da reddedilmesine sebebiyet verebilir. Mesele nasıl sunulacak? Hangi ambalajla ortaya konacak? Karşı tarafın hissiyatı nasıl gözetilecek? Şayet empati yapmazsanız, muhataplarınızı kendi duygularıyla ölçüp, değerlendirip, takdir edip, “Bunlar da şöyle düşünüyorlar!” deyip hesaba katarak düşüncelerinizi ortaya koymazsanız, bir yönüyle usulü üsluba feda etmiş olursunuz; temel meseleyi yönteme feda etmiş olursunuz. Hakikat gümbür gümbür yıkılır.

Tekvinî ve Teşriî Emirlerde Tedrîcîlik

*Bir diğer hayati mesele de üslupta tedrîcîliktir: Tedrîc; adım adım, azar azar, derece derece ilerlemek manasına gelir. Hadiselerin yavaş yavaş, mertebe mertebe, zaman zaman ve belli bir vakte bağlı şekilde cereyan etmesine “tedrîciyye” (tedrîcîlik) adı verilir. Tedrîcîlik, Kur’an-ı Kerim’in tenzil keyfiyetinin ve Efendimiz’in tebliğdeki üslubunun da önemli bir derinliğidir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşerin efendisi olduğu gibi, İnsanlığın Efendisi’nin sözleri de insan sözlerinin efendisidir. O’nun lâl u güher gibi dudaklarından dökülen kelimeler gönülleri fetheder. Fakat o Söz Sultanı söyleyeceklerini tek fasılda söylememiştir; insanları rehabilite ede ede hakikatleri dile getirmiştir. Mesela, içki dört fasılda yasak edilmiş; kati yasak da Bedir’den sonra gelmiştir.

*Her mefkure kahramanının, kainatta bir nizam dahilinde meydana gelen hâdiselerden ders alması, sebep ve netice münasebetini gözetmesi ve eşyâ arasında bulunan tertibe riayet etmesi gerekir. Bu ilahî ahlakın, Kur’an-ı Kerim’in ceste ceste inen ayetlerinde ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun tebliğ metodunda da kendisini gösterdiğine dikkat etmesi icap eder. Evet, emir ve yasaklar, bir başka ifade ile teklifî hükümler birden bire değil, belli zaman aralıkları ile nazil olmuştur; ilahî emirlerden önce adeta kalb ve kafalar rehabilite edilerek her şeyi kabule hazır hale getirilmiştir. Mürşit ve mübelliğler de dile getirecekleri hususlarda bu tedrîcîliğe riayet etmelidirler.

Kaç kişinin katilisin?!.

*Çok önem arz etmeyen veya ehemmiyet arz eden esasa nispeten nisbî önemi bulunan meseleleri öne çıkardığınız zaman tepki alırsınız, reaksiyonlarla karşı karşıya kalırsınız. Bu itibarla da, nereden başlayacağınızı çok iyi belirlemeniz lazım. Onun için Hazreti Pir, daha ziyade iman mevzuunu işliyor, namaz gibi ibadet u tâati nazara veriyor.

*Kırklareli’nde vazife yaparken Fırıncı Ahmet Efendi’den bir hikâye dinlemiştim: Yemeği ağzınıza götürdüğünüzde parmaklarınızı bile yiyebileceğiniz kadar enfes yemekler yapan bir aşçı varmış. Fakat bu aşçı hayatında hiç servis yapmamış. Bir gün garson gelmediği için servis yapma vazifesi ona düşmüş. O da ellerini arkasına koyup “Arkadaş, ün görmüşüm, gün görmüşüm; baştan gelsin baklava!” demiş.

*Bir hikâye olsa da, bu kıssanın bize ifade ettiği çok mânâ var. Evet, sizin sunduğunuz baklava gibi leziz bir yiyecek olabilir ve siz o baklavayı gönlünüzden kopup gelen bir insanlık ve iyi niyetle sunabilirsiniz. Ancak her şeyin bir sırası bulunduğunu ve karşınızdaki insanların belli alışkanlıklarının olduğunu asla unutmamalısınız. Başta çorba gelmesi gerektiği halde, “gelsin baklava” derseniz, servisi yüzünüze gözünüze bulaştırmış olursunuz. Söylediklerinizin ve yaptıklarınızın zamanlamasını ayarlamanız, önce muhataplarınızı tanıyıp onların neş’et ettikleri kültür ortamlarını nazar-ı itibara almanız bu açıdan çok önemlidir.

*Belki çoğumuzun tebliğ yapayım derken insan kaçırmamızın altında da temelde bu üslup hataları var. Eski âlimler bir araya gelince, birbirlerine “Kaç kişinin katilisin?” diye sorarlarmış. Yani; sen dini anlattığından dolayı kaç kişi dinden uzaklaştı ve kendini manevî ölüme saldı!..

Yılmayın, usanmayın; “Demek bu işin kabul saati gelmemiş!” deyip vazifenize bakın!..

*Peygamber Efendimiz’in Yemen’e göndermek için Muaz bin Cebel’i seçmesinin çok hikmetlerinin yanı sıra -başta da işaret edildiği gibi- fıtrat ve kabiliyetleri tanımasının da büyük payı vardır. Mesela, Efendimiz, Hazreti Ebû Zerr’i göndermemiş, hatta imaret istediği halde onu emir de yapmamıştır. Hazreti Ebu Zerr çok hakperest ve heyecanlıydı; Müslüman olduğu dönemde Mekke’de bulunması hem kendisi hem de diğerleri için zarar doğuracağından Allah Rasûlü onu kabilesine geri göndermiş ve “Bizim galebe çaldığımız devri gözet; işte bize, o zaman gel!” demişti. Ebû Zerr (radıyallâhu anh), Hayber’in fethinden sonra gelip Allah Rasûlü’ne dehalet etmişti; hâlbuki o, daha Mekke döneminin ilk yıllarında Müslüman olmuştu.

*Bu dört esas da dahil, tebliğ, temel disiplinleri itibarıyla değişmemiştir. Günümüzün mürşitleri de dünyanın dört bir yanına açılırken veya çevrelerindeki insanlara hayırhahlık yaparken bu ölçülere riayet etmelidirler.

*Evvela konu komşudan başlayarak, onları ziyaret ederek, onların sizi ziyaret etmesini sağlayarak, onlara ikramda bulunarak, onların size ikramda bulunmasını sağlayarak, değişik vasıtaları değerlendirip münasebet ve diyalog köprüleri kurarak insanların ruhlarına nüfuz etmeye çalışacaksınız. Ruhunuzun ilhamlarını onların sinelerine boşaltmaya gayret edeceksiniz. Kendi ülkenizde bunu yaptığınız gibi, ülkenizin dışında bütün dünyada insanların genel durumlarını nazar-ı itibara alarak, yani o toplumu, değerlerini, kültür ortamlarını ve tesirde kaldıkları şeyleri doğru okuyarak nereden başlayacağınızı belirleyip ona göre onlara tebliğde bulunacaksınız.

*Bazı yerlerde temerrütlerle karşılaşacaksınız. Yılmadan usanmadan, her şeyi o tedrîcîliğe emanet ederek vazifenize devam edeceksiniz. “Vakt-i merhunu gelmedi; demek bu işin kabul saati gelmedi!” diyeceksiniz. Çünkü o, Allah’ın (celle celaluhu) elindedir. Hemen öyle istediğiniz zaman olsaydı, istediği her şey olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun istediği şeyler gökten yağan yağmur gibi anında oluverirdi. Ama öyle olmadı!.. O Zât, aynı zamanda o mevzuda da çok önemli bir temsil sergiliyor. Allah, O’nun öyle yapmasıyla adeta bize diyor ki: Bakın, Benim en sevdiğim İnsan bile mesajını yirmi üç seneye yayarak insanlara kabul ettirmeye çalıştı. Bu sizin için esasen nümune-i imtisaldir, alınacak bir örnektir.

Hâl ve Ümit

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Sadece Allah rızasını maksat yapanlar fırtınalar karşısında sabit-kadem olabilirler/olabildiler!..

*En büyük isteğimiz O (celle celaluhu) olmalı!.. İnancımızda, ibâdet ü tâatımızda, bir şey söylememizde, bir şey yazıp çizmemizde, bir yere gitmemizde hep ihlas!.. Hazreti Pîr diyor ki: “İhlaslı bir zerre amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”

*Evet, Allah’ın rızası en önemli, en yüksek, en zor ulaşılan bir hedeftir. Ona talip olma, ona kilitlenme, onun berisinde her şeyi bayağı görme!.. Sonra halis aşk ve iştiyak onun zirvesi; bu, büyüklerin, ekrabu’l-mukarrabînin talep ettiği ufuk; Hazreti Mevlana gibi, ruhunun ufkuna yürümeyi şeb-i arûs sayma.

*Her işimizi ihlas, rıza ve aşk u iştiyaka bağlamamız lazım. O zaman öyle bir şeyi peylemiş veya öyle bir şeyin arkasına düşmüş oluruz ki, dünyanın bütün zevkleri, lezzetleri bir araya gelse, onun yanında yine deryada damla kalır.

*Zannediyorum bu dönemde yerinde sabit-kadem olan insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın murad-ı Sübhânîsinden, ihlastan ve rıza-yı ilahîden başka bir şey düşünmüyorlardır. Düşünmesinler Allah’ın izniyle.. ve bu düşünmemede sabit-kadem olsunlar.

Hal Dili ve Peygamber Efendimiz

*İnsanlığın bugün beklediği bir şey var ki maalesef o bir iki asırdır bizim yitirdiğimiz şeydir: Hâl ve temsil! Hâl ile halledilmeyecek problem yoktur. Rasûl-ü Ekrem ve Sahâbe-i Kirâm efendilerimizin belki en müessir yanları, onların hâl ve temsilleriydi. Onları derinden derine tetkik eden insanlar, “Vallahi çehresinde, tavır ve davranışlarında yalan yok!” diyorlardı.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz söylediği her hakikati öncelikle kendi hayatına tatbik ediyordu. Mesela, zühd, tevazu ve mahviyet tavsiye buyuruyorsa, her güzel ahlakta olduğu gibi, önce kendisi o hususta zirveyi tutuyordu.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun!”

*Ayrıca Efendimiz şunu söyler:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.”

Günümüzün çoğu Müslümanları yüce dinimiz İslamiyet’e hüsuf küsuf yaşatıyorlar!..

*Peygamber Efendimiz ve selef-i salihîn tarafından ortaya konan hal ve temsil bugünün müminlerince de gerçekleştirilirse, Allah’ın izni ve inayetiyle, adeta bir yerde ütopik bir dünya oluşmuş gibi başkaları ona koşup gelecektir. Yoksa İslam’ın mübarek çehresine zift saçan şer odakları varken ve Müslümanlık çoklarınca kötü temsil ediliyorken kimsenin ona karşı imrenme duyması mümkün değildir.

*Müslümanlığın aynası ve bir yönüyle temsilde onun figüranı olan bizler, onu mükemmeliyet içerisinde, gerektiği gibi temsil edemediğimizden ve hâl ile ortaya koyamadığımızdan dolayı, onun o dırahşan çehresini, pırıl pırıl güneşlerden aydın imrendiren çehresini karartmış oluyoruz. İslamiyet’e hüsûf ve küsûf (ay ve güneş tutulması gibi tutulma) yaşatıyoruz. İslamiyet ile insanlar arasında biz bulunduğumuzdan dolayı, bize bakıyor, bizimle İslamiyet’i değerlendiriyorlar.

*Hakk’ı anlatmak ve i’lâ-yı kelimetullah mülahazası içinde yaşamak gibi bir mefkûre ve gâye-i hayal, insanın kendi benliğinden uzaklaşması ve bencilliğinden kurtulması için de çok önemlidir. Çünkü insan, bir gâyeyi bütün varlığıyla sahiplenirse, artık hareket, tavır ve davranışlarını o gâye istikametinde değerlendirmeye çalışır. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” Demek ki, benlikten tecerrüt etmenin, her şeyi bencilliğe bağlamaktan kurtulmanın yolu, O’na bağlanmak ve her şeyi O’nunla alakalı bir hususa bağlamaktır.

“Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?”

*Şayet siz, “Allah’ın izniyle Nam-ı Celil-i Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) güneşin doğup battığı her yere ulaştıracağız. Bir stratejiye, bir plana, bir projeye mukabil on tane alternatif yol oluşturacağız. Oturup kalktığımız her yerde “bismillah” der gibi sohbet-i Canan deyip meseleleri O’nunla başlatıp O’nunla noktalayacağız.” mülahazasına bağlı olur ve o istikamette gayret gösterirseniz, Allah da (celle celaluhu) yolunuza su serpecektir.

*Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi hazretleri ne hoş söyler:

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi? / Rızasına iven de /Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen / Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan / Eyyub gibi ağlasan / Ciğergâhı dağlasan / Ahvalini sormaz mı?

Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed / Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?”

*Hele bir “Allah” de yürekten, bak nasıl cevap veriyor!.. Sen “Ya Rab!” deyince, “lebbeyk” diyor. Oysaki aşağıdan yukarıya doğru tazim ifadesi olarak, biz gönüllerimizin heyecanını bu kelimeyle O’na karşı ifade ediyoruz. Allah kuluna tenezzül tecelli dalga boyunda “lebbeyk” diyor. “Kulcağızım bir isteğin mi var?” Böyle bir Rab sizin o güzel isteklerinizi intizar buyuruyorsa şayet, hep O’na karşı dilekte bulunmak lazım. Zaten, bir hadis-i şerifte ifade edildiği üzere; bir kimse, Allah’tan bir şey istemezse, isteklerini Allah’a sunmazsa, gazab-ı ilahîye maruz kalır. Kur’an-ı Kerim’de de -Hazreti Üstad’ın mealiyle- “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” buyurulmaktadır; yani, ne yazarsınız ki duanız olmazsa?!.

İnsanın ümidi inancı nispetindedir

*Ümit her şeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nispetindedir. Hazreti Üstad, ümitsizliği çok büyük bir engel olarak anlatmış; “Yeis, mani-i her-kemaldir” demiş; “Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabatı içerisinde en yüksek ve gür seda İslam’ın sedası olacaktır.” şeklindeki beyanlarıyla hep ümidin sesi soluğu olmuştur.

*Ümit, Allah’a güvenin ifadesi olduğu gibi, iradenin hakkını vermek de demektir. Allah bir irade vermişse, niye ye’se düşelim ki?!. M. Akif ifadesiyle:

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.”

*Denebilir ki insan imanda ne kadar derinleşirse ümidi de o ölçüde pekişmiş olur. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Ashâb-ı Kirâm’ın, en çetin hadiseleri bile yolun kaderi olarak gördükleri, diğer insanların telaşa kapılıp panikleyecekleri şartlarda dahi onların ümitle şahlandıkları ve hep dimdik bir duruş sergiledikleri anlatılmaktadır. Mesela, Hendek Vakası münasebetiyle indiği rivayet edilen bir ayet-i kerime şöyledir:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlünün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz!..

*Ümit denilince genellikle,

وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

“Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü kâfirler güruhu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez. ” (Yusuf, 12/87) ayet-i kerimesi akla gelmektedir.

*Aslında daha pek çok ayet-i kerime ümit zaviyesinden ele alınabilir: Mesela; Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ

“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah, hep iyilik peşinde koşan ehl-i ihsanla beraberdir.” (Ankebut, 29/69) Mücahede, kalblerin Allah’la münasebeti için aradaki engelleri bertaraf etmek demektir. Bu, iktiza ettiğinde müdafaa harpleri gibi bir savaşla da olabilir. Fakat esas olan, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “büyük cihad” dediği cihaddır; nefisle mücahede, Allah’a yönelme işi.

Ashab-ı Kirâm’ın İman ve Ümidi

*Allah Rasûlü’nün hayat-ı seniyyeleri ümit tablolarıyla doludur. Mesela, Hendek Müdafaası. Mü’minler karşısında teker teker tutunamayacaklarını anlayan kavim ve kabileler, Hicret’in 5. senesinde bir araya gelip tek vücut olmaya ve bu defa bütün güçlerini bir merkezde toplayıp Medine’ye öyle hücum etmeye karar vermişlerdi. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, durumdan haberdar olunca, ashabını toplamış, harp tekniği hakkında onlarla istişare etmiş, değişik teklifler arasında Hazreti Selman-ı Farisî’nin fikri Peygamber Efendimiz’in düşüncesine muvafık gelince düşmanın taarruz etmesinin muhtemel olduğu yerlere hendekler kazılmasına ve böylece müdafaa harbi yapılmasına karar verilmişti.

*Rehber-i Ekmel Efendimiz, ashabıyla beraber hendek kazmaya başlamıştı. Bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram’dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü’ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O’na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen’in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.”

*Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, asla parçalanmaz gibi görülen büyük devletlerin fethini müjdelediği o esnada karşısındaki 24.000 kişilik tam donanımlı düşman ordusuna karşı sadece 3.000 Müslümanla müdafaa harbine hazırlanıyordu. Fakat dünyevi ölçüler açısından insanı dehşete düşürmesi beklenen o anki şartlar Peygamber Efendimiz’i tesiri altına alamadığı gibi, mü’minlerin de ancak imanlarını artırıyordu. İman ve ümit idi bu. Böyle bir atmosfer içerisinde, İnsanlığın İftihar Tablosu, dünyanın iki süper gücünün tarumar olacağı bişaretini veriyordu, Allah’ın bildirmesiyle. O yüksek imanıyla, o bütün insanlığa dağıtılsa herkesin Firdevs’e girmesine yetecek kadar mükemmel imanıyla bişaret veriyor ve sahabe-i kiram efendilerimiz de o iman ve ümitle şahlanıyorlardı.

Sen mi yoksa ümidin mi yüreksiz!..

*Ümitle uzun yollar aşılır; ümitle kandan irinden deryalar geçilir ve ancak ümitle dirliğe ve düzene erilir. Ümit dünyasında mağlup olanlar, pratikte de yenilmiş sayılırlar. Kim bilir, belki de hasımlarınız sizi ye’se atıp ellerinizi kollarınızı bağlamak için uğraşıyorlardır. İnşaallah, siz Kur’an’ın ve evrensel insanî değerlerin elmas düsturlarına sarılarak, insanların gönüllerini fethetme mevzuunda sarsılmayan bir ümitle, hep ileriye doğru yürüyeceksiniz. Allah’ın izni ve inayetiyle, içteki hasetçileri aşacaksınız; dıştaki muhtemel tehlikelere ve badirelere de takılmadan yol alacaksınız.

*Merhum M. Akif’in ifadeleriyle noktalayalım:

“Ey dipdiri meyyit! ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?”

Yol Âdâbı ve Gayretullah

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

*Konumumuza göre bir tavır belirlemeye ihtiyacımız var; yoksa hiç farkına varmadan Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan lütuflarını kendimize mâl etme gibi bir hataya düşmüş olabiliriz. Vifak ve ittifaka sağanak sağanak gelen tevfîk-i ilâhîyi, şahsî kabiliyetlerimize ve istidatlarımıza nisbet etmeye kalkarız. Bu da bir yönüyle şirk sayılır, ondan sakınmak lazımdır. Oysaki üzerimizdeki ilahi ihsanlar, vifak ve ittifak mevzuunda gösterilen cehde Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir lütuf tecellisidir. Üstad Hazretleri de “Vifak ve ittifak, tevfîk-i ilâhînin vesilesidir.” diyerek bu hususa dikkat çekmektedir.

Sana Hakkıyla Kulluk Yapamadık!..

*Cenâb-ı Hakk’ın bu fevkalâdeden lütufları karşısında bize düşen vazife, oturup kalkıp sürekli “eşşükrulillâh” ve “elhamdülillah” demektir. Aslında, biz sabahtan akşama kadar ibadet yapsak, her gün yüz rekât namaz kılsak, bir gün oruç bir gün yeme şeklinde savm-ı Dâvud veya aralıksız olarak savm-ı visal tutsak ve her sene hacca gitsek, yine de “مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ – Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Ma’bûd” demeliyiz.

*Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında aklımıza “Bir şeyler yaptık” mülahazası geldiği zaman hemen o düşüncenin başını “mâ abednâ”, “mâ arefnâ”, “mâ hamidnâ”, “mâ şekernâ”, “mâ sebbahnâ” (ibadetin, marifetin, hamdin, şükrün, tesbihin hakkını veremedik) duygusuyla ezmeliyiz. “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!.. Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!.. Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik! Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!” deyip O’na gerektiği gibi kullukta bulunamadığımızı, O’nu hakkıyla bilemediğimizi, ululuğu ölçüsünde zikredemediğimizi ve şükür vazifesini tam yerine getiremediğimizi avaz avaz ilan etmeliyiz.

Allahım, bencillik ve âidiyet duygularının rüyama misafir olmasına dahi fırsat verme!..

*Evet, her zaman acz, fakr, şevk ve şükür mülahazası içinde yaşamalıyız!.. Cenâb-ı Hak öyle yaşamaya muvaffak kılsın. Böyle olduğumuz takdirde, Allah Teâla ihsanlarını daha da ziyadeleştirir. Çünkü O, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım.” (İbrahim, 14/7) mealindeki fermanıyla, şükredenleri mükâfatlandıracağı vaadinde bulunmuştur.

*Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak, küfrân-ı nimete düşenleri de cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur. Dünyanın değişik yerlerinde 1400 okul yapmışsanız, bu Allah’ın lütfudur. Bunu kendinize vererek “Biz yaptık bunları!” der ve meseleyi âidiyet mülahazasına bağlarsanız; birileri tarafından “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfâdıyız!” dendiği gibi, “Dünyada 1400 okul açan bir cemaatin efradıyız!” deyip onu kendinize mâl ederseniz, bu bir nankörlük olur. Allah Teâlâ, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım.” (İbrahim, 14/7) beyanının devamında Şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)  buyurmuştur: Nankörlüğe düşerseniz, kendinizden bilirseniz, Benim eltâf-ı Sübhâniyemi görmezseniz, görüp de takdis u tesbih ve tenzihte bulunmazsanız, “Her şey Sana ait; kudret Senden, veren Sensin!” demezseniz, bilin ki azabım çok şiddetlidir!..

*İnanan insan, bencillik ve aidiyet mülahazası gibi düşünceleri hayaline bile misafir etmemelidir. Hatta bakın çok zor bir şey diyeyim: Gece yatarken demelisiniz ki; “Allahım şimdi uykuya dalacağım; bahtına düştüm, bu yapılan işleri nefsime mâl etme gibi bir densizliğe rüyalarımda bile beni maruz bırakma! Kurban olayım Sana!..” Bakın taakkul değil, tasavvur değil, tahayyül değil; rüyaları bile bununla kirletmemeli. Her zaman “Her şey Senden, Sen ganîsin; Rabbim Sana döndüm yüzüm!” duygusuyla dolu bulunmalı!..  

Ye’se düşmek de ne demek?!.

*Acz, fakr, şevk ve şükür! Kendini aciz görme; adeta eli hiçbir şeye yetmeyen ve hiçbir şeye sahip bulunmayan biri olarak kabul etme. Genel kabulümüz ve genel durumumuz odur. Bu düşüncemiz bir yönüyle kendi konumumuzu çok iyi bilme sayılır; diğer yandan da şevk ve şükür vesilesi olur: Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak lütufları geliyor. Her şey O’ndan geldiğine göre hiç ye’se düşmemek ve sürekli şevk içinde olmak lazım! Madem O’ndan geliyor ne diye ye’se düşeceğim?!. Şayet yolu açan O ise, güzergâhı gösteren O ise, güzergâh emniyetini sağlayan O ise ve yol boyunca gulyabânileri bertaraf edecek O ise, niye ye’se düşeyim ki?!.

*Meseleye şu şekilde bakılsa mahzuru yok: “Allah Allah, kaderî bir plan var, senaryo gibi. Bizi hiç farkına varmadan birer figür, birer ırgat, birer amele gibi sahneye sürüyor; ‘Bu şeyi tamir etmede, onarmada sizi çalıştırıyorum!’ diyor.” Böyle bakarsanız, “Ona binlerce hamd ü sena olsun. Bizi böyle güzel işlerde koşturuyor. Acaba işin hakkını tam verebiliyor muyuz? Acaba konumumuzu rantabl olarak değerlendirebiliyor muyuz? Fakat ona binlerce hamd ü sena olsun, her şeye rağmen bizi güzel işlerde istihdam ediyor!” dersiniz.

Zalim, Allah’ın kılıcıdır; mazlumiyet de bazen şefkat tokadıdır!..

*Fakat bazen farkına varmadan zikzaklar olabilir. Doğru yolda doğru yürüme hususiyetlerini koruyamayabiliriz; hafizanallah, kaymalar yaşayabiliriz. Ondan dolayı da şefkat tokatlarına ve kulak çekmelerine maruz kalabiliriz. Allah, birilerini musallat edebilir. Ümmet-i Muhammed (aleyhissalatü vesselam) cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (celle celâluhu), onlara karşı tedip unsuru olarak bir kısım zalimleri kullanır. Zalim, Allah’ın kılıcıdır. Allah, önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır.

*Son dönemde şahit olduğumuz çekmeler, ızdıraplar, tehcirler, tehditler, tenkiller, ibadeler, mahkûmiyetler, mağduriyetler, mazlumiyetler, mevkufiyetler, mustantakiyetler… Bütün bunlar bizi üzebilir. Bunları da şefkat tokadı veya kulak çekilmesi şeklinde mülahazaya almak lazımdır. İhtimal ki biz yürüdüğümüz bu yolda yolun âdâbına tam uyamadık; Hazreti Mevlâ da kulağımızdan hafif tuttu ve çekti. Onca eltaf-ı İlahiye karşısında hukuka riayet etmek, istikameti korumak, dimdik durmak ve sarsılmadan meseleyi götürmek gerekirken bazen bunlar gereğince gözetilmemişse, bu, hafif bir kulak çekilmesine sebebiyet vermiş olabilir. Hadiselere böyle bakarsak, Allah’ın izni ve inayetiyle, o da bizi tevbe, inâbe ve evbeye sevkeder. Rabbimizin razı olmadığı ve sevmediği ne varsa, hepsinden dolayı “Estağfirullah” deriz. İstiğfar da O’na teveccühün, tevbenin, inâbenin ve evbenin mebdeidir.

Tarihin sayfalarına kapkara lekeler halinde yazılacak kimselere sadece acınır!..

*Böyle bir bakış aynı zamanda bizi kin ve nefretten de uzak tutar. Hizmet’e zulmü reva gören, uğradığı her yerde efkârı aleyhimize çevirmeye çalışan ve “Kapatın bu okulları; kapatamıyorsanız yıkın!..” diyen kimselere karşı bakışımızı tadil eder. Meseleye bir yönüyle bizim istihkakımız nazarıyla bakacak olursak; onları da musallat olmuş birer kılıç gibi görür ve Allah’ın onlarla gözlerimizi açtığına, bizi tedip ettiğine ve istiğfara, tevbeye, inâbeye, evbeye yönlendirdiğine inanırsak, onlar hakkındaki mülahazamız da birdenbire kinden, nefretten, misliyle mukabele düşüncesinden sıyrılarak şefkate ve acımaya döner. Acırız onlara; çünkü tarihin sayfalarına birer leke halinde kaydedilecekler. Evet, hizmetinizle alakalı menfi propaganda yapan kimselere sadece acıma duygusuyla bakmak lazım.

*Bir de meselenin gayretullaha dokunma kertesi var. Menkıbelerin aslına değil faslına bakılır ve onlardan ibret alınır. İşte ibretlik bir menkıbe: Bir deve kervanı yola koyulmuş giderken fakir bir derviş önlerine çıkar ve kervancıbaşına kendisini de aralarına almaları ricasında bulunur. Kervancıbaşı adamcağızın isteğini kabul eder ve beraberce yola revan olurlar. Bir zaman sonra haramiler kervana saldırır ve gariplerin bütün eşyalarını alırlar. Bir aralık, eşkıyânın reisi, dervişe de malı olup olmadığını sorar. Hak dostu, “Benim hiç param yok, ama kervancıbaşının bürümcek bir gömleği vardı, onu almayı unutmuşsunuz.” der. Haramîler hemen koşar, kervancıbaşının heybesini, üstünü başını yeniden arar ve pek değerli gömleğine de el koyarlar. Uzun süre hiçbir şey söylemese de dervişe karşı kervancıbaşının gönlü çok kırılır. Öyle ya; onca iyiliğine mukabil maruz kaldığı tavır kolay kolay kabul edilebilecek cinsten değildir. Bütün sermayelerini kaybeden mazlumlar, çaresiz bir halde yürürlerken devletin askerleri çıkagelir; haramilerin hepsi derdest edilmiştir. Nihayet, gasbedilen mallar sahiplerine geri verilir. İşte o zaman kervancıbaşı dervişe yaklaşır ve der ki, “Baba aşkolsun! Ben sana o kadar iyilik yaptım, sen de tuttun, benim biricik gömleğimi de şakîlere haber verdin.” Hak dostunun cevabı düşündürücüdür: “Oğul, niyetim sana kötülük yapmak değildi; bu haramiler halka o kadar gadretmişlerdi ki, baktım zulümlerinin gayretullaha dokunmasına dört parmak kalmış.. senin gömleğinin işte o dört parmak yerine geçmesiydi muradım.”

Günümüzün zalimleri de çer-çöp gibi savrulup gidecekler!..

*Gayretullaha dokunduğu zaman, günümüzün zalimleri de çer-çöp gibi savrulup gidecekler, hiç tereddüdünüz olmasın. Takvim vermek ve zaman belirlemek, bu mevzuda karanlığa taş atmak olur; bu, Allamu’l-guyub Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Bir zaman veremeyiz ama bildiğimiz bir âdet-i ilahiye, âdet-i sübhaniye var. Cenâb-ı Hak, zalimlere hep öyle yapmıştır: Nuh kavmi, Hud kavmi, Salih kavmi, Şuayb kavmi, Lut kavmi, Seyyidina Hazreti Musa’nın kavmi… Hepsi hazan yemiş yapraklar gibi savrulup gitmiş, ağaçların başındayken toprağın bağrında gübre haline gelmişlerdir. Hiç tereddüdünüz olmasın, endişe etmeyin.

*Ayrıca size haksızlık ve kötülük yapan insanlar hakkında öyle perişan olmaları dileğinde bulunmayın. Herkes hakkında hep hayır mülahazası içinde bulunmalı; insanların cehenneme gitmelerini arzu etmemeli; Allah’ın gazabına uğrayarak Hazreti Nuh kavmi gibi, Âd gibi, Semud gibi, Sodom gibi, Eyke ve Medyen halkı gibi helak olmaları, dünya ve ukbalarını kaybetmeleri dileğinde bulunmamalı. Evvela; Cenâb-ı Allah’ın engin rahmetine havale ederek kalblerinin yumuşamasını ve zulümden vazgeçmelerini istemeli; ondan sonra da “Murad-ı sübhanî bu değilse Allahım, aleyke bihim!..” demeli, onları Allah’a havale etmeli.

Sarp yokuşlarla dolu bu yol azık, teyakkuz ve temkin istiyor!..

*Yunus Emre’nin deyişiyle, “Bu yol uzaktır, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var.” Bu yolda kat’ edilmesi gereken nice mesafe, geçilmesi gereken nice derya ve aşılması gereken nice tepe mevcuttur. Zorlardan zor bu meşakkatli yolculukta maddî-mânevî hiçbir engele takılıp kalmamak, dünyanın aldatıcı cazibedar güzelliklerinin ağına düşmemek ve yol yorgunluğu yaşamamak için her zaman ciddi teyakkuz ve temkine ihtiyaç vardır.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah, senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

*Bayezid-i Bistâmî Hazretleri der ki: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım.”