Posts Tagged ‘beklentisizlik’

Sarp Yokuşlar ve Rıza Ufku

Herkul | | KIRIK TESTI

Dünya dârü’l-imtihandır, yani imtihan diyarıdır. Bu yüzden insan, yaşadığı sürece her an imtihanda olduğunu asla hatırdan çıkarmamalıdır. Hayat baştan sona imtihanlarla doludur ve herkesin imtihanı da farklı farklıdır. Diğer yandan dünya dârü’l-hizmettir, yani çalışma, çabalama yeridir; dârü’l-ücret yani mükâfat ve ücret yeri değildir. Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

“Bu dünya dârü’l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A’mâl-i sâlihanın (güzel işlerin) ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbi etmek demektir.” (Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası, s. 105)

Esasında, bizler varlık sahnesine çıkmakla, insan olarak yaratılmakla, imanla şereflendirilmekle, Hz. Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’a ümmet olmakla, Kur’ân’la tanışmakla, Kur’ân adesesiyle kâinata bakabilmekle şükründen aciz olduğumuz ücret ve mükâfatımızı önceden almışız. Cenab-ı Hak, verdiği bunca paha biçilmez nimetlerin üstüne, vazife ve sorumluluklarını yerine getirmek suretiyle dünya imtihanını kazanan kullarını akla hayale gelmedik güzelliklerle donatılmış sonsuz Cennet nimetleriyle müjdelemiştir.

İmtihan, Hizmet ve Beklentisizlik

Bu noktada şu hususlar Kur’ân hizmetinde olanlar için çok önem arz etmektedir: İmtihan gerçeğinin farkında olma ve imtihanı başarıyla geçmeye çalışma, Allah’ın emirlerini yerine getirmek için hizmet ve gayret etme, bunlar mukabilinde dünyevi bir ücret ve mükâfat beklentisine girmeme, beklenmediği hâlde ikram-ı ilâhî olarak gelen nimetlerden ise meşru dairede, Rabbimizin belirlediği çerçevede istifade etme. İşte kulluk! İmtihan, hizmet ve beklentisizlik… Kulluğu özetleyen üç kelime.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konuda kendisine tâbi olanlar için en güzel örnektir. O, dünyayı dârü’l-hizmet olarak görmüş, dinin emirlerini yaşama ve tebliğ etme noktasında canını dişine takmış, fakat ortaya koyduğu derin kulluk ve risalet vazifesini yerine getirme karşılığında Allah’ın rıza ve rıdvanı dışında hiçbir beklentiye girmemiştir. Geçirdiği sıkıntılı hallerde de imtihanını en güzel şekilde vermiş ve âdeta her hâl ve davranışı ile ehl-i imana, “Siz de imtihanlara hazır olun ve benim imtihanlar karşısındaki duruşumdan kendinize dersler çıkarın!” mesajını vermiştir.

Meseleye şu açıdan da bakabiliriz: Kâinat yüzü suyu hürmetine yaratılan, Habibullah unvanıyla serfiraz kılınan ve hakiki insan-ı kâmil olan İnsanlığın İftihar Tablosu hayat-ı seniyyelerinde sürekli preslenmiş, baskı, şiddet ve iftiralara maruz kalmışsa, O’nun sadık takipçileri olma yolundaki insanların da benzer bela ve fitnelere maruz kalacaklarını hesaba katmaları gerekir. Yürekten Allah’a inanıyorsanız imtihanlarınız eksik olmayacaktır. İmanınızın derecesine, Allah’la münasebetinizin derinliğine, Efendimiz’e inkıyadınıza ve din davasına gönül vermenize göre farklı farklı imtihanlara tâbi tutulacaksınız.

Bununla birlikte şu da unutulmamalıdır: Şayet dünya dârü’l-hizmet olarak görülüp bunun gerekleri yerine getirilir ve uğranan imtihanlar karşısında dimdik durulabilirse bugün olmasa da yarın elbette hak bâtıla galebe çalacaktır. Zira bu konuda Allah’ın vaadi vardır: وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın. Eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/139) Yürekten Allah’a inanan insanlar üstünlük potansiyeline sahiptirler. Bu potansiyelleri bugün olmasa da yarın mutlaka ortaya çıkacaktır.

Bir hadiste ifade edildiği gibi, insanların en çok sıkıntıya düçar olanları, başta peygamberler olmak üzere Allah’ın sevdiği kullarıdır. (Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23) Peki neden? Neden insanlığın yüzünün akı olan insanlar sıkıntıların en büyüklerine maruz kalıyorlar?

Kur’ân’da bir iki yerde ifade edildiği üzere, böylelikle iyi, kötüden ayrılır, has ile ham ayrışır. (Bkz. Al-i İmran sûresi, 3/179; Enfâl sûresi, 8/37) Demir, pasından ateşte ayrıldığı gibi, başa gelen sıkıntıların da insanın haslaşmasında, dünyayla bağlarının zayıflayıp nazarının ukbaya dönmesinde, Rabbine yaklaşmasında büyük rolü vardır. Bediüzzaman Hazretlerinin de dediği gibi, ya o dünyaya küsecek ya da dünya ona ki gözünü ukbaya çevirsin, tam ihlasa ersin. (Lemalar, 10. Lema, 3. Şefkat Tokadı)

Evet, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiği sıkıntılar dağların tepesine binseydi, dağlar toz duman olurdu. Zira O, belanın her çeşidine maruz kalmış; en ağır hakaretlere muhatap olmuş, alaya alınmış, boykota uğramış, tehdit edilmiş, türlü türlü zulümler görmüş, göçe zorlanmış, hakkında suikastlar planlanmış, malına mülküne el konulmuş, Bedirler, Uhudlar, Hendekler yaşamıştı. İlâhî hakikatlere sırt çevirmiş, dünya hırsından gözü dönmüş zalimler, O’nu ve inananları yok etme adına her yola başvurmuşlardı. Fakat O, bunlar karşısında hiç sarsılmadı, pes etmedi, ümitsizlik yaşamadı, yol-yön değiştirmedi. Duruşuyla, sabrıyla, metanetiyle bela ve musibetler karşısında nasıl durulması gerektiğini bizlere de öğretti.

 Belalar Karşısında Mü’mince Duruş

Peygamber yolunun yolcularına düşen vazife de maruz kaldıkları sıkıntılar karşısında kıble değiştirmemek, duruşlarını bozmamaktır. İmtihanlar ne kadar ağır olursa olsun, kaderi tenkit etmemeli, Allah’ı insanlara şikâyet ediyor gibi tavırlara girmemeli. Allah’ın hakkımızda takdir buyurduğu kaza ve kadere karşı razı olmama şeklinde mukabelede bulunmamalı. Bunları konuşma bir yana, böyle şeyler rüyamıza bile misafir olmamalı. İnsanız, yaşadığımız zorluklar karşısında sarsılabiliriz. Muhatap olduğumuz hakaretleri, yalan ve iftiraları hazmetmekte zorlanabiliriz. Fakat bunları da imtihanın bir parçası olarak görür ve bunlar oluyor diye asla Allah’a isyan sayılabilecek hâl ve hareketlere girmeyiz. Oğlunun vefatı karşısında gözyaşı döken İnsanlığın İftihar Tablosu ne demişti: “Kalb hüzünlenir, göz yaşarır ama dilimizden, Rabbimizin razı olmayacağı hiçbir şey dökülmez.” (Buharî, cenâiz 42; Müslim, fedâil 62)

Kur’ân,  وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّكَ يَضِيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ “İzzet ve Celalime kasem ederim ki onların söyledikleri sözlerden ötürü sinenin daraldığını çok iyi biliyoruz.” (Hicr Sûresi, 15/97) ifadeleriyle Allah Resûlü’nün yaşadığı zorluklardan ötürü üzüntü ve tasasına işaret ettikten sonra O’na şöyle emreder: فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُنْ مِنَ السَّاجِدِينَ وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Ama sen Rabbini hamd ile tenzih et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbine ibadet et.” (Hicr Sûresi, 15/98-99) Allah Teâlâ, kâfir ve müşriklerin deyip ettikleri şeyler karşısında Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) duyduğu derin ızdırabı dile getirdikten sonra, O’na Kendisini tesbih ü takdis etmesini ve son nefese kadar kullukta sebat etmesini emrediyor.

Yaşadığımız dünya dâr-ı imtihan olduğuna göre herkes belli ölçüde sıkıntı ve çile çekecektir. Bu sıkıntıların en ağırını da en büyükler çekecektir. Efendimiz’in az önce hatırlattığımız ifadeleriyle belanın en çetinine, en zorlusuna da enbiya-i izam maruz kalmıştır. Öldürülen, testereyle biçilen, çarmıha gerilen, işkence edilen, taşlanan nice peygamber olmuştur ve yeryüzünde Allah’ın bahşettiği hayat hakkı onlara çok görülmüştür. Hadiste dile getirilen “sümme’l-emsel fe’l-emsel” ifadesinden anlaşıldığına göre Peygamberlerden sonra onlara yakınlık derecesine göre Allah’ın salih kulları imtihana tâbi tutulmuştur. Bu sebepten olsa gerek Hz. Ebu Bekir şeytanın avaneleri tarafından hedef gösterilmiş; Hz. Ömer, hınçlı bir köle tarafından namaz kılarken şehit edilmiş, Hz. Osman, şeytanın dürtüsüyle hareket eden bir kısım gafiller tarafından hunharca şehit edilmiş, Hz. Ali bir münafığın hedefi olmuştur. Sonra, Hz. Hasan Efendimiz zehirlenmiş, Hz. Hüseyin Efendimiz yakınlarıyla birlikte Kerbela’da Yezid’in ordusu tarafından kılıçtan geçirilmiştir. Yine bu büyüklüktendir ki rüyalarına bile haram girmemiş iffet âbideleri Hz. Meryem ve Hz. Âişe Validelerimiz imtihanların en ağırına maruz kalmışlardır.

Onların yolundan yürüyorsanız siz de ince eleklerden geçirileceksiniz. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadeleriyle, dine bağlılığınızdaki kuvvet ve sağlamlık ölçüsünde imtihanlara maruz kalacaksınız. Elmas ve kömür birbirinden ayrılacak. Bir insan, Bir insan dininden, diyanetinden, imanından, hak ve hakikati savunmasından ötürü dünyada bir tokat bile yememişse, buna şükretmenin yanı sıra durumundan endişe etmeli, “Benden önce bu yoldan gidenler türlü musibetlere maruz kalmışken niye şeytanlar ve onların avaneleri benimle meşgul olmuyor? Acaba ben seleflerim gibi değil miyim?” diye kendini sorgulamalıdır. Dünyada hep emniyet içinde yaşayanlar, âhiret emniyetlerini burada kullanıyor olmaktan korkmalıdır. Kudsi bir hadiste Cenab-ı Hak, iki güveni ve iki korkuyu birden vermeyeceğini beyan buyuruyor. (Abdullah b. Mübarek, Zühd, s. 50; İbn Hibban, Sahih, 2/406) Demek ki bir insanın hem dünyada hem de âhirette tam güven içinde, rahat, bir eli yağda bir eli balda bir hayat yaşaması mümkün değildir. Kur’ân’ın “Sizler güzellik namına yaptığınız ne varsa dünya hayatında yiyip tükettiniz.” (Ahkâf sûresi, 46/20) âyeti de aynı hususa dikkat çeker.

Başta da ifade edildiği gibi dünya, imtihan ve hizmet yeridir, ücret ve mükâfat ise âhirettedir. İnsan Allah’ın emirlerine, yasaklarına kayıtsız kalarak, lüks ve şatafat içinde keyif çatarak mazhar olduğu nimetleri dünyada bitirmemelidir. Dünyayı âhirete göre programlamalı, âhirete, birikmiş hesaplarla gitmemelidir. Maruz kaldığı ağır imtihanları kulluk yolunun ve haslaşmanın gereği olarak görmeli, bunları sabır ve rıza ile karşılamak suretiyle âhiret sermayesine çevirmelidir. Hem hiçbir inanmış gönül, iftiraya maruz kaldığı, zulme uğradığı için kimseye darılmamalı, gönül koyduğu davaya sırt çevirmemeli, kazanma kuşağında kayıplar yaşamamalıdır. Ne zaman bu tür şeylere maruz kalsa, “Rab olarak Allah’tan, nebi olarak Hz. Muhammed’den, din olarak da İslâm’dan razıyım.” (Müslim, salat 13) deyip yoluna devam etmelidir.

Yaşatma İdealinin Temsilcileri

Herkul | | KIRIK TESTI

Kendinden ziyade başkalarının mutluluğunu düşünme, başkalarının mutlu olması için kendi mutluluğundan fedakarlıkta bulunma, başkalarına hayat kaynağı olmak için yaşama, hatta yerinde, başkaları yaşasın diye kendi hayatından vaz geçme de diyeceğimiz “yaşatma ideali”, insan için en yüce bir gaye-i hayaldir. İnsanlığın en yüce kametleri olan peygamberler de, onların izinden giden büyük zatlar da kendilerini düşünmemiş, kendileri için yaşamamışlardır. Onların yegâne arzusu, insanların bedenî arzulardan sıyrılarak kalbî ve ruhî hayat derecesine yükselmeleri ve Allah’ın razı olacağı bir hâl kazanmalarıdır. Onlar, hayatları boyunca başkalarının karanlık dünyalarını aydınlatmak için çırpınıp durmuşlardır. Bunu yaparken de kendi hayatlarını karanlıkta geçirmeyi göze almışlardır. Ellerinde mumlarıyla, sönmüş tüm mumları tutuşturmak için karanlıktan karanlığa koşmuşlardır. İnsanlığa yeni bir ses ve soluk olabilme adına sürekli ızdırap yudumlamış, çile üstüne çile çekmiş, hayatlarını bir çile yumağı içinde geçirmişlerdir. Bütün bunlara rağmen hâllerinden şikâyet etmemiş, gam izhar eylememişlerdir. Hatta kendilerine zulmedenlere haklarını helal edip onları affedecek kadar da civanmerttirler.  

İşte bu babayiğitlerdir ki, kendilerinden sonra gelen nesillere birer yâd-ı cemil bırakmışlardır. Gerçi onların böyle bir beklenti ve talepleri de olmamıştır. Çünkü yaptıkları bütün fedakârlıkları, iyilikleri Allah için yapmışlardır. “Yapmış olduğum tebliğ vazifesi karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan yalnız Alemlerin Rabbidir.” (Şuarâ sûresi, 26/109) sözü, onların vird-i zebanı olmuştur. Hayatlarını bu civanmertlikle yaşamış ve öyle de ahirete göç etmişlerdir.

Onlar, yaptıkları hizmetlere kendi adlarının konmasını istememişlerdir. Asrın dertlisi Bediüzzaman, mezarının bilinmesini bile kendine çok görmüştür. Derin ihlas anlayışının muktezası olan bu isteği Allah katında kabule karin olmuş olacak ki, naaşı kabrinden çıkarılarak bir meçhule götürülüp gömülmüştür. Fakat Allah onların isimlerini bir yâd-ı cemil olarak yaşatmıştır. Onların yâdını zihinlerden silmeye, adlarını unutturmaya kimsenin gücü yetmemiştir.

Onlar, yaşadıkları zaman dilimi içinde yaşantılarıyla, dini güzel temsilleriyle, sözleriyle, fikirleriyle, eserleriyle zihinlerde öyle bir iz bırakmışlardır ki, asırlar sonra gelen insanlar bile onları hayırla, duayla yâd etmiştir, etmektedir. Niceleri onların ufkunda seyahat etmeye devam etmiş, onların çizdiği çizgide dolaşıp durmuş ve onların etrafında halelenmiştir. Allah, o büyükleri hakkıyla tanıyabilmeyi, onların ufkunu paylaşabilmeyi bizlere de nasip etsin ve bizleri onların şefaatine nail eylesin!

Peygamberlerin sadık takipçilerinden ve bize en yakın büyüklerden Bediüzzaman Hazretleri’ni düşünecek olursak o, “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyecek ölçüde himmeti milleti olmuş bir insandır. Fakat buna rağmen döneminin zalim ve zorbaları hayatı ona zindan etmişlerdir. Ne var ki tüm çabalarına rağmen onu zihinlerden silememiş, onun davasını bitirememişlerdir. Ortaya koyduğu âsâr-ı bergüzidesi insanların yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

Etrafında yer alan talebeleri de onun açtığı yoldan yürümüş ve dünyaya ait her şeyi ellerinin tersiyle itmişlerdir. Baş koydukları dava uğruna tüm zorluk ve mahrumiyetleri göze almışlardır. Ne mahkemelerde yargılanma ne sürgün edilme ne de zindanlara atılma onları baş koydukları davadan geri çevirebilmiştir. Onlar, Bediüzzaman’la birlikte bulunmanın ne kadar ceremesi varsa hepsine katlanmış ve vefat edeceği âna kadar onu hiç yalnız bırakmamışlardır. Onların bu vefa ve sadakatleri, fedakârlık ve adanmışlıkları sayesinde nicelerinin imanı kurtulmuş ve hakikatlere karşı gözleri açılmıştır.

İnsanlığın sulh ve selameti adına tüm zorlukları göğüsleyen bu babayiğitlerin dünyevî hiçbir beklentileri de olmamıştır. Zübeyir Gündüzalp’in, Tahiri Mutlu’nun, Hulusi Efendi’nin ve daha birçoklarının hayatları basit bir evde, köhne bir odada geçmiştir. Onlar arkalarında dikili bir taş bırakmayı düşünmemişlerdir. İsteselerdi onlar da kendileri için dünyalık biriktirebilir, mamelek peşinde koşabilirlerdi. Fakat onların hiçbirinin dünyaya ait bir beklentisi olmamış, gözlerine, Allah yoluna hizmetten başka bir hayal girmemişti.

Müspet düşünceyi esas alan bu adanmışların, insanları hazmedememe gibi, haset ve kıskançlık sâikiyle başkalarının hizmetlerine mani olma gibi vartaları da olmamıştır. Çünkü onlar, başkalarının yaptığı hayırlı işleri yıkmak için menfi propaganda yapan Firavun bozmalarını değil; ciddi bir isar düşüncesiyle hareket eden, yaşatma aşkıyla coşup yaşamayı unutan peygamberleri, sahabe efendilerimizi, üstatlarını örnek alıyor, onların izinden gidiyorlardı. Hem de her tür çileye katlanmayı göze alarak. Sahabe-i kiram efendilerimizin arkalarında yerlerini aldıklarını ümit ettiğimiz bu babayiğitler, izafi anlamda insan-ı kâmil abideleriydi. Biz onları böyle gördük, böyle inandık. Böyle inandığımızdan ötürü de ölünceye kadar onları hayırla yâd etmeye devam edeceğiz. Allah bizi hüsnüzannımızda yanıltmasın.

Gerek Bediüzzaman Hazretleri ve etrafında halelenen talebeleri gerekse onlardan önce yaşamış büyük zatlar hayatları boyunca başkalarına hayat üflemeye çalışsalar da kendileri hiç rahat yüzü görmemişlerdir. Ömürleri çileyle geçmiştir. Zira yüksek mefkuresi uğrunda ezilmemiş, preslenmemiş, hakarete maruz kalmamış, sürgün yaşamamış, zindanla tanışmamış kimselerin insanlığa hizmet adına yapabilecekleri çok fazla bir şey yoktur. Eğer bir insan, ruh ve kalb dünyasını ikame etme yolunda preslenir, çile çeker, sıkıntı yaşar; fakat bütün bunlara rağmen duruşunu değiştirmezse işte o zaman samimiyeti tescillenmiş olur.

Hangi peygamber vardır ki çileye maruz kalmamış, yerinden yurdundan edilmemiştir. Testereyle biçilen Hz. Zekeriya, hunharca şehit edilen Hz. Yahya, ateşlere atılan Hz. İbrahim, yerinden yurdundan sürgün edilen Hz. Musa, yıllarını kuyu dibinde, köle pazarlarında ve zindanda geçiren Hz. Yusuf, kavminin türlü türlü hakaretlerine katlanmak zorunda kalan Hz. Nuh ve daha başkaları… Şayet peygamberlerin yolu buysa, hak ve hakikati ikame etmenin bedeli buysa, samimiyet ve hakkaniyet testi bunu gerektiriyorsa bize de başımıza gelenlere sabretmek ve dayanmak düşer.

Konjonktürü değerlendirerek, her türlü gayrimeşru yolu kullanarak milletin başına musallat olan ve sonrasında da onun kanını emmeye, can damarlarını koparmaya başlayan parazitlerin millete vaat edeceği hiçbir şey yoktur. Onların tek bildikleri, kendi saltanatlarını tesis etmek ve korumaktır. Kendi hesapları, çıkarları ve gelecekleri peşinde koşan bu parazitler milleti sömürerek ayakta kalırlar. Allah bir yere kadar onlara fırsat verebilir. Fakat bir yerden sonra bütün tiranlar gibi onlar da devrilir giderler. Peygamber yoluna baş koyan adanmışların yâd-ı cemil olmasına mukabil bunlar da birer yad-ı kabih olarak anılırlar. Her anılışlarında da beddualarla, lanetlerle anılırlar.

***

Not: Bu yazı, 23 Kasım 2014 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Tebliğ İnsanının İki Vasfı

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Yasin sûresinde geçen, اتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Sizden bir ücret istemeyen ve dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun!” (36/21) ilahî beyanının günümüzün tebliğ erlerine verdiği mesajlar nelerdir?

   Cevap: Yasin sûresinin ikinci sayfasında bir belde halkıyla onlara gönderilen elçiler arasında geçen diyaloğa yer verilir. Belde halkının kendilerine gönderilen ilk iki elçiyi yalanlamaları üzerine Cenab-ı Hak bir üçüncüsüyle onları destekler. Fakat değişen bir şey olmaz. Ahali onları yalancılıkla ve kendilerine uğursuzluk getirmekle suçlar. Allah’a davete son vermemeleri durumunda onları taşlayacaklarını söyler, onlara eziyet ve işkence yapacakları tehdidini savururlar.

İşte tam bu esnada “aksa’l-medineti” ifadesinden anlaşıldığı üzere şehrin öbür ucunda yaşayan veya aristokrat sınıfa ait itibarlı birisi olduğu anlaşılan bir adam çıkagelir ve ahaliye, kendilerine gönderilen elçilere tâbi olmalarını söyler. Gerekçe olarak da elçilerin onlardan hiçbir ücret istemediğini ve hidayet üzere olduklarını belirtir. Tıpkı Hz. Musa’nın imdadına koşan mü’min-i âl-i Firavun gibi, bu kişinin de ismi zikredilmez. Tefsirler, burada zikredilen beldenin Antakya, gönderilen elçilerin Hz. İsa’nın havarileri, onlara yardıma gelen bu zatın da Habib-i Neccar olduğu üzerinde dururlar. Hususiyle Hammamî’nin Yasin tefsirinde konuyla ilgili oldukça detaylı bilgiler verilir. Halk arasında da bu yönde bir kabul oluşmuştur. Nitekim Antakya’da Habib-i Neccar adına yapılan bir cami ve caminin içinde de ona ait olduğu söylenilen bir türbe vardır.

Kur’ân burada asıl mesaja dikkat çekmek istediği için zaman, mekân ve şahıs ismi vermemiştir. Bu sebeple meselenin kestirilip atılması doğru değildir. Kur’ân’ın hakkında net bilgi vermediği meseleler hakkında temkin ve ihtiyatı elden bırakmamak gerekir. Eğer bir yorum ve tevil ortaya konulacaksa da “Allahu alem” diyerek mülahaza dairesini açık bırakmak en güzelidir. Kur’an ve Sünnet’te hakkında açık bir nas bulunmayan meselelerle ilgili tefsirlerde yapılan yorum ve açıklamalara da bu gözle bakılması gerekir. İster Beyzavi, ister Ebu’s-Suud, ister Fahreddin er-Razi isterse bir başkası olsun, meseleye kayd-ı ihtiyatla yaklaşmakta ve “Allah en doğrusunu bilir.” demekte fayda vardır. Farklı yorumları kaldırıp bir kenara atmak saygısızca bir tavır olduğu gibi, bunları yegâne doğru kabul etmek de doğru değildir. En güzeli, doğru olabileceği ihtimalini reddetmemekle birlikte, bu tür yorumları naklederken “fihi nazar” demeyi de ihmal etmemektir.

Tefsir usulüne dair bu kısa izahtan sonra Habib-i Neccar’ın sözlerine daha yakından bakmaya çalışalım. O, ilk olarak söze “Ey kavmim” diyerek başlıyor ki, burada bir yumuşaklık ve şefkat sezilmektedir. Zira o, bu ifadesiyle kavmine karşı alaka ve irtibatını ortaya koyuyor. Onlarla aynı çevrede neş’et ettiğini, aynı kültür ortamını paylaştığını ima ediyor. Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Musa gibi peygamberlerin kavimlerine hitaplarında da aynı üslup göze çarpar. Demek ki mesajın muhatap nazarında saygıyla karşılanması adına hitap önemli bir faktördür.

Bu hitabından sonra, “Elçilere tâbi olun!” diyor. Fakat bunu söylemekle kalmıyor, şu ifadeleriyle elçilerin niçin kendilerine uyulması gereken insanlar olduğunu da izah ediyor: “Sizden bir ücret ve karşılık istemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun!” İlk olarak elçilerin istiğnalarına ve beklentisiz olmalarına dikkati çekiyor. Yani şunu demek istiyor: Elçiler, sırf sizi doğru yola çağırabilme, size hak ve hakikati anlatabilme adına onca yol tepmiş, onca sıkıntıya katlanmış ve belki de kendilerini tehlikeye atmışlar. Fakat buna rağmen yaptıkları vazife karşısında sizden hiçbir ücret talep etmiyor, hiçbir beklentiye girmiyorlar. Söyledikleri hakikatleri kabul etmeniz karşılığında maddî manevî herhangi bir talepte bulunmuyorlar. Ne onları bağrınıza basmanızı ne de yatacak bir yer vermenizi istiyorlar.

Aynı şekilde size Rabbinizi tanıttıkları, Cennet yolunu gösterdikleri ve rehberlik yaptıkları için herhangi bir makam beklentileri de yok. Ne aziz bilinme ne takdir edilme, ne alkışlanma ne de farklı payelerle ödüllendirilme gibi bir istekleri yok. Dolayısıyla onların bu davetlerine kulak vermenizin ne onlara sağlayacağı herhangi bir menfaat ne de size vereceği herhangi bir zarar veya mahrumiyet söz konusudur.

Habib-i Neccar, ikinci olarak وَهُمْ مُهْتَدُونَ ifadesiyle elçilerin doğru yolda olduklarına, hidayet üzere bulunduklarına işaret ediyor. Buradan anlaşılıyor ki elçiler, o güne kadarki görüntüleriyle, hâl ve hareketleriyle, tavır ve davranışlarıyla güvenilir ve inandırıcı bir insan imajı ortaya koymuşlardı. Kötülük yapmamış, günaha bulaşmamış ve kimseye ilişmemişlerdi. Şehir halkı onların ortaya koydukları temsili görmüş ve onları yakından tanımıştı. Onların temkinine, dikkatine şahit olmuştu.

Demek ki onlar hadisin ifadesiyle, görüldüğünde Allah’ın hatırlanacağı samimi birer mü’min idiler. Zira sadece nazarî olarak onların doğru yolda olduklarının ifade edilmesi çok bir şey ifade etmezdi. Şehir halkı onları yakından tanımamış olsaydı, “Onların doğru yolda olup olmadıklarını biz nereden bilelim ki?” diyebilirlerdi. Onlar mutlaka geride bir iz ve eser bırakmışlardı ki Habib-i Neccar da onların ittiba edilmesi, arkalarından gidilmesi gereken birer insan olduklarına dair bunu delil getiriyordu. Kısaca elçiler bir taraftan katlandıkları onca zahmete rağmen insanlardan bir şey beklememiş ve istememiş, diğer yandan da yaşantılarıyla mükemmel bir temsil ortaya koymuşlardı.

Elçilerin hidayet üzere olduklarını belirten “mühtedûn” lafzının isim cümlesiyle ve “iftiâl” babından gelmesi de çok önemlidir. İsim cümlesi devam ve sebata delâlet eder. Dolayısıyla onların hiç tavır değiştirmediklerini, doğruluklarında süreklilik bulunduğunu gösterir. Lafzın iftiâl babından gelmesi ise onların hidayeti tabiatlarının bir derinliği hâline getirmiş olduklarına delalet eder. Doğruluk ve istikametin tabiata mâl edilmesi ve süreklilik arz etmesi çok önemlidir.

Bu ölçüde ihlas ve samimiyeti koruyabilme çok az insana müyesser olmuştur. Hiç şüphesiz ihlası zirvede temsil edenler peygamberlerdir. Onlar, yaptıkları tebliğ vazifesi karşısında hiçbir karşılık beklemedikleri gibi, geride bir servet bırakmayı da düşünmemişlerdir. Hatemü’l-Enbiya olan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü esnada kalkanı, almış olduğu borca mukabil bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. Ezvac-ı Tahirat’a da ancak kut-u layemutla (ölmeyecek kadar) geçinebilecekleri bir gelir bırakmıştı.   

Peygamber yolunun sadık temsilcileri de ihlaslı ve beklentisiz olmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Mesela Allah Resûlü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Raşit Halifeler ile Ömer İbn-i Abülaziz’in böyle bir temsil ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Fakat çoklarının ihlası zirvede temsil edemedikleri de bir gerçektir. Meseleyi istikamet-i izafiye veya adalet-i izafiye çizgisinde götürmüş, adalet-i mahzayı, hakikat-i mahzayı temsil etmeye muvaffak olamamışlardır. Onlar hakikate ne kadar yakın durmuşlarsa o kadar makbul sayılmışlardır.

Hz. Pir, İkinci Mektup’ta, “Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz.” diyor ve Habib-i Neccar’ın sözünün yanı sıra peygamberlerin ortak sesi ve soluğu olan, إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللهِ “Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.” (Hûd sûresi, 11/29) âyetini hatırlatıyor. (Bediüzzaman, Mektubat, s. 10) Bu sebeple hiç kimseden hediye kabul etmediğini belirtiyor. Hediye kabul etmemesinin yanı sıra, oldukça sade ve mütevazi bir hayat yaşayarak, sürekli nasıl geçindiğinin hesabını vererek aleyhinde söz söylenmesinin önüne geçiyor. Kimse onun hakkında, “Şunu aldı, şunu yedi, şunu apardı, şurada bir dikili taşı vardı” gibi sözler söylememiştir. İşte bu, dava-i nübüvvete nasıl varis olunabileceğini kemal-i ciddiyetle göstermenin bir ifadesidir.

Doğru yolda yürüme ve yapılan hizmetler karşılığında hiçbir karşılık beklememe, günümüzün tebliğ kahramanları açısından da çok hayatî birer esastır. Neticesi itibarıyla neye mâl olursa olsun, onlara düşen vazife, beklentisiz ve hasbî olmaktır. Öyle ki, yapılan hizmetlerde ana gaye, Cennet’i kazanmak veya Cehennem’den sakınmak dahi olmamalıdır. Cennet istenecekse, Allah’ın fazlından, rahmetinden ve kereminden istenmelidir. Cehennem’den sakınma da Cenab-ı Hakk’ın gazabına sebkat eden engin rahmet ve mağfiretine bağlanmalıdır.

Allah yolunda yapılan hizmetler maddî-manevî, dünyevî-uhrevî hiçbir şeye alet edilmemelidir. Farz-ı muhal size altın tepsi içerisinde Şah-ı Geylânîlik teklif edilse ve “Bu, senin yapmış olduğun hizmetlerin karşılığıdır.” denilse, vermeniz gereken cevap şu olmalıdır: “Yapılan hizmetlerin böyle bir karşılığa bağlanması çok ucuz kaçar. Çünkü ben, sadece Allah’ın rıza ve hoşnutluğuna talibim.”

Biz Allah’ın rızasına nail olmanın, maiyyet-i ilâhiyeye ermenin keyfiyetini bilemiyoruz. Ahirette bunların nasıl karşımıza çıkacağını kestiremiyoruz. Allah’ın, “Ben sizden razıyım” sözünün içimize nasıl inşirah salacağını, milyonlarca farklı türden lezzeti bir anda yaşatacağını, bin kat Cennet zevkini birden duyuracağını idrak edemiyoruz. Fakat وَعَدَ اللهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ “Allah mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara ebedî kalmak üzere girecekleri, içinden ırmaklar akan cennetler, Adn cennetlerinde de hoş hoş konaklar vaad etti. Hepsinden âlâsı ise Allah’ın kendilerinden razı olmasıdır. İşte en büyük mutluluk, en büyük mükafat budur.” (Tevbe sûresi, 9/72) âyetinden hareketle biliyoruz ki, Allah rızasının üstünde, ondan daha büyük bir nimet yoktur. Bu açıdan da sadece ona talip oluyoruz.

 Evet, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye yolunda hareket eden insanların hedeflerinde sadece rıza-i ilahî olmalıdır. Onlar, bunun dışında başka bir şey düşünmemelidirler. Hizmetlerini, dünyevî kazançlara, makama, mansıba, şöhrete, itibar elde etmeye, kendini anlatmaya vesile yapmamalıdırlar. Bu düşüncelerini de her zaman ve her yerde dile getirmelidirler. Dünya arkasında koşmadıklarını, idareye talip olmadıklarını, siyasi amaçlarının bulunmadığını her vesileyle vurgulamalıdırlar. Çünkü günümüzde paranoya yaşayan, vehimleriyle hareket eden bir hayli insan var.  Belli beklentilerin esiri olmuş, duygu ve düşüncelerini belli beklentilere ipotek ettirmiş insanlar herkesi kendileri gibi zannederler. Bunun böyle olmadığının hem her fırsatta ifade edilmesine hem de fiilî olarak tekzip edilmesine ihtiyaç var.

***

(Not: Bu yazı 23 Ocak 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.)

Dünyevî Nimetler Karşısında Değişmeme

Herkul | | KIRIK TESTI

Başkalaşma âdeta bir virüs, bir mikrop gibidir. Bir kere insana musallat olmaya başladığı zaman artık kolay kolay onun yakasını bırakmaz. Nasıl ki dişin dibine gelip yerleşen bir mikrop hemen binlercesini de yanına çeker ve kısa sürede dişi çürütür; değişme ve başkalaşma da aynen böyledir. İnsan başkalaşmaya bir kez dilinin ucuyla evet demeye görsün, artık onun önü alınamaz. Verilen her taviz bir diğeri için bir çağrı ve davetiye olur. Dolayısıyla da her bir taviz, yeni tavizler doğurur. İnsan, kendi değerlerinden uzaklaşmaya ve değişmeye başladıktan sonra şeytan ve nefis bunu öyle bir değerlendirir ki, ona işin başında hiç tahmin edemeyeceği savrulmalar yaşatır. Bir kere başkalaşma fasit dairesi içerisine giren, neticede Bel’am İbn Bâûra gibi bambaşka biri olur çıkar.

   Kendi Helaklerine İmza Atan Tali’sizler

Rivayete göre Bel’am İbn Bâûra, İsm-i Âzam’ı bilen, başını kaldırdığında Arş-ı Âzam’ı müşahede edebilen, yaptığı dualar geri çevrilmeyen salihlerden biridir. Müfessirlerin çoğuna göre Kur’ân-ı Kerim’in şu âyeti isim zikretmeksizin ona işaret etmektedir: وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آتَيْنَاهُ آيَاتِنَا “Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat.” (A’raf Sûresi, 7/175) Âyetin devamında onun akıbeti hakkında şöyle buyrulmuştur: فَانسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ ۝ وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلَٰكِنَّهُ أَخْلَدَ إِلَى الْأَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوَاهُ “Ama bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkie çıkarırdık; lâkin o, dünyaya saplandı ve hevasının esiri oldu.” (A’raf Sûresi, 7/175-176) Bel’am İbn Bâûra, semavî olma yolunda ilerlerken, şeytana ve nefsine aldanmış, dünyaya takılıp kalmış ve arzî olmaya razı olmuştur.

Buna benzer diğer bir menkıbe de şudur: Seyyidinâ Hz. Musa, Tur’a giderken kumların üzerinde yatan ve üzerinde doğru dürüst giyeceği bir elbisesi bile bulunmayan bir insanla karşılaşır. Bu kişi Hz. Musa’ya, “Benim halimi Cenab-ı Hakk’a arz ediver de bana biraz imkân nasip etsin!” der. Hz. Musa da onun isteğini yerine getirir fakat Allah Teâlâ, fakirliğin onun hakkında daha hayırlı olduğunu bildirir. Hz. Musa gelip bunu adama haber verince o, zenginliğin de kendisi hakkında hayırlı olabileceğini söyleyerek dua konusunda ısrar eder. Sonunda Allah yapılan duayı kabul eder; bu kişinin aldığı birkaç koyuna bereket nasip eder ve adam zamanla sürülere sahip olur. Gel zaman git zaman yine Hz. Musa bu bölgeden geçerken kalabalığın bir adamı idam ettiğine şahit olur. Olayın aslını soruşturunca da ölüm cezası verilen kişinin o zat olduğunu öğrenir; Allah’ın verdiği imkânlar karşısında değişmiş, mal ve serveti onu küstahlaştırmış ve baştan çıkarmıştır. Neticede bir gün içki içmiş, sarhoş olmuş ve sarhoşken bir adamı öldürmüştür, bu yüzden de idam cezasına çarptırılmıştır.

Bu hikâyenin aslının doğru olup olmaması bir tarafa, bizim için ifade ettiği mana önemlidir. Kaldı ki Kur’ân ve Sünnet’te ibret almamız adına bundan daha başka örnekler de zikredilir. Mesela Karun, servet ve zenginliğin kendisini baştan çıkardığı kişilerden birisidir. Aynı şekilde Efendimiz’in ümmetinden olan Salebe, servetin başını döndürdüğü, bakışını bulandırdığı ve başkalaşma kısır döngüsü içerisine girerek kendi helakine imza atan tali’sizlerdendir. Demek ki başkalaşma daha dünyada iken insanın başına farklı gaileler açabiliyor. Dünyada olmasa da Allah, verdiği nimetler karşısında küstahlaşan ve şımaran kişileri ahirette cezalandıracaktır.

   Başkalaşma Fasit Dairesi

Bir kısım imkânlar eline geçtiği zaman bunları hemen kendi keyfi, rahatı ve refahı için kullanan insanlar başkalaşma sürecine girmişler demektir. Bunlar dün başka, bugün başka ve yarın daha başka olacaklardır. Fakir, âciz ve zayıf oldukları zamanlarda ahlâk ve dindarlıklarını korusalar da bir kısım fırsatlar kendilerine göz kırpmaya başladığında bozulmaya, çürümeye maruz kalacaklardır. Başkalaşma fasit dairesine girmiş bu zavallıların kimisi, إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ عِندِي “Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.” (Kasas sûresi, 28/78) diyen bir Karun haline gelecek, kimisi de أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât Sûresi, 79/24) diyen bir Firavun.

Her çeşidiyle başkalaşma, merkezdeki çok küçük bir açıyla başlar ve zamanla büyür gider. Bir süre sonra o, şehrâhta yürüdüğünü zannetse de çoktan patikalara sapmıştır. Böyle biri, Allah’a inanıyorum der fakat nefsin güdümünde bir hayat yaşar. Musa’lara benzer şekilde gittiği yolda, yolun sonuna doğru hiç farkına varmadan Karunlaşır. Mesih edasıyla bir yola baş koyar; fakat belli bir fasıldan sonra Takyanus’laşır. Çünkü bir kere başkalaşmaya başlayan insanın artık nerede duracağını bilemezsiniz. O başkalaşa başkalaşa öyle bir noktaya gelir ki, şayet onun eski hâli ile yeni hâlinin bir fotoğrafını çekerek kendisine gösterecek olsanız, eski halini kendisi bile tanıyamaz.

İnsanı başkalaşmaya iten faktörler farklı farklıdır. Kimileri makam ve mevkiin arkasından koşarken başkalaşır; kimileri popülarite ve şöhret elde etmeye çalışırken. Kimilerini başkalaştıran rahat ve rehavet duygusudur; kimilerini başkalaştıran da yeme-içme gibi dünyevi hazlar. Peygamberler yoluna baş koyan niceleri vardır ki, sonradan servetin kulu kölesi olduklarından veya dünyaya ait bir kısım maddî şeyleri putlaştırdıklarından ötürü girdikleri yolun bir faslından sonra Karunlaşmış, Sâmirîleşmişlerdir.

Bazıları ise işin başında belki iyi niyetlerle siyasi hayata girmiş, yönetime talip olmuşlar fakat bir süre sonra bu yolda güç zehirlenmesi yaşamışlardır. İşin başında oldukça mütevazı görünen ve sizinle birlikte başını yere koyup secde eden bu insanlar daha sonra birdenbire tiranlaşmışlar, bütün nizam ve kanunları kendi keyiflerine göre şekillendirmiş, herkesi kendilerine kul-köle haline getirmişlerdir.

Karunların, Firavunların, Sâmirîlerin, Bel’am İbn Bauraların tarihte yaşayıp gitmiş şahsiyetler olduğu zannedilmesin. Çağımızda da bunların dünya kadar emsalleri vardır. Bunlar, bitip tükenme bilmeyen tul-u emelleri ve tevehhüm-ü ebediyetleri yüzünden ardı arkası kesilmeyen değişimlere maruz kalmışlardır. “Din” ve “diyanet” diyerek çıktıkları yolda “dünya, dünya” demeye, hatta dinsizliğe dair bazı şeylere rıza göstermeye başlamışlardır. Bu tür insanlar her ne kadar sureten insan görünseler de sireten mesh olmuşlar demektir; tıpkı Kur’ân-ı Kerim’de bahsedilen bazı toplulukların mesh olması gibi. Ne var ki onlar bunun da farkına varamazlar. Aynaya yansıyan suretlerine aldanırlar. Bu yüzden de yürüdükleri yolda yürümeye, yaptıkları fenalıkları yapmaya devam ederler. Hata ve yanlışlarının söylenmesine de asla müsaade etmezler. Birileri buna cüret edecek olsa ona karşı ciddi tavır alır ve husumet beslemeye başlarlar. Ne var ki basiret sahibi insanlar bu gibilerin nasıl mahiyet değiştirdiğini görürler.

   Başkalaşmaya Karşı Kararlı Duruş

İnsanların heva ve hevesleri istikametinde savrulup gittikleri bir dönemde özellikle Kur’ân ve iman hizmetine gönül veren adanmışların başkalaşmama mevzuunda daha hassas olmaları, durdukları yerde daha sağlam durmaları gerekir. Onlar girmiş oldukları yola hangi felsefe, düşünce tarzı ve dünya görüşüyle girmişlerse, yolun sonuna kadar onu devam ettirmelidirler. Dünyaya veda ederken de başladıkları noktanın çok daha üstünde veda etmelidirler. Yürüdükleri yola ilk defa baş koyarken duydukları arzu ve iştiyakı işin sonuna kadar devam ettirmeli, ülfet ve ünsiyete yenik düşmemeli, sahip oldukları değerlerin renk atmasına ve solmasına müsaade etmemelidirler.

“Başkaları dünyadan istifade ediyor, biz de edelim; başkaları bu bala parmak banıyor, biz de banalım.” şeklindeki düşünceler adanmışlar açısından bir başkalaşmadır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), zemininde hasır serili fakir bir evde dünyayı teşrif buyurmuş ve hiç tavrını değiştirmeden aynı şekilde ruhunun ufkuna yürümüştür.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), hanımlarının dünyaya ait bir kısım istekleri karşısında rahatsız olmuş ve cumbasına çekilerek bir süre onlardan ayrı kalmıştı. Bu sırada yanına gelen Hz. Ömer, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hasır üzerinde yattığını ve hasırın, bedeninde iz bıraktığını görmüş, ağlamaya başlamıştı. Bunun sebebini de şu cümlelerle ifade etmişti: “Yâ Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen kuru bir hasır üstünde yatıyorsun.” Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu: “İstemez misin ya Ömer, dünya onların, ahiret bizim olsun.” (Buhârî, tefsir (66) 2; Müslim, talak 31)

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyaya geldikten sonra ciddi değişimler yaşamıştı. Miraçlara çıkmış ve geldiği noktada Cibrilleri dahi geride bırakmıştı. Bu değişimler, mânevî, uhrevî ve melekûtî olarak gelişmeyi, ileri gitmeyi ifade eden değişimlerdi. Bunları, dünyaya ve onun cazibedar güzelliklerine kapılma neticesinde hâsıl olan değişimlerle karıştırmamak gerekir. Yani bir insanı Allah’a, O’nun rıza ve rıdvanına, Cennet’e ve Cennet nimetlerine yaklaştıran değişimler vardır; bir de onu felaket ve helakete sürükleyen değişimler. Uzak durulması gereken, bu sonuncusudur. Dünyaya nasıl geldiysek o şekilde çıkmaya çalışmaktır.

İnsanı değişip başkalaşmaktan koruyacak önemli dinamiklerden birisi, beklentisiz ve müstağni olmaktır. Yapılan hizmetleri dünyevî yahut uhrevî herhangi bir karşılığa bağlamamaktır. Gözü dünyada olan insanların, önlerine çıkan cazip teklifler karşısında konumlarını muhafaza etmeleri çok zordur. Bu tür insanlar, başkaları tarafından “satın alınabilirler.” Hâlbuki Allah rızasına kilitlenmiş kimseler, dünyalık hiçbir şey karşısında satılmamalı, peylenmemelidir. Hiç kimseye bel kırmamalı, boyun bükmemelidir. Minnet altına girmeme konusunda son derece kararlı olmalıdır. Bu konularda bir kere taviz verip zaaf gösteren bir insanın işin sonunda nereye savrulacağı belli olmayacaktır.

Bu itibarla adanmışlar, çok küçük çapta bile olsa yürüdükleri yolda herhangi bir inhiraf yaşamama konusunda çok kararlı olmalıdırlar. Kendileri sırat-ı müstakimden ayrılmadıkları gibi, beraber yürüdükleri arkadaşlarının da ellerinden tutmalı, onların da inhiraf yaşamaması noktasında ellerinden geleni yapmalıdırlar. Çevrelerinde değişme ve başkalaşma emareleri gördüklerinde, tepkiye sebebiyet vermeyecek şekilde usulünce ve mülayimce onları ikaz etmeli ve yeniden istikameti yakalamalarına yardım etmelidirler. Âdeta cephede nöbet bekleyen bir asker gibi inhiraflar karşısında sürekli gözleri açık durmalı, ne yapıp edip bunların önüne geçmeye, hata ve yanlışların ıslahına çalışmalıdırlar.

Hâsıl-ı kelam, Cennet yolunda yürürken kaybedenlerden olmak, düz yollarda dökülüp kalmak istemiyorsak başkalaşmaya ve dünyevileşmeye karşı kararlı durmalı ve ayaklarımızı sabitkadem kılması adına sürekli Allah’a dua etmeliyiz. Dünyanın cazibedar güzelliklerine karşı sabırlı olmalı, dünya karşısında başımızın dönmemesi, bakışımızın bulanmaması adına daima teyakkuzda olmalıyız. Değişmeden ve başkalaşmadan salim kalmak, yol yorgunluğuna maruz kalmamak, kalıp yollarda dökülmemek istiyorsak, sürekli irfan, marifet ve yakîn peşinde olmalıyız. Dünyevî imkânlar karşısında Allah’tan uzaklaşmak istemiyorsak, yürüdüğümüz yolun her menzilinde, her aşamasında yeniden bir kere daha Allah’a ahd ü peymanımızı yenilemeliyiz.  

Gençler ve Emânet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, -çoğunluğu öğrencilerden/gençlerden oluşan ziyaretçilere yaptığı- bu haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   İçinde yaşadığınız toplumla birleşin, bütünleşin ama kendi değerlerinizi de koruyun; kalabalıklar içinde erimeyin!..

Çok eski yıllarda John O’Connor ile görüşmüştüm. “Gençlik, yeni nesiller mabetten, Allah’tan, peygamberden uzaklaşıyor!” diye serzenişte bulundu. Hatta o seviyedeki terbiyeli adama yakışmayacak bir söz söyledi: “Bu durum karşısında Tanrının yerinde olmayı hiç istemezdim!” Ben, nezaketle, onun o düşüncesini tadil etmeye matuf, “Ömrünü tamamen bu işe vermiş bir kardinalin, bu mevzuda, Ulûhiyet hakkında böyle demesi çok şık düşmedi!” dedim. “Çok haklısınız” dedi, “hata ettim ben!” Çok terbiyeli bir adamdı. Evet, buradaki gençlerin mabetten uzaklaşma halleri var.

Şunun için dedim bunu: Buraya birisi geldiğinde ısrarla bize şöyle dedi: “Aman burada asimilasyona karşı dikkatli olun! Bu toplum içinde erimeyin! Kendi değerlerinizi koruyun! Sizden evvel münferit gelen değişik toplumlar, burada Amerika toplumu içinde eridiler!” Böyle dedi, dert yandı ve bize yerimizde durmamızı, değişmememizi ısrarla tavsiye etti.

Zannediyorum, siz sıkı durursanız, değişmezseniz, asimilasyona karşı kararlı bulunursanız… Tabii bu toplumun bir ferdi olarak, birer ferdi olarak esasen… Amerika toplumu artık… Siz nereden gelirseniz geliniz, bu önemli değil; artık bundan sonra siz bu Amerika toplumu içinde, Amerika toplumunun birer ferdisiniz. Onda kusur etmemek lazım ama herkesin kendi değerlerini koruması da ayrı bir mesele, detayına kadar.

 Kaçamak bir şey yapmamak lazım: “Biz namazlarımızı bunların içinde kılarken, şöyle düşünürler, böyle düşünürler. En iyisi, bunlar ile beraber olduğumuz zaman, namaz kılmayalım. -Tâife-i nisâ (kadınlar) olarak- başımızı kapatırsak, onlar bir tavır alırlar!” (Bunlar kaçamaktır.) Oysaki kendi değerlerimize sımsıkı bağlı olmanın yanında, aynı zamanda onlara, onların değerlerine, dinî değerlerine, millî değerlerine saygılı olursak, daha inandırıcı oluruz. Kaçamaklar, insanları ürkütücü olur; “Ne çeviriyorlar, ne fırıldak peşindeler?” falan derler. Bence ne isek, onu ortaya koymalıyız; fakat o şekil -esasen- onların değerlerine saygılı olmaya da mâni değildir. Belki bunu daha evvel de -Fakir- âcizâne arz etmişimdir. Ee benim arz etmem de bir kıymet ifade etmeyebilir. Sizler benden iyi biliyorsunuz, bu işin içindesiniz; Cenâb-ı Hak, sa’yinizi meşkûr etsin.

   Kamplarda/kitap okuma programlarında geçirilen o alabildiğine duygulu ve aydınlık dakikalar, bilhassa ibadet, tesbihat, sohbet ve müzakere esnasında, beraberliğin de kazandırdığı sinerji ile, öylesine derinleşir ki, insan âdeta uhrevîlerle kucaklaşıyor gibi olur.

Ben, 1960’lı yıllarda, İzmir’de üçüncü kampı yaptım. Fakat üçüncü kampta bile bu kadar insanımız yoktu ve bir tek yerde kamp yapılıyordu. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın sizin sa’y ve gayretinize ihsan ettiği bir başarı, bir lütuftur. Evet, kendi ülkemizde, Müslüman olan insanlar… Ben idareci idim Kestanepazarı’nda; oranın iki yüz talebesi vardı. Demek ki onu da götürememişim. Dıştan gelenleri vardı; çadırlarda bir kamp yapılıyordu.

Fakat Cenâb-ı Hakk ihsan etti; şimdiki kamplar herkesin iştirak edeceği şekilde, modern şartlara uygun; yeme, içme, yatma… Size tuhaf gelir de -mesela- ilk iki kampta yemeği de ben yapıyordum. Altmış talebe, yetmiş talebe, yüz talebe; yemeği de ben yapıyordum. Dün de birisi hatırlattı, latife-vâri söyledim: Sütlaç yaptığım zaman, çadırımın önünde oturuyordum; kazanla getirip koyuyorlardı. Kepçeyi elime alıyordum, onlar da kendi çanaklarını ellerine alıp geliyorlardı. Ben onların çanaklarına birer kepçe sütlaç atıyordum; اِشْرَبِ الْحَلِيبَ، صَلِّ عَلَى الْحَبِيبِ (sallallâhu aleyhi ve sellem) diyordum. Onların da hoşuna gidiyordu: “Süt iç; Allah Rasûlü’ne salât u selâm oku!”

Modernizasyon, bu meseleyi daha bir yaşanır, daha bir yapılır hale getiriyor. Ne anne ne baba ne de talebeler bu mevzuda ürkmüyorlar, irkilmiyorlar. Elhamdülillah… Bir de bu kadar insan… Ama bu bütünü değil bu işin; değişik eyaletlerde arkadaşlar aynı programı yapıyorlar; buradaki, halkadaki arkadaşların her birisi de bir yere gitti, hâlâ gidiyorlar, bir yerlere gidiyorlar. Ee bence Müslümanlığın güzelliğini, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği din sisteminin güzelliğini burada sergileme, burada gösterme, çok önemli bir şey.

Evet, sizin bu insanlarınız… Genç, ihtiyar, küçük, büyük… İşte zannediyorum ortaokul talebesi, bazıları lise talebesi, üniversite talebesi, sizin dediğiniz gibi… Bazen gözümün ısındığı insanlar da var. Belki herkes o kıvamda o işe hâhişkâr olmayabilir; fakat o sinerji, herkesi o çizgiye getirebilir. Beraber olma… Namazın cemaat ile kılınmasının meşruiyeti… Hatta Ahmed İbn Hanbel gibi bir âlimin “Namazın rükünlerinden” sayması onu… Ve onun bir diğer kavli de onun vâcib olması, cemaatin vâcib olması.

Zannediyorum o cemaatteki omuz omuza verme, o heyecan teâtisi, heyecanın ondan ona, ondan ona geçmesi ve bu sayede çok ciddî bir sinerji ile geriye dönme mevzuu çok önemli. Hazreti Pîr’in ifadeleri içinde, siz burada böyle halka olduğunuz gibi -hani buradaki halka gibi- arkada da bir halka, arkada da bir halka, arkada da bir halka… Bu halkalar devam ediyor ta Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar; meleklerin halkasına kadar devam ediyor. Dediğiniz her şeyi, onlar da diyor; sizin âcizâne dediğiniz şeyin yerine -esasen- koskocaman korodan bir ses gibi çıkıyor orada: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Allah’ım! Tek ubudiyet ne demek; biz hepimiz bu halkalar içindeki insanlar olarak Sana kullukta bulunuyoruz ve o kulluk adına da yardımı yine Sen’den istiyoruz!” deme gibi meseleyi gayet ulvî şekilde ele alma mevzuu; cemaat.

Şimdi bu meseleyi sadece bir namaz açısından da ele almamalı. Hani namaz kılarken oluyor cemaat; Cuma’da, bayramda ayrı bir şey oluyor, formatla oynamak suretiyle. Haşa ona formatla oynama demeyeyim; fakat Cenâb-ı Hakk’ın takdiri. Şimdi Cuma başka, bayram başka, bazı mübarek geceler başka, günde beş vakit başka. Bunlar bir de böyle değiştirilmek suretiyle her birisinin kendine göre bir tadı, bir halâveti var esasen; mânevî gıda gibi bunlar. Ve onları birer gıda gibi duyanlar da zamanla duyuyorlar ne demek olduğunu; onlar bu dediğim şeyleri de anlarlar. Fakat biz aynı zamanda insanımıza, gençlerimize, kardeşlerimize, dostlarımıza, taraftarlarımıza, sempatizanlarımıza, bizimle aynı yolda yürüyenlere, aynı güzergâhı takip edenlere aynı zevki, aynı ruhânî zevki, aynı ruhânî hazzı tattırıyor, tattırmaya çalışıyor ve duyurmaya çalışıyoruz.

   Sizden sonra gelecek nesli güzel ahlak ve iyi sıfatlarla donanmış olarak tam kıvamında yetiştirmelisiniz ta ki mukaddes emânet hiçbir zaman sahipsiz kalmasın!..

Evet, bugün sizin yaptığınız şeyleri gelecekte yapacak bu arkadaşları birer mimar gibi yetiştiriyorsunuz. “Sizden sonra ne olacak?” falan dedirtmiyorsunuz. İşte bu arkadakiler ne diyorsa, o olacak. Evet… Bu açıdan onların kıvamı, tam formlarını kesp etmeleri -Allah’ın izni-inayeti ile- o emanetin hiçbir zaman sahipsiz kalmayacağını gösteriyor.

Ahlak ve evsâf çok önemlidir. Bir hadis-i şerifte, إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ  (bir rivayette de وَأَعْمَالِكُمْ var) “Allah sizin suretlerinize bakmaz; asıl, kalblerinize (ve amellerinize) bakar.” buyuruluyor. “Allah (celle celâluhu) sizin suretlerinize bakmaz.” derken, bunu, şeklinize, mahiyetinize, fizyonominize, boyunuza, posunuza, edâ-endamınıza, yüz takallüslerinize, bakışlarınızdaki büyüleyiciliğe bakmaz şeklinde anlamak gerekir. Bunlara bakmıyor; وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ Diğer rivayet, وَأَعْمَالِكُمْ “Allah, sizin kalblerinize bakıyor ve amellerinize bakıyor (celle celâluhu).” Sizi değerlendirme kategorisinde ele alırken, ona bakıyor.

Şimdi bu zaviyeden, esasen her mü’minin her sıfatı mü’min olmayabilir. “Mü’minim!” diyor fakat “ahlâk-ı âliye”den nasibi yoktur, hafizanallah; ibadet ü taat ile alakası yoktur. Böyle, “Allah’a inandım!” falan diyordur ama o mevzuda, münasebetini güçlendirme/değerlendirme mevzuunda herhangi bir gayreti de yoktur onun. Aynı zamanda yalan söyler, iftira eder… Hani günümüzde bir kısım jurnallerin, medya mensuplarının hep yalan söyledikleri, iftira ettikleri, tenakuzdan tenakuza (yani zıt şeyden zıt şeye, birbirine ters şeyler içinde ondan ona) uçtukları gibi… Ondan ona uçmaları, ondan ona doğru kanat çırpmaları; bunlar günümüzde çok yaşanan şeyler ve bunların hepsi kâfir sıfatı. Bunlara karşı insanlarda bir nefret hissi uyarma; daha doğrusu kâmil insan olma, doğruluk ile, istikamet ile yaşama duygusu hâsıl etme çok önemlidir.

Hani bir Türk atasözü vardır, Türk kültürüne vâkıf olanlar bilirler ama burada doğmuş, burada neş’et etmiş olanlar hatırlayamayabilirler: “Yalancının mumu, yatsıya kadar…” derler. Ee iftira da öyledir, birini karalama da öyledir, ayrıştırma da öyledir, birinin gıybetini etme de öyledir. Bunun gibi ne kadar “mesâvi-i ahlak” diyeceğimiz, kötü ahlak, kötü huy varsa, bunların hepsi -böyle- birkaç adım küfre yakın şeylerdir. Hafizanallah, insan umursamadan bunları tekrar edip duruyor ise, hiç farkına varmadan bir gün “cup” diye onun göbeğinde kendisini bulur.

Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “İnsan, günah işlediği zaman -diyelim ki yalan söylediği zaman, yalan yazdığı zaman, yalan ile iftira ile birini karaladığı zaman- kalbinde bir leke meydana gelir.” “Kalb” derken, içimizde kan pompalayan o “sanevberî” organın melekûtî buudu. Eskiler böyle derdi eski tıpta, anatomide; sanevberî, çam kozalağı demek. Vallahi, çam kozalağı gibi de değil; o kadar mükemmel ki!  Onun da kendi içinde, o anatomi ile o kadar değişik misyonu/fonksiyonları falan var ki!.. Bunlar nazar-ı itibara alınırsa, kâinatın bir hülasası… (Bu antrparantez idi.) Orada bir leke olur, leke meydana gelir ve kalbde meydana gelen her leke, başka bir lekeye çağrıdır, aynı zamanda. Dolayısıyla zaman gelir, artık o, hakkı hiç duymaz olur; fenalıktan da rahatsızlık duymaz; eder eyler, yine kalkar zil takar oynar.

Evet, bu mevzuda kararlı durmak, kendi değerlerimizi korumak; uzaklaşmamaya bakmak kendi değerlerimizden, Allah’ın izniyle… Böylece insan bir gün onları tabiatının bir derinliği haline getirmiş, içine o kadar sindirmiş olur ki, yemek gibi, içmek gibi, uyumak gibi diğer beşerî ihtiyaçlar gibi, garîze-i beşeriyeler gibi, onları da hiç o mevzudaki emirleri düşünmeden yapmaya başlar. O mevzudaki emirleri nazar-ı itibara almadan, tabiatının gereği olarak, âdetâ bir içgüdü ile hep o istikamete sürüklenir, farkına varmadan.

O bizim kıldığımız namaz, oruç, hepsi… O mevzudaki emirleri nazar-ı itibara alarak, o dürtü ile onlara gidiyor değiliz; belli bir alışma artık, belli bir ihtiyaç… Mesela hiç Teheccüd bilmeyen bir insan, o Teheccüd’ü beş-altı ay kılsa, bir gün kaçırsa, zannediyorum kalkar onu kaza eder. Evet, inanıyorum buna. Aynen onun gibi, bir Evvâbîn’i kaçırsa, “Yahu niye?” der. Hani beş vakit namaz değil; nafile, “zevâid” diyoruz buna. “Kurb-i Nevâfil”e vesile oluyor bunlar. Kudsî hadiste Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Farzları yapar, nafileleri de yaparsa, gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum!” Bunlar da müteşâbih ifadeler; yani, artısı ile mukabelede bulunurum, mukabelede artısı ile bulunurum!” diyor. Aynen bunun gibi, o işi yapa yapa tabiatının bir derinliği haline gelir; artık hep yapmaya durur onu. Kötülükler de öyledir, iyilikler de öyledir. 

   Sarp yokuşlara, kandan irinden deryalara aldırmadan ve dünyevî-uhrevî hiçbir beklentiye takılmadan, Hakk’a vuslat yolunda cihana açılan adanmışların tutuşturdukları mumlar hala pır pır yanıyor.

Dünyanın değişik yerlerine, sizin vefalı arkadaşlarınız, açıldılar. Ellerine çantalarını aldı, oralara öyle gittiler. “Dünyevî herhangi bir beklenti, âhirete âit işleri -hatta dünyevî işleri bile- akîm bırakır.” Ama onlar, dünyevî beklentiye de uhrevî beklentiye de girmediler. “Dünya kardeşliğini dünyanın dört bir yanına duyurmak için -Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajları içinde duyurmak için- önümüze neresi çıkarsa oraya gidelim!” dediler. Sonra bu, öyle tatlı, öyle şeker-şerbet bir şey oldu ki!.. Ben o dönemi de hatırlıyorum, daha sonra makineden kuraların çekildiği dönemi de hatırlıyorum; böyle külahın içine sığmayacak kadar, her sene çok değişik yerlere insan gitti. Hayret ediyorum; gittiler, okullar açtılar; yirmi sene oldu, otuz sene oldu, kırk sene oldu orada. Aynı zamanda sevgi zeminine otağlarını kurdular; herkes tarafından hüsn-ü kabul görmeye başladılar.

Düşünün ki, günümüzde bir kısım düşmanlığa, kine, nefrete hayatını programlamış insanlar, senelerden beri açık-kapalı tahribat için uğraşıyorlar. Arkadaşlarımızın, o genç arkadaşlarımızın, çiçeği burnunda delikanlıların gittikleri yerlerde tüttürdükleri o ocaklar, tutuşturdukları o mumlar hala pır pır yanıyor, o cihanı aydınlatıyor. Tahribatlarına rağmen yüzde on nispetinde ancak tesirleri olabildi. Oysaki tahrip, kolaydır. Hani diyor ya Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân: Bir çocuk, kocaman bir binayı, içine bir bomba atar, harâb eder. Fakat böyle bir binanın yapılması, on sene, yirmi sene ister. Hele “Eski deseni tam işleyeceğiz!” falan deyince, orada iç dekorasyonu falan da düşününce, zannediyorum çok zamanınızı alır sizin. Şimdi, meslekleri tahrip etmek olan insanlar, etek etek para döküyorlar dünyanın değişik yerlerinde; fakat -Allah’ın izni-inayeti ile- tahrip düşünceleri ancak yüzde on nispetinde tesirli olabildi.

   Böyle bir zaman ve böyle bir zeminde ruhunun abidesini ayakta tutabilen bir insan nezd-i Ulûhiyet’te öyle kıymetlere erer ki, akıl idrakinden aciz kalır.

Cenâb-ı Hak, çok değişik şeyler lütfetti; inşaallah lütfettiği şeyler, lütfedeceği şeyler adına en önemli referanstır. Allah, Kendi yolunda yürüyenleri ve belli kazanımlar sergileyenleri, hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır. Bir verdiğini iki vermiş, iki verdiğini üç vermiş… Öyle diyor: “Kulum, Bana bir karış gelirse, Ben ona bir adım giderim.” Mukabeledir bu; Allah, adım atmaktan münezzehtir, mukaddestir. “O, bana bir adım attığı zaman, Ben, gezerek gelirim ona. O, gezerek gelince, Ben, koşarak…” Hep sizin yaptığınız şeyin önünde ve üstünde bazı şeyler ile mukabelede bulunuyor, karşılığını veriyor. Bir yapıyorsun, on veriyor; on yapıyorsun, yüz veriyor. Kudsî hadis-i şeriflerinde, Cenâb-ı Hak, öyle ifade buyuruyor bunu.

Bu açıdan da ister dünyevî hizmetleriniz, isterse O’na karşı vazife ve sorumluluklarınız; bunların hiçbiri boşa gitmez. Ama Enbiyâ-ı ızâm dâhil hiçbir kimse de esasen bu mevzuda bazı şeyler çekmeden umdukları şeylere nâil olamamışlardır. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sözleri, sözlerin efendisidir; kendisi insanlığın efendisi, sözleri de sözlerin efendisidir. Buyuruyor ki: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ، وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ “Cennet, mekârih ile (tabiatının muktezası olarak insanın çok da hoş karşılamayacağı şeyler ile) kuşatılmıştır. Cehennem de insanın şehevî duyguları, garîze-i beşeriyesi, yeme-içme-yatma gibi istekleri, daha başka cinsî arzuları ve onların arkasından koşmaları ile kuşatılmıştır.”

İşte onları aşma, onlara katlanma, o “ikrâh” kelimesinin işaret ettiği insanların zorlanarak yapacağı şeyler, insana öyle şeyler kazandırır ki!.. Onun için, hani onun bir gereği sanki, أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu, peygamberlere; ondan sonra da derecesine göre Allah’a en yakın olanlara!..”

Şimdi, kayma zemininin çok güçlü, çok tesirli olduğu bir dönem.. böyle yabancı bir ülke.. burada görenek, gelenek falan… Bütün bunlar, insanların ruhlarında çok ciddî tahribat yapar. Böyle bir şey olmasına rağmen, kendi değerleri ile dimdik, bir âbide gibi hep ayakta duran bir insan, ruhunun âbidesini her zaman dimdik ayakta tutan bir insan, zannediyorum, nezdi-i Ulûhiyet’te öyle şeylere erer ki, aklımız ermez bizim bunlara!..

   Peygamber Efendimiz’in yirmi üç senelik Risâlet hayatının on sekiz senesi hep bela, çile ve ızdıraplarla geçmiştir.

Enbiyâ-ı ızâm da öyle olmuş. Hani çok küçük bir örnek ama meselenin O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait olması itibarıyla çok kıymetli bir örnek: Mekke-i Mükerreme’de Efendimiz’e kırk yaşına kadar “Emîn; en doğru insan!” diyorlar. Çok meseleyi, O’nun hakemliğine müracaat ederek çözüyorlar.

Hatta Kâbe-i Muazzama’ya Hacerü’l-Es’âd’ın konması hadisesini düşünebilirsiniz. Ben “Es’âd” (mutlu, en saadetli) diyorum; “esved” siyah demektir. O saadetli taş hâlâ Kâbe’nin köşesindedir; tavafa başlama noktasındaki köşededir o; kapıya da yakındır, Kâbe’nin kapısına da yakındır. Onu yerine koyma mevzuunda tartışma yaşanıyor; her kabile kendinden birinin koymasını istiyor. Benî Teym, Benî Adiyy, Benî Hâşim, Benî Mahzûm çok defa birbirleriyle cedelleşirlerdi; cedelleştiklerinde de onu tam maddî bir kavga ile noktalarlardı. Noktalı virgül değil, noktayı koyarlar; birbirlerinin canına okurlardı orada. O zaman da böyle çaresiz kalıyorlar; neredeyse yine herkesin eli kılıcın kabzasında, bir şey yapacaklar. İnsanlığın İftihar Tablosu -zannediyorum o zaman yirmi, yirmi beş yaşlarında- daha genç yaşında kendisini öyle tanıttırmış: Emîn. “Ha işte Muhammed, Abdulmuttalib’in torunu geliyor, O’na soralım!” diyorlar. O da hemen orada onlara bir akıl veriyor: “O taşı, böyle bir serginin içine koyun; battaniye gibi bir şeyin -battaniye sözünü ben diyorum- bir sergi gibi bir şeyin içine koyun. Bu kabilelerden her biri onun bir köşesinden tutsun; onu götürsün oraya koysun!” Mekkeliler, “Yahu ne güzel isabet ettin!” diyorlar. Çok mevzuda fikir danışıyorlar kendisine, “Emîn!” diyorlar. Gözlerinin içine yabancı, çirkin bir hayal girmemiştir; öyle tanıyorlar.

Düşmanlıkları Peygamberlik geldikten sonra… Lât, Menât, Uzzâ, İs’âf, Nâile putları karşılarına çıkıyor onların, onları bir şey zannediyorlar; özür dilerim, kıvır-zıvır, kendi elleriyle yaptıklarını bir şey zannediyorlar. Dolayısıyla O’na karşı düşmanlık duyguları tetiklenmiş oluyor. Ama on üç sene… Düşünün on üç sene… Hele o üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot var ki!.. Boykot… Aynen günümüzdeki Ferâinenin, kadınları, çocukları zindanlara koyup, bazılarını öldürüp, bazılarını âdetâ yurt dışına kaçsın diye zorlayıp yaptıkları mezâlim gibi… İki-üç senedir, dört senedir aynı şeyi yapıyorlar orada. Çokları acından ölüyor. Nihayet üç senenin sonunda o fermanı -bir de Kâbe’nin duvarına ferman asmışlar- iki güçlü kabilenin reisi yırtıyorlar; Kâbe’ye geliyorlar, o fermanı alıp yırtıyorlar. “İnsan, kendi vatandaşına, arkadaşına, kardeşine bu zulmü yapmaz!” diyorlar. Tabii onlara Cenâb-ı Hak ne sevap ihsan eder, onu bilemeyiz; hüküm vermeyelim fakat öyle bir şey İnsanlığın İftihar Tablosu, Ebu Tâlib, Hatice (Hadîce) validemiz ve Ashâb-ı Kiram için çok kıymetli oluyor.

Hatice validemiz, anaların anası; dünyanın bütün anaları bir araya gelse, onun ifade ettiği kıymeti ifade etmez. Efendimiz’e daha vahyin ilk faslında sahip çıkıyor. O’nu yalnızlıktan kurtarıyor. Bu, Hatice validemiz… Mübarek… Hadîce’nin manası da “erken doğan”dır, hakikate erken uyanan, varlığı erken idrak eden demektir.

Evet, bozuluyor o boykot ama yine rahat durmuyorlar. Nihayet Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) -hâşâ ve kellâ- öldürülmesine karar veriyorlar. Cenâb-ı Hak da Hicret emri vermiş. Medine-i Münevvere’ye gidenler gitmişler. O da çok ağır şartlar altında hicret ediyor. Allah koruyor o upuzun yolda. Dört yüz elli kilometre, beş yüz kilometre kadardır ama at ile, katır ile, yaya giderseniz, bu, günler alır. Ve her zaman yakalanma ihtimali vardır. O, yolda bile sıkıntı çekiyor.

Oraya gidiyor; haydi, Bedir harbi; Uhud harbi, ikinci senesi; beşinci senesi, Hendek savaşı. Hendek savaşında bile yirmi bin insan ile geliyor, orada otağlarını kuruyorlar. Bütün Medine-i Münevvere’yi yerle bir edecekler. Evet, Hendek savaşı beşinci Hicrî yılda. On üç sene Mekke’de, beş sene de Medine-i Münevvere’de; on sekiz sene; yirmi üç senelik peygamberlik döneminden beş sene kalıyor geriye. Hoş, ondan sonra da rahat olmuyor ya!.. Bu defa bakıyorsun bir Romalılar geldi, bir İranlılar tehdit etmeye başladı, bir Huneyn’deki insanlar -bunlar yaman okçular, onlar- geldiler; orada da yine rahat bırakmıyorlar.  Sürekli أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ Biri gidiyor, öbürü geliyor; biri gidiyor, öbürü geliyor.

   Yılmayın, usanmayın, ye’se düşmeyin!.. İnsanlık çok defa sarsılmış, hatta yokluk kertesine varmış fakat -Allah’ın izniyle- yeniden derlenip toparlanmıştır.

(Bu sırada elektronik ekrana yansıyan tablonun okunmasıyla devam ediyor sohbet.) Ama endişe etmeyin; “Şafak çoktan söktü, ufukta ışık cümbüşü / Zulmetler hırıltıda, soluk soluğa nurlar // Çözülüyor bir bir ufkumuzdaki sis-duman / Ve sökün söküne her yanda yeni bir bahar.”

Çekmişler yani, çekmişler. Bazı Türkler, Arapçadan alınmış bir sözü kullanırlar; esasen Arapça kaidelerine göre de aykırıdır o; اَلْمُؤْمِنُ بَلَوِيٌّ derler. Hani doğru olacaksa şayet, بَلِيٌّ demek lazım. “Mü’min, belâya maruz bir insandır; belâlı bir insandır mü’min.” Mü’min, belâdan âzâd olmaz.

Ben, yarım yamalak imanı olan bir mü’minim. Evet, sadece ümidimi sizin içinizde bulunmaya bağlamışım. Sizlere Cenâb-ı Hak “Geçin! Ben Sırât’tan geçme izni verdim size. Cennet’in kapısına kadar yürüyebilirsiniz; girdirme izni Bana ait.” buyurduğunda, ben de arkadan takılıyorum size: “Oh!.. Dünyada ne güzel bunların içindeydim.” O ulûfe-i şâhânelerde, hani Osmanlı padişahlarının ziyafet, ikram, kese-i Hümayun dağıttıkları dönemde, bazen de tufeylîler -çağrılmadan gelen insanlar- iştirak ederlermiş. “Tufeylî, sen de gel!” derlermiş; orada hakkı olmadığı halde ona da bir şeyler ikram ederlermiş. İşte öyle!.. Öyle ama bu yarım-yamalak Müslümanlığı ben hakikaten Cennet’teki sultanlığa bile değiştirmem; Cennet’teki sultanlığa bile değiştirmem. Çünkü yarım yamalak da olsa gönlümü O’na kaptırmışım; “İnsanlığın İftihar Tablosu ve Allah’ım!” demişim.

Erzurumluların bir duası vardır; bir mısralık bir şey: “Az ağrı, âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an.” Bu mısra böyle tek başına endişe duyar, “Ne olur ne olmaz, yıpratırlar beni!” diye; bir şey ilave edeyim: “Nihayet rü’yet u Rıdvân, niam-ı cinân.” İyi, değil mi? İnsanın alacağı bir şey kalmıyor artık. Yahu sizden Türkiye’de yerinizi almışlar, ne ifade eder, ne yazar ki?!. Onların dünya dedikleri şey nedir? Dünya… Bir kere adından belli; horlanacak şey. “Denî” kelimesinden, “aşağı” kelimesinden. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beyanı ile, اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ، وَطَوَالِبُهَا كِلاَبٌ “Dünya, bir cife yığınıdır; onun talipleri, arkasından koşanlar da kilâbdır.” “Kilâb” kelimesinin Türkçesini söylemiyorum.

Ama yılmayın, usanmayın, ye’se düşmeyin!.. İnsanlık çok defa sarsılmış, çok defa her şey yokluk kertesine varmış; fakat yeniden -Allah’ın izniyle- derlenip toparlanmıştır. Her şey aynı kıvama ulaşmış; insanlık her şeye eski kıvamını kazandırmış ve sonra o yıkılma, o çözülme dönemini bütün bütün unutmuş ve tarihe gömmüştür. Vesselam.

Uhrevî Hüsrana Düşmemenin ve Aldanmamanın Yolu

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Kehf Sûresi’nde, De ki: Size işledikleri ameller bakımından ahirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildirelim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında ortaya koydukları bütün sa’y u gayretleri hep boşa gidecektir. Hâlbuki kendilerinin güzel işler yaptıklarını zannederler.(Kehf Sûresi, 18/103-104) buyruluyor. Burada sâlih bir dairede bulunuyor görünmemize rağmen, ahirette kaybedenlerden olmamak için dinî hayatımızda ve Allah yolunda yaptığımız hizmetlerde nelere dikkat etmeliyiz?

   Cevap: Öncelikle kısaca soruda zikredilen âyet-i kerimenin üzerinde duralım. İlk olarak âyet, “de, söyle” manasına gelen قُلْ lafzıyla başlıyor. Bu daha sonra kendilerine hitapta bulunulacak kimselerin uzak bir mesafede durduklarına işaret etmektedir. Yani bu lafız, herhangi bir yüceltme ve takdir ifadesi olmadığı gibi, bilakis muhatapların durmaları gerekli olan nokta ile durdukları yer arasında ciddi bir mesafe bulunduğunu ihsas ettiriyor.

Âyet-i kerimenin devamında هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا “Size işledikleri ameller bakımından ahirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildirelim mi?” buyruluyor. Burada geçen أَعْمَالًا kelimesi çoğul olduğu için ibadet ü tâatten muamelata, oradan ahlâka kadar bütün amelleri, tavır ve davranışları içine alır. Belki burada Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade ettiği, اَلْإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ شُعْبَةً “İman yetmiş küsur şubedir.” (Buhârî, îmân 3; Müslim, îmân 57) hadisi hatırlanabilir. İşte bu ifade, hadiste işaret edilen bütün şubeleri içine alır.

Âyette geçen بِالْأَخْسَرِينَ lafzının kalıbı ise, bilindiği üzere Arapça’da “ism-i tafdîl” sigası olarak isimlendirilir. Dolayısıyla bu, “en çok zarar eden, tam anlamıyla ziyanda olan, bütün işlerini zarar içinde götüren veya zararın göbeğine otağını kuran kimseler” demektir.

Âyet-i kerime, الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ifadesiyle, işte bu kişilerin dünya hayatındaki bütün emeklerinin, yapmış oldukları her türlü iş ve amelin boşa gittiğini, bunların kendilerine hiçbir fayda sağlamadığını anlatıyor. Bununla birlikte, وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا onlar, kendilerinin güzel işler yaptıkları zannediyorlar.

 Bu iki âyet-i kerimede zikredilen hususlar, seviyesine göre herkes için farklı bir mânâ ifade eder. Mesela küfür ve şirk ehli için bu âyetlerin ifade ettiği anlam şudur: Onlar, dünya hayatının refahı adına güzel faaliyetlerde bulunduklarını zannederler. Kendilerine göre insanların eksiklerini giderdiklerini, onlara daha güzel yaşama imkânları hazırladıklarını düşünürler. Fakat bunu yaparken Allah’a iman etme, İslâm’ın emrettiği ibadetleri yerine getirme, insanlar arasında güzel ahlâkı hâkim kılma, her yerde yaratılışın esasını teşkil eden sevginin bayraktarlığını yapma, bütün insanlığı ve hatta bütün bir varlığı şefkatle kucaklama gibi en önemli ve en hayatî hususları ihmal ederler.

Bütün bunları görmezden gelerek sadece dünyevî ve maddî bir kısım meselelerle meşgul ve bunlarla müteselli olurlar. Hatta yapmış oldukları işlerin çok önemli olduğunu zannederler. Ne var ki onlar, Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi olmayıp İslâm’ın vaz etmiş olduğu güzellikleri temsil etmediklerinden büyük bir yanılgı ve kayıp içindedirler. Yaptıkları işlerin önemli olduğuna dair mülâhazalarıyla sadece kendilerini aldatmış olurlar. Çünkü onların ortaya koymuş oldukları bu işlerin, ahirette kendilerine hiçbir faydası dokunmayacaktır.

Öte yandan bu âyet, mesâvîden bir türlü sıyrılamayan ve hayatlarını hep bata çıka yaşayan günahkâr mü’minlere de bakar. Mesela onlar Allah’a kulluk adına sadece haftalık kıldıkları Cuma namazıyla yetinebilir ve bununla kurtulacaklarını zannedebilirler. Allah yolunda yapılan hiçbir ameli küçük göremeyiz. Bazen bir insanın yolda kalmış birisini arabasına alıp bir yere bırakması bile Allah katında çok hora geçen bir amel olabilir. Hele bu amel, dinin çok önemli şeâirinden biri olan Cuma namazını eda etmekse, kimsenin onu küçük görmeye hakkı yoktur. Fakat bir kişi uhrevî kurtuluşunu kendi çarpık kriterlerine bağlıyor ve Allah’ın ölçülerini göz ardı ediyorsa, aldanıyor demektir. Dolayısıyla kâfirler hüsranın göbeğine otağını kurdukları gibi böyle bir kişinin de dalâletin göbeğine otağını kurma ihtimali vardır.

Soruda dile getirildiği üzere elbette bu âyetin i’lâ-i kelimetullahı kendilerine mefkûre edinmiş Hizmet gönüllülerine bakan yönü de vardır. Eğer onlar usûlüddine bağlı kalmaz, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliğinde yol almaz ve asıl maksatlarını unuturlarsa, hiç farkına varmadan istikametten ayrılıp böyle bir hüsran yaşayabilirler. Mesela bu insanlar; evler, kültür lokalleri, diyalog merkezleri veya okullar açarak ya da hicretle vatanlarını terk edip yeni diyarlara açılarak i’lâ-i kelimetullah adına yapılması gereken mücâhedenin mebdeini yerine getirmiş olabilirler. Yapılan bu tür hizmetler, insanlığa hak ve hakikati anlatma, kalblerin Allah’la buluşması adına aradaki engelleri bertaraf etme, Allah’ı sevdirme ve insanların Allah tarafından sevilmesini sağlama istikametindeki gayretlerin başlangıcını oluşturur. Hizmet adına yapılan faaliyetler ve inşa edilen müesseseler böyle bir mücâhedenin yapılabilmesi adına önemli birer vesiledir. Asıl olan, bu vesilelerin çok iyi değerlendirilerek, onlar vasıtasıyla maksadın gerçekleştirilebilmesidir.

Eğer bu gerçeği unutur veya göz ardı eder, hizmet adına yapılan faaliyet ve projelerle kendimizi ifade etmeye başlar, alkışlanma arzusuna kapılır, müşârun bi’l-benân olma (parmakla gösterilme) mülâhazasına girer, başarılarımızı takdir ve tebcile bağlarsak, işte o zaman biz de -Allah muhafaza- hiç farkına varmadan dünya-ukbâ hasareti yaşar ve yaptığımız bütün hizmetleri heba edebiliriz.

Bu konuda istikameti kaybetmemenin yolu şudur: Allah, sizi çok önemli işlerde istihdam edebilir. Seleflerinizin ideallerinin ötesinde başarılara imza atmış olabilirsiniz. İşte böyle bir başarı karşısında bile denilmesi gereken: “İhtimal ki bizim yerimizde başkaları olsaydı, bu işleri çok daha ötelere götürmüş olurlardı. Ne yapalım, bizim güç ve takatimiz bu kadarmış. İyi insanların yerini işgal ettiğimizden, onlara gölge ettiğimizden ve topyekûn bütün bir insanlığın yüzünü güldüremediğimizden ötürü Allah bizi affetsin.”

Eğer bu mülâhazalar bırakılıp bunun yerine, elde edilen başarılar karşısında gurur ve kibre girilir ve yapılanların mükâfatı alkış ve takdir olarak dünyada talep edilirse işte o zaman kazanma kuşağında kayıp yaşanır. Ve hele tamamen dalâlet ve hüsran sayabileceğimiz ve küfre/fıska ait birer sıfat olduğundan hiç şüphe etmediğimiz; elde edilen makamların şahsî menfaatler adına istismar edilmesi, onlarla çıkar çarklarının kurulması, Allah yolunda kazanılan itibar kredisinin zenginlik yolunda kullanılması, elde edilen imkânlarla krallar gibi yaşama arzusuna düşülmesi, lüks arabaların ve villaların peşinden gidilmesi gibi tavır ve davranışlara girilirse, bu takdirde -Allah muhafaza- yukarıdaki âyet-i kerimenin zemmettiği gürûha dâhil olunabilir, güzel işler yapıldığı zannedilirken, uhrevî hüsran yaşanabilir.

Aynı şekilde bazıları da vahdet-i ruhiyeyi koruma, nizam ve intizamı sağlama, yapılan hizmetleri ikiye katlama gibi güzel düşüncelerle yola çıkar ve bu düşüncelerini gerçekleştirme adına güzel işler yaptıklarını düşünürler. Fakat onlar da kaba tavırlarıyla sağı solu kırıp geçirir ve yıkılmadık gönül bırakmazlar. Kimseye hatasını söyleme fırsatı vermezler. Çünkü buna tahammül edemezler. Bu açıdan onlar kendilerince millete iyilik yaptıklarını zannetseler de, küfür/fısk sıfatlarıyla muttasıf olduklarından otağlarını hüsran üzerine kurmuş kimselerdir.

Bu dünyada iyi işler yaptığını zanneden, bu güzel işlerin sevaplarını bir havuza akıttığını ve ahirete gönderdiğini düşünen ve ahirette de güzel mükâfatlar elde edeceğini uman bir kişinin, amellerinin içine riya ve süm’a karıştırdığı, kendi çıkarlarını işin içine soktuğu ve bunlarla bir çıkarlar dünyası kurduğu için bütün amellerinin boşa gitmesi ve ahirete de müflis olarak göç etmesi ne büyük bir talihsizliktir!

İşte bütün bu tehlikelerden uzak kalmanın yolu, yapılan bütün amellerin ihlâsla yapılmasıdır. Eğer insanlar size güveniyor, imkânlarıyla size destek oluyor ve siz de dünyanın dört bir tarafına açılarak buralarda hizmet yapabilme adına bir kısım faaliyetlerde bulunuyorsanız, yaptığınız bütün bu işleri sadece Allah rızası için yapmalı ve hiçbir dünyevî hesabı işin içine katmamalısınız. Elbette okullar, üniversiteler, kurslar, kültür lokalleri, diyalog merkezleri açacaksınız. Fakat bunları sadece ama sadece yüce mefkûreniz istikametinde kullanacaksınız. Bunlar vasıtasıyla duygu ve düşüncelerinizi başkalarıyla paylaşacaksınız. Bu tür vasıtaları değerlendirerek gönüllerinizin ilhamlarını başka sinelere boşaltacaksınız. Değerlerinizden başkalarının da haberdar olmasını sağlayacaksınız. Aynı zamanda kendi tekâmülünüz yolunda başkalarının güzelliklerinden alabileceklerinizi de alıp olgunlaşacaksınız. Bunlar sizin vazifeleriniz. Fakat amelin ruhu ihlâs ve samimiyet olduğu için, bütün bunları yaparken maddî ve manevî hiçbir beklentiye girmeyeceksiniz. Tam bir istiğna ve adanmışlık duygusuyla hareket edeceksiniz.

Hâsıl-ı kelam, kendilerini insanlığa hizmete adamış olanlar, hangi alanda hizmet ederlerse etsinler, enbiya-i izamın yoluna uymalı ve yapmış oldukları hizmetler karşılığında zerre miktarı beklentiye girmemelidirler. Dağları yerinden sökseler, küre-i arzın yörüngesini değiştirseler, güneş sistemine farklı bir şekil verseler bile, eğer yaptıkları bu hizmetler karşılığında maddî-manevî bir kısım beklentilere giriyorlarsa, bütün bu işler boşa gidecek, onlara bir fayda sağlamayacaktır. Mesleğimizin esası budur. Eğer bunun dışına çıkma temayülü taşıyanlar varsa, onlar bir kere daha kendilerini gözden geçirmelidirler. Aksi takdirde “kazandım” dedikleri yerde kaybedebilirler.

Hizmet Aleyhindeki İtham ve İftiralar

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: İlk günden beri sevgi, hoşgörü, fedakârlık ve adanmışlık yolunda devam eden bir hareket aleyhinde sürekli bir kısım itham, iftira ve hatta hakaretlerin dile getirilmesinin sebepleri ve bunlar karşısında yapılması gerekenler nelerdir?

   Cevap: Öncelikle, değişik vesilelerle üzerinde durulan bir konuyu bir kere daha hatırlatma lüzumu duyuyorum. İster hareket ister cemaat ister camia ismine her ne denilirse denilsin dünyanın dört bir tarafında devam eden eğitim, kültür ve yardım hizmetlerinin aidiyet mülâhazasına bağlanarak açıklanması, belirli şahıslara mâl edilmesi veya bunların hiyerarşik ve merkezi bir yapıyla izah edilmesi kesinlikle doğru değildir. Bu tür yorum ve bakışlar meselenin mahiyetini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Çünkü günümüzde eğitimsizlik, fakirlik ve çatışma gibi insanlığın en önemli düşmanlarına karşı ciddi bir mücadele verme ve aynı zamanda insanlığa insanca yaşama yollarını gösterme adına yapılan faaliyetlerin tamamı beğenilen, takdir edilen ve makul bulunan bir mefkûre etrafında bir araya gelmiş fedakâr gönüllerin eseridir.

Nasıl ki Cuma namazı kılma, Kâbe’yi tavaf etme veya Arafat’ta vakfede durma gibi bazı ibadetler aynı hedefe yürüyen, aynı duygu ve aynı mefkûreye sahip olan insanları camide, Arafat’ta veya Metaf’ta bir araya getiriyorsa, hizmet gönüllülerini belirli faaliyet ve projeler etrafında bir araya getiren faktör de duygu ve düşünce birliğidir. İçi insanlığa hizmetle dolu olan ve güzel bir gelecek hayaliyle oturup kalkan bir kısım adanmış ruhlar, düşündükleri ve hayal ettikleri hizmetlere dair herhangi bir yerde küçük bir oluşum gördükleri anda kendilerinin de bu işin içinde yer alması gerektiğini düşünüyor ve yapılan hizmetlere destek olmaya başlıyorlar.

Hususiyle daha önceden bu kervana katılmış olan ve hiçbir beklentiye girmeden hayatını hizmete vakfeden insanların samimiyetleri, güvenilirlikleri, ümitleri, aşk u şevkleri çoklarını bu işin içine çekiyor. Yani bugüne kadar ortaya konulan hizmetlerin, yüce ahlâkî vasıflara sahip olan ve insanlığa hizmetten başka hiçbir beklentisi bulunmayan gönüllüler tarafından yapılması, başkaları için de önemli bir referans teşkil ediyor ve onları da bu faaliyetlere sahip çıkmaya teşvik ediyor.

Nitekim günümüzde farklı farklı kültürlere, ırklara ve hatta dinlere sahip insanların hizmet faaliyetlerini kabullenmeleri ve ona destek olmaları da meselenin çapının ne ölçüde genişlediğini göstermektedir. Her ne kadar işin başlangıcında ortaya konulan hizmetler beş-on kişiyle başlamış olsa da yapılanların doğru ve faydalı olduğunu gören birçok insan bulundukları yerlerde benzer hizmet projelerini hayata geçirmişlerdir. Farklı bir ifadeyle değişik dünya görüşlerine ve hayat felsefelerine sahip olan çok sayıda insan, hizmetin makuliyeti etrafında toplanmıştır. Bu insanlardan bazıları doğrudan eğitim, kültür veya diyalog faaliyetlerinin içinde vazife ve sorumluluk alırken, bazıları da maddi veya manevi olarak yapılan bu işlere destek vermeye başlamışlardır.

Eğer gerek evrensel insanî değerler gerekse yaşadığımız zamanın şartları açısından yapılanlar doğru ve mantıklı olmasaydı, günümüzde sayısı milyonları bulan bu kadar çok insanın harekete geçmesi mümkün olmazdı. Uzak Doğu’dan Afrika’ya, Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar dünyanın dört bir yanında yüzlerce okul açılmazdı. İş adamları elindekini avucundakini talebelere sahip çıkmak için sarf etmezdi. Dünyanın farklı ülkelerinde farklı düşünceden insanlarla diyalog köprüleri kurulamazdı. Bunun mümkün olması için hem sizin mensup olduğunuz dinin temel kriterlerinin hem aklınızın hem de sahip olduğunuz değerlerin yapılanlara onay vermesi gerekir.

Ayrıca, başkaları ne düşünürse düşünsün, bugün oldukça geniş bir dairede devam eden hizmetlerin başarılı olması adına bizim en önemli gördüğümüz faktör, Allah’ın yardım ve inayetidir. Allah bazen çok küçük ve zayıf insanlara çok büyük işler yaptırarak kendi büyüklüğünü gösterir. Bizce yapılan hizmetlere bakıldığında bunun çok açık olarak görülmesi mümkündür. Fakat bu herkes için objektif olmayabilir. Gideceği ülke ve yapacağı işler hakkında henüz ciddi bir bilgi ve tecrübesi olmayan, maddî imkânları oldukça yetersiz, daha üniversiteyi yeni bitirmiş gencecik insanların kısa zaman içerisinde gittikleri ülkelerde okullar açmaları ve ülke halkı tarafından kabul görüp sevilmeleri ancak Allah’ın yardım ve inayetiyle izah edilebilir.

Bazıları sadece yapılan işlerin büyüklüğüne baktıkları hâlde onların arkasında Allah’ın büyüklüğünü görmedikleri için yanlış çıkarımlar yapıyor, kendilerince farklı güç odakları hayal ediyorlar. Zira onların çarpık kriterlerine göre böyle büyük projelerin arkasında mutlaka Napolyon veya Sezar gibi büyük dâhilerin veya önemli düşünce kuruluşlarının yer alması gerekir. Bir başkası, “Değirmenin suyu nereden geliyor?” türünden sorular sorarak veya farklı güç odaklarını işaret ederek zihinleri karıştırmak istiyor. Bunlar, Allah’ın inayetini ve fedakârlığın nasıl büyük bir güç kaynağı olduğunu bilemediklerinden, yapılan bu güzel işlere kuşkuyla bakıyor, hatta bunun da ötesinde bir kısım saldırılarda bulunuyor, karalama faaliyetlerine başvuruyorlar.

Hâlbuki bize göre bütün bunlar öncelikle Allah’ın sevkiyle, inayetiyle, ardından da bu işi makul bulan ve ona gönül veren samimi gönüllerin gayret ve destekleriyle gerçekleşmektedir. Biz inanıyoruz ki Allah’a yakın olduğumuz ve O’nun rızası istikametinde hareket ettiğimiz sürece de O bizi yürüdüğümüz yolda yalnız bırakmayacaktır.

   Vehim ve İhtimallere Göre Hüküm Verilemez

Hizmet gönüllüleri aleyhinde faaliyette bulunan kimseleri yanıltan diğer bir nokta ise onların vehim ve ihtimallere göre hareket etmeleri ve hizmet insanlarını başkalarıyla, belki kendileriyle kıyaslamalarıdır. Bazı insanlar, güç ve kuvveti elde edince bunu bir taraftan kendi maddî imkânlarını ve konumlarını güçlendirme, diğer yandan da kendileri gibi düşünmeyen insanları ezme ve bastırma istikametinde kullandıkları için başkalarının da aynı şeyi yapmasından korkuyorlar. Onlar bir dönemde karanlık yollarla milletin kılcallarına kadar nüfuz ettikleri ve sonrasında da kendileri gibi olmayan insanları idare etme adına bir kısım vesayet sistemleri oluşturdukları için meseleyi tamamen kendi duygu ve düşüncelerine göre değerlendiriyor ve herkese bağrını açmaya açık olan hizmet insanlarıyla ilgili bir kısım gizli ajandalar uyduruyorlar. Haramilikle bazı imkânları elde eden insanlar her ne kadar bir şirzime-i kalilden (küçük bir topluluktan) ibaret olsalar da bunlar tavır ve söylemleriyle geniş kitleleri de etkiliyor ve onların da zihinlerini bulandırıyorlar.

Mesela kendileri gibi düşünmeyen insanların devlet içerisinde önemli vazifelere gelmelerinden ciddi rahatsızlık duyan ve onları iflah etmek istemeyen bazı kimseler hizmet gönüllülerinin devlete sızdığından ve devlet içerisinde kadrolaştığından bahsediyorlar. Hâlbuki bu devletin vatandaşı olan herkesin -hak ettikten sonra- devlet içerisinde istediği görevi alma hakkı vardır. Bunun aksini iddia etmek ayrımcılıktır. Nitekim ben 40-50 sene önce açıktan açığa cami kürsülerinden bunu ifade ettim. Dedim ki, “Niye bu ülkenin dindar insanları çocuklarını sadece Kur’ân kurslarına, imam-hatip okullarına ve ilâhiyat fakültelerine gönderiyorlar? Bu ülkenin başka okulları yok mu? Neden çocuklarınıza tıp tahsili yaptırmıyorsunuz? Neden fizik, kimya gibi fen bilimleri okutmuyorsunuz? Niye çocuklarınızı mülkiyeye, adliyeye, emniyete ve askeriyeye yönlendirmiyorsunuz? Bu ülke, bizim ülkemizdir. Bu okullar da bizim okullarımızdır. O hâlde bu ülke insanı çocuklarını faydalı gördüğü bütün alanlara yönlendirmelidir.”

Ben bu gibi düşüncelerimi cami kürsülerinde çok rahatlıkla ifade ettim. Bugün de olsa yine aynı şeyleri söylerdim. Fakat buna rağmen birileri hâlâ sızmadan bahsediyorlar. Hâlbuki sızma, yabancı bir unsurun bünyeye gizlice girmesi demektir. Farklı milletlerden olan insanlar bu milletin kaderine hâkim olmak için gizlice onun içine sızabilirler. Fakat ülke insanları kendi okullarına sızmaz, hakkını vererek girer. Bu onun hakkıdır. Öz be öz vatan evlâdı, bütün önemli müesseselerde yer alabilir ve ülkesinin geleceği hakkında söz sahibi olabilir, olmalıdır. Bunun aksini iddia etmek düşünce özrünün bir alâmetidir.

Diğer taraftan, gelecekle ilgili bir kısım vehim ve şüpheler ortaya atmak da oldukça yersiz bir davranıştır. Hizmet gönüllüleri -inşaallah- bugün nasıl hareket ediyorlarsa yarın da aynı çizgilerini koruyacaklardır. Zira bütün insanlığa sevgi ve şefkatle yaklaşma, herkese bağrını açma, hatta can düşmanlarına karşı bile insanlık ve mürüvvetten ayrılmama onların temel düsturlarıdır. Kaldı ki -ille de bir ajandadan bahsedilecekse- onların ajandasında nam u nişanın, makam ve mevkinin ve de dünya saltanatının bir yeri yoktur. Onların talip olduğu tek şey Allah rızasıdır. Onlar, bunun dışındaki bütün çıkar mülâhazalarına karşı kapılarını sıkı sıkıya sürgülemişlerdir.

Aslında bırakalım dünyevî makam ve iktidarları, hizmet eden insanlar yaptıkları hizmetleri uhrevî çıkar düşüncesine bağlamayı bile doğru bulmazlar/bulmamalıdırlar. Mesela bir insan Allah rızası yolunda hizmet ederken o yolda bir kısım sıkıntılar çekebilir; takiplere, sorgulamalara, tehditlere ve sürgünlere maruz kalabilir, hapis ve zindanlara tıkılabilir, vatanını terk etmek zorunda kalabilir… Eğer bütün bunların karşılığında o, “Ben bunlara mukabil Cennet’e talibim.” derse çok ucuz bir şeye talip olmuş olur. Allah rızası dururken ne diye daha aşağısına talip olalım ki! Evet, bir Müslüman dualarında Cennet’i talep edebilir, Cehennem’den uzak kalmayı isteyebilir. Fakat yaptığı hayırlı işleri ona bağlaması, onu gaye-i hayal edinmesi, daha büyük şeyler istemek dururken daha küçüklerine talip olma anlamına gelir.

Şimdi Cennet bile hizmet adına yapılan güzel faaliyetlerin karşısında küçük kalıyorsa bence dünyevî sultanlıkların onun yanında hiçbir değeri olamaz. Dolayısıyla biz, Rabbimizin rızasını elde etme ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile ahirette birlikte olma dururken, ortaya koyduğumuz hizmetleri dünyevî imkânlara ve makamlara ulaşmak için birer vesile yapmayız. Bu yüzden milletvekili olma, bakan olma, başbakan olma, herkes tarafından parmakla gösterilen biri hâline gelme ve alkışlanma gibi hedefler bizlerden çok uzaktır. Biz, bunlara talip olmayı, bulunduğumuz konumdan aşağıya düşme olarak görürüz. Zira harem dairesine alınan ve sultanla muhatap olma imkânına erişen bir insanın koridordakilerin talip olduğu şeylere talip olması doğru değildir.

   Düşünce Dünyalarının Farklılığı

Aslında gerek Türkiye’de gerekse dünyanın farklı ülkelerinde vazife yapan hizmet gönüllülerinin ortaya koydukları olağanüstü fedakârlıklar çokları tarafından bilinmektedir. Özellikle onlarla yakın teması olan insanların yapılan bu fedakârlıkları görmemeleri ve bilmemeleri mümkün değildir. Nitekim bugüne kadar farklı vesilelerle, henüz üniversiteyi yeni bitiren gencecik insanların, ismini dahi bilmedikleri, yerini haritada bulmakta bile zorlanacakları deniz aşırı ülkelere nasıl gittikleri, oralarda burs ölçüsündeki küçük ücretlerle vazife yaptıkları, hatta bazen onu bile bulamadıkları, okul inşaatlarında bir amele gibi çalıştıkları ve benzeri hususlar onları gören farklı insanlar tarafından defalarca anlatılmıştır.

Onların bu fedakârlıkları sadece kısa bir zaman dilimine de has değildir. Bugün yaşları ellilere, altmışlara ulaşan nice hizmet gönüllüsü hâlâ bu fedakârlıklarını devam ettirmektedir.

Bunca fedakârlığın kalan ömrün daha rahat yaşanması veya bir kısım dünyevî makam ve mevkilerin elde edilmesi adına yapılması mümkün değildir. Çünkü bir kısım dünyalık çıkarların elde edilmesi için bu kadar çile çekmeye ve bu kadar mahrumiyet yaşamaya değmez. Kim kalan ömrünün beş-on senesini rahat yaşayabilmek için bütün bir ömrünü heder eder ki! Demek ki daha önce de ifade ettiğimiz gibi yapılan fedakârlıkların amacı Allah rızasını kazanmak ve uhrevî mutluluğu elde etmektir. Yani fedakâr gönüller başkalarına el uzatmak ve onları fakirlik, cehalet ve iftirak bataklıklarından kurtarmakla kendi kurtuluşlarını ümit etmektedirler.

Ne var ki sizden farklı kültür ortamlarında yetişen ve sizin düşünce dünyanızdan habersiz olan insanların bunu anlamaları mümkün değildir. Onlar, sizinle oturup kalkmadan ve sizin yürüdüğünüz yolun hususiyetlerini bilmeden, yapılan bu fedakârlıkların ne ifade ettiğini anlayamazlar. Çünkü onlar bugüne kadar her fedakârlığı, kendilerine sağlayacağı çıkarı düşünerek yapmışlardır. Dünya için koşan ve bütün ömürlerini onun arkasında tüketen insanların, hiçbir dünyevî beklentiye kapılmadan ciddi bir adanmışlık ruhuyla yapılan hizmetleri anlamaları mümkün değildir. Çünkü onlar, böyle bir şeyi ne düşünmüşler, ne duymuşlar, ne görmüşler, ne de yaşamışlardır.

   Kendimizi Doğru Anlatma

Bütün bunları, onların bu konudaki kuşkularına ve paranoyalarına hak verme ve onları mazur gösterme adına ifade etmiyorum. Bilakis olan biten hâdiselerin doğru okunması ve buna göre yapılacakların doğru tespit edilmesi adına bunları söylüyorum. Zira onlar bunu anlamasalar da biz anlatmaya devam etmeliyiz. Onlar bizden uzak dursalar da biz onlara yakın olmaya çalışmalıyız. Tıpkı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi bir kere, iki kere, üç kere anlatmayı yeterli görmemeli; dördüncü kez, beşinci kez… anlatmaya devam etmeliyiz.

Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebû Cehil diye meşhur olan Amr İbn Hişam’ın ayağına belki elli belki de yüz defa gitmişti. Aslında Ebû Cehil, karakter itibarıyla iman etmesi çok zor olan bir insandı. Zira o, tamamıyla küfür ve dalâlete kilitlenmişti. Oldukça inatçıydı. Kendisini diğer insanlardan üstün görüyor, herkese tepeden bakıyordu. Benî Mahzum’un efendisi olarak bir gün Mekke halkının başına geçeceği günün hülyalarıyla yaşıyordu. Tam bu sırada madde ve manasıyla o toplumu idare edecek bir insanın ortaya çıkması Ebû Cehil’in hazmedeceği bir durum değildi. Esasen Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bunları çok iyi biliyordu. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük bir fetânet idi. Ne var ki O buna bakmıyor ve anlatmaya devam ediyordu. Çünkü anlatma O’nun vazifesiydi. Kabul ettirme ise Allah’a aitti.

İşte bu sebepledir ki duygu ve düşüncelerimizi anlatma adına yaptıklarımızı yeterli görmemeli, tekrar tekrar anlatmaya devam etmeliyiz. Nitekim yakın zamanda yanıma gelen önemli bir şahıs, “Henüz hareketi, onun ruh ve manasını bilmeyen farklı kesimlerden çok insan var.” demişti. Demek ki bugüne kadar bu konuda çok ahesterevlik etmişiz. Kendimizi başkalarına doğru bir şekilde anlatamamışız. Gerek sözlerimizle gerekse hâlimizle ne olduğumuzu ortaya koyamamışız. Onların bizi daha yakından tanımasına fırsat vermemişiz. Yapılan hizmetler dikey olarak yükseldiği hâlde onların başkalarına anlatılması yatay kalmış.

Dolayısıyla bu konuda tembellik yapıp ağır davranmamalıyız. Gerekirse tıpkı doksanlı yıllardaki diyalog sürecinde olduğu gibi tek tek şahısların ayağına gitmeli ve onlarla diyaloğa geçmeliyiz. Eğer yürüdüğümüz yolda problemlerle karşılaşmak istemiyorsak yükselme ve genişleme nispetinde alâkadar olduğumuz çevreyi de genişletmeliyiz. Eğer geçmişten tevarüs edilen kaskatı düşmanlıkların, haset ve çekememezliğe kilitlenmiş insanların veya İslâmî terbiye görmemiş bir kısım kimselerin iç içe daireler şeklinde önümüzü kesmesini istemiyorsak; düşmanlıkları kırma, çevre yapma, sempati duyanları çoğaltma ve dostluklar kurma istikametinde sürekli yeni yeni adımlar atmaya devam etmeliyiz.

İstemez misiniz size ait güzelliklerden başkalarının da haberdar olmasını ve bir gün onların da size yol arkadaşlığı yapmasını? İstemez misiniz sizi karalayanlara karşı onların sizi savunmasını? O hâlde kültür ve düşünce farklılığından ötürü bazıları sizi yanlış tanısa ve haksız ithamlarda bulunmaya devam etseler de size düşen vazife, ısrar ve kararlılıkla beklentisizliğinizi, istiğnanızı, ihlâs ve samimiyetinizi, sevgi ve hoşgörünüzü anlatmaya devam etmektir.

Anlatmanın yanında onların sizi daha iyi tanımaları, insanlık adına ne tür duygulara sahip olduğunuzu görmeleri için uzun süre onlarla birlikte oturup kalkmanız gerekir. Şunu bilmelisiniz ki kendinizi insanlara doğru bir şekilde anlatacağınız âna kadar onların sizin hakkınızdaki şüphe ve tereddütleri devam edecektir.

İnsanların size yürüyerek gelmesini istiyorsanız, ilahî ahlâk gereğince siz onlara koşarak gidin. Size bağırlarını açmalarını istiyorsanız, bağrınızı açın onlara karşı. Onlardan bir tebessüm bekliyorsanız öncesinde siz onları gökçek ve mütebessim bir yüzle karşılayın. Kalbinizi herkese açın ki sizin için binlerce kalb açılsın. Gönülleri fethedin ki hiçbir yerde reaksiyon görmeyin. Herkese karşı yakın durun ki insanlar da size yakınlaşsınlar!..

Bütün bunların yanında eğer başkalarının bizi doğru anlamasını ve iyi tanımasını istiyorsak son derece şeffaf ve herkese açık olmalıyız. İçimizdeki samimi duygularımızı her zaman dışarıya vurmalıyız. Fakat bunu yaparken insanların anlayış seviyelerini göz önünde bulundurmalı ve asla üslupta hata etmemeliyiz.

Ayrıca, yapacağımız bütün işleri, bulunduğumuz ülkelerin kanun ve mevzuatına uygun olarak yapmalıyız. Hatta hizmet adına bir adım atmadan önce, bulunduğumuz yerdeki yetkililerle görüşmeli ve onlardan izin almalıyız. Yaptığımız faaliyet ve programlara onları da davet etmeliyiz. Bizi yakından tanımaları adına meclislerimizi herkese açık tutmalıyız. Emniyet ve güven insanı olduğumuzu, bizden kimseye bir zarar gelmeyeceğini herkese göstermeliyiz.

Dolayısıyla başkalarını endişeye sevk edecek ve rahatsız edecek her türlü tavır ve davranıştan uzak durmalıyız. Öyle ki hiçbir hareketimiz başkaları tarafından yanlış yorumlanmaya açık olmamalı veya onlarda gizli bir şeyler çevrildiği hissini uyarmamalı. Şunu unutmamalısınız ki siz bu konularda bir hata yaptığınızda sadece dünyanın dört bir tarafında sizinle aynı çizgide hareket eden insanların hizmetlerine zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda hem sizin düşüncenize yakın olan dostlarınızın hem de arkanızdan gelecek haleflerinizin de işini zorlaştırmış olursunuz.

Elbette bütün bu konularda başarı sağlanması birdenbire gerçekleşmeyecektir. İlk başlarda ciddi zorlanacaksınız. Karşı tarafa kendinizi doğru bir şekilde ifade edeceğiniz âna kadar şüpheyle karşılanacaksınız. Fakat muhataplarınız uzun yıllar sizi test ettikten ve sizin ne kadar güvenilir insanlar olduğunuzu gördükten sonra bu defa onlar sizi başkalarına anlatmaya başlayacaklar. “Bu insanlara güvenebilirsiniz, onlardan size hiçbir kötülük gelmez.” diyecekler. Onların sizi anlatıp müdafaa etmeleri sizin adınıza çok önemli bir referans olarak görülecek ve bu da sizin kendi kendinizi anlatmanızdan çok daha tesirli olacaktır. Her zaman bir kısım Ebû Cehiller, Utbeler, Şeybeler mevcudiyetlerini devam ettirecek olsalar da maşerî vicdanın sesi, soluğu ve heyecanı onların nefeslerini kesecektir.

İşte böyle bir neticeyi elde etmek için insan neye katlansa değer. Çünkü bugün katlanılan ve hazmedilen rahatsız edici şeyler daha sonra bizi sevindirecektir. Şunu unutmamak gerekir ki sizin yaptığınız iş, insana yatırımdır. İnsana yatırımın geriye dönüşü ise en az çeyrek hatta bazen yarım asır ister. (Devam edecek.)

Bamteli: PEYGAMBERLER YOLUNDA İBÂDET’TEN AŞK’A

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Çoklarının kayıp gittiği Süfyâniyet asrında kalblerimizi dinde sâbit kılması için Allah’a sığınmalı ve çok dua etmeliyiz!..

Allah (celle celâluhu), kimsenin ayağını kaydırmasın! (Amin!..) Kunût’ta her zaman okunduğu gibi, belki namazın secdesinde de onu tekrar edip durmak lazım: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) Allah’ım! Bizi hidayete erdirdikten sonra, kalblerimizi kaydırma! Başka hedef arkasında sürüklenme fırsatı verme veya bizi o duruma düşürme! إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ Sen, karşılıksız, meccânen lütfeden bir Rabb ü Rahîm’sin, bir Gafûr u Kerîm’sin, bir Hannân u Mennân’sın, bir Rahîm u Rahmân’sın!..

Çok iyi bildiğiniz gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) vird-i zebân ettiği bir dua da şuydu: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دَيْنِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!” O (sallallâhu aleyhi ve sellem), vazifeli; O, durduğu yerin, konumunun, Allah karşısında durumunun da farkında. Ve aynı zamanda hususî bir donanım ile gönderilmiş; herkesin elinden tutma istidâd, kabiliyet ve donanımıyla gönderilmiş. Ama bazen yüz defa “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Sen, benim kalbimi dinin İslamiyet’te sâbit kıl!” buyuruyor.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle diyor. Şimdi O dediğine göre!.. Bu, O’nun rehberliğinin muktezası olabilir; kendi ufku açısından da onu söylemiş olabilir. O, kalbinin ne türlü evrilip çevrilmesinden endişe duyuyorsa… Belki bir “ân-ı seyyâle”, hemen -böyle- gelip geçici bir saniye; “O ölçüde beni, Sen’den gâfil kılma!” manasında diyor olabilir. Yatarken, kalkarken, uyurken… Zaten öyle; “Gözlerim uyur, ama kalbim uyumaz!” buyuruyor. Demek orada bile o vird-i zebânı O’nun. Fakat hangi ufkun ifadesi olarak onu diyor?!. يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دَيْنِكَ O ne manada söylerse söylesin, bunun daha çok arkasında kemerbeste-i ubudiyet içinde saf bağlamış insanlara rehberlik olduğuna inanıyorum. Adeta “Hâ böyle deyin işte! ‘Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Sen, kalbimizi İslamiyet’te sabit kıl!’ deyin.” buyuruyor.

Bazı sahabe efendilerimiz soruyorlar; Hazreti Âişe validemiz de aynı soruyu tevcih ediyor: “Yâ Rasûlallah, bu duayı ne kadar da çok tekrar ediyorsunuz?” Buyuruyorlar ki اَلْقَلْبُ بَيْنَ اِصْبَعَيْنِ مِنْ اَصَابِعِ الرَّحْمَنِ يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb beyne isba’ayni min esâbi’ı’r-Rahmân’dır, onu istediği gibi evirir, çevirir.” Bunlar, müteşabih ifadeler: Evet, kalb, Cenâb-ı Hakk’ın parmakları arasındadır; onu durmadan evirir, çevirir, döndürür. Hafizanallah, hiç farkına varılmadık bir şey ile insanın kalbi öyle bir kayma yaşar ki!..

Günümüzde gördüğünüz gibi… Bu döneme “Sâhib-i zaman”, belli bir devirde “Süfyân dönemi” demiş. Süfyan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından haber verilmiş. Ayrıca, “Kıyamet kopacağı âna kadar -Bu da kesretten kinaye midir?- otuz küsur tane Deccâl zuhur edecek.” buyurulmuş. Bunlar, söyledikleri “yalan”lara kendileri bile “doğru” olarak inanan insanlar, demek. Deccâl’e “mübalağalı yalancı” diyebilirsiniz; zira hadiste de “kezzâb” tabiri geçiyor ki, “mübalağalı ism-i fâil”dir. Mübalağalı yalancı; öyle yalancı ki, yalan söyler, yalanının farkında değildir. Yalan söyler, yalanı doğru söylüyor gibi zanneder, “Doğru söylüyorum!” zanneder; yalanı insanlığın yararına faydalı olacak diye söyler.

   İnsan, Rabbine en yakın olduğu secde hâlinde en çok değer verdiği hususları O’ndan talep etmelidir!..

Bu açıdan, kendimizi Rabbimize en yakın hissettiğimiz anlarda bu bu en önemli, hayatî konularda dua etmeli, O’na sığınmalıyız. Neyi çok hayatî biliyorsak, onları Rabbimize en yakın olduğumuz zaman dile getirmeliyiz. Buraya girdiğimde elektronik levhada o vardı; biraz da ondan mülhem söylüyorum: İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun Rabbine en yakın olduğu an secde hâlidir.” buyuruyor.  Kulun, Allah’a en yakın olduğu hal ve dem… “Baş-ayak aynı yerde / Öper alnı seccâde / İşte insanı yakına/yakınlığa taşıyan cadde.” Kestirmeden Allah’a ulaşmak istiyorsanız, başınızı yere koyduğunuz, ayaklarınızı koyduğunuz aynı yere başınızı koyduğunuz, başın-ayağın bir araya geldiği anda.. ve secdenin de “Ah, ben de sana ne hasretim; iyi ki başın beni okşadı!” deyip başınızı öptüğü anda…

Bir de bu sevinçten dolayı gözyaşı döküyorsanız, kalbinizin sesini orada dillendiriyorsanız, mızrap yemiş bir kalb ile orada inliyorsanız: اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ “Allahım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkarana (Yaratan’a) secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”

Bakın: Bu ağzı yarattı, bu dudakları yarattı, bu dili yarattı, bu gözleri yarattı… Riyazî düşünce ile bunu ihtimal hesaplarına vurduğunuz zaman, bu meselenin büyüklüğünü anlarsınız. Sistematik olarak sadece gözler, trilyonda bir ihtimalle ya olur ya olmaz. Ya ağız, ya dil, ya burun, ya kulak?!. Sadece kulak, burun, boğaz açısından meseleyi ele aldığınız zaman, onu her şeyi bilen bir ilm-i muhît sahibi, bir meşîet-i tâmme sahibi, bir irade-i tâmme sahibi Zât-ı Ecell u A’lâ’ya (celle celâluhu) vermediğiniz takdirde, izah etmek mümkün değildir. Görüyor musunuz materyalistlerin nasıl bir çıkmaz içinde bocaladıklarını, naturalistlerin nasıl bir çıkmaz içinde bocaladıklarını ve meseleyi evolüsyon ile irtibatlandırmaya çalışan insanların nasıl bir çıkmaz içinde bulunduklarını?!. Mümkün değil bu!.. Evet, ona girmeyeceğim, ben o meseleye girmeyeceğim.

“Baş-ayak, aynı yerde, öper alnı seccâde.” Bu işte onun manası: أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyor. “Orada çok dua edin!” Sizin için en önemli şey nedir? Bir: Benim gibi sıradan kulluk seviyesine göre meseleyi ele alacak olursanız, dünyada yapacağınız şeylerin, işlerinizin mamur gitmesi, öbür tarafta da şöyle-böyle Cenâb-ı Hakk’ın alıp sizi Cennet’lerde bir otağın içine oturtması, aynı zamanda ayaklarınızın dibinden de ırmaklardan bir ırmağın akması… Bu, sıradan insanların, bendeniz gibi sıradan insanların isteyeceği bir şey.

Bunun üstünde bir şey vardır: Çok defa burayı bütün bütün siler veya çok defa siler, elinin tersiyle iter, “Dû cihandan el yudum, hânümânım kalmadı!” filan deyip siler elinin tersiyle; fakat yine gözünü diker ahiretteki o çaylara, o ırmaklara, o villalara ve bir de Kur’an-ı Kerim’de anlatılan hûrîlere. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinde onlardan bahsedilirken, güzellikten ve şirinlikten kinaye olarak denilir ki: “Hûrilerden birisi, nikabını açıp dünyaya tecelli etse, aydınlanır doğu-batı arası her yer.” Bunlardan bahsedilince, insanda ciddî imrenme olur. Evet, bu ikinci derecedeki biri de bunlara imrenir ama “ubûdiyet”ini tam yerine getirir, “ibadet”in biraz üstünde, bir aşkınlık içinde, içten yapar.

Kur’an’ın ifadesiyle, قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ “Mü’minler, muhakkak kurtuldu ve gerçek mazhariyete ulaştılar. Onlar, namazlarında (Allah’ın huzurunda bulunuyor olmanın şuuruyla) tam bir saygı, tevazu, içtenlik ve teslimiyet içindedirler. Onlar, her türlü boş, faydasız ve manâsız sözlerden ve davranışlardan yüz çevirir ve uzak dururlar.” (Mü’minûn, 23/1-3) O, biri birinin zıddı; biri, “namazı hüşû içinde kılarlar”; ikincisi, “faydasız sözlerden ve davranışlardan yüz çevirir.” Kalbleri tir tir titriyordur. O titreme, namaz halinde kendisini ortaya koyar. “Eğer kalbinde haşyet olsa, Allah’a karşı derin bir saygı olsa, o, bütün davranışlarından, tavırlarından da dökülür.” fehvasınca, okursunuz onu orada. Resmini çizeceğiniz zaman, haşyete göre bir şey çizersiniz onda. Âdeta Cenâb-ı Hakk’ın teveccühleri sağanak sağanak başından aşağıya yağıyor gibi görürsünüz onu. Bu da meselenin “ubûdiyet” yanıdır.

   “Leyla’nındır Mecnun, Şirin’in Ferhat / Ben dîvâne aşkın bînevasiyem.”

Bir de bunun ötesinde bunun “ubûdet” yanı var ki, zannediyorum, enbiyâ-ı ızâm, hep o istikamete kendilerini salmışlardı ve o akıntı ile hep “Ehadiyet”, “Samediyet”, “Vâhidiyet” ummanına doğru akıp gidiyorlardı. Gözlerinden her şeyi silip atmışlardı, sadece O’nu (celle celâluhu) düşünüyorlardı. Cennet bile, hûrî bile, gılman bile akıllarına gelmiyordu.

Evet, kimileri için de ahiret lezzetleri önemli olabilir; onlar da onu dilerler. Fakat bazıları da -işte- tamamen “ubûdet” dairesi içinde o meseleyi yaparken, birer âşık u sâdık gibi hep “Cennet, Cennet dedikleri / Üç-beş saray, üç-beş hûrî / İsteyene ver Sen anı / Bana Seni gerek Seni.” derler ki bu söz Yunus Emre’ye aittir. Daha niceleri, aynı istikamette neler demiş, neler demişlerdir. Ezcümle, Niyazî-i Mısrî gibi, “Sağ u solum gözler idim / Dost yüzünü görsem deyü / Ben taşrada arar idim / Ol cân içinde cân imiş.” demişler. “İşit Niyâzî’nin sözün / Bir nesne örtmez Hakk yüzün / Hak’tan ayân bir nesne yok / Gözsüzlere pinhân imiş.” Şiddet-i zuhûrundan muhtefî, zıddı olmadığından, muhtefî; zira eşya-varlık, zıddıyla -esas- bilinir. “Eşya” (“şey”in çoğulu) dedim. Zât-ı Ulûhiyet’e de “şey” denebilir. نُسَمِّي اللهَ “شَيْئًا”، لاَ كَاْلأَشْيَاءِ denir Bed’ü’l-Emâlî’de; “Allah da bir ‘şey’dir ama sizin ‘şey’ dediğiniz şeyler türünden değildir.”

Evet, onlar da gönüllerini -isterseniz “kaptırma” deyin- O’na kaptırmışlardır. Bütün enbiyâ-ı ızâmı aynı kategoride mütalaa edebilirsiniz. Onların vârislerini, aynı kategoride mütalaa edebilirsiniz. Fakat bazılarında “aşk” ağır basar; onlar, tıpkı “lav”lar gibi hep fışkırır dururlar. Bazılarında da “sadâkat” hâkimdir, aynı zamanda o his, o heyecan, o ihsas ve o ihtisaslarını, o sürekli kaynayıp durmalarını, Hazreti Ebu Bekir gibi, içlerinde saklarlar, dışarıya vurmazlar. Eğer başınızı onların iç dünyalarına bir soksanız, âdetâ Cehennem alevleri gibi her şeyin kaynayıp durduğunu görürsünüz. O kadar “sadâkat” ile Allah’a karşı bağlıdırlar.

Tâife-i nisa içinde de öyleleri çoktur. “Sıddîk”in kerime-i mükerremesi ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zevce-i mübeccelesi, onlardan birisidir. “Âişe-i Sıddîka” demişler; “âşık u sâdıka” diyebilirsiniz ona da veya “Âşıka-i Sâdıka”. “Âşıka” tabirini de hiç kullanmamışlar. Sanki kadınlardan hiç âşık olan olmamış gibi!.. Oysa Şirin Ferhat’a, Ferhat Şirin’e; Leyla Mecnun’a, Mecnun Leyla’ya; Vâmık Azra’ya, Azra Vâmık’a aynı şekilde âşıktı; birbirlerine karşı tutkun idi bunlar. Daha niceleri; çağın Vâmık’ları, Azra’ları, Leyla’ları, Mecnun’ları… Ama farklı şeylere, basit şeylere tutkunlukları var. İnsanın bir şeye tutkunluğu varsa, tutkun olması gerekli olan şeylerden de kopmuş olur. Onlar, zarurî ihtiyaçlardır; yeme, içme gibi zarurî ihtiyaçlardır. Onları engellemek, tabiata karşı savaş ilan etmek demektir. Onlar, yerine getirilmelidir fakat kalbin atışları, hep O’nun (celle celâluhu) için olmalıdır.

Kalb her zaman لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ diye atmalı, sinede onun tonu duyulmalıdır. Bu ses tonuyla derdi Hazreti Alvar İmamı Muhammed Lütfi Efendi. Derken, kalbi, hep o ritme uyardı, öyle derdi. Kim bilir bizim görmediğimiz, bilmediğimiz daha nice âşık u sâdıklar, soluklarında bile hep O’nu ifade ederler. “Öyle soluk almalıyım ki ben, onu Picasso gibi birisi, tecrîd ruhu ile resmetse, ‘Allah’ lafzı çıkmalı oradan; öyle soluk almalıyım!..” derler. Sizin de meslek itibarıyla, hedefe aldığınız şey, budur. Dünya sultanlığı değil, bir yerdeki bir hükümranlık değil.

Bunlar, çok gerilerde, basit şeylerdir. Belki kulluklarını bile “ibadet” şeklinde, takliden yerine getirenlerin hedefidir. Onlar, yetiştikleri ortam -esasen- imana açık bir ortam olması itibarıyla inanmışlardır. Takliden yatıp kalkıyorlardır sadece. Alınlarını yere koyuyorlardır ama secdenin şuurunda değillerdir. Eğilip rükûa gidiyorlardır ama orada birilerini kandırma plan ve projeleri yapıyorlardır. Allah’a en yakın oldukları lahzada zihinlerinin o istikamete daha iyi çalışacağını düşünerek; “Şimdi burada, tam düşünülecek şey!” filan diye, belki onu düşünüyorlardır. El-pençe divan dururken orada, dünyaya ait hesaplar peşinde koşuyorlardır. Zavallılar… Böyle koşanlar, koşar koşar, doğru yolda takılır kalırlar.

Fakat gönlü Allah için çarpan insanlar, Allah’ın izniyle, Cenâb-ı Hakk’a doğru yükselir dururlar. Daha doğrusu, kendi uzaklıklarını aşma istikametinde mesafe kat’ ederler. O (celle celâluhu), bize, bizden yakındır. “Hak’tan ayân bir nesne yok / Gözsüzlere pinhân imiş.” O (celle celâluhu) da buyuruyor: وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) “Ben, insanlara şah damarlarından daha yakınım!” Evet, o uzaklık, bize ait. Cismanî arzular, garîze-i beşeriye, nefsânî hisler, şehevânî duygular, dünyaperestlikler, kinler, nefretler; bizi O’ndan (celle celâluhu) uzaklaştıran şeyler. O bizim yakınımızda, çok yakınımızda olduğu halde, biz, kendimizi uzaklığa atıyoruz. Yapacağımız şey de o uzaklığı aşarak -esasen- o Yakın’a (celle celâluhu) yakın olmak; kalblere, şah damarından daha yakın olan Zât’a yakın olmak, O’nu öylece duymak.

İşte, secde, bu yakınlığın en güzel şekilde ifade edildiği, “ubûdet”e ait, “ubûdiyet”e ait, “ibadet”e ait bir tavrın unvanıdır. Şimdi herkes secdede kendisi için ne önemli ise, onu ister. Arz ettim: “İbadet” seviyesindekiler, onu isterler; “ubûdiyet” seviyesindekiler, onu isterler; “ubûdet” seviyesindekiler de onu isterler. Tabir-i diğerle, meseleyi müşahhaslaştıracak olursak; “âbid”ler, onu isterler; “zâhid”ler, onu isterler; “âşık”lar da onu isterler. Bu son ikisini (zâhid ve âşıkları) mukayese yapanlar diyor ki: “Zâhidin gönlünde, Cennet’tir temennâ ettiği / Âşık-ı dilhastenin gönlündeki Dildâr’ıdır.” O (zâhid), “Cennet!” diyor sadece; “Cennet!” deyip oturuyor, “Cennet!” deyip kalkıyor. Öbürüne (ârif-i billah âşıka) gelince, o “Ne edeyim Cennet’i, O’nun (celle celâluhu) Cemâlini müşahade etme ve Rıdvan’ına erme olmadıktan sonra!..” diyor.

   Biz dualarımızda her zaman, ister kelâm-ı lafzî isterse de kelâm-ı nefsî ile, her şeyden önce Hakk’ın rızasını ve onun en önemli vesilesi olan i’lâ-i kelimetullahı talep etmeliyiz.

Allah ile aramızdaki münasebetler açısından bizim için en değerli şey ne ise şayet, o değerli şeylere cevab-ı sevabın verildiği yerde, secdede, onu istemeliyiz Allah’tan… İsteğe mutlaka cevap verildiği yerde, onu istemeliyiz.

Sizin için de bugün en önemli mesele: “İ’lâ-yı Kelimetullah” adına, اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا لِمَا تُحِبُّ وَتَرْضَى “Allahım, sevdiğin ve hoşnut olduğun şeylerde bizi muvaffak eyle!” اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ، وَكَلِمَةَ الْحَقِّ وَاْلإِسْلاَمِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ “Allahım! Nâm-ı Celîl’ini, dünyanın değişik yerlerinde bayrak gibi dalgalandırmaya bizi muvaffak eyle!” Şimdi birileri, ondan rahatsızlık duyuyor; bu işi derpîş etmiş (göz önünde bulundurup gereğini yapmış) arkadaşlarımızın önünü kesmek istiyorlar. Allahım, Sen, o zavallılara, o gafillere, o câhillere de fırsat verme!..

Değişik adlar/namlar takarak, bir kısım şom ağızlar “Terör örgütü!” diyerek ve başka yerlerde para dökerek Hizmet gönüllülerini karalamaya ve bu işin önünü almaya çalışıyorlar. Fakat siz böyle bir meseleye dilbeste olmuş iseniz.. “Nâm-ı Celîl-i İlahî, minarelerden daha yüksek minarelerde bir bayrak, bir sancak gibi dalgalansın, başka bir şey istemiyoruz.” diyorsanız.. “Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) gittiğimiz her yerde bir bayrak gibi dalgalanmasını arzu ediyor, başka bir şey istemiyoruz.” diyorsanız.. “Bütün bu temel esaslara bağlı geleneklerimiz, göreneklerimiz, an’anelerimiz, örflerimiz var; bunları âleme tanıtmalıyız!” diyorsanız… Allah’a en yakın olduğunuz anlarda bir taraftan bu taleplerinizi seslendirmeli, diğer yandan da önünüzü kesmek isteyenlerin şerlerinden O’na sığınmalısınız.

Değişik İslam ülkelerinde temel kaynakları İslam olan, farklı örf, âdet ve gelenekler ortaya çıkmıştır. Sizin de esası dininize dayanan kendinize ait örf, adet ve gelenekleriniz vardır. Ve dünyanın -belki- çok yerinin bunlardan haberi yoktur. Şimdi adınız duyulunca, nâmınıza millet az muttali olunca, hakikaten merak ile sizi okumaya çalışıyorlar. Dün de burada misafir insanlar vardı, farklı bir yerden gelmişler. Adını sonradan duyduğumuz, buraya geldiğimiz zaman “Böyle bir ülke varmış!” diye öğrendiğimiz bir ülkeden insanlardı. Sabah, “Az dersi de temaşa edelim.” diye geldi, burada oturdular. Ama inanın sanki elli sene sizin ile beraber camiye gelmiş, yanınızda durmuş, başlarını sizinle beraber secdeye koymuş insanlar gibi. Sizin bütün değerlerinize karşı saygılı ve bu değerlerin zedelenmemesi adına yürekleri çarpıyor heyecanla. Yaptıklarını yapmışlar, elli defa üzerlerine -size ait müesseselerin yıkılması için- giden insanlara karşı, -Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle- kollarını makas gibi açmış ve “Burası, çıkmaz sokak!” demişler, “Bunlara ilişemezsiniz!” demişler. Bayanı öyle demiş, erkeği öyle demiş; öyle demişler. Şimdi bu kadar bilindikten sonra, duyulduktan sonra, -bence- başınızı yere koyduğumuz zaman, kelâm-ı nefsî ile veya kelâm-ı lafzî ile onu dilemelisiniz.

Kelam-ı nefsî ve kelam-ı lafzî tabirleri bir yönüyle Yahya İbn Ma’în hazretlerine aittir. Ahmed İbn Hanbel’in muasırı. İmam Buhari, Müslim gibi kimselerin, Ebu Davud gibi kimselerin, Ahmed İbn Hanbel gibi kimselerin de aynı zamanda Hadis’te üstadıdır, Yahya İbn Ma’în. O dönemde, Ahmed İbn Hanbel, kırbaçlar altına inliyor; “Kur’an, mahlûktur, diyeceksin!” diye zulmediyorlar. Müslümanlar yapıyor bunu; “Kur’an, mahlûktur!” demesi için zorluyorlar. Yani, Kur’ân’ın yaratılmış bir şey, Allah’ın yarattığı bir şey olduğunu kabul etmesini istiyorlar. Oysa Kur’ân, kelâm-ı ezelîdir; o, mahlûk değildir esasen. Fakat Yahya İbn Ma’în, işin içinden sıyrılmak için, bir ictihadda bulunuyor. İctihadda hata da olabilir. “Kelam-ı lafzî” itibarıyla, yani bizim ağzımızdan çıkan şekli itibarıyla, kalemimizle sayfalara yazılması itibarıyla, kitap haline getirilmesi itibarıyla kelâm-ı lafzî olduğunu söylüyor. “Bu itibarla mahlûktur.” diyor; “Ama aslı itibarıyla, Allah’ın emri olarak, Cibrîl vasıtasıyla veya vasıtasız, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mir’ât-ı mücellâ olan kalbine aksetmesi itibarıyla, o, mahlûk değildir!”

Bu kadarına bile tahammülü olmayan Ahmed İbn Hanbel, kırbaçlar altında, vücudunda yaralanmadık yer kalmamış ama onlara üzülmüyor ve “Off!” demiyor da çok yakın arkadaşının, Yahya İbn Ma’în’in böyle demesi karşısında çok üzülüyor. Onu taviz sayıyor, “Evyah!” diyor, “Evyah! Taviz verildi bu mevzuda!” Oysaki Yahya İbn Ma’în ictihad yapıyor o mevzuda. Ve zannediyorum biraz evvel, onun o mülahazasını size yarım yamalak arz etmeye çalışırken, siz de mahzursuz görüyor gibisinizdir o meseleyi. Fakat Ahmed İbn Hanbel, kendi temel değerlerine öyle saygılı ki, ondan bir santim bile taviz vermek istemiyor.

   Hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemeyen ve önce kendisi dosdoğru yolda hidayet üzere yürüyen insanlardır gerçek rehberler.

Hazreti Gazzali’nin, İhya-i Ulumiddîn adlı eserini okuyoruz. Onun bahisleri ele alırken “vera” meselesini ifadesi sadedinde meseleye bakabilirsiniz. Elinizi bir şeye uzatacağınız zaman, mesela, “Bu bardak benim mi acaba? Bu tabak benim mi?!. Bu çay benim miydi acaba? Bu suyun parasını da ben vermiş miydim?” kuşkularını yaşama. Veya birine bağışladığınız bir kitabı, onun odasına gittiğiniz zaman, yine ona sormadan almama; “O kitabı acaba elime alabilir miyim?!” deme. Sen vermiştin başta, fakat artık onun mülkü olmuş o. “Ona elimi sürebilir miyim?!.” Ona elini uzatırken tereddüt yaşama. Vera… Bu ölçüde bir hassasiyet ile meselelere yaklaşma meselesi. İşte o ubûdiyetten ubûdete sıçrama basamağıdır, miracıdır, asansörüdür. Birinin hakkını tam vermeyince, bir yukarısına sıçrayamazsınız.

Bu açıdan da -geriye dönüyorum- sizin yaptığınız şeyler, enbiyâ-ı ızam’ın yaptığı şeylerdir. Onun için yolunuza “peygamberler yolu” deniyor. Çünkü peygamberler, yaptıkları şeyler karşılığında dünyevî hiçbir şeye o işi bağlamamışlar, hiçbir beklentiye bağlamamışlar. Dünyevî değişik şeylere bağlantılı olarak kutsal şeyler yapanlar bile, başarılı olamamışlardır ve ortaya koydukları başarılı gibi görünen şeyler de devam etmemiştir. Onun için onlar -bir kısım farklılıklarla pek çok ayet-i kerimede vurgulandığı üzere- إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللهِ “Benim ücretimi verecek olan ancak Allah’tır.” beklentisizliğini seslendirmişlerdir.

Aynı şeyi Yâsîn Sûresi’nde, Habîb-i Neccâr diyor: اتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) Kendileri hidayet yolunda, peygamberler yolunda yürüyorlar ve aynı zamanda karşılığında da sizden bir şey istemiyorlar. Eğer bir gömlek ile bu işe girmişlerse, mezara gidileceği ân bile, “Yahu kefen parası da yok, bunu bu gömlek ile mi gömsek acaba?!.” dedirtecek kadar o mevzuda istiğnâ ruhu ile hareket ediyorlar.

“Allah için yaptığım hizmet karşılığında, bir cübbe ölçüsünde bir şey alacaksam, Allah canımı alsın, yerle bir olayım!” Bu mülahaza ile hareket etme!.. Dünyevî saltanat adına kutsalları kullanma değil de gerçekten Allah yolunda bile olsa, yaptığı hizmeti asla bir beklentiye bağlamama!.. Şayet “Onunla, başımı sokacağım bir binam olsun! Onunla, benim bir arabam, bir zırhlı arabam olsun; birkaç tane zırhlı arabam olsun!” diyorsan veya biraz daha Nemrutlaşarak “Bir sarayım olsun! Birkaç yerde, gittiğim her yerde başımı sokacağım bir villam olsun!” mülahazalarına kapılmışsan ve hizmetlerini onlara bağlamışsan, peygamberler yolundan çoktan çıkmışsın sen!.. Adım adım, “Acaba tam izine bastım mı?!” diye la’în şeytanı takip ettiğinin farkında değilsin!.. La’în şeytanı takip ediyorsun!.. Arasıra camiye gelsen bile, la’în şeytanı takip ettiğinin farkında değilsin. Kur’an, ölçü veriyor: اتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Kendileri, adım adım peygamberler yolunda yürüyor ve karşılığında da sizden bir şey istemiyorlar!..”

   Hâlis niyetle yola çıkmışsanız, hedeflediğiniz noktaya ulaşamasanız bile, Cenâb-ı Hak sizi ötede hedefi yakalamışsınız gibi mükâfatlandırır; zira ameldeki boşlukları hâlis niyet doldurur.

Bu niyeti koruduğunuz takdirde, hedeflediğiniz ufka ulaşırsınız. Tam ulaşmasanız da Allah tam ulaşmışların mükâfatıyla mükâfatlandırır. Çünkü “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır!” Buharî’nin ilk hadîsini hatırlayın. Hadîsin ilk râvisi de Efendimiz’den, kim? Hazreti Ömer. İştihar ettiği, kendisiyle meşhur olduğu râvî ise Yahya İbn Sa’îd el-Ensârî. إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”

Niyet, Allah ise şayet, o gider, O’na ulaşır. Allah (celle celâluhu), arada bıraktığı boşluğu doldurur: “Kulum, sen kul idin; garize-i beşeriyen vardı, cismanî baskılar altında bunları yaptın. Esasen on metrelik bir mesafe kat’ edecektin, fakat beşte kaldın. Bu beşi de Ben, lütfum ile dolduruyorum. Seni o zirveye ulaştırıyorum!” der. Allah’ın rahmetinin muktezasıdır bu. O (celle celâluhu), mecbur değildir: وَمَا إِنْ فِعْلٌ أصلح ذو افْتِرَاضٍ * عَلَى الْهَادِي الْمُقَدَّسِ ذِي التَّعَالِي “Kulun menfaatine olan hiçbir fiil, azamet ve rifat sahibi, mukaddes ve hidayet edici olan Cenâb-ı Hak üzerine farz değildir.” Bu da yine Bed’ü’l-Emâlî’den. Ehl-i i’tizâl, bu mevzuda, “Allah, güzeli yaratma mecburiyetindedir!” der; estağfirullah!.. وَيَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ “Allah, her ne dilerse onu yapar.” (İbrahîm, 14/27); إِنَّ اللهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ “Şüphesiz ki Allah, nasıl dilerse öyle hükmeder.” (Mâide, 5/1) Allah’a hiçbir şey farz değildir. Fakat rahmetinin vüs’atinin muktezası olarak, mü’minin amelindeki boşlukları onun niyetiyle doldurur.

İşte bir örneği; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı: Yatsı namazını kıldınız. Gece kalkma niyetiyle yattınız. Uykunuzdaki soluklarınız sizin, tesbih olur. Sanki sabaha kadar -Bu da Buharî’nin en son hadisidir.- كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ عَلَى اللِّسَانِ ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ حَبِيبَتَانِ إِلَى الرَّحْمَنِ: سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ “İki söz vardır ki, onlar dilde hafîf, mîzanda pek ağır, Rahmân nezdinde de çok sevimlidir. Bunlar: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm’ cümleleridir.” beyanında nazara verilen tesbihleri tekrar etmiş gibi sayılır.

İki kelime vardır ki bunlar, lisanda gayet hafif… İşte gördüğünüz gibi, bu kadar, kolayca telaffuz ediliyor. كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ عَلَى اللِّسَانِ Fakat, ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ Mizana konduğu zaman ağır mı ağır. Hafizanallah, Allah orada öyle yapmasın ama tonlar ile günah geldi; göz günahı, kulak günahı, ağız günahı, kötülüğe adım atma günahı, kötülüğe el uzatma günahı, kötülüğü düşünme/planlama günahı… Günahlar geldi; getirip kefeye koydular. Fakat öbür taraftan da birden bire bilemediğiniz bir şey, bir pâzubend gibi, geldi; terazinin yukarıya kalkan kefesine kondu. Birden bire dolu gördüğünüz o günahlar kefesi yukarıya kalkıp diğeri aşağıya indi. Diyeceksiniz ki, “Allah’ım, bu da nedir?” سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ tesbihi. Çünkü bu iki kelime ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ Mizanda da her şeye ağır basan bir şeydir.

Vakıa, Rasûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselam) hadîs-i şeriflerinde (Bitâka Hadîsi) mizanda ağır basan şey لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ikrarı olarak anlatılıyor. Efendimiz, birisinin mahşerdeki halini ifade buyurma sadedinde böyle resmediyor. Günahlar, fevkalade ağır basıyor; sonra böyle bilinmedik bir şey, öbür kefeye konuyor. Bu defa, önce ağır basan diğer kefe yukarıya kalkıyor. Kul, “Ya Rabbi, bu nedir?!” diyor; Cenâb-ı Hak da buyuruyor ki: “O, senin dediğin لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ikrarıdır.” Heyecan, his ve imanın bir mızrap gibi indiği kalbin çıkardığı, yürekten ses-soluk olması şartıyla لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ İşte bu, odur; bu dünyada her şeyden daha ağırdır.

Siz, o niyet ile yattığınız zaman, sabaha kadar soluklarınız, tesbih yerine geçiyor; sanki سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ * سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ * سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ Veya اَللَّهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ كَثِيرًا، وَسُبْحَانَ اللَّهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا -Bu da yine O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait.- Veya سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ -Bizim, rükûda söylediğimiz.- Veya سُبْحَانَ رَبِّيَ اْلأَعْلَى -Secdede söylediğimiz.- tesbihleri söylemişsiniz gibi. Bunların hepsi me’sûrât olması itibarıyla, bunların bütünü kastedilebilir. Ve siz, sabaha kadar bunlarla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmişsiniz gibi yazılır.

Dolayısıyla -bakın- uyku ânı, bir boşluk ânıdır hayatınızda; karanlık bir çizgidir esasen. Fakat Allah (celle celâluhu) -adeta- diyor ki: “Ben, kulumun hayatında -böyle- karanlık bir çizgi istemiyorum. Madem Beni andı, yattı. Sonra Beni anmak üzere, kalkmaya niyet ederek yattı. Ben, o kara çizgiyi de siliyorum, oraya ak bir çizgi çiziyorum, ak bir çizgi çiziyorum!” إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي “Rahmetim, gazabımın önündedir.” وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) Kendinden beklenen odur. Onun için me’sûratta -münakaşası yapılabilir- كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ، وَعَظِيمِ سُلْطَانِكَ “Senin azametine yakışır şekilde rahmetinin vüs’atine yakışır şekilde yâ Rabbi; Sen, bizi o lütuflar ile serfiraz kıl!” denilmektedir.

   Son olarak Norveç’teki hadiseyi kara propaganda malzemesi yaptılar; hayret, bazı kimseler konumlarına bakmadan ve hiç utanmadan iftiralara ortak oluyorlar.

Bir de inşaallah peygamberler yolunda yaptığınız bu büyük işleri, Cenâb-ı Hakk’ın boşa çıkaracağını düşünmeyin; aklınızın köşesinden geçmesin! Bu mevzuda ölsek ölsek dirilsek.. her gün birkaç defa ölsek, kaç defa yine dirilsek.. -Kıtmîr o nimetten mahrum- sizi eşlerinizden mahrum etseler, eşlerinizi de sizden mahrum etseler.. çocuklarınızı anne-babadan mahrum etseler, anne-babayı çocuklarından mahrum etseler… Bence, yürüdüğünüz yolun hatırına bütün bunlara değer.

O bizim efendilerimiz (radıyallahu anhüm), Mekke’de her şeylerini bırakarak giderken böyle çekip gitmişlerdi; böylece Allah’a yürümüşlerdi. Peygamberler yolunda Allah’a yürümüşlerdi. Sevr sultanlığına doğru yürüyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasından, Allah’a yürüyüvermişlerdi. Ve Allah da onları boşa çıkarmamıştı. Bir gün gayet sühuletle dönüp gelmişlerdi, vatan-ı aslîlerine girmişlerdi; fakat madem “Yesrib”, medeniyet merkezi “Medine” olmuştu, oradaki o Ensâr kardeşlerinin yanına dönmek, onlar için bir vefa borcu idi. Döndüler Ensâr kardeşlerinin yanına, orada imrâr-ı hayat ettiler. Vazifelilerin dışında… Vazifeliler bırakıldı orada, İslamiyet’i öğretsinler, telkin etsinler diye.

Ve böylece cihan, Müslümanların ayaklarına yüz kapattı, Hazreti Ömer devrine gelip ulaştığında. Ne kadar zaman sonra? Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret buyurdu, on sene.. Hazreti Ebu Bekir’inkini üç sene sayarsanız, on üç sene.. Hazreti Ömer efendimizin on sene, on küsur sene. Yirmi üç sene, yirmi üç sene içinde… Bakın biz yirmi üç sene içinde, ülkenin bir köşesindeki sadece bir terör hadisesi ile başa çıkamadık. Tanklarımız var, uçaklarımız var, eğitim görmüş askerlerimiz var. Allah selamet versin, Allah asker eylesin inşaallah.

Şom ağız, gidiyor bir yerde diyor ki, “Norveç’te olan bu meseleyi de yine F… bilmem ne örgütü planlamış olabilir. Onlar planlamıştır!” Yahu adam, açıktan açığa kendi ülkesinde sana karşı burada diyor onu!.. A be utanmaz adam ya!.. En azından insan, konumu itibarıyla haya eder!.. Konum, bazen konum!.. Safların arkasında, camiye en geriden gelen bir insan, nâ-sezâ, nâ-becâ bir şey işlemişse, zaten arkadan gelen bir insan, beklenirdi bu. Ama imamın arkasında yerini almaya gelen bir insan, öyle nâ-sezâ, nâ-becâ, yakışıksız bir şey yaptığı zaman, o cemaat döner, “Yahu utan be! İmamın arkasında, saff-ı evvelde yerini alıyorsun; yakışır mı bu sana?!.” der.

   Hem dünyalarını hem de âhiretlerini karartmakta olan insanlar bir gün burada veya ötede kolu kanadı kırık bir vaziyette karşınıza çıkarlarsa -rica ederim- tebessüm sadakalarınızı onlardan esirgemeyiniz!..

Şimdi onlar -böyle- boşluğun ateşi içinde yanıp kavruladursunlar; siz, Allah’ın izni ve inayetiyle, daha baştan niyetinizle kazanmış oluyorsunuz. Evet, ondan sonra oraya gittiğiniz zaman da, إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلاَئِكَةُ أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ “Buna karşılık, ‘Rabbimiz Allah’tır’ diye ikrarda bulunup sonra da (bu ikrarın gereği olarak inanç, düşünce ve davranışta) sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine zaman zaman melekler iner. (O melekler, dünyada onları korur, Âhiret’te ise hem dostluk izharında bulunur, hem de onlara şu mesajı iletirler:) (Azap görür müyüz diye) endişe etmeyin, (dünyada iken işlediğiniz ya da işlediğinizi düşündüğünüz günahlar, yapamadığınız iyilikler sebebiyle de) üzülmeyin; size va’d olunan Cennet’le sevinin!..” (Fussilet, 30/41)

Kabirden itibaren… Meleklerin inişi.. “Tetenezzelü” deniyor; ceste ceste melekler inerler: “Ya Rabbi, biz de inip bunu karşılayalım, istikbal edelim!..” Hani insanların ricâl-i devleti istikbal ettikleri gibi… إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا “Rabbimiz, Allah’tır!” dediler ve muktezasını yerine getirdiler. Sonra ruhlarının ufkuna yürüdüler. تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلاَئِكَةُ Melekler inerler, ağızlarındaki vird-i zebanlarıyla… Hani birileri için alkış tutup bir şeyler söylüyorlar; marşlar söylüyorlar, türküler söylüyorlar. أَلَّا تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا Korkmayın, tasalanmayım!.. وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ Size vaadedilen Cennet’lerle müjdeliyoruz sizi, müjdelenin. Muştular olsun size!.. O Cennet’e, Allah’ın müjdelediği, muştuladığı o Cennet’e gidiyorsunuz, öyle bir yoldasınız sizler!..

Böyle diyecekler. O zaman, geriye dönüp o çektiğiniz şeylere bakınca, göreceksiniz ki sinek kanadına bile tekabül etmiyor. Zaten hadis-i şerifte de ifade buyuruluyor: “Dünyanın sineğın kanadı kadar kıymeti olsaydı, Allah’ı inkâr eden bir insan, bir yudum su içemezdi.”

Size zulmedenler ise, hiç farkına varmadan, âhiretlerini dünyada çiğneye çiğneye yiyip bitiriyorlar.. gıybet edip bitiriyorlar.. yalan söyleyip bitiriyorlar.. iftira edip bitiriyorlar.. cami yıkıp bitiriyorlar.. okul yıkıp bitiriyorlar.. okul kapatıp bitiriyorlar.. insanlara işkence edip bitiriyorlar… Bitiriyorlar, bitmiş insanlar!.. Amma size bu kadar kötülük yapan insanlara, sizin son yapacağınız iyilik şudur; yapacağınız şeyleri yapacaksınız, sonra…

Katiyen bütün ruhumun derinliğiyle inanıyorum ki.. sizin samimiyet ve saffetinize güvenerek.. Allah yolunda, başınızı eğmeden, eğilmeden, dünya karşısında yüzünüzü yere sürmeden yürüdüğünüzden ve yüzünüzü sadece Allah karşısında yere sürdüğünüzden dolayı inanıyorum ki.. size bakarak inanıyorum ki.. bir gün o insanlar, ister dünyada ister ukbâda, hayal ettikleri şeylerin ellerinden uçup gittiğini görünce, siz kendi karakterinize göre davranacaksınız!.. Kolu kanadı kırık o insanlar, orada veya burada, orada veya burada, karşınıza çıktığı zaman, Kıtmîr’in ricası olsun: -O kadar reca hakkım var mı sizden, bilemiyorum ve o kadar rica nezd-i Ulûhiyet’te bir şey ifade eder mi, etmez mi, bilemiyorum.- Rica ederim, tebessüm sadakalarınızı onlardan esirgemeyiniz!..

Kötülük yaptılar diye, ne dünyada ne de ukbâda, onlar için kötülük planları içine girmeyiniz!.. Dünyada kalbinizi o türlü şeyler ile kirletmeyiniz! Madem enbiyâ-ı ızâm yolundasınız, onların (aleyhimüsselâm) ahlakı ile ahlaklanarak, öbür tarafta da böyle bir civanmertlik ve böyle bir cömertliği onlardan esirgemeyiniz! Karakterinizin gereği bu!.. Sizi bu mevzuda sâbit-kadem kılan Allah (celle celâluhu), sizi gerçek insaniyet mazhariyetiyle, ahsen-i takvîm mazhariyetiyle serfiraz kılmış demektir. Bence onun gereği, öyle hareket etmektir. Siz, burada da, orada da öyle hareket ediniz, Allah’ın izni ve inayetiyle.

İftiralar Karşısında Yapılması Gerekenler

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiğine göre Firavun, Hazreti Musa hakkında, يُرِيدُ أَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ  “Sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” (Â’raf sûresi, 7/110) diyerek emniyet ve güven timsali Hazreti Musa’yı gizli ajandaya sahip ve iktidarı için tehlikeli bir kimse gibi göstermeye çalışmıştır. Günümüzde de mü’minlerin yaptıkları hayırlı faaliyetler hakkında benzer şüpheler oluşturabilmek için bazı odaklar tarafından sürekli iftira üretilmektedir. Bu durum karşısında mü’minlere düşen vazifeler nelerdir?

Cevap: Her şeyden önce inanan insanların, temel değerleri itibarıyla şartlara göre tavır değiştirmemeleri, rahat zamanlarda olduğu gibi, en amansız ve insafsız saldırılar karşısında da üsluplarını namusları bilerek müstakim bir çizgide sabitkadem olmaları gerekir. Öyle ki, onları anlamak ve okumak isteyen insanlar hiçbir zaman zihinlerde tereddüt oluşturabilecek bir tenakuzla yüz yüze gelmemelidirler. Aksi takdirde, inandırıcı olamaz, ruhlarının ilhamlarını başkalarına duyurmada mesafe kat edemezler.

Şiddetli Fırtınalar ve Devrilmeyen Çınarlar

Evet, mü’min, maruz kaldığı hâdiseler karşısında, asla, rüzgârın önündeki savrulan yapraklar gibi olmamalıdır. Bilâkis o, derinliklere kök salmış ağaçlar gibi her zaman dimdik bir duruş sergilemelidir. Botanikçiler bilir, bazı ülkelerde ağaçların kökleri sağlam olmadığından, sert bir rüzgâr estiğinde veya biraz fazla kar yağdığında ağaçlar hemen devriliveriyor. Hatta bazen haricî bir tesir olmaksızın toprakların yumuşaması bile onların devrilmesi adına yeterli olabiliyor. Bazı ülkelerde ise – su bulabilmek için olsa gerek- ağaçlar yerin derinliklerine doğru birkaç metre kök salıyor ve böylece bulundukları yerde şiddetli fırtınalara rağmen sapasağlam duruyorlar. İşte inanmış bir insan böyle olmalıdır.

Yoksa şartların lehinde veya aleyhinde olmasına göre vaziyet değiştiren, her bir hâdise karşısında daima menfaati istikametinde farklı bir tavır sergileyen insanlar bir müddet sonra inandırıcılıklarını kaybederler. Kalıcı bir inandırıcılık için her zaman dimdik ayakta durmasını bilmek ve istikameti muhafazada kararlı bir duruş sergilemek gerekir. Öyle ki, yirmi sene önce sizin nabzınızı tutmuş ve kalb ritimlerinizi dinlemiş olan insanlar nasıl bir ahenkle karşılaşmışlarsa, yirmi sene sonra elli defa feleğin çemberinden geçmiş ve elli defa preslenmiş olmanıza rağmen nabzınızı tutup kalbinizi dinlediklerinde yine aynı ritimle karşılaşmalılar.

Peki, bizim hiç hissî infialimiz, hiç feveranımız yok mudur? İnsan olmamız hasebiyle elbette ki bu tür duygular zaman zaman bizim içimize de esip gelebilir. Fakat Allah insana irade verdiğine göre, bunları kontrol altına almasını ve her zaman meşru daire içinde kalmasını bilmeliyiz.

Farklı Coğrafyalardaki Hüsnü Kabulün Sırrı

Söylediklerimi müşahhas bir misalle izah etmeye çalışayım: Bildiğiniz gibi 90’lı yıllarda, çiçeği burnunda delikanlılar diplomalarını ellerine alır almaz, dünyanın dört bir tarafına açıldılar. Bu arada antrparantez şunu ifade edeyim ki, insanlar hakkında mutlak mânâda tezkiyede bulunmak doğru değildir. Çünkü sena ettiğimiz kişi, o ölçüde bir kıvama sahip değilse, ağzımızdan çıkan bu tür sözleri Allah (celle celâluhu) öbür tarafta bizim yüzümüze çarpabilir. Bu yüzden birileri hakkındaki hüsnüzan dile getirilirken denge hep korunmalıdır. Bununla birlikte ortaya konulan bu tür fedakârlıkları görmezlikten gelmek açık bir kadir-bilmezlik olduğu gibi, arkasında bir kısım menfi niyetler aramak da ayrı bir dengesizlik ve apaçık suizandır.

Asıl konumuza dönecek olursak, evet, adanmış ruhlar, yirmi yılı aşkın süredir gönüllerinin ilhamlarını başkalarına duyurmak için dünyanın farklı coğrafyalarına açıldılar ve açılmaya da devam ediyorlar. Her ne kadar birkaç ülkede bir kısım problemler yaşanmış olsa da bugün gidilen ülke sayısı 170’in üzerindedir. Bu açıdan, 2-3 ülkede yaşanan problemi çok görmemek gerekir. Devlet-i Aliyye döneminde bile bu ölçüde geniş bir coğrafyaya açılım olmamıştır. Ekonomik ölçekte ortanın altında bir ülke olduğumuz, birçok insanın aleyhimizde çalıştığı, hakkımızda düşmanlıkların, gammazlamaların, hasetlerin, hiss-i rekâbetlerin bulunduğu nazar-ı itibara alınacak olursa, dünyanın 170 ülkesine açılabilmenin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Zaten insafla meseleye bakanlar bunu anlıyor ve takdirle yâd ediyorlar.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın sevkiyle dünyanın dört bir yanına açılan insanların hüsn-ü kabul görmesinde, kanaatimce onların hep aynı çizgide tavır ve davranış sergilemesinin önemli rolü vardır. Evet, sık sık onların nabızlarını tutanlar, kalblerine kulak verenler ritmin hep aynı attığını görmüş ve “Biz bu insanları senelerden beri dinliyoruz. Ajandalarında insanlığa hizmetten başka bir şey olduğuna şahit olmadık. Bunlar sadece insanlık solukluyorlar.” demişlerdir.

Aslında 170 ülke demek, 170 farklı kültür ortamı demektir. Oralara giden adanmış ruhlar, gittikleri kültür ortamının hususiyetlerine dair herhangi bir eğitim ve herhangi bir seminer alma imkânı da bulamamışlardı. Fakat onlar, bütün insanlığı kucaklayacak ölçüde engin bir vicdana sahiptiler. Yani onlar, Yunus Emre’lerin, Mevlâna’ların, Ahmed Yesevî’lerin, Hazreti Pîr-i Mugân’ların sahip olduğu bir engin duygunun peşinden gidiyorlardı. Peki, neydi bu duygu? O, bütün insanlığı sahil-i selâmete çıkarma duygusuydu. Onlar böyle bir duyguya sahip olduklarından ve aynı zamanda bütün işlerini insanî değerlere bağlı götürdüklerinden gittikleri yerlerde de Allah’ın izniyle hüsn-ü kabul gördü ve gönüllere girdiler.

Göz Yaşartan Açılım Kıvama Emanet

Bugün değişik belgesel ve programlarla yurtdışına açılma sürecinde yaşanan tecrübeler ekranlara taşınıyor. Onların serencameleri, hikâyeleri anlatılıyor. Fakat bunların hiçbirisi yaşananları aynıyla aksettiremez, gerçek derinlik ve enginliğiyle yaşanan o günkü duygu ve düşünceleri yansıtamaz. Zira adanmışlar öyle bir samimiyetle, öyle bir beklentisizlikle yollara düşmüşlerdi ki, kendilerine destek veren Türkiye’deki gönüllülerin imkânları müsait olmadığından gittikleri yerlerde bazen aylarca maaş alamamış, ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek ölçüde bir burs miktarıyla idare etmişlerdi. Yeri gelmiş gurbet ellerde işçilik yapmış, bir ırgat gibi çalışmış ve öyle geçinmişlerdi. İşte muhatap oldukları insanlar onların bu hâlisane tavırlarını görmüş ve onlara yürekten inanmışlardı. Allah bugün de onları imanda, ihlâsta, samimiyette ve vefada sabitkadem eylesin! Zira ciddî bir sadakat, ciddî bir ihlâs ve ciddî bir vefa ile başlayan böyle bir hareketin geleceğe yürümesi, kıvamın korunmasına bağlıdır. Allah korusun, bazen kurulan bir sistemin ahenk içinde işlemesi, sistem körlüğü hâsıl edebilir. Evet, bazen elde edilen başarı ve muvaffakiyetler insanı gurura sevk edebilir ve onun kendini rahat ve rehavete salmasına sebebiyet verebilir. Bazen de insan, zahiri sebepler açısından kendi tavır ve davranışları neticesinde ortaya çıkan güzellikleri, kendi istidat ve kabiliyetine, hikmet donanımlı düşüncelerine ve üstün fetanetine verebilir. Oysaki bütün bunlar bünyeye giren öldürücü birer virüs gibidir. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde bu virüsler bünyeyi yere serebilir.

Bu açıdan bir taraftan keyfiyeti muhafaza etmeye çalışılmalı; diğer yandan da, يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ  “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi dininde sabitleyip perçinle!” (Tirmizî, kader 7; İbn mâce, duâ 2); يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri hâlden hâle koyan Allah’ım, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” (Müslim, kader 17; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s. 137) gibi ifadelerle kaymama, yanılmama ve yanlış yollara girmeme adına Allah’a çok dua edilmelidir.

Peygamberlik makamı Hâtemü’l-Enbiya Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuştur. O’ndan sonra hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir, asla düşünülemez. Fakat insan peygamberâne bir çizgide, fevkalâde bir sadakat, fevkalâde bir ismet, fevkalâde bir iffet, fevkalâde bir hikmet ve fevkalâde bir fetanetle O’nun yolunda olmalı, peygamberlik ufkunu adım adım takip etmeye çalışmalıdır. Esasında ortaya konulan böyle bir kıvamla başkalarının hakkımızda yanlış bir kısım yorumlara girmesinin de önü alınmış olacaktır.

Beklenti Esarettir

Öte yandan, her fırsatta sık sık Allah rızasından başka hiçbir beklentimiz olmadığını hem ifade etmeli, hem de tavır ve davranışlarımızla bunu ortaya koymalıyız. Eğer kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adayan insanlar, yapmış oldukları hizmetleri belli dünyevî beklentilere bağlarlarsa, diyet ödeme mecburiyetinde kalır ve kendi hareket alanlarını daraltmış olurlar. Zira her beklenti, insanın hürriyetinden bazı şeyleri koparıp götürür.

Bu açıdan adanmış ruhlar, hürriyete sınır getirebilecek bütün beklentilerden uzak durmasını bilmeli ve aynı zamanda herhangi bir angajmanlığa girmeme konusunda kararlı olmalıdırlar. Onlar, elbette ki ülke ve millet için maslahat gördükleri istikamette siyasî bir tercih ortaya koyabilirler. Bu, bila kayd u şart bir partiye bağlanmak demek değildir. Ülke menfaatleri için uygun gördükleri bir tercihte bulunurken hiçbir zaman iradelerini bir siyasi organizasyona teslim etmemeli, asla hür iradelerine ve hürriyetlerine dokundurtmamalıdırlar. Hürriyeti korumanın en sırlı anahtarı ise Allah’a kulluktur. Allah’a kulluğa kilitlenmiş bir insan, tam hürriyetini elde etmiş, kula kulluktan kurtulmuş demektir. Başka mülâhazalara girenler ise, hürriyetlerini kırmış, çatlatmış olurlar.

Hatta bırakalım dünyevî beklentileri, mefkûre kahramanları Cennet beklentisi içine bile girmemeli, bilâkis onu Allah’ın fazlından istemelidirler. Çünkü ubudiyet, Hazreti Pîr’in ifadesiyle mukaddime-i mükafat-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sabıkadır. Bu açıdan insan sadece Allah’ı talep etmeli ve onun dışındaki bütün istekleri sonsuz karşısında sıfırı talep etme gibi görmelidir.

Fakat bu kıstaslara göre hareket edilmesine rağmen, yine de, belli imkânları ellerine geçiren ve hastalık ölçüsünde bir paranoya yaşayan insanlar, adanmış ruhların alanlarını daraltmaya çalışabilirler. Onlar, şeytanın sağdan yaklaşmasıyla meseleye dinî bir kılıf da geçirerek elde ettikleri bütün imkânları kendi havuzlarını doldurma istikametinde kullanmak ve sürekli kendileri adına stok yapmak isteyebilirler. Çok sağlam inanmış gibi görünen ve hatta hayatının büyük bir bölümünü tekke ve zaviyede geçiren insanlar bile bu tür küçük ve basit menfaatlerin arkasına takılabilirler. Evet, elde ettiklerini kaybetme korkusuyla paranoya yaşayanlar, tamamıyla kendi çıkar ve menfaatlerine odaklandıklarından, güvercinlerin bile bir yerde toplanmasını kendileri adına bir tehdit sayabilir, bundan endişe duyup “Acaba bunların belli yerlerde gözleri mi var?” gibi düşüncelere girebilirler.

Kirlenmiş Olanlar Çevrelerinde Temiz İnsan İstemezler!

Bu halet-i ruhiyenin sonucunda onlar, çevrelerinde iffetli, namuslu ve müstağni insanları görmek istemez, onların mevcudiyetinden dahi rahatsızlık duymaya başlarlar. Onlar, bir iş yaparken, bir çevre oluştururken hep kendileriyle aynı zihniyete sahip olan insanları tercih eder ve böylece kendilerini güvene almak isterler. Onlara göre çevrelerinde hep kendileri gibi düşünen insanlar bulunmalıdır ki yarın, öbür gün ayıpları görülmesin ve mesavîleri başkaları tarafından bilinmesin. Onlar, hırsızlık ve haramîliklerinin gizli kalmasını arzuladıklarından mesavîi mesavî olarak gören insanların içlerinde bulunmasına asla tahammül edemezler. Efendimiz’in beyanları içinde, temiz insanlar temizlikleri etrafında bir araya gelirken, kirli insanlar da kendi kirlilikleri etrafında bir araya gelirler. Evet, kirliler, ismet ve iffetleriyle yaşayan, sadakat ve fedakârlıktan ayrılmayan, her daim nezahetlerini koruyan insanları çevrelerinde istemezler.

Ancak, bu tür zulüm ve tecavüzler karşısında bile adanmış ruhlar sırat-ı müstakimden ayrılmamalı, duygu ve düşüncede hep dengeli davranmalıdırlar. Onlar kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviye gibi duygularda dengeli oldukları gibi, haset, hırs, kin ve nefrete maruz kaldıklarında ortaya koyacakları mücadele tarzında da dengeyi muhafaza etmelidirler.

Dengesizler Karşısında Dengeyi Muhafaza

Çünkü asıl hüner, başkalarının dengesizlikleri karşısında dengeyi koruyabilmektir. Mesela birileri haset ve çekememezlik duygusuyla sizin üzerinize gelebilirler. Gelecekte, bir kısım imkânların ellerinden kaçıp gitmesi korkusuyla size karşı kin ve nefret duygularıyla köpürebilirler. İşte burada bile aynıyla mukabelede bulunmama, imkânı varsa kortekste bu tür olumsuzluklara hiç yer vermeme, onların nöronlara bulaşmasına fırsat tanımama ve geldikleri gibi onları kapı dışarı etme çok önemlidir. Esasen el âlem sizi sevip alkışladığı zaman onlara karşı saygı duymak marifet değildir. Marifet odur ki sizi kabul etmeyen, mevcudiyetinizden rahatsızlık duyan insanlar hakkında bile, “Allah’ım, bana nâşâd olsun diyenler şâd olsun, nâmurad olsun diyenler bermurad olsun.” diyebilmektir. Hele bu kadar dengesizliğin bulunduğu günümüz dünyasında, dengeli olmak daha bir önem arz eder.

Kur’ân-ı Kerim, وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا  “Bir kavmin size karşı tecavüz ve saldırıları, sizi adaletsizliğe, haksız yere onlara saldırmaya sevk etmesin.” (Mâide sûresi, 5/8) buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlere akla hayale gelmedik zulümlerin yapıldığı Mekke döneminde nâzil olmuştur. Böylece mü’minlere, bütün bu olup bitenleri engin vicdanlarıyla sabırla karşılamaları ve aynıyla mukabelede bulunmamaları emredilmiştir. Dolayısıyla birilerinin nâseza nâbeca tavır ve davranışları, mü’minleri hak ve adalet duygusundan ayırmamalıdır. Başkalarının adaletsizlik yapması, sizin adaletsizlik yapmanızı asla meşru kılmaz. Siz, inanan gönüller olarak her zaman âdil olma mecburiyetindesiniz.

Eğer bir karalama kampanyası başlatılmış, yapılan zulümler sürekli hâle getirilmiş, hiç durmadan sabah akşam zift gibi yalan ve iftira püskürtülüyorsa, bu durumda yerine göre tavzih, tashih, tekzipte bulunulabilir ve tazminat hakları kullanılabilir. Fakat bu hakları kullanırken bile, kendimize yaraşır ve yakışır şekilde, kendi karakterimizin gereğini sergilememiz gerekir. Evet, كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Herkes kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ sûresi, 17/84.) Bize düşen de her hâlükârda kendi karakterimizin gereğine göre hareket etmektir.

Bamteli: Toplumsal Cinnet

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

*Allah her halükârda istikâmetten ayırmasın; önemli olan, odur. Fırtınalar karşısında savrulmama, devrilmeme.. selin önündeki bir kütük gibi sürüklenmeme.. toprağa düştüğü zaman hemen çürümeme.. çürüdüğü zaman ise başağa yürüme.. ya da bir ağaç gibi ser çekme yolunda olma.. ve sürekli değişip durma fakat iyiliğe doğru değişip durma; her tebeddül ve tagayyürle, tebeddül ve tagayyür etmeyen Zat’a birkaç adım daha yaklaşma… İşte bunlar bizim yolumuzun gereğidir.

İrşat Yolunun Şiarı Beklentisizlik ve İstiğnadır

*Beklentisizlik Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşat yolunun hususiyetidir.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yahûdîden veresiye yiyecek satın almış ve borcuna mukabil demirden mâmul zırhını rehin bırakmıştı. Hâlbuki Nebîler Sultanı’nın uğrunda ruhlarını dahi feda etmeye âmâde bulunan Ashab-ı Kiram efendilerimiz küçük bir işaret görselerdi, bütün varlıklarını çok rahatlıkla verebilirlerdi. Fakat İstiğnâ İnsanı (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) Sahabe-i güzine borçlansaydı, onlar, verdiklerini kat’iyen borç olarak görmez ve onu asla geri almazlardı. Hele Hazreti Sâdık u Masdûk’un zırhını borcun teminatı olarak ellerinde tutmaya hiç yanaşmazlardı. İşte, İnsanlığın Medâr-ı Fahrı, böyle bir minnet altında kalmaya kesinlikle razı olamayacağından dolayı, Ashâb-ı Kiram’dan değil de bir yahûdîden borç istemiş ve karşılığında kalkanını rehin bırakmıştı.

*Daha da önemlisi, Nezâhetin Hülâsâsı (aleyhissalâtü vesselam) ashabından borç almayı istiğna anlayışına muvafık bulmamış; onlardan hiçbir dünya malı istememeyi, risâlet vazifesine karşılık ücret beklememe esasının icabı saymıştı. Din-i Mübîni tebliğ ve temsil etmesine, insanlara saadet-i dareyn vesilelerini bildirmesine ve hususiyle Sahabe’ye Cennet yolunu göstermesine mukabil en küçük bir menfaat talep etmediğini bu vakıayla bir kere daha ortaya koymuş ve dava-yı nübüvvetin vârislerine yine hüsn-ü misal olmuştu.

“Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır” Sözünün Aslı

*Ashab-ı Kiram efendilerimiz mütevazı yaşadıklarından büyük oldular. Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde:

مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir.

*Tekebbür, kip itibarıyla büyüklendikçe büyüklenmek demektir; tabiatında büyüklük bulunmayan, zatında büyük olmayan, sıfır ibn-i sıfır, sıfır ibn-i sıfır birinin kibirlenmesidir. Aslında küçük olan insanlar bir aşağılık duygusunun gereği olarak büyük görünme kompleksine girerler.

*Aslında kelam-ı kibâr olan ama hadis diye şâyi bulunan “Et-Tekebbürü ale’l-mütekebbiri sadakatün –  Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır.” sözü yanlış yorumlanmakta ve uygulanmaktadır. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in beyanları arasında böyle bir söz yoktur. Eğer bir büyük tarafından söylenmişse, ona da makul bir mahmil bulmak lazımdır: Şayet birisi seni hor hakir görüyor ve sana tepeden bakıyorsa, ona zillet göstermek insanlığına karşı saygısızlıktır. Fakat bu sözü -haşa ve kellâ- “Biri geldi, ayağını ayağının üstüne attı; o halde ben de atayım. Çünkü kibirlenen birine karşı kibir tavrı sergilemek sadaka sayılır!” deyip o şekilde davranmak doğru değildir. Rica ederim, dünyanın süper güçlerinden vezir seviyesinde elçiler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzuruna gelip kendilerine göre bir tavır aldıklarında O (aleyhissalâtü vesselam) Şah İsmail’in tahtı gibi bir tahta kurulup ayağını ayağının üstüne mi attı?!. Öyle yapmadığı gibi, dışarıdan gelen insanlar çoğu zaman O’nu cemaat içinde tefrik dahi edemiyorlardı.

Allah Rasûlü, “taayyün-i evvel”in kahramanıydı ama insanlardan bir insan olarak yaşardı!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam’daki firaset yoktu; o, Efendimiz’i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü’nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O’nu hemen fark ederdi. Fakat o firasette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, tasavvufî ifadesiyle “taayyün-i evvel”in kahramanıdır; “Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım” kudsî hadisinin mazharıdır. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğrudur; çünkü o “Muarrif” olmasaydı, bu âlemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Rasûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur’ân’la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.”

*Kibir, kirli gönüllerin kiridir. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuyor ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennet’e giremez!”

*Kibir, ataları/öndekileri körü körüne taklit ve bakış zaviyesindeki inhiraf imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan marazların başında gelir.

Ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek sağlam imanın önündeki engellerden biridir

*Evet, ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek de sağlam imanın önündeki engellerden biridir. Kur’ân-ı Kerim pek çok yerde müşrik ve kâfirlerin bu tutumunun yanlışlığına dikkat çekmiştir. Mesela bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Onlara Allah’ın indirmiş olduğu şeye tâbi olun denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuş isek o yola uyar gideriz.’ derler.” (Bakara, 2/170) Tarih boyu, inanmayanlar, inanmak istemeyenler kendilerine göre bir ata, bir tiran bulmuş ve kör bir taklitle onun arkasından gitmişlerdir. Bu mukallitlere göre, ataları taşa, ağaca, helvadan yapılmış putlara tapsa da onlar “lâyüs’el”dir; yani sorgulanamazlar. Onların söyledikleri ve yaptıklarında hiçbir zaman yanlışlık aranmaz. İşte bu da kaybettiren, imandan mahrum bırakan çok tehlikeli bir marazdır.

*Taklit ve geçmişlerin izinde yürüme bütün bütün mezmum değildir, peygamberler ve hak dostları gibi taklit edilmesi faydalı hatta gerekli olan şahıslar da vardır. Bu, özleri sâfi, düşünceleri duru, kafaları Hak’la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanları taklit doğruya yönlendirici ve maddî ma’nevî huzura erdiricidir. Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harabîsin, harabatîsin” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Zararlı taklit ise, akl-ı selim kâle alınmadan, müspet fenlerin ortaya koyduğu neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların düşüncelerini benimsemesi ve onların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânâsına hakarettir; insanı, iman-ı kâmilden uzak tutar ve kendi gibi aciz zayıf varlıklara köle yapar.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ

“Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, Sünnet 5) buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Dini hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm),

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ

“Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” buyurarak, sahabe-i kiramın takip edilmesi gereken rehberler olduğuna ve ulaşılmaz konumlarına dikkat çekmiştir.

Bakış açısını doğru ayarlayamayanlar en açık hakikatleri dahi göremezler

*Bakış zaviyesindeki inhiraf ve meselelere yanlış açılardan bakma da bir küfür sebebi olagelmiştir. Bazen fizikî kıstaslarla metafiziği ölçme, bazen sadece metafiziğe ait mülahazalarla fiziği tartmaya kalkma insanı yanlış neticelere götürür. Rabb’i tanıma yolunda, bakış açısının çok iyi ayarlanması şarttır. Yoksa Firavun’un, yüksek kuleler yapıp, o kulelerin başından Allah’ı bulmaya çalışması; Nemrud’un gökyüzüne ok atarak O’nu vuracağını sanması hep yanlış bir bakış açısı ve niyet bozukluğunun sonucudur. 20. asırda, firavunca bir düşünceyi de Gagarin seslendirmiş ve dünyanın etrafında tur atıp geriye döndüğü zaman, “Allah’a rastlamadım” diyebilmiştir. O’nun bu hezeyanına karşılık Necip Fazıl’ın şu sözü çok manidardır: “A be ahmak! Allah’ın fezâda dolaşan bir balon olduğunu sana kim söyledi?”

*Mekke müşrikleri, İnsanlığın İftihar Tabosu’na bakarken sadece Abdülmüttalip’ten Ebu Talib’in himayesine kalmış bir yetim görüyorlardı. (O yetime canlarımız kurban olsun!..) Onun maddeten fakirliğini -haşa- bir eksiklik sayıyorlardı. Mekke’de Velid b. Muğire’yi, Taif’te de Urve b. Mesud’u kastederek, “Bu Kur’ân, Mekke’de veya Taif’teki iki şerefli insandan birine inmeli değil miydi?” diyorlardı. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), maddî açıdan fakir ‎birisiydi. Ebû Talib’in himayesinde yetişmişti. Dolayısıyla O’nu, o günkü toplum telâkkisine takılarak ‎kabullenemiyor ve hazmedemiyorlardı.

Günümüzde Sadece “Hücûmat-ı Sitte” Değil, Belki “Hücumât-ı Sittîn” Mevcut

*Maddî virüsler için sürekli bir değişim söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de zamana ve şahsa göre değişiklik arz edebilir. Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enâniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Günümüzde “hücumât-ı sittîn”den de bahsedilebilir; yani o altı asla irca edilebilecek belki altmış hastalık mevcuttur. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah’ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır.

*Bugün peylenen kimseler de söz konusu marazlardan bir ya da birkaçına müptela olduklarından dolayı bir meta gibi alınıp satılmaktadırlar. Meselâ, bohemlik, makam tutkusu, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret tutkusu ve para/mal düşkünlüğü tehlikeli birer marazdır; bunların yalnızca biri bile insanın iradesini felce uğratabilir.

*Mal mülk arzusu ve para hırsı tarih boyu insanların büyük çoğunluğunun en büyük zaaflarından biri olmuştur. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şu ifadeleriyle beyan buyurur: “Âdemoğlunun bir (diğer rivayette iki) vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister, onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz, gözünü doyurmaz. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” Evet, doyma bilmeyen bir hırsla sürekli daha fazlasını isteme ve her şeyi ele geçirme gayreti içine girme çoğunluğun zaafı olan bir husustur. Esasında toplumdaki pek çok kavga ve çatışmanın arkasında da böyle bir menfaat yarışı yer almaktadır.

“Paranoya ne demek; toplumsal bir cinnet yaşanıyor!..”

*Böylelerine “deli” nazarıyla bakabilir ve onların arkasından koşanlara da “deli” hükmünü verebilirsiniz. Genel manada bakar, görür, değerlendirirsiniz; eğer sonunda bir de kendi ülkenize bakacak olursanız, zannediyorum, yeryüzünde o ölçüdeki delileri istiâb edebilecek bir tımarhanenin olmadığı kanaatine varırsınız. On beş-yirmi sene evvel, Hizmet Hareketi için pozitif düşündüğünü zannetmediğim, sizin de bildiğiniz meşhur gazetecilerden bir tanesiyle aynı sofrada oturuyorduk. Bir aralık “Bu ülkede günümüzde korkunç bir paranoya yaşanıyor!” demiştim. O, “Hocam paranoya ne demek? Toplumsal bir cinnet yaşanıyor!” dedi. Şu uyumuşluğa ve uyuşmuşluğa bakılınca, sahiden bir cinnet hali müşahede ediliyor.

*İnsanın zaafa açık noktalarından birisi de “tûl-i emel” duygusudur. Tûl-i emel; hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmak; sonu gelmez isteklerin, bitmez tükenmez arzuların, önü alınamaz hırsların ve tamahın peşine düşmek demektir. Tûl-i emelin menşei ise tevehhüm-ü ebediyettir. Tevehhüm-ü ebediyet, insanın kendisini ebedî ve lâyemût (ölmeyecek) zannetmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanması, peşin zevk-safa ve ücretlerle avunarak sadece hâlihazırı yaşaması, geçmiş ve geleceği umursamaması demektir.

*Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.”

İstemez misiniz dünya onların olsun, ahiret de bizim?!.

*Nebîler Serveri’nin eşleri de birer beşerdi; her insanda bulunan bazı duygular onlarda da zaman zaman hükmünü icra ediyordu. Hane-i Saadet’te vahiyle besleniyor olmalarına rağmen, dünya nimetlerine karşı tabii alâka onların içlerinde de bir ölçüde canlılığını koruyordu. Gerçi, o huzur atmosferinde, bugünkü evlerden yükselen şikâyet edalı sesler hiçbir zaman duyulmamıştı; fakat birkaç kere, onların da günde bir-iki öğün yemek yeme ve herkesin istifade ettiği kadar dünyadan istifade etme arzuları ve bu arzularını açığa vuran imaları olmuştu. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bol bol nimetler lütfettiğini görünce, Ezvâc-ı Tâhirât da kendilerine verilen nafakanın arttırılması hususunda Gönüllerin Efendisi’ne başvurmuşlardı. Fakat Ufuk İnsan (aleyhissalâtü vesselam) zevcelerinin bu müracaatından hiç memnuniyet duymamış; bilakis, oldukça üzülmüş ve hoşnutsuzluğunu belirtmişti. Hatta Habîb-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, eşlerinin daha fazla nafaka talep etmelerinden dolayı o kadar hüzünlenmişti ki, hücre-i saadetine kapanmış ve bir süre hiç kimseyle görüşmek istememişti. Allah Rasûlü’nün eşlerine karşı bu şekilde tavır ayarlamasına ve hücre-i saadetine kapanmasına bir yönü itibarıyla “Îlâ Hâdisesi” denmiştir.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!” buyurmuştu.

“Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” Söndüremeyecekler, Allah’ın inayetiyle!..

*Önemli olan, Hazreti Pir’in ifadesiyle, dünyayı kalben terk etmektir, kesben değil. Çünkü ahiret adına dünyanın çok önemi vardır. Kârun kadar bile zengin olabilirsiniz. Fakat iktiza ettiği dönemde, hiç tereddüt etmeden, “Alın bunu, götürün, bir yerde üç-dört tane üniversite açın!” diyebiliyorsanız, bir yönüyle dünyayla Cennet’i peyliyorsunuz demektir. Gününüzde sizin zenginlerinizin çoğu bu felsefeye göre hareket ediyorlar; Allah adetlerini çoğaltsın, birlerini bin etsin.

*Başkaları bundan rahatsızlık duyuyor, baskınlar yapıyor ve yapılan himmetlerin önünü almaya çalışıyorlar. Fakat “Takdir-i Hudâ kuvve-yi bâzû ile dönmez / Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” (Ziya Paşa) Bu yol peygamber yoluysa, bu yol sahabe yoluysa, bu yol Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali yoluysa, bu yol Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Hazreti Fatıma yoluysa -Allah bu yoldan bizi ayırmasın- bunu değil öyle zayıf insanlar, Nemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar, Amnofisler, İbnüşşemsler bile önleyemeyeceklerdir.

*Hizmet Hareketi bir kere çağlamış gidiyor, Allah’ın izni ve inayetiyle. Dünya ve mâfîhâyı kafalarından silip atmış insanlar da kendilerini o çağlayana salmışlar. Deryaya, deryalara boşalacağı âna kadar da bu akıntı devam edecektir. Bunun önünü, falan yerdekiler de, filan yerdekiler de alamayacaklardır.

*Sadece bir şeyden endişe ediyorum: Bahreyn’den gelen ganimetler oldukça çoktu. Dünya nimetleri Sahabenin gözünün önüne dökülünce, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek parmaklarıyla ganimet mallarını işaret buyurdu; “Ben şu düşmandan, bu düşmandan, şundan bundan endişe duymuyorum; fakat bir gün bunun karşısında tenafüse girip birbirinizle rekabet etmenizden korkuyorum.” dedi. Evet, bu mübarek hareketin gönüllüleri, bu Peygamber yolunda yürüyenler, bu sahabe yolunda hizmet edenler, peylenemeyen bu insanlar peylenememeyi devam ettirirlerse, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu iş de devam eder gider. Ama birileri dünyaya meylederlerse, dökülür yollarda kalırlar hafizanallah!..

İrşat Yolcuları İçin En Büyük Kredi: Beklentisizlik

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Gönüllerin hak ve hakikatle buluşturulması vazifesinde olmazsa olmaz diyebileceğimiz temel disiplinler nelerdir?

Cevap: İnanmış bir insanın, Mâbud-u Mutlak’a karşı ortaya koyduğu ubûdiyeti, ubûdet-i mutlaka mülâhazasıyla olmalıdır. Yani o, kulluğunun içine başka hiçbir şey karıştırmamalıdır. Çünkü biz, O’nun boynu tasmalı kullarından ibaretiz. Aczimiz, fakrımız, zaaflarımız, tutarsızlıklarımız, tutmak istediğimiz her şeyin elimizden kaçıp gitmesi, yakaladık derken tekrar kaçırmamız, arzuladığımız şeylere bir türlü ulaşamayışımız da bunu göstermektedir. Belli ki biz, biz olarak kendimize sahip ve malik değiliz. Üzerimizde mutlak bir hâkimiyet var.

Vâkıa insan, her zaman bu hakikatleri hissedemeyebilir. O, bazen belirli bir frekansa kalibrasyon yapar ama ayar tam olmayınca işin içine sağdan soldan şerareler girer. Bu da insanın şahsî mülâhazalarını işin içine katması demektir. Dolayısıyla insanın çok ciddî kalibrasyonlarla doğru sesi bulmaya çalışması lazımdır. Evet o, düşüncelerini, mülâhazalarını, sözlerini önce vicdanın kadirşinas terazilerinde tartmalı, sonra ortaya koymalıdır. Bunca cehd u gayretten sonra yine de işin içine bize dair bir şeyler karışırsa işte o zaman Allah’ın (celle celâluhu) bu zaaflarımızı affedeceğini ümit ederiz. Yoksa sanki bütün sorumluluklarımızı mükemmel yapıyormuşuz gibi lâkayt ve lâubalice tavırlar kulluk şuuruyla bağdaşmaz.

Balyoz Balyoz Üstüne

Mesela namaz kılarken secdeye kapandınız, beş on dakika içinizi Allah’a döktünüz. Fakat o esnada şeytan, nefis mekanizması vasıtasıyla size, “İyi bir kulluk yapıyorsun.” gibi bir şey fısıldayıverdi. Şayet böyle bir düşünce size kelâm-ı nefsî ile geldiyse, yine hemen bir kelâm-ı nefsî ile, “Ey yalnızca kendisine ibadet edilen Allah’ım, Sana hakkıyla kulluk edemedik! Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan Allah’ım, şanına lâyık zikri yapamadık! Ey her dilde kendisine şükredilmesi gerekli olan Rabb’im! Sana gereğince şükredemedik! Ey her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah’ım, Seni hakkıyla tesbih u takdis edemedik!” demeli, O’nun rızasına uymayan her türlü düşünce ve mülâhazanın başına, bir daha belini doğrultamayacak şekilde bir balyoz indirmelidir.

Fakat onun başına en ağır balyozları indirseniz de, yine de bilmelisiniz ki şeytanın vesvesesi ve nefs-i emmârenin de tesvilât ve tezyinatıyla beslenen bu tür duygular hiç umulmadık yerlerde yedi canlı varlık gibi daha sonra yeniden hortlayıverir. Öyle ki, insan Kâbe’yi tavaf ederken de Arafat’ta Allah’a el kaldırıp dua dua yalvarırken de Müzdelife’de geceyi değerlendirirken de hatta Mina’da kendi arzularının başını taşlıyor gibi şeytana taş yağdırırken bile nefis ve şeytan hiçbir zaman boş durmayacak, sürekli onun ayağını kaydırmaya çalışacaktır.

İşte bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd sûresi, 11/112) buyrulmuştur. Aynı şekilde biz, her gün kıldığımız namazlarımızda, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ  “Allah’ım, bizi Sence, yolun doğrusu hangisi ise ona hidâyet eyle!” (Fâtiha sûresi, 1/5) diyoruz. Eğer sünnetleriyle birlikte bütün namazlarımızı kılıyorsak, günde kırk defa bunu tekrar ediyoruz. Evvâbîn, teheccüd, ve duha (işrak) gibi diğer nafileleri de kılıyorsak belki günde altmış kere Allah’tan sırat-ı müstakim talebinde bulunuyoruz. Çünkü O, bizim elimizden tutup da bizi doğru yola ulaştırmazsa, çok defa nefs-i emmârenin patikalarında iflâhımız kesilir. Evet O (celle celâluhu), elimizden tutmazsa, o kadar çok trafik kazasına sebebiyet veririz ki, daha sonrasında meydana gelen bu yıkılma ve kırılmaları kolay kolay tamir edemeyiz.

Hizmetlerini Bir Bedele Bağlayanlar Asla Başarılı Olamazlar

Öte yandan eğer biz, sürekli O’nu heceler ve O’nunla gecelersek, düşünmemiz gerekli olan yerlerde hep “O” der ve “Hüve” ile soluklanırsak, mukteza-i beşeriyetin tesirinde kaldığımız zamanlarda da, O’nunla irtibatımız devam eder. Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldıktan sonra teheccüde kalkma ve geceyi ihya etme düşüncesiyle yatağına giren bir kimsenin, uykusu ağır basıp da kalkamadığı zaman bile uykusunun Rabbisinden ona bir sadaka olduğu müjdelesini vermiştir. (Bkz.: Nesâî, kıyâmu’l-leyl 63; İbn Mâce, ikametü’s-salât 177) Bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğinden bize lütfettiği bir armağandır. Evet Rahmeti Sonsuz, bizi, bütün bütün altından kalkılmaz vazifelerle sorumlu tutmamış, ancak götürebileceğimiz kadar mükellefiyet yüklemiştir. لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” (Bakara sûresi, 2/286) âyetinin de işaret ettiği üzere dinde teklif-i mâlâyutak yoktur.

O hâlde engin lütuf ve sonsuz rahmetiyle nimetlerini başımızdan aşağı sağanak sağanak yağdıran Rabbimize karşı bizim de O’nun rızasından başka bir arzumuz olmamalıdır. Çünkü bunun ötesinde bir şey yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’ten mübarek cemâlini göstermesinden (rü’yetullah) sonra mü’minlere olan en büyük armağanı, “Ben sizden hoşnudum.” buyurmasıdır. O’ndan gelen böyle bir nefha-i ilâhînin insan ruhunda hâsıl edeceği engin zevki, burada kestirmemiz mümkün değildir. Belki Şâh-ı Geylânî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Muhammed Bahauddin Nakşibendî, Mevlâna Hâlid Bağdâdî, İmam Rabbânî ve Hazreti Pîr-i Muğan gibi hak dostları, bu dünyanın müsaade ettiği ölçüde zılliyet planında böyle bir zevki duymuş olabilirler. Benim böyle bir şeyi ne anlatmaya ne de tasvir etmeye gücüm yetmez. Çünkü bizzat Sahib-i Şeriat, Cennet nimetlerini anlatırken, أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Ben, salih kullarıma, ötelerde öyle şeyler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de kimsenin hayaline gelmiştir.” (Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 4, 5) buyurmuştur. Burada çizilen çerçeveden, bunun insan ihatasını ve idrakini çok aşan bir mesele olduğunu anlıyoruz.

Bu açıdan hem dünyada hem de ukbada, O’nu dilemeden ve aynı zamanda başkalarında da O’nu dileme arzusu uyarmadan daha büyük ve daha kıymetli bir şey yoktur. Bunun içindir ki, enbiya-i izâm, hayat-ı seniyyelerini sadece Allah’ı tanıtma, Allah’ı sevdirme ve insanların Allah’la olan irtibatlarını güçlendirme temel disiplinine bağlamışlar ve bunun karşılığında  kimseden ne bir şey istemişler, ne de beklemişlerdir. Çünkü bu, ihlâsa zarar verir ve ameli de zayi eder. Ayrıca yaptığı hizmetleri bir bedele bağlayan insanların başarılı olduğu görülmemiştir. Onlar, muvakkaten başarılı olmuş olsalar bile, esen muhalif bir rüzgâr her şeyi bir harman gibi savurmuştur.

Bütün Peygamberlerin Dilinde Aynı Hakikat

Yüce Allah, Şuarâ Sûresi’nde art arda Hazreti Nûh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (aleyhimüsselâm) gibi enbiya-i izâmı zikrettikten sonra bunların hepsinin ortak sözü olarak şöyle buyurur: وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180) Onlar, vazifelerini sadece Allah için yapmış, nazarlarını sürekli Allah’a çevirmiş ve yaptıkları hizmetler karşılığında da başkalarından zerre miktarı bir beklentiye girmemişlerdir.

Devir değişmesine, şartlar başkalaşmasına ve farklı zaman dilimleri farklı yorumlar ortaya koymasına rağmen zikri geçen peygamberlerin hepsi de bu meselede kelimesi kelimesine aynı şeyi söylemiştir. Hazreti Nûh ne demişse, Hazreti Hûd da, Hazreti Salih de, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (aleyhimüsselâm) da onu demiştir. Oysaki onların gönderildikleri her bir toplumun kendisine göre farklı problemleri vardı. Demek ki problemler farklı da olsa onları halletmenin yolu ihlâs ve beklentisizlikten geçmektedir.

Mesela Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) kavmi, büyük insanları ilâh edinmiş ve bu ilâhlara da Ved, Yeğûs, Yeûk ve Nesr gibi isimler vermişlerdi. Onlar, yerin altında gömülü olan insanlara temenna duruyor ve onlardan bir şeyler bekliyorlardı. (Bkz.: Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/105-111; Nûh sûresi, 71/23) Bir yönüyle bu her devirde karşılaşılabilecek bir tehlikeydi.

Âd kavmi ise, büyüklükleriyle övünüyor, taşları oyarak içlerine evler yapıyorlardı. Onlar, kibirlerine öyle yenik düşmüşlerdi ki yerden veya gökten gelecek hiçbir zararın kendilerine dokunamayacağına inanıyorlardı. Onlara göre bütün faylar, altlarında toplansa ve bir anda kırılmaya başlasa, yine de oturdukları sağlam binalarını yıkamazdı. Dolayısıyla onların problemi, Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) kavminin probleminden farklıydı. Hazreti Hûd (aleyhisselâm), onların tehditlerine aldırmadan, başına gelebilecek bütün tehlikeleri de göze alarak, ısrarla onların nasıl bir yanlış içinde olduğunu vurgulamış ve aynı zamanda istiğnasını dile getirmişti. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/122-140; Fussilet sûresi, 41/15-16)

Hazreti Salih’e (aleyhisselâm) geçtiğimizde, o dönemdeki insanların da yine farklı problemleri olduğunu görüyoruz. Onlar da bağlarda bahçelerde, meyvelikler arasında dünyaya dalmışlar, muhkem binalarda ferih ve fahur bir şekilde yaşamaya başlamışlardı. Peygamberleri olan Hazreti Salih, bütün zorlukları göğüsleyerek, karşılığında hiçbir şey beklemeden tebliğ vazifesini yerine getirmiş, onları tevhide çağırmış; müsrif ve müfsit bir toplum olmamaları konusunda uyarmıştı. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/141-159)

Daha sonra gelen Hazreti Lût (aleyhisselâm) döneminde de, insanlar insanlığa yakışmayacak müstehcenliklere dalmış, sapık ve ahlâksız bir toplum olmuşlardı. Diğer peygamberler gibi Hazreti Lût da, kovulma ve tecrit edilme tehditlerine aldırmaksızın onları tevhide ve doğru yola çağırmış ve bunun karşılığında da hiçbir beklentiye girmemişti. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/160-175)

Hazreti Şuayb’a (aleyhisselâm) gelince, o dönemde de, çarşı ve pazarda ölçü ve tartılar altüst olmuştu. Terazinin ne sağ ne de sol kefesi belliydi. Ticarî hayat spekülasyonlarla doluydu. Hortumlar sadece güç ve iktidarı elinde bulunduranların kendi çıkarları istikametinde akıyor ve onların depolarını dolduruyordu. Hazreti Şuayb, “Ölçeği, tam ölçün de eksik ölçüp hak yiyenlerden olmayın! Doğru terazi ile tartın, halkın hakkından bir şey kısmayın! Ülkede bozgunculuk yaparak nizamı bozmayın.” (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/176-191) sözleriyle onları ikaz ediyor ve bu uyarıları karşılığında onlardan hiçbir şey istemediğini bildiriyordu.

Şuara Sûresi’nde bu beş peygamberin sıralandığı yerde İnsanlığın İftihar Tablosu zikredilmez. Fakat başka bir sûrede geçen O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu beyanının da onların sözünden bir farkı yoktur: لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى “Benim (bu risalet ve irşad hizmetinden ötürü), sizden akrabalık sevgisinden/yakınlığın hatırından başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.” (Şûrâ sûresi, 42/23) Bu sözüyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) on üç sene Mekke’de kendisine çektirmedik sıkıntı bırakmayan, neş’et ettiği yerden O’nu göçe zorlayan, O’na hicran ve hasret yaşatan kavminden hiçbir ücret istemediğini ifade etmişti. Evet O, muhataplarının hem dünya, hem ahiret saadetine vesile olduğu hâlde onlardan hiçbir şey istememiş; hasır üzerinde yatıp kalkmış, aç kaldığı günler olmuş fakat O, bu tavrını hiçbir zaman değiştirmemişti.

Sıfırlanan İtibar ve Sarpa Saran Yollar

Esasında güven telkin etmenin ve muhatabı inandırmanın biricik yolu da budur. Çünkü yaptıkları hizmetler karşılığında bir kısım beklentilere giren ve menfaatler gözeten insanlar, kendilerine yönelen teveccühleri kırmış ve muhatapları nazarında itibar kaybına uğramış olurlar. Bu açıdan eğer siz, “Vira bismillâh!” deyip bir hizmet yoluna girmişseniz, peygamber yolundan ayrılmamalısınız. Size bakanlar, çok rahat, “Bunlar işin içine girdikleri zaman yüz liraları vardı. Ayrıldıklarında baktık, doksan liraları kalmış. Demek ki, sahip oldukları parayı bile koruyamamış ve bu yolda harcamışlar.” diyebilmeliler. Müstağni olma ve beklentiye girmeme prensibi, köy muhtarından devlet başkanına kadar bütün idareciler için gerekli bir vasıf olduğu gibi, kendilerini hak ve hakikati anlatmaya bağlamış adanmışlar için de geçerlidir. Zira onların en büyük dinamiği, beklentisizlik ve adanmışlıktır.

Kendini insanlığa hizmete adamış insanların kalıcı eserler bırakmaları da peygamber yolunda yürümelerine bağlıdır. Yoksa Harun olarak yola çıkıp sonra Karunlaşan kimseler bir gün gelir hazineleriyle birlikte yerin dibine batar ve lânet ile yâd edilirler. Eğer dilimin azıcık bir yerinde tel’in ve bedduaya yer olsaydı, millete hizmet etme iddiasıyla ortaya çıktıkları hâlde kendi menfaatlerini düşünen, meselelerini çıkar çarkına bağlayan, ihalelerde kendilerine pay ayıran, kendilerine pay verenleri mâbeyn-i hümayun insanı hâline getirenlere şöyle derdim: “Allah, sizi çoluk çocuğunuzla, beklentilerinizle, ümitlerinizle yerin dibine batırsın, mahvetsin!” Ama dilimde böyle bir bedduaya açık bir yer olmadığından İkbal’in dediği gibi, dua dua yalvardım, tel’in ve bedduaya âmin demedim.

Bu açıdan hiç olmazsa kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adamış olan bir mübarek daire içinde bulunan insanlar, yaptıkları hizmetleri kendi hesaplarına değerlendirmeyi asla düşünmemelidirler. Onlar, hatır ve itibarlarını kullanarak hakları olmayan ne bir ihale almalı ne de başka bir menfaatin peşine düşmelidirler. Onlar, kendileri için en büyük birer dinamik olan adanmışlık ve beklentisizliklerini dünyaya ait böyle bayağı şeyler karşısında feda etmemelidirler. Zaten meşru dairede dünya için uğraşan insanlar var. Cenâb-ı Hak, onlara ticarî hayatlarında büyük kazançlar lütfetmiş, lütfediyor ve onlar da kazançlarını, servetlerini Allah yolunda kullanıyorlar. Rehber konumunda bulunan adanmışlara gelince onların en büyük zenginliği ise hasbîlikleri ve beklentisizlikleridir. Eğer onlar bunu bırakıp başka şeylerin arkasına düşerlerse, çoğu bırakmış aza talip olmuş olurlar.

İnsanlığın İftihar Tablosu, ruhunun ufkuna yürüyüp bu dünyaya gözlerini kapadığı zaman, ailesinin rızkını temin etmeye matuf olarak mübarek zırhı bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. (Buhârî, rikak 17; Müslim, libâs 37) Hazreti Ebû Bekir, O’ndan farklı değildi; kendisine verilen maaşın fazla gelen miktarını bir testinin içine atmış ve bunu kendisinden sonra gelen halifeye emanet etmişti. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186) Hazreti Ömer Efendimiz’in elinde avucunda bir şey yoktu. Çok defa Mescid-i Nebevî’de kum üzerinde yatıyordu.

Yolsuzluğu Yol Edinenlerin Hazin Sonu

Örnek alınması gereken büyükler bunlardır. Doğru olan yol ve yöntem de onların yolu ve yöntemidir. Onların yolunun dışındaki bir yola, “yolsuzluk” denir. Doğru yoldan çıkan böyle bir insan da hiç farkına varmadan elli türlü yolsuzluğa kaymış olur. Yapılan bu yolsuzluklar, başta insanı güldürse bile, bir gün öyle bir ağlatır ki insana, “يَالَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا ‘Ah ne olurdu, keşke toprak olsaydım’ (Nebe sûresi, 78/40) da bunları duymasaydım!” dedirtir.

Bu açıdan en azından bu heyet-i âliye içindeki insanlar, heva ve heveslere bakan yönü itibarıyla sinek kanadı kadar kıymeti olmayan bu dünyaya, fazlası değil itibar edilmesi gerektiği kadar itibar etmelidirler. (Bkz.: Tirmizî, zühd 13; İbn Mâce, zühd 3) Hadis diye rivayet edilen bir sözde, dünya bir cife yığınına benzetilmiş ve bütün işlerini, planlarını, çarklarını onu elde etmek için kullanan insanların da o cifeye koşan kelpler mesabesinde oldukları ifade edilmiştir. (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/492-493)

Keşke şu aldatıcı dünyayı, bakılması gerekli olan yanlarının dışında unutabilseydik. Unutmayanlar ise hem kendilerine hem millete hem de tarihe yazık ettiler. Topkapı Sarayı, sahabenin hemen arkasında yerini alan mübarek bir milleti dünya hâkimiyetine götürdü. Orası bizim ruh dünyamızın dışarıya aksedişiydi. Orada Fatih’in, İkinci Beyazıd’ın, Koca Yavuz’un ve Kanunî Sultan Süleyman’ın mefkûresi vardı. Onlar yollara düşmüş, uzak diyarlara gitmiş, dünya muvâzenesi için yapılması gerekenleri yapmış, zalimleri dize getirmiş, mazlumlara soluk aldırmış ama geriye döndüklerinde sade ve mütevazi Topkapı Sarayı’nda vazifelerine devam etmişlerdi. Aksine Dolmabahçeler, Yıldızlar ise bütün şaşaa ve debdebelerine rağmen bizim yıldızımızı söndürdüler. Bunlar bir yönüyle dünyayı bize Cennet gibi gösterseler de, bize Cennet’i ve Allah’ı unutturdular.

“Sen tohum at, git!..”

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

İradenin hakkını ver ve sırf Hak rızası için gayret göster!..

*İnsanlar mefkûreleri uğrunda yapacakları şeyleri iradî olarak yapmalılar; yapmalılar ve şahısları adına semeresini dermeyi de düşünmemeliler, bırakıp gitmeliler. Sevap iradî olan şeylere terettüp eder. Gayr-ı iradî şeyler Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin farklı bir tecelli dalga boyuyla insana bir şey kazandırabilirse de asıl insana sevap kazandıran husus, amelin iradî yapılmış olmasıdır.

*Bu açıdan da iradî şekilde yapıp etmek, sonra da arkaya dönüp bakmadan çekip gitmektir esas olan. Sen tohum at git, kim hasat ederse etsin!.. “Semeresini ille ben dereceğim.. mükafatını göreceğim.. yapacağım şeyden dolayı alkış toplayacağım.. takdire mazhar olacağım.. yâd-ı cemil olarak anılacağım!..” demeden, hiç o türlü taleplerde bulunmadan vazifeni sırf Allah rızası için yap!..

“Benim mezarımı bir-iki has talebemden başkası bilmemeli!..”

*Bazı enbiya-i izâmın yâd-ı cemil olmayı dilemeleri kendi kutsiyetlerine yaraşır, yakışır ve ufuklarına uygun şekildedir. Bir ayet-i kerimede Hazreti İbrahim’in şöyle dua ettiği anlatılır:

وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي اْلآخِرِينَ

“Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!” (Şuarâ, 26/84) İbrahim Aleyhisselam ve diğer peygamberlerin bu türlü talepleri, onların misyonları icabıdır.

*Hazreti Pir-i Mugan, “Benim mezarımı bir-iki has talebemden başkası bilmemeli!..” diyor; yani ne gelip başımın ucunda dursunlar ne bir türbe sayıp oraya bir bez bağlasınlar ne de bir bardak su döksünler!..

*Allah’la irtibatın kuvvetli olarak ahirete gitmişsen, o senin için yeter ve artar; başkasının o mevzuda seni desteklemesine ihtiyacın yoktur. Bu itibarla da yâd-ı cemil olmayı bile talep etmemek, Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş adanmışlar için çok önemli bir husustur.

Cenâb-ı Hak, insan iradesine büyük değer veriyor

*Yaptığın şeyler sen yâd edilmeden de sana kazandıracağı şeyi kazandırır. Şu kadar var ki, sevaplar, iradeye terettüp eder.

*Allah (celle celâluhû), şart-ı adî planında, insanın iradesine çok değer veriyor. Mesela; “فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْBeni anın ki Ben de size anayım.” (Bakara, 2/152) buyuruyor: Beni ibadet ü tâatle anın, Ben de sizi lütuflarımla anayım. Beni, üzerinizdeki nimetlerimle anın; Ben de yeni nimetler vermek suretiyle sizi yâd edeyim. Siz, Beni yeryüzünde mükellefiyetler çerçevesinde anın; Ben de sizi mele-i âlânın sakinleri arasında anayım.

*Yine Allah Teâlâ, insanın vefasını bir sözleşme maddesi gibi kabul ediyor; “وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْBana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40) buyuruyor. Bu, insana ve onun iradesine değer verme demektir; onu, Kendi icraat-ı sübhâniyesi için âdeta bir esas kabul etmektir: Bana karşı verdiğiniz sözü tutun, Ben de mukabelede bulunayım! Söz tutma neymiş, onu size göstereyim. Biri, namütenahinin insana karşı va’di; diğeri, minnacık bir karıncanın ortaya bir şey koyması. Katiyen bir tenasüp söz konusu değil ama Allah öyle muamele yapıyor.

*O’nun öyle muamele yapacağına yürekten inanmalı. Başkalarına el açma ve dilencilikte bulunma zilletine düşmemeli. Zira insan mahlûkata el açmayacak kadar aziz yaratılmıştır. Mahlûkattan bir şey beklemek insanın şahsına karşı en büyük hakaret ve en büyük saygısızlıktır. Hatta insanın, sanat-ı ilahî olması itibarıyla, başkalarına el açması, Allah’ın sanatına karşı saygısızlık sayılır. O, âleme dilencilik yapmayacak kadar aziz yaratılmıştır; isteyeceğini yalnızca Allah’tan istemelidir.

Sen bir ağaç ol, etrafına gölgeler sal; o gölgeye sığınmayan sığınmasın!..

*Sen toprak ol, bağrına tohum atmayan atmasın. Sen su ol, ak mecranda; içmeyen içmesin. Sen güneş ol, şualarınla başları okşa; ondan istifade etmeyenler etmesin. Sen bir ağaç ol, etrafına gölgeler sal; o gölgeye sığınmayan sığınmasın. Asıl mesele, olmaktır, senin olmandır; sen öyle olunca, esas kazanmış sayılırsın. Bugün olmazsa yarın, bir kısım kadirşinas insanlar, o çağlayana dudaklarını uzattıkları, o ağacın gölgesinde oturdukları zaman “Allah sizden razı olsun!” derler.

*Bu ufuk, peygamberlerin ve Raşit Halifeler’in ufkudur. O ufka yönelmeyen insanlar kazanma yolunda hep kaybetmişlerdir. Öyleyse insan neye ne ölçüde teveccüh edeceğini iyi belirlemelidir.

*Dünyaya dünya kadar, ukbaya ukba kadar teveccüh etmeli. Birazı çocuklukta, bir miktarı uykuda geçen; bir kısmı da yaşlılıkta geçen mi, yoksa insanı sürüm sürüm eden mi, işte böyle bir dünya! Bu kaç para eder? Bunun karşısında öbür tarafı düşünün, ebediyet. Rakamlara sığmayan bir süre. Aslında süre sözü ifade etmez onu, belki ona süresizlik demek lazım. Evvel, âhir, zâhir, bâtın orada iç içe… Şu halde, dünyaya dünya kadar, ukbaya da ukba kadar… Şahsımıza nefsaniyet itibarıyla, şahsımız kadar; Kendisiyle şahısların mukayese edilemeyeceği o Zât’a karşı da namütenâhîliğine göre teveccüh içinde bulunmak lazım.

“Bu simada yalan yok!..”

*Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) her tavrında Hak nümâyandı. Bakışlarında, kulak kabartışında, ağzını açışında, dilini ve dudaklarını hareket ettirişinde dahi hep Allah’a inanmışlığın hakikatleri görülürdü. Bir şair, O’nun halini, كُلَّمَا سَجَدَ تَجَلَّي اللهُ فِيهِ “Her secde ettiğinde onda Allah mütecelli olurdu.” sözleriyle ifade etmiştir. Yani O’na bakan bir insan, O’nun silinip gitmesi karşısında adeta Allah’la karşı karşıya kalıyordu. Hâşâ bunun manası, zat-ı nübüvvette, Zat-ı Ulûhiyet tasavvur etme değildir. Bilakis O’nun her tavır ve davranışıyla Allah’ı ifade ettiğini vurgulamaktır. Dolayısıyla böyle bir Nebiyy-i Muhterem’in huzurunda bulunan sahabîler hiç şüphesiz ayrı bir insibağ yaşıyorlar; neye nasıl teveccüh etmeleri gerektiğini çok iyi belirleyip hayatlarını o çizgide sürdürüyorlar ve bu halleriyle sonraki nesillere de hüsn-ü misal oluyorlardı.

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun siması ve ahvâli öyle inandırıcıydı ki, Abdullah İbni Selâm Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in huzuruna gelince, sadece O’na bakmış ve başka bir şey arama lüzumu hissetmeden, “Bu simada yalan yok.” deyip kelime-i şehâdet getirerek İslam’a dehalet etmişti.

Öbür taraf aydınlıklar aydınlığı bir dünya; burası ise, görenler için fevkalade loş!..

*Öyle bir rehberin rehnümâlığı arkasında, öyle gayeler üstü bir gayeye ulaşma yolunda bulunanlar, onun karşılığında dünya sultanlığı bile olsa, ona dönüp bakmamalılar. Çünkü Aksaraylar, kara saraylar, Yıldızlar, Çırağanlar, Dolmabahçeler ve diğerleri O’nun teveccühünün  gölgesinin gölgesinin gölgesinin… gölgesi yanında sadece sineğin kanadı gibi kalırlar.

*“Sineğin kanadı” sözü şu hadisi hatırlattı: “Şayet dünyanın Cenâb-ı Hak nezdinde bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum su bile içemezlerdi.”

*Dünyanın kıymeti, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin bir aynası ve ahiretin tarlası olmasındadır. Gerisi boş!.. Öbür taraf aydınlıklar aydınlığı bir dünya; burası ise, görenler için fevkalade loş. Eğer o Rehber-i pişuvânın projektörü altında yol almaya bakmazsanız, bu loş dünyada yürüyeceğiniz yolu şaşırırsınız; Allah muhafaza, düz yolda şaşkınlığa düşer ve dökülür yollarda kalırsınız.

Beklentisizlik, insanın yükünü hafifletir

*Beklentisizlik, insanın yükünü azaltır. Celâl ve cemâli bir görmek, yükü hafifletir. Yunus’un ifadesiyle, “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş…”  Cenâb-ı Hak lütfettiği zaman, metafizik gerilimle gerilirsin; “Oh be, elhamdülillah!” der, şükre vesile olacak davranışlarına yenilerini ekler ve “Birkaç sarp yokuş daha aşmalıyım!” düşüncesiyle yola koyulursun. Kahrı da gördüğünde, “Galiba bazı imkanları rantabl değerlendirmediğimden dolayı şefkat tokadıyla kulağım çekiliyor!” diye düşünürsün; “Dikkatli ol, sen burada misafirsin, burası senin evin değil; misafir, bir yerde mukim gibi davranamaz!..” tembihini almış gibi olursun.

*Hâsılı, şu fâni dünyaya aldanmamalı. Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri ne hoş söyler: “Yalancı dünyâya aldanma yâhû / Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.” Alvarlı Efe Hazretleri de şöyle der: “Acib bir karûbân hane bu dünya / Gelen gider konan göçer bu elden / Vefası yok sefası yok fani hülya / Gelen gider konan göçer bu elden.”

Yürekler Acısı Dünya ve Diriltici Ruh

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

*“Aç ellerini içini O’na dök her zaman / Kes ağyâra dil dökmeyi, O’ndan dile aman / Eremez emâna gafletle gülen oynayan / “Velyebkû kesiran”la bunu istiyor Kur’ân!..”

*Mukaddes hüzne bağlı ağlamanın rabbânîlere mahsus bir hâl olduğunu hatırlatan ve hayatı oyun eğlence sanıp ömürlerini gülüp oynamakla geçirenler hakkında ikazlarda bulunan Kur’ân-ı Kerim, şu irşadıyla ağlamanın önemine farklı bir gönderme daha yapar:

فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلاً وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Gayrı bunlar kazandıkları onca negatif şeyden ötürü az gülsün ve çok ağlasınlar.” (Tevbe, 9/82)

Zaman eğlenecek zaman değil, az gülün çok ağlayın!..

*Az gülün çok ağlayın!.. Hiç kimseyi incitmeyen İnsan (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi aralarında oturup laf u güzafla birbirlerini güldürenleri görünce, mübarek ayağının ucuyla birinin canını yakmayacak bir yeri olan kasığına dürtüyor. Şöyle buyuruyor: “Öteden, varacağınız yer itibarıyla, bişaret mi aldınız?” Vakıa, sonra “Kısas yap!” diyor ama oradaki mütalaa şudur: Sizi bekleyen onca dâhiye (felaket, afet, bela) varken, bu gülüp eğlenmek de neden?!.

*Gamgîn olup sürekli somurtmak da değil; fakat bir murâkabe insanı gibi yüzümüzdeki çizgilerin kalbin çarpışlarının ifadesi olması!.. Kalbimizle dış davranışlarımız arasında bir koordinasyon bulunması!.. Kalb sürekli O’nun için çarpmalı; latîfe-i Rabbaniye hep ayakta olmalı; ruh, o canlılığı duymalı; sır, temâşâ edeceği erişilmezleri o rasathâneden temâşâ etmeye çalışmalı!.. Öbür türlü, önemsemediğimiz, umursamadığımız bazı şeyler başımıza büyük dertler açabilir! Öyle demişler: “Günahı umursamama en büyük günahtır. Gafleti umursamama en büyük gaflettir! Dalgınlık, Allah’tan kopuştur!”

*Dünyanın, bilhassa İslam dünyasının değişik yerlerinde insanlar inlerken bizim gülmemiz, eğlenmemiz, keyif için tenezzühe gitmemiz ayıp olmaz mı? Çünkü zaman öyle bir zaman değil! Oturup gözyaşı dökecek bir zamandır!

Allah aşkına; bari bir teheccüd, bir hâcet duası!..

*Dünyevî olduğumuzdan dolayı yer yer dünya ilelmerkez cazibesiyle bizi bağrına çekebilir. Fakat hemen bir tezekkür, tedebbür ve tefekkürle kendimize gelmeli; yeniden o urve-i vüskâya, kopmayan urgan mı, halat mı, zincir mi diyelim, işte ona sımsıkı sarılmalıyız! Maalesef bazılarımız Allah karşısında durumunu her zaman ayarlayamama gibi bir olumsuz tavır sergilemekte ve başkalarına da kötü örnek olmaktadırlar.

*Sadece Türkiye perspektife alınsa dahi bence vicdanı ve muhakemesi olan insanlar gözyaşı dökerler. O mübarek Anadolu insanını seven, gönlüyle ona bağlı olan ve onun potansiyel gücünü gaye-i hayallerini gerçekleştirmek için yeterli bir güç, bir dinamizm sayan insanlar hâlihazırdaki manzara karşısında yirmi dört saat ağlasalar, yine de işin hakkını vermemiş sayılırlar.

*Otursun kalksın, ağlasınlar! Allah aşkına, hiç olmazsa bir teheccüde kalksınlar ve sekiz rekât teheccüd namazı kılsınlar. Sonra hâcet namazı kılmış gibi hâcet duası okusunlar; ellerini kaldırsınlar: “Allah, idare ediyorum diye problemler çıkaranları ıslah eylesin! Hidayet eylesin! Allah akıl fikir versin! Ve muvâzene unsuru olmaya namzet o milletimizi bir dönemde olduğu gibi muvâzene unsuru haline getirsin!” diye yalvarsınlar.

“Yıldız”lar yıldızlarımızı kaydırdı, “fener”ler fenerlerimizi söndürdü!..

*Bari siz, hizmete gönül vermiş insanlar!.. Keşke yaptığınız hizmet karşılığında “Vallahî, billahî, tallahî”lerle ne dünyevî ne de uhrevî hiçbir beklenti mülâhazasına, zihnen dahi olsa ilelebed girmeseniz. Zira hizmetlerini belli bir dünyevî menfaat ve çıkara bağlamış insanların kendi milletlerine faydalı olduğu hiç görülmemiştir. Siz de katiyen inanmayın!.. Parayla, villayla, yatlarla, gemilerle peylenebilecek, alınıp satılan insanlarla insanlığa kalıcı hiçbir hayır armağan edilememiştir.

*Bizim yükselme ve zirvede kalma dönemlerimiz, bir büyük mürşidin beyanıyla, “Hizmette en önde, ücrette en arkada!..” bulunan yiğitler vesilesiyle gerçekleşmiştir. “Yatlar, gemiler milletin olsun; yükselen millet olsun; yıldızı parlayan millet olsun; bana bir kulubecik yeter!..” diyen insanlar sayesinde itilâ (yücelme, yükselme) dönemlerimiz yaşanmıştır!.. Yıldızlar, fenerler ve emsali saraylar bizim aktivitemizi felç etmiş, kuvve-i maneviyemizi kırmış, metafizik gerilimimizi kaybettirmiştir. Saltanat ve debdebe içinde bulunan insanların samimâne, halisâne, muhlisâne, mülhemâne Allah ile irtibat içinde millete hizmet etmeleri düşünülemez. Ben vallahi buna inanmıyorum. Siz inanırsanız buna, safderunluk etmiş olursunuz. İnanmayın!.. İnandığınız ölçüde -zannediyorum- onlardan ihanet görürsünüz.

İnsanlığa ab-ı hayat sunacak olan diriltici ruh, beklentisizlik ve adanmışlık ruhudur.

*Tenezzül etmeyin şu fâni dünyaya! Bu dünyadan göçüp giderken arkada hesabını verecek bir şey bırakmayın.. ne kendinize ne de evladınıza!.. İlle de bir şey yapıyorsanız, o mübarek millete bağışlayın! Oturup kalkın, hep yaşatma soluklayın ama katiyen yaşamayı düşünmeyin! Allah bizi yaşatmak için var etti. Biz yaşatma duygusuyla hareket ettiğimiz sürece, aynı zamanda kendi yaşamamızı da teminat altına almış oluruz. Yaşatma duygusuyla yaşamayan insanlar, Hazreti Pîr’in ifadesiyle “mezar-ı müteharrik bedbahtlar”dır. Şu halde, bir dirilik, bir canlılık ve alabildiğine bir metafizik gerilim tavrı sergilemek suretiyle mezar-ı müteharrik gibi olmaktan sıyrılmalıyız.

*İstiğnâ ve beklentisizlik, Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşad yolunun hususiyetidir. Nitekim Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah’ın salat ve selamı Efendimiz’in ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) hep aynı cümleyi tekrar etmiş;

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn’dir.” (Şuarâ, 26/109) diyerek, bütün peygamberlerin ortak duygu ve düşüncesini dile getirmişlerdir. İşte, insanlığa ab-ı hayat sunacak olan diriltici ruh, bu beklentisizlik ve adanmışlık ruhudur.

*Demek ki hakkı, hakikati, adaleti, evrensel insânî değerleri ikâme etmeye çalışan ve kendini bu işe adamış bulunan mefkûre insanlarının, yaptıkları hizmetler karşılığında beklentiye girmemeleri, Peygamberlerden gelen bir esastır. Öyleyse, bu beklentisizliği kabul etmeme o peygamberlik ruhuna karşı isyandır. “Ben onların o tavırlarını beğenmiyorum; ben “yıldız”da duracağım, ben “fener”de kalacağım, ben “lamba”da yaşayacağım… Bu peygamberlerin tavırları yanlıştır!..” deme gibi bir küfran, bir nankörlük anlayışıdır, küfür demiyorum.

Habîb-i Neccar’dan İki Maddelik Hayatî Bir Nasihat

*Yâsîn Sûresi’nde anlatılan kahraman (Habib-i Neccar),

اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ

“Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) demek suretiyle, irşad erlerinin aynı vasfına dikkat çekmiştir. Habib-i Neccar, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken, onların hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtmiştir ki, doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri hiç mümkün değildir.

*Öyleyse yaptıkları hizmet karşılığında beklentiye girmeyen insanlara uyulur; yatlar villalar beklentisine girmeyen, dolgun maaşlar beklentisine girmeyen, rahat hayat beklentisine girmeyen, tenperverlik beklentisine girmeyen, alkışlanma kompleksine girmeyen insanlara uyulur. Bir de o uyulacak insanların kendileri hidayet üzerindedir. Başka bir dertleri yoktur onların, gaye-i hayallerinin abidesini ikâme etme istikametinde cehd gösteriyor; Seyyidinâ Hazreti Âdem’den itibaren ikâme edilmesi gerekli olan hakâik neyse şayet, o hakikatlerin abidesini ikâme etmeye çalışıyorlardır. Bütün dünya bu mesajı duysun ve bütün dünya Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajına doysun; doysun da itminana ersin, başka türlü beklentilerden elini ayağını çeksin; işte bunun için gayret ediyorlardır. Bir beklentiye girmeyen ve her adımlarını hidayet güzergâhında atan böyle insanların arkasından gidilir. Mefhum-u muhalifi şudur: Öyle olmayanlara uyulmaz, ittiba edilmez; onlara uyanlar hamakat insanlarıdır.

İnsanın fiyatı olsa olsa Allah’ın rızasıdır; o Cennet’e de satılsa, ucuza gitmiş sayılır!..

*Bu açıdan da yüce bir gayeye gönül vermiş, yüksek bir ideale bağlı bulunan insanlar dünyevî, bayağı şeylere dilbeste olmamalıdırlar. Dünyalar dolusu altın bile olsa, insan onun karşısında peylenmeyecek kadar kıymetlidir. Hazreti Ali’nin (kerremallahu vechehu) “Kendini küçük bir cirim görüyorsun; hâlbuki bütün âlemler sende gizlidir. Sen bütün kâinatın bir fihristisin.” der. M. Akif, seyyidina Hazreti Ali’nin sözünü nazmen ilaveleriyle şöyle ifade etmiştir: “Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen / “Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen. / Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.”

*Sen, şu kevn u mekânların bir fihristisin; sana bakan, bütün kâinatı ve tekvinî emirleri okuyabilir. O mahiyette yaratılmışsın. Dolayısıyla hiçbir şey senin fiyatın olamaz; Cennet bile olamaz. Kendini Cennet karşısında peylesen, ucuza peylemiş olursun. Senin fiyatın olsa olsa Allah’ın rızası olur.

*Dünyada hiçbir şey karşısında peylenmemeye kararlı durmalı. Viyana’nın anahtarları, Belgrad’ın anahtarları, Roma’nın anahtarları getirilse, sana verilse, “Şu mefkurenden vazgeç!” denilse; yani, “O yüce duygunu dünyaya duyurmaktan, ruhunun ilhamlarını başkalarına aşılamaktan vazgeç!” denilse, bunun karşısında az bir tereddüt geçirirsen, ben sana dönek nazarıyla bakarım; “Seni gidi dönek, müzebzeb, zıp orada zıp burada!..” derim.

Adanmış ruhlar, aldırmazlar tezvirlere ve hep elif gibi dimdik dururlar!..

*Elin-âlemin şöyle böyle demesine bakmayın, aldırmayın. Bir tanesi paranoyanın gereği kalkmış “paralel” demiş, “haşhâşî” demiş… “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!” Bunlara aldırmamak lazım. Aldırılması ve üzerinde kemal-i hassasiyetle, ölesiye durulması gerekli olan husus, mefkûre kaymasına maruz kalmamaktır.

*Bu açıdan da zalimin zulmü karşısında eğilmeden, cebbarın cebbariyeti karşısında yol yön değiştirmeden ve “Giderken şunu bırakalım, bunu bırakalım!” mülahazasına girmeden -Allah’ın izni ve inayetiyle- hizmetlerimize yoğunlaşmalıyız. “İlla geride bir şey bırakacaksam, canım dâhil her şeyimi o mübarek milletim, Anadolu insanı için bırakmalıyım. Yüreğim atıyorsa, hep onun için atmalı, onun dışında bir şey düşünmemeliyim. Orada teşekkül eden o ruh ve manayı bütün dünyaya duyurmaya çalışmalıyım. Bir de ahir zaman herc ü mercini elden geldiğince önlemeye gayret göstermeliyim!..” mülahazalarına bağlı bulunmalıyız.

*Evet, hakkınızda denen şeylere bakmayın. Çünkü diyenler bile onların yalan ve iftira olduğunu biliyorlar. Kendi kendilerine konuştuklarında, kendi dediklerine kendileri de gülüyorlardır. Komik duruma düştüklerinin farkındalar. Önemli olan aynı duruma sizin düşmemenizdir; dünden bu güne “doğru” dediğiniz şeyde elif gibi dimdik durmanız, dosdoğru hareket etmeniz ve bu halinizi her şeye rağmen devam ettirmenizdir.

Bamteli: Hizmet’in Evrenselliği ve Gönüllülerinin Ortak Paydası

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu soruyu tevcih ettik:

“Mefkûre muhâcirleri ile dünyanın dört bir yanında onları istikbal edenler arasındaki irtibatın tamamen evrensel insanî değerlere saygıdan kaynaklandığı ifade ediliyor. Farklı ülke ve kültürden pek çok insanın, Anadolu’nun bağrından çıkan bu hareketle sonradan tanışmış olmalarına rağmen, “Siz bu Hizmet’ten el çekseniz bile artık biz asla ondan vazgeçmeyiz!” dedikleri naklediliyor. Bu açıdan, Hizmet’in evrensel bir ufka ulaştığı söylenebilir mi? Eğer öyleyse, bu, Hizmet gönüllülerine yeni sorumluluklar yükler mi?”

Hocaefendi, sualimize cevap sadedinde şunları söyledi:

*Her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine, keremine ve riâyetine veriyoruz. O’nun yardımı nümâyan, görüp gözettiği açık. Başkalarının zarar dokundurmasına fırsat vermedi, vermiyor! Onca ızrâr etmek isteyen insanlar çıkmasına rağmen, Allah’a hamd olsun, bugüne kadar çok küçük bir iki yerde, belki bize bir ders verme adına, bir tekleme, bir sekme ve hafif bir kırılma olsa bile, yüzde nispetinde dahi değil veya yüzde nispetinde gibi bir şey. Yeryüzü hizmet düşüncesiyle tanıştığı andan itibaren şöyle bir göz gerdirilse en hâlisane, en muhlisâne yapılan hizmetlerin hemen hepsinde bu ölçüde bir firenin olduğu görülebilir.

Yakın Körlüğü ve Haklarında Sevgi Vaz’ Edilenler

*İçlerinde neşet eden insanı görmezlikten gelme, beşerin tabiatında vardır ki buna yakın körlüğü diyoruz. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu da, Mekke fethedileceği âna kadar, Mekkeliler tanıyamamışlardı. Tanıyan az insan vardı. Onların sayılarını Bedir’de ve Uhud’da görebilirsiniz, sayıları bellidir. (…) Saff-ı evveli teşkil eden insanlar az olmuş. Neredeyse bütün Mekke halkı, belki binlerce insan, Mekke fethedilene kadar Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep tavır almışlar. Buna da yakın körlüğü denebilir.

*Siz dünyanın 160 küsur ülkesine gittiniz. 160 küsur ülkede -zannediyorum- yüzde bir, belki yüzde iki fire oldu. Bunun dışında da hüsn-ü kabul gördünüz. Adeta Allah tarafından Hazreti Cebrail’e “Ben falanları seviyorum, sen de sev!” buyurulmuş. Hadiste anlatıldığı gibi, Cebrail (aleyhisselam) bütün gök ehline, “Allah falanları seviyor, ben seviyorum, siz de sevin!” diyor ve hadisin ifadesiyle sonra onlara yeryüzünde vüdd, sevgi, gönüllerin inşirahı, herkesin gönlünü onlara açması gibi bir hususiyet vaz’ ediliyor. Allah öyle bir lütufta bulunuyor.

*Bu arkadaşlarımız 160 küsur farklı kültürle, o kültürün atmosferinde yetişmiş insanları muhatap alıyorlar. O insanlara muhatap oluyorlar ve Allah’ın izni ve inayetiyle tepki almıyorlar. Tepki almak şöyle dursun, merkezinden, o arkadaşların gittiği merkezden sürekli oraya fiskos gidiyor, şeytânî vesvese gidiyor, nefsânî vesvese gidiyor: “Aman bunları iflah etmeyin, aman vermeyin!” falan gibi şeyler gidiyor. Fakat buna rağmen sahip çıkan o insanlar, “Bakın işinize, biz sizi tanıyoruz!” diyorlar. Meseleyi bir vüdd vaz’ edilmesine, Allah tarafından bir hüsn-ü kabul vaz’ edilmesine vermezseniz, bu problemi halledemezsiniz.

Ahireti Kazanan İnsan İçin Dünyada Kayıp Söz Konusu Değildir!..

*Nice ifsâdât akıntıları, tsunamileri karşısında -Allah’ın izni ve inâyetiyle- ne o yerin insanları sarsıldı, ne de o arkadaşlar sarsıldı. Allah sizi de sarsmasın, panikletmesin. Önemli değil! Öyle bir şeye Allah’ın izni ve inâyetiyle kimse muvaffak olamayacaktır! Emin olun bundan! Fakat ezkaza diyeyim ben, sizi bütünüyle bitirseler bile burada biteceksiniz, öbür tarafta -bitme yine- boy atıp gelişeceksiniz. Ahireti kazanan insan kaybetmiş sayılmaz. Allah’ın rızasını kazanan bir insan kaybetmiş sayılmaz. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) maiyyetine ermiş bir insan kaybetmiş sayılmaz. Dünyevî bir saltanatınız, bir debdebeniz, bir sarayınız, bir villanız, bir uçağınız, bir taksiniz olmadı sizin. Çoğunuz itibarıyla -işadamları müstesna; ticaret ile iştigal edenler, yatırımları olan insanlar müstesna- kira ile evde oturduğunuzu biliyorum; belki bazıları kira ile ev bile bulamıyorlar; oradan oraya, oradan oraya gidiyorlar. Belki bazıları çadır gibi, çardak gibi yerlerde ömürlerini geçiriyorlar. Umurunda değil kimsenin! Allah bizimle beraber olduktan sonra, bunlar teessür duyulacak şeyler değil.

*Bu bir mefkûre yolculuğu esasen, adanmışların yolculuğu; gönüllü hicret gibi bir şey. Bir dönemde Sahabe-i Kirâm Efendilerimiz, -Onların hepsinin ayakları başlarımıza taç olsun; onlara kurban olayım, siz de olun! Onlarla boy ölçüşülemez!- tazyik gördüklerinden dolayı, Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. Önemliydi o! O sadece bir yerde birilerinden kaçma değildi. Kendi sitelerini kurmaya matuf bir şeydi. “Hele sen biraz bekle, Allah zalimlere mehil üstüne mehil veriyor. Sonra dönüp gelip, arzın göbeği sayılan o Kabe’de dahi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celîlini bir şehbal gibi dalgalandıracağız.” Şimdi bu mülahazaya bağlı olunca, çok yüksek bir gâye-i hayale, bir mefkûreye bağlı göç ettiler. O bakımdan meseleye sadece bir kaçma şeklinde bakmak doğru değil. Bir mefkûreyi realize etmek üzere, o bir basamaktı; orası bir zemindi, oluşuma müsait bir mekândı. Medeniyet Medine’de oturaklaşacaktı Allah’ın izni ve inâyetiyle. Bir dönemde Söğüt’te olduğu gibi, sonra ser çekecek ve tüm dünyayı sa’yesi altına alacak ve gölgelendirecekti.

*Günümüzdeki bir yerden kaçma değil. Durmaları için daha müsait bir yerde, annelerinin babalarının, eşlerinin, ailelerinin ve akrabalarının yanında vazifelerini yapmaları mümkünken, üniversitede vazife almaları mümkünken, her türlü okulda vazife almaları mümkünken, hatta en yakın yerlerde vazife almaları mümkünken, 10 bin kilometre ötede gidip vazife almaları ve hüsn-ü kabul görmeleri çok önemli bir şeydir.

Ortak Payda: Evrensel İnsanî Değerlere Saygı

*Evrensel insanî değerlere saygı, bir ortak paydadır esasen. Gittikleri her yerde insana saygı duyuyorlar. Bu insan müslüman olabilir. Müslümanlık adına yarı yolda da kalmış olabilir. Yani şöyle böyle pek çok dalaleti olabilir. Bakıyorsunuz, onlarla da uzlaşabilecek noktalar buluyorlar. Hristiyan olabilir. İnsanî değerler mevzuunda onlarla da ortak bir kısım paydalar bulabiliyorlar. Yahudi de olabilir, keza Budist, Brahmanist, Şintoist… daha dünyanın değişik yerlerinde, farklı anlayışta olan insanların hepsiyle bir ölçüde anlaşabiliyorsunuz. Belki insanî değerlere saygı, gelecekte bu insanları barıştıracak, uzlaştıracak hususlar arasında da en önemli faktör gibi görünüyor. Ben düşüncesi, aidiyet mülahazası, ırk mülahazası, kafatası mülahazası, dem-damar mülahazası; bunlar parçalayıcı şeylerdir.

*Vakıa, herkes neye, kime, hangi anlayışa, hangi dünya görüşüne, hangi hayat felsefesine bağlıysa, ona karşı fazlasıyla saygı duyması gayet tabiidir. Hatta bazıları bu mevzuda: “Vatan sevgisi imandandır.” demişler. Hadis olmasa bile, tenkit edeceğimiz bir yanı yoktur bunun. Fakat senin vatanını sevmen, milletini sevmen, kendi mefkûre dünyanı sevmen, ideallerini sevmen; başkalarına adâveti, düşmanlığı gerektirmez. Evet, her şeyden evvel, bir kere, insanî değerler ortak paydasında onlarla berabersin, insansın! Ahsen-i takvîme mazhariyet cihetiyle ortaksın! Bir diğer mesele de bu mevzuda; şöyle böyle hangi seviyeye kadar onları çekmek veya hangi seviyeye kadar bir yaklaşım temin etmek mümkünse, belki o insanlarda o duyguyu tetiklemek adına yapılması gerekli olan şey de yakın durmaktır.

Zamanın Çıldırtıcılığına Karşı Sabır

*Dünyanın geleceği ve gelecekteki huzuru biraz buna bağlıdır. Fakat çok büyük bir proje olduğundan dolayı, hem çok uzun bir zamana vâbeste hem de bu mevzuda zamanın çıldırtıcılığına karşı sabretmeye vâbeste. Vakt-i merhûnu intizar mevzuunda ölesiye sabretmeye vâbeste bir husus. Bilemeyiz ne zaman olacağını.

*Mefkûre yolculuğu.. çok yüksek bir gâye-i hayale dilbeste olma.. bunlar çok önemli şeyler. Niyetlerinin mükâfatını alırlar. İnsan öyle yüce bir gayeye dilbeste olunca, onun mükâfatını alır. Mefkûresi adına ülkesini terk ederse, onun mükâfatını alır. Gönlünden bir muhacirlik yaşarsa.. bir yerden kaçmıyor, kaçmayıp kalması gerekli olan bir yeri terk ediyor, gitmesi çok zor olan bir yere gidiyor! Kendisi için bidayette çok şey vaad etmeyen bir yere gitmesi çok zor bir mesele. Kalkıp oraya gidiyor. Fakat hemen her şey böyle orada hazırmış, ambalajı yapılmış, tutulacak size armağan gibi sunulacak gibi de değildir. Vakt-i merhûnu intizar çok önemlidir. İşte buna “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” diyoruz, sabrın bir cümlesi, bir kategorisi içinde mütâlaa ediyoruz bunu da.

Mefkûre Muhâcirlerinin Îsâr Faslı

*Hatta burada şunu da diyeyim. Biz madem insanlığa hizmet peşindeyiz. Bir yere kadar insanlara hizmet ettik; bir yerden sonra şayet onların içinden o hizmeti alıp daha ileriye götürecek insanlar, o kıvamda insanlar ortaya çıktılarsa, işte orada da bu defa îsâr faslı ortaya çıkıyor.. başkalarını kendimize tercih etme faslı öne çıkıyor. Yoksa gıpta duygularını tahrik edebiliriz. Aidiyet mülahazalarını harekete geçirmiş olabiliriz.

*Kendi ülkenizde size karşı öyle bir kıskançlık, öyle bir haset, öyle bir rekabet, öyle bir tenâfüs duygusu olunca, başka ırk ve başka milletlerde o duygunun oluşması çok tabiidir. (…) Ne kadar îsâr ruhu sergilerseniz, o kadar gönüllerde kurduğunuz o tahtın temellerini, blokajını pekiştirmiş olursunuz. Temel düşünce de bu idi: Bir îsâr ruhuyla kendini hiç düşünmemek; yaşatma duygusuyla, yaşamayı ayaklarının altına almak, çiğnemek.. “Kendimize ait her türlü arzuyu, nefsânîliği, şeytanîliği, garîze-i beşeriye, cismâniye ve hayvâniyeyi ayaklarımızın altına alıyor, başkaları için var olduğumuzu en gür sesle haykırıyoruz. Hazreti İsrafil’in suru ile haykırdığı gibi haykırıyoruz.” demek…

*Şimdi mebde’de böyle davrandığınız gibi, müntehâda da çok ciddi bir îsâr duygusuyla, başkalarını kendine tercih etme duygusuyla geriye çekildiğiniz zaman, biliyor musunuz ne yaparlar? Tutarlar, “Hayır o kadar vefasızlık yapamayız biz. Buyurun, bu güne kadar imamlık yaptınız, yine bundan sonra da o mihrapta imamlık size düşer. Sizin o kadar vefanıza karşı vefasızlık, altından kalkılmayan bir vebaldir!” derler. Tabii, bunu bekleyerek de onu yapmamak lazım! Biz bize düşeni, yine îsâr ruhuyla ortaya koymalıyız; hakikaten yaşatma hissiyle, insanlık çapında bir ba’s u ba’de’l-mevt meselesini tetiklemek suretiyle yapacağımız şeyleri yapmalıyız. Öyle bir şey döner gelirse, döner gelir. Yoksa, mesleğimiz peygamberlik mesleği olduğu için, yani onların kıtmirleri olduğumuz ve onların arkasından koşturduğumuz için, “Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn’dir.” (Şuarâ, 26/109) ve “Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) ayetleri fehvasına göre hareket etmeli ve katiyen yapılan hizmet karşılığında kimseden bir şey beklememeliyiz!

*Yaptığı hizmet karşısında şunu elde etmek, bunu elde etmek, -bugün o insanlar demagojilerle, diyalektiklerle başkalarını kandırmaya çalışsalar da- tarihin sayfalarına şenâet, denâet ve rezâlet şeklinde kapkara kalemlerle işlenecektir. Tereddüdünüz olmasın. Fakat bizim tarih sayfalarımızın beyaz mürekkeple kaydedilmesi için lazım gelen şey ne ise.. sergüzeşt-i hayatımızı, bembeyaz mürekkeple tarihin sayfalarına işleyebileceğimiz şekilde, öyle bir fedakarlık yolunda, öyle bir hasbîlik yolunda, öyle bir îsâr duygusu yolunda -ki, îsârlaşma dedik buna.. îsârın ta kendisi olma- götürürsek Allah’ın izniyle, ne dünyada ne de ukbâda hiçbir kaybımız olmaz. Enbiyâ-ı İzâm’ın yoludur bu! O yolda yürümüş oluruz.

Dünya “Boş verin onların dediklerini, siz işinize bakın!” diyor.

*Öyle bir sevgi, öyle bir sempati hâlesi var ki Hizmet etrafında.. “Boş verin onların dediklerini, bakın işinize! Biz 20 senedir sizi tanıdık.” diyorlar, “Kendi içinizde sizi 20, 30, 40 senedir tanımayan kimseler varsa şayet, veyl olsun onlara; sizi tanımamışlar. Sizi bitirmeye, sizi yıkmaya çalışıyorlar.”

*Bitirme kelimesi iki manaya gelir: Bir, tüketme manasına; tenkildir bu, kökten kazıma.. bir de, tohumların neşv ü nema bulması, başağa yürümesi şeklinde bir bitme vardır. Bu açıdan da haksız yere sizi bitirmeye çalışanlar, farkına varmadan, sizde metafizik gerilimi artırarak adeta dibinize su salmış, kuvve-i inbatiyenizi coşturmuş, gübre atmış, güneşlendirmiş ve havalandırmış gibi sizin bir yönüyle boy atıp gelişmenize vesile oluyorlar. Bunlara teşekkür etmek lazım. Sizde o metafizik gerilimi, o pekişmeyi, o kenetlenmeyi, bünyan-ı marsus gibi birbirinizden kopmaz hale gelmeyi sağlıyorlarsa, onlara da “thank you very much!..”

*Tazyikler, baskılar bir yönüyle terakki rampalarıdır Allah’ın izni ve inayetiyle. “Karar kararabildiğin kadar zira kararmanın son noktası fecrin başlangıç noktasıdır.” Gecenin en karanlık noktası fecr-i kâzibe tekâbül eder. Fecr-i kâzibin kendisi yalancı bir fecirdir ama o, fecr-i sâdıkın en doğru şahidi ve en inandırıcı referansıdır.

Ne Kibir, Ne Nankörlük; Esas Olan Mahviyet ve Tahdis-i Nimet

*Bir yönüyle yapılan şeyleri küçük görmemek lazım. Çünkü yapılan şeyleri küçük görmek nankörlüktür. Hazreti Pir-i Mugan’ın ifadesiyle, birisi sana güzel bir cübbe giydirse, sen de o cübbeyle ayna karşısına dikilip kendi edana endamına bakıp kırıtsan ve “Ben çok güzel oldum, var mı benim gibi bir güzel?” desen, bu gurur olur, kibir olur. Fakat “Nerede o güzellik nerede ben, hiçbir şey yok bende!” desen, bu da nankörlük olur. Bu ikisi ifrat ve tefrittir. Bir de bu ikisinin ortası vardır; ona sırat-ı müstakim diyoruz. Orta yolu şudur: “Evet bir güzellik var fakat o güzellik bana o cübbeyle, o atlasla geldi, dolayısıyla da o güzellik o atlası bana giydirene aittir.” Bu da tahdis-i nimet olur.

*Cenâb-ı Hak size ve arkadaşlarınıza çok lütuflarda bulundu. Şimdi bunu görmezlikten gelmemek lazım, önemli bir lütuftur bu. Birileri de onu durdurmak için çok farklı hile ve hud’a versiyonlarıyla uğraşıyorlar. “Acaba nasıl yapsak ki bunu bir yerde durdursak, dağıtsak?” falan. Cenâb-ı Hak o fırsatı vermedi onlara. İş gidiyor Allah’ın izni ve inayetiyle. Bunu görmezlikten gelmeyelim. Bu Cenâb-ı Hakk’ın çok önemli bir lütfudur, ihsanıdır. Fakat Alvar İmamı merhumun buyurduğu gibi, “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” demeliyiz.

*Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünün emarelerinden bir tanesi çok küçük unsurlarla büyük şeyler yapmaktır. Şu kocaman fizik âlemine bakın; atomlar, elektronlar, nötronlar, protonlar, partiküller.. onun altında esirden, eterden bahsediliyor ve belki onun altında başka şeyler var. Bu minnacık şeylerden başınızı döndüren şu koskoca fizik âlemini, kehkeşanları yaratıyor. Küçük şeylerden büyük şeyleri yapmak O’nun büyüklüğünün en büyük emaresidir. Bizim gibi küçük insanlarla Allah (celle celaluhu) büyük şeyler yapıyorsa, bu da O’nun büyüklüğüne emaredir.

*Hazreti Pir de “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ” diyor. Başka bir yerde de, “Dine hizmet ettim diye fahirlenme, Allah bazen bu dini fâcirin eliyle bile teyit buyurur, destekler!” diyor. Haşa, o kendi hakkında öyle düşünebilir. Bizim nazarımızda o mualladır, o müzekkadır, nefsini tezkiye etmiş bir insandır Allah’ın izni ve inayetiyle. Fakat rehberliği cihetiyle bize ders verir: Elinizden başarılar, muvaffakiyetler gelebilir; çok önemli başarılar sergileyebilirsiniz; o zaman da böyle demelisiniz.

“Burada da Senin nâm-ı celîlin dalgalansın yâ Rasûlallah!..”

*Meselenin bir diğer yanı da şudur: İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) gösterdiği bir ufuk var; “Benim nam-ı celilim güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır.” Bir taraftan, o işi temsil eden babayiğitlere bir hedef gösteriyor; bir taraftan da gayb-bin gözüyle gördüğü bir şeyi söylüyor. El-hakk bugüne kadar çokları bir yere kadar götürmüşler onu. Fakat ne Raşid Halifeler’in elinde, ne Abbasîlerin elinde, ne Emevilerin elinde, ne de Osmanlıların elinde bugünün insanının sahip olduğu imkânlar yoktu. Bugün, o insanların şimdiye kadar iktiham ettikleri (katlandıkları, aştıkları) o mehâlik (tehlikeli yerler ve işler) ölçüsünde gayret gösterilir ve tehlikeler/zorluklar göğüslenirse, zannediyorum güneşin doğup battığı her tarafa gidebilir bu mesele. Onun için o hedeflenmeli. Alaska’ya, Grönland’a kadar nam-ı celîli götürmek âdeta bir sorumluluk, bir vazife olarak bize yükleniyor.

*Doyma bilmeyen hisle, hırsla -belki hırsın caiz olduğu yerlerden bir tanesi budur- kendi mübarek dinimizi, düşüncemizi anlatmalıyız. Bu, insanları nereden nereye getirecek?.. Bazıları tam sizin çizginizde veya sizin üstünüzde Osmanlı çizgisinde, Mehdi, Hadi çizgisinde, Ömer b. Abdülaziz çizgisinde, Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) çizgisinde bir yere gelir. Bazıları dost olur, “ilişmeyelim size” derler, “güzel insanlarsınız” derler ama düşünce dünyaları hayat felsefeleri farklıdır. Irkları, dilleri, anlayışları, felsefeleri farklıdır fakat bir dostluk, bir taraftarlık, bir sempatizanlık beslerler. Bir de Cemil Meriç merhumun ifadesiyle “âraftakiler”, bir o tarafa bakarlar, bir de bu tarafa bakarlar; ahval ve şerait lehte cereyan ettiğinde bu tarafta olurlar, biraz aleyhe dönüyor gibi olunca “Şimdilik ilişmeyin bize, bizi olduğumuz yerde bırakın böyle. Biz âraftakileriz, durumu idare ediyoruz. Siz de ne olur Allah aşkına, bizi idare edin.” derler. Olabilir!.. Herkesin immun (bağışıklık) sistemi aynı ölçüde değildir. Dolayısıyla bazıları çok küçük virüsle hemen yatağa düşebilirler. Fakat bazılarının da umurunda değildir; on türlü grip virüsü bile musallat olsa, yine hiçbir şey olmamış gibi kalkar, gezer, çalım çakarlar.

*Böyle bir mefkûre… Götürüp onu Mars’a da dikme Allah’ın izni ve inâyetiyle; “Burada da Senin nâm-ı celîlin dalgalansın yâ Rasûlallah!..” deme. Himmet bu ölçüde âlî olmalı, dûn-himmet olmamalı. Siz, himmetin böyle âlî olmasının mükâfatını görür, defterinize hasenat yazdırmış olursunuz. Nereye kadar muvaffak olur, nereye kadar bu işleri realize edersiniz? O bizi aşar.

*Bizim derdimiz bu! Ne devlet.. ne sultanlık.. ne ülke fethetme.. ne milletin sahip olduğu imkanları elinden alma… Bu gibi şeyler öteden beri hep bizim menfûrumuz oldu.

409. Nağme: Allah Sorar Hesabını!..

Herkul | | HERKUL NAGME

*İnsanın, başına gelen gâileleri kendinden, kendi nefsinden bilmesi onun imanının kemalinden kaynaklanır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisa Sûresi, 4/79), “Başınıza ne musibet geldi ise, o, ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor.” (Şûra Sûresi, 42/30) gibi ayetlerle bu hususa işaret etmiştir.

*Bu hakikat iradeyi yok saymak manasına da gelmez. Meyelân ve meyelândaki tasarruf, “İki tarafı müsavi olan iki şey ortasında, birisi istikametinde pozitif ya da negatif bir eğilim göstermek” demektir. Maturidî akidesi, “İnsan iradesine tanınan bir çerçeve”; Eş’âri akidesi, “Meyelanda sadece tasarruf.”

*Dünya villalarına bedel, doğrudan doğruya Allah tarafından yapılmış “cennet villaları”. Hûrisiyle, gilmanıyla, şubbânıyla… lü’lü-i mensûr gibi saçılmış evlatlarla donanmış, eksiği olmayan; ebediyet derinlikli, bitip tükenme bilmeyen; yaşlılıkla içinizi bulandırmayan; “öleceğim” diye sizin içinize endişe salmayan… öyle bir ebedi hayat. O’nun ebediyetinin bir gölgesi olarak.

*Ebediyete talip olan insanlar, evvelen ve bizzat gaye ne ise, her meseleyi ona bağlamalıdırlar. Bizim, evvelen ve bizzat –mesleğimiz itibarıyla, hakiki mü’min olma arzusu itibarıyla ve sahabi yolunu seçmemiz itibarıyla– adanmışlık esasına bağlı kalmamız lazımdır.

*Adanmışlık ve beklentisizlik.. yapacağımız bütün hayırlara bedel; dünyanın rengini değiştirsek, desenini değiştirsek, gök ehline çok farklı bir dantela üzerinde sergilesek, meleklerin “Yahu biz bunları yapamazdık!” diyecekleri bir şey sergilesek… bütün bunların karşılığında herhangi bir beklentiye girmeme!

*Yıldırım Beyazıt’ın şanssızlığı belki de Timur Lenk’in yanına Seyyid-i Şerîf Cürcânî ve Taftezânî gibi iki tane dev adamı almış olmasıydı. Kitleler bu iki zâta bakınca, “Galiba bu Lenk’de bir şey var!” diyorlar. Yıldırım Beyazıt’ın karşısındaki Lenk, münafıkca oyun oynuyor. Müslümanca görünüyor, İslam’ın serkârlarını yanına alıyor ve dolayısıyla bütün kabâil ve tavâif (onu takip ediyor). Bu bize İstanbul’un fethinde tam yarım asır kaybettiriyor. İstanbul’un fethi tam yarım asır gecikiyor.

*Beklentisizlik remzi: Ölesiye çalışma, ölmeyecek kadar bir yerde durma. Çalışmasının karşılığında, dünyevî-uhrevî, meseleyi herhangi bir beklentiye bağlamama. Adanmışlık bu demektir.

*İnsan, hizmetlerini ”Ben bu hizmet içinde bulunayım, -mesela- şöyle bir merkûba sahip olayım!” mülahazasına bağlarsa, fani bir surette sa’yinin mükâfatını dünyada almış, ahirette de avucunu yalamış olur.

*Günümüzde onca avucunu yalayacak insanlar olduğuna göre bence, varsın onlar avuçlarını yalasınlar. Öbür tarafta avucunu yalayacak insanlar varmış! Onlar yalaya dursunlar. Biz avucumuzu yalamaya kendimizi mahkum etmeyelim. Adanmışlık ruhu neyi iktiza ediyorsa, ona göre hareket edelim.

*Ömer bin Abdulaziz, “Ben, halkın orta sınıfı veya alt sınıfı standartları içinde hayatımı geçirmiyorsam, dünyada kazandığım şeyleri heba etmişim demektir.” anlayışına bağlı yaşamıştır.

*Millete hizmet edenler, bu ruhun, bu mananın, bu felsefenin, bu dünya görüşünün, bu türlü Kur’ânîliğin ve bu türlü müslümanlığın temsilcisi olmadıkları takdirde, zalimin tâ kendileridir, münafığın tâ kendileridir! Camide, içinizde bile görseniz, münafıktır onlar! Onlara inanırsanız şayet, Allah onun da hesabını sorar! Onların nifakı karşısında sükût edenlere de Allah onun hesabını sorar! Dilini tutan dilsiz şeytanlara Allah onun hesabını sorar! Sorsun Allah onlara hesabını!..

(Not: Bu nağme 22:23 dakikalık  ses dosyasından ibarettir.)

349. Nağme: Adanmış Ruhların Farklılığı

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birkaç gün önce yaptığı bu sohbeti 20 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Bu güzel hasbihalin muhtevasını az da olsa yansıtması için kıymetli Hocamızın sözlerinden seçtiğimiz bazı cümleleri aşağıya kaydederek dualarınıza vesile olmasını diliyoruz:

*Adınız orada burada anılıyorsa, çok farklı çevrelerden üzerinize zift püskürtülebilir ve onca olumsuz hadise karşısında insan ye’se düşecek hale gelebilir. Fakat, etrafınızı zift, toz, duman sarsa bile onu şöyle böyle yararak içerisinde, ilerisinde ya da daha ötesinde bazı güzellikleri görmeye çalışmak ve asla ümitsizliğe düşmemek lazım.

*Adanmışlık, başka mülahazalara bütün bütün panjurları kapamayı ve sadece adandığı işe konsantre olmayı gerektirir.

*Mülahazalarımız şu sözlerde güzel ifade ediliyor: “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” (Nef’î)

*Adanmışlık, görenlerin “deli” diyeceği ölçüde bir farklılığı gerektirmektedir. Şu kadar var ki, adanmışların farklılığının en önemli bir derinliği de farklılıklarının farkında olmamaları ve hiçbir zaman başkalarına yukarıdan bakmamalarıdır.

*Adanmış ruhlar, ölesiye civanmertlikler göstermeli ama bütün hizmetlerinde sırf Hakk’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, muvaffakiyetleri kendisinden bilmemeli, kimseden takdir bile beklememeli ve her zaman Hazreti Ali’nin ifadesiyle “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturuna riâyetle hayat sürmelidirler.

*Adanmış ruhlar, vefat ettiklerinde kalabalık bir cemaat tarafından teşyi edilmeyi dahi beklemezler; adı bile unutulacak şeklide silinip gitmeyi dilerler. Unutmayan birisi varsa, başkalarının hatırlamasına gerek var mı? Allah nisyandan münezzehtir. Rasûlullah’a duyuruyorsa, o nisyandan münezzehtir. Böyle önemli, sâdık iki kaynak tarafından hep biliniyorsanız, hep yüzünüze bakılıyorsa, başkaları tarafından anılmanın ne anlamı olur ki? Niye anlamsız şeylere takılacaksın, anlamlı şey varken?!. Neden anlamlı şeye konsantre olmuyorsun!..

*Engin muhasebe şuuruna sahip kutlulardan biri de, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı Hazreti Âişe Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar.

*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide sûresi, 5/105)