Posts Tagged ‘Fethullah Gülen Hocaefendi’

Yarlığa Allah’ım!

Herkul | | BAMTELI

Öyle şiddetli bir arzu var ki ötelere karşı… fakat tek bir şey engel oluyor; mevcudiyetiniz yeryüzünde hala hizmete vesile oluyorsa, bence onu kırmaya hakkın yok diyorum ve onu kırmayı da ciddi saygısızlık sayıyorum. Yani öyle bir ikilem içindeyim. Tabi çoğunuzda da belki bu duygu ve düşünce vardır. Biz burada O’nun için varız, O’nun dava olarak omuzumuza yüklediği meseleden ötürü varız. Ondan dolayı dünyevî bazı sıkıntılara katlanıyoruz. Ama asıl hedefimiz O (cc).. O’nun hoşnutluğu, O’nun rızası!

Soru: Hadîs-i şerif’te مَنْ لَمْ يَهْتَمّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ” buyuruluyor. Bu hadîs-i şerifte geçen “فَلَيْسَ مِنْهُمْ” ibaresinin ahirete ve dünyaya bakan yönlerini lütfeder misiniz?

مَنْ لَمْ يَهْتَمّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ: Müslümanların işleriyle, dertleriyle, sıkıntılarıyla alakadar olmayan onlardan değildir, yani hakiki mümin değildir demektir. Kaybediyor demektir. Hakiki manada onlarla ölçülemez demektir. Bunun gelecekteki mükafatı (Allahu a’lem) baş döndürücü olacaktır Allah’ın izni inayetiyle. Onda hiç şüphemiz yok! Bir gadre uğradıksa şayet, her defasında Cenâb-ı Hak birkaç türlü lütufta berekette bulundu.

Çok iyi şeyler olacağı ümidini taşıyoruz, besliyoruz. Elhamdülillah arkadaşların çehrelerine bakınca, onların yüzlerindeki ümidi okuyunca, ben de ümitleniyorum.

Olan şeylerden dolayı üzülüyoruz tabi. Ama Cenâb-ı Hakk’ın takdiri! Dediğim gibi 27 Mayıs oldu, Haziran oldu, Temmuz oldu. Bütün gadr ayları, gadr seneleri peşi peşine cereyan etti. Her defasında sizin arkadaşlarınız, sizin gibi düşünenler gadr u efgana maruz kaldılar. Bunun da nasıl sonuçlanacağını Cenâb-ı Hak bilir, biz bilemeyiz! Nasıl bir lütf-u ilahi var bilemeyiz!

Soru: Alvarlı Efe Hazretleri’nin: “Dertten büyük derman mı var, bir sebeb-i gufran mı var?” buyuruyor. Burada ifade edilen dert’i, “sebeb-i gufran” olarak görmeyi nasıl anlamalıyız?

O Hazret öyle diyor yani. Üstad Hazretleri de derdi alkışlıyor. Hakperestlerden bir tanesi de: “Ehl-i dert ol, ehl-i dert ol, ehl-i dert ol, ehl-i dert!” diyor. Yani çok küçük şeyleri bile zihninde büyüterek sahiplenme, onları yaşama! İşte biraz evvel olduğu gibi, aynı zamanda başkalarının derdini paylaşma, yaşama, başkaları için inleme! Bunlar insana öyle kazandırıcı şeylerdir ki; zannediyorum ibadet ü taat ile yani bütün ömür boyu hiç durmadan namaz kılsanız, onunla kazanamazsınız onu!

Cenab,ı Hak bazen böyle cebr-i lütfî ihsanlarda bulunur, bunu takdirle karşılamak lazım. “Elhamdülillah! Cenab-ı Hak bizi insan kabul buyurdu ve bize bu şeyleri verdi.” demek lazım. Mükafatını da inşallah öbür alemde görme, belki bu alemde görme imkanı olacaktır. Talip olunan şeylerin büyüklüğüne göre bazen bu türlü şeylerin büyüklüğü de mebsuten mütenasip olur.

Ne duada kusur etmeli ne de fiilî durumda yapılması gerekli olan şeyleri yapmada geri kalmalı! Her iki hususta da cansiperâne, canperverâne yapılması gerekli olan şeyleri yapmalı! Gece gündüz yalvarıp yakarmalı!

Yarlığa Allah’ım bizi de! Ötelere göç etmiş kardeşlerimizi de!

Abdullah Gül’ün Tekzibine Dair

Herkul | | DIGER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kapısı her zaman herkese açık oldu; senelerdir her renk, her desen ve her meşrepten insan onu ziyaret etti/ediyor. Akademisyenler, sanatçılar, sporcular ve iş dünyasının temsilcileri gibi, hayatın her kesiminden çok çeşitli ziyaretçiler ile beraber, herhangi bir partiye mensup kişiler de rahatlıkla onun kapısını çalıp misafiri oldular, yemeğini yedi, çayını/kahvesini içtiler. Kim hangi niyetle gelirse gelsin, Hocaefendi misafirlerini dinledi, onların düşüncelerine değer verdi; fırsatını bulduğu zamanlar, kendi mülahazalarını da seslendirdi.

Herkese açık bu dergâhı ziyaret suç da değil günah da ve şimdiye kadar -çoğu çat kapı- kimler gelip geçmedi ki!.. Israrla randevu talep eden, özel bir davet söz konusu olmadan gelen, hatta “Biz geldik!” deyip on dakika görüşmek için kapıyı zorlayan yüzlerce insanın ismini saymak, hem edebimize aykırı hem nezaketsizlik hem de böyle bir ortamda onları zor duruma düşürme olacaktır. Bununla beraber, Cumhurbaşkanlığı yapmış bir insanın demagojiye sarılarak buraya gelişi hakkında Hocaefendi’yi yalanlayışı ve Hizmet hareketine dair geçmişte söylediklerini inkâr edişi karşısında sükût da hakikate saygısızlıktır.

Eski Cumhurbaşkanının ve benzerlerinin korkularını bir ölçüde anlamak mümkün. Fakat bunca sene sonra -Hocaefendi’yi tekzip değil, aslında- kendilerini inkâr edişlerini mantıkla izahın imkânı yok. Belki beraber geldikleri Fehmi Koru’nun Hocaefendi ile sarılmalarını seyredince “Birbirinizi çok özlemişsiniz!..” dediğini hatırlatmam sayın Gül’ün hafızası için yeterlidir. Şayet bu kâfi değilse, mekânımıza dair bazı hususları anımsamaları da faydalı olabilir. Bu konuda, eski Başbakan yardımcıları, eski Dışişleri bakanı, onlarca milletvekili ve onlarca belediye başkanının yanı sıra mükerreren gelip giden Berat Albayrak’ın anlatabilecekleri çok detay vardır.

Cenâb-ı Hak, Zât’ı hakkında nisyan yaşayan ve bu yüzden kendi öz benliği de dahil her şeyi unutan kimselerden eylemesin!..

Osman Şimşek

480. Nağme: İnsanlık Şefkate Muhtaç

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

*Namık Kemal’in sözüne küçük bir ilave yapıyorum: “Bir adaletgâh-ı vâsidir bu dâr-ı imtihan / Bugün milleti kurban edenler yarın olurlar millete kurban!” Onun için, kurban olacak kimselere acımak lazım; öfkelenmemek, kızmamak, sitem etmemek, “Niye ettiler?” dememek ve acımak lazım. Fuzulî şeylerle yorulmak yerine acıyıp şefkat etmek lazım.

*İnsanın imanı mahlûkata şefkatiyle mepsuten mütenasiptir (doğru orantılıdır.) Şefkat Hazreti Pir’in vaz’ ettiği dört ana unsurdan bir tanesidir. Hatta ekosistem mülahazasıyla belki cansız varlıklara karşı bile bir hiss-i şefkatle, re’fetle, kucaklayıcılıkla yaklaşmak gerekir. Bir ağacı, otu, karıncayı o şefkatle mülahazaya almak lazım gelir.

*Başkaları mütalaalarında sizi farklı şekilde değerlendirebilirler. Belki öyle bir şey içine çekmeyi de düşünebilirler. Damara basarlar; “Bunları tahrik edelim, cinnete sevk edelim; mecnun gibi davransınlar!..” diyebilirler. Fakat temel ahlak ve karakteriniz itibarıyla, gezerken, karıncalı yerlerde karıncaya basmamak için bile bir hassasiyet sergiliyorsanız, eğer ahlakınız o ise, yırtınsalar da dövünseler de, sizi başka bir zemine çekemezler, çekmesinler; size çizgi değiştirtemezler, değiştirtemesinler.

*Bir taraftan hızı artırırken, bir küheylan gibi şahlanırken, kalb durasıya hareket ederken, beri taraftan da yürüdüğümüz yollarda neyin karşımıza çıkacağını, nelerle karşılaşabileceğimizi ve çok farklı ihtimallerle, nelerin olabileceğini hesaba katmamız lazım. Hakka ve insanlığa hizmette hızımızı katlarken, makuliyette ve insanî değerlere saygıda da aynı ölçüde vitesi, ibreyi yükseltmemiz lazım.

*Günümüzde İslam dünyasında ve kendi ülkemizde öyle bir kargaşa yaşanıyor ki, o tabloya bakınca, Hadis kitaplarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığı altında anlatılan, Peygamber Efendimiz’in âhir zamanda cereyan edecek olan dehşetli hadiselerle alakalı ifade buyurduğu kareleri görüyorsunuz. Sanki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bugünleri anlatıyor. Çok korkunç ayrıştırmalar, küstürmeler, birbirinden koparmalar, bir tarafı karalamalar, insanları birbirine karşı suç işlemeye yönlendirmeler ve cinayete sevk etmeler var. Gelecek nesillerin de tevarüs edebilecekleri şekilde bir kin ve nefret üretme var. Bu, gelecek nesillere de bu formatta intikal ederse, kavga devam edecek demektir.

*Böyle bir dönemde hiç olmazsa aklı başında, milletini seven, millet-i İslamiye’ye ve insanlığa saygı duyan, bir huzur dünyası arkasından koşup duran insanların aradaki köprülerin bütün bütün yıkılmaması için sabırlı, temkinli ve şefkatli davranmaları gerekmektedir.

*Varsın desinler, varsın etsinler. Vakıa, meşru müdafaa hakkınızı kendinize yakışır şık üslupla ortaya koyabilirsiniz. Yerinde bir tavzih, tashih veya tekzipte bulunabilir; hatta çok ileri giderek bazı şeyleri tekrar edip duruyorlarsa bir tazminat diyebilirsiniz. Fakat bütün bunları yaparken panjurları az aralık bırakmalısınız. Bir gün dönüp geldiklerinde ya da siz bir kere daha münasebet adına şansınızı denemek istediğinizde, birbirinize bakarken başınızı yere eğmeyecek şekilde davranmalısınız; şimdiden ona göre plan ve projeleriniz olmalı.

*Toplum çapında öyle yırtıklar meydana geldi ki, bunların mesleğimizin de esası olan şefkatten başka bir şeyle yamanabilmesi mümkün görünmüyor.

*Hazreti Üstad’dan günümüze kadar değişik dönemlerde Hizmet erlerine hep hücum edildi; fakat Allah’a şükürler olsun, zulüm ve saldırılara maruz kalınan her devirden sonra Hizmet daha bir güçlenip büyüdü.

*Öncekiler gibi bu mazlumiyet ve mağduriyet döneminin de atlatılacağı inancı içinde hizmetlerinizi katladığınız gibi, insanî değerlere saygı ve mahlûkata şefkat ibrenizi de yükseltmelisiniz. Siz buna niyet ederseniz, Cenâb-ı Allah o yolda yürümeyi kolaylaştıracak, kader yolunuza su serpecek ve Allah’ın izn u inayetiyle gittiğiniz her yeri birer çemenzar gibi göreceksiniz. Zaten gayeniz de diken tarlalarını tımar ederek, bağistan, bostan ve gülistan haline getirmek değil mi?

*Şair der ki: “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.” Ülkenin hâristan olmaması ve dünyanın bir diken tarlasına dönmemesi için, öncelikle gönlünüzü bir gül bahçesi haline getirme, sonra da diyar diyar dolaşıp etrafa güzel kokular duyurma azminde bulunmalısınız. Evet, gönlünüz gül gibi olursa, gezdiğiniz her yer de ıtriyat çarşısına döner.

IRMAK TV CANLI YAYIN – ÖZEL NAĞME

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

TÜRKİYE EKRANA KİLİTLENDİ

Fethullah Gülen Hocaefendi, yıllar sonra ilk kez canlı yayına katıldı. Hocaefendi’nin Irmak TV’de yayınlanan Sahur Vakti programına katıldığı esnada tüm Türkiye ve yurt dışından milyonlarca izleyici canlı yayına kilitlendi. Program, sosyal medyada da gündem oldu.

Herkul.org editörü Osman Şimşek’in Ramazan’ı nasıl geçirdiklerini anlatan açıklamalarının ardından gurbetteki iftar öncesi yapılan mealli mukabele canlı olarak izleyenlere sunuldu. Okunan ayetler tefsir edildi. Hocaefendi mealli mukabelenin ardından Ramazan ayının önemine dikkat çekerek son günlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini anlattı. Hocaefendi’nin mukabele sonrası Ramazan ayına ilişkin sohbeti şöyle:

“Bazı şeyleri kitabın ve sünnetin ruhuna uygun diye yapıyoruz. Bunda inşallah, Cenab-ı Hakk’ın rızasından başka bir mülahazamız da yok. Sürekli vird-i zebanımız ‘Allahümme’l-amele salih… vel ihlase’l-etem ve rıdake, rü’yatek’ filan diyoruz. Bu dört esas bizim için çok önemli bunlara ulaşmak için de Kur’an-ı Muciz-ül Beyan’ı doğru anlamak, ehli dalaletin, batıl ehlinin anladıkları veya heva ehlinin anladıkları, Kur’an’a uyacaklarına Kur’an’ı kendilerine uyduranların anladıkları gibi değil. Elden geldiğince Kur’an’ı Muciz-ül Beyan’ı, Kur’an’ın anlaşılması gibi anlaşılma adına Sünnet-i Seniyye’yi yine Sünnet-i Seniyye’nin anlaşılması çerçevesinde, Siyer-i Nebevi’yi esasen anlaşılması gerektiği siyer felsefesi çerçevesinde anlama istikametinde arkadaşların isteği, arzusu, cehdi, gayreti ile burada sürdürmeye çalıştık.”

BELKİ BAŞKALARI DA KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMAK İÇİN BU ŞEKİLDE MUKABELE OKUR

“Bu sene de bütünüyle mukabeleyi bir taraftan Kur’an-ı Muciz-ül Beyan’ın bir taraftan orijinal metni, İlahi Kelam’ı okuyarak, diğer taraftan da meal ulvi hakikatleri ne kadar aksettiriyor ama onun sahibine esasen, o mealleri yazanların sahiplerine güvenerek hatta farklı meallere de bu arada bakarak, hatta bazen farklı mülahazalarla da işin içine girdiler yaparak, böyle manasıyla, maani aliyesiyle, mefhum-u mukaddesi ile Kur’an-ı Muciz-ül Beyan’ı bir de böyle mütalaa edelim. Kim bilir belki bunun isabetli olduğunu görür, bundan sonra başkaları da, Rabb’imizin bize bir mesajı olarak, aynı zamanda bir ışık kaynağı, Nur ayeti de geçmişti burada, önümüzü aydınlatmak üzere bir rehber olarak gönderdiği bu kitabı muhtevasıyla anlayalım diye bundan sonra mukabeleleri öyle okumayı düşünebilir. Dili Arapça olanlar belki buna çok fazla ihtiyaç hissetmeyebilirler. Bizim gibi Arapça bilmeyenler buna zannediyorum ihtiyaçları vardır. 19. Cüz’e geldik. Ramazan’ın son günlerine geldik. Böyle yapmakla Kur’an-ı Kerim’e karşı saygısızlık yaptıksa Allah bizi affetsin. Buna içtihat hatası derim ben. İçtihat hatası yapanlar bir sevap kazanırlar. Şayet isabet olmuşsa iki sevap kazanılmış olur. Kur’an’ı hiç bilmeyenler, belki senede bir kere bile okumayanlar bu mukabele sayesinde 100’ü aşkın insan Kur’an-ı Müciz-ül Beyan’ı şöyle böyle, kulak dolması akıllarında kalabilecek şekilde bazı manalarına muttali olmuşlardır. Bir ikincisi de onlarda böyle bir arzu da uyanmış olabilir. Bundan sonra şöyle tafsilli açıklamalı bir meali ellerine alırlar. Hasan Basri Çantay Hoca’nın gibi, bizim Ali Ünal’ın gibi, Suat Hocamızın gibi meallerini ellerine alırlar Kur’an-ı Kerim’i okurken öyle okurlar. Onlarda böyle bir duygu uyarılmışsa şayet Allah’ın izni, inayeti ile bu da hayra vesile olur. Sizler böyle bir şeye sebebiyet verdiğinizden dolayı sizin defter-i hasenatınıza da sevap akar, Allah’ın izni, inayetiyle. Bir de iştirak-ı amel ciheti ile yani ahirete ait meselelerde iştirakte birler bin olur. Yani bir meseleyi icra eden bir tanesi bir heyet-i aliye içinde, onun etrafında kümelenmişlerse şayet, umumun defter-i hasenatına bir yönüyle yazılacak, umuma terettüb edecek sevap teker teker her bir fert için mukadderdir, müyesserdir, diyor.”

İTİKÂF SÜNNETİ İHYA EDİLMELİ, AKSATMAMALI

“İştirak-i amal-i uhreviye de böyledir. Bir de bu yol açıldıysa şayet bu Ramazan-ı Şerif’te arkadaşlarımız buna da önem verirler, iştirak-ı ameli uhreviye derler ve birleri bin yapmaya bakarlar. Hususiyle Ramazan’ın her günü mübarektir. Ama Efendimiz (sas) ve büyüklerimiz Ramazan’ın son 10 gününde Kadir Gecesi olduğunu söylerler. 21’inde, 23’ünde 25’inde 27’sinde… Bir dönem de 27’sine tevafuk ettiğinden dolayı bu öyle kabul edilegelmiş, umumi kabul halini almış. Dolayısıyla da bütün İslam dünyasında Ramazan-ı Şerif’in 27. gecesinde yaparlar bunu. Fakat Efendimiz (sas) son 10 gecesinde Ramazan-ı Şerif’in itikâf yapıyorlardı. Bu itikâf da işte o gecelerdi, o tek gecelerde esasen gözetiliyordu orada. Kendinden sonra da bir hayli insan itikâf yaptı. Kendi hayatı seniyelerinde mübarek validemiz çardaklar kurdu mescidin içinde itikâf yapmak istediler. Fakat o namaz kılmaya mani, böyle günümüzde olduğu gibi maksureli yerler olmadığından dolayı mahzurlu gördü, o sene iptal ettiler itikâflarını. Daha sonra da kaza ettiler.”

“Bir de Ramazan’ın son günü imkân olsa itikâf esasen, itikâf Efendimiz’in (sas) bir sünnetidir. Cenab-ı Hakk’a yönelme, seyri sülük-ü ruhani ile seyfillah olma, hakikatlerini aksettiriyor gibi bir şey. Toplumumuzda unutulan sünnetlerden bir tanesi de budur. Oysaki kalbi ve ruhi hayata, cismaniyetten çıkma, hayvaniyeti bırakma, kalbi ve ruhi hayata yükselme, böylece rıtlatikeyi rabbaniye ufkuyla mı, sır ufkuyla mı, hafi ufkuyla mı, ahva ufkuyla mı, esma-yi ilahi sıfat-ı sübhaniye, itibarat-ı rabbaniye mülahazalarına girme, hadisin ifadesiyle görülüyor olma mülahazasını yaşama, görüyor olma mülahazasını yaşama, itikâf gibi tamamen kendini ona verme ibadeti ile ancak hâsıl olur.”

“Keşke bunu bütün dünyada cami imamları yapsa, Diyanet İşleri Teşkilatı yapsa, zira halk önünde bu işi iyi bilenlere bakar. İyi bilenlere bakar ve yaparsa yaptığı şeyin bir misli sevabı onların defterine de geçer. Onlar da bunu görmediğinden yapmıyorsa şayet o sünneti terk etme vebali onların defterlerine kaydedilir. Öndekiler o mevzuda çok hassas yaşamalı, o itikâfı da bence aksatmamaya bakmalı.”

“İnşallah bu son 10 güne girerken meseleyi biraz daha katlayarak yaşamak sureti ile Ramazan’ın ne olduğunu vicdanlarımıza duyururuz. Ramazan’ın ne olduğunu belki gelecek nesillere de duyururuz. Onlar da Allah’ın izni inayeti ile bereket ayını öyle değerlendirirler. Kulluktur bu.”

“MÜLEVVES HABERLERE HİÇ KULAK ASMAMALI”

“Belki bize düşen şey de, hiç olmazsa Ramazan-ı Şerif’in son 10 gününde fuzuli şey konuşmamalı, mülevves haberlere hiç kulak asmamalı, mülevves neşriyat yapan televizyonlar, radyolar, internetler; bunlara kapıları kapamalı ki Allah’a karşı açılacak kapılar açılsın. Yoksa yalanla, tezvirle, iftirayla, kinle, nefretle, gayzla köpürmüş insanların ağızlarından dökülen o levsiyatla hiç farkına varmadan bizim zihin dünyamız ve ruh dünyamız da kirlenir. Dolayısıyla onlara benzemiş oluruz. Onlara benzeyenler de onların yuvarlanacağı yere yuvarlanırlar. Değişik şeylere karşı panjurları kapamalı, kapıların hep Efendimiz’e (sas) karşı açık olmasını sağlamalı. Sohbet-i cananla bütün saatlerimiz geçmeli.” (Zaman Gazetesi’nin Haberi)

Hızır Çeşmesi ve Ramazan

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, (hafta içindeki iki ayrı hasbihalinden oluşan) Bamteli sohbetinde -özetle- şunları söyledi:

İyilikler Allah’tan, Kötülükler Nefsimizdendir!..

*Bir köyde, o köyün serkârı (idarecisi, işin başında olanı) kim ise; bir nâhiyede, o nâhiyenin serkârı kim ise; bir kasabada, o kasabanın serkârı kim ise; bir vilayette, o vilayetin serkârı kim ise, onun orada olan bütün olumsuzlukları kendinden bilmesi, basiretinin ve Allah’ı biliyor olmasının ifadesidir. Onları başkalarından bilmesi ise, nankörlüğünün, körlüğünün ve küstahlığının ifadesidir.

*Cenâb-ı Hakk’ın bunca hizmete muvaffak kıldığı bu hareketin içindeki insanlar eğer böyle düşünüyorlarsa, olumsuzluklardan kendilerini sorumlu tutuyorlarsa, çok iyi bilmeliler ki, şayet Cenâb-ı Hak onları muvakkaten bir kısım şefkat tokatlarına maruz bırakmışsa, tokatlıyorsa, bunlar gelip geçicidir.

*Bu açıdan bize düşen: “Biz düzgünüz, istikamet içindeyiz.” dememektir!.. “İhtimal bir eğriliğimiz var; ihtimal Kendisine teveccüh-ü tam ile yönelememe gibi bir kusurumuz var; ihtimal imanda bir kusurumuz var; ihtimal amel-i salihte kusur ediyoruz!” şeklinde düşünmektir. Farzların yanında kırıkları sarma, eksikleri giderme manasına gelen kaç rekat nafile namaz meşru kılınmış ise, onu ikiye katlayarak; “Allah’ım bunlar Senin hakkındır, bizim de vazifemizdir.” diyerek; evvâbinden duhaya, duhadan da teheccüde koşarak; beş vakit namazı sünnetleriyle taçlandırarak ve tesbihatta kusur etmeyerek sürekli her vesileyi Cenâb-ı Hakk’ı anmak için değerlendirmektir.

Kim Allah İçin Olursa, Allah Onu Yalnız Bırakmaz

*O’nu anmakla zamanın parçalarını, parçacıklarını taçlandırmak; münevver ân-ı seyyâleyi yakalamaya çalışmak!.. Bütün bunlar pak ve tertemiz kalmanın çok önemli unsurlarındandır. Pak kalanlar böyle kalmışlardır.

*Sen kendine böyle bakarsan, O’nun sana bakışı çok farklı olur. Her zaman böyle bir arınma, yunma, temizlenme, pîr u pak olma mülahazası içinde yaşarsan, O’nun sana bakışı başka türlü olur. Öyle bir bakar ki, inan, sana toz kondurmaz O. İliştirmez sana, kulağını bile çektirmez. Bir fiske vurdurmaz sana O. Önemli olan, O’nun için olmaktır! Çünkü, kim Allah içinse, kendini Allah’a adamışsa, Allah deyip oturuyor Allah deyip kalkıyor, Allah’ı heceliyor, Allah ile geceliyorsa, Allah onu katiyen yalnız bırakmaz!..

İmanın Lezzetini Duymanın Üç Şartı

*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ

Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.”

*Evet, imanın tadını alan bir insan Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık sever, onları andığı zaman adeta burnunun kemikleri sızlar.

*Sevdiğini Allah için sever; Allah’a kulluğundan, O’na yakınlığından ve insanları Hakk’a ulaştırmaya gayret ettiğinden dolayı ona muhabbet besler. Diğer insanlara ve sâir mahlûkata karşı alâkası da hep Cenâb-ı Hak’tan ötürüdür. Hadisin bu bölümünde “mü’min” değil de “mer’ – kişi/herhangi bir insan” denmesi de dikkate şayandır. Demek ki, her mer’e (kişiye) karşı seviyesine ve Allah’la irtibatına göre kalbî alaka duymak lazımdır. Eğer insan bunu duyabiliyorsa, imanın zevkini tatmış demektir. Mefhum-u muhalifi şu: Bir kimsenin insanlara karşı alakası Allah’tan dolayı değilse, o da imanın tadından, neşvesinden, zevkinden habersiz, bigâne zavallıdır.

*Bir de, Allah, Cehenneme yuvarlanma sebebi olan küfürden kurtarıp imana erdirdikten sonra yeniden küfre ve küfrün sebeplerine dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin görür, böyle bir âkıbetin hayaliyle bile ürperir ve tir tir titrer. Sürçmemek, düşmemek ve bütün bütün kaybetmemek için Gaffâr u Settâr’a sığınır; küfre açılan kapılardan da hep uzak kalmaya çalışır. İşte böyle bir insan, imanın tadını tatmış olur. Mefhum-u muhalifi: Meseleye böyle bakmıyorsa, küfre karşı setler oluşturmuyorsa, kapıları ardına kadar sürgülemiyorsa, -hafizanallah- kapı aralığı bırakıyorsa, o da imanın tadını tatmış sayılmaz.

“Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz.”

*Bu ölçüleri esas alınca, Allah’la münasebetimizin ne seviyede olduğunu değerlendirebiliriz. Her zaman böyle bir değerlendirme içinde bulunursak, birer muhasebe insanı olarak burada hesabımızı görür ve Allah’ın izn u inayetiyle ahirete de hesabı görülmüş olarak kırmızı pasaportla gideriz. Mizanda “Sen geç!..” denen insanlar var, kırmızı pasaportlu…

*Burada hesaplı yaşarsanız, öbür tarafta altından kalkamayacağınız hesaplarla karşı karşıya kalmazsınız. Hazreti Ömer efendimizin “Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz.” nasihatine uygun şekilde birer hesap insanı olarak yaşarsanız, ahirette göreceğiniz hesabı dünyada bırakmış olursunuz. Hesabı görülmüş bir “Sen geç!” kahramanı olarak berzahı aşarsınız, mahşeri geçersiniz, sırattan uçarsınız. Hadis-i şeriflerin ifadesiyle, Cennete girmekle Cenneti sevindirirsiniz.

Ramazan’la Yağacak Rahmete Hazırlanırken…

*Cenâb-ı Hak, gönül ve ruh inşirahı içinde Ramazan orucunu tutmaya ve Ramazan-ı Şerif vazifesi yapmaya müyesser eylesin. Hava çok sisli-dumanlı gidiyor; fakat sis-duman bazen atmosferde yağmura dönüşür. Biz olumsuz şeyler beklerken, bakarsınız damla damla -her bir damlada da bir melek-i müvekkel- rahmet yağar. Cenâb-ı Hak adeta başımızdan aşağıya eltâfını sağar.. ve belki başkalarını o rahmet deryası içinde boğar.. size de neler neler lütfeder!..

*Onun için meseleleri muvakkaten kapanan kapılara göre değerlendirmemek lazım. “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, müfettihu’l-ebvâbdır.” (Şemsî)

*Şu dua vird-i zebanımız olsun:

يَا مُفَتِّحَ اْلاَبْوَبِ اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ

“Ey açılmaz kapıları açan, insanlara her zaman farklı kapılar aralayan Rabbimiz! Şimdiye kadar lütfedip açtığın binlerce kapı gibi, bize hayırlı kapılar, hayır kapıları lütfeyle!..”

*Böyle mübarek bir ayın son günleri ve mübarek Ramazan ayının da şafak öncesi anları yaşanıyor. Bu iki mübarek ayın iktiran mevsiminde yapacağımız dualar nezd-i uluhiyette inşaallah kabule karîn olur. Başta kendi memleketimiz olmak üzere, Cenâb-ı Hak, tutuşturduğu meşaleyi bütün dünyayı aydınlatacak meşale haline getirir inşaallah.. O’nun elinde.

Dünyaya Âb-ı Hayat Taşıyor, Her Yanı Hızır Çeşmeleriyle Buluşturuyorsunuz!..

*“Bir mum başka mumları tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez.” Ellerinde mumlar dünyanın dört bir yanına açılan arkadaşlarınız, başkalarının elinde ışıksız olan mumları tutuşturmak suretiyle takatlerinin, güçlerinin, tahminlerinin, gayelerinin, hatta hayallerinin üstünde esasen bütün dünyayı aydınlatabilecek bir ışık dönemine ışık tuttular, olabileceğini gösterdiler. Olabilecek daha büyük şeyler adına, olan şeyler en inandırıcı referanslar halinde dünyanın dört bir tarafına yayıldı. Bugün onu da görüyorsunuz. Tazyikler, baskılar arttıkça, Cenâb-ı Hakk’ın inayeti de farklı bir zeminde adeta patlamalar, feveranlar yapıyor. Bir yerde kaynaklar tıkanmak istenirken hiç de tıkanmıyor, bakıyorsun başka yerlerde cennet çeşmeleri, kaynakları gibi sular kaynıyor.

*Dünyaya o Hızır çeşmesini götürüyorsunuz, ulaştırıyorsunuz. Ona vesile olan tazyikler, Cenâb-ı Hakk’ın değişik tecelli dalga boyunda rahmetinin ifadesidir. Siz o baskıları görmeseniz, dünyanın çok muhtaç olduğu âb-ı hayata dünya ulaşamazdı, mum tutuşturmaya ulaşamazdı. Bir mesaj götürüyorsunuz, bütün dünya insanlığı, başkalarıyla da yaşamanın mümkün olduğunu görüyor, bir huzur dünyasının emarelerini görüyor, okuyor. Bu da zannediyorum Enbiyaların mesajının gölgesinde (gölgesi kaydı çok önemli) insanlık için yapılması gerekli olan en önemli şey. Bir huzur dünyası, bir selam-ı âlem. Olumsuz şeyler yapanlara karşı bile “selam” deyip, onlara esenlik çakmak. Dünyanın böyle bir atmosfere, böyle bir oluşuma ihtiyacı var. Kim bilir belki de bugün muvakkaten ve lokal olan bir yerdeki tazyikler, döl yatağında bu mübarek oluşumları besliyor.

Arefedeyiz.. Bayram O’nun “Kün” Demesi Kadar Yakın!..

*Bu türlü şeylerin arefesinde olabileceğimiz ümidini yaşamalı ve bu ümidi hep korumalıyız. Allah dilerse yapar; Bir şeyi dilediğinde O’nun buyruğu, sadece “Ol!” demektir, hemen oluverir!..“ (Yâsîn, 36/83) “Kün fekân” (‘Ol’ dedi hemen oluverdi!..) hakikati, O’nun varlığı var etme tezgahıdır. “Kün” (ol) deyince her şey oluverir.

*Evet değişik güzel şeylerin arefesinde bulunuyoruz. Ama unutmayın, yine de oruç gibi bir sıkıntısı vardır arefenin… Yani o eltâfın, güzel şeylerin dalga dalga gelmesinden evvel bir kısım sıkıntılar da vardır. Fakat inşaallah şafaklar söker ve söken şafakları güneşler tulûlarıyla taçlandırırlar. Ümit ediyoruz. Baştan dendiği gibi, Allah bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd (açar.) Bin kapı küşâd edecekse, o bin kapının, milletimize, insanlık âlemine ve hizmetimize açılması için biz de o mevzuda bir şeyler (kavlî, fiilî ve hâlî dualar) yapalım!..

Tarih Şuuru ve Sulh Ruhu

Herkul | | BAMTELI

BU SOHBET SEÇİMLERDEN BİRKAÇ GÜN ÖNCE YAPILMIŞTIR.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde -özetle- şunları söyledi:

Yakma beni nâr-ı ağyâra ey Gaffâr u Settâr!..

*Ketencizâde hazretleri der ki: “Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar / Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” Onun sözlerini az değiştirerek şöyle diyorum: “Yansam da ocak gibi gam eylemem izhar / Yakma beni nâr-ı ağyâra ey Gaffâr u Settâr!” Senin ocağında cayır cayır yansam da gam izhar eylemem. İstersen kebap et, püryan et; el verir ki başka ateşlere yakmayasın. Nefis ateşine, şehevât-ı nefsaniye ateşine, heva ateşine, tûl-i emel ateşine, tevehhüm-ü ebediyet ateşine, dünyada daimi kalma mülahazası ateşine, servet ateşine, büyüklük, kibir ateşine, bakışta inhiraf ateşine, yanlışları taklit etme ateşine… Yeter ki, ardı arkası kesilmeyen bu ateşlere yakmayasın!.. Yakarsan, Kendi muhabbetinin ateşiyle yak!..

*Cüneyd-i Bağdadî hazretleri şöyle der: “(Ey Nefsim!) Heva kapısından girmek dilersen, kolayca girersin. Ne var ki, dışarı çıkmak istersen, pek zordur bilesin.” Hevâ kapısından girmek.. nefsin dürtülerine uymak.. şeytanın dürtüleriyle yanlış yollara sapmak.. bu çok kolaydır. Fakat bir kere de içine düştün mü, çırpındıkça batarsın, çırpındıkça batarsın, çırpındıkça batarsın. Zira Hazreti Pîr’in dediği gibi: “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.”

“Bugün milleti kurban edenler, yarın olurlar millete kurban!”

*“Bir adaletgâh-ı vâsidir bu dâr-ı imtihan / Bugün milleti kurban edenler yarın olurlar millete kurban!” Geniş bir dâr-ı imtihan bu dünya. Bugün kötülük yapanlar, yarın öyle kötülüklere maruz kalacaklardır ki, hiç şüpheniz olmasın, ettiklerinin on katıyla Cenâb-ı Hak onlara azap edecek. Kıvranacak, gözlerini dikip sizin yüzünüze bakacaklar; medet dilenecekler kendilerini çok güçlü görenler.

*Firavun da kendini çok güçlü görüyordu; Hazreti Musa (aleyhisselam) ve bir avuç Musevî karşısında gark olup giderken, döndü sığındı ama artık iş işten geçmişti. Kur’an diyor ki: “Şimdi mi?” Sen ondan evvel hep başkaldırdın, serkeşlik yaptın durdun. Ama madem o kadar dedin, senin bedenine necat vereceğim. O da sana yaramayacak da, arkadan gelenler için; senin gibi Nemrutların, Şeddâdların, Firavunların akıbetine şahit olmaları için; lâşelerini koruyacağım onların. “Lâ şey” olduklarının farkına varmadıklarından ve kendilerini bir şey zannettiklerinden dolayı “lâ şey” ve “lâşe” oldular; lâşe korundu, arkadan gelenlere bir ibret tablosu sunuldu. “Bugün milleti kurban edenler yarın olurlar millete kurban!” Hiç tereddüdünüz olmasın!..

“Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim”

Soru: Nesilleri tarih şuuruyla büyütmenin önemiyle beraber, geçmişteki kavgaları günümüze taşımak suretiyle yeni husumetlere sebebiyet vermemenin de mühim olduğu ifade ediliyor. Nitekim sevgi okullarında ve Türkçe Olimpiyatları’nda dün birbiriyle savaşmış ülkelerin çocukları dostça kucaklaşıyorlar. Husumete sebep olacak konuları hortlatmadan tarih şuuru nasıl kazandırılabilir?

*Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sen bir harabîsin; gözün mazidedir, âtî değilsin…” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim!” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Güçlü bir gelecek bekliyorsanız sağlam bir kökünüzün olması lazımdır.

*Geçmişsiz bir gelecekten bahsedilemez. Geçmiş bir kök gibidir. Gelecek onun üzerinde ser çekmiş, budak salmış ve yayılabilme ölçüsünde yayılabilmiş bir ağaç gibidir. Mutlaka kökümüzle irtibatımızı korumamız lazımdır. Ruh ve mana kökü diyoruz buna; hususiyle bizi biz yapan değerlere.. Üstad Necip Fazıl “Bu milleti gerçek millet yapan İslam’la tanışması olmuştur.” derdi. Biz -bir yönüyle- o blokaj üzerinde Allah’ın izni inayetiyle gökdelenler gibi yükselmişiz. Değişik dönemlerde devletler muvazenesinde bir muvazene unsuru olmuş ve sözümüzü âleme dinletmişiz.

Kur’an-ı Kerim’den Enfes Bir Misal

*Geçmişi olmayanların, sağlam bir geçmişe ve geçmiş blokajına bina edilmeyen şeylerin geleceği olması söz konusu değildir. Onlar âtîsiz insanlardır; her şeyi bugüne ve şartlara göre yaparlar.

*Kur’an-ı Kerim’in şu teşbihleri sağlam blokaja dayanıp istikbal vad eden ya da köksüzlüğe yenilip kuruyup giden nesiller açısından da değerlendirilebilir:

أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ

“Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir. Kötü söz ise, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarılabilen, kökleşip yerleşmeyen değersiz bir ağaca benzer.” (İbrahim, 14/24-25)

Geçmişteki kavgaları günümüze taşımak suretiyle yeni husumetlere sebebiyet vermemeli!..

*İslam’ın savaşları -yüzde doksan- müdafaa harbi olarak vuku bulmuştur.

*Geçmişte olan hadiseleri, yeniden deşelemek suretiyle, günümüzde yeni kavga vesileleri yapmanın hiçbir faydası yoktur. Bugün onların dedikodusunu etmek, onları dillendirmek ve bâtılı tasvir etmek suretiyle safi zihinleri idlal etmek, yeni kavga vesileleri oluşturmak demektir. Kin duygusuna, nefret duygusuna, gayz feveranına sebebiyet verebilecek hususları tarihin bağrına gömmek ve üzerine de kocaman kocaman kayalar koymak lazım; onları unutmak ve onların yeni kavga vesileleri haline gelmesine fırsat vermemek lazım. Bu biraz hazım sisteminin sağlam işlemesine bağlı. Sindireceksiniz bunları, yoksa hepimizde vardır: Niye bu kötülüğü yaptılar, neden İslam dünyasını işgal ettiler, neden onun genel ahengini bozdular?!. Bunları bugün söylemenin bir âlemi yok.

*Derlenirsiniz, toparlanırsınız, yine ruh ve mana kökleri üzerinde kendi ruh abidenizi ikame etmeye çalışırsınız. Bunu yaparken de etrafı tahrik etmemeye ve yeni yeni düşman cepheleri oluşturmamaya dikkat edersiniz; tabir-i diğerle, güzergâh emniyetini tehlikeye atmazsınız. Yürüyeceğiniz yollarda borazanla canavarları uyarmak, üzerinize saldırtmak akıllı insan işi değildir.

*Herkesle iyi geçinerek, bir huzur dünyası oluşturma istikametinde elden gelen her şeyi yapmak lazım. Hasım gibi görünen insanların evine gitmek suretiyle “Sizi de bekliyoruz, bağrımız size de açık!” demek lazım.

*Öyle engin bir vicdana sahip olmalı ki, o vicdana giren kimse ayakta kalacağı endişesine kapılmasın. Herkesin oturacağı bir sandalye olsun sizin kalbinizde!..

“Bir ayağım İslam’ın merkezinde, öbür ayağım yetmiş iki millet içinde!..”

*Seleften Allah razı olsun halefe ne kadar çok iş bırakmışlar. Sizin döneminizde Hazreti Pir-i Muğan Şem-i Taban, Mısır’da bir başkası, Suudi Arabistan’da bir başkası, Pakistan’da bir başkası; herkes kendi ufku ve ufkundaki enginliği ölçüsünde ortaya bir şeyler koymuştur. Arkadan gelen nesillere bu doneleri değerlendirmek düşmektedir. Bunu yapmak suretiyle kendi dünyanızın rengini dünyaya aksettirin, o mükemmel dantelayı bütün dünyaya gösterin, onlarda imrenme duygusu uyarın. Belayı ve musibeti ne kadar minimize ederseniz, Allah’ın izni ve inayetiyle, insanlık o kadar huzurlu bir dünyada yaşamış olur.

*Evet, geçmişte kavgaya, gürültüye, patırtıya sebebiyet vermiş hadiseleri deşelemek suretiyle günümüzde yeni kavga unsurları oluşturmamak, aksine güzergâh emniyeti adına herkese açık durmak lazım. Kardeş, dost, taraftar, muhip, sempatizan, ilişmeyen ve arafta (bir o tarafa bakan, bir de bu tarafa bakan, bazen dökülen bazen de siz kalkıp yürüdüğünüz zaman çıkarları o istikamette olduğundan dolayı sizin yanınızda) bulunanlara kadar alaka dairesini geniş tutmak lazım.

*Hazreti Mevlana’nın ifadesiyle “Bir ayağım İslam’ın merkezinde, öbür ayağım yetmiş iki millet içinde!..” Hazret öyle diyor, öyle bir daire çiziyor. Böyle engin bir vicdanla insanlığa bakmak lazım. Zira kinlerin, nefretlerin, gayzların, öfkelerin şimdiye kadar insana bir şey kazandırdığı hiç görülmemiştir.

Geleceği Omuzunda Bayraklaştıracak Genç Nesiller

*Düne kadar Türkçe Olimpiyatları adıyla, şimdilerde Dil ve Kültür Festivali unvanıyla yapılan faaliyetleri yasak ettiler; “Burada olmasın!” dediler, “Yaptırmayacağız!..” dediler. Sağ olsunlar, hidayet defterlerine yazılsın bu, kaydedilsin!.. Bu sene yirmi yerde yapıldı. Yirmi yerde Türkiye’de olandan daha parlak icra edildiği için, arkadaşların bu mevzuda aşk u iştiyakları daha bir arttı. Diyorlar ki: “Yahu 40 ülkede de yapmak mümkünmüş bunu! Niye 40 ülkede yapmadık?!.” Öyleyse gelecek sene 40 ülkede yapacak şekilde bu meseleyi projelendirelim Allah’ın izni ve inâyetiyle. Nasıl olsa varidat, semalar ötesinden geliyor. Nasıl olsa, Cenâb-ı Hak vüdd vaz ederek, kalbleri size tevcih ediyor.

*Geleceği omuzunda bayraklaştıracak genç nesiller.. siyahı, esmeri, mavi gözlüsü, kara gözlüsü, kıvırcık saçlısı, düz saçlısı, uzun saçlısı, kısa saçlısı… birbiriyle öyle mezc oldu, öyle kaynaştı, öyle bütünleştiler ki, bunlar geleceğin eliti olmak üzere yürüyorlar ve geleceğin huzur dünyası adına her birisi adeta inandıran çok önemli bir mesajdır. Aslında olan şeyler, gelecekte olacak şeylerin en inandırıcı ve en yanıltmayan referansıdır.

Hak her zaman üstündür ve galip gelir!..

*“Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib / Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib” (Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, oracığa yığılıverdi.) Her dönemde böyle hal ve manzaralar olmuştur. Fakat bunların hepsi gelip geçicidir. Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde bunların elli tanesi görülmüştür, bundan sonra da -kesretten kinaye- elli tanesi görülecektir. Diriğ etmeyin; müteessir olmayın.

*“Gevşekliğe kendinizi salmayın, katiyen tasalanmayın; Allah’a yürekten inanıyorsanız, siz o üstünlük dinamizmini elde etmişsiniz demektir; er geç, Allah’ın izin ve inayetiyle, sütün yoğurdun kaymağı ve balın özü gibi hep üste vuracaksınız.” (Âl-i İmrân, 3/139) “Akıbet ve netice Allah’tan korkan müttakilerindir.” (A’raf, 7/128) Ve bu âyetlerden süzülen sarsılmaz bir prensip: “Hak daima galiptir; üsten ve üst gelmiştir ve katiyen o yenik düşmemiştir, ona galebe çalınamaz.”

474. Nağme: Musibetlerin Güzel Yüzü

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şöyle bir soru tevcih ettik:

Eserlerde, “Her şey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.” deniyor. Dış yüzleri açısından çirkin görünen zulüm ve tazyikler de nazar-ı itibara alınırsa, bu sözün şerhini lütfeder misiniz?

Muhterem Hocamız, varlığa erme, insan olma, İslam’la şereflenme gibi güzelliklerin yanı sıra ahir zamanda Efendimiz’in “kardeşlerim” hitabına mazhar olunabilecek bir yolda bulunmanın da güzelliğine temas ederek sözlerine başladı.

“Kardeşlerim” hitabına mazhar olanların en önemli vasıflarının “ıslah” olduğunu belirten Hocaefendi, ekser insanların bozgunculuk yaptıkları bir dönemde, onların canlarını dişlerine takarak ıslah hareketi arkasında koşacaklarını anlattı. Islahın açılımında, “Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklarda bulunarak sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Sulh hayırdır (elbette daha hayırlıdır.) mealindeki (Nisâ, 4/128) ayet-i kerimenin her zaman için sulh yolunu gösterdiğini; ayetin belli bir hadise ile alâkalı olmasının, onun mânâ ve kapsamının da hususi kalmasını gerektirmeyeceğini; İslam’da sulhun esas ve “Sulh mahza hayırdır” ilkesinin umûmî olduğunu vurguladı.

Bir kısım meşakkatleri bulunsa da ibadetlerin de çok güzel olduğunu söyleyen Hocamız, hususiyle namaz üzerinde durdu; “Namazın dindeki yeri, başın bedendeki yeri gibidir.” hadis-i şerifini hatırlattı.

Bela ve musibetlerin neticeleri itibarıyla güzel olduğunu, zira onlar vesilesiyle insanların günahlarından temizlendiklerini, arındıklarını ve terakki ettiklerini anlattı. Ayrıca, musibetlerin tembih edici olduğuna, mesela kendi ülkemizde yaşadığımız problemlerin dünya çapındaki bir kısım olumsuzluklar konusunda teyakkuz, temkin ve alternatif oluşumlar duygusu hâsıl ettiğine dikkat çekti. Şöyle dedi:

“Belalar ve musibetler, başa inip kalkan balyozlar, gıybetler, iftiralar… diyenleri, edenleri, yapanları, planlayanları, tekrar edenleri batırsa bile sizi tembih ediyor ve kaldırıyor demektir.. sizi uyarıyor ve daha büyük dâhiyeleri (belaları) aşabilecek hale getiriyor, deha duygunuzu inkişaf ettiriyor demektir. Bunlar da neticeleri itibarıyla güzeldir.”

Zamanın çıldırtıcılığına karşı sabrın da pek zor ama vaad ettikleri ve neticeleri itibarıyla çok güzel olduğuna değinen Hocamız şunları söyledi:

“Bir atasözü gibi, ‘el-İntizâr eşeddü mine’n-nâr’ derler. Yani, bazı şeyleri beklemek ateşte cayır cayır yanmaktan daha acıdır. Milletin aklı ne zaman başına gelir? Bu millet ne zaman ‘Kendimiz olalım!’ der? Ne zaman bir yönüyle Raşid Halifeler ve Sahabiler gibi olma mülahazasına yönelir?. Ne zaman -iyi dönemi itibarıyla- Osmanlı mülahazasına yönelir; kendi olmaya, ruh ve mana köklerine yönelir? İntizar.. bunu bekliyorsunuz!. Allah insan olarak yaratmış, mantık muhakeme vermiş, o dönüşümü sağlayabilecek donanımla göndermiş. Bekliyorsunuz, intizar ediyorsunuz. ‘Ne zaman?’ diyorsunuz. Vakt-i merhunu intizar ve o mevzuda sabır, dış yüzü itibarıyla ızdıraplıdır; fakat bu ızdırap öyle bir duadır ki, Süfyân b. Uyeyne hazretlerinin ifadesiyle, ‘Allah bazen, muzdarip bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet buyurur!’ Allah gönüllerinize derin ızdırap saçsın. Hal-i âlemin genel durumunu, umumî manzarayı, hususiyle milletimizin maruz kaldığı umumi manzarayı müşahede ederken ızdırap duyma enginliğine ulaştırsın.”

Samimiyet ve içtenlikle Rabbine el açıp yönelen herkesin, teveccühüne teveccühle karşılık verildiğini hemen her zaman vicdanında duyabileceğini; bununla beraber, Cenâb-ı Hakk’ın muztar (çaresiz) durumdaki insanlara yardımının çok daha açıktan cereyan ettiğini belirten ve “Izdırap duymak ızdırarın da yoludur.” diyen Hocamız sözlerine şöyle devam etti:

“El açıp şuursuzca beş saat dua edeceğinize bazen bir dakika ızdırap içinde kıvranmanız Hak katında daha makbul olabilir. Nitekim İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: ‘Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır.’ Meseleyi bu açıdan değerlendirebilirsiniz.”

Sohbetinin sonunda Cenâb-ı Hak ile irtibat konusunda tembihte bulunan Hocaefendi şunları söyledi:

“Keşke her gün hepimiz birer cüz Kur’an okuyabilsek!.. Allah bu kadar hizmete muvaffak kılınca vacip olmaz mı her gün üç saat dua etmek?!. Ne kaybınız olur? Uyuyuncaya kadar yatakta bile geçerlidir. Kur’an’da ‘Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder.’ buyuruluyor. Allah’ın bunca lütfuna mazhar olan insan!.. Bir taraftan değişik muvaffakiyetler ihsan etmiş ki devlet yapamıyor. Hatta yapılan şeyleri yıkmaya çalışıyor, yıkamıyor bile. Her gün bir yerde dinamit patlatıyor fakat yıkılmıyor. Bu, Allah’ın size çok büyük bir lütfu. Böyle bir lütuf karşısında -rica ederim- her gün Kur’an-ı Kerim’den bir cüz okumazsak O’na karşı vefasızlık olmaz m? Lâakal her gün bir iki saat duaya vakit ayırmazsak O’na karşı vefasızlık olmaz mı?”

472. Nağme: Savaş ve Hile

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefkatini ve bu konuda önümüze ışık tutan davranışlarını hatırlatarak sözlerine başladı.

İftira günahtır; onu umursamama ya da onda ısrar ise, küfürdür!..

Yalan söylemenin günah olduğunu, bununla beraber yalan söylemede bir mahzur görmemenin insanı küfre düşüreceğini vurgulayan Hocaefendi, bu ölçünün diğer günahlar içinde geçerli olduğunu belirtti:

“İftira, bir günah-ı kebâirdir; istiğfar edilirse, Allah Teâlâ affeder. Fakat insan umursamaz ve iftirada hep ısrar ederse, kâfir olur. Karalama bir kâfir sıfatıdır; önemsemez ve onda ısrar ederse, kâfir olur.”

Mü’minlerin bu konularda hassas olmaları lazım geldiğini söyleyen kıymetli Hocamız, bu türlü kötülüklere maruz kalanların da Cenâb-ı Hakk’a ve gayretullaha havale edeceklerse bile önce hidayet dileğinde bulunmaları ve çaresiz kaldıklarında “Sen bilirsin!” demekle yetinmeleri gerektiğini ifade etti.

İyi ki İdam ve 163. Madde kaldırılmış; yoksa onları da istimal eder ve ahiretlerini bütünüyle karartırlardı!..

Günümüzde ortaya konan zulümlerin nerelere dayandığına değinen Hocaefendi şunları söyledi:

“Bir tanesinin de telaffuz buyurdukları gibi, ‘Zaten bizim kültürümüzde var!’ Az muhalif olunca onu berdar etmek lazım!.. Oysa Devlet-i Aliyye’de nizam-ı âlem adına adalet-i izafiye açısından yapılanı tasvip etmek mümkün değildir. O insanlar, konjonktürel olarak, şartlar ve zamanın yorumuyla içtihatta bulunarak, sorarak öyle yapmışlardır. Fakat o gün cereyan eden hadiseleri ve zamanı nazar-ı itibara almadan ‘Onda bir mahzur yok!’ derseniz, dalalete düşmüş olursunuz, hafizanallah. Nizam-ı âlem mülahazası bile mutlak şekilde ele alındığı zaman o bir dalalettir, sapıklıktır. Adalet-i mahzayı istimal etmek, ona dayanmak, ona güvenmek, onu hayata hayat kılmak mümkün olduğu sürece, adalet-i mahzadan, sırf adaletten, istikametten, hukuktan ayrılmamak farz-ı ayndır. Öbürüne gelince, konjonktüreldir o, şartların gereğine göre yapılmış; o mevzuda fetva veren insanlar Allah indinde hesap verirler mi vermezler mi, o bizi aşar. O meselenin getirdiği hayırla sebebiyet verdiği şer mukayesesi yapılır orada, terazinin kefelerine konur; Allah affeder veya affetmez, onlar bizi alakadar etmez.”

Nizam-ı âlem ve adalet-i izafiye yorumuyla yapılanları günümüze kıyaslayan bazı kimselerin şayet idam ve 163. Madde gibi kanun maddeleri yürürlükte olsa, onları da istimal edecekmişçesine bir tavır sergilediklerini dile getiren Hocaefendi şöyle dedi:

“Cenâb-ı Hak yine herkese merhametinin gereği olarak o dayanakları onların ellerinden aldırmış da o türlü şeyleri kullanmak suretiyle ebedî hayatlarını mahvettirmiyor. Bu da Allah’ın rahmetinin vüs’atinin bir ifadesidir.”

Onca fiyaskoya rağmen kalbleri durmadığına göre fizikî yapıları itibarıyla immün sistemleri sağlammış!..

Muhterem Hocaefendi, Hizmet erlerinin yaşadıkları tazyiklerin rahmet yanlarına da temas ederek, bu süreçte dünyanın değişik yerlerinde adanmış ruhlar için hüsn-ü kabul kapılarının açıldığını; onların siyasilere ait bazı yanlış düşünceleri paylaşmadıklarının herkes tarafından anlaşıldığını söyledi. Bu konuda bir misal olarak, öz vatanından sürgün edilen ve hicrete zorlanan Türkçe Olimpiyatları’nın bütün dünyayı kucaklayacak şekilde yirmi küsur merkezde yapıldığını anlattı. Hizmet Hareketi’nin hayırlı faaliyetlerini baltalamak için çırpınıp duran kimselerin hemen her teşebbüslerinin fiyaskoyla neticelendiğini belirtip şöyle dedi.

“Böyle bir fiyasko ve ters yüz edilmeyle karşı karşıya kalma mevzuunda zannediyorum üzüntüden kalbim dururdu. Bu açıdan da bunca fiyaskoya maruz kalmalarına rağmen kalblerinin durmaması meselesi fiziki yapıları itibarıyla immün sistemlerinin çok güçlü olduğuna delalet ediyor.”

Bir insanın kendi ülkesinde herhangi bir hayatî birim içine girmesine ve orada vazife almasına “sızma” denemeyeceği üzerinde de duran Hocaefendi daha sonra şu soruya aşağıda özetlenen ifadelerle cevap verdi.

Soru: Bazı kimseler “el-Harbu hud’atun” hadisini “Savaş hiledir!” şeklinde tercüme edip yorumlayarak hasım saydıkları mü’minlere karşı dahi gıybet, yalan ve iftira gibi her halükarda haram olan kötülüklere bile başvurabiliyorlar. Mezkûr hadis-i şerifi son dönemde yaşananlar zaviyesinden değerlendirir misiniz?

*Bu hadisin manası yalan söylemek ve karşı tarafı aldatmak demek değildir; bu Müslümanlık adına, Müslümanlığın itibarıyla telif edilebilecek şey değildir. İnsanlığın İftihar Tablosu, Mekke’nin üzerine gidecekken “Ben gitmiyorum; bak inanın, emin olun, ben gelmiyorum!” desin, sonra da kalksın gitsin. Neûzu billah, bu, Peygambere kezib isnat etme demektir. Bunun küfür olduğunda hiç şüphe yoktur.

Hud’a, husumetin en az zayiatla neticelenmesi için gereken strateji ve taktik olarak anlaşılmalıdır

*Hud’a; strateji, taktik, savaşta tabye (ta’biye) demektir; her defasında farklı stratejiler uygulamaktır. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bizzat başında bulunduğu on yedi tane hareket var; O, bunların hiçbirinde aynı stratejileri takip etmemiştir. İşte hud’a budur. Bir yönüyle karşı tarafı şaşırtmaktır. Mesela; Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’nin üzerine gittiğini saklamıştır. Oraya dört-beş kilometre kalıncaya, ışıklar Mekke’den görüleceği bir noktaya varıncaya kadar işi gizli tutmuştur. Oraya ulaşılınca da artık karşı tarafın yapacağı bir şey kalmamıştır. Burada O’nun mülahazası şudur: Karşı tarafı psikoloji açısından mağlup etmek. Bu aynı zamanda kan dökülmesine meydan vermeme demektir. Düşmanlıkların gelecek nesiller tarafından tevârüs edilmesine meydan vermeme demektir.

*Onuruna dokunacak şekilde hadiselerin cereyan ettiği Hudeybiye’de bile Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir ahitnameye imza atmış ve ayrılmıştır oradan. Neden? Çünkü bir dönemde insanları yaraladığınız zaman, nesilden nesile tevârüs edilir o. Arkadan gelen nesiller, atalarından aldıkları o kini ve nefreti devam ettirirler. Bu Müslümanlığın aleyhinde olur. İnsanlığın İftihar Tablosu, tek bir hareketiyle esasen bu meselelerin bütününü birden mülahazaya alıyor. Kan dökülmesin, onların yapacağı bir şey kalmasın. Tepelerine öyle bineceksin ki, hiç kimsenin kâkül-ü gülberglerinden bir tüye bile dokunmayacaksın. Hazreti Halid’in girdiği bir kapının dışında orada herhangi bir hadiseyle karşılaşma olmadı. Halk ifadesiyle pes ettiler onlar, teslim-i silah ettiler. Sonra da o Müşfik Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselam) hiçbir şey yapmadığını gördüler. İnsan ölmemişti, kan dökülmemişti, insanlar rencide olmamışlardı, dolayısıyla da İslamiyet’e fevc fevc dehalet ettiler.

*Bütün savaşlarda farklı birer strateji uygulamıştır, hiçbiri bir diğerine benzemez. Bunların hepsine hud’a mülahazasıyla bakabilirsiniz. Yoksa hafizanallah, bir şey yapacak, onun hilafını söyleyecek.. birine iftira edecek, sonra o iftirayı değerlendirecek, “Bunlar öldürülmeyi, ifna edilmeyi, ibâdeye maruz kalmayı, tenkile, tehcire maruz kalmayı hak ettiler!” diyecek, Hafizanallah… Bunlar kafirce davranışlardır.

Hangi Savaş, Nasıl Bir Hile?!.

*Bir de o hud’a esasen Müslümanlar arasında da yapılmaz, ayak oyunu yapılmaz. İnsanlığın İftihar Tablosu, kâfirlere karşı savaşta kullanıyor onu. Raşit Halifeler de onu öyle kullanıyorlar. Mü’mine karşı hud’aya başvurmak, iftira etmek, onu karalamak, halk nazarında onun itibarıyla oynamak, günümüzde çok yaygınca kullanılan algı operasyonlarıyla halk nazarında itibarsızlaştırmak… Hafizanallah, bunları yapan kâfir olur demiyoruz ama bu onların hiffetine denk bir hiffet olur.

*Bu açıdan hud’a tabirinde de zannediyorum, meseleyi çarpıtıyorlar. Şimdiye kadar arkadaşlar üç-dört yüz kadar yalan ve iftirayı toplamışlardı. Bir gün tarih, gazetelerinde ve televizyonlarında olan sesleriyle neşredecek ve bütün dünya duyacak onları. İnsanlar onların altına atacakları imzaları şu sözlerle atacaklar; “Sizin gibi düşünen insanların Allah belasını versin!” Böyle diyecekler. Ben demiyorum, biz de demeyelim ve dememe kararında olalım. Fakat tarih çok defa doğru söyler. Tarihin sayfalarına dökülen şeyler realiteleri aksettirir.

*Şimdiye kadar yalanıyla, iftirasıyla, bühtanıyla, ademe mahkum etmesiyle, tehciriyle, tehdidiyle, tenkiliyle, “Zaten bunlar Müslüman değil ki, ben onların dininden bile şüphe ediyorum, kafirdir, dolayısıyla bunlara karşı her şeyi yapmak caizdir!” mülahazasını aksettiren beyan ve davranışlarıyla.. bir de onların arkasından adeta kitle psikolojisiyle sürüklenen insanlar bunlara inanıyorlarsa, onlar da öyle diyorlarsa.. bu öyle bir vebaldir ki, Amnofis’in yaptığı küfürden daha büyüktür, hafizanallah. Bunlar bir gün tarihin sayfalarına dökülecek ve o nesiller bunları gördükçe, “Allah, sizi yerin dibine batırsın!” diyeceklerdir. Öyle bir şeye maruz kalmamak için, bence aynı silahı kullanmamak lazım. Aynı şeylerin onda birini bile -kim olursa olsun- onlara karşı söylememek lazım.

Damat Efendi burada misafir oldu, binaları gördü, hatta o daracık odada ağırlandı ama…

*O mesele bir densizliktir, fakat ben dememiş olayım: Gelip helikopterle burada -bu umuma ait, vakfa ait bir bina- bunun üzerinde, buranın resmini çekme, buraya mâlikâne deme filan… Burayı bir dönemde kendilerine de yakın birisi, Allah rızası için yaptı, Altın Nesil Vakfı’na bağışladı. Bu vakıf biz buraya gelmeden kurulmuş. Arazi o dönemde alınmış. Burada yedi-sekiz tane kulübecik vardı. O günden bugüne, o vakıf kendi imkânlarıyla yapa yapa yapa, bugün o sekiz tane kulübenin yerinde sekiz tane bina var. Bu büyük binayı da o arkadaş elindeki imkânları kullanmak suretiyle, kendi imkânlarıyla yaptı ve Altın Nesil Vakfı’na bağışladı. Buranın iki tane namaz kılınan salonu, altta konferans salonu gibi bir şey var, yemekhane gibi bir şey yapmışlar. Diğer birkaç tane odası var. Geldiğimiz zaman biz de burada kalıyoruz. Öbür taraftaki binaya gelince, defaatle röportaj yapanlar girdiler, Kıtmir’in odasını gördüler; orada bir yatağım var, bir de iki metrelik içinde namaz kıldığım yer var.

*O serkârlardan birisinin damadı geldiğinde ben orada misafir ettim onu. Bağışlayın, vaktinde izdivaç yapsaydım, benim o yaşta torunum olurdu. Ben insan gibi onu o odamda özel mahiyette, başkalarıyla görüşmüyorum mülahazasına binaen misafir ettim; izâz u ikramda hiç kusur etmedim. Yattığım o yeri de, fakirâne yeri de, kulübe gibi yeri de gördü; çalıştığım masamı da gördü. Bütün bunlara rağmen hâlâ “mâlikâne” diyor, o iftira ve isnatlarda bulunuyorlarsa, bence, bunlar akıllarını yitirmiş, vicdanlarını tamamen kaybetmiş, dinden uzaklaşmış öyle insanlardır ki, bunlara söyleyeceğiniz sözlerin hepsi malumu i’lam olur ve zâid olur. Bunu yaparken bunlara hud’a diyorlarsa, adeta kâfire karşı savaş ilan etmiş gibi kendilerini görüyorlarsa, o onların kaybına sebebiyet verir. Dünyada da bir gün kayıplarına sebebiyet verecek.

*Yalan ahireti kaybettirir, iftira ahireti kaybettirir, hud’a ahireti kaybettirir. Allah o yanlış yolda yürüyenlere hidayet-i sübhaniyesi ile hidayet eylesin. O mahvedici, batırıcı yolda yürümekten onları halas eylesin.

471. Nağme: “Affetmeye Hazır Olun!” Tenbîhi

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Değerli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, dünkü sohbette şu soruyu cevapladı:

“Son yedi sekiz Bamteli veya Herkul-Nağme sohbetinde bu süreçle alakalı olarak affa çok ciddi vurgu yapıyorsunuz. Acaba süreç sonunda af konusunda farklı mütalaalar olabileceği hususunda endişeleriniz mi var? Yoksa tahribat geniş tabanlı olduğundan ve uzun sürdüğünden dolayı bu tahşidat az bile, diye mi düşünüyorsunuz?”

Kıymetli Hocamız, olumsuzluğu tek başına bırakıp yalnızlaştırmak gerektiğini anlatarak sözlerine başladı ve özellikle şunları söyledi:

*Olumsuzluğu yalnızlaştırmak lazım. İki vasıta birbirinden uzaklaşıyorsa, aradaki mesafe hızla artar. Ama biri yerinde durursa şayet, bazı muvasala köprüleri teessüs ettikten sonra bir gün dönüp gelinecek olursa, çok fazla güç harcanmadan bir araya gelme olur Allah’ın izni ve inayetiyle.

*Toplum çok kamplaştırıldı, birbirinden koparıldı. Günümüzde öyle ayrışmalar oldu ki -hafizanallah- eğer bir taraf bir yerde durmazsa, mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesiyle hareket ederse, yani affa yanaşmazsa ve tokada tokatla, çirkin lafa çirkin lafla mukabelede bulunursa, toplumda kâbil-i iltiyam olmayan yaralanmalara, parçalanmalara sebebiyet verilmiş olur. Arkadan gelen nesillere de kin ve nefret miras bırakılmış olur.

*Diğer taraftan, şayet bir yerde örnek bir şey sergilerseniz, o huzur âlemini gören kimseler çevrede imrenmeye başlarlar. Onlar da lokal dahi olsa o türden şeyler oluşturmaya çalışırlar. Siz hiç farkına varmadan, bir de bakarsınız, sizin çevrenizde oluşturduğunuz o ütopya gibi oluşum, Allah’ın izni inayetiyle, dar dairede bile olsa (başka yerlerde de) oluşur. Hal diliyle, temsil diliyle imrendirici bir şey sergilerseniz, Allah’ın izniyle, muhtemel fitne ve fesatları bertaraf etmiş, en azından onların tesirlerini azaltmış olursunuz.

*Bir diğer taraftan bizim hırçınlık yapmamız için hiç sebep yok. Mesela; buraya malikâne derlerse, “Gelsinler baksınlar!” deriz. Burada nasıl kalıyoruz? Kirasını vererek. Dolayısıyla bizim ille de üzerini örtmemiz icap eden bir kusurumuz yok. Allah’a karşı kusurumuz çoktur da fakat toplum nezdinde bizi mahcup edecek bir şeyimiz yok. Kimse bize “hırsız” diyemez, “rüşvet aldınız” diyemez. Dolayısıyla yüzümüz ak, alnımız açık, Allah’ın izin ve inayetiyle rahatız. Cenâb-ı Allah’a, bizi böyle olumsuz şeylerden koruduğu için de hamd u senada bulunuruz.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerime selam olsun! Birileri yeryüzünde fesada sebebiyet verdikleri halde, onlar ıslah hareketi içinde olurlar; uzlaştırıcı, barıştırıcı hareket tavır ve davranışları içinde olurlar.” buyuruyor. Bu aynı zamanda Cenâb-ı Allah’ın o toplumu cezalandırmaması için de bir seradır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Rabbin, halkı dürüst hareket eden hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helâk etmez.” (Hûd, 11/117) Evet, Kur’ân’ı dert edinmiş, insanlığın salâhını düşünen, bunu hayatının gayesi bilip, kadın-erkek bu uğurda mücadele eden bir zümre varsa, Allah o yeri semavî ve arzî büyük belalardan korur.

*Arkadaşlardan sorduklarımın çoğunun evleri yok, demek ki Anadolu insanının onca teveccühünü, kendi arzuları istikametinde o ölçüde olsun değerlendirmemişler; çalmamışlar, çırpmamışlar. Demek ki, hep insanlık için soluk soluğa koşmuşlar, küheylan gibi… Bütün bunlardan dolayı Cenâb-ı Hakk’a hamd u sena etmek lazım.

*Belki bütün bunlardan daha büyük bir lütuf şudur: Cenâb-ı Allah’ın bunca iltifatâtı karşısında hiç kimse kendisini fevkaladeden bir insan görmüyor. Cenâb-ı Hakk’ın size gördürdüğü bu işi, en büyük devletler bile yapamamıştır. Öyle büyük işler yaptırdı ki, dolayısıyla hizmete şöyle-böyle katkısı bulunan bir insan, “Yahu ben de şöyle oldum!” deyip kendisine pay çıkarabilirdi. Nitekim on tane insanı etrafında toplayan kimileri bir cinnetin eseri olarak kendilerini mehdi görüyorlar. Yirmi otuz tane insana bir şey anlatmışlardır, dolayısıyla kendilerini ulûlazmâne bir hal içinde görüyorlar, hafizanallah. Bazıları da iki tane insanın imanına vesile olmuşlar mı, olmamışlar mı; bir yerde Müslümanlığın itibarını iki santim yükseltmişler mi, yükseltmemişler mi; belli değil. Dünyada Müslümanlık adına itibarımıza bir katkıda bulunmuşlar mı, bulunmamışlar mı; belli değil. Ama kendilerini emiru’l-mü’minin görmek gibi bir hata içindeler.

*Bir taraftan minnacık hizmetleriyle, karıncanın işi kadar işleriyle kendini ulûlazmâne bir tavır içinde gören insanlara karşılık, Allah’ın bunca hizmet ettirmesine rağmen, arkadaşların hangisinin nabzını tutsanız, şöyle dediğini göreceksiniz: “Allah’ın benden daha günahkâr, daha mücrim kulu yoktur. İhtimal yağmur yağmıyorsa, benim yüzümden yağmıyordur.” İşte, bu da Allah’ın ayrı bir lütfudur. Bir taraftan eltaf-ı sübhaniyesini başınızdan sağanak sağanak yağdıracak, fakat siz mahiyet itibarıyla kendinizi küçüklerden daha küçük göreceksiniz. Bu Efendimiz’e çok önemli bir meselede iktidânın ifadesidir. İnsanlığın İftihar Tablosu, önemli dualarından birinde “Allahım beni kendi gözümde küçük, minnacık kıl!” diyor. “Kendime çok küçük bir varlık olarak bakayım!” diyor. Size Allah Teâlâ bunca hizmet gördürdükten sonra kendinize sıradan bir insan gibi, âhâd-ı nâstan bir insan gibi, Hazreti Ali Efendimiz’in ifadesiyle “insanlar arasında insanlardan bir insan…” şeklinde bakabilmeniz, Cenâb-ı Hakk’ın öyle önemli bir lütfudur ki, trilyonlar verseniz bunu elde edemezsiniz.

*Bir taraftan rahmetiyle sizi sevindiriyor, mest ediyor; beri taraftan da siz kendinizi insanların en hakiri görüyorsunuz. Yüreğiniz ağzınıza geliyor: Acaba imanlı gider miyim öbür tarafa? Çünkü kendinden ve akıbetinden emin olan insan, emin değildir.

*Allah’a binlerce hamd u sena olsun, küfür ve dalalet içinde değiliz. Bilerek bir arpa kadar bir haram yemedik. Bunları söylemek doğru değil ama kendi halimi söyleyeyim: Ben kardeşlerimin evinde yemek yerken bile parasını vermeye çalıştım. Burada da kira vermeden durmadım. Bu koca binanın kirasını gelen teliften veriyorum. Neden? Çünkü yanıma gelen misafirler benim misafirim olduğundan dolayı burada bu vakfın binasını kullanma hakları olmayabilir. En iyisi, kirasını ben vereyim, bu arkadaşlar günaha girmesinler, ben de günaha girmeyeyim.

*Dışarıda bir ev tutacak, çoluk çocuğa bakacak imkânlarım helal yoldan olmadığı mülahazasıyla ben dünyaya doğru adım atmadım. Hayatımın, gençliğimde ilk üç senesini bir caminin penceresinde geçirdim; altı senesini Kestanepazarı’nda iki metre boyu, iki metre de eni bir tahta kulübede… Allah’a binlerce hamd u sena ederim. Ben o talebenin yemeğine bir kaşık çalmadım. Buna yedi cihan şahittir. Abdest alırken talebelerin takunyalarına ayağımı basmadım. Orada banyo vardı, onlardan birine girip yıkanmadım. Talebenin hakkıdır, benim hakkım değil. Her gün altı saat derse girdim, cumartesi pazar da dahil. İdarecilikle gece talebenin başında bulundum. Üç tane insana, mütalaacıya birer maaş veriyorlardı. Onların mesailerini de üstlendim ama hiçbir ücret almadım. Tenezzül etmedim dünyaya. Yirmi küsur yaşımdayken ayağımın ucuna kadar gelince milletvekilliği, “Allah Allah, dedim, beni böyle komik mi buluyor bu insanlar? Çok küçük bir insan olabilirim ben, fakat Allah’a intisap gibi büyük bir meselenin peşindeyim.” Cenâb-ı Allah kalbimi, Kendi nuruyla, aşk u iştiyakıyla doldursun. Genel karakterimiz bu.

*Bugün bazıları bunu anlamasalar bile, tarihin sayfalarına sizin, arkadaşlarınızın yaptığı şeyler bembeyaz satırlar halinde işlenecektir. Bazıları da kendilerini apak gösterseler bile onlar da tarihin sayfalarına kapkara lekeler halinde dökülecektir. Bir nesil, iki nesil, üç nesil.. torunlarına bile diyecekler ki: “Ey hırsız dedenin torunu!.. Ey mürteşi dedenin torunu!.. Ey mürtekip dedenin torunu!..”

*Bugün böyle davranmanız, gelecekte de öyle davranacağınız mevzuunda en güçlü referanstır. Bugüne kadar inşaallah bir inhiraf yaşamadıysanız, zannediyorum, bundan sonra da Allah böyle bir inhirafa düşürmez.

Rabbimize Sığınıyoruz!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konular üzerinde duruyor:

Allahım, asırlardan beri ağlayan Müslümanların yüzlerini güldür!..

*Allah’a güvenen, sa’ye sarılan, hikmete râm olan mutlaka zaferyâb olur. Burada olmasa orada olur.. can hulkuma girdiği zaman, kabre girdiği zaman olur.. ötede olur.

*Nefsinden emin olan, kendi emniyetini yitirmiş demektir; emin olmamak lazım. Hazreti Pir’in ifadesiyle, nefs-i emmâre pılını pırtısını toplayıp gittiği zaman bile vazifesini âsâba devrediyor; onlarla da aynı fonksiyon eda ediliyor; şeytanın aynı madikleri insan için yine söz konusu olabiliyor. Bu açıdan taleplerimizin ne ölçüde nefs-i emmâreden azade olduğunu bilememekle beraber, her şeye rağmen istiyoruz ki: İki üç asırdan beri ağlayan Müslümanların yüzü gülsün. Hususiyle yutkunup duran ve sineleri ızdırap içinde kıvranıp duran Müslümanlar, o sıkıntıdan, ızdıraptan, kalaktan, heymandan sıyrılıversinler!.. O’nun rahmetinin vüs’atine ve fazlının enginliğine güvenerek bunu istiyoruz. Şu kadar var ki, istediklerimizi isterken, “Allahım Senin muradın!..” demeyi de ihmal etmemek lazım.

*Kendini yüce mefkûreyi ikâmeye adamış insanların nazarında başka en önemli şeylerin bile sinek kanadı kadar kıymeti yoktur. Cenâb-ı Allah’ın rızası, Rıdvan’ı, rü’yeti ve vadettiği ebedi saadet karşısında -Hazreti Pîr’in de Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den nakille ifade ettiği gibi- dünyanın sinek kanadı kadar kıymeti yoksa şayet, kendini bu işe adamış insanların nazarında da dünya ve mafihanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olmamalıdır.

*“Hikmet-i dünya ve mâ fîhâ bilen ârif değil / Ârif oldur bilmeye dünya ve mâ fîhâ nedir.” (Fuzuli)

*Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!.. Dünyaya perestiş eden insanlar, sizin bu koşmalarınızı da o türlü şeylerin arkasından koşma gibi değerlendirebilirler. Sizi de kendileri gibi görebilirler. “Acaba -şimdi değilse bile gelecekte- bunların da sarayda, saraycıkta, gemide, gemicikte, villada gözleri var mı?” diye düşünebilirler. Cahildir onlar, mazur görün onları. Onlar için de hidayet dilek ve temennisinden dûr olmayın.

Keramet Sahibi Değil İstikamet Eri Olmaktır Marifet!..

*Hiç kimse gönlünüze girdiğinde ayakta kalacağı endişesine kapılmamalı. Mutlaka orada herkesin bir sandalyesi, bir koltuğu olmalı; geldiğinde gönlünüzde kendine bir yer bulmalı. Bu fiilî bir duadır. Cenâb-ı Allah onu fiilî bir dua kabul buyurur. Bakarsınız, bütün bütün istidadı körelmemiş insanlar, sağda-solda yalpa yapsalar bile, patikalarda yürüseler bile, dağ-dere-tepe düşe kalka emekleseler bile, bir gün döner gelir, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzergâhında yürümeye dururlar.

*Önemli olan bizim o güzergâhta yürümeyi devam ettirmemizdir. Küçük bir zikzak çizme, yolun kenarına gitme, bazen patikada yürüme, bazen trafiğe göre yürünmeyecek yerde yürüme, başkalarının kafalarında tereddüt hâsıl eder. İstikamet çok önemli bir faktördür. Sadakat Allah kapısında çok önemli bir faktördür, fakat bunların en önemli, en inandırıcı referansı devam ve temadîdir. Bu, o istikamet içinde yürümekten daha önemlidir. Çünkü bu halinizle kimseyi aldatmamış olursunuz.

*Bir gün uçuyor gibi olabilirsiniz.. gidip Kâbe’yi tavaf ediyor olabilirsiniz.. Ravza-yı Tahire’ye yüz sürebilirsiniz.. yüreğiniz İnsanlığın İftihar Tablosu’nun aşk u heyecanıyla çarpabilir. Fakat bir yerde bir avuçluk bir hırsızlık yaparsanız, o ölçüde bir rüşvete girerseniz ve halk nazarında o ölçüde bir itibar kaybına uğrarsanız, o güne kadar yaptığınız bütün güzellikler gümbür gümbür yıkılır. Ve ne yaparsınız siz? Kendi düşünce ve inanç dünyanıza itimadı yıkmış olursunuz.

*Mü’min yeryüzünde emniyet ve güvenin teminatçısıdır. İnsanlığın İftihar Tablosu, emniyet ve güven telkin edenlerin en başta geleni, zirve emniyet ve güven telkin edenidir. Bundan dolayıdır ki nübüvvetle serfiraz kılınmadan evvel de O’na Muhammedü’l-Emin diyorlardı (sallallâhu aleyhi ve sellem). Kırk yaşına kadar, adından daha çok dillere pelesenk edilen unvan “Muhammedü’l-Emin” idi. O emniyetiydi ki, ilk başta Hazreti Sıddık’lar için referans oldu.

*Üzerinize gelindikçe, metafizik geriliminizi bir kat daha artırmak düşer size. Bazı şeylerde geç kalmışız, ahesterevlik etmişiz. Tizreftar olmamız lazımmış ayağa paçayı, eteği dolaştırmadan; bu da mantığın, teyakkuzun, temkinin gereğidir.

*İhmal ettiğimiz şeyler olmuş bugüne kadar, bu mâfâtı telafi için herhalde hızımızı artırmamız, vitesi değiştirmemiz lazım. Bunu yaparken de tedbir ü temkinde kusur etmememiz lazım. Kimseyi rahatsız etmeme, başkalarını gıpta ve hasede sevk etmeme, elin-âlemin farklı düşüncelerine karşı savaş ilan etmeme konularında çok dikkatli davranarak, elden geldiğince güzergâh emniyetini tehlikeye atmadan vitesi ikiye katlamak lazım. İşte birbirine zıt gibi görünen bu iki hususu at başı götürürseniz, Allah’ın izni ve inayetiyle, kimse size ilişemeyecektir.

*Kim Allah içinse, Allah (celle celaluhu) onları kendi başlarına, yapayalnız bırakmaz. “Allah bize kâfidir. Allah bize yeter!” mülahazalarına sığınarak, sa’ye sarıl; gayretten, cehdden, aksiyondan geri durma!.. Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!.. Yaptığın her şeyin altı dolu olsun, mantıkla çelişmesin, hissiyât-ı insaniyeye mütenakız düşmesin, insani değerlerle mütenakız hale gelmesin.. hikmet odur!.. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!..

Afakî ve Enfüsî Şerler, İnsî ve Cinnî Şerirler

Soru: Muhterem efendim! Kur’an-ı Kerîm afakî ve enfüsî şerlere, insî ve cinnî şerirlere dikkat çekip onlara karşı istiâze emriyle hitama eriyor. Afakî mi enfüsî mi hangi şer, insî mi cinnî mi hangi şerîr daha tehlikelidir?

*İhlâs sûre-i celilesi, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı Zâtiyesi olan sıfât-ı kemal ile tavsifi ve Zâtına münâfî noksan sıfatlardan da tenzihi ifade etmesi açısından tevhid-i ulûhiyeti takrir eder. Kâfirûn sûresi ise, ibadet ve perestişin ancak ve ancak şerîk ve nazîri bulunmayan Allah’a mahsus olmasını ifade etmesi açısından tevhid-i ubûdiyeti takrir eylemektedir.

*Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine birden “Muavvizeteyn” denilir; bu ifade “Allah’a sığınmayı gösteren, O’na iltica ettiren, Hakk’a sığınmaya vesile, kendisiyle Rabb’e istiâze edilen” iki sûre demektir. Bu sûrelerde Allah Teâlâ, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, afakî ve enfüsî, insî ve cinnî bütün korkunç ve zararlı şeylerden kendisine sığınmamızı emretmiştir.

*Felak Sûresi

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ

“De ki: Sığınırım şafak vaktinin Rabbine: Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip büyü yapan büyücü kadınların şerrinden ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden.”

Büyü ve Nazara Karşı Felak ve Nas Sureleri

*Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, sihir bir gerçektir ve onun bazı türlerinin fizikî dünyaya tesirleri de söz konusudur; ancak bu tesir sihirbazın değil, onun sebepleri yerine getirmesi neticesinde Allah’ın yarattığı bir tesirdir. Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, Allah Rasûlü’ne de (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) büyü yapıldığından bahsedilir; böylelikle meselenin olabilirliği vurgulanmış ve ondan kurtulmanın çaresi gösterilmiştir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine büyü yapıldığının farkına varınca dua etmiş ve Cenâb-ı Allah’tan şifa dilemişti. Çok geçmeden Hazreti Cibrîl ve Mikâil (aleyhimesselam) gelerek işin hakikatini Efendimiz’e haber vermiş; Allah Rasûlü’nden alınan bir tarak saç-sakal ile hurma çiçeği kullanılarak Lebîd İbn-i A’sam tarafından yapılan büyünün Zervan kuyusuna atıldığını söylemişlerdi. Rasûl-ü Ekrem, bazı ashâbıyla beraber o kuyuya gitmiş ve kuyuyu kapatmışlardı. Hazreti Aişe, “Ya Rasûlallah, sihri çıkardınız mı?” diye sorunca Efendimiz, “Hayır çıkarmadım. O sihri çıkarıp çözmekle halk arasında sihrin şuyû bulmasından endişe ettim.” buyurmuş; Cenâb-ı Hakk’ın, kendisine şifa verdiğini ve şifa bulmak için illâ sihri çözmek gerekmediğini belirtmişti. (Buhari, Tıbb 47,49,50, Nesai, Tahrim 20)

*Osmanlıca ifadesiyle “isabet-i ayn”, yani (göz değmesi) vardır ve vâkidir. Bazı insanların gözü, baktığı şeye büyük bir hasret ve iştiyakla bakar; erişilmesi güç bir mazhariyet ve nâiliyet hissiyle nazar eder. Böyle derin hasret ve arzu ile bakışlardan sonra bakılan o şeyde bir arıza meydana gelebilir, bir rahatsızlık söz konusu olabilir. Buna isabet-i ayn, yahut göz değmesi denir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), nazarın hak olduğunu bildirdiği bir hadis-i şerifinde, “Nazar deveyi kazana, insanı mezara girdirir.” buyurmuşlardır.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) nazar değmesine karşı, Âyetü’l-Kürsî’yi, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okumuş, Ashabına da bunları okumalarını tavsiye buyurmuştur. Ayrıca meşâyih ve ehl-i keşf, nazarın etkisinden korunmak veya nazar isabet etmiş ise kurtulmak için Kalem Sûresi’nin 51. ve 52. âyetlerinin okunmasını tavsiye etmişlerdir. Kalem Sûresi’nde, zikri geçen âyetlerin metni ve anlamı şöyledir:

وَإِنْ يَكَادُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِأَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ إِنَّهُ لَمَجْنُونٌ وَمَا هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ

“O kâfirler Zikr’i (Kur’ân’ı) işittikleri zaman, hırslarından neredeyse bakışlarıyla seni kaydıracak, âdeta gözleriyle yiyecekler! Ve o ‘delinin teki!’ derler. (Delilik nerede, o nerede! Kur’ân’ın hiç delilikle ilgisi mi olur?) Kur’ân olsa olsa, sadece bütün insanlara bir derstir.”

“Allah’ın yürüttüğünü kimse durduramaz!..”

*Termitler, kubbeler yaptığından dolayı, -eserlerine bakıp- onları gergedan sanan kimseler var. Yahu Allah yaptırıyor; termitin ne haddine?!. Termitin diğer türleri karıncalar yerin altında bir delik bulur başlarını sokarlarsa, sultanlık sayıyorlar; kendilerini ak sarayda mı, pembe sarayda mı, turuncu sarayda mı zannediyorlar! O termitlere gelince, Selçuklu kubbeleri gibi onlar kubbeler yapıyorlar. Termitin kubbesine bakan onu fil gibi görüyorsa, o kendi zavallı yanılgısına ağlasın. Biz katiyen inanıyor ve biliyoruz ki, Türkiye’deki on beş milyon insanın hepsi on sekiz saatini bu işe vererek aktif hale gelse, yine de Cenâb-ı Hakk’ın inayeti söz konusu olmadan dünyanın yüz yetmiş ülkesinde 1300 okul açılmaz. Vallahi açılmaz. Kültür lokalleri açılmaz.. yurtlar açılmaz.. pansiyonlar açılmaz.. televizyonlar açılmaz.. radyolar açılmaz.. gazeteler çıkmaz.. okuyucu elde edilemez. İnâyet-i ilahiye olmayınca olmaz.

*“Bu ölsün de bu iş bitsin!” diyorlar. Yanılıyorsunuz!.. Bir işi Allah sevk ve idare buyuruyorsa ve insanların ihsasları, daha doğrusu iç hamleleri diyebileceğimiz ihtisasları o Allah’ın meşiet-i sübhaniyesiyle ve irade-i sübhaniyesiyle oluyorsa, vallahi billahi tallahi onu kimse durduramaz. Onu Bizans da durduramaz, Pers de durduramaz.. Bizansça hareket edenler de durduramazlar, Persçe hareket edenler de durduramazlar, Allah’ın izniyle. Allah’ın yürüttüğünü kimse durduramaz!..

Vesvese Santrali “Lümme-i Şeytaniye” ve İstiâze

*Nâs Sûresi:

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ إِلَهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ

“De ki: Sığınırım insanların Rabbine, insanların yegâne Hükümdarına, insanların İlahına: O sinsi şeytanın şerrinden; o ki insanların kalblerine vesvese verir; o şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da olur.”

*Şeytan, çok sinsi bir varlıktır. O, bu sinsiliğiyle şüphe ve desiselerini hiç sezdirmeden insanın içine atıverir. İşte bu mübarek âyetler, şeytanın bu sinsice işlerine karşı insanı uyarmaktadır. Kur’ân, hâdiseyi öyle bir üslûpla anlatmaktadır ki insan, onun seçtiği her kelimede bu sinsiliği ve bu esrarengizliği duyabilmektedir. Sûrenin bütün âyetlerinin sonu “s” ile bitmektedir ki bununla biraz da aliterasyon esprisi çerçevesinde şeytanın fısıltıları, vesvese ve fitneleri nazara verilmekte ve ona karşı insan uyarılmaktadır. Bundan anlaşılan da, şeytanın bütün gücü, silahı ve malzemesinin, sadece hile ve vesveseden ibaret olduğudur. O, her an insanın zayıf bir ânını yakalamaya ve bir çelme ile onun sırtını yere getirmeye çalışır. Tabiî böyle bir şeye azmettiği zaman, öncelikle sinsiliğin bin türlü tuzağını kullanarak kalbde ve kafada tahribat yapmayı ve insanı değişik zaaf noktalarından yakalayarak kendi sultası altına almayı planlar.

*İnsanda, ilhamı ve vahyi alabilecek, duyabilecek, “mehbit-i ilham-ı ilâhî”ye mukabil bir de şeytandan gelen şeyleri alabilecek “lümme-i şeytaniye” vardır. Bunlardan birincisi, din-i mübin-i İslâm’ın ruhuna uygun, insana ışık tutucu mahiyette ilhamlar, sünuhat, tulûat ve bütün bunların üstünde vahiy ve vahyin çeşitleri; diğeri ise insanı baştan çıkaracak, onun hayatını katıp karıştıracak şeytan vesveseleridir. Vesvese, lümme-i şeytaniyede, şeytanın müdahalesinin ve nefsi işlettirmesinin neticesinde meydana gelir.

*Diğer bir ifadeyle; “lümme-i şeytaniye”, şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip, nişan aldığı mü’minin kalb merkezinde önemli bir noktadır… İnsan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanı başında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır. Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması gibidir.

*İnsî cinnî şeytanların ağlarına düşme, gereken tedbirleri almamak ve onların tuzaklarına karşı açık hale gelmekten kaynaklanır. Racîm olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak kale kapılarını kapalı tutmak gibidir. Felak ve Nas Sureleri gibi sureler ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in talim buyurduğu istiâze duaları gibi niyazlarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak şeytanî ağlara takılmamanın ilk şartıdır.

470. Nağme: Mesele Çok Ciddi!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “hüsnüzan ve adem-i itimat” dengesine değinerek sohbetine başladı. Daha sonra fert fert herkesin kendi muhasebesini yapması lazım geldiğini; bir heyeti ya da camiayı bütün olarak tecrim etmek ne kadar yanlış ise, şahısların kendilerini sorgulamamalarının da o ölçüde bir eksiklik olacağını; dolayısıyla her şahsın kendi hata ve kusurlarını gözden geçirip onlara istiğfar etmesi gerektiğini anlattı. Akabinde şu ifadelerle bir kere daha günümüzün müthiş yangınına dikkat çekti:

“Meseleyi Hazreti Pir’in sözüne irca ederek dile getireyim: Karşımda bir yangın var; içinde imanım tutuşmuş yanıyor.. evlat değil, imanım tutuşmuş yanıyor!.. Onu kurtarma meselesi… Sûzî’nin dediği gibi, “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var! / Dedim: Zahirde mi âşık? Dedi: İhfâda yangın var!..” Dedim: Âlemde mi âşık? Dedi: Müslümanlıkta yangın var!.. Milli ruhun kökünde yangın var!.. Ruh ve mana köklerimizin dibinde yangın var!.. Tulumbanı al, yetiş!.. Acaba bu dertle günde kaç defa kıvrandık? Kıvranmadıysak şayet, zamanı israf etmişiz demektir.”

Mü’minlerin dahi çeşit çeşit israflara girdiklerini belirten kıymetli Hocamız, “Ashab-ı Kirâm’ın yoluna, mesleğine, hallerine ve düşünce tarzlarına döneceğimiz âna kadar -zannediyorum- bazen belimizi doğrultsak, yürüyor gibi olsak bile emeklemekten, takılıp yollarda kalmaktan kurtulamayız!..” diyerek Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer (radiyallahu anhüma) efendilerimizin hayatlarından misaller verdi. Sonra “Onlar öyleydiler, siz neredesiniz? Ne düşünüyorsunuz?” suallerini sordu. Şu cümlelerle devam etti:

“Hiç olmazsa kendini hizmete adamış ve en büyük dinamikleri de adanmışlık olan bu hareket içindeki insanlar dünya ile aralarına bir mesafe koymalılar. Eğer bir arpa kadar haram kursaklarından içeriye girmişse, bu arpanın sahibi de ta Fizan’daysa -Fizan belli bir dönemde uzaklıktan kinaye olarak kullanılırdı- ayağına kadar gidip ‘Senin bir arpanı yedim, hakkını helal et!’ demeliler.”

Fudayl bin Iyaz’ın bir insanla helalleşmek için nelere katlandığını hatırlattıktan sonra, Hocaefendi şöyle dedi:

“Eğer üzerinizde başkasının bir arpa kadar hakkı varsa ve gidip ‘Hakkını helal et!’ demiyorsanız, milletin bir arpa kadar hakkını irtikap etmişseniz, bütün millet karşısında ‘Ben bir arpa kadar haram yedim, zehir olsaydı, yuvam başıma yıkılsaydı, eşim ölseydi, çocuklarım nal dikseydi ben bu haramı irtikap etmeseydim!..’ demezseniz, bağışlayın, siz kalleşin tekisiniz, Müslümanlık adına da sahtekarın tekisiniz!.. Demezseniz…”

Muhterem Hocamız, muhatap dairesini daraltarak aynı manadaki sözleri adanmış ruhlar için bir kere daha tekrar etti ve şunu söyledi:

“Bir arpa kadar milletin hakkını irtikap etmişseniz ve gidip ‘Hakkını helal et!’ dememiş iseniz, ikinci şüpheli bir arpayı ağzınıza koymama mevzuunda ‘Keşke zehir yutsam da bunu yemesem!’ diye düşünmüyorsanız, eğer deme hakkım olsaydı şöyle derdim: İki elim Allah huzurunda yakanızda olsun!.. Hususiyle adanmışlar için.. hizmetten başka bir derdi olmayanlar için.. Başkalarına benzeyecekseniz şayet, zaten dünya dolu; ortalık nifakla kaynayıp duruyor; söz başka, tavır başka, davranış başka!..”

“Âfitâb-ı hüsn-ü hûbân âkıbet eyler ufûl / Ben muhibb-i lâ yezâlim lâ uhibbü’l-âfilîn(Anonim) “Bütün güzel şeylerin güzellikleri bir gün mutlaka kendileri gibi fena bulur. Ben fânî güzelleri değil, batmayan ve sonu olmayan biricik güzeli severim.” mülahazaları üzerinde duran Hocaefendi, haram ve helaller arasındaki şüpheli alandan uzak kalmanın lüzumunu, istikamet üzere yaşamanın önemini ve tecdid-i imanın gerekliliğini vurgulayarak hasbihalini tamamladı.

Mübarek Mirac Kandili’nizi tebrikle beraber, dualarınıza vesile olması istirhamıyla bu mühim sohbeti arz ediyoruz.

469. Nağme: Kahreden Bir Sürü Boşluk

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Değerli Arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “Buhranlar Çağı” başlıklı makalesinde şöyle der:

“İç içe boşluk yaşanıyor koskocaman bir coğrafyada; inanç ve irfan boşluğu, her şeye heva ve hevesle başlayıp hezeyanla bitirme boşluğu.. ruh ve mânâ köklerine yabancılaşma boşluğu.. sistemli düşünememe boşluğu.. Allah’tan kopuk yaşama boşluğu.. kapkaranlık bir akıbet boşluğu.. her şeyi beden ve cismaniyete bağlama boşluğu.. millî ve dinî değerlere yabancılaşma boşluğu.. ve kahreden daha bir sürü boşluk… Bunca boşlukla insanca yaşanır mı yaşanmaz mı o ayrı dava, bu hezeyanları sezemeyecek kadar körkütük yaşayanların hadd ü hesabı yok…”

Kıymetli Hocamız, istifadenize sunduğumuz bu sohbette, daha önce başka vesilelerle de işaret ettiği boşluklardan bazılarını ele aldı; bu marazların insanları nasıl rezil rüsvâ hale düşürdüğünü anlattı.

Can dostlar,

Muhterem Hocaefendi son hasbihallerinin hemen hepsinde bir vesileyle sözü Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in merhamet, re’fet ve şefkatine getiriyor. Çok iyi bildiğiniz şu hadiseye dikkat çekiyor:

Mekke’nin fethi gerçekleştirildikten sonra herkes Rahmet Güneşi’nin etrafında toplanır ve O’nun gözünün içine bakarak kendileri hakkında vereceği kararı beklemeye başlarlar. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam), heyecan ve endişeyle bekleşen Mekkelilere, “Şimdi size ne yapmamı umuyorsunuz?” diye sorar. Esasen O’nun nasıl merhametli, affedici ve civanmert bir insan olduğunu iyi bilen bazı Mekkeliler, “Sen kerimsin, kerim oğlu kerimsin!” şeklinde karşılık verirler. O’nun hedefi ne sırf gâlip gelmek, ne maddî zafer, ne mal, ne mülk, ne hükümdarlık, ne de toprak fethidir; O’nun hedefi, adaletin ikâmesi, insanların kurtuluşu ve onların kalblerinin fethidir. Şefkat Peygamberi, o âna kadar düşmanlık yapan, senelerce kendisine ve Ashabına her türlü işkenceyi reva gören o insanlara karşı kararını şöyle açıklar: “Size bir zaman Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi derim: ‘Daha önce yaptıklarınızdan dolayı bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En Merhametlisi’dir. Gidiniz, hepiniz hürsünüz/serbestsiniz!” Aslında bu sözler, “İçinizde herhangi bir burkuntu duymayın. Kimseyi cezalandırma niyetinde değilim. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Siz, bir dönemde kendi karakterinizi sergileyip üslubunuzu ortaya koydunuz. Benim üslubum da işte budur!” mülahazasının ifadesidir.

Evet, aziz Hocamız zulmün devam etmeyeceğini, uzun ömür süremeyeceğini ve zalimlerin mahcubiyet içinde kıvrım kıvrım bir duruma düşeceklerini söylüyor. Bunu söylerken de bugünün mazlumlarının affedicilik konusunda kendilerini şimdiden rehabilite etmeleri gerektiğini vurguluyor. Amme hukukunda söz söylemenin bizi aşacağını ama ferdî haklar mevzuunda bağışlayıcı olmamız lazım geldiğini belirtiyor. Çoklarının öfke, kin ve nefret nöbetlerine tutulduğu günümüzde Hocaefendi bir kere daha adanmış ruhlara merhamet ve şefkat çağrısı yapıyor. Şöyle diyor:

*Zulüm hiçbir zaman uzun ömürlü olmamıştır. Kehanette bulunmak, gaybdan haber vermek gibi bir terbiyesizlik ve küstahlığa girmek istemem. Fakat size, Hizmet’e, dünya çapında hizmete zulmeden insanların ömürleri kalmıştır, kalmamıştır desem, inanın bana. Çünkü Allah’ın adaletine inancım tamdır. Allah zâlimi imhal eder de fakat ihmal etmez. Allah zâlime mehil üstüne mehil verir, bir kere de derdest etti mi, iflahını keser onun.

*Cebren elinizden aldıkları şeyler, gasp ettikleri şeyler, hukukunuza tecavüz ettikleri alanlar sebebiyle bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün ve yarınlar yarını ahirette iki büklüm zalimler halinde karşınıza gelecekler, orada bir de sizi acıma ızdırabı içinde bırakacaklar.

*O acımaya da şimdiden hazır olunuz. Artık kendinizi rehabilite ederek, sinir sisteminizi, ihsas sisteminizi, ihtisas sisteminizi nasıl güçlendirecekseniz, orada acımakla kendinize ızdırap vermemek için şimdiden onu bilen birisine gidin, rehabilite sistemi öğrenin ondan, kendinizi rehabilite edin.

*Bugün size zulmedenlere yarın acıma mecburiyetinde kalacaksınız. Yüzünüze bakacaklar; ne kadar şefkatle -Mevlana gibi- bağrınızı açsanız, “dargın değiliz” deseniz bile öyle mahcup, öyle ayaklarınızın dibinde yaltak yapa yapa yanınıza sokulacaklar ve “Amanın hakkınızı helal edin!..” diyecekler ki hiç tereddüdünüz olmasın. Vesselam…

İmtihan Dünyası

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konular üzerinde duruyor:

“Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir.”

*İnsan her zaman imtihanda olduğunu hiç hatırdan çıkarmamalı. O, imtihanda ya ikrama mazhar edilir veya orada hor ve hakir olur. “Bu dünya bir dar-ı imtihandır!” deniyor. Ayrı bir ifadeyle, bu dünya dar-ı hizmettir, dar-ı ücret ve mükâfat değildir. Biz ücret ve mükâfatımızı almışız: Var olmuşuz, insan olmuşuz, Müslüman olmuşuz, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a ümmet olmuşuz, Kur’an’la tanışmışız, onun adesesiyle kâinata bakmışız, inananlar için Cennet vaadiyle şereflendirilmişiz, su-i akıbetten inzar edilmişiz…

*“Meşru dairedeki zevkler ve lezzetler keyfe kâfidir.” der Üstad Hazretleri. Meşru daire ile iktifa eder, gayr-ı meşru daireye karşı bütün kapılarınızı, pencerelerinizi kapatırsınız. Fakat her şeye rağmen, unutmamak lazım ki, yürekten Allah’a inanıyorsanız, yürekten Allah’a inananlarınki gibi sizin imtihanlarınız da eksik olmayacaktır. Belki de imanınızın derecesine, Allah’la münasebetinizin enginliğine, mefkûreye gönül vermenize ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönülden inkıyad etmenize göre çok ağır imtihanlara tabi tutulacaksınız.

Belanın En Çetini Peygamberlere, Sonra Velilere, Nihayet Derecesine Göre Mü’minlere Gelir!..

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hususiyetlerine rağmen sürekli preslenmiş ise, arkasındaki insanlar da preslenebileceklerini hesaba katmalılar. Bu açıdan, maruz kalınan musibetler karşısında sarsılmamalı; -haşa ve kella- içten küskünlüklerle Allah’ın kazasına karşı rızasızlıkla mukabelede bulunmamalı!.. Rızasızlığın rüyasını bile görmemeli; ima yoluyla ya da kelam-ı nefsî ile dahi onu konuşmamalı!..

*Herkes belli ölçüde çekecektir; en büyükler en ağırına maruz kalacaklardır. Bu zaviyeden de eğer herkes inancının seviyesine göre imtihana tabi tutulacaksa, belanın en çetini, en zorlusu başta Enbiya-i izâma, sonra Hak dostlarına ve seviyesine göre diğer mü’minleredir. O zaman, dininden ve diyanetinden ötürü dünyada bir tokat yemeyen insanlar kendi akıbetlerinden endişe etmeliler. Nedendir ki acaba şeytan ve şeytanın avenesi onlarla çok meşgul olmuyor?!.

*Nedendir ki acaba İnsanlığın İftihar Tablosu’na yeryüzünde yaşama hakkı verilmiyor? Nedendir ki Hazreti Ebubekir (radıyallahu anh) boy hedefi haline geliyor? Nedendir ki Hazreti Ömer efendimiz bir Persli münafık tarafından şehit ediliyor.. Hazreti Ali efendimiz bir münafık tarafından şehit ediliyor.. Hazreti Osman efendimiz şeytanın dürtüsüyle bir kısım gafil insanlar tarafından şehit ediliyor?!. Nedendir ki Hazreti Hasan efendimiz zehirleniyor, şehit ediliyor? Nedendir ki o dönemin Yezitleri tarafından Seyyidina Hazreti Hüseyin Kerbela’da şehit ediliyor? Nedendir?.. İmanlarının kuvvetinden, Allah’la olan irtibatlarından, bu dünyanın dar-ı imtihan olduğu hakikatini göstermelerinden…

Ahiret Endişesi ve Kuru Ekmeğini Zeytinyağına Bandırmakla Yetinen Devlet Başkanı

*Dünyada kendini hep emniyet içinde gören insanlar, ahiret emniyetini burada kullanıyorlar demektir. Niye bunu böyle dedin? Ben demiyorum; kudsî hadis diye rivayet edilen mübarek beyanda, Allah (celle celaluhu) şöyle buyuruyor:

لاَ أَجْمَعُ عَلَى عَبْدِي خَوْفَيْنِ وَ أَمْنَيْنِ

“Kuluma iki emniyeti birden vermem, iki korkuyu da birden vermem.” Burada emin, güven içinde, rahat, bir eli balda bir eli kaymakta, saraylarda, villalarda, yalılarda, yatlarda, tenezzühlerde, gezilerde, yazlıklarda, kışlıklarda ve “Gözün üstünde kaşın var!” dedirtmemede olanlar emniyeti dünyada yiyip bitiriyorlar demektir.

*Ömer b. Abdülaziz, çok defa şu âyeti okuyup kendinden geçerdi:

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا

“Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla sefa sürdünüz.” (Ahkâf, 46/20) Siz dünya hayatında, bütün yaptığınız iyiliklerin karşılığını gördünüz, mükâfatınızı aldınız, sanki dünya için gelmiş gibi her şeyinizi dünyada yiyip bitirdiniz ve ahirete bir şey bırakmadınız.

*Ömer b. Abdülaziz, Hazreti Ebubekir efendimize çok benzer; zühdü, takvası, idari kabiliyeti ve adaletinden dolayı onu beşinci halife olarak sayarlar. Onun döneminde hazineler öyle dolup taşıyor ki, hazinedarlar gelip diyorlar: “Efendimiz, hazine çok fazla veriyor, yığıldı kaldı burada; ne yapacağız?” Diyor ki: “Bütün fukaraya dağıtın.” Dağıtıyorlar. “Dağıttık, insanların hepsi nisaba mâlik oldu, zekât verecek hale geldiler. Şimdi ne yapalım?” sorusuna karşılık Halife “Rüştünü idrak etmiş insanları evlendirin!” diyor. Devlet, böyle bir devlet; Emevî’de devletin zirveleştiği dönem. Servet öyle; bal da akıyor kaymak da. Fakat Hazret’i yakından tanıyanlar diyorlar ki: “Sabah kahvaltı ve öğlen yemek olduğunda tabağın içinde bir parça zeytinyağı ve bir de kuru ekmek; ekmeğini yağa batırıp ağzına götürüyor.” O büyük insan, “Ben ne yaparım, ‘Allah’ın size ihsan ettiği iyilik ve güzellikleri dünya hayatında yiyip bitirdiniz!’ denirse?” mülahazasıyla zühde bağlı yaşıyor.

Musibetler Karşısında Kaza ve Kadere Rızasızlık Hissinin Başına Balyoz İndirmeli!..

*Evet, dünya dar-ı imtihan ve hizmettir, dar-ı ücret ve mükâfat değildir. Şayet, duygunuz, düşünceniz, mefkûreniz, gaye-i hayaliniz ve kendinizi bağladığınız idealiniz itibarıyla bazılarınız dedikodu sıkıntısına maruz kalıyorsanız, bazılarınızın adı bazı şeylere karışıyorsa, bazılarınızın haklarında kırmızı bülten çıkarılıyorsa, gönül koymamanız ve darılmamanız lazım. Bu türlü şeylere maruz kalınca, her defasında

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” sözüyle içimize şöyle böyle gölgesi düşmüş rızasızlık hissinin başına bir balyoz indirmeli, kendi sesimizi kesmeli, iç dürtüleri bununla susturmalı ve iç konuşmaların ağzına fermuar vurmalıyız.

Haya Âbidesi Hazreti Meryem’in İffet İmtihanı

*Cenâb-ı Allah’ın, “İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an. Biz ona rûhumuzdan üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle alem için bir ibret yaptık.” (Enbiya, 21/91) diyerek yücelttiği Hazreti Meryem bütün insanlık için tam bir iffet örneğidir. Öyle ki, temiz ve nezih bir atmosferde, iffetli ve şerefli bir şekilde yetişen Meryem validemiz, o paklardan pak mahiyetiyle adeta mücessem iffet haline gelmiştir. Hazreti Meryem, daha doğmadan ana-babası tarafından mâbedin hizmetine vakfedilmiş bir kutludur. Mâbede adanmış olması sebebiyle çocukluğunu ve gençliğini hep orada geçirmiştir. Zaman gelmiş o, lâhûtî âlemden gönderilen nimetlerle perverde edilmiştir. Bazı camilerimizin mihraplarının üstünde yazılı bulunan, “Zekeriya, onun yanına mâbede ne zaman girse, beraberinde yiyecekler bulurdu. ‘Meryem, bu yiyecekleri nereden buluyorsun!’ deyince de o, ‘Bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir.’ derdi.” (Âl-i İmrân, 3/37) âyeti, bu harikulâde hususların ifadesidir. İşte böylesi mânevî atmosferde günlerini geçiren ve lâhûtî âlemin maddî ve mânevî nimetleriyle perverde olan iffet ve namus âbidesi bir kadın, en hassas olduğu konuda bir imtihana tabi tutulur; birden sebepler üstü denecek şekilde hamile kalır.

*Bu ne müthiş imtihandır. Hazreti Meryem, kavmine bunu nasıl izah edecektir? Kavminden uzak bir yere çekilmeye karar verir. Aslında onu uzlete çeken şey, iffeti ve namusudur. Doğum sancıları onu kıvrandırmaya başladığı anda, Hazreti Meryem sevk-i ilâhî ile bir hurma ağacına yaslanır ve başına gelen şeyler karşısında derin derin düşüncelere dalar; dalar ve “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!” (Meryem, 19/23) der. “Keşke ölseydim.. unutulup gitseydim!” sözleri her şeyden önce onun iffet duygusunun ifadesidir.

*“Keşke bundan evvel ölseydim!” diyor anamız. Evet, öyle bir imtihan ki dağların başına konsa, zannediyorum dağlar toz duman olur. Eğer birine imtihandan azade olarak hem burayı Cennet gibi yaşama hem de öbür tarafta Cennet’e gitme meselesi söz konusu olsaydı, o mübarek validemize olurdu. Fakat gördüğünüz gibi Hazreti Mesih’e ana olmak için, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’la öbür tarafta bir araya gelmek için presleniyor, presleniyor, presleniyor!..

Hazreti Aişe Validemizin İmtihanı: İfk Hadisesi

*Efendimiz’in hane-i saadetlerinde Hazreti Aişe validemiz de büyük bir imtihana tabi tutulanlardandır. Mevlana Şibli’nin tahkikiyle on dört, on beş yaşlarındayken, idrake adımını attığı an Efendimiz’in hane-i saadetine de adımını atıyor. Gözünün içine haram girmiyor ve vahyin sağanak sağanak yağdığı bir hanede ömrünü geçiriyor. Annemiz, Müreysî vakasından dönülürken bir aralık ihtiyaç için ayrılınca kafileden geri kalıyor. Arkadan gelen bir sahabi onu getiriyor. Bu hadise münafıkların serrişte etmesi için yetip artıyor. Münafıkların başı Abdullah ibni Übeyy ibni Selûl, iftirayı yayıyor; zift medyası gibi propaganda yapmasını öyle biliyor ki, ona bir kısım mü’minler bile inanıyorlar; üç beş kişi de olsa o mevzuda kayan mü’minler de oluyor.

*Anamız, Hazreti Meryem gibi iffetli, gözlerinin içine, hayaline haram girmemiş. O iftira çok ağırına gidiyor, hatta yatağa düşüyor. Öyle bir imtihan ki, Allah (celle celaluhu) Nur Sûresi’ndeki ilgili ayeti hemen indirebilirdi ama -Tebük’e iştirak etmeyenlerin elli gün bekledikleri gibi- imtihan günlerce sürüyor. İnsanlığın İftihar Tablosu da vahiy gelmeyince, meselenin gerçek yüzü kendisine Hak tarafından bildirilmeyince, kutsi bir hayret ve dehşet yaşıyor. Efendimiz -haşa- kendi keyfine söz söyleyemez ki; o zamanki hali de O’nun peygamberliğine delalet eder. O çekiyor, Hazreti Ebu Bekir çekiyor, anamız çekiyor. Bu dünya dar-ı imtihan ve hizmettir, dar-ı ücret ve mükâfat değildir. İmanına ve seviyesine göre herkes bazı şeylere maruz kalacaktır. O validemiz de maruz kalıyor. O validemizin başına gelen de -zannediyorum- toptan heyet-i umumiyemizin başına gelseydi, çil yavrusu gibi sağa sola savrulur giderdik.

Elmas ile Kömür Ruhluların Ayrılmaları İçin Çok İnce Eleklerden Geçiriliyorsunuz/Geçirileceksiniz!..

*Yolumuzun cilvesi bu!.. Şayet bu yolda yürüyorsanız, önceden olduğu gibi şimdi, şimdi olduğu gibi de gelecekte bazı şeylere maruz kalacaksınız. Hazreti Pîr’in dediği gibi, çok eleneceksiniz, ince eleklerden geçirileceksiniz; elmas ile kömürün birbirinden ayrılması için çok defa eleneceksiniz.

*“İnsan dininin gücü ölçüsünde imtihana tabi tutulur.” buyuruyor Efendimiz. İnsan, dininde kavi ise, imtihanı çok ağır olur. Zayıf, kenarından köşesinden meseleye sarılan, yeni yetme, Hazreti Pîr’in ve sizlerin bela ve musibetlere maruz kaldığı dönemde ekmeğe “pepe” diyen çocukların bunu anlamaları mümkün değildir. Onlar dünyayı zevk u sefa yeri olarak görecekler ve bütün zevk u sefalarını dünyada yaşayacaklar; ahiretlerini, Allah’la olan münasebetlerini karartacaklar. Allah ıslah eylesin, kalblerine iman ilkâ etsin ve bize de bu dünyanın dar-ı imtihan olduğunu ihsas buyursun (hissettirsin/duyursun). Bizi iman-ı kamil, amel-i salih, rıza-yı etemm ve ihlas-ı etemm ile serfiraz eylesin.

Yakın Körlüğü ve Ebû Leheb

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde açık ifadelerle ya da ima ve işaretlerle özellikle şu konular üzerinde duruyor:

Allah’ı ve Rasûlü’nü Sevmek ve Sevdirmek

*Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) fazileti ve üstünlüğü için bir had, bir sınır yoktur. Olmadığından dolayı hiçbir nâtık kimse O’nu gerektiği gibi dillendiremez, ifade edemez; “Sen şu konumun insanısın!” diyemez. O, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı en mümtaz varlık ve insan-ı kâmildir.

*Bize düşen de O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdirmek, dünyanın dört bir yanında takdirle yâd edilmesini sağlamaktır.

*Hadis-i şerifte, “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” buyurulmaktadır. Meseleyi İnsanlığın İftihar Tablosu’na bağlayarak şöyle de diyebiliriz: “Peygamberi ümmetine/insanlığa sevdirin ki O da sizi sevsin.” O’nun sevdikleri hiçbir zaman dağidar ve perişan olmaz, dökülüp yollarda kalmaz ve katiyen derbederlik yaşamaz.

Zift Vadileri

*Hayatınızı tamamen sevgi atkıları içinde, göz kamaştırıcı bir dantela gibi işlemek mümkünken nefret, kin, intikam, hemz u lemz (insanları çekiştirip dille yaralamak ve kaş-göz, el-kol hareketleriyle onlarla alay etmek) ve gayz vadilerinde dolaşmak çok büyük hüsrandır. Bütün bunlar birer zift vadisidir; kin bir zift vadisi, nefret bir zift vadisi, haset bir zift vadisi, adavet bir zift vadisi, korkunç rekabet bir zift vadisi, intikam bir zift vadisi, ibâde (herkesi kökten kazıma, yok etme) duygusu bir zift vadisi, tehcir bir zift vadisi, insanların mahkûm edilmesini istemek bir zift vadisi, istintâka ve tevkife (sorgulamaya ve tutuklamaya) zorlamak bir zift vadisi… Tamamen sevgiye kilitlenmiş insanlar, gönüllerini bu tür ziftlerle kirletmemelidirler. Hatta başkaları böyle bir kirlenme ve kirletme içinde bocalayıp dursalar bile onlar onun zerresini dahi yapmamalı ve mukabelenin en küçüğüyle dahi mukabelede bulunmamalıdırlar.

*Çok uzun vadede içten dıştan engellemeler olacaktır. Bir taraftan dış, kuşkuyla karşılayacak; temsil ve hal diliyle o kuşkuları gidermeye çalışacağız. Bir taraftan da içtekiler şimdiye kadar kendileri beceremediklerinden, gelip gelip dünyevîliklerine takıldıklarından, yapacakları her şeyde dünyevi bir beklentiye girdiklerinden ve yüzlerine gözlerine bulaştırdıklarından dolayı hazımsızlıkla çelme takmaya çalışacaklar. Dünyevî beklentilere bağlanmış en büyük fedakârlıkların bile fiyaskoyla neticelenmesi kaçınılmazdır; onlar da fiyasko yaşadıkça efkârı ifsat etmeye çalışacaklar.

“O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok!..”

*Fakat yalancının mumu yatsıya kadar yanar; zannediyorum yatsıya kadar da yanmayacak, akşam güneşin batmasıyla tam muma ihtiyaç duyulduğu zaman sönecektir o. Şimdi, kendi kendine sönecek olan şeyleri söndürme gayretine girmemek lazım. Bitmiş, yapıştığı tahtaya gelip dayanmış, artık ne fitili kalmış ne mumu!.. Tepetaklak gidecek insanlarla hiç meşgul olmamalı ve kendi meselelerimize yoğunlaşmalıyız.

*Yüce bir mefkûreye dilbeste olmuş ve başka mülahazalardan belli ölçüde tecerrüd etmiş, sıyrılmışsınız. Varsın bazıları sizi hayattan tecrid etmeye çalışsınlar!.. Siz mâsivadan alâkanızı kesip Allah’a ve hakka hizmete öyle müteveccih olmuşsunuz ki, böyle bir tecerrüd karşısında onların tecridleri ne yazar Allah aşkına?!. Allah’la irtibatınızı pekiştirmişseniz, onların tecridleri ne yazar?!. O’nun maiyyetiyle beraber başka maiyyetlerin ne kıymeti olur?!. Hazreti Pir’in İhlas Risalesi’nde dediği gibi: “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”

Böylelerine sadece acınır.. acınır.. ve yine acınır!..

*Yıkılıp tepetaklak gidecek insanların defolup gitmeleri için gayretlere girmemeli; aksine size kötülük yapanlara acımalısınız ki asıl yiğitlik de odur. Hazreti Mesih der ki: İyilik sana karşı iyilik yapana iyilik yapmak değildir. Sürekli başından aşağıya kötülük yağdırana iyilik yapmak, işte asıl iyilik odur.”

*“Koğuculuk yapanlar, söz götürüp getirenler, insanları dedi-koduyla birbirine düşürenler katiyen cennete giremezler!” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Jurnallere bakın, neler yapılıyor!.. Bence Cennet’e giremeyecek kimseye acımak lazım. Siz öyle birini Sırat’tan tam dökülecekken görüyorsunuz, siz de yanından geçiyorsunuz; bir tekme vurup “Bir an evvel düş!” mü dersiniz, yoksa “Yahu bu adam bir müddet bizimle beraber yürümüştü, elinden tutayım!” diye mi düşünürsünüz?!. Sonra nazarınızı da O’na, Her Şeyin Sahibi’ne çevirirsiniz, “Müsaade buyuruyor musun Allahım?!.” dersiniz.

*Bizim mesleğimiz: Düşene tekme vurmak değil, düşenin elinden tutup kaldırmak. Düşmüşler.. düşünceleriyle düşmüşler.. beyanlarıyla düşmüşler.. ettikleri şeylerle düşmüşler… Zahiren düşmeleri de mukadder, kaçınılmaz, en yakın zamanda. Böylelerine sadece acınır.. acınır.. ve yine acınır!..

Bir Yakın Körü Prototipi: Ebû Leheb

Soru: Muhterem efendim! Müşrik ve münkir onca şahıs varken Ebû Leheb ve hanımı hakkında müstakil bir sûre indirilmiş olmasının hikmetleri nelerdir? Bu sûre-i celile ile verilmek istenen mesajlar sadedinde neler söylenebilir?

*Ebû Leheb’in asıl adı Abduluzza’dır. “Ebû Leheb” sözlük itibarıyla alevli, kızgın ateşin babası demektir. Bu türlü lakaplar aslında Araplar’da özel tabir ve bir üsluptur; birinin bir şeye iltisakından, fevkalade münasebetinden dolayı öyle derler. Mesela, bir defasında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ali’yi mescidde kumun üzerinde yatarken görünce, ona Ebû Turab (toprak babası) şeklinde hitap etmiştir. Bu itibarla da Kur’an-ı Kerim, kötü akıbeti ve alevli ateşe girmesi açısından Abduluzza adındaki şahsı “Ebû Leheb” lakabıyla zikretmiştir. Bir de zayıf rivayetlerde yüzü ve yanağı kırmızı olduğundan dolayı Ebû Leheb dendiği de söylenmiştir.

*Rasûl-ü Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcası olmasına, O’nun ne kadar nezih yetiştiğine şahitlik etmesine, O’nu çoklarından daha iyi tanımasına ve tanıyan herkes gibi “emin” bilmesine rağmen Ebû Leheb, o Nur’dan istifade edememişti. Dahası, en azılı düşman kesilmişti. Çünkü onda çok ciddi bir yakın körlüğü vardı.

*Aynı çağda, aynı toplum içinde, aynı muhitte, bazen de aynı ailede neşet eden insanı görmezlikten gelme, beşerin tabiatında vardır ki buna yakın körlüğü diyoruz. Bu yakın körlüğü en temiz, en nezih ruhlarda bile olabilir. “Emsal arasında tenâfüs olur!” sözü de bir açıdan bunu anlatmaktadır; yani birbirlerine yakın olan insanların yarışmada birbirlerine dirsek vurmaları gibi hafif bir hazımsızlık bulunabilir. Fakat bu tenafüs hissinin önü alınmazsa ve o duygu dengelenmezse, tehlikeli bir rekabete ve körlüğe dönüşebilir. İşte Ebû Leheb’de de Efendimiz’e karşı bir tenafüs hissi vardı; “Bizim Muhammed” diyordu. Böyle bir bakış onu kör etmişti ki bu yakın körlüğü dediğimiz marazdı.

*Bir de -daha önce değişik vesilelerle ifade edildiği gibi- kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları/öndekileri körü körüne taklit, imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan virüslerdir ki bunların üçü de Ebû Leheb’de vardı.

*O mütekebbir, mağrur ve neye nasıl bakacağını bilemeyen Ebû Leheb, servetiyle sarhoş olmuş; sarayıyla, villasıyla, yalısıyla zehirlenmiş bir insandı.

Kolu Kanadı Kırılsın Ebû Leheb’in, Kırıldı da!..

*Cenâb-ı Hak, en büyük vazife olan tebliğ hususunda, “Önce en yakın akrabalarını uyar.” (Şuarâ, 26/214) buyurarak, Allah Rasûlü’nün evvela yakınlarından başlamasını emretmişti. Bu ayet indirildiğinde Peygamber Efendimiz ailesinin bütün fertlerini, akraba ve yakın komşularını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylesem bana inanır mısınız?” diye sormuştu. Onlar, “evet inanırız” deyince Efendimiz sözlerine şöyle devam etmişti: “Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım.” Bunun üzerine, Ebû Leheb öfkeden yerinde duramaz hâle gelmiş, –hâşâ ve kellâ– “Ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi buraya çağırdın?” deme ve “tebben leke” sözünü tekrar etme küstahlığında bulunmuştu. “Tebben leke” helak olasın, kolun kanadın kırılsın manasına geliyordu. Bunun üzerine Tebbet (Mesed) Sûresi nazil olmuş ve Kur’an-ı Kerim ona kolu kanadı kırılası, helak olası, hüsrana uğrayası, mahv u perişan olası, tepetaklak gidesi, gayyaya yuvarlanası, ateş babası demişti: “Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb’in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak.. karısı da.. odun taşıyıcı olarak.. hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.”

*Ebû Leheb, Bedir’e iştirak edememişti. Bedir’de Müslümanların zaferi Mekke’ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imanını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve “Vallahi bunlar melekler!” dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hâle geldi ve Ebû Râfi’nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hazreti Abbas’ın kölesiydi. Hazreti Abbas’ın hanımı Ümmü Fadl, koşarak geldi ve Ebû Leheb’in başına elindeki sopayı indiriverdi. “Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?” dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin tesiri, aldığı haberin elemiyle birleşince veya başka bir sebeple “Adese” denilen bir hastalığa yakalanmıştı. O gün, bu hastalık vebadan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı, evlâtları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb’e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden birkaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.

Kazanma Kuşağında Büyük Kayıp ve Odun Taşıyıcısı Ümmü Cemil

*Kabile ve soy olarak en uzak kimseler en erken gelip Allah Rasûlü’ne karabet ve yakınlık kurmaya gayret ederken, Ebû Leheb aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife bilmişti. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen Nur Menbaı bir Güneşi görmüyordu. Talih kuşu başındayken onu uçurmuş, kendisini talihsizliğe mahkûm etmişti. O’nun eteğinden tutsaydı, Hazreti Abbas ve “Allah’ın Arslanı” Hazreti Hamza gibi arş-ı kemalât-ı insaniyete çıkması mukadderdi. Fakat o, büyük kazancı ayağının ucuyla itti, aslında böylece kendisini cehenneme itti.

*Kur’an-ı Kerim, Ebû Leheb’in hanımı Ümmü Cemil için de “hammâlete’l-hatab – odun taşıyıcısı” diyor ve onun da kocasıyla beraber Cehennem’e yuvarlanacağını bildiriyor. Onlar “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” denecek türdendi; biri diğerini destekliyordu; ikisi de küfürde yarışırcasına koşuyor ve aralarında kin, nefret, intikam, gayz, küfür sinerjisi oluşturuyorlardı. Kadın, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçeceği yollara diken atıyordu ayağına batsın diye. Bu çok kavi, sahih rivayetlerde olmasa da menkıbe kitaplarında naklediliyor. Bu açıdan “odun taşıyıcısı” denmesi, Efendimiz’in geçeceği yollara odun, çalı çırpı taşıması dolayısıyla olabilir. Bir diğer yandan da yaptığı şeyler itibarıyla sırtında cehennem ateşini tutuşturacak odunları taşıması cihetiyle odun taşıyıcısı denmesi muhtemeldir.

*Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz’in öz amcası ve onun eşi olan iki şahsın, açık açık Kur’ân’ın tehditlerinden nasibini alması, Nebiler Serveri’nin her yönüyle vahye/risalete dayandığını ve kendisine vahyedileni aynıyla insanlara bildirdiğini de göstermektedir.

Cehennem’de Şeker Şerbet Musluğu Nasıl Olur?

*Ayrıca, Cenâb-ı Hakk’ın, Tebbet Sûresi’yle gayet açık bir şekilde, Ebû Leheb ve hanımının Cehennem’e gireceklerini ilan etmesi gaybî bir mucizedir. Çünkü, Kur’ân’ın, Ebû Leheb’in bu kötü sonunu haber verdiği dönemde, ufuklarda bu neticeye emare sayılabilecek en küçük bir iz dahi yoktu. Bu âyetlerin nazil olmasından –yaklaşık– on sene sonra Müslümanların Bedir’de galibiyeti ve müşriklerin mağlubiyeti karşısında küfrü, gayzı, nefreti ve hasedi içinde, tam Kur’ân’ın haber verdiği gibi imansız olarak ölmüş ve bu şekil ölümüyle o da Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu doğrulamıştı.

*Bazı menkıbe kitaplarında hiçbir iyiliğin boşa gitmeyeceği anlatılırken şu rivayete de yer verilir: Ebû Leheb, Cariyesi Süveybe tarafından Rasûlullah Efendimiz’in dünyaya geldiği müjdesini alınca sevincinden onu azat etmişti. Bunun için, her yıl, Rebiu’l-evvel ayının 12. gecesi, azabı hafifler. İki parmağı arasından çıkan serin suyu emerek ferahlar; adeta iki musluktan ağzına şeker şerbet akıtılır. Bir rivayete göre de Hazreti Abbas (radiyallahu anh) şunu söylemiştir: “Ebû Leheb öldükten bir yıl sonra, rüyada kendisini çok kötü bir durumda gördüm. Dedi ki: ‘Ben sizden (ayrıldıktan/öldükten) sonra rahat yüzü görmedim. Şu var ki, her pazartesi günü azabım hafifletiliyor.’ Bunun sebebi de şudur: Hazreti Peygamber pazartesi günü doğmuştu. Süveybe bunu Ebû Leheb’e müjde vermişti. Ebû Leheb de verdiği bu müjdeden dolayı Süveybe’yi azat etmişti.” (İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, 9/145)

*Allah, Ebû Leheb ve Ümmü Cemil gibi kin, nefret ve intikamının kurbanı, kendini tahribe vermiş, en olumlu şeyleri yıkmayı kendisi için vazife edinmiş çağın/çağların Ebû Leheblerini, Ümmü Cemillerini -murad-ı sübhanisi o istikamette ise- hidayet eylesin. Yoksa şerlerinden ümmet-i Muhammedi ve sizi (Hizmet hareketinin insanlarını) masun ve mahfuz buyursun! Vesselam…

466. Nağme: Sen Bilirsin!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Yaklaşık iki senedir artarak devam edegelen hakaretlere ilaveten, hayatını iman, din, Kur’an ve insanlık hizmetine adamış ruhları yılana/kertenkeleye benzetme talihsizliğine düşen edep mahrumu zavallılar ve “Ya biat, ya bitiririz!..” tehditleri savuran irili ufaklı gaddarlar karşısında belki bazen gerekli sabrı gösteremiyor ve hata edip kendi üslubumuza aykırı sözler söylüyoruz. Onların seviyesizliğine asla inmesek de bağlı kalmamız icap eden nezahet ufkundan da ayrılmış oluyoruz.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi dünkü sohbetinden hemen önce bazılarımızın bahsettiğimiz türden birkaç cümlesine muttali oldu. Bunun üzerine, ikindi namazını müteakip yaptığı hasbihalde bu konudaki mülahazalarını dile getirdi. Sözleri arasında şu cümlelere de yer verdi:

*Allah herkesi belli bir donanımda yaratmış; kimisi yılan, kimisi çıyan, kimisi sırtlan tabiatlı.. arkalarındaki Hâlık’a bakarak “yaratılış hikmeti” demeli ve bunların hepsini hoş görmeli.. hoş görmeseniz bile nahoş görmemeli.. aşamayıp nahoş görürseniz, o zaman da fâş etmemeli, yutkunmalı.. o bile sevaptır. “Yılan niye ısırdı?” diye öfkelenmemek lazım, tabiatının gereğini yapıyor. “Falan neden diş gösterdi?” diye kızmayın, karakterinin gereğini sergiliyor. Kur’an ferman buyuruyor: “Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler!..”

*Bağırıp çağırmaya karşı bağırıp çağırmayla, çığırtkanlığa karşı çığırtkanlıkla, terbiyesizliğe karşı terbiyesizlikle mukabelede bulunmamalı.

*Her dönemde böyle terbiyesizler, hatta terbiyesizliği zirve yapan kimseler olmuştur. Hazreti Musa (aleyhisselam) döneminde Firavun onlardan biridir. Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.

*Bir kere yalan söylemek günah-ı kebâirdir ve münafıklığın ilk sıfatıdır. Fakat umursamadan sürekli yalan söylemek küfürdür. İftira günah-ı kebâirdir; “Bundan bir şey olmaz!” diyerek iftira eden bir kimse kâfir olur. Ve böylelerinin zulüm ve küfürlerini görmeyen insanlar da onlara iştirak etmiş olurlar.

*Cezalarını Allah’ın vereceği insanlara mukabelede bulunmamak lazımdır. Siz mukabelede bulundukça Cenâb-ı Hakk’ın iki türlü muamelesi gecikir.

*Allah hidayet etsin, kalblerini yumuşatsın; gerçek insanî ufku onlara göstersin. Kime? Yılan dilini uzatıp sizi ısıranlara.. salya atanlara.. diş gösterenlere.. haşhaşî, yılan, çıyan, akrep diyenlere.. Allah kalblerine iman ilkâ etmek suretiyle, gerçek imanı, imanda itminanı ve iz’anı duyursun; hakiki mü’min olmaya muvaffak eylesin. Onun ötesinde, Allah bunu murat buyurmamışsa, başlarına bir taş mı vurur semadan, yerin dibine mi batırır… Ne var ki, böyle bir ceza geldiği zaman sadece zalimlerle sınırlı kalmaz. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Enfâl, 8/25) buyurulmaktadır.

*Allah’ın tecziye edeceği insanlarla uğraşmamak lazım. Yiğitçe tavır ve davranış, düşen insana tekme sallamamaktır. Hakiki mü’minlere, bütün dünyada iman, İslam ve millet ruhunu temsil edenlere, ruh ve mana köklerini her yana duyurmaya çalışanlara dünyanın her yanında kötülük yapmak isteyen ve “Ya biat, ya bitiririz!..” diyenler, bütün bütün mü’min olma kabiliyetlerini yitirmişlerse -hafizanallah- cezalarını Allah verecektir. Ceza vermeye kalkmayın siz. O sizin için bir günah, bir cürüm olur.

*İlle de bir şey diyecekseniz, evvela, haklarında hidayet dilek ve temennisinde bulunmalı; kalblerine Allah’ın lüyunet (yumuşaklık) atmasını dilemeli; hak, adalet, istikamet ve insana saygıya hidayet etmesini istemelisiniz. Cenâb-ı Hak bunu yapmayacaksa, Anadolu’da bazı yerlerin kullandığı ifadeyle diyeyim: Allahım Sen bilin!..

*Bize düşen vazife: Allah’ın huzuruna giderken insanî değerlere sımsıkı bağlı olarak, insanî değerleri yıpratmadan, aşındırmadan, kırmadan, onları mukaddes birer emanet olarak koruyup o hamuleyle gitmektir. Tevazu, mahviyet ve hacâlete bağlı kalmaktır.

*Beyazıd-i Bistami Hazretleri buyurur ki: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım.”

*Kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları/öndekileri körü körüne taklit imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan virüslerdir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, o büyüklüğüne rağmen, “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” diye dua ediyordu.

*Bir keresinde, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), en sadık dostu, sema ve zeminin emini Cebrâil (aleyhisselam) ile beraberken “Üç günden beri Muhammed ağzına bir lokma bile koymadı.” der. Tam o esnada semadan bir melek iner. Cibril-i Emin, inen melek hakkında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu, arz ve sema yaratıldığı günden şimdiye kadar ilk defa yeryüzüne inen bir melektir.” der. Melek, Allah Rasûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönelir ve O’na şöyle seslenir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril (aleyhisselâm), Efendimiz’e “Rabb’ine karşı mütevazi ol!” manasına işarette bulunur. Bunun üzerine O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da, “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…” cevabını verir.

En Büyük Tehlike ve Boykot

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konular üzerinde duruyor:

Bir Duygu Birliği Oluşturup Asgari Müştereklerde Buluşmalı!..

*“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır, anlaşabilir.” (Hazreti Mevlana) Dolayısıyla duygu birliği oluşturmak, en azından asgari müştereklerde buluşmak lazım: İnsanız hepimiz! Hepimiz Allah’ın sanatıyız; Kendini bizimle ifade ediyor; bizi varlığına, birliğine, esmâ-i İlâhiyesine, sıfât-ı Sübhâniyesine şeffaf birer ayna haline getiriyor; kalblerimizi tecelligâh-ı ilâhî yapıyor. Bunlar yetmez mi?!.

*Sinek kanadı kadar ayrıştırıcı hususlar var ve gördüğünüz gibi bunlar, fil kadar müştereklerin yerini alarak hükümlerini icra ediyorlar. Çok önemsiz şeylerden dolayı insanlar birbirleriyle adeta yaka-paça oluyorlar.

*Yaka-paça olma tabiat-ı insaniyede var. İnsan iman, İslam, ihsan şuuru, ihlas telakkisi, rıza yörüngesi ve Allah’a karşı aşk u iştiyak duygusu ile o olumsuz hisleri baskı altına alabilir; kurutabilir onları. Dolayısıyla da kurumuş bu çekirdekler, şeytandan gelen sinyalleri almaz artık. Fakat o duygular canlı ise, şeytandan gelen o türlü esintileri, sinyalleri duyarlar; onları deşifre edip çözerler ve sizin çok ulvi duygularınız üzerinde tesir icra etmeye başlarlar hafizanallah.

*Muktezâ-yı beşeriyeti inkâr etmeye kalkmamak lazım, tabiatımızda var! Fakat Allah Teâlâ o tabiatı tadil etmeye matuf Enbiyâ-ı İzâm’ı göndermiş; onlara kitaplar vermiş; sonra onları uygulatmış, bize yol yöntem öğretmiş. Hallerinde görmüşüz onları, Cenâb-ı Hak gerçekten görmeye muvaffak eylesin, temsillerinde şahit olmuşuz. Bu açıdan da, o olumsuz hisleri baskı altına almak için lazım gelen dinamiklerin hepsi mevcut.

En Azılı Düşman!..

*Bir dönemde dinsizle ve imansızla yaka-paça olursunuz. Doğrudan doğruya inancınıza ve Allah ile münasebetinize karşı cephe oluşturmuşlardır; Hazreti Rasûl-u Zîşân’a ve O’nunla münasebetlerinize karşı cephe oluşturmuşlardır. Bunlar -bir yönüyle- belki sizde bir kısım olumsuz gerilimler hâsıl eder. Onlar da size karşı olumsuz tecavüzlerinde sürekli metafizik gerilim içindedirler. Siz hiçbir şey yapmasanız, el kaldırmasanız, bir sözle mukabele etmeseniz bile, sözleriyle, tavırlarıyla, davranışlarıyla sürekli sizi presler geçerler üzerinizden. Bir dönemde öyledir! Ama bunlar görünen düşmanlar olduğu için, bilirsiniz bunları; onlardan ne geleceğini de bilirsiniz. Akrebin ısırdığını bilirsiniz. Dolayısıyla yanınızda dolaşsa bile, kuyruğunu size sokmamasına dikkat edersiniz; problemi kuyruğundadır onun. Bazılarının problem olan yanları da ağızlarındadır, dişlerinin dibindedir; ısırırlar ve zehirlerini dökerler. Fakat bunların ikisi de mübarek mahlûktur, çünkü ne oldukları bellidir. Gördüğünüz zaman bunlara karşı hemen müdafaa vaziyetine geçersiniz.

*Fakat bir de zehir saçan sinekler vardır; keneler vardır; çok küçük şeyler vardır. Her sene bir virüs, bir mikrop çıkıyor ortaya; mikroskopla ancak görebilirsiniz. Nereden geleceği, sizi nasıl vuracağı belli değil. Bunlar içinizde dolaşırlar böyle ve siz hiç fark edemezsiniz bunları. Çarparlar sizi, felç ederler, kolunuzu kanadınızı kırarlar. Bu açıdan da düşmanın açıktan açığa cephe teşkil edip üzerinize gelmesi kötü bir şeydir ama bir yönüyle savulacak bir tehlike olması itibarıyla çok da kötü değildir. Savabilirsiniz onu; bir cephe, bir mevzi, bir tabye oluşturursunuz; ona göre bir strateji geliştirirsiniz ve def edersiniz. Fakat kendi içinizde bir mikrop ya da virüs olursa -hafizanallah- bilemeyebilirsiniz. Zaaflarımız kuyruk diken akrep gibi aramızda dolaşırsa, yılan gibi diş gösterip dilini sarkıtarak üzerimize gelirse; içimizde olan, evimizde barındırdığımız hubb-u cah hissi, korku hissi, tenperverlik hissi, bohemlik hissi, makam mansıp hissi, servet hissi, rahatlık hissi, yiyip içip yan gelip kulağı üzerine yatma hissi gibi duygular benliğimizi sararsa, işte asıl böyle bir musibet çok tehlikelidir.

*Bu açıdan, öteden beri insanların başına hep belalar musallat olagelmiştir. Ondan ne enbiyâ kurtulmuştur, ne evliyâ kurtulmuştur, ne asfiyâ ne müctehidîn ne de müceddidîn kurtulmuştur. Çileye maruz kalmayan bir tane bile peygamber yoktur. Çekmeyenler akıbetlerinden endişe etsinler; çekmeleri öbür âleme ertelenmiş demektir. Doğru yolda iseniz çekersiniz; o işten kaçış yoktur. Şu kadar var ki, bazısı doğrudan doğruya preslenir; bazıları da o preslenmeyi görür, vicdan azabı çeker, içten içe ağlar, “Nasıl yapayım? Ben buna yardım etmeliyim ama yardım edemedim. Nasıl vefasız bir insanım?” der, o da öyle çeker. Herkes seviyesine, donanımına, insanî alakalarına ve derinliğine göre çeker.

En Zavallı Kimseler Mü’minken Zalimleşenlerdir!..

*Fakat kanaat-i acizânemce, bu çekmelere belki insan katlanabilir. Şu anda birilerinin sizi preslemeleri, alıp sağa sola savurmaları, insanî haklardan mahrum etmeleri, adalet gözetmeden hakkınızı yemeleri ve hukukunuza tecavüz etmeleri… Bunlar, zalimin, gaddarın, hainin yaptığı çok hafif şeylerdir. Ayrıca, zulüm zirve yaptığı zaman, Allah (celle celâluhu) cezalandırır. Dünyada en acınacak insanlar, hele bir de mü’min iseler, başkalarının hukukuna tecavüz eden zalimlerdir. Çünkü size zulmetmişlerse, çok yakın bir gelecekte, Allah (celle celâluhu) onları tepetaklak edecek ve cezalandıracaktır. Bu defa o mazlumlar (!) karşısında sizin içiniz cız edecek, acı duyacaksınız; çünkü insansınız! Zalim insanlığını yitirmiş; siz insanlığınızı yitirmediğinizden dolayı, insanlara karşı alaka duyacak ve acıyacaksınız.

*“Allah insanlara zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.” (Yunus, 10/44) Zulmetmek suretiyle zulüm muamelesine çağrıda bulunuyorlar. Birilerinin hakkını yemek suretiyle, bir gün bütün haklarının ellerinden alınmasına kendilerini mahkûm ediyorlar. Olmazsa burada, çok yakın bir gelecekte.. can hulkuma geldiği halden başlayarak kabirde Münker ve Nekir’e cevap vermeye, ondan berzah hayatındaki ve mahşerdeki azaba kadar, çok yakın bir gelecekte.. öyle azaplara duçar olacaklar ki, orada, o ezilmişlik içinde şefkat dilenircesine, gözlerini sizin gözlerinizin içine dikecek, “Ne olur hakkınızı bize helal edin!” diyecekler.. ama geçmiş olacak artık o mesele!..

En Ağır İmtihan: Dava Arkadaşlarının Birbirleriyle Yaka Paça Olmaları

*İşte bütün bunlardan daha kötü bir tehlike var: Bir gün bütün dünyanın size açılması.. hizmet eden bazı arkadaşların, kendi ettikleri hizmetin altında kalmaları.. hizmetlerine bakarak “ben” demeleri.. “Bana da şu denmeli! Ben de şöyle gösterilmeliyim! Ben de bir yerden geçerken, millet bana kıyam etmeli, tazimde bulunmalı!..” mülahazaları.. Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı Sübhâniyesi karşısında herkesin kendine bir pay çıkarması.. kendine nispet ettiği şeylerden dolayı bir beklentiye girmesi.. ve aynı dava, aynı daire içinde bulunan insanların birbiriyle yaka-paça olmaları… Bu öyle ağır bir musibettir ki; Bedir’deki savaştan daha ağırdır; Uhud’daki savaştan daha ağırdır; Huneyn’deki savaştan daha ağırdır.

*Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye adına en çok korkulacak husus şudur: Bir gün -hafizanallah- bazılarının -bugün bir kısım kimselerin yaptığı gibi- bazı kazanımlarını kendi refahları, huzurları, mutlulukları, saadetleri adına kullanırken rakip saydıkları insanları ezmeyi de haklarıymış gibi görmeleridir. Öyle olmasın inşaallah!.. İçimizde o duygu varsa, kuyruğunu dikip bizi zehirlemeden evvel, Cenâb-ı Hak emanetini alsın, öbür dünyaya götürsün!..

*Meşru dairede, ticaretle, yatırımla kazandığımız şeyleri kazanmış olabiliriz. Fakat Kur’an’a, imana gönül vermiş insanlar olarak, giderken arkada bir dikili taş bırakmadan gitmeye Cenâb-ı Hak hepimizi muvaffak eylesin!.. Varsa imkânlarınız -şurada burada sakladığınız bir kefen parası hariç- vasiyetnamenize yazın, onu da mutlaka bir hayır müessesesine vakfedin, hibe edin, bağışlayın. Tâ öbür tarafa öyle saray maray, kapıkulları, halayık, şöhret, debdebe, ihtişam, değişik giysiler… gibi hesabının altından kalkılamayacak şeylerle gitmemeye bakın!..

*İç çekişmeler bitmeyen çekişmelerdir, sonu gelmeyen çekişmelerdir; ona düşmemek için bizim rehabiliteye, kalbî ve rûhî hayata yönlendirilmeye çok ihtiyacımız var. “Dünya bir pislik yığınıdır. Onun arkasından koşanlar da kelblerden başkası değildir!” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ticaretiyle, yatırımıyla, içte ve dışta yaptığı işlerle meşru dairedeki kazanımlar müstesnadır bu mevzuda.

Tek Arpanın Hesabıyla Öbür Tarafa Giderseniz…

*Fakat kendini hizmete adamış, “Ben milletime hizmet ediyorum!” diyen ve bu kategoride olan insanlar, öbür tarafa giderken -Allah’ın izni ve inayetiyle- öyle kalbî ve ruhî bir hayat seviyesinde bir ufukla gitmelidirler ki üzerlerinde tek bir arpanın hesabı bile olmasın. Düşünün, tek bir arpa!.. Gayr-ı meşru dairede ağzınıza tek bir arpa koydunuz mu? Koydu iseniz, kime aitse, ta Fizan’da bir insan da olsa, gidin elini öpün onun, o arpadan dolayı “Hakkını helal et!” deyin.

*Bu daire içinde bulunanlar, Hazreti Rasûl-ü Zişan’a iktida edenler, Hazreti Pir-i Mugan’ın arkasından gidenler, tek bir arpanın hesabıyla öbür tarafa giderlerse, benim olmasa bile birinin iki eli onların yakasında olacaktır. Tek bir arpa!.. Hizmete adanmış ruhların zerre kadar dünyayla irtibatları olmamalıdır!..

*“Hikmet-i dünya ve mâ fîhâ bilen ârif değil / Ârif oldur bilmeye dünya ve mâ fîhâ nedir.” (Fuzuli) Öbür tarafa öyle gitmeli ki, Münker Nekir kabirde baktıkları zaman “Ne soracağız buna, adamın hiçbir şeyi yok ki?” desinler. Bu bizim yolumuz. Bu duygu inşaallah sizi bir araya getirecek ve bu duygu etrafında kümelenen sizleri dünyaya ait hiçbir cazibedar güzellik koparamayacaktır. Varsın başkaları gırtlağına kadar dünyaya gömülsün, hayatlarını debdebe içinde sürdürsün, Karun gibi yaşasın; dünya onların olsun, Allah bize yeter, Rasûlullah bize yeter. Rasûlullah’ın yolunda olanlar bize yeter!..

Dünyada Sıfırlamak Yetmez, Öbür Aleme Giderken Hesapları Sıfırlamış Olmalı!..

*Varsın başkaları sizi saraylarda yatıyor ediyor zannetsinler. El-âlem biliyor, kendimize göre kirasını veriyor, burada öyle duruyoruz. Onu da kitaplardan gelen telifle ödüyoruz. Fakat hırsızlar herkesi kendileri gibi hırsız zannederler; çalanlar herkesi kendileri gibi çalıyor zannederler. İki huyları vardır onların: Eğer onlara “hırsız” derseniz, hemen sizi hırsız gibi yakın takibe alırlar. Bir de âlemi nasıl bilirsin, kendin gibi; herkesi de kendileri gibi çalıyor çırpıyor bilirler; bir elleri balda bir elleri kaymakta, işte ona göre yiyip içip hayvan gibi kulakları üzerine yatıyor zannederler.

*Oysaki biz:

“Râyete meylederiz kâmet-i dilcû yerine / Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine

Heves-i tîr-u keman çıkmadı dilden, asla / Nâvek-i gamze-i dil-dûz ile ebrû yerine

Severiz esb-i hüner-mend-i sabâ reftârı / Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine”

Yani; gönül alıcı (sevgilinin) boyuna değil biz sancağa meylederiz. Hoş kokulu kâkül yerine tuğa gönül bağlamışız. Sevgilinin kalbe saplanan gamze oku ile kaşlarına bedel ok ve yay hevesi bizim gönlümüzden asla çıkmadı. Gözleri ceylana benzeyen peri suretli bir sanem yerine, rüzgâr gibi giden hünerli atı severiz. (Gazi Giray)

*Cennetin hurileri gelse -vallahi, billahi, tallahi- ayağımın ucuyla iterim ben onları. Mesleğim, davam, ruh-u revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması, dünyada bana bin tane Cennet’ten daha leziz geliyor. Ve şimdiye kadar hayatımın büyük kısmı garibane medreselerde geçti; yirmi yaşlarında cami penceresinde üç senem; sonra iki metrelik tahta kulübede altı senem geçti. Bazen üç dört gün ekmek bulamadığım da olmuştur. Ben bunlarda hiç olumsuzluk görmedim. Olumsuzluğu şunda gördüm: Bir gün o talebeler için açılan çeşmelerden abdest almışsam, ben ondan dolayı korkarım. Bir lokma yemeklerini ağzıma koymadım ve orada yedi-sekiz saat mesai yapıyorum diye bir kuruş para da almadım.

*Elden geldiğince öbür âleme hesapları sıfırlayarak gitmek lazım. Meseleleri dünyada sıfırlamak yetmiyor; çünkü onu Allah görüyor, maşeri vicdan ona şahit oluyor, günümüzde kaydeden şeyler onları kaydediyor. Siz bugün onları baskı altına alsanız da yarın tarihin sayfalarına simsiyah dökülecek ve her satırıyla bir kere lanet okunacak onlara; “Lanet olsun bu insanlara!..” denecek. Bunu dedirtmemek lazım; birer yâd-ı cemîl olarak, arkada çok hayırlı şeyler bırakarak, Allah’ın izni ve inayetiyle, yüz ak alın açık Allah’ın huzuruna çıkmaya bakmak lazım.

İşkenceler ve Boykot

Soru: Muhterem efendim! İlk Müslümanların türlü işkencelere maruz bırakıldıkları, açlık ve susuzluğa mahkûm edildikleri boykot yılları, günümüze bakan yönleriyle nasıl okunmalıdır? Ashâb-ı Kirâm efendilerimizi o zor şartlara rağmen dimdik ayakta tutan ve ümitlerine fer veren vesileler neler olmuştur?

*Bunların hepsi Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç sene sonra oldu ki bi’setin sekizinci senesinde de boykot bitiverdi. Fakat mesele sadece o boykottan ibaret değildi; o Müslümanlara karşı işkencenin sadece bir türüydü. Bazıları güneşin altında adeta çarmıha geriliyordu; bazıları taşa tutuluyordu; bazıları yetmiş-seksen derece hararetin olduğu o sıcak kumda -ki öyle yerde beyin kaynar, öyle bir beyin kaynamasında insanlar delirirler, felç olurlar- vücutlarından daha ağır kayalar üzerlerine konuyordu ve bu her gün tekerrür ediyordu. “Dininizden dönün ve ‘La ilahe illallah Muhammedun rasûlullah’ demeyin!” emir ve tehditlerine karşı o babayiğit insanlardan geriye dönen olmuyordu. Bazıları Hazreti Ammar, babası Yasir ve onun hanımı Sümeyye (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi fakir fukara insanlardı. Belki günümüzde olduğu üzere bir kısım kimselerin parayla satın alınması o dönemde de söz konusuydu. Bir taraftan cazibedar şeylerin kendilerine teklif edilmesi, beri taraftan da işkenceden işkenceye hayatın cehennem-nümun hale getirilmesi onları inançlarından vazgeçiremedi.

*Ashâb-ı Kirâm’ın işkenceler karşısında boyun eğmediğini ve sayılarının her gün artmakta olduğunu gören müşrikler, “Bunlar birbirleriyle ve başka insanlarla Mekke’de temas ediyorlar; vifak ve ittifakları yeni iltihaklara vesile oluyor.” diye o boykot hadisesini sonradan şeytanca bir mülahazayla düşündüler. Rasûl-ü Ekrem ve O’na inananlara karşı korkunç bir boykot ilan edildi. Haşim oğullarından kız alınıp verilmeyecek; çarşıda, pazarda onlarla ticaret yapılmayacak; onlara panayırlardan istifade ettirilmeyecek; hatta sokakta gezinmelerine dahi müsaade edilmeyecekti… Bu hususları muhtevi bir metin, bir avuç müslümanın üzerine hücum edip köklerini kazımanın ilanı olarak kudsileştirilip Kâbe’nin duvarına asılmıştı. Bunu yazan kimse kolu kuruyup mefluç hale gelmişti ama hadise çok ağırdı, müslümanlar fevkalade sıkıntı çekiyorlardı.

İlk Müslümanlara da Denmişti: Size Su Bile Yok!..

*Boykot yaklaşık üç sene sürdü. İzdivaç yok; gökte yağmur, yerde nebat yok; alışveriş yok, yardım yok, yiyecek yok, ilaç yok… Müslümanlar sabır ve metanetle güneşin doğacağı ânı bekliyorlardı.

*O dönemde -günümüzde olduğu gibi- yaş kuru tefrik edilmeden, değmiş değmemiş demeden herkese çektiriliyordu. Mesela, Ebu Talip ve hanımı da orada çekiyorlardı. Benî Haşim’den kim varsa ve inanan ne kadar insan bulunuyorsa, çölde aç-susuz, kendilerinin tedarik ettiği çadırlar ve çardaklar içinde yaşamaya mecbur bırakılıyordu. Nereden su bulacaklar, nerede ihtiyaçlarını görecekler, nereden nasıl gıda tedarik ederek geçimlerini sağlayacaklar? Bunlar hiç düşünülmüyordu. Günümüzde nasıl binlerce insan dışarıya atılıyor, memuriyetten dışlanıyor, “Bak başının çaresine!” denilerek bir sindirme, bir algı operasyonu yapılıyor; aynı zulüm o dönemde müşrikler tarafından yapılıyordu.

*Sahabe efendilerimizde öyle bir mukavemet sistemi vardı ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, onların her biri tam insibağa mazhardı. Her biri adeta bir Mehmetçikti.

*Bazıları Mekke’yi de terk ediyorlardı. Mesela; Cafer bin Ebî Talip bazı arkadaşlarıyla Habeşistan’a hicret ediyordu. Bir dönemde Kâbe’yi tahrip etmeye gelen insanların memleketine hicret ediliyordu. İçlerinde bazı zayıflar, kadınlar, çoluk-çocuk olduğundan dolayı, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kapıyı açıyor; Hazreti Cafer bin Ebî Talip gibi babayiğit bir insanın vesayetinde onları oraya gönderiyordu.

*Tecrit (boykot) döneminde Kâbe’nin duvarına astıkları fermanla, üç sene aç-susuz bırakılıyorlar ve orada çokları hastalanıyor, maddeten zayıf düşüyordu. Nitekim Hatice Validemiz oradan sıyrıldıktan sonra ruhunun ufkuna yürüyordu. Efendimiz’e kol kanat geren Ebu Talip de hem yaşlılık hem de oradaki işkence, bakımsızlık, görümsüzlük yüzünden vefat ediyordu; onun da mukavemet sistemi yeterli olmadı, o da ruhunun ufkuna yürüdü. İnşaallah bizim bildiğimiz anlayışın çok üstünde bir gidişle öbür tarafa gitmiştir, her zamanki niyetim -Hazreti Ebu Bekir’inki gibi- budur. Efendim’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere ayakkabısını çevirene canım kurban olsun. O bir kere değil, ta çocukluğundan itibaren O’nu bağrına basmış, büyütmüş, nübüvvette kollarını germiş, O’na gelen tehlikelere karşı “burası çıkmaz sokak” demiş. Onu da öyle bilmeli.

*Sonunda boykot ilan edenlerin içlerinden üç tane insaflı insan kılıçlarını sıyırdılar, Kâbe’ye yürüdüler. İlk defa anayasa gibi Kâbe’nin duvarına asılı o kirli fermanı aldılar, kendilerine mani olmak isteyenlere karşı da dik durdular ve böylece o boykota son verildi.

Cesur Münevverler Çıkmadı, Bari Bugün de Bir Emile Zola Olsaydı!..

*Keşke günümüzde de entelektüellerden Dreyfus Davası’ndaki Emile Zola’nın yiğitliği gibi -ki aslında bizim tarihimizde öyle binlercesi vardır ama bu konu açılınca ilk planda batıya bakmanın neticesi olarak o akla gelir- bir yiğitliği gösterenler olsaydı. İnsan ne kadar arzu ederdi, alnını yere koyan, secde eden insanlardan bir kaç tanesi, en azından Mekke’deki müşrikler gibi, binlerce ailenin yüreğini sızlatan, binlerce insanı vazifelerini yaptığından dolayı gadre uğratan zalimler güruhuna karşı “yeter artık” falan deyip entelektüelce bir tavır sergileseydi, samimi bir ses yükseltseydi, herkes dilsiz şeytanlık durumuna düşmeseydi, keşke!.. İnsan ne kadar arzu ederdi!.. Ahiretlerini kurtaracaklardı. Maalesef aynı cürmün cezasını paylaşacaklar; birileri cürüm işleyerek, diğerleri de cürüm karşısında sessiz kalarak o cürme iştirak ettiklerinden dolayı, o cürmün cezasını müşterek olarak çekecekler öbür tarafta. Ve yine bizim canımız yanacak, onları öyle gördükçe, yüreğimiz sızlayacak; ciğerimize zıpkın saplanmış gibi bir acı duyacağız. Cenâb-ı Hak tez zamanda aklını yitirmiş kimselerin tutulmuş akıllarının zincirlerini, bağlarını çözsün, doğruyu göstersin, hakiki imana ulaştırsın, zulümden vazgeçirsin.

*O üç insanla boykota son verildi ama işkence ve çileler bi’set-i seniyyenin on üçüncü senesine kadar öyle devam etti. “Acaba algı operasyonlarıyla bu insanları inandıkları şeyden vazgeçirebilir miyiz? Haydi bir fasıl daha, haydi bir fasıl daha!..” Kullanmadıkları argüman kalmadı: İnsan öldürmeden alın da, mahrum etmeye, zincir vurmaya, bir kaç günde sadece bir su sunmaya… kadar işkencenin en utandırıcılarını yaptılar. Fakat hiçbir Müslümanı sindiremediler .

*Ashab-ı Kiram eziyet ve işkencelere boyun eğmedi zira onların insibağı çok güçlüydü. Sanki Allah (celle celaluhu) İnsanlığın İftihar Tablosu’nu hususi bir donanımla gönderdiği gibi, O’na hakiki ümmet olabilecek o babayiğitleri de hususi O’nun için hazırlamış. Bu açıdan da sahabeyle kimse boy ölçüşemez. Cenâb-ı Hak bizi onların arkasından yürüyenlerden eylesin.

Bin Tanemizi Öldürseler de Bu Kervan Yine Yürüyecek!..

*Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretlerine tekaddüm eden günlerde, “Dâru’n-Nedvedenilen kulüpte toplanan Mekke müşriklerinin arasında, Necidli bir ihtiyar kılığında şeytanın bulunduğu da rivayet edilir. Müşrikler İslam’ın boy atıp intişar edişini engellemekten aciz kalınca, insî ve cinnî şeytanlar, Allah Rasûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashabını imha için bir plan yapmak üzere bir araya gelmişlerdi. Evet, Necidli bir ihtiyar kılığında Şeytan da onların aralarına katılmıştı. İhtimal müşrikler, işin idaresini ellerinden kaçırdıklarını anlamaya başlamış ve âdeta panik içindeydiler. Acaba ne yapmalıydılar? İşte onları bir araya getiren gündemin ana maddesi buydu. Sonunda “Her kabileden birer ikişer genç seçelim. Onları organize edelim. O’nun üzerine hep beraber saldırsınlar ve O’nu hep beraber öldürsünler. Böyle yaparsak Hâşimoğulları kan iddia edemezler. Bütün kavim ve kabilelerle savaşmayı da göze alamazlar.” teklifinde anlaşmışlardı.

*İnanın günümüzde de aynı şeyler yaşanıyor. Burada ısrarla “Amanın o ahşap binada durmayın, problem var!” falan dediler. Bu kadarını açayım, bilin. Oysaki biz kim oluyoruz?!. Vifak ve ittifak içinde yürekleri çarpan, bu davaya gönül vermiş milyonlarca insan var. Bir buçuk seneye yakın bir zamandır, sürekli baskılar altında preslendikleri halde, hizmetlerinde bir duraklamaya girmeyen babayiğitler var. Bizim bin tanemiz ölse bile Allah’ın izni ve inayetiyle o kervanı durduramayacaklar.

*Bir kimse Allah için olur ve O’nun teveccühünü, yakınlığını, dostluğunu, muhabbetini, maiyyetini, korumasını ve yardımını gönülden dilerse, Allah onu katiyen hasımlarına teslim etmez, himaye ve sıyanet buyurur. Himaye ve sıyanet buyuruyor! Himaye ve sıyanet buyuracaktır, endişe duymayın. Şayet ille de endişe duyacaksanız, belli bir dönemde mabette sizinle beraber namaz kıldıkları halde yanlış bir yola girmiş, yanlışlığın dili ve tercümanı olmuş ve birileri de dilini yutmuş, sessiz şeytanlığı tercih etmiş kimselerin su-i akıbetleri adına endişe duyun. Öylelerinin bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, bir su-i akıbete maruz kalacaklarında hiç şüpheniz olmasın! Dünyadaki bütün eşrar, füccar, mekkar, küyyad ve a’danın da aynı şeye maruz kalacaklarında hiç tereddüdünüz olmasın!

*Allah (celle celaluhu) inâyetini, riâyetini, kilâetini bizimle beraber eylesin. İnsafsız zalimlere insaf ihsan eylesin. Yanlış yolda yürüyerek doğru bir yere varacaklarını zanneden o insanları Cenâb-ı Hak yanlışlarından döndürsün, sırat-ı müstakime hidayet eylesin. Vesselam…

Tevhid-i Kıble Et, Himmetini Dağıtma!

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Hazreti Üstad, yapmış olduğu halis bir tefe’ülde İmam Rabbânî Hazretleri’nin kendisine “Tevhid-i kıble et!” tavsiyesinde bulunduğunu ve bunun üzerine tek mürşid olarak Kur’ân-ı Kerim’e sarıldığını ifade buyuruyor. Bu mesele nasıl anlaşılmalıdır ve günümüz şartları içinde bize neler ifade etmektedir?

Cevap: Öncelikle yanlış anlamaların önüne geçmek için bir iki hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Birincisi; Hazreti Pîr’in, tefe’ülde bulunmanın ve rüyalarla amel etmenin genel bir uygulama hâline getirilmesini tasvip etmediğinin bilinmesi gerekir. Çünkü bunların her ikisinin de neticesinde elde edilen bilgi objektif değildir. Ayrıca hem tefe’ülle elde edilen bilgi, hem de rüyada görülenlerin doğru te’vil edilmesi çok önemlidir. Rüyanın te’vili, belli sembolleri değerlendirerek bir neticeye varma demektir. Bu açıdan rüyada görülenle, o rüyanın ifade ettiği hakikat birbirinden farklıdır. Rüya ve tefe’ülle alâkalı bu esaslar müsellem, Üstad Hazretleri, bir tefe’ülde bulunmuş ve o tefe’ülün neticesi aklına yatmış, kalbinden tasvip görmüş, kendi tecrübelerine de mutabık düşmüş olmalı ki, buna ehemmiyet vermiş ve bize de bunu nakletmiştir.

İkinci olarak, tefe’ülde karşısına çıkan “Tevhid-i kıble et!” ifadesinden, Hazreti Pîr’in Kur’ân’dan ayrı kaldığı, cüda düştüğü ve onu bırakarak başka şeyler arkasında koştuğu gibi bir mânâ anlaşılmamalıdır. Hazreti Üstad’ın hayatı ortadadır. Onun, Kur’ân hakikatleri dışında başka bir şeyin peşinde koştuğu hiçbir dönemi olmamıştır. O hâlde burada “Tevhid-i kıble et!” ifadesinden anlaşılması gereken farklı bir ufukta Üstad Hazretleri’ne gösterilen hedeftir. Vâkıa onun hayatının ilk dönemleri itibarıyla çağın ruhuna uygun olarak hak ve hakikatin ikame ve ifade edilmesi hususunda bir arayışı olmuştur. Bu istikamette o, değişik tekke ve zaviyeleri gezmiş, farklı kişilerle karşılaşmış fakat bunlar içinde, kendi ufku açısından, çağın asıl üzerinde durulması gereken problemlerinin farkına varan, bunları dert edinen ve zamanın ruhuna uygun çözümler getiren kimseyle karşılaşmamıştır. İşte bu durum karşısında Hazreti Üstad, tahribatın farkına vardığından ve aynı zamanda Müslümanların karşı karşıya bulunduğu problemlerin farklı bir usûl ve üslûpla ele alınması gerektiğini düşündüğünden, doğru yol ve yöntemi bulma adına tefe’ülde bulunmuş ve neticede tek mürşid olarak Kur’ân’a müracaat etmesi gerektiğini anlamıştır.

Hakikaten Hazreti Bediüzzaman’ın yaşadığı döneme bakacak olursanız, her şeyin gümbür gümbür yıkıldığını ve bütün değerlerin alt üst olduğunu görürsünüz. Nitekim Mehmet Akif o günleri;

“Harâp eller, yıkılmış hânumanlar, kimsesiz çöller

Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar.”

ifadeleriyle resmetmiştir. İşte Üstad Hazretleri bütün bunları gördüğünde derdin çok büyük olduğunu anlamış ve buna derman olabilecek bir çözüm arayışına girmiştir. Kendi döneminde görüştüğü bazı insanlara, tahribatın çok büyük olduğunu, meselenin yeniden dipten ele alınması ve bunun için de iman mevzuuna ehemmiyet verilmesi gerektiğini anlatmaya çalışsa da, maalesef derdini anlayan pek olmamıştır. Bunun üzerine o da, yüzünü Kur’ân’a çevirmiştir. Fakat o, Kur’ân’a yönelirken, ne sadece İbn Cerir et-Taberî Hazretleri gibi rivâyet açısından Kur’ân-ı Kerim’i ele alıp tefsirini yapmış ne de Fahruddin Râzî Hazretleri gibi bir dirayet tefsirine başlamıştır. O, yine Kur’ân-ı Kerim’den almış olduğu farklı bir tefsir usûlüyle günümüzün dertlerine derman olacak Kur’ân’ın elmas düsturlarından reçeteler sunmuştur.

Önce Çağın Problemlerini Tespit

Aslında farklı asırlarda farklı zatlar kendi dönemleri içinde yaşadıkları çağın ihtiyaç ve şartlarına göre çözüm arayışlarına girişmiş ve buna göre eserler ortaya koymuşlardır. Mesela bir İmam Gazzâlî Hazretleri döneminde, Grek felsefesinin İslâm dünyasının içine girmesi, İ’tizal ve Cebriye düşüncelerinin yayılması, Karmatilik ve Bâtınîliğin ortaya çıkması gibi farklı farklı problemler yaşanmıştır. Hususiyle Grek felsefesinin bâtınî yönünün Müslümanlara şırınga edilmesiyle birlikte çokları onun tesirinde kalmıştır. Mesela Farabî ve bidayetteki mülahazaları itibarıyla İbn Sina, temeli Sokrat (Socrates)’a dayanan, daha sonra da Eflatun ve Aristo (Aristotales)’nun eserlerinin tercümesiyle bize gelen felsefî bir düşüncenin içine girmişlerdir. İşte İmam Gazzâlî Hazretleri, bulunduğu dönem itibarıyla yeniden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun güzide ashabının (radıyallâhu anhüm) yolunu bulma cehd ü gayreti içine girmiş ve Allah’ın izniyle de onu bulmuştur; bulmuş ve o dönem itibarıyla Grek felsefesinin dışında farklı bir yol ve yöntem tesis etmiş, İşrâkiye’ye farklı bir renk kazandırmıştır.

Aynı şekilde İmam Rabbânî Hazretleri de kendi döneminde ortaya çıkan problemlerle uğraşmıştır. Bildiğiniz gibi İmam Rabbânî Hazretleri’nin yaşadığı dönemde Hindistan’ın kaderine hâkim olan Ali Ekber Şah, günümüzdeki tarihselciler gibi, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’nın o dönem itibarıyla mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun tatbik edilemeyeceği mülahazasına kapılarak Sanskritçe gibi bir din teklif etmiştir. Yani biraz Yahudilikten, biraz Hristiyanlıktan, biraz Budizm’den, biraz Hinduizm’den, biraz da İslâm’dan bir şeyler alarak yeni bir din oluşumuna gitmek istemiştir. İşte böyle bir dönemde neş’et eden İmam Rabbânî, bu inhiraf ve sapık düşünceye karşı İslâm etrafında surlar oluşturarak tecdit ruhuyla bir kere daha İslâm dünyasının ruh abidesini ikame etmiştir.

Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiyden altı ay kadar önce Hira Sultanlığı’na çekilmesinde de benzer bir gayreti görebilirsiniz. Hatta öyle muhteşem bir dimağın, hususî donanıma sahip bir insanın Hira Sultanlığı’na çekilmeden önce de cahiliyede yaşanan problemleri düşünmemesi mümkün değildir. Kim bilir o müstesna ruh Hira’yı şereflendirmeden önce de kaç defa, “Acaba ben ne yapsam da, bu insanları Allah’a, Hanifî bir yola yönlendirsem!” mülahazalarıyla yatıp kalkmıştır. Neticede Cenâb-ı Hak, inzal buyurduğu vahiy sağanaklarıyla O’nun yüzünü Kendisine çevirmiş ve O’na, o günün problemlerine çözüm olabilecek yeni bir din göndermiştir.

Hasta Bir Asrın Reçetesi ya da Kur’ân’ın Elmas Düsturları

İşte Hazreti Pîr de, İmam Rabbânî’nin Mektubât’ını açarak onunla tefe’ul ettiğinde, Kur’ân’ın nüzûlünün üzerinden on üç asır geçtikten sonra yeniden bütünüyle Kur’ân’a teveccüh edilmesi, çağın dertlerine dermanın başka şeylerde değil Kur’ân’ın elmas hakikatleri içinde aranması gerektiği tavsiyesini almıştır. Demek ki, Hazreti Bediüzzaman’ın içinde yer eden duygu ve düşüncelerle tefe’ülde karşısına çıkan netice aynı istikametteydi. Bunun üzerine o, her şeyden alakasını keserek tek bir noktaya konsantre olmuştur. Bütün himmetiyle bu konuya öylesine kilitlenmiştir ki, ne tazyikler, ne tecritler, ne hapishaneler ne de zindanlar onu asla sindirememiş ve bir adım geriye döndürememiştir. Zira o, çağın insanının kurtuluşunun Kur’ân’ın elmas düsturlarıyla gerçekleşeceğine ve bu kurtuluşun daha başkaları için de ümit kaynağı olacağına gönülden inanmaktaydı.

Günümüzden bakarak, o dönemde işlenen şenaat ve denaetleri bütün açıklığıyla göremez ve resmin bütün detaylarına vâkıf olamazsınız. Öyle ki, o dönemde yaşamış büyük allâmeler bile zikzak çizmişlerdir. Mesela sizin de saygı duyduğunuz büyük âlimlerden bazılarının eserlerine baktığınızda, evolüsyon ve transformizme mümaşat yaptıklarını görürsünüz. Hatta bazıları, evolüsyonun nazariye olduğunu, bir gün pozitif ilim tarafından bunun ortaya konulması durumunda Kur’ân âyetleriyle bunun telif edilebileceğini söylemişlerdir.

Evet, toplumun temel dinamikleriyle temelden sarsıldığı, kırılmaları kırılmaların, çatlamaları çatlamaların takip ettiği böyle bir dönemde, hâdiselere bütüncül bir nazarla bakmasını bilen, sebep ve sonuçları birden gören üstün bir dimağ, İmam Rabbânî’ye çok güveni olduğundan onun bu tavsiyesini dikkate alıyor. Farklı bir ifadeyle onun bu tefe’ülü kendi iç tefe’üllerine denk geldiğinden, o da bu iktiranı değerlendiriyor ve bu yolda yürümeye devam ediyor.

Yeni Bir Bakış Açısıyla Yepyeni Ufuklar

Günümüzde de, Hazreti Bediüzzaman’ın açık bıraktığı uçlardan hareket ederek, onun ele aldığı meselelere yeni bir çehre vermek, insanlara yeni bir heyecan kazandırmak mümkündür. Siz, onun ele aldığı hakikatleri farklı bir üslûp ve yöntemle öyle bir ortaya koymalısınız ki onu okuyanlar, “Biz, bu meseleyi yıllardır okuyorduk fakat hiç böyle anlamamıştık.” desin ve ruhlarında yeni bir heyecan duysunlar. Esasında onun sözlerinin pek çoğu, müstakil bir risale olacak ölçüde derin ve muhtevalıdır. Fakat o derinliği görebilmek için şekliliği aşan bir okuma gayretinin içinde olunması gerekir. Bildiğinizi gibi Faslı âlim merhum Feridü’l-Ensarî, Risale-i Nur’un anahtar kavramlarıyla ilgili Mefâtihu’n-Nur isimli güzel bir çalışma ortaya koymuştu. Peki, neden bizim ülkemizde Feridü’l-Ensarî Hoca’nın ufku ve seviyesi ölçüsünde o zatın eserleri üzerine bir çalışma yapılmadı? Niye o devasa kametin âsâr-ı bergüzidesini/seçkin eserlerini farklı zaviyelerden değerlendiremedik? Doğrusu insan bütün bunları düşününce hayıflanmaktan kendini alamıyor.

Ne var ki, hayıflanmaktan öte, kanaatimce, günümüzün aydınlık dimağlarına düşen vazife yeni bir bakış açısıyla o kıymetli eserleri yeniden mütalaaya almak olmalıdır. Bilhassa ilim ufku itibarıyla engin, ilâhiyat sahasında uzmanlaşmış olan ulema, mukayeseli okuma şekliyle o eserleri ele alıp onları İmam Maturîdî, İmam Gazzâlî, İzz İbn Abdüsselâm, İbn Sina ve Fahreddin Râzî gibi allâmelerin eserleriyle birlikte mütalaa ederek vicdanlarda onlara karşı yeni bir heyecan uyarabilirler. Hatta bununla da yetinmeyerek bu âsâr-ı bergüzideyi yeni bir okuma şekliyle tahlile tâbi tutup, Hazreti Pîr’in bıraktığı uçlardan hareketle geleceğin ilim düşüncesini inşa edecek, fıkıh metodolojisini ortaya koyacak, fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimlere ait çalışmalar yapabilecek âlimler yetiştirebilirler.

465. Nağme: Yusuflarla Yeşeren Çöller ve Korku Marazı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbette özellikle şu konular üzerinde durdu:

*“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyleyince gördüm ki ağyâr kalmadı.” (Niyazi Mısrî)

*İnsan, güneşe doğru yürür veya uçarsa, gölgesini arkasına almış olur; sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur. Bu itibarla gözlerimiz hep sonsuz ışık kaynağında olmalıdır. İman, ümit ve Allah’a teveccüh sayesinde aşılamayacak musibet yoktur.

*Levhalarda geçen sözlerden bir tanesi de şudur: “Allahım! Beni Sen’den uzaklaştıracak muvaffakiyetler verme bana!” Yani, istersen hezimet ver ama Sen’den uzaklaştıracak başarı verme. Çevirip şöyle de diyebilirsiniz: “Allahım! Bizi Sen’den uzaklaştıracak mükafatları, nimetleri bize verme!..”

*Bütün kulluklardan sıyrılıp gerçek hürriyete kavuşmanın yolu Allah’a kul olmaktan geçer. O’na kul olmayanlar şöhrete, makama, güce, iktidara, hâkimiyete… köle olma gibi elli türlü kulluğa takılıp kalırlar.

*“Zulmet-i hicrinde bîdâr olmuşum yâ Rab meded / İntizâr-ı subh-ı dîdâr olmuşum yâ Rab meded!” (Niyazi Mısrî)

*Gavsî ne hoş söyler: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…”

*Basiretimizin önündeki perde ve hicapların yırtılması adına günde yüz defa

اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ

desek sezâdır. Bu dua, “Allahım, –mahiyet-i nefsü’l-emriyesi itibariyle her neyse ve nezd-i uluhiyetinde neye tekâbül ediyorsa– hakkı bize işte o şekilde hak olarak göster.. bize bâtıl karşısındaki hakkı göster; o işin içinde hiç bâtıl olmasın ve ona tabi olmakla bizi rızıklandır!” demektir. Nitekim, zıdd-ı lâzımının zikredilmesiyle mesele tavzih edilmiş; “Bâtılı da bâtıl olarak göster ve bize ondan gereğince kaçınmayı lütfet” denilmiştir.

*Allah’la münasebet açısından kopukluğun bir lahzasına bile razı olmamak ve sürekli şu duada nazara verilen mülahazalarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak lazımdır:

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

“Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyûm, rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!”

*Hazreti Yusuf’tan önce Mısır bir çöl gibidir, insanlar da tıpkı behâim şeklinde yaşamaktadırlar. İşte o hal adeta bir çağrı olmuş ve mesele gayretullaha dokunacak noktaya dayanmıştır: “Artık bu kadarı yeter!.” Ve Allah oraya bir Yusuf göndermiştir.

*Onlar payidar olsunlar: Bugünkü zindanları medrese-i Yusufiye haline getiren babayiğitler, mazlumlar, mağdurlar, mehcurlar, menfiler!.. Allah oraları onlar sayesinde medrese-i Yusufiyeye çevirsin. Girdikleri gibi çıksınlar. Çıktıklarında daha ciddi bir iman kıvamıyla çıksınlar.. onlara zulmeden insanları çıldırtsınlar!..

*Düşünün ki bir buçuk seneden beri bütün yabancı misyon şeflerini seferber ederek, “Amanın bunları yıkın, sonunu getirin!.” dedikleri; çok ciddi, kahredici bir tenkil (kökten kazıma) ve bütün hayır kapılarını seddetme mülahazasıyla bütün imkanlarını seferber edip çalıştıkları halde -vallahi billahi- bir termit kadar bile tahribatta bulunamadılar. Neden? Çünkü gidenler -Allah’ın izni ve inâyetiyle- gönüllere taht kurmuşlardı. Onları o gönüllerden söküp atmak mümkün değildi. Aksine -ayıp olur mu öyle bir şey desem?- kendilerini komik duruma düşürdüler; âlem gülüyor, “Allah Allah ne komik insanlar bunlar!..” diye gülüyor.

*Aldırmayın!.. Vazifeye devam!..

*Soru: “Sünnet-i Seniyye’de ‘Allahım cebânetten ve cimrilikten Sana sığınırım!” duasıyla şeytandan sığınıyor gibi ‘korkaklık’tan da Allah’a sığınmamız tavsiye buyuruluyor. Korku hissinin hikmet-i hilkati adına neler söylenebilir? Havf duygusunun zararlı olduğu haller nelerdir?”

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) temsil ettiği makam, konum, fonksiyon itibarıyla, hal abidesi olması ve kendi ufku açısından öyle diyor; korku ve cimrilikten Allah’a sığınıyor. Aslında böylece O bu şekildeki istiâzeyi bize tavsiye buyuruyor. Yoksa, haşa cebanet ve cimrilik O’nun hayallerine bile hiç misafir olmamıştır.

*O, kendisinden bir şey istenildiğinde, varsa verir, olmadığı takdirde de vaad ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen verirdi.

*Bir şahıs gelip O’ndan bir şey istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yine vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için Allah Rasûlü vaad etmişti; yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Hazreti Ömer bu duruma fevkalâde üzülmüştü. Allah Rasûlü’nün bu derece rahatsız edilmesi karşısında dizleri üzerine doğruldu ve “İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler vaad ettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma yâ Rasûlallah!” dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasûlü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalkmış ve “Ver, hep böyle bol bol infak et ey Allah’ın Rasûlü, sakın Allah’ın Seni fakir bırakacağını ve Senden nimetlerini kesivereceğini zannetme!” demişti. İki Cihan Serveri tebessüm buyurdu ve ardından şöyle dedi: “İşte Ben de bununla emrolundum.”

*Mukteza-yı beşeriyet, insanda cübn vardır, buhl vardır, enaniyet hissi vardır, tama vardır, hırs vardır, haset vardır. Mahiyet-i insaniyeye, genlere bunlar işlenmiştir. Fakat her şeyin bir hikmet-i vücudu vardır. Cübn (korku) konmuştur insanın mahiyetine. Cebanet korkaklıktır, her şeyden ürkme demektir. Günümüzün ifadesiyle paranoya ve vehm gibi bir marazdır; hiç olmayacak şeylerden bile korkmaktır…

*Aslında her insanın mahiyetinde bu cübn, endişe duyma ve titreme hali biraz vardır ki bu duygu meşru müdafaa edilmesi gereken şeyleri koruma adına, insanın tedbir ve temkinde bulunması maksadına matuf olarak verilmiştir.

*Bugün elde ettiği şeylerle dünyada ebedi kalacakmış gibi çırpınıp duran ve bunun için sağa-sola tekme sallayan, yumruk sallayan insanlar, çok yakın bir zamanda içine yuvarlandıkları, yuvarlanacakları gayyada ah u vah edecek, gözünüzün içine bakacaklar!.. Size o gün onlara şefkatle, mülayemetle bakmak düşüyor, kin ve nefretle değil.. kine-nefrete, kinle-nefretle mukabele etmek değil!.. “Acınacak durumda, şefkat edilecek halde bulunan o insanların öyle bir çukura düştüklerini gördüğümüz zaman, Allahım, ellerinden tutma imkanını bize lütfeyle!..” deyip şimdiden kendinizi motive etmelisiniz.

Mukaddes Çile ve İnfak Kahramanları

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

Allah’a kul olmak ne güzel!.. Sadece O’nun karşısında eğilmek ne hoş!..

*Allah ile münasebetimize bakınca, bu karınca halimizle diyoruz ki: “Ne kadar bahtiyar insanlarız! Bu küçük halimizle O’nunla bir çeşit münasebet içindeyiz. Bunun lezzetine, halavetine, zevkine doyulmaz!” Kim bilir o meseleyi zirvede duyanlar daha neler duyuyordur neler! Çobanlar meseleyi böyle duyuyorsa, kim bilir sürü sahibi meseleyi nasıl duyuyordur! Tabii İnsanlığın İftihar Tablosu bu mevzuda her sözden vârestedir. O, duyuşu, hissedişi, ihsası ve ihtisaslarıyla adeta semâvîdir. O, belki bazı hususları melâike-i kirâmın bile duyamayacağı seviyede duyuyordu. Evet, O müstesna!..

*Bir de zılliyet planında Hakk’ın mükerrem ibâdı var. Onlar da bize göre müstesna insanlar. Ne var ki, hemen her seviyede insan, O’nun ile münasebeti açısından çok şey duyar, çok şey hisseder; böyle âvâre, sergerdân kimselerin durumunu nazar-ı itibara alınca, kendi bahtiyarlığına tebessümler yağdırır. “Oh be!.. Müslümanlık ne güzelmiş! İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında Allah deyip kemerbeste-i ubudiyet içinde ayakta durmak ne latifmiş! İki büklüm olup tevazuun birinci faslını eda etmek, Allah karşısında eğilmek ne zevkli bir şeymiş! Yüzünü yerlere sürmek ne derin haz kaynağıymış!..” der. Cenâb-ı Hak o zevki derinlemesine duymaya muvaffak eylesin!

“O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?”

*İnsanın, küçük çapta, zıllıyet/gölge planında, çok küçük nispetler perspektifinde bile olsa, böyle bir mazhariyet ve zevk hemhemesi, demdemesi -iradelerinize ait yönüyle hemheme, öbür taraftan, O’nun vâridâtına mazhariyeti itibarıyla demdeme- içinde bulunması çok önemlidir. Bu açıdan da bu arada başımıza ne gelirse gelsin, onun yanında hafif kalır.

*Madem O’nu bulduk, bir yönüyle artık bulacağımız bir şey yok ve kurtulduk!.. “Seni buldum ve kurtuldum!” diyebilirsiniz.“O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu Ataullah İskenderânî?!. Evet, O’nu bulan ne kaybetmiştir?!. O’nu kaybeden, yani kendi düşünce dünyasında kendini uzaklara atan, kendini O’nun yokluğuna, daha doğrusu O’nsuzluğa, “ene”sini “Hüve”sizliğe salan kimse ne bulmuştur ki?!.

*Binaenaleyh, böyle cevheri bulmuş bir insan huzur, mutluluk, şâd ve hürrem olma gibi şeylere hiç gönül kaptırmaz. Bunlar, bakırcılar çarşısında bile elde edilebilecek şeylerdir; cevherlerin alış-verişinin yapıldığı, sarrafların bulunduğu yerde olan şeyler değildir. Bu itibarla da bazı şeylere katlanmalı!.. Ve katlananlar bu mülahaza ile katlanmışlardır. O katlanma işi de tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hiç eksik olmamıştır.

Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım!

*Bütün tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek başında dönüp durmuştur. Kur’an-ı Kerim, Müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz’e tahsis etmiş ve şöyle demiştir:

وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُاللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ

“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30) Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef’ul Efendimiz’dir; bütün planlar O’nun üzerine yapılmıştır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz hicret esnasında Sevr sultanlığından ayrılıp yola revân olacağı an, yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve “Ey Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.” buyurmuşlardı.

*Şayet en mübarek insanlar hırpalanmışlarsa, preslerden geçmişlerse, dibeklerde adeta dövülmüşlerse ve siz bundan âzâde, vâreste tutuluyorsanız, bence kendi durumunuzdan şüphe duymanız lazım.

“Allahım, medrese-i Yusufiye misafirlerini salıver ve onları en çabuk zamanda sevdiklerine kavuştur!..”

*Bazılarınız çeker, bazılarınız da onların çektiğini paylaşır, onların ızdıraplarını ruhunda duyar; yapılması gerekli olan şeyler mevzuunda bir küheylan gibi şahlanır, bir üveyk gibi kanatlanır Allah’ın izni inâyetiyle; işte o zaman paylaşıyor demektir.

*Evet, birileri içeride medrese-i Yusufiye yaşarlar; berikiler de dışarıda oturur kalkar onlara dua ederler: “Onları en çabuk zamanda, çok rahatlıkla salıver Allahım! Salıver ve onlarla beraber bir sürü aileyi, kırk bin tane aileyi, elli bin tane aileyi, yüz bin tane aileyi; belki on milyon aileyi sevindir Allahım!” Bu on milyon ailenin sevinmesi, mele-i âlânın sakinlerinin de sevinmesi demektir. Bu arada bir şirzime-i kalîl “Niye böyle oldu?” diye üzülecekler. İnşaallah, iman ediyorlarsa Allah’a, o üzülme de onların günahlarına kefaret olur. Biz onu da düşünürüz: Allah onların da günahlarına kefaret olabilecek şeylere onları hidayet eylesin. Genel ahlakımız bu!..

*Bazı densizler bir mülâaneyi, bir mübâheleyi, bir muhâveleyi beddua kabul edip böyle bir meseleden dolayı, incir çekirdeği nevinden meseleleri dava mevzuu yaparak, “Acaba bununla bunlara bir örgüt diyebilir miyiz?” düşüncesine daldılar. Bu yaptıkları mesâvîden dolayı bize düşen şey “Allahım bunlara da hidayet eyle!” demektir. Bir de sabredemediğimiz takdirde “Allah Allah, cinnetin bu seviyesi de varmış!.” demektir. Ama ben bu mülahazaya girmenizi de istemem.

Mukaddes Çile Nöbeti Sizlerdeyse…

*Dünden bugüne sizin çizginizde hareket eden insanlar hep çekmişlerdir. Yüce mefkûrelerini, gaye-i hayallerini, dünyanın dört bir yanında bir bayrak gibi dalgalandırmaya odaklanmış insanlar hep musibetlere maruz kalmışlardır. Başka mülahazaları olmayan, dünya adına bir kazanım peşinde koşmayan, ölürken “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı.” (Ahmedî) diyerek Allah’a yürümeyi planlayan, farklılığını fark etmeyen; el-âlem hizmetini alkışlarken “Allah Allah bunlar neyi alkışlıyor?” diyen, kendini tamamen bu işe adamış, başkalarının başka şeyleri sıfırlamalarına mukabil o kendini sıfırlamış; el-âlem göklere çıkarsa bile kendisini yeryüzünde debelenen bir “dâbbe” ve Cenâb-ı Hakk’ın küçük, hakîr, zavallı, kıtmir bir varlığı olarak gören insanlar… Cenâb-ı Hak kendimizi öyle görmeye muvaffak eylesin; bu Allah’ın büyük bir hidayetidir. Başka türlü görme, Allah’ın, insanın firavunlaşmasına fırsat vermesi demektir.

*Evet, insanın, kendini diğer insanlardan büyük görmesi ve “ben şuyum, buyum” demesi bir mekr-i ilahidir; Allah’ın o insanın firavunlaşmasına müsaade etmesi demektir. Verdiği imkânların onda istidraç şeklinde tesir göstermesi demektir. İstidraç, nimet şeklinde gelen, insanı Allah’tan uzaklaştıran nıkmettir.

*Madem Hak yolun en kıymetli yolcuları enbiya, mukarrebin, asfiya ve evliya hep musibetlere maruz kalmış ve çileler çekmişler, bizim de başımıza gelenleri tabii kabul etmemiz, öfkelenmememiz ve hale rıza göstermemiz lazım.

“Biz Uhud’u Severiz Uhud da Bizi Sever”

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Ashabıma sebbetmeyiniz. Sizden birisi Uhud Dağı kadar altın infak etse, ashabımdan birinin verdiği yarım müdd sadakaya ulaşamaz.” buyuruyor. Asr-ı Saadet’te infakı bu kadar değerli kılan hususlar nelerdir? Sonraki dönemlerde de dinî gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi?

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih hadis-i şerifte ashabı için öyle buyuruyor. Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez. Onlar O’nun kâmetini biliyorlardı; O da ashabının kadr u kıymetini ve kıvamını biliyordu. Allah’ın izniyle, insanlığın idbârını ikbâle çevirebilecek bir kadro olduğunu çok iyi biliyordu; Allah’ın bildirmesiyle biliyordu; o yüksek firasetiyle, fetanetiyle ve okumasıyla biliyordu. Yüzlerinden ve kalbî heyecanlarından onları okuyordu. Bu açıdan da mezkûr ifade -haşa- onlara bir iltifatta bulunma adına değildi, bir realiteyi ifade ediyordu. Çünkü O’nun lal ü güher beyanları içinde katiyen riyanın, süm’anın, şunu bunu hoşnut etmenin zerresi yoktu. Ne konuşuyorsa, milimi milimine doğruydu; söylediği sözler neye dairse şayet, onun numarasına ve drobuna fevkalade uygun ve vakıa mutabıktı.

*“Sizden birisi Uhud Dağı kadar altın infak etse…” O gün Medine-i Münevvere’de en yüksek gibi görünen dağın Uhud Dağı olmasının yanı başında bir de Uhud Dağı’nın kıymeti var. Bu kıymet değişik vesilelerle vurgulanıyor. Uhud Harbi’nde o mübarek dağın eteklerinde Müslümanlar kutsal, muvakkat bir hezimet yaşıyorlar. Uhud’da böyle bir hadise yaşandığından dolayı ihtimal bazılarının kafalarına “Bu dağ uğursuz galiba!” şeklinde bir düşünce gelebilirdi. Bundan dolayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yerde şöyle buyuruyor: “Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz o da bizi sever.” Bu açıdan da Uhud, Ağrı ve Everest gibi büyük değilse de kıymet-i maneviyesi itibariyle çok büyük. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’in vurgulamak istediği hususlardan biri budur: Uhud Allah Rasûlü’nü seven ve Allah Rasûlü’nün sevdiği bir dağdır.

*Başlangıçta Ashab-ı kiram efendilerimiz de vermeyi, infak etmeyi çok bilmiyorlardı. Hâşâ onlara bilmiyorlardı demek, bilmeme sözünü onlara nispet etmek saygısızlık olur fakat onlar bildikleri her şeyi dinle öğrendiler, o Muallim-i azamla, o Mürşid-i azamla öğrendiler.

İlk Himmet ve Ashab-ı Kiram’ın Cömertliği

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabının gönüllerindeki verme kapılarını aralamada kim bilir ne zorluklar çekmişti. Meselâ, bir gün Arab’ın aslı olan Mudar kabilesinin Müslümanları gelmişlerdi. Giyecek başka bir şey bulamadıklarından dolayı üzerlerinde yün elbiseler olduğu için daha onlar içeri girer girmez mescidi ter ve yün kokusu sarmıştı. Yorgun, aç ve susuz olan bu fakir insanları görünce Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in gözleri dolmuştu. Onları öyle ızdırap içinde gördüğü için neredeyse ağlayacaktı. Hemen infakla alâkalı ayetleri okumuş; ashabına, insanlara yardım etmenin faziletlerini anlatmıştı. (Benzer hadise Tebük Seferi’ne çıkılırken de ordunun teçhiz edilmesi esnasında yaşanmıştı.) Fakat Sahabe Efendilerimiz henüz başkalarına yardım etmeye alışmamışlardı; dolayısıyla, hiç kimse bir coşkunluk ve bir heyecan ortaya koymamıştı. Allah Rasûlü’nün yüzünde hüzün emareleri belirecekti ki, O’nun halinden çok iyi anlayan ve işin nezaketini kavrayan bir sahabi yerinden fırlayıp evine gitmiş, parmaklarının arasından dökülecek kadar ellerini doldurmuş ve getirdiklerini Rasûlullah’ın huzuruna dökmüştü. Onu görünce diğerleri de ne yapılması lazım geldiğini anlamış ve herkes infak için koşmuştu. Nitekim Peygamber Efendimiz’in önünde bir oğlak büyüklüğünde yardım malzemesi birikmişti. İşte o zaman, yüzündeki hüzün bulutları birer birer sıyrılan Şefkat Peygamberi ashabına tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu: “Bir işe delâlet edip o hususta yol gösteren onu yapmış gibidir.” Evet, Ashab efendilerimiz o gün verme kapısını açmış ve zamanla da sahip oldukları her şeyi vermeye âmâde hale gelmişlerdi. Onlardan kimisi malının tamamını, bazısı servetinin üçte ikisini, bir başkası bir anda yedi yüz deveyi ve bir diğeri de en çok sevdiği bahçeyi Allah yolunda tasadduk edecek kadar cömertleşmişlerdi.

*Öyle bir katılığın yaşandığı dönemde, işin başlangıcında henüz rehabilite görmemiş bu insanların birdenbire balmumu gibi yumuşamaları ve ihsanda bulunmaları çok önemlidir. Sonra o iş bir nevi sünnet olmuş, bir güzergâh oluşmuş; arkadan gelenler de zekat, sadaka, ikram, ihsan ve himmet adı altında din ve iman hizmetine destek vermişlerdir.

*Meselenin bir de manevi yanı vardır. Neden onların bir müdd sadakası başkalarının dağına tekabül ediyor? Sahabe idraki, sahabe imanı, sahabe anlayışı, sahabe ihlası, sahabe rıza düşkünlüğü, sahabe iştiyakı başkalarıyla mukayese edilmeyecek bir seviyededir. Onu verirken öyle bir mülahazaya bağlanıyorlardı ki, “Allah’ın izni ve inayetiyle bu öbür tarafta dağlar cesametinde olacak!” diyor ve buna yürekten inanıyorlardı. Bir de katiyen bunu bir minnet vesilesi yapmıyorlardı. İşin daha mebdeinde bu mülahazayla vermeleri öyle bir enginlik ve derinlikti ki Hazreti Pir-i Muğan’ın “Bir zerre ihlaslı amel batmanlarla halis olmayana müreccahtır.” dediği hakikat zuhur ediyordu. Halisane verme dolayısıyla bir ölçek infak Uhud Dağı kadar kabul ediliyordu.

Bugün de gayret, himmet ve infakla şahlanan nice babayiğitler var!..

*Günümüze gelinirken yeniden bir fetret dönemi oldu. Bir dönemde öyleydi, insanlar adeta dilencilik yaparak o Kur’an kurslarını açmak için koşuyorlardı. Allah ebeden razı olsun, Süleyman Efendi Hazretleri ve talebeleri, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ve taraftarları, Çarşamba Cemaati ve taraftarları… Hepsinden Allah razı olsun. Çok zor elde ediyorlardı ve o zoru Allah’ın izniyle işler hale getiriyorlardı.

*Sonra Allah Teâla günümüzde Hizmet ve Hareket şeklinde ifade edilen, öyle algılanan, öyle kabul edilen ve artık bir dünya meselesi haline gelen Camia’yı da istihdam buyurdu. Batılı bütün devletlerin iki-üç yüz senede gerçekleştiremedikleri işleri, ekonomik durumu orta ölçekte olan Türkiye, Allah’ın izniyle realize etmesini bildi; Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Abazasıyla Anadolu insanı bunu başardı.

*Sizin o koskoca devletiniz, milleti idare eden insanlar, sizin mefkûre dünyanız, gaye-i hayaliniz, ruh ve mana kökleriniz adına kazandırdığınız şeylerin yüzde birini kazandırmamışlardır. Boş iddialara bakmayın. Kuruntularının arkasından koşuyorlar. Allah bunları yapmaya sizi muvaffak kılmıştır ve bundan sonra da çok daha büyük şeyler yapmaya inşaallah muvaffak kılacaktır. Onun için sinek ısırması nev’inden maruz kaldığınız şeyleri nazar-ı itibara almayarak, Allah’ın izni ve inayetiyle, dökülün, saçılın!.. Bir dönemde arkadaşların yaptıkları ve hâlâ yapıyor oldukları gibi himmetle şahlanın!.. Şimdiki bin üç yüzü, iki bin altı yüz yapmaya bakın!.. Durmadığını gösterin bu işin!..

*Sonraki dönemlerde de dini gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi? Günümüz de işte öyle bir zaman dilimidir. Fakat o kapı da aralandı, insanlar alıştılar ona. Bu noktada bir ölçü olması adına bugünkü gibi hatırladığım bir hatıramı nakletmek istiyorum: İzmir Bozyaka’da insanların yardımına başvurulmuştu. Orada meselenin ehemmiyetiyle ilgili bir konuşma yaptıktan sonra emaneten yatıp kalktığım odama doğru yönelmiştim. Utanıyordum da.. kendime istemiyordum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Ben odaya girerken birisi merdivenlerden hızlı hızlı yukarıya doğru çıkarak yanıma geldi. Astsubaylıktan emekli olmuş o zatı tanıyordum. Elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını getirdim!” dedi. Emeklilik parasıyla satın almış olduğu evinin anahtarlarını elime attı. Bu göz yaşartıcı tablo karşısında ben ona dinde böyle bir mükellefiyet olmadığını söyleyip anahtarları iade ettim. Daha sonra da “Git, çoluk çocuğunla evinde otur. Rabbim sana verdikçe, sen de infakta bulunursun.” dedim. Ben bugün de bu coşkun duygu ve heyecanın yaşandığı ve bundan sonra da yaşanacağı kanaatini taşıyorum.

Metafizik Âlemin Üveykleri ve Beklenen Diriliş

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İnsanın maneviyata ve metafizik âlemlere açılabilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Bazı insanlar, maddiyatı her şey gördüklerinden dolayı manaya ve metafiziğe karşı kapalı bir hayat yaşarlar. Bu kişilerin maneviyata kapalı kalmasında fıtratlarının belli bir tesiri olsa da, asıl üzerinde durulması gereken husus onların bu konuda ciddi bir azm u ceht ortaya koymamaları, iradelerinin hakkını vermemeleridir. Esasında inanıyorum dese de, maddiyata gömülmüş, aklı gözüne inmiş insanlar, düşünceleri ve kanaatleri itibarıyla kendi elleriyle kendilerini ciddi bir darlığa mahkûm etmiş olurlar. Mesela onlar, değişik asırlarda yalan söylemeleri ihtimalinin olmadığı güvenilir insanlar tarafından nakledilen binlerce diyebileceğimiz keramet türü hadiselere inanmazlar. Hatta bazıları, rivayetlerin sağlamlığından dolayı kabul etmeye mecbur kalsalar da mucizeleri bile kabul etmek istemez, onları kendilerince değişik tevillerle maddi sebeplerle izah etmeye çalışırlar. Düşünce dünyalarını maddiyatla sınırlandırmış bu kişiler zamanla eşya ve hadiselerin metafizik yönünü anlama istidat ve kabiliyetlerini de köreltmiş olurlar. Bunun neticesinde eşya ve hadiselerin arka yüzünü göremez, şer gibi görünen hadiselerin ihtiva ettiği hikmetleri kavrayamaz ve te’vil-i ehadise vâkıf olamadıklarından dolayı da hadiselerin cereyanındaki değişik manaları anlayamazlar.

Hadiselerin Arka Yüzü ve Hikmetin Dili

Hâlbuki hadiseler, meydana geliş keyfiyetleri itibarıyla tıpkı birer âyât-u beyyinât (apaçık ayetler) gibi insanlar için farklı farklı manalar ihtiva eder. Fakat bunu görebilmek için insanın, evvela hadiselere latife-i rabbaniyesiyle bakması ve terkipçi bir kabiliyete sahip olması gerekir. Başka bir ifadeyle insan, şer’î emirleri olduğu gibi tekvinî emirleri de bir kitap gibi okumalı, bütüncül bir nazarla hadiseler arasındaki irtibatı yakalamaya gayret etmeli, sebep-sonuç münasebetlerini görmeye çalışmalıdır. Recaizade M. Ekrem’in ifadesiyle,

“Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”

Bazı hadiseler rastlantıya verilecek olsa ve bunların meydana gelme ihtimalinin yüzde bir olduğu söylense bile, bu tür hadiselerin alâkalı olduğu daha başka hadiseler de işin içine dâhil edildiğinde ihtimal hesapları binde bire, milyonda bire ve milyarda bire doğru düşmeye başlayacaktır. Şayet insan, hayatını süzerek yaşasa, zihnine gelen, gözüne takılan, ihsas ve ihtisaslarına çarpan hadiseleri bütüncül bir nazarla değerlendirmeye tabi tutsa bu hadiselerden ve bunlar arasındaki bağlantılardan çok derin manalar çıkarabilecektir. Aynı şekilde insan, kâinatta zerre kadar tesadüfe tesadüf edilmediğini her bir hadiseyle bir kez daha ayne’l-yakîn müşahede edecektir. Fakat bazı felsefecilerin yaptığı gibi hadiseleri münferit mütalaaya alacak olursa, o zaman da kâinattaki her bir harfin altında yatan Allah’a iman mefhum ve mazmununu göremeyecektir.

Bu açıdan maneviyata açılması için insanın, iradesinin hakkını vermesi, hadiseleri iyi süzmesi ve daha baştan hiçbir şeyin manasız olmadığına inanması gerekir. Öyle ki insan elinden düşen ve kırılan bir bardağın bile “te’vil-i ehadis” açısından mutlaka bir manasının olduğunu bilmeli ve o bardağın kırılmasının ifade ettiği mana ve mesajı anlamak için üzerinde düşünmelidir. Fakat yanlış anlaşılmasın bu bakış açısı, hadiseler karşısında tefe’ül ve teşe’ümlere girerek biriyle şımarma diğeriyle de ümitsizliğe kapılma demek değildir. Bilakis her bir hadisenin kendi diliyle anlatmak istediği bir mananın olduğunu kavrama demektir.

Metafizik Âlemlere Açılmanın Sırlı Anahtarı: Dua

Varlığın metafizik buudunu görebilmek için ikinci olarak insanın, ibadet ü taat yoluyla nazarî olan bilgilerini derinleştirmeye çalışması gerekir. Hiç şüphesiz en önemli ibadetlerin başında dua gelir. Çünkü o, Allah’a karşı halis bir ubudiyetin ad ve unvanıdır. Dua, sebepler üstü bir ibadet olduğu için, insanı sebepler üstü ufka ulaştırmada en önemli merdivendir.

Peki, insanın duada Allah’tan isteyeceği en önemli ve en büyük talebi ne olmalıdır?

Mesela biz, sabah akşam dualarımızda, اَلَّلهُمَّ اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ وَاَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ الْاَبْرَارِ diyor ve Cehennem’den azat olma, Cennet’e kavuşma arzumuzu dile getiriyoruz. Cehennem’den uzak kalma ve Cennet’e girme hakikaten bir insan için çok önemli hadiselerdir. Fakat işin doğrusu insanın, bunlardan daha öte, istemesi gereken bir talebi olmadır: O da, Allah’ı doğru bilmeyi ve hiçbir zaman O’ndan gafil olmamayı taleptir.

Evet, insanın derin bir konsantrasyon ve şuurla dualarında elde etmek istediği en yüksek gaye bu olmalıdır. Öyle ki insan ellerini kaldırdığında her defasında öncelikle O’nun marifet ve rızasını istemeli ve bu isteğinde öyle ısrarcı olmalıdır ki, O’ndan gelen letaifin, ellerinin içinde karıncalanma meydana getirdiğini duymalı ve âdeta bir şeylerin yağdığını hissetmelidir. Tepeden tırnağa böyle bir gerilimi yakaladığında insan gönlünü yırtarcasına, şakaklarını zonklatırcasına, “Allah’ım, imanımı, marifetimi, muhabbetimi artır. İştiyakınla beni mest et. İçimi aşkınla doldur. Beni yolunun delisi eyle.” demelidir.

Siz hele geceleri bir kalkın ve samimi bir kalble bin defa Allah’tan bunları isteyin. Bakın o zaman Allah (celle celâluhû) nasıl fizik perdelerini yırtıyor, size yeni metafizik ufuklar açıyor ve siz de Allah’ın izni ve inayetiyle ruh ötesi âlemlere muttali oluyorsunuz. Unutmamak gerekir ki, kim bir şeyin arkasına düşer ve bu mevzuda ciddiyet gösterirse, arzuladığı şey kendisine lütfedilir. Ellerini arkasına bağlayıp müstağni bir tavırla “Veriyor musun, vermiyor musun!” diyen bir dilenciye kimse iltifat etmez ve bir şey vermez. Aynen öyle de insanın duasının kabul edilmesi; Allah’a tam bir teveccühle yönelmesine, başını O’nun eşiğine koymasına, ısrarla kapının tokmağına dokunmasına ve dualarına icabet edileceğine inanmasına bağlıdır.

Fakat dua, mü’min için bu kadar önemli olmasına rağmen üzülerek ifade etmek gerekir ki, günümüzde millet-i İslâmiyede en az alâka gören ibadet duadır. Maalesef o, çoktan şekil ve formatlara feda edilmiş durumdadır. Hatta camilerdeki dualar bile, ülfet ve gaflet ağında şekle kurban edilmiştir.

Bu ifadelerimizden, camileri ağzına kadar dolduran insanların yaptıkları ibadetlerin, ettikleri duaların kabul edilmediği mânâsı çıkarılmamalıdır. Hâşâ ve kellâ! Allah (celle celâluhû) en küçük ameli bile bir mü’minin lehinde değerlendirir ve zerre miktar dahi olsa onu mükâfatlandırır. Fakat unutmamak gerekir ki, bir insan değer verdiği şeyin kıymetiyle doğru orantılı olarak bir değer ifade eder. Siz dünyalık bir mala, bir köşke, bir villaya değer veriyorsanız, kendi değerinizi ona bağlamış olursunuz. Cennet’e değer veriyorsanız, Cennet kadar bir değeriniz olur. Fakat siz kulluğunuzu ve isteklerinizi, Allah’ın aşk u iştiyakına bağlamışsanız, O, namütenahi olduğu için, siz de namütenahi bir enginliğe ulaşırsınız.

Şayet siz, tesbih, tahmid ve tekbirlerinizle O’nu yüceltiyor, “Allah’ım kâinatın zerreleri adedince Sana hamd ü senalar olsun.” diyerek bunu içinizde duyabiliyor ve O’nu her anışınızda ürperiyorsanız, Allah nezdinde de yeriniz odur. Zira hadis-i şerifin ifadesiyle, nezdinizde Allah’ın yeri ne ise, Allah nezdindeki yeriniz de odur. Bu açıdan, sizin O’na ne kadar kıymet atfettiğiniz, O’nu ne kadar düşündüğünüz, O’nunla ne kadar oturup kalktığınız, O’nu ne kadar hecelediğiniz ve O’nunla ne kadar alâkadar olduğunuz çok önemlidir.

Metafiziğe Kapalı Değil, Kendini Metafiziğe Kapatan İnsan Vardır

Bir insan, bu ölçüde bir cehd ü gayret göstermeden de Allah ona ekstradan değişik mazhariyetlerde bulunabilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat objektif ve esas olan ölçü, insanın iradesinin hakkını vermesidir. Zira Cenâb-ı Hak; وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى  “İnsan için ancak sa’y u gayreti vardır.” (Necm sûresi, 53/39) buyurmuştur. Mefhum-u muhalifiyle ifade edecek olursak âyetin manası “insana çalışmasının, iradesinin hakkını vermesinin ve Allah yolunda koşmasının karşılığından başka bir şey yoktur” demektir.

Bu açıdan, “Ben, metafizik mülâhazalara açılamıyorum. Misal âlemini bilmiyorum. Hadiseleri bütüncül bir nazarla göremiyor, onlar arasında bir irtibat kuramıyor ve bir senteze ulaşamıyorum.” diyen bir insan öncelikle, bu konuda yapılması gerekli olan şeyleri yapıp yapmadığına bakmalıdır. Acaba böyle bir insan, farzları edadaki dikkatinin yanında peşi peşine hiç aksatmadan kırk gün teheccüd namazına kalkmış ve ardından alnını yere koyarak istenilmesi gereken hususları O’ndan istemiş midir? Bunu yapmayan bir insanın, maneviyata verdiği değer de o kadar demektir. Dolayısıyla bu şahsın maneviyat ufku da ona göre olacaktır. Öyleyse bazı kimselerin maneviyata kapalı oldukları doğru olsa bile, onları bu kapalılığa Allah mahkûm etmemiştir. Bilakis onlar kendi kendilerini maneviyata kapamışlardır. Daha doğrusu, metafizik âlemlere açılma adına yapılması gerekenleri yapmadıklarından, bu mevzuda iradelerinin hakkını vermediklerinden ötürü maneviyata kapalı kalmışlardır.

Soruda yer almasa da, son olarak, konuyla alakalı bir hususu ifade etmek istiyorum: Başlamış olan ve şu an itibarıyla bütün yeryüzüne ümit vaad eden bu diriliş bezminin devam etmesi ve oturtulacağı zemine oturtulması, maddi ve şer’î ilimlerle beraber maneviyata ve metafiziğe açık yetkin insanların eliyle gerçekleşecektir. Evet, fizik ve metafiziğin birleşik noktasında, bu âlemlerin gereklerini de yerine getirebilecek donanımda irade insanları yetiştirebildiğiniz takdirde, Allah dostu olan ve O’nu her şeye tercih eden o maneviyat kahramanlarının eliyle insanlık yeni bir bahara uyanacak, dünyanın çehresi bir kez daha gülecek ve yeryüzü bir baştan bir başa yeni bir dirilişe şahitlik edecektir.

463. Nağme: Korku ve Ümit

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, inanan insanın musibetler karşısında halinden şikâyet etmemesi lazım geldiğini ifade ederek sözlerine başladı. Bazı büyüklerin Ehl-i dil söyleyemez derdini Allah’a bile! mülahazası içinde olduklarını ve bu düşünceyi nasıl anlamak lazım geldiğini açıklayarak Peygamberlerin Cenâb-ı Hakk’a hallerini arz ettiklerini, bunu yaparken de büyük bir edep tavrı ortaya koyup bir talepten bahsetmediklerini söyledi.

Daha sonra havf ve reca dengesinden söz açan Hocamız, İmam Şafiî Hazretleri’nin şu dörtlüğünü hatırlattı:

وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي    جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا

تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ     بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

Hocaefendi, insanın kendisini sıradan bir kul görmesi ve günahlarının ağırlığını sırtında hissetmesi gerektiğini ama katiyen ümitsizliğe de düşmemesi lazım geldiğini belirtti. Konuyu şu beyitle detaylandırdı: “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.)

Hocamız, “İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem.” hadis-i kudsîsini hatırlatarak dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanların orada korkularla kıvranacaklarını; burada havf (korku) içinde yaşayanların ise, ahirette emniyet ve huzur içinde olacaklarını vurguladı. Daha sonra Hazreti Âişe validemizden ve Hazreti Ömer bin Abdülaziz’den misaller verdi.

Bu cümleden olarak şu hadiseyi özetledi: Hazreti Âişe Validemiz, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar.

O’nunla Bir Ömür

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

İntizâr Ağırdır Ama Mükafatı Ondan da Ağırdır

*Asıl önemli olan mesele her şeyin sonudur ama o sonu seyretmek çok kolay değil. İntizar ister. Kuluçkanın yumurtalar üzerinde adeta bir sancıyla sağdan sola dönmesi, yumurtaları çevirmesi, “Metâ.. metâ?!.” (Ne zaman.. ne zaman?!.) demesi!.. Hani Kur’an’ın ifadesiyle, Nebi bile “Metâ nasrullah – Allah’ın yardımı ne zaman?!.” diyor. O intizar dönemi oldukça ağırdır fakat mükâfâtı ondan daha ağırdır. Belki insanın sevap kefesindeki ağırlığa ağırlık katacak husus, o mevzuda onun mukavemeti, itiraz etmemesi, kahr u lütfu bir bilmesi, en acı şeyleri gönül inşirahı içinde karşılaması, canı yandığı yerde bile “Elhamdülillahi alâ külli hâl!” demesi.

*Elhamdülillah! Bilerek, kasten, hele ısrarla ve inatla kötülüklere dalmaktan, mühlikâta inhimâk etmekten Cenâb-ı Hak korudu. Nisyan ve hatalarımız ise O’nun rahmetinin vüs’atine emanet.

*Elhamdülillah! Cenâb-ı Hak hakiki imana, o imanın gereklerini yerine getirmeye ve bir yerinden dahi olsa İslamiyeti yaşamaya muvaffak kılmış. İhsan talebi arkasından koşturmuş; mülahazalarımızı ihlasa yönlendirmiş, rızayı vird-i zeban ettirmiş, halis aşk u iştiyakı gönlümüzün şekeri şerbeti haline getirmiş, hep onu terennüm ettirmiş. Bu güzel şeylerin yanında dünya kadar kusurlarımız ve hatalarımız da olabilir; fakat rahmetinin vüs’ati onları setreder.

Elhamdülillah.. Elhamdülillah Diyebilmemize de Elhamdülillah!..

*Bir; bu türlü nimetlere elhamdülillah.. bin defa elhamdülillah! Bir de onun şuuruna vararak elhamdülillah demeye elhamdülillah!.. O şükre şükretmeye de elhamdülillah!

*Ayrıca mâsiyete düşmediğimize elhamdülillah!.. Çalıp çırpmadığımıza elhamdülillah!.. Hırsızlık yapmadığımıza elhamdülillah!.. Haramîliğe girmediğimize elhamdülillah!.. Kalbî ve ruhî hayatımızı makam hırsıyla feda etmediğimize binlerce elhamdülillah! O korkunç şeytanî sukûtlara maruz bırakmadığından dolayı Allah’a binlerce hamd ü sena olsun.

*Burada dikili bir taşımız olmayabilir. Ölüp gittiğimiz zaman arkada bir şey bırakmamış olabiliriz. Hatta yâd-ı cemîl olma gibi, en büyük insanların bile bazen talebinde bulundukları şeyler konusunda da bir talebimiz olmayabilir. Aslında en büyüğü talep edenin, onun berisindeki herhangi bir talebe gönül bağlaması, aşağı inmesi demektir. “Allah’ım Sen ve rızan!” denmişse, “iştiyak likâullah!” denmişse şayet, onun berisinde cennete bile talip olmak, birkaç adım geriye atmak demektir. Bu O’na karşı saygısızlıktır. Onlar, O’nun lütfunun tezâhürleridir, tecellîleridir. Onlar O’nun lütfuna, ihsanına, teveccüh-ü Sübhânîsine, vüs’at-i rahmetine ve fazlına kalmış şeylerdir; büyükler de meseleyi bunlara bağlayarak istemişlerdir.

Şüpheli Şeylerden Sakınan İnsan Dinini, Irzını ve Haysiyetini Korumuş Olur

*Harama düşmeme hususunda azamî dikkat göstermek gerektiğini ifade eden Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Helal de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası mevcuttur; o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. İşte o, kalbdir!” Evet, aman şuna el uzatmayayım! Aman buna el uzatmayayım! Aman şuna göz kırpmayayım! Aman buna dudak ve dil hareket ettirmeyeyim!.. Bu mülahazalar içinde hareket ediliyorsa, Allah’ın izni ve inâyetiyle, hep kazanma kuşağında gidiliyor demektir.

*Üzerinize gelindikçe, din iman adına biraz daha pekişeceksiniz. İmmun sisteminiz sağdan soldan gelip size sap olan bir kısım virüslerle, fakat vücudunuza zarar vermeyen virüslerle, adeta aşılanıyormuşçasına güç kazandığı gibi, siz de bu türlü şeylerle daha bir güçlü ve iradeli hale geleceksiniz inşaallah.

Geciktirdiğiniz Hizmetlerinizi Kaza Edeceğiniz Günler de Gelecek

*Havalar sükûnet kesbettiğinde, zalimler ve facirler çekip gittiğinde hizmetinizi katlayarak götüreceksiniz. Bugün hafif bir tevakkuf oldu diyorsanız şayet, o zaman diyeceksiniz ki, “O dönemde gerekli olan açılımı tamamen yapamadık! Vaktine erişip de yapamadığımız o açılımları şimdi kaza ediyoruz Allahım! Şimdiye kadar sekiz saatlik mesai yaptıysak, artık onu on sekiz saate çıkaracağız.” Ne uğrunda? Ruh ve mana değerlerimizi bütün âfâk-ı âlemde bir bayrak gibi dalgalandırma adına! Ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen usareleri bütün dünyaya duyurma adına! Milli ruhumuzu bütün dünyaya duyurma ve dünyadan da alacağımız şeyleri alma adına!..

*Şimdiye kadar sekiz saat küheylan gibi koşuyor idiyseniz, sekiz saati on sekiz saate çıkaracaksınız! Aile ve çoluk çocuk hukukunu hiçe saymamak için onların da haklarını vererek, adalet-i tâmmeyi hem şahsî hem ailevî hayatınız hem de dininiz, diyanetiniz, mefkûreniz, milli ruhunuz, gelenekleriniz adına ihyâ etmek için mesainizi ikiye katlayacaksınız! Şayet bir saat fevt ettiyseniz, istiğfar edeceksiniz! “Estağfirullah! Ben bir saat kaçırdım!” diyeceksiniz.

Çalmadığımıza, Haramîlik Yapmadığımıza, Zulmü Alkışlamadığımıza ve Zalime Boyun Eğmediğimize Elhamdülillah!..

*Evet, “Küfür ve dalaletten başka her şeye elhamdülillah!” Küfür ve dalalete düşmediğimize elhamdülillah! Çalmadığımıza elhamdülillah! Haramîlik yapmadığımıza elhamdülillah! Yapılan haramîlikler karşısında susmadık elhamdülillah! Zulmü alkışlamadık elhamdülillah! Zalime yahşi çekmedik elhamdülillah! Eğilmedik elhamdülillah! Eğilecek yerimizi bildik elhamdülillah! Asâ gibi Allah karşısında eğildik elhamdülillah!.. “Yetmedi” dedik, secdeye kapandık; “Baş ayak aynı yerde, alnı öper seccade / İşte insanlığı kurbete taşıyan cadde!..” dedik, hep yüzümüzü yerlere sürdük.

*El-âlem neler diyor neler?!. Ben de başımı yere koyunca, Tahiyyat’ta “Es-selâmu aleyke eyyühe’n-Nebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtühu” derken, bana inanın, kuyruğunu sallayan bir köpek gibi O’nun ayaklarının dibinde paçalarını öpüyor gibi görüyorum kendimi.. ve Cenâb-ı Hak, ruhumun ufkuna gideceğim -Gayyaya yuvarlamasın Allah- güne kadar da bu mülahazalarla -Siz de arzu ederseniz, sizin için de söyleyeyim bizi bu mülahazalarla- taçlandırsın. Bu mülahazalarla aziz kılsın. O’nun kıtmîri olmayı dünya sultanlığına değiştirmem. Bütün hayalim: Bir gün acaba ayaklarının ucunu, tırnaklarını öpme şerefini Cenâb-ı Hak nasip eder mi öbür tarafta?

Herkes O’nu Okuyor

Soru: Muhterem efendim! Birkaç senedir “Herkes O’nu Okuyor!” kampanyası gibi faaliyetler vesilesiyle milyonlarca insan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatını okudu. Rasûl-ü Ekrem Efendimizi yazılan kitaplarla mı, âyât ve hadislerin beyanıyla mı, salat ü selamlarda zikredilen isim ve sıfatlarıyla mı, hangi yolla daha doğru tanıyıp daha güzel anlayabiliriz?

*Dünden bugüne -Allah sa’yleriyle onları serfiraz kılsın, Firdevsiyle taçlandırsın- bir hayli insan Kitap ve Sünnet ile onların izahı, şerhi, haşiyesi adına Siyer ve Megazi kitapları yazmışlar. Herkes kendi ufku açısından önemli gördüğü hususları nazara vermiş. Tabii bu mevzuda yönlendiren hususlardan bir tanesi de zaman ve konjonktürdür. Zaman önemli bir müfessirdir; şartların belirlemesine göre insan bazı şeyleri daha aydın görür. Belli şartlar içinde kendisini alakadar eden meseleleri daha iyi tanır, daha iyi değerlendirir, daha iyi analiz eder ve daha iyi tahlillerde bulunur. Bu açıdan herkes kendine göre bir şey yapmış; bugüne kadar pek çok devasa kâmet gelmiş ve O’nu anlatmışlar. Hazreti Pir-i Mugân da çağın dili ve tercümanı olması itibarıyla O’nu anlatmıştır; mucizeleriyle anlatmıştır, inkılaplarıyla anlatmıştır.

*Ayet ve hadisler, yazılan kitaplar ve salat ü selamlardaki tavsiflerin her biri bırakılan bir uçtur; o uçlardan hareketle daha neler söylenebilir neler!.. Bu uçlar sayesinde -“Seleften Allah razı olsun, halefe ne kadar çok yapacak iş bırakmışlar” mülahazasıyla- sizin de o istikamette bir şeyler deyip şeref kazanmanız adına size de fırsatlar bahşedilmiştir.

İnsanlığın İftihar Tablosu her devrin idrâkine göre yeniden yazılıp anlatılmalıdır!..

*Efendimiz’i herkes okuyor. İşte bu sene diyelim, bir çeşit bir siyer mütalaa edildi. Ülfet ve ünsiyet olmasın diye gelecek sene başka bir zaviyeden bakan başka bir siyer ile mesele ele alınmalı. Yoksa öyle bir eser, kafa kafaya verilmeli, kolektif şuura emanet bir gayret gösterilmeli; böylece daha mükemmel, daha câmi ve aynı zamanda o Büyük Zât’ın kamet-i balasını aksettirici siyerler yazılmalı; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in hayat-ı seniyyesi ifade edilerek daha mükemmel şeyler ortaya konmalı.

*Ve bunun sonu da gelmeyecektir. Zaman şimdilerde çok hızlı cereyan ettiğinden ve değişimler de çok hızlı olduğundan dolayı on sene sonra bugünkü şeyleri bayatlamış gibi görebilirsiniz. Yirmi sene sonra, on sene sonraki şeylerin bayatladığını görebilirsiniz. Dolayısıyla her dönemde ister Kur’an ayetlerinin ve hadis-i şeriflerin, ister Siyer ve Meğazi’ye dair eserlerin, isterse de değişik zamanlardaki sahib-i zaman olan insanların yazdıklarının bıraktıkları uçlardan hareketle İnsanlığın İftihar Tablosu ve O’nun icraatları o devrin ruhuna göre yeniden anlatılmalıdır.

*O, kendi hususiyetleriyle, kendi nübüvvet çerçevesiyle ve kendi mesajının esaslarına göre anlatılmadığı zaman -hafizanallah- O’nun yolunda yürüyoruz diye bir sürü sapık mezhep, sapık cereyan, sapık ideoloji ortaya çıkabilir ve bu da İslam’ın dırahşan çehresini karartır, insanları ürkütür. Bir dönemde İslam düşmanlığı yapan kimselerin ve bazı oryantalistlerin dedikleri şeylere hak verdirircesine bazı gruplar çıkar. İslam adına bazı şeyler yaptırtıyor gibi, şeytan bir kısım çirkin işler yaptırtır ve bunlara dıştan bakan insanlar Müslümanlığı seçme mevzuunda yerlerinde kalmayı tercih ederler.

*İslam dünyası güzel bir görüntü sergileyemediğinden ve büyük büyük İslami iddialarla ortaya çıkanlar haramîliklere girdiklerinden, fuhşiyata daldıklarından ve bohemce hayat yaşadıklarından dolayı bugün çokları “Müslümanlık buysa şayet, ne diye seçelim ki?!.” diyecek haldedir. M. Akif tâ kendi döneminde, “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile / Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile! / Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir / Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir.” demiştir. Müslümanlık göklere çıktıysa, birkaç Müslüman da makberde mezar taşlarıyla kendilerini ifade ediyorlarsa, millet niye mezaristanı tercih etsin ki?!. Neden ulaşamayacağı göklerdeki Müslümanlığa talip olsun ki?!.

Allah Rasûlü sadece kitaplarla anlatılmamalı; her mü’min O’nu gösteren bir ayna olmalı!..

*İki üç asır var ki İslam dünyası tahribe maruz kalmıştır; imrendirici, insanların iştihasını kabartıcı bütün hususiyetlerini, rengini, desenini kaybetmiştir. Bu açıdan da bir yandan İnsanlığın İftihar Tablosu kitaplarla engince anlatılırken beri taraftan da her mü’min -bir manada- Muhammedî olmalıdır. Hangi tarafından alıp değerlendirirseniz değerlendirin, bir ayna gibi, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam onda görülmelidir. “Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kâim / Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim!” (A. M. Hüdayi hazretleri) denilmiştir. Nasıl ki Allah Rasûlü, Hakk’a aynadır; size bakanlar da sizde O’nu görmelidirler. “Oturuşları O, kalkışları O, geceyi ihya etmeleri O, teheccüdleri O, evvabinleri O, duhaları O, sık sık oruç tutmaları O, dillerini ve gözlerini yerinde kullanmaları O, İslam için koşmaları O, yüce mefkûreyi ikâme etmek için koşmaları O!..” demelidirler.

*İster dinin çehresini karartan o şer şebekelerini, ister onlar karşısında sessiz kalanları, isterse de Müslümanlık adına ortaya çıkıp Müslümanlık yolunda yürürken haramîler gibi davrananları gören insanlar, “İslamiyet buysa, biz ondan fersah fersah uzağız!” derler. Bugün kendi ülkeniz de dâhil şu İslam dünyasında, o geniş imkânlarla, o iddialı güçlerle, o şakır şakır başlarından aşağı akan servetle on tane insanın Müslümanlığı seçmesine vesile olamadıklarını yeminle söylesem, yalan söylemiş olmam. Evet, onlarla olmuyor o!.. Ebu Bekir olmakla, Ömer olmakla, Osman olmakla, Ali olmakla oluyor o.

*Bu açıdan, her biri bir dolunay olan o insanlar, esas mahiyetlerine uygun olarak anlatıldığı ve bununla beraber anlatan insanlar da onlara birer ayna olduğu zaman başkalarında bir imrenme, bir arzulama meydana gelecektir ve maksut da o vakit hâsıl olacaktır. Yoksa gerisi kuru gürültü ve kendi kendini aldatmadan ibarettir.

İrâdî Hicretten Sonra Şimdi de Cebr-i Lutfî Hicret Fırsatı

*Bu arada şayan-ı şükran bir husus var. Bir taraftan ihtiyarî olarak dünyanın dört bir yanına -tohumun toprağın bağrına saçılıp filize yürüdüğü gibi- saçılan hasbiler, fedakârlar var. Her türlü mehâliki göğüslemek üzere dünyanın dört bir yanına giden bu arkadaşların say ve gayretleri ihtiyari ve onlarınki tam hicret. Onlar belli ölçüde, zılliyet planında hicret sevabı kazanırlar. Diğer taraftan da bir cebr-i lutfî hicret söz konusu. O sevabı bugün gören sizin ağabeyleriniz, dünden bu işe sahip çıkan ve elli senedir bu işin içinde olan insanlar, geçende bana bu cebrî hicretle alakalı bir proje getirip sundular: Bu meseleyi nasıl realize ederiz? Yetmiş seksen yaşında biz de gidelim, hicret edelim. Asliyet planında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Sahabe bunu yaptı, kendi yüce mefkûrelerini dünyaya duyurmak, kendilerini ifade etmek, ortaya konması gereken şeyleri hal ve temsille ortaya koymak için gittiler. Biz de zılliyet planında, nisbi olarak aynı hicreti realize edelim. Evet birileri öyle ihtiyarî gitmişlerdi; şimdi de birileri bazı arkadaşların ikametgahlarına çomak soktular. Bu defa o çomaklar onları cebr-i lutfî hicrete zorladı. Onlar dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Oralarda olup biten şeyleri gördüler. Bu, evvela kendilerinde bir sinerjiye sebebiyet verdi, enerjilerine enerji kattı, daha bir güçlendiler. Bir diğer taraftan da bugüne kadar kendi ülkelerinde düşe kalka tecrübeleriyle edindikleri bilgileri, oradaki bu ilk ihtiyarî muhacirlere taşımak suretiyle onlara destek oldular, kuvve-i maneviyelerini takviye ettiler ve kendi masuniyetlerini, masumiyetlerini anlattılar. Zalimlerin iftiralarına, tezvirlerine, hıkdlerine, hasetlerine, şenaetlerine, denaetlerine, fezazetlerine, gıybetlerine ve iftiralarına rağmen, öyle olmadıklarını anlattılar, dünyaya duyurdular.

*Hâsılı, asıl Siyer dediğimiz mesele, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in anlatılması, hal ve temsil diliyle anlatılmasıdır. Bu arada, bugüne kadar duyup ettiğiniz şeyleri kitaplara dökerek genç nesillere okutmak suretiyle onlarda da o arzu ve duyguyu uyarmak lazımdır. Bu da yine size düşen vazifelerdendir. Allah’ın izni ve inayetiyle, tasavvurlarımızı aşkın o şeyler size ve sizden sonraki nesillere müyesser olacaktır. Hazreti Pîr’in ifadesine bağlayarak diyeyim; Cenâb-ı Hak, asırlardan beri rahnedâr olan o kaleyi tamir etmeye sizi muvaffak kılacaktır.

462. Nağme: Kârûn’un Değil Selef-i Sâlihînin Yolunu Seçin!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi dün ikindi namazından sonraki hasbihaline Nebe Sûresi’nin son ayetlerinin hatırlattıklarıyla başladı ve bir kere daha adanmış insanların hayatı nasıl değerlendirdiklerini misalleriyle anlattı. Hocamız, sözleri arasında şu cümlelere yer verdi:

*Kendileri için yaşamayan ideal insanlar, yaşamayı yaşatmaya çoktan kurban etmişlerdir.

*Rahat yaşama düşüncesini ayaklar altına almalı ve öbür tarafa giderken İnsanlığın İftihar Tablosu gibi gitmeli. Meselenin sözünü söylemek kolay.. “Biz iki hurma ve bir bardak suyla ömrünü geçiren Peygamberin ümmetiyiz!.” Kolay bunu söylemek!.. Fakat öyle yaşamaktır önemli olan.

*Hazreti Ebu Bekir gibi gitmek.. zannediyorum geride bir çardak bile bırakmadan ötelere yürümüştü.

*Bir davaya gönül vermiş insanlar, dünyevîliklere takılırlarsa -Allah korusun- gaye-i hayallerinde muvaffak olamayacakları gibi, gelecek nesiller tarafından da birer yâd-ı kabih olarak yâd edilirler. Hazreti Musa’nın yanındayken, gider kendilerini Firavun gayyasında bulurlar.

*Herhangi bir menfaate bağlı hizmet eden insanların şimdiye kadar kalıcı bir muvaffakiyet sergiledikleri görülmemiştir. Edip eyledikleriyle muvakkaten bazı şeyler ortaya koysalar bile, onlarla beraber, yaptıkları şeyler de hazana maruz kararsız ağaç yaprakları ya da saman çöpleri gibi savrulup sağa sola saçılmıştır.

*Yörünge dünya olunca ne dünya elde edilebilir ne de ukbâ. Belki bazı kimseler muvakkaten surî, hayvanî, cismanî, beşerî bir mutluluk yaşayabilirler fakat o mutluluğun akıbeti öyle bir hezimet, öyle bir ızdırap, öyle bir şenaat, öyle bir denaettir ki böylelerinin ne dünyada yeri vardır ne de ukbâda.

*İnsanlığın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürürken torunları Hasan ve Hüseyin efendilerimiz vardı ve onları hiç kimsenin sevemeyeceği şekilde seviyordu. Onları aynı zamanda vilayet (velayet) ağacının birer çekirdeği/fidesi olarak görüyordu. Bununla beraber, “Torunlarım için şunu istiyorum, bunu istiyorum!” demedi. Kendisinden maddi yardım talep eden kızcağızı Hazreti Fatıma annemize ahireti işaretledi ve öteye bağlı kalmasını öğütledi. Hazreti Aişe validemiz oldukça dar bir hücrecikte hayatını geçirdi. Çünkü Allah Râsulü, kendi yakınlarına hep dünyanın geçiciliğini ve ahiret yörüngeli yaşamak gerektiğini anlattı. Halbuki, isteseydi onları sultanlar, prensler gibi, VIP’e bağlı bir hayat içinde yaşatırdı.

*Bu öyle bir töreydi ki, her şey ayakta duracaksa onunla durabilirdi. Nitekim başta Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz olmak üzere Ashab-ı Kiram bu anlayış üzere yaşamışlardı. Onlar cihan çapındaki başarılarının karşılığında bir çardak bile istememişlerdi.

*Onlar, kadınıyla erkeğiyle hayatlarını böyle değerlendirmiş, ruhlarının ufkuna böyle yürümüşlerdi. Saray maray bilmiyorlardı, servet bilmiyorlardı. Altınlar, gümüşler, zebercetler, yakutlar şakır şakır akıyordu; fakat o, topluma, devlete, millete akıyordu.

*Hazreti Ali de böyleydi. Hiç kimse evladını tavsiye etmedi. Evladı adına, damadı adına kimseden bir şey istemedi. Kayırmadı yakınlarını.

*Yakınlara yardımda bulunmak, onları görüp gözetmek adam kayırmaktan ve kamu malını onlara kullandırmaktan çok farklı bir konudur. Kur’an-ı Kerim akrabaya iyiliği farklı ayetlerle anlatmaktadır. Bakarsınız, görürsünüz, muhtaç ve sürüm sürüm olmalarına, miskince yaşamalarına meydan vermezsiniz. Başta anne-babanıza, sonra diğer akrabalarınıza, sırasına göre, belki nenenize, dedenize, amcalarınıza, halalarınıza, teyzelerinize, dayılarınıza -Kur’an-ı Kerim’in sıralamasına göre- normal hayatlarını sürdürecek şekilde yardımcı olursunuz. Fakat bu onları, başkalarının haklarını alarak hususi mahiyette kayırma, kollama ve başkalarına tercih etme demek değildir. Bakım ve görümleri bir hukuk olarak sizin üzerinize terettüp ettiğinden dolayı onları el-âleme el açtırmama demektir.

*Benim bir kıymet-i harbiyem yok; şahsım adına esas kıymet diye düşüneceğim bir şey varsa, o da sizin içinizde bulunmamdır. Allah beni bir diken gibi bu gül bahçesinden söküp dışarı atmıyor; ben bunu cana minnet biliyorum. Fakat haddimi aşarak bir şey demek istiyorum: Eğer hizmete kendini vermiş, vali, kaymakam, milletvekili olmuş ve bu konumları şahsî veya yakınlarının dünyevî hayatları adına değerlendiren insanlar varsa, iki elim dünyada da ukbada da yakalarında olsun. Hakkımı helal etmiyorum. Rasûl-ü Ekrem de hakkını helal etmeyecektir onlara.

*Ben hiç üzülmüyorum, vallahi, billahi, tallahi hiç arzum da olmadı; bir tane hücrem olsun diye arzum olmadı. Bırakın onu, kardeşlerim için de hep dua ettim: Allahım dünyanın en fakir insanları gibi yaşasınlar. Çünkü hizmetin itibarı çok önemlidir. Onlara atılan bir taş, hizmete atılmış olur. Fahirlenme maksadıyla demiyorum bunu. Bir yüce davaya gönül vermişseniz, gözünüz onun üzerindeyse, gözünüzü başka yere teksif etmek suretiyle himmetinizi dağıtmamanız lazım. Himmetinizi dağıttığınız ve tek önemli, hayati konuda konsantre olamadığınız zaman kalıcı bir başarı sergileyemezsiniz.

*O şatafata, o debdebeye, o ihtişama bakıp da bir şey oluyorlar zannetmeyin. Burada ben akıbetleriyle alakalı bir şey derken sadece, adet-i ilahiyeye dayanarak arzediyorum: Çok yakın bir gelecekte, saman çöpü gibi sağa-sola savrulduklarını gördüğünüzde o Kârûn’un servetine bakıp da “Keşke bizim de olsaydı!” falan diyen insanlar gibi, -hakikati görünce- “Allah’a hamdolsun ki, Allah bizi onlar gibi etmedi!” diye ferih-fahur sevineceksiniz, Allah’a hamd u senada bulunacaksınız.

*Allah’a hamd u sena yolunu seçiniz, Kârûnların yoluna sürüklenmekten Allah’a sığınınız.

Yitik Cennet ve Çokluğa Aldananlar

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

“Beni bana meftun etmek suretiyle, beni Sensizliğe mahkûm etme Allahım!”

*Keşke şeker ve sakarinler gibi, biz de içinde bulunduğumuz havuzda eriyiversek ve kendimiz olmaktan kurtulsak; “ene”den sıyrılarak muvakkaten “nahnu” limanında ârâm etsek; sonra “nahnu”ya da bir tekme vurarak “Hû” ufkuna yükselebilsek.. bütün bütün yok olsak. İşte o zaman her şey bize dost nazarıyla bakar; biz de her şeyi bir dost, bir yâr-ı vefâdar, bir enîs-i celîs gibi görürüz.

*Gavsî ne hoş söyler: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…” Biz de “Senin Sen olarak tecellin, benim ben olarak yokluğuma vâbestedir. Beni bana mahkûm etmek suretiyle, beni Sensizliğe mahkûm etme Allahım!” demeliyiz.

*Belki günümüzdeki mü’minlerin en büyük derdi; ağızlarıyla söyledikleri ve taklitten gelen bir sâik ile tekrar edip durdukları halde, bir türlü tabiatlarına mâl edemedikleri, sindiremedikleri, -yeni ifadesiyle- içselleştiremedikleri Allah münasebeti, din münasebeti ve Peygamber münasebetinin eksikliğidir!.. Bir annenin hasretle yolunu gözlediği parçasını aklına getirdiğinde bütün duygularının harekete geçmesi gibi, Allah ve Peygamber anılınca tepeden tırnağa harekete geçecek şekilde bir ruh haletine sahip olamamaktır.

*O’ndan gayrı her şeye kıymet-i harbiyesine göre değer vermek gerekir. “Şu kadarı bir ihtiyaçtır; şu kadarı bir zarurettir; şu kadarı muktezâ-yı beşeriyet açısından olmazsa olmaz.” Fakat O’nun için katiyen “şu kadarı, bu kadarı” diyemeyiz. O mevzuda mülahazalarımız hep zirvede olmalı.

*Mebdede olmayabilir bu fakat insan talip olacaksa ona talip olmalı. Talepte dağınıklığa düşen insanlar, tevhid-i kıble yapamadıklarından dolayı, ona katiyen ulaşamazlar.

“Ben veliyim, ben gavsım, ben kutubum, ben evtâddanım, ben mehdiyim!..” Safsataları

*Bu konuda önemli bir husus da büyük pâyeler iddiasına girmemek. “Ben veliyim, ben gavsım, ben kutubum, ben evtâddanım, ben mehdiyim!..” safsatasına düşmemek. İnsanlar arasında insanlardan bir insan olma mülahazasına sımsıkı bağlı kalmak. Tevazu, mahviyet ve hacâletle hayatını iki büklüm geçirmek. Fakat kendine böyle bakmanın yanı başında, “Allahım ne olur, Zât-ı Ulûhiyetine, Esmâ-i Sübhâniyene, Sıfât-ı Kudsiyene, Zât-ı Bahtına müteallik neler varsa, şe’n-i rububiyetin ve i’tibarâtınla alakalı neler varsa, o mübarek kulların enbiyâ-i izâma duyurduğun gibi, bana da duyur. -Hazreti Muhyiddin ibn Arabî’nin ifadesiyle- Onu bana duyururken de aynı zamanda hiçliğimi, sıfır olduğumu da bana duyur!” mülahazasıyla dolu bulunmak.

*A’lâlardan a’lâya talip olmak; a’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta talip olmak; fakat aynı zamanda, zeminde, ayakları yerde, basit; inâyet-i ilâhî olmazsa, kıymet-i harbiyesi olmayan bir mahlûk nazarıyla kendine bakmak! Bu kompleks değil!.. İnsanlara karşı böyle bir duyguya kapılırsanız; Tiranlar, Yezidler, Haccaclar, Stalinler, Fullerler karşısında böyle bir ruh haletine girerseniz, kompleks olan odur! Ama Allah karşısında mahviyet, tevazu ve hacâlet sizi yükselttikçe yükseltir; bir noktaya gelirsiniz ki.. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin dediği gibi, “Hakk’ın mükerrem ibâdı melekler yerde göklerde; avâmından avâm-ı nâsı efdal eylemiş Allah.” Bunun bir yönüyle mukabili şudur: Haydi haydi havâssından da havâssını efdal eylemiştir Allah (celle celâluhu). İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrail’in de, Mikâil’in de, İsrâfil’in de önündedir.

Yitik Cennetimiz

*Belki de büyük çoğunluğumuz itibarıyla bizim yitik cennetimiz budur ve geriye dönüp bulmaya çalışmamız gerekli olan da bu yitik cennettir. Müslümanlık iddiasıyla ortada kesen, biçen, kendine göre bazı kararlar veren insanlara aldanma, şeytana aldanma gibidir. Ve maalesef yığınlar, büyük çoğunluğu itibarıyla, o türlü lafa aldanabiliyorlar; kalblerin Allah ile irtibatını göremiyorlar. Rasûlullah (aleyhissalâtü vesselam) ile irtibatını göremiyorlar ve aldanıyorlar.

*Evet, bizim bulmamız gerekli olan yitik cennet de budur: Her şey olma ama kendini hiçbir şey görme! Maalesef, biz kendimizi yitirdik; kendimiz değiliz. Ayna nedir burada? Ayna Ebubekir’dir, Ömer’dir, Osman’dır, Ali’dir, Aşere-i Mübeşşere’dir (radıyallahu anhüm ecmaîn). Endam aynası gibi onları karşımıza koyalım, siyer malzemesiyle kendimize bakalım! Kendimiz miyiz, değil miyiz?!. Ona göre hüküm verelim ve bu duyguyu düşünceyi çevremize duyurmaya çalışalım. Buna ister diriliş deyin, isterseniz de milletçe yeniden ba’s-u ba’de’l-mevt.

*Biz şu anda yarı canlı gibiyiz. A. Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi” romanında ifade ettiği gibi, “sâir fi’l-menâm – uyur gezer”ler gibiyiz. Çevremizde olup biten şeylerden haberdar değiliz. Karambole yürüyoruz ve karambole yürüyenlerin de esasen farkında değiliz. Pusulasız yürüyen bir sürü insan var.

“Pusulasız Geminin Rotası Denizin Dibidir!..”

*Pusulasız geminin rotası neresidir? Denizin dibi! Bir sürü pusulasız yürüyen var. Bir sürü kopuk (Allah’tan kopmuş manasına) pusulasız yürüyor. Helal-haram bilgileri yok. Çalıyor, çırpıyor ama kendini camideki insan gibi zannediyor. “İslam” diyor, “iman” diyor fakat hırsızlıkla onu nasıl telif ediyor, anlamak çok zor. İrtikâpta bulunuyor, ihtilasta bulunuyor, irtişâda bulunuyor ve bir sürü insanı da bu mevzuda sükût etme günahına sevk ediyor. Ve bir sürü kendini beğendirme gayreti içinde bulunan teologdan da bu mevzuda fetva alıyor; onların da ahiretlerini karartıyor; onları da Allah’tan koparıyor ve kopuklar haline getiriyor. Pusulasız yürüyenin arkasında yürüyenler!.. Pusulalı yürüyor denebilir mi onlara? Pusulasız kıble tayin edenler var. Pusulasız kıble tayin eden imamların arkasında namaz kılanların kıbleyi buldukları söylenebilir mi?!.

*Gözümüz açılacağı âna kadar da -zannediyorum- çok defa yalancı mumlara yahşi çekecek, belki o türlü insanları alkışlayacağız. Allah erken vakitte gözlerimizi açsın, bize hakikat-i imaniye, İslamiye ve Kur’aniyeyi göstersin. (Âmin…)

“Nesep, mal, taraftar ve imkânla böbürlenip yarışma sizleri oyaladıkça oyaladı!..”

Soru: Bir sûreye isim olan ve insanı oyaladığı anlatılan “Tekâsür” mefhumuna neler dâhildir? Şu kesret âleminde hep vahdete müteveccih kalabilmenin yolu nedir? Sûrenin sonunda hesabının sorulacağı haber verilen “naîm” hangi türlü nimetlerdir?

*Tekâsür Sûresi, daha çok dünyalığa sahip olma ve bunlarla övünme yarışına karşı insanları ikaz etmektedir. Zannediyorum burada “tekâsür”den evvelen ve bizzat maksud olan şey; mal, evlad u ıyâl ve kabile bakımından çoklukla tefahür etmektir. Hususiyle İslamiyet’in zuhuru döneminde kabileler arasındaki rekabetlere işaret edilmektedir. Onlarda böyle bir tekâsür duygusu vardı; “Biz güçlüyüz, biz kuvvetliyiz!” duygusu. Öyle ki bunlar dedelerini dahi sayıyorlar ve onları mezar taşlarıyla ispat etmeye çalışıyorlardı.

*Bir de mal ve imkân açısından dediklerini yaptırıyorlar; ona para veriyor, bir yönüyle vesayet altına alıyor; öbürünün bir kısım ihtiyaçlarını görüyor, vesayet altına alıyorlardı. Cahiliye döneminin cahillerinin, insanları peyleme, vesayet altına alma, dediğini yaptırtma, aynı zamanda kendi hizbine oy kazandırma vasıtasıydı mal ve imkân çokluğu. Çoklukla övünme bazen o kadar ileriye gidiyordu ki, hatta hayvanları kesme mevzuunda dahi “Ben senden daha fazla hayvan boğazladım, avladım; çölde ben senden daha fazla şunu yaptım, bunu yaptım.” diyerek üstünlük iddia ediyorlardı. Bir tefâhür yarışı başını almış gidiyordu.

Tekâsür Sûresi’nden Bir Kısım Mesajlar

*Cenâb-ı Hak, bu sûre-i celilede şöyle buyurmaktadır:

أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ * حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ * كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ * ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ * كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَقِينِ * لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ * ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَقِينِ * ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ*

“Nesep ve malla böbürlenip yarışma sizleri oyaladıkça oyaladı; o kadar ki, kabirlere kadar uzanıp, onları da hesaba katar oldunuz. Hayır, asla doğru değil bu yaptığınız! (Ölüm gelecek ve) bileceksiniz (bunun ne demek olduğunu)! Hayır, hayır! (Öldükten sonra diriltilip kabirlerinizden çıkarılacak ve bir de o zaman) bileceksiniz (ne demekmiş bu yaptığınız). Hayır, bırakın bunu! Eğer ilme dayalı bir kesinlikle bilmiş olsaydınız (bunun ne demek olduğunu, o zaman yapmazdınız). (Ama eğer böyle yapmaya devam ederseniz,) elbette göreceksiniz o Kızgın Alevli Ateş’i. Nihayet gözlerinizle görecek (görmeye dayalı kesinlikle bilecek)siniz onu! O gün elbette sorguya çekileceksiniz (size bahşedilen) bütün nimetlerden.” (Tekâsür, 102/1-8)

*İnsanın mal çokluğu, kabilesinin gücü, taraftarının kesreti “tekasür” kavramına dâhildir. Bütün bunlar insanı aldatabilir ve zehirleyebilir. Servet sahibi olmak, dediğim dedik duygusu, ayrıca kitle psikolojisiyle hareket eden, belli sevk ve insiyakların güdümünde taraftar kesilen kimseler insana muvazenesini kaybettirebilir.

“Herkes evine dünyalıkla dönerken, siz Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?”

*Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa bazı gençleri (münafıkların tahrikiyle) biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor!” demişlerdi. Bunu söyleyenler sadece birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Onlara şöyle buyurdu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında Ensar topluca “Evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’ne!..” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı.

*Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. Cerrah (radıyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirdiğinde ashab-ı kirâmdan bazıları, ondan pay almak için beklerken, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mealen şöyle buyurmuştu: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Ben asıl, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkânlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip, rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.” Evet, çok mal elde etme arzusu, bu konuda kıskançlık duygusu ve rekabet hissi de insanın manevi hayatını tehdit eden bir zehirdir. İnsanı öyle bir zehirler ki, artık o kimse himmetini bütünüyle ona sarf eder; tabii onun dışındaki bütün değerlere de sırtını döner. Müslümanlara karşı sırtını dönme.. dine, imana hizmet edenlere karşı sırtını dönme.. milletin ikbal bayrağını sağda solda dalgalandırmaya karşı sırtını dönme..  hatta sırtını dönme şöyle dursun, kinle nefretle üzerlerine yürüme, o insanın hali olur ki bütün bunlar öyle bir zehirlenmenin sonucudur.

“İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun?!.”

*Şu kesret âleminde hep vahdete müteveccih kalabilmenin yolu, Allah’a ve ahirete sağlam inanmaktır.

*Günümüzün insanlarının yitirdiği şeylerden bir tanesi de ahirete yakîn halinde imandır. Çoklarının, şeklen inanmış oldukları halde, haşr u neşre sinelerine sindirme şeklinde imanları yoktur. Olsa, kılı kırk yararcasına yaşarlar; Ebu Bekirce yaşar, Ömerce yaşar, Osmanca yaşar, Alice yaşar ve öbür tarafa gittikleri zaman dünyalıkları olmadan giderler. Onun için de ehl-i dünya gibi yaşayanlar ne derlerse desinler, o yalanlara ehl-i vicdan inanmayacaktır. Bugün kitle psikolojisiyle hareket eden bir kısım safderun yığınlar bunları görmese bile tarih görecektir; haklarında yazılacak risaleler, kitaplar görecektir bunları. Günümüzün tarih felsefesi dillendirildiği zaman bu görülecektir ve bunlar lanet ile yâd edilecektir. Çünkü yapılanlar ne Allah’a sağlam imanla telif edilebilir, ne Kitab’a imanla telif edilebilir, ne Hazreti Ruh-u Seyyid’il-Enam’ın yol ve yöntemine imanla telif edilebilir, ne de haşr u neşr mevzuunda yakîn-i tâmma mazhariyetle telif edilebilir.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun!” Ayrıca Efendimiz şunu söyler:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.” (Tirmizî, Zühd 44) Hepimiz biliyoruz ki, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) isteseydi, ashab evinde barkında ne varsa getirir ve O’nun altına sererlerdi. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini, bir yerden bir yere giderken muvakkaten bir ağacın altında ârâm eden ve sonra da çekip giden bir yolcuya benzetip dünyayla olan münasebetinin bundan ibaret olduğunu ifade ediyor ve ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar da hep bu ölçüye göre hayatını sürdürüyor.

Bir Bardak Su ve Dünyanın Kendini Kabul Ettirme Gayreti

*Hazreti Ebu Bekir’in (radiyallahu anh), kendisine takdim edilen bir bardak soğuk su karşısındaki tavrı bu hakikatin en güzel şahitlerinden biridir: Evet, halifeliği döneminde kendisine bir bardak soğuk su verilir. Sıddık-ı Ekber, birkaç yudum içip iftar eder ve ardından gözlerinden damla damla yaş dökmeye başlar. Akabinde öyle hıçkırarak ağlar ki, etrafındakileri de ağlatır. Bir müddet sonra, dostları “Seni bu derece ağlatan nedir?” diye sorarlar. Der ki: Bir gün Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) önündeki bir şeyi eliyle iter gibi yapıyor ve “Benden uzak dur, benden uzak dur!” diyordu. Sordum, “Ya Rasûlallah! Birini uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz ama ben kimseyi göremiyorum?!.” Buyurdular ki: “Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti ve bana kendisini kabul ettirmek istedi; ben de ona ‘Benden uzak dur!’ dedim. Bunun üzerine o, çekip giderken, ‘Vallahi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler elimden kurtulamayacaklar. Kendimi sana kabul ettiremedim ama sonrakiler peşimden koşacaklar’ dedi.” İşte, bu bir bardak soğuk su ile dünya bana kendini kabul ettirmiş olur mu diye endişe ettim ve onun için ağladım.

*Rica ederim, Müslümanlık Allah Rasûlü’nün yaşadığı değilse, Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin, Hasan’ın, Hüseyin’in yaşadığı değilse (Allah onların hepsinden razı olsun), lanet olsun öyle dünyaya ve öyle dünyaperestlere!.. Evet dünyaperestlik bütün muvazeneleri altüst ediyor; bir tarafta açlıktan ağzı kokan insanlar, diğer tarafta da bir eli balda bir eli kaymakta insanlar.

“Kıyamette hiç kimse, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz!”

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) nimetlerin kadrini bilme konusunda ümmetini uyarır: “Kıyamette hiç kimse, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz: Ömrünü nasıl geçirdi? İlmi ile nasıl amel etti? Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harcadı? Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı?”

*Nimet; iyilik, ihsan, lütuf ve rızık gibi manalara gelir. Bütün güzelliklerin kaynağı olan İslâm en büyük bir nimet olduğu gibi sıhhat, âfiyet ve dünyevî imkânlar da birer nimettir.

*Bir gün Fazilet Güneşi (aleyhissalatü vesselam) iki arkadaşı ile beraber Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evine gitmişti. Evin hanımı onları karşılamış, Ebu Eyyûb Hazretleri de hemen bir hurma salkımı kesip getirmiş, kutlu misafirlerine ikram etmişti. Allah Rasûlü “Bu hurma dalını niye kestin, meyvesinden toplasaydın ya!” buyurunca, ev sahibi, “Ya Rasûlallah, evime şeref verdiniz; size hem kuru hurmasından, hem tam olgunlaşmayanından, hem de olgun tazesinden tattırmak istedim, onun için dalıyla beraber getirdim.” demişti. Ebu Eyyûb el-Ensâri hazretleri, bu kutlu misafirlerine hurma ikram etmişti ama bununla yetinemezdi. Hemen kalkıp dışarı koşmuş, bir oğlak tutup kesmiş ve sonra onun yarısını kebap yapmış, diğer yarısını da suda pişirmişti. Şefkat Peygamberi, sofraya konulan etten bir parça almış, onu bir yufkanın içine koymuş ve “Ey Ebâ Eyyûb! Bunu Fatıma’ya götür, zira günlerden beri o böylesini tatmadı.” buyurmuştu. Ebu Eyyûb da hemen bu emri yerine getirmiş ve tekrar aziz misafirlerinin yanına dönmüştü.

*Herkes yemeğini yiyip doyunca, Rehber-i Ekmel (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Serin gölge, ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış hurma, olgun taze hurma ve soğuk su…” demiş; bunları sayarken de mübarek gözleri yaşlarla dolmuştu. Sonra sözlerine şöyle devam etmişti: “Nefsim kudret elinde olan Yüce Allah’a yemin ederim ki, işte bunlar da sorulacağınız nimetlerdendir; Allah Teâlâ “Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/8) buyurmuştur; evet, işte bunlar, o kıyamet günü sorgulanacağınız nimetlerdendir.”

Allah’ın En Büyük Lütfu ve Nimetlerin Hesabını Verebilmenin Yolu

*Peygamber Efendimiz’in bu sözü, orada hazır bulunan Ashâb-ı Kirâm’a öyle ağır gelmişti ki, hepsi derin derin mülahazalara dalmışlardı. Bunun üzerine Müşfik Nebi şöyle buyurdu: “Bu türlü nimetlere rastlayıp da onlara el uzattığınızda “Bismillah” deyin; doyduğunuz zaman da, “Sonsuz şükürler olsun Allah’a ki bizi doyurdu, nimetlerle serfiraz etti ve lütf u ihsana erdirdi.” diyerek o nimete şükredin.”

*Biz İnsanlığın İftihar Tablosu’na ümmet olma enginliğini esasen duyamadık vicdanlarımızda. Bir yönüyle o öyle bir cennettir ki, zannediyorum, cennete girdiğimiz zaman “Efendimiz’in arkasında bulunmanın yanında bu cennet sönük kalır!..” diyeceksiniz. Çünkü onu da, rüyetullahı da, Rıdvan’ı da bize kazandıran O’dur. O’na ittibaın ne demek olduğunu göreceksiniz.

*Hata ve günahlar karşısında sürekli istiğfar ve tevbeye yapışmak; Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği nimetlere mukabil de her zaman hamd, şükür ve sena duygularıyla iki büklüm bulunmak şiarımız olmalıdır.

460. Nağme: Sevgide Denge ve Fevkalâde Sadâkat

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, insanın, iman hizmetindeki kardeşlerini, arkadaşlarını ve büyüklerini dünyalara değişmeyecek ölçüde sevmesi lazım geldiğini fakat aynı zamanda onların boynunu kıracak mübalağalı övgülerden de her zaman kaçınması gerektiğini anlattı.

Hazreti Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadâkat” düsturuna yapışmak icap ettiğini vurgulayan Hocaefendi, hâlis bir mü’minin, sevdiklerine yüksek yüksek manevi makamlar takdir edip övgüler dizeceğine, fevkalâde sadâkat gösterip onlarla el ele ebedi saadete yürümeye çalışması gerektiğini söyledi.

Arkadaşlarımızı ve büyüklerimizi hamasî destanlarla anlatmanın diğer bir tehlikesine işaret eden Hocamız, emsal arasında tenâfüs olabileceğini, bundan dolayı kendi muasırlarının Bediüzzaman gibi yüce kâmetlere dahi sahip çıkmadıklarını, dolayısıyla birini göklere çıkarmanın hiç farkına varmaksızın başkalarını tahrike ve o zat hakkında elli farklı cephenin oluşumuna sebebiyet vereceğini hatırlattı. Hatta mübalağalı söz, tavır ve davranışların sadece din düşmanlarını kışkırtmakla kalmayıp ehl-i iman arasında da şu veya bu seviyede tahriklere yol açabileceğini işaretledi.

Daha sonra muhterem Hocaefendi kaderin çok ince bir cilvesini -kulağa küpe edilmeli diyerek- dile getirdi:

“Biri hakkında kıymet-i harbiyesinin üzerinde çok takdirkâr ifadelerde bulunan insanlar bir süre sonra aynı ölçüde hakaret sözleriyle onu karalarlar; bir dönemde göklere çıkaranlar bir dönemde de magmalara indirirler. Allah’ın kanunudur. Birine hakkı ve liyakati olmadığı halde ‘şöyledir’ diyenler, bir gün gelir ‘haindir, alçaktır, denidir, hasisdir’ diye onu yerin dibine batırırlar. Temkinli olmak lazım. (…) Ayrıca hem takdir hem de tenkit nazarının insanı çarpabileceğini unutmamak ve her zaman dengeli davranmak lazım!..”

Hayatî kıstasların ele alındığı bu hasbihali, 21:28 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…

“Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar!..”

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konuları vurguladı:

Rüya, Yakaza ve Tefeül Objektif Birer Delil Değildir Ama…

*Elektronik tabloda salât-ı tefriciye çıktı. Böyle tevâfukî şeylere hüküm bina etmek objektif değildir. Fakat her şey Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufu ile olduğundan, böyle küçük bir mana yüklemede de mahzur yoktur. Biz inanıyoruz: “Sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır.” (Saffat 37/96) Siz bütün bütün işin dışındasınız demek değil! İradenizin çapı ile işin içindesiniz. Kevn u mekanları yaratan, var eden, sevk ve idarede bulunan Kudret-i Kâhire yanında sizin kudretiniz ne ölçüde ise; O’nun iradesine nispeten sizin iradeniz ne ölçüde ise; kevn u mekanları ihata eden, Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahlûklar ise O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.“ (Bakara, 2/255) hakikatiyle kendini anlatan Zât-ı Ulûhiyetine nispeten, ilim ve idrakiniz ne ölçüde ise, sizin davranışlarınıza terettüp eden fiillerin de içinde işte o kadarsınız. Daha ileriye giderek, daha ilerideki iddialarla -hafizanallah- kendinizi O’na eş ortak gibi görmeyin. Farkına varılmadık şirk, şirk-i hafî denir ona.

*Olup biten her şey O’nun iradesiyle ve O’nun meşîetiyle gerçekleştiğinden, o tevafukların da hiçbiri abes değildir. Ne mana âlemindeki te’vil-i ehâdîs ne de yakaza âlemindeki te’vil-i ehâdîs, hiçbiri boş değildir. Fakat objektif olarak bunlara hüküm bina edilmez. Objektif olarak hükmün bina edileceği esaslar Allah’ın vaz’ ettiği disiplinlerdir. Kitap, Sünnet ve hususiyle üzerinde icma vaki olan hususlar; o sağlam kaynaklardan sağlam istinbatlar. Diğerleri tâlidir. Diğerleri de onlar kadar bağlayıcı olsaydı zaten, onlarda da mutlak bir mutabakat olurdu.

Allah hiçbir toplumu rehbersiz bırakmamıştır!

*Allah (celle celaluhu) hiçbir dönemi peygambersiz bırakmamış; hiçbir zaman dilimini Peygamberân-i Izâm efendilerimizin envârından mahrum etmemiştir. Kur’an-ı Kerim bu hususu şöyle ifade buyurmaktadır:

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلَّا خَلَا فِيهَا نَذِيرٌ

“Şüphesiz biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24) Demek, hiçbir ümmet yoktur ki, onların arasında eğri yolun encâmından, dalalete giden yoldan, cehenneme giden yoldan sakındıran bir nezîr bulunmasın.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile peygamberlik şiirinin kâfiyesi konunca artık peygamber gelmemiştir. Fakat, o mübarek manzûme tamamlanıp nübüvvet şiirinin kâfiyesi konduktan sonra da Allah (celle celaluhu) ümmet-i Muhammedi sahipsiz bırakmamıştır. Sonraki her dönemde de Peygamberin vârisleri gelmiştir. O vârislerin başında ise, Hulefa-i Râşidin efendilerimiz vardır. O Dört Halife’nin hilafetlerinde şüphe yoktur. Hatta onların bir tanesinin hilafetini görmezlikten gelmek ve istihkar etmek, dalalettir; yani küfür ile hemhudut kocaman bir günahtır. Kâfir dememeyi sadece temkin ifadesi olarak ele alırız; yoksa onunla aynı sınırdadır hafizanallah.

Güneşin Ziyasını, Suyun Lezzetini İnkâr Eden Hastalar

*Dört Halife’den sonra ise, Allah, müçtehidler ve müceddidler sayesinde o ilâhî nurunu temsil ettirmiş; insanların ebediyyen karanlıkta kalmalarına meydan vermemiştir. O yüce kâmetler arasında ihtilaflı olanlar vardır, ittifaklı olanlar vardır, büyük çoğunluğun “evet” dediği vardır ya da azınlığın “evet” dediği insanlar vardır. Fakat gözünü yumanlar kendilerine gece yapmışlar ve onların nurlarından istifade edememişlerdir. Zira, gözü kapalı olanlar, günün göbeğinde, güneşin bütün şualarını gönderdiği öğle vaktinde bile onu göremezler.

*Aynen bunun gibi bazı körler o devasa insanları göremeyebilirler. Hazreti Üstad’ın da Kaside-i Bürde’den iktibas edip değerlendirdiği şu söz bu hakikati çok güzel ifade eder:

قَدْ يُنْكِرُ الْعَيْنُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ

وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَۤاءِ مِنْ سَقَمٍ

“Bazen, gözü iltihaplanıp rahatsız olan kimse, göremediği için güneşin ziyasını inkâr eder; vücudu hasta olup ağzının tadı bozulan kimse de suyun lezzetini alamaz.” Bundan dolayıdır ki, İmam Gazzalî, Mevlânâ Halid-i Bağdadî ve Hazreti Bediüzzaman gibi yüce kâmetler bile kendi devirlerinde tenkit, tahkir ve işkencelere maruz bırakılmışlardır.

*Rahmetinin vüs’ati açısından Cenâb-ı Hak hiçbir dönemi ziyasız, ışıksız ve nursuz bırakmamıştır; fakat insanlar kendilerini nursuzluğa, ziyasızlığa ve ışıksızlığa salmışlardır. Bir kere o ziyasızlık çağlayanına yelken açtıktan sonra da o karanlık bir daha oradan sıyrılmalarına fırsat vermemiştir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşerin efendisi olduğu gibi, O’nun sözleri de insan sözlerinin efendisidir. “Söz Sultanı’nın beyanı sözlerin sultanıdır.” şeklinde de diyebilirsiniz.

Peygamber Vârisleri

*Söz Sultanı (aleyhissalâtü vesselam) şöyle buyurur:

اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلأَنْبِيَاءِ

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” Evet, ilim enbiyânın mirası, âlimler de bu peygamber terikesinin vârisleridir ve Hazreti Allah, her dönemde bu mübarek mirasçılar vesilesiyle insanların yollarını aydınlatmıştır.

*Miraç’ta karşılaştıkları zaman, Hazreti Musa (aleyhisselam), Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e, “‘Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarına gelen peygamberler gibidir.’ buyuruyorsunuz. Onlardan birini bize gösterir misiniz?” der. Peygamber Efendimiz, “İşte şu!” diyerek manen İmam Gazzali’yi çağırır. Hazreti Musa, “Senin adın ne?” deyince, Hazreti İmam, “Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Mustafa bin Adem…” der. Musa Aleyhisselam, “Ben bir şey sordum, sen on şeyle cevap verdin; oysa cevabın soruya mutabık olması gerekir.” buyurur. İmam Gazzali, “Efendim, Allah size ‘Elindeki nedir?’ diye sorduğunda, bunun cevabı sadece ‘Bu asamdır’ şeklinde olması gerekirken, ‘O benim asamdır. Ona dayanır ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Ayrıca onunla daha pek çok ihtiyacımı gideririm.’ (Tâhâ, 20/18) demiştiniz. Maksadınız Allah Teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi? Ben de sizin gibi ululazm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için dedelerimin de isimlerini söyledim.” der. Bu cevap üzerine, Hazreti Musa, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselam) “Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrail’in peygamberleri gibiymiş.” buyurur. (bk. Busrevî, Ruhu’l-Beyan, Bakara, 2/143. ayetin tefsiri/ 1/249)

*Bu, bir Hak dostunun müşahedesine dayanan bir menkıbedir; fakat menkıbelerde asla değil fasla bakılır. İmam Gazzali öyle birisidir. İmam Rabbani ondan geri değildir. Hazreti Pir-i Muğan geri değildir, belki de ileridir. Çünkü o misyonu eda eden insanların kıymetleri biraz da zamanın dehşetine ve eda edilen vazifenin keyfiyetine göre olur.

Allahım ne korkunç yalandır bu, ne müthiş riyadır bu!..

*Allah onlarla cihanları aydınlatmış. Allah görenlerden eylesin; o ziya iklimine koşanlardan eylesin. Onu istismar edip, onunla dünyevi bazı şeyler kazanma gibi densizliğe, komplekse, aşağılığa düşmekten Allah bizi muhafaza buyursun. Kitabını elinde tutacaksın, istismar edeceksin fakat o kitaplardan bir iki tanesini bile okumamış olacaksın!.. Allahım ne korkunç yalandır bu, ne müthiş riyadır bu!.. Şeytanı bile utandırır bu; iblis “Ben hayatımda hiçbir zaman böyle bir sahtekârlık yapmadım. Beğenmediğim, takdir etmediğim, sevmediğim ve kabul etmediğim şeyi kabul ediyormuş gibi görünmedim hiçbir zaman!” der.

*“Bazen melekler bizim nezaket ve inceliğimize imrenirler; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperirler.” diyen; “Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağının tozuyum. Biri benden bundan başkasını naklederse; ondan da bîzarım, o sözden de bîzarım (şikâyetçiyim).” diye inleyen;  “Kul oldum, kul oldum, kul oldum… Her köle, hürriyete erince mesut ve bahtiyar olur. Ben Sana kulluğumla saadet ve sevinci buldum!” nağmelerini terennüm eden Hazreti Mevlana da o ışık saçanlardan bir tanesidir. Fitne ve fesadın gemi azıya alıp kol gezdiği bir dönemde, kalbleri yumuşatmak, insanları birbirleriyle barıştırmak ve dünyada eşi emsali görülmedik peygamberane bir örnek sergilemek adına nûrefşân zatlardan bir tanesidir. O da kendi çağının argümanlarını kullanarak, o dönemde insanlara o peygamber mesajını sunmaya çalışmış bir kâmet-i bâlâdır.

Sözde Değil Özde, Gerçek Müslümanlık.. Aksine Asla İnanmam!..

*Kurban olduğum o Müslümanlık, o Muhammedî ruh sözde değil, özdedir. O’nun gibi yaşamak, O’nun gibi hayatı değerlendirmek ve O’nun gibi ruhunun ufkuna yürümek!.. Gerisine inanmam ben, ne derseniz deyiniz! Benim için mikyas şudur: Hazreti Ebu Bekir gibi, giderken insanın çoluk çocuğuna beş kuruşluk miras bırakmadan gitmesine bakarım. İki süper gücü yerle bir eden Hazreti Ömer gibi, torununu tanımayacak kadar kendi dünyasına yabancı ama gözü ümmet-i Muhammed’in i’tilasında (yücelmesinde) olmasına, ondan başka bir şey düşünmemesine bakarım. Türkiye kadar yirmi devletin başında olmasına rağmen şahsı adına yazlık ve kışlık elbiseyi bulamayan Hazreti Ali gibi olmada görürüm müslümanlığı. Öbür türlüsü sadece sözden ibarettir. Onlara benzeme gayreti göstermeden “Ben şu kadar Müslümanın, bu kadar Müslümanım.” diyene ben de derim ki: Vallah da yalan, billah da yalan, tallah da yalan.

*Ümmet-i Muhammed’in başında olanlar Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Osman gibi, Ali gibi (radiyallahu anhüm ecmaîn) yaşadıkları zaman, öyle bir hayat tarzı sergiledikleri zaman…  Hazreti Ömer devrinde Pers’in ganimeti taksim edilirken, oradaki insanlar “Oğlunuz Abdullah’a da verelim!” dediklerinde, Hazreti Ömer efendimiz “Ne diyorsun sen Allah’ını seversen?!. Ben falan kimseyi Allah Rasûlü’nün önünde cansiperane savaşırken gördüm; onu bırakıp da Abdullah’a vermek de ne demek?!.” diyor. Gerçek Müslümanlık, babayiğitlik budur. Kimler Allah yolunda, i’lâ-yı kelimetullah yolunda, Din-i Mübin-i İslam’ı afaktan afaka götürme yolunda ise, elinden tutulması gerekenler de onlardır. Yoksa yakının kayırılması, karunlaştırılması ve onların şuna buna malik kılınması mülahazası, İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan da, O’nun Raşit Halifelerinden de fersah fersah uzaktır, uzaktır, uzaktır. Onlardan uzak olan da şeytana yakındır, yakındır, yakındır. Efendimiz’in, Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin Allah’a yakın olduğunda şüpheniz var mı? Eğer Onlar Allah’a yakınsa, Onlardan uzak olan Allah’tan uzak demektir. Hafizanallah, Allah’tan uzak olan da, ne derse desin, ne ederse etsin, ne türlü ideolojilerden bahsederse etsin, ne türlü sistemlerden bahsederse etsin, Allah’tan uzak ve şeytana yakındır.

Peygambere Kusur İsnad Eden Küstahlar ve Dilsiz Şeytanlar

*Ve inanmam, o yalanlara hiç inanmam; ayı, güneşi, dünyayı yan yana getirseler elleriyle, yine inanmam. Çünkü ölçü O’dur. Bir kısım densizler kalkıp haşa ve kella Onlar’ı da hafife alabilirler. Hatta bazı terbiyesizler, küstahlar İnsanlığın İftihar Tablosu’na günah nispetinde bulunabilirler.. bazı terbiyesiz, mü’min göründüğü halde o sözle, o düşünceyle kafir olan münafıklar.. “Falan filan dönemde olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yaptığı o hata yapılmazdı!” diyecek kadar küstahlık sergileyen insanlar.. ve bütün bu kafirâne sözler karşısında sessiz kalan dilsiz şeytanlar!..

*Kur’an çeşit çeşit mücevheratla dolu derin bir denizdir ama gavvas olanlar, dalgıçlık bilenler bu mücevherlere ulaşabilirler. Evet,

“Gavvas olana Kur’ân / Mücevher dolu umman / Nasipsizdir Kur’an’dan / Her müstağni davranan.”

 

 

458. Nağme: Tevbe Etmek Varken…

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

“Günah bir Allah belasıdır. İmanı iz’anı olan, gerçek yiğit insan, günahı ne seviyede olursa olsun, hakikaten mü’minse, öbür tarafa inanıyorsa, yapılan her şeyin yazıldığına inanıyorsa, Kirâmen Kâtibîn’e inanıyorsa, Allâmü’l-guyub’a inanıyorsa, defterlerin orada açılacağına inanıyorsa ve insanın mazhar olacağı veya maruz kalacağı şeylerin o defterin deşifre edilmesine göre ortaya döküleceğine inanıyorsa, ne yapar biliyor musunuz? Bir hata, bir günah işlemişse, yiğitçe halkın karşısında çıkar, der ki: ‘Ben çaldım, ben çırptım; ben harama el uzattım, ben harama baktım; ben kendi yakınlarımı korudum; ben bazı kimseleri vesayetim altına aldım, onları halayık (kapıkulu) gibi kullandım, aynen Firavun’un kendi kavmini kullandığı gibi kullandım. Ben bütün bunları yaptım, hata ettim; tevbeler tevbesi bir daha günaha girmeye. İtiraf ediyorum bunu!..’ Böyle derse, inanın, çok ağır bir şeydir bu fakat nezd-i uluhiyette hora geçen öyle bir itiraftır ki, Allah siler süpürür götürür.”

Kıymetli arkadaşlar,

İşte bu yürek yakıcı sözlerin de yer aldığı sohbetinde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, günahta ısrar etmenin çirkinliğini ve tevbenin temizleyiciliğini anlattı.

Hocaefendi şöyle dedi:

“Günahlarına kılıf arayan ve algı operasyonlarıyla perdeler oluşturan; ‘Esas günahkâr başkası, zinhar onu bizim kudsî ve münezzeh cephemizde aramayın, çarpılırsınız; çünkü aslında değil bize günah isnadı, bize dokunmak bile ibadettir!’ mülahazasını taşıyan; günah ve haramın nasıl şeytanî bir iş olduğunu, yalan ve iftiranın nasıl şeytanî bir ayak oyunu olduğunu bilemeyen gafiller, başkalarını suçlamak suretiyle onları örtmeye çalışırlar. Çalışırlar ama işledikleri o kocaman günah yırtığını âlemi suçlamak suretiyle yapacakları bu yama kapamaz. O koskocaman yırtığı bu türlü mazeret yaması vallahi, billahi, tallahi kapamaz. Nerede kapamaz? Nezd-i uluhiyette hiç kapamaz.. defterde hiç kapamaz.. ma’şeri vicdanda hiç kapamaz.. tarihin sayfalarında, satırlarında, paragraflarında da hiç kapamaz!..”

Günahlarına mazeretler uydurup bir türlü tevbeye yanaşmayan kimselerin akıbetine de değinen Hocaefendi, bu konuda özellikle şu hususu vurguladı:

“Yâd-ı cemil olacakken bir insan, başkaları tarafından hayırla yâd edilecekken, yâd-ı kabih olur; gelenler ‘Hay Allah cezanı versin; meğer sen bir mel’un adammışsın, biz de aldanmışız!’ derler. Öyle dedirtme yerine, en küçük bir günah karşısında dahi dağlar cesametinde bile olsa günahları eritecek bir teveccüh-ü tâmla o günahın üzerine gitmek ve günah aysberglerini Allah’ın rahmetinin genişliği içinde eritip tuz buz etmek gerekmez mi?!.”

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in dualarından ve rehberliğinden misaller veren Hocamız, hasbihalinin sonunda, bile bile günaha dalmakta ısrar eden insanların acı hallerini şu ayeti açıklayarak anlattı:

وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ

“Kim Rahman’ın zikrini, hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, gördüğü halde görmezlikten gelirse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur.” (Zuhruf, 43/36)

İçeriğine işaret ettiğimiz sohbeti 29:21 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

 

Bahara Yolculuk (Selam-2)

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu sorumuza cevap sadedinde aşağıda özetlediğimiz konuları anlattı:

Soru:

Dünyalarını bir bavula sığdıran mefkûre muhâcirlerine vefa borcunu eda etme sadedindeki çalışmalara “Bahara Yolculuk” (Selam-2) filmi de dahil oldu. Zât-ı âlînizin düşünce dünyasında “bahar” nedir? “Bahara Yolculuk” nasıl bir seyahattir?

İman dinamikleri, aşk u şevk tabiî hâlleri, adanmışlık mefkûreleri, Sonsuz Nur rehberleri…

*İnsanlar, Allah’a yürekten iman edince, dünyayı bir misafirhane görünce; asıl yurdun öbür tarafta bulunduğuna, burada yapılan işlerin hepsini Allah’ın gördüğüne ve gerçek mükafatın O’nun tarafından ötede verileceğine gönülden inanınca, dünyayı da, dünyaya ait her şeyi de hakîr görür, istihkâr ederler. Dolayısıyla, gönüllerindeki memleket sevdasını hizmet aşkıyla bastırarak dört bir yana açılan mefkûre muhacirleri ve onların hayırlı faaliyetleri, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu!.. Falanın filanın marifeti değil. Belki büyüklerin ve günümüze kadar uzanan ani’l-merkez açılımın tesiri. İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan bugüne kadar gelmiş yüzlerce müçtehid ve müceddidin tesirini öper başımıza koyarız. Onlar -Allah’ın izni ve inayetiyle- malumatları, içten yaklaşmaları, vicdanlara seslenmeleri, kalb ve ruha seslerini duyurmaları sayesinde o insanlarda öyle bir tesir icra etmişlerdir ki, onlar da bütün varlıklarını bir çantanın içine koymuş gitmişlerdir.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Benim adım, namım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” buyuruyor. Bütün hayatı, hayata ait her şeyi, dünya ve mâfîhâyı istihkar edecek fedakar insanlar sayesinde namının bir gün güneşin doğup battığı her yere ulaşacağına işaret ediyor ve gayb-bîn gözüyle bunun olacağına dair bilgi veriyor. Aynı zamanda kendisine inanan insanlara hedef gösteriyor; “Ben bunu diyorum, siz de bunu gerçekleştirmeyi gâye-i hayal yapın, mefkûre/ideal edinin; bunu gerçekleştirmeye bakın!” diyor.

*Cenâb-ı Hak bazı kimselerin kalbine bunu atmış. Boğaziçi’ndeki yalıların hepsini bunlara verseniz, “Allah Allah, ne kusur yaptık ki bu adamlar bize böyle hakarette bulunuyorlar, saygısızlık yapıyorlar?” diyecekler. Dünyevî teklifleri hakaret kabul eden insanlar, bir külahın içinden çekilen kuralarla gidecekleri yerlere gittiler. Coğrafyada bilmedikleri halde, gitti birine sordular: “Yahu bu Moğolistan nerede ki acaba? Türkmenistan neredeydi? Kırgızistan, Moldova neredeydi acaba?..” Bilmiyorlardı! Çoğu ifritten dünyalara açıldı, ciddi imtihanlar verdiler; diken tarlalarını gül bahçelerine çevirmek için orada amelelikler yaptılar.

Selam-2: Bahara Yolculuk

*“Selam” birincisiydi, bu da ikincisi: “Bahara Yolculuk”. İnşaallah üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi, altıncısı gelir. Tarihe not düşme adına esasen. Hani bildiğiniz gibi Siyer’de hep bir boşluktan bahsediyorum: İnsanlığın İftihar Tablosu döneminde yaşanan şeyler detaylarıyla, sebep-sonuç münasebeti içinde neden kaydedilmedi? Neden bize bu meseleler o ölçüde gelmedi? Neden o siyere, o megaziye biz üç asır, dört asır, beş asır sonra ancak ulaşabildik? Öyle değil! Hadiseler cereyan ettiği dönemde, tarihe not düşmek lazım. Bunlar gelecek insanlara, yapmaları gerekli olan şeyler adına çok önemli, canlı birer mesajdır.

*Kahraman abidelerin yazdığı bir destandı o; sadece bir insanın sergilediği kahramanlık değildi. Bazen on öğretmen bir odayı perde ile böldüler; tâife-i nisa bir tarafta, tâife-i rical de bir tarafta ikamet etmek, yatıp kalkmak suretiyle hayatlarını devam ettirdiler. Ama oradakileri misyonlarını eda etmek adına her türlü fedakârlığa katlandılar. Dövüldüler, tartaklandılar, tanınmadılar; “Niye geldiniz buraya? Derdiniz nedir? Asimilasyon peşinde mi koşuyorsunuz? Misyonerler gibi bizi asimile etmek mi istiyorsunuz?” gibi kuşkularla, şüphelerle karşılandılar. Fakat o ülkelerin vatandaşları uzun süre nabız tuttular, kalb dinlediler, ritmi hep aynı buldular, aritmiye rastlamadılar; “Yahu bu adamların kalbi doğru atıyor. Nabızlarında bir istikamet var. Bakışlarında bir inandırıcılık var.” dediler. Değişik yabancı misyon şefleri o kadar kafaları karıştırmış olmalarına ve günümüzde zirve yapmış karıştırma fasıllarına rağmen kanaatlerini değiştirmediler.

Karasevdalılar Tarihe Altın Harflerle Yazılmalı

*Evet, bazı kimseler şikayet dosyaları gönderdiler, ifsat telefonları ettiler; fakat başarılı olamadılar; olamazlardı da!.. Çünkü gidenler Allah için gitmişlerdi! İman etmişlerdi ve sâlih amel yapıyorlardı! O Rahmân u Rahîm Allah da gittikleri yerlerde onlar hakkında kalblere sevgi vaz’ etmişti. Zamanla o anlaşmazlıklar, o endişeler, o telaşlar silinip gitti. Şimdi ne diyorlar? “Bakmayın sizinkilerin dediklerine. İşinize bakın siz. Biz sizi tanıyoruz. 20 senedir sizi tanımamışsak şayet, biz -bir yönüyle belki- akılsızca davranmışız demektir. Bu bize hakarettir.” diyorlar.

*Hasret ve hicran mülâhazalarına takılmadan, “gurbet” ve “yâd eller” demeden hicrete koşan karasevdalılar -bir yönüyle- Sahabe gölgesinde mükemmeli yakalamaya, dünya çapında bir mükemmeli ortaya koymaya çalıştılar. Bu açıdan da bu mevzuda günümüzün fertlerine, değişik birimlerdeki insanlara düşen bir vazife vardır; bu da, herkesin, kendi alanı itibarıyla, bu kahramanlığı altın kalemlerle tarihin altın sayfalarına yazmasıdır!

“Biz hiç bahar görmedik!.. Kardı, kıştı; yollar yokuştu; güzellikler sadece düştü!..”

*Belki üç asır evvel hazan rüzgarları esmeye başladı. Üstad Hazretleri, “Asırlardan beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” diyor. Asırlardan beri yıkılmış, harab olmuş bir kale!.. Tamir ve restore ettiğiniz şey birkaç asırdan beri hain eller tarafından yıkılmış; her gelen birkaç taşını sökmüş, birkaç sütununu koparmış, birkaç kubbesini yerle bir etmiş!.. Siz yeniden bunları, aslına uygun şekilde, yerli yerine yerleştirecek, sağlam bir restorasyon ortaya koyacaksınız.

*Biz, bir yönüyle o hazan esintilerinin tesirinde neşet etmiş insanlarız. Tam bahar görmedik. Kardı, kıştı; yollar yokuştu; güzel şeyler bizlerde sadece bir düştü!.. O düşlerle yaşadık ve bir gün o baharın geleceğine inandık. İnancımızı hiç yitirmedik. “Biz ölüp gidelim; yeter ki millet baharı görsün!” dedik. Şu andaki düşüncem de o: “Allah’ım! Başkalarına lütfettiğin o baharı milletimize de lütfet! Bir gün öncesinde benim canımı da al! ‘Ben de bu işin içinde vardım’ diye kafama bir şey gelmesin. Ben o baharı görmeyeyim, arkadan gelen nesiller görsün.” Hep o baharın rüyasıyla, hülyasıyla yaşadık.

*Yer yer meltemlerin esintisine şahit olduk, ümitlendik çok defa. Bazen ümitlerimizde yanılmadık. Yanıltmayan Allah’a binlerce hamd ü sena olsun ve bizi yanıltmayanlar da Firdevs’le serfiraz olsunlar, Hazreti Rasûl-ü Zîşân’a komşu olsunlar. Ümitlerimize medar oldular. Bazen de bir kısım kimseler hakkında çok ciddi beklentilere kapıldık. Dedikleri ettikleri şeylere baktık, çok ciddi kalbî alakalara girdik. “İnşaallah iyi bir şey olur. Yıkılmış hak ve adalet düşüncesi yeniden ikâme edilir. Tarihten süzülüp gelen ruh ve mana değerlerimiz yeniden kendi değerlerini bulur. İnsanlık yeniden bir gül devri yaşar. En azından -bir yönüyle- karların eridiği, buzların çözüldüğü dönemi görür ve bunu önemli bir referans sayar. Olanı olma mevzuunda en önemli bir referans sayar.” dedik.. dedik ve aldandık.

Muvakkat Fırtınalar Daimî Meltemleri Unutturmamalı

*Fakat aldanmalar yıldırmamalı. Ahiret deyip yola çıkanların dünyevileşmeleri bizim kuvve-i maneviyemizi kırmamalı. Şimdiye kadar bir sürü insan doğru yolda yürürken dökülüp yollarda kalmıştır. Düşünün ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’yla (sallallâhu aleyhi ve sellem) diz dize gelmiş, oturmuş, fakat bir dönemde irtidat fırtınaları esmeye başlayınca Müseyleme’nin ordusuna katılıp onun yanında can vermiş, Secah’ın ordusunda can vermiş, başka mürtedlerin ordusunda can vermiş. Bu hep olagelmiş; biz kim oluyoruz?!. Biz gölgenin gölgesinin gölgesinin gölgesi… Bunu lütfedecekse Allah (celle celaluhu) O’na binlerce hamd ü sena olsun. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insibağı bir hamlede bir nefhada şeytan ruhlu insanları melekleştirecek kadar güçlüydü. Öyle bir insibağ vardı; fakat düşünün ki, onlar arsında bile kaymalar oldu. Daha sonraki dönemlerde bir sürü kaymalar oldu. Bu açıdan da bu yıkılmalara, çözülmelere, kırılmalara ve fay kırılmalarına takılarak, “Acaba yeniden bir hazan mı esiyor?” deyip ye’se düşmemeli. Esasen önemli olan, o hazanların estiği dönemde bile meltemler yudumlayabilmektir. Bir yönüyle, şöyle-böyle vifak ve ittifakın Cenâb-ı Hakk’ın tevfikine vesile olması meltemleriyle o hazanları meltemlere çevirmeye bakmak lazımdır.

*Her zaman daha güzele ve daha mükemmele talip olmalı. Şahsî hayatımız itibarıyla böyle olduğu gibi belki milli ve içtimaî hayatımız itibarıyla da ütopyalarda resmedilen ve bizim de Akif ifadesiyle “gül devri” dediğimiz o dönemlerin hülyasıyla oturup kalkmalı, hep onların hayalini yaşamalı. Fakat unutmamalı ki toplumun kalbî hayatını ihya etmek ve ruh abidesini ikame eylemek adına esasen mükemmele talip olmak önemli olduğu kadar şahsi arzu ve beklentilerden sıyrılıp hep onu araştırmak ve sadece o gaye-i hayal için yaşamak da hayati ehemmiyet arz etmektedir. Bu cümleden olarak, Raşit Halifeler’in beşincisi sayılan Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi durmuş; hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytinyağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapmıştır. Halası “Yeğen, hani abim zamanında bana bir şey veriliyordu?!.” deyince, “Halacığım, benim şahsi malım yok ki sana vereyim; ben ekmeğimi zeytinyağına banıp yiyorum!” cevabını vermiştir.

Dikili Taşı Olmayanlara Milyarlar İsnat Eden Hainler

*O mübarek insanın villası yoktu!.. Nâmübareklerin kör gözlerine sokulsun! O mübarek insanın yalısı yoktu! Yalı peşinde koşan sağırların, sağır kulaklarına sokulsun!.. Ömer b. Abdülaziz.. ve gül devri… Öyle bir devre inanç içinde bulunmak lazım. “Ne olur Allahım! Öyle bir devrin ırgatları, ameleleri, işçileri haline getir bizi!.. Falan paye ile, filan paye ile değil; ruhumuzun abidesini ruh-u Muhammedî (aleyhissalatü vesselam)’a uygunluk içinde yeniden ikâme edecek ırgatlar, ameleler haline getir bizi!..” Bu mülahazayla yaşıyoruz ve dünyadan göçüp giderken de şahsımız hesabına geride dikili bir taşımız yok. “Varım ol Dost’a verdim hânümanım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı” Dikili taşı olmayanlara “Milyarlarla uğraşıyor!.. diyen sağır ve kör, hatta hain, -eğer terbiyem müsaade etseydi, diyecektim- alçakların kör gözlerine sokulsun!..

*Gül devri… Hazreti Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer bin Abdulaziz’lerin (radiyallahu anhüm ecmaîn), sonraki devirlerde Topkapı’da dünyaya söz geçiren insanların dönemi… Bir hükümdar gibi cihanı idare ediyorlar ama bir ırgat gibi yaşıyorlar; ancak o kadar yiyor, içiyor ve meşru dairede dünya zevklerinden ancak o kadarcık zevk almaya çalışıyorlar. Öyle bir dünyayı ihya etme meselesi peşinde olmalı. Siz öyle bir hayır yolunda muvaffak olamasanız, onu ikame edemeseniz bile o mevzuda her soluğunuz tesbih sayılır; her adımınız bir yönüyle Allah’a yaklaşma sayılır; her derinlemesine bakışınız, hadiseleri değerlendirişiniz, her analiz ve senteziniz, Allah’a karşı mükemmel bir ubudiyet sayılır. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatsı namazını kılıp sabah namazına veya teheccüde kalkma niyetiyle yatan bir insanın uyanacağı âna kadarki bütün soluklarının tesbih sayılacağını müjdelemiştir.

*Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. Amel güzel bir şeydir, Allah amelsiz yapmasın. Ama amelin hatarlı yanları da vardır; mesela yaparken görüntüye, bencilliğe girebilirsiniz. Fakat halis bir niyet, tamamen enfüsidir; buna mülahaza-yı nefsiyye diyebilirsiniz. İçinizden diyorsunuz: “Ne olur Allahım, ruhumuzun abidesini Hazreti Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (radiyallahu anhüm ecmaîn) dönemlerinde olduğu gibi ikâme etmeye bizi muvaffak kıl; o mevzuda bizi istihdam buyur.” Bu öyle içten bir yakarış ki, buna, falanın görmesi, demesi ve etmesi bulaşmaz; işin içinde riya, süm’a, ucb, fahr ve kibir şeklinde kendisini göstermez. Bu zaviyeden mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Denebilir ki bazı niyetler vardır, bazı amellerden hayırlıdır.

Patikada önünüzü keserlerse, tepelere tırmanmasını bileceksiniz!..

*Sağdan soldan esen fırtınaların tesirinde kalmamak lazım. Şayet yaptığınız işin hakkaniyetine ve i’lâ-yı kelimetullah mülahazasına inanıyorsanız, şayet milli mefkurenizin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasına kendinizi adamışsanız, sağda solda söylenen güft u gûya kulak asmadan, o türlü şeylerle dağılmadan, kendi konunuza konsantre olarak, o mevzuda daha sistematik, daha alternatifli şekilde devam etmelisiniz. Elli türlü şeytan engellemeye kalksa, elli türlü yerlere şeytanca telefonlar edilse ve elli türlü yerlerdeki yabancı misyon şefleri iğfal edilmeye çalışılsa da siz yine bir yolunu, yöntemini bulup devam etmelisiniz.

*Şehrahlarda önünüzü kestiler, patikada yürümesini bileceksiniz. Patikada önünüzü kestiler, tepelere tırmanmasını bileceksiniz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsilden ve milli ruh abidesini ikameden başka bir düşünceniz yok. Evet, Allah’ın rızasını tahsilden ve milli ruh abidesini ikameden başka bir mülahazanız yok. Bunun dışındaki bütün mülahazalara “tuh” diyeceksiniz!..

*Allah yolunda olmazsanız, şeytanın yolunda olmanız mukadderdir. İmam Şafii Hazretleri buyurur ki: “Sen kendini Hak ile meşgul etmezsen, batıl seni işgal eder.”

*Tabloda diyordu ki: “İlim öğren yiğidim cehalet ardır / Ona razı olan sadece hımardır!” Ahh kitap okumayanlar.. ahh kitaba saygısızlar.. kuru lafla insanları meşgul edenler.. demagojilerle şuursuz kitleleri aldatanlar.. yalancı vaadlerle onları bir taraftan bir tarafa sevk edenler.. fuhşiyatı, münkeratı o mevzuda birer argüman olarak kullananlar.. şantajlarla insanları avuçlarının içine alan hainler.. yalanı, iftirayı meşru sayanlar!.. M. Âkif’in ifadesiyle: “Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde / Vefâ yok.. ahde hürmet hiç.. emanet lafz-ı bî medlûl / Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.”

457. Nağme: Aşağılık Kompleksi, Kibir ve Tevazu

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu mealdeki hadis-i kudsîyi hatırlatarak sözlerine başladı: “Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Büyüklerde büyüklüğün alameti tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresine gelince o da tekebbürdür.” tesbitine dair Asr-ı Saadetten ve günümüzden çok önemli misaller serdetti.

Tekebbür marazının ancak aşağılık kompleksine yakalanmış kimselerde görülebileceğini, gerçek büyüklerin ise mutlaka mahviyet insanları olduklarını anlatan Hocaefendi, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sürekli tekrarladığı “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” duası üzerinde durdu.

Aziz Hocamız hasbihalinin sonunda insanın çok âli bir varlık olduğunu ve hakiki mü’minin asla dünyalıklarla satın alınamayacağını vurguladı.

Muhtevasına kabaca işaret ettiğimiz ama her kelimesinin hüşyar gönüllere dokunacağına inandığımız bu sohbeti 33:34 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Dirilişin Esasları ve Sevgi İksiri

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu sorumuza cevap sadedinde aşağıda özetlediğimiz konuları anlattı:

Soru:

Hakiki dirilişin, hemen her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelerek, inançta yakîn, amelde ihlas ve duyguda düşüncede ihsan ufkuna ulaşmakla gerçekleşebileceği ifade ediliyor. Bu mücmel hususların izahını lütfeder misiniz?

Ebedî Dirilik Dünyadaki Diriliş Vesilesiyle Elde Edilir

*Diriliş, hakiki manada öldükten sonra dirilmeye denir. Fakat orada dosdoğru, ayaklarının üzerine dirilme, burada din adına dirilmeye bağlıdır. Şayet insan burada dinî düşünce adına ba’sü ba’de’l-mevte mazhar değilse, öyle bir diriliş yaşamıyorsa, öbür taraftaki dirilişine diriliş denmez. Ona sadece yaptığı mesâvinin cezasını görmek üzere boynuna zincir vurulmuş, idama mahkûm edilmiş bir varlık denir. Onun için diriliş bir yönüyle burada başlıyor. Burada dirilenler, gerçek manada diriliş diyebileceğimiz şeyi orada da hakikatiyle yaşayacaklar. Allah burada öyle diriltsin, öyle bir ba’sü ba’de’l-mevte mazhar kılsın. Öbür tarafta da bizi “Hakikaten bu bir dirilişmiş!” dedirtecek şekilde, neşve ile ebedî hayata uyarsın.

*Diriliş, her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelmekle başlar. Hazreti Pîr-i Mugan da, “Madem hakikat budur; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel” diyor. Demek insan cismaniyete takıldığı; yeme, içme, uyuma ve hayvanî duygularla oturup kalkmaya bağlı şekilde dünyada adeta ölümsüzmüş gibi yaşadığı sürece kalb ve ruh ufkuna yükselemez.

“Vallahi, billahi, tallahi mızrap yemiş bir tel gibi onu her an tın tın vicdanımda duyuyorum!”

*Evet, hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel. O zaman insanca hayatın ne demek olduğunu duyacaksın. O zaman Allah ile arandaki muâhedeyi de duyacaksın. “Elest bezmi”ni, yani, Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara; أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların, بَلٰى “Evet, Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diye cevap verdiği anı duyacaksın. “Kalû belâ” (Evet, Rabbimizsin dediler) beyanındaki sırrı vicdanında tın tın duyacaksın. Belki başkaları diyecek: “Benim böyle bir ahd-u misaktan haberim yok!” Fakat sen, “Vallahi, billahi, tallahi ben her an tın tın, mızrap yemiş bir tel gibi onu hep vicdanımda duyuyorum!” diyeceksin. Mahiyetin itibarıyla duyacaksın! Öyle bir “latîfe-i rabbâniye ufku” hedef olarak gösteriliyor.

*Kalb ufkunun üstünde -sofiler de öyle görmüşler- ruh ufku var. Nefha-yı ilâhî. Bir yönüyle doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfâtına teveccüh ediyor. Neden? Allah (celle celâluhu) Hazreti Adem’e (ala seyyidina ve aleyhisselam) Kendi ruhunu nefhettiğini bildiriyor. O zaman bütün insanlardaki ruh da nefh-i ilâhîdir. Embriyolojik süreç içinde belli bir fasla geldikten sonra, hayvânî ruhun, canlılığın yanı başında, ilâhî nefha olarak insanî ruh üfleniyor. Bu defa sen, dünyaya geldiğin andan itibaren, insan olarak kendini duyuyorsun. Çok farklı, daha mürekkep düşünüyorsun, daha engin bakıyorsun, hadiseleri daha mahrûtî (bütüncül) şekilde ele alıyorsun; sebep sonuç arasında, bir yönüyle tığını oynatmak suretiyle çok farklı gergefler örgülüyorsun. Bu da belki bir yönüyle “ruh ufku” oluyor.

*Bunlar güzergâhın gerekli esasları.. yolun erkân ve  âdâbı.. hatta âdâb ötesi ferâizidir. İnsan bunları vicdanında derinlemesine duymadan dünyada gerçek dirilişi söz konusu değildir. Hazreti Pîr böylelerine, “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..” diyor. Demek ki hâlihazırdaki müteharrik cesetler, esasen o dirilişi temsil edecek mahiyette değiller.

Mevlâ razı ise, bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur!..

*Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek manalarına gelir. Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u âzamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka’l-yakîn denir.

*Bütün bu hususlara ulaşma adına çok önemli bir kanat da “ihlas”tır. Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. buyuran Hazreti Bediüzzaman ihlasın ehemmiyetine dikkat çekiyor: Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlas öyle bir iksirdir. Onun için amel ederken sadece rıza hedefli olmak ve ihlaslı davranmak lazım. Bu açıdan, günde bin defa “Allahümme el-ihlâse ve rıdâke – Allahım ihlaslı olmayı ve rızana ermeyi lütfet!” deseniz, yine de bu mevzudaki talebin hakkını vermiş sayılmazsınız. Talebin kıymeti, tâlibin kıymetini aksettirir. Evet, hayatınızın her saniyesini nurani, pırıl pırıl birer yıldız haline getirmeyi düşünüyorsanız “el-ihlase ve rıdâke” deyin, günde belki bin defa O’ndan ihlas ve rıza dileyin.

*Duygu ve düşüncede ihsan. Allah’ı görüyor gibi ya da en azından Allah tarafından görülüyor olma şuuruyla kulluk yapmak.. hareketini hep ona göre tanzim etmek. Rica ederim, Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına kendinizi bağlamamış veya Allah’ı görüyor gibi değişik işlere koyulmamış iseniz, eğrilik büğrülükten sıyrılamazsınız.. villadan, yalıdan kurtulamazsınız.. yattan, gemiden kurtulamazsınız.. makamdan, koltuktan kurtulamazsınız.. parmakla işaret edilme arzusundan sıyrılamazsınız.. Allah belası bu gâileler sarmalı içinde hayatınızı sürdürür, toprağa öyle girer ve oraya sadece çürümüş kemikler bırakırsınız!

Dinin ruhunu öldürdüler!..

*Diriliş yolunun “elif-bâ”sı iman-ı billah.. bir üst faslı marifetullah.. daha bir üst faslı muhabbetullah.. sonra da onun tarafından esip gelen bir bâd-ı saba gibi aşk ve “iştiyak ilâ likâillah”. Zirveye talip olmalı; fakat yol adabını ve geçilmesi gerekli olan köprüleri de göz ardı etmemeli.

*Belki üstûredir ancak Mecnun’un Leyla’ya alakasından bahsedilir. Ferhat’ın Şirin’e delice sevgisi anlatılır; Şirin için hayatını vermiş; dağı delecek, su götürecek; mahbubuna, matlubuna ulaşacak, onu elde edecek. Kalbde ve ruhta diriliş yolunda da en azından öyle bir aşk delisi olmak hedeflenmeli. “Allahım oraya ulaşmam için daha ne yapmalıyım?” heyecanız. Halbuki hedeflenmesi gereken zirve O’na karşı delice aşk u alaka…

*Aslında böyle bir aşk u alakaya talip olursanız, Allah’ın izniyle sonunda ona ulaşırsınız. Bir insan bir şeyin arkasına ciddi, yürekten düşerse, o mevzuda ciddiyet sergilerse, işi şakaya boğmazsa, mutlaka talip olduğu şeyi elde eder. O’nu yürekten sevebilmek için böyle bir azim, böyle bir cehd lazım ki bizim en çok ihtiyacımız olan şey de budur. Bizi bizden uzaklaştıranlar bizi bu duygulardan ve dinin ruhundan ettiler. Bizi dinin şekliyle teselliye ittiler ve dinin ruhundan ettiler. Dinin ruhunu öldürdüler.

Ya Rabb, bu ne tatlı pazarlık!..

*Hakiki mü’min, kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir..

حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ

“Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” İşte bu yüce ufka talip olmak lazım.

*Siz Mevla’yı severseniz, Allah da (celle celâluhu) sizi bırakmaz; fakat ısrar etmek lazım. “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Sen seveceksin. Sen sevmezsen başkalarına nasıl sevdireceksin ki?!. Sen sevmeyince, o muhabbeti içinde duymayınca, O’nun başkaları tarafından da delice sevilmesi arzusu olmaz ki içinde. Evvela sen delice seveceksin O’nu.

*“Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Buna isterseniz bir mukavele diyebilirsiniz. Cenab-ı Hakk -bir yönüyle- rahmet ve tenezzül tecelli dalga boyunda size diyor ki: “Bakın kullarım! Siz Beni kullarıma sevdirirseniz -anlaşalım sizinle- Ben de sizi severim.”

*Hadis-i şerifteki fiil-i muzari kipinden de anlaşılacağı üzere, Allah’ın sevmesi bir kereye mahsus kalmaz. O hayatı sizin için bir cennet hayatı haline getirir. Dünya mü’minin nazarında bir cennet koridorudur; Esma-i ilahiyenin mecâlisi ve Sıfat-ı sübhaniyenin mezâhiridir. Sen cennete doğru yürüyor gibi bir neşve içinde yürürsün; dünya bile bir cennet haline gelir. “İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor.” diyor Hazreti Pir-i Mugan Şem-i Tâbân. Kalbinde o iman varsa, senin içinde sürekli bir cennet var demektir.

Aşk gözyaşları cehennem ateşini dahi söndürür!..

*Evet, Allah’ın sevmesi, her fasılda bir başka güzellikte tecelli eder. Mesela, berzah hayatına girersiniz, sanki tatlı rüya iklimlerine açılıyor gibi bir hayat sürersiniz. Sevgisini bu defa önünüze öyle serer. Mizana gittiğiniz zaman herkesin korktuğu bir dönemde bişaretlerle sizi öyle bir sevindirir ki böylece sevgisini yine ortaya koyar. Sırattan geçerken herkes korkuyla titrer. Kimileri takılır çengellerde kalır. Kimileri aşağı yuvarlanır. Fakat siz oradan geçerken cehennemin alttan bağırdığını duyarsınız; hadisin ifadesiyle “Çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!..”

*Muhabbet, cehennem ateşini söndüren bir iksirdir. Sevmiş ve O’nun için gözyaşı dökmüşseniz… Yine bir hadis-i şerifte ifade buyuruluyor: Cibril’in (aleyhisselam) elinde kâse gibi bir şey, içinde bir mâî (sıvı). Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) soruyor, “Bu nedir?” diye. O da, “Bu mü’minlerin gözyaşlarıdır!..” diyor. Herhalde aşk ile dökülen gözyaşından daha kutsal bir gözyaşı yoktur. Cehennemin dağlar veya aysbergler cesametindeki o kıvılcımlarını söndürecek iksir de budur.

İmanın Tadını Duymanın Üç Şartı

*Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde,

ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهِنَّ حَلاَوَةَ اْلإِيمَانِ: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُما، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ

“Üç haslet vardır, bunlar kimde bulunursa, o, imanın tadını duyar: Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” buyurmaktadır.

*Allah ve Rasûlü’nun dünyada her şeyden daha sevimli hale gelmesi… Onları öyle seveceksin ki, onların söz konusu olduğu her yerde, her şey, karşında bir anda siluete dönüşecek. Tabiî karşındakinin hakkına da tecavüz etmeyeceksin. Erkek kadının hakkına, kadın erkeğin hakkına, baba evladının, evlat babanın hukukuna tecavüz etmeyecek. Çünkü onlar senin Allah ile münasebetini pekiştirmende birer unsurdurlar. O hukuka da riayet edeceksin. Kendini zorlayacaksın. “Allah bir de eşimin, evladımın hesabını bana sormasın!..” diye tir tir titreyeceksin. Bu hukuka riayetin yanı başında, Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık seveceksin.

Nerede Hazreti Ömer’in Peygamber sevgisi ve nerede bizim alakamız?

*Diğer peygamberler de nur neşreden birer yıldızdılar ama güneşi görünce, ışıklarını toparlayıp sinelerinde sakladılar. Çünkü gelen güneşler güneşi ve varlığın ilk mâyesi olan gerçek nurun sahibiydi. Bûsîrî ne güzel der:

فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا             يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ

“O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır / Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.” İşte, hakikat güneşinin zuhur etmesiyle nasıl ki yıldızlar görünmez olurlar, onlar yok değildir, vardır ama görünme hakları güneş zuhur edinceye kadardır; aynen öyle de Allah ve Rasûlü’nün sevgisi söz konusu olduğunda diğer bütün alaka ve muhabbetler görünmez olur. Bu açıdan, neyi nereye koyacaksınız, bunu iyi bilmelisiniz!..

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bir gün, “Yâ Rasûlallah! Seni nefsimden başka her şeyden daha çok seviyorum!..” der. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer’in elini tutar ve “Beni nefsinden/canından çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamazsın ey Ömer!” buyurur. O da hemen, “Seni canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlallah!” der. Bunun üzerine Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şimdi oldu.” buyurur. Nerede bu hakikat ve biz nerede duruyoruz?!.

Bu öz değerlerimizi yitirdiğimizdendir ki şeklî insanlığa takılıp kaldık!..

*Biz bunları yitirdik. İçinizde bunları derinlemesine yaşayan insanlar vardır. Fakat yeryüzündeki İslam toplumlarına ve zavallı Türk toplumuna baktığınız zaman bu duyguların yitik olduğunu göreceksiniz. Bir zamanlar önemli bir misyon eda eden o mübarek Devlet-i Aliyye’nin âlî fertleri o uğurda nasıl hırz u can ediyorlardı?!. Birileri bizdeki o aşkı, o heyecanı, o ruhu çaldılar. Onu mevcut sistemlerin, siyasi idarelerin vesayeti altına verdiler; meseleyi onların güdümünde götürdüler ve işin doğrusu dini üç-beş kuruşluk dünyaya sattılar.

*“Kişiyi, herhangi bir insanı, Allah’tan dolayı sevmedikçe, imanın tadını tatmış olamazsınız!..” Herkese seviyesine göre, Allah’tan ötürü bir kalbî alaka duyma. Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.” Saniyeyi sene yapmak istiyorsanız, bu her şeyi Allah sevgisine ve Rasûlullah muhabbetine bağlamaktan geçer.

*“Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” İnsan, Allah onu imana hidayet buyurduktan sonra, küfürden, dalaletten sıyrıldıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi, cehenneme atılıyor gibi kerih görmedikçe, imanın tadını tatmış olmaz. Küfürden, dalaletten, nifaktan, yalandan, şikaktan, iftiradan, gıybetten, bühtandan, dünyaperestlikten, ikbal sevdasından, hakimiyet sevdasından vazgeçmedikten sonra imanın tadını tatmış sayılmazsın. Başka tat seylaplarına, akıntılarına kendini salmışsan ve geriye dönmeye de fırsat bulamıyorsan, senin Allah’ı sevdiğinden, Peygamberi sevdiğinden de söz edilemez.

*Gerçek insanlık bu duyguları hayata hayat kılmaktan geçer. Yoksa insan, şeklî insanlıktan -Müslümanlık demiyorum, zaten ondan fersah fersah uzaktır- kurtulamaz.

Tehditler Karşısında İman ve Teslimiyet Kahramanları

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konuları vurguladı:

*Herkes için söz konusu olmasa bile, çoğumuz itibarıyla dünya düşüncemiz bedene, cismânî arzulara ve nefsânî isteklere bağlı. Bir numarayı onlar teşkil ediyor! Maalesef, her defasında bu mevzudaki hamlelerimizle, ruhun kolunu kanadını kırıyoruz.. kalbe ihanet ediyoruz.. latîfe-i rabbâniyenin yüzüne tükürüyoruz.. ve bizi Allah ile irtibata geçirecek sistemi darmadağın ediyoruz. Çoğumuz itibarıyla!..

Nefsanî Arzu ve Kaprislerden Sıyrılamayan, Maiyyete Eremez!..

*Kendi arzu, istek ve kaprislerinden sıyrılamayan, Allah ile münâsebete geçemez, maiyyete eremez! Cennete girebilir; “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” diyen, yürekten inanan herkes cennete girebilir. Fakat Allah’la irtibatı kavî olmayanın, O’nun nezdinde kıymet-i harbiyesi yoktur. Allah nezdinde kıymet-i harbiye, kendi üzerine bir çarpı çekmeye ve kendini Sonsuz karşısında bir “sıfır” telakki etmeye bağlıdır. İnsan kendisini her zaman o konumda görmüyorsa, o bir müddeidir, Allah’a karşı iddiada bulunmaktadır hafizanallah.

*Bu açıdan, kendimize gelmemiz ve cesedin dar alanından sıyrılarak ruhun enginliklerinde üveyk gibi kanat açmamız lazım. Böyle olunca Allah’a ulaşır ve başımıza gelen musibetlerden sıyrılmış oluruz. Yoksa musibet, zulüm ve haksızlığın biri gider öbürü gelir, biri gider öbürü gelir.

Kendi Egosunun Hakkından Gelmeyenler İçin Haccac’lar Tükenmez!..

*İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri henüz çocuk yaşlarındayken, devrinin zâlimi Haccac’ın yaptıklarını işitir ve yaş itibarıyla daha çok küçük olmasına rağmen gayret-i diniyesinin sevkiyle zâlimin hakkından gelmeye karar verir. Bıçağını bilerken babası Sâbit hazretleri görür ve sorar: “Oğlum, ne yapmak istiyorsun?” O cevap verir: “Bununla Haccac’ı bıçaklayacağım!..” Bu söz, onun gayret-i diniyesine ve zulme başkaldırmasına bakan önemli bir hususu ortaya koyuyor; onu takdirle yad ederiz. Fakat üslup açısından problemi o çözmez. İşte üslup adına ona denmesi lazım geleni babası Sâbit hazretleri söylüyor: “Oğlum o ne ifade eder; sen bir tane Haccac’ı bertaraf edeceksin, arkadan bir başka Haccac çıkacak; ona bir şey yapacaksın, arkadan bir başka Haccac çıkacak!..” Şunu da ben ilave edeyim: En iyisi mi, nefsimizdeki Haccâc’ın bağrına hançer saplamamız lazım; kendi benliğimizin, egomuzun hakkından gelmemiz lazım. Egoizmamızın, egosantrizmamızın, narsizmimizin bağrına bir hançer saplayarak, onun hakkından gelmemiz lazım. O zaman Allah Haccacların hakkından gelecek ve dünyayı Haccaclardan temizleyecektir.

*Çağımızdaki tiranlar, zalimler, gaddarlar lanet ile anılan cebâbireye rahmet okutturmuşlardır. Ramsesleri, Amnofisleri, Nemrudları, İbn-u Şemsleri düşünebilirsiniz… Dünyada bugün irtikâp edilen mesâvîye bakıp o mesâviyi doğru gördüğünüz zaman, onların Haccâc vahşetlerine, Yezid vahşetlerine hakikaten rahmet okuttuğunu göreceksiniz. O vahşetleri katiyen mâzur görmüyorum; onları da tel’in ediyorum. Fakat bir de bu çağda işlenen vahşetlere bakacak olursanız, o vahşete kurban gidenlerin hadd ü hesabı yok! Perişan olan insanların hadd ü hesabı yok. Yalan söyleyenlerin hadd ü hesabı yok. İftirada bulunanların hadd ü hesabı yok. Din adına zulüm yapanların hadd ü hesabı yok. O yüzden lanet ile anılan cebâbireye rahmet okutturuyor günümüzün tiranları.

Soru:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

âyeti gibi ilâhî beyanlarla, insanların telaşa kapılıp paniklemesi beklenen şartlarda dahi, Ashâb-ı Kirâm’ın imanlarının arttığı ifade ediliyor. Kur’an ve Râsûl-ü Ekrem Efendimiz onları nasıl hazırlamıştı ki, Ashâb, en çetin hadiseleri bile yolun kaderi olarak görmüş ve böyle dimdik bir duruş sergilemişlerdi?

*Hendek Vakası münasebetiyle indiği rivayet edilen bu ayet-i kerimenin meâli şöyledir: “Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlünün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

Kısa Sürede Yıldızlaşan Ashab-ı Kirâm

*Allah Rasûlü’ne arkadaş olma bahtiyarlığına eren, O’nunla aynı duyguyu paylaşan ve aynı ortak paydada bir araya gelen insanlar sanki o devir için özel seçilmiş kimselerdir. Allah Teâlâ, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu insanları kurtarmak üzere bir insan-ı kâmil olarak gönderirken, O’na kucak açacak, destek olacak ve yüce mefkûreyi O’nunla beraber realize edecek o donanımlı toplumu da hazırlamıştır. Gerçi onlar cahiliye bataklığında neşet etmişlerdir fakat Hazreti Pîr’in de ifade ettiği gibi, bir hamlede, bir nefhada evc-i kemâl-i insaniyete çıkmışlardır.

*Rehber-i Ekmel (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, onların ellerinden tuttuğundan, onları boyasıyla boyadığından, kendi rengine benzettiğinden ve her birine kendi desenini işlediğinden dolayı, Ashâb-ı Kirâm çok kısa sürede insanlık semasına yükselmişlerdir. Hele bazıları bir-iki sene içinde, birden bire öyle zirveye ulaşmışlar ki, zannedersiniz kırk sene seyr u sülûk-i rûhânî yapmışlar. Hazreti Hâlid’leri, Hazreti Amr ibn As’ları, Hazreti İkrime’leri bu kategoride mütalaa edebilirsiniz.

*Halid ibn Velid, koca bir kumandan. Belli bir dönemde Perslerin başına balyoz gibi binmiş; sonra yine bir balyoz misillü Romalıların tepesine inmiş. Nihayet, çadır ya da kulübe gibi bir yerde vefat ederken “Ey Yermük, ey Mute, ey Halid’in günleri geçin gözümün önünden birer birer!..” demiş; bir fırtına gibi arkasından koşup durduğu ölümü yatakta karşılıyor olmaktan dolayı büyük bir inkisarla kıvranmış. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını gören Hazreti Said ibn Zeyd’in “Neden ağlıyorsun?” demesi üzerine Hazreti Halid, “Vücudumda bir para kadar yara almadık yer kalmadı. Senelerce i’la-yı kelimetullah yollarında ölüm kovaladım. Fakat işe bakın ki, şimdi burada, yatakta ölüyorum.” cevabını vermiş ve rahat döşeğinde ölmeyi kendi adına bir mahcubiyet sebebi saymış. O, ruhunun ufkuna yürüdükten sonra (aşere-i mübeşşereden olan) yanındaki sahabînin dudaklarından -tarihin kulağına küpe olacak mahiyette- şu sözler dökülmüş: “Herkesin övgüsüne mazhar bir babayiğit, kâmil bir insan olarak yaşadı, İslam’ın yitiği olarak da öbür âleme gitti.. gitti ve geride sadece atını, kalkanını ve kılıcını bıraktı.” Evi yoktu, villası yoktu; iki devleti yerle bir etmişti ama dünyada mamelek adına hiçbir şeye sahip değildi. “Bana bir kılıcım, bir mızrağım, bir atım, bir de kalkanım yeter!” demişti ki bu, sahabe ruhunu aksettirmesi açısından çok önemlidir.

“Sözümde Durabildim mi ya Rasûlallah?!.”

*Hazreti İkrime, Ebu Cehil’in oğludur. Müslüman olduğunda “Yâ Rasûlallah! Sana ve İslâm’a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, bundan böyle İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum…” demişti. Yermük’te sözünde durmuştu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı. Yermük Muharebesi’ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “Ağlama!” der, “Ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.” Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hâris b. Hişâm girer: “Müjde, der, Allah bize zafer verdi!” İşte o zaman İkrime, “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Rasûlü girdi.” der ve Allah Rasûlü’nün ruhaniyetine hitaben şunları söyler: “Yâ Rasûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in her zamanki mülayemet, hilm ve civanmertliğini Hudeybiye Sulhü ve Mekke Fethi esnasında da ortaya koyması neticesinde öyle insanlar Müslüman olmuşlardı ki, onlar katiyen harplerde dize getirilebilecek kimseler değillerdi. Mesela, Hazreti Hamza’nın şehit edilmesine sebebiyet veren Hind bile çok kısa zamanda büyük mesafe katetmiş ve mücahede meydanlarında hizmet eden bir kahramana dönüşmüştü. Yine, siyerde nakledildiğine göre, onun eşi Ebu Süfyan hazretleri, isabet eden bir okla gözü eline düşünce, “Şu kadar sene Sahibini, Peygamberini tanımadın, ne işe yararsın ki sen!” diyebilmişti.

*Sahabede dine adanmışlık ve ahiret hedefli yaşama ruh hali vardı. Kur’an nurları ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in insibağı onları en kötü şartlara dahi hazır hale getirmişti. Defalarca imtihandan geçeceklerine, zaman zaman düşmanla yaka paça olacaklarına, maldan ve candan fedakârlık gerektiren hadiselerle karşı karşıya kalacaklarına ve bütün tehlikelere/tehditlere mukabil dimdik durarak sonraki nesillere de hüsn-ü misal teşkil etmekle vazifeli bulunduklarına gönülden inanmışlardı. Evet, Allah’ın ve Rasûlünün verdiği haberler iliklerine ve nöronlarına öyle işlemişti ki, onlara kendi varlıklarına inanmanın ötesinde inanıyorlardı.

Hendek’te Verilen Müjdeler

*Nitekim, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minler karşısında teker teker tutunamayacaklarını anlayan kavim ve kabileler, Hicret’in 5. senesinde bir araya gelip tek vücut olmaya ve bu defa bütün güçlerini bir merkezde toplayıp Medine’ye öyle hücum etmeye karar vermişlerdi. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, durumdan haberdar olunca, ashabını toplamış, harp tekniği hakkında onlarla istişare etmiş, değişik teklifler arasında Hazreti Selman-ı Farisî’nin fikri Peygamber Efendimiz’in düşüncesine muvafık gelince düşmanın taarruz etmesinin muhtemel olduğu yerlere hendekler kazılmasına ve böylece müdafaa harbi yapılmasına karar verilmişti.

*Rehber-i Ekmel Efendimiz, yanındaki 3000 insanla beraber hendek kazmaya başlamıştı. Kişi başına bir arşın hendek kazılacaktı. Onları, onar onar gruplara ayırmış ve böylece yine meseleye bir yarış havası vermişti. Derinlik, atıyla oraya düşen bir insanın, bir daha çıkamayacağı şekilde ayarlanacaktı. Genişlik ise, en mahir süvarinin dahi geçemeyeceği ölçüde planlanmıştı. Böylece şehre girişi mümkün kılan çok uzun bir alan hendeklerle çevrilecekti.

*Bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram’dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü’ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O’na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen’in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.”

İşte iman.. işte cesaret.. ve işte teslimiyet!..

*Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, asla parçalanmaz gibi görülen büyük devletlerin fethini müjdelediği o esnada karşısındaki 24.000 kişilik tam donanımlı düşman ordusuna karşı sadece 3.000 Müslümanla müdafaa harbine hazırlanıyordu. Fakat dünyevi ölçüler açısından insanı dehşete düşürmesi beklenen o anki şartlar Peygamber Efendimiz’i tesiri altına alamadığı gibi, mü’minlerin de ancak imanlarını artırıyordu. İşte soruda zikredilen ayet-i kerime onlardaki bu iman, cesaret, metanet ve teslimiyeti destanlaştırmaktadır:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlünün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

*Sahabe efendilerimizin insanların telaşa kapılıp paniklemesi beklenen şartlarda dahi paniklemedikleri, aksine imanlarının ve teslimiyetlerinin ziyadeleştiği gibi, inşaallah değişik belalar ve gâileler karşısında günümüzün adanmış ruhları da aynı kıvamı gösterir, asla paniklemez; vazife ve sorumluluklarını bihakkın yerine getirirler. Dört bir yandan bela ve musibet gelse, onlar aynı sahabe gibi, “İşte bu, Allah ve Rasûlünün bize vâd ettiği…” der ve yürürler.

Günümüzün İman ve Teslimiyet Kahramanları

*İnsanlık her zaman bu türlü gailelerle karşı karşıya kalmıştır. Bazen ikballer idbâra dönmüş, bazen de o gerisin geriye gitmeleri pırıl pırıl ikballer/istikballer takip etmiştir. Hâdiseler bir doğru çizgi üzerinde cereyan etmez; her şey dairevî döner durur. Bugün birilerine bayram, diğerlerine hezimet ise, yarın da onlara öbürlerine hezimet olacaktır. Kur’ân-ı Kerim, bu “tarihî tekerrürler devr-i dâimi”ni şöyle ifade etmektedir: “O günler… onları Biz insanlar arasında çevirir dururuz.” (Âl-i İmrân, 3/140) Öyleyse, önemli olan “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş…” deyip ilahi takdiri rıza ile karşılamak, ciddi bir metafizik gerilimle iradenin hakkını vermek, kavlî ve fiilî duada ısrar etmek ve aktif sabrın gereğini sergilemektir.

*İnşaallah günümüzün insan-ı kâmil olma yolunda azimli kahramanları da olup biten fitneler ve kuvve-i maneviyelerini kırmaya yönelik algı operasyonları karşısında hiç sarsılmadan ve enerjilerini sağa sola dağıtmadan doğru bildikleri yolda yürümeye devam edeceklerdir.

*Doğru bilerek girmişsek bu yola, onda döneklik yapmak, nezd-i uluhiyette hıyanet sayılır. Doğru olmadığını bildiğimiz halde girmişsek, bir günah işliyoruz demektir, dönüp tevbe etmemiz lazım. Fakat bu iş, dünyevî herhangi bir çıkar, bir menfaat gözetilmeden, ciddi bir adanmışlık ruhuyla yapılıyorsa, doğru demektir.. insanların gönlünde muhabbet duygusunu tetiklemeye matuf yapılıyorsa, doğru demektir.. evrensel insanî değerler etrafında bir dantela örülüyorsa, doğru demektir… bu doğrudan dönmek ise döneklik demektir. Onun için,

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma… Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz Sen çok bahşeden, hibede bulunmada eşi benzeri olmayansın.” (Âl-i İmran, 3/8) deyip o yolda -Allah’ın izniyle- sâbit kadem olarak yürümek lazım.

Rehber-i Ekmel Hep En Öndeydi ve Hali Sözünün Deliliydi!..

*Ashâb-ı Kirâm, en çetin hadiseleri bile yolun kaderi olarak görmüş ve böyle dimdik bir duruş sergilemişlerdi; çünkü İnsanlığın İftihar Tablosu herkesten önce o kıvamı sergilemiş ve ashabına örnek olmuştu. O, her zaman korkusuzdu ve en önde bulunuyordu. Mekke’de, Bedir’de, Uhud’da… hep en öndeydi. O önde bulunmasaydı, başkaları da gerekli olan iktihamı göstermezlerdi.

*Rehber nasılsa ve tehlikeleri nasıl göğüslüyorsa, arkadan gidenler de öyle olur. Osmanlı Sultanları’nın büyük çoğunluğunun cihad meydanlarında askerin önünde yer almaları onlarda çok büyük bir metafizik gerilimin ve kuvve-i maneviyenin husulüne vesile olmuştur. Bu ders, İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan alınmıştır. Çünkü, o her işte Ashabının yanında ve önünde yer almıştır. Mesela, Hendek kazılırken Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de -yaşına rağmen- ashabıyla beraber çalışıyor; hatta onların kuvve-i mâneviyelerini takviye için

اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ إِلاَّ عَيْشُ اْلآخِرَةِ  *  فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ

“Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirîne mağfiret eyle.” duasını tekrar tekrar seslendiriyor ve sahabe O’nun bu sözleriyle coşuyor:

اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا  *  وَلاَ تَصَدَّقْـنَا وَلاَ صَلَّيْنَا

فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا  *  وَثَبِّتِ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا

“Allahım, Sen nasip etmeseydin biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.” diyerek mukabele ediyorlardı.

*Huneyn’in başında da, aynen Uhud’un ortasında olduğu gibi zâhiren bir hezimet yaşanmıştı. Ancak Allah Rasûlü, bu en zor durumda dahi fıtrî cesareti ve müthiş fetanetiyle hâdiselerin akışını değiştirmiş ve Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla mutlak bir mağlubiyeti, parlak bir zafere çevirmesini bilmişti. Peygamberimiz, tam İslâm ordusundaki bir anlık panik esnasında ileriye atıldı. Öyle ki, Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), Allah Rasûlü’nün atının gemini zor zaptediyor ve O’nun düşman safları arasına girmesine mâni olmaya çalışıyordu. O ise en gür sesiyle:

أَنَا اَلنَّبيُّ لاَ كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبْ

“Ben nebiyim, bunda yalan yok. Ve ben Abdülmuttalib’in torunuyum…” diyordu. Bunun üzerine Efendimiz’in emrine binaen Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), Huneyn’de sesini, yükseltebildiği kadar yükseltip o gür sesiyle “Ey Semure ağacının altında biat etmiş sahabiler! Neredesiniz?!” diyerek nida etti. Daha sonra Hazreti Peygamber’in sesini ve çağrısını duyan bütün Müslümanlar, Allah Rasûlü’nün etrafında toplandılar.. mağlubiyet aşıldı ve zafere ulaşıldı.

Müfterî Ne Derse Desin, Aranızda Bana da Yer Vermenizi Vesile-i Necat ve Şeref Bilirim!..

*Efendimiz’e ait o yüksek ruh, o kıvam, o fevkalade hal sahabe-i kiramda ve onların yolunda giden Osmanlı Sultanları gibi seleflerimizde de kendisini gösteriyordu ki Hazreti Pir buna “insibağ” diyor. O’nun boyasıyla boyanmış ve fırçasıyla şekillenmiş o müminlerdi ki, düşman birliklerini gördükleri zaman telaşlanıp panikleme yerine “İşte bu, Allah ve Rasûlünün bize vâd ettiği…” diyerek iman ve teslimiyet bakımından ziyadeleşiyorlardı.

*Diyeceksiniz ki, “Sen öyle misin bu mevzuda?!.” Estağfirullah.. Fakat kendimi sizin içinizde bulunma bahtiyarlığıyla serfiraz görüyorum. Allah’a binlerce hamd u senâ olsun ki kendilerini mefkure âbidelerini ikame etmeye adamış, beklentisiz insanlar içinde bana da bir yer vermiş. Öbür tarafta, Cenâb-ı Hak “Bunu nasıl bilirsiniz?” buyurduğunda “Ya Rabb, bu da bizim içimizde görünüyordu!” derlerse, onların gölgesi altında belki bana da cennetin kapıları açılır.

*İnanın bana, kendime hep böyle baktım. Bağışlayın, diyenler dediklerini desinler… “Kendisine falan diyecek, filan diyecek…” Bunlar, densizlerin sözleri!.. Öyle yalanlar, öyle iftiralar.. öyle utanmazca, hayasızca atmalar oluyor ki!.. Yakın çevre her zaman bilir; bazı şeyleri ifade etme adına da ben lüzum hissediyorum: Kendi imzam, “kıtmîr”dir. Kendime her zaman öyle baktım. Din-i Mübin-i İslam’ın emirlerine elimden geldiğince muhalefet etmemeye, sizden geri kalmamaya çalıştım ama kendime de böyle baktım. El-âlemin “Şunu iddia eder, bunu iddia eder!.” türünden lafları, arkası boş bir kısım isnat ve iftiralardır. Hazreti Ali efendimizin “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturu her zaman rehberimiz oldu. “Allah karşısında istikamet eri ol, keramet eri değil. Fevkaladeliklerin delisi olma, Allah nezdinde istikamet eri olmaya bak.” Hepimizin duygu ve düşüncesi budur; Allah bu duygu ve düşüncede sabitkadem eylesin.

456. Nağme: İman Serası ve En Kârlı Ticaret

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

“Allah’a iman, her derde derman” diyerek sohbetine başlayan muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Asr-ı Saadet’e ve günümüze dair misaller vererek günahlara ve kötü akıbete karşı imanın nasıl bir sera olduğunu anlattı.

Hocaefendi, önce teker teker imanın şartlarına temas edip şeytanın bir kısım tuzaklarına işarette bulundu. “İman bir manevî Tûbâ-i cennet çekirdeği taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor.” diyen Hazreti Üstad’ın bu sözü üzerinde durduktan sonra da onun diğer bir ifadesini -günümüzün halis müminlerinin de hissiyatı olarak- hatırlattı:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”

Aziz Hocamız hasbihalini

إِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

“Allah, karşılık olarak Cennet’i verip mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) âyet-i kerimesinin verdiği mesajları vurgulayarak tamamladı.

Günün nağmesini 26:09 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…

Nifak Marazı ve Şeytanî Atmosfer

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konuları vurguladı:

Kibir Kaynaklı Ölümcül Hastalıklar

*Gerçek Müslümanlık adına tevâzu ve mahviyet çok önemli bir esastır. Kibir, şeytanı şirâzeden çıkardığı gibi günümüzde de şeytanın avenesini ve çıraklarını yoldan çıkarmaya devam ediyor. Diğer bir ifadeyle, şeytan kendisini yoldan çıkaran kibir dinamiğini bugünkü çıraklarına karşı da kullanıyor. Onlar da kendilerini olduklarından büyük görüyorlar, büyük kabul edilmek istiyorlar, herkesten alkış bekliyorlar, “sen, sen” denmesini duymak arzuluyorlar. Evet, bu bir iç maraz, bir hastalıktır. Bir insan böyle bir hastalığa tutulmuş, bünyesine böyle bir virüs girmişse -muhakkikîne göre- dinde buna büyüklenme, kibir deniyor.

*Kibirli bir insanın iman dairesine girmesi, bir şekilde girmişse uzun süre o daire içinde kalması çok zordur. O, yerinde başını alır nifak vadilerinde dolaşır; hafizanallah, bir gün gelir tepetaklak küfür gayyâsına yuvarlanır.

*Nifak, bir yönüyle küfür ile iman arasında bir orta menzildir. Zâhiren, şeklen müslüman gibi görünürler; müslümanların yaptıklarını yaparlar; namaz kılarlar, oruç tutarlar. Fakat Allah ile münasebetleri yoktur; mağrurdurlar, kibirlidirler!

*Gurur, aldanmışlık demektir; mahiyetini görememe, bilememe, kendini tanıyamama ve menşeiyle kendini okuyamama demektir. Bunun insanın içine aksedişine “ucub” denir, “iç beğeni” diyebilirsiniz; dışa vuruşuna da “fahr” denir; böbürlenme. Bunlar İmam Gazzâlî hazretlerinin “Mühlikât” tabir ettiği “insanı helâkete götüren faktörler”dendir.

*İnsan bu türlü virüslere yenik düşmüşse, camiye gelmesi, namaz kılması da onu kurtaramayabilir. Çünkü bu marazlar başka marazlara birer çağrı, birer davetiyedir. Bunlara yakalananlar marazdan maraza sıçrayarak/geçerek bir marazlar fâsid dairesi içinde dolaşır dururlar. Sıyrılamazlar bir türlü!..

Tevazu, Mahviyet ve Hacâlet

*İster “hareket” deyin, ister “câmia” deyin, ister “cemaat” deyin; hususiyle bu meslekte yürüyenler için tevâzu ve mahviyet çok önemli bir faktördür. Hazreti Pîr üç kelime ile ifade ediyor: “Tevâzu, mahviyet ve hacâlet.” Yüzü yerde olma; kendini sıfırlama, hiç görme; aynı zamanda bir yönüyle hep bir mahcubiyet içinde bulunma, “Benden de müslüman olur mu?” mülahazasını taşıma…

*Kendini yerden yere vurmayan bir insan, dışta suçlu arar ve onları yerden yere vurmaya çalışır. Kendi konumunu belirleyemeyen ve enaniyet girdâbı içinde çırpınıp duran kimseler kusurlarını, kabahatlerini, fezâetlerini ve fecâetlerini setretmek için sun’î gündemler oluşturarak dışta suçlular ararlar. Hiç olmayacak insanları suçlar, efkârı onlarla meşgul etmeye çalışırlar. Hakikatte, yaptıkları mesâvîden sıyrılmaları mümkün değildir fakat halkın dikkatini başka noktaya çekmek suretiyle, bir yönüyle ca’lî bir sıyrılma ameliyesine kendilerini salarlar. “Böyle yapar ve sun’î mücrimler oluşturursak, milletin dikkatini onlar üzerinde yoğunlaştırmış oluruz ve bizi mesâvîmizle, densizliğimizle göremezler.” mülahazaları hâkimdir onlarda. Bütün mücrimlerde, günahkârlarda fasl-ı müşterek, ortak düşünce, ortak payda bu evsaftır.

İslam dünyasının kaderine münafıklar hâkim!..

*Belki dine, diyanete, dinin ruhuna, Allah ile münâsebete, Peygamber ile irtibata, Kur’an ile alâkaya karşı daha ziyade düşmanlık yapan en tehlikeli kimseler de camiye geldikleri halde o işi yapanlardır. Çünkü insanlar öyle bir şeyde aldanabilirler, onlara inanabilirler. Aynı safta gördüğünüz bir insan hakkında sû-i zan edemezsiniz. Onun için: “Biz ki Müslümanız, aldanırız, aldatmayız!” diyor Hazreti Pîr. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de “Mü’min, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.)” buyuruyor.

*Hakiki mü’minler gözlerini açacakları ve bu meseleyi doğru okuyacakları âna kadar, bu nifak şebekesi nifakını sürdürecek ve saf müslümanları arkalarında sürükleyip dediklerini yaptırmaya devam edecektir.

*Onun için bize, kendini yerden yere vuran insan gerek! Her gün tevâzu ve mahviyetle birkaç defa eğilen, Allah karşısında iki büklüm olan insan gerek. Övülmeyi sövülme gibi kabul eden insanlara ihtiyaç var. Hakiki mü’min, övülmeyi sövülme gibi kabul eden insandır. (…) Kalben inanmış insanın tavrı budur! Elde ettiğiniz başarıları yüzünüze söyledikleri zaman, eğileceksiniz, utanacaksınız. Mü’mince düşünce budur! Fakat günümüzde münafık çok; münafıklara aldananların sayısı onlardan daha çok. Bunlar karşısında böyle hayırlı bir hizmete muvaffak olmak da epey zor. Cenâb-ı Hak inâyetini üzerimizden eksik etmesin.

*İnsanlığın doğruyu duymaya; doğruyu hissetmeye, her şeyi doğru görmeye ve doğru okumaya ihtiyacı var. Bütün insanlığın ihtiyacı var ama bu mevzuda en çok ihtiyaç içinde olan da İslam dünyası. Çünkü İslam dünyasının kaderine münafıklar hakim!..

“Kötülüğü iyilikle ve en iyi tarzda sav!..

Soru: “Kur’an-ı Kerim’de

اِدْفَعْ بِالَّتىِ هِىَ اَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

âyetinden sonra

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

buyuruluyor.

Kötülüğü iyilikle savma mevzuundan sonra istiâze emrinin gelmesindeki hikmetleri ve bu âyetlerden anlaşılması gerekenleri lütfeder misiniz?

*Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Bu cümleden olarak şöyle buyurulmaktadır:

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ

“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

*Halk arasında yaygın olan bir söz vardır: “Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın!” Ben bu sözü biraz bencilce buluyor, değiştiriyor ve “Şerrinden korktuğun kimseye bile iyilikte bulun.” diyorum. Bir lokma ekmeğe bal kaymak koy, muhatabının dudaklarına tutuştur onu. Bir kısım şeyler geveleyeceklerse, onu yemekle meşgul olsun ve diğerini gevelemesinler.

*Soruda zikredilen ilahî beyana gelince, Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

“Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav. Biz onların, senin hakkındaki asılsız iddialarını, çirkin vasıflandırmalarını pek iyi biliriz.” (Mü’minûn, 23/96) Burada bizlere yüce bir İslam ahlakı olarak kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunma dersi veriliyor. Hani bir Türk atasözü vardır: “İyiliğe iyilik her kişinin kârı; kötülüğe iyilik er kişinin kârı!”

Rabbimiz, şeytanların dürtülerinden ve atmosferimizi kirletmelerinden Sana Sığınırız!..

*Şeytan, bir kısım kimselerin etrafında kötü bir atmosfer oluşturur; orada laubalîlik estirir, bâtılı tasvir ettirir, nefret hislerini alevlendirir ve insanın mahiyetindeki şehevî, gazabî duyguları harekete geçirir; böylece ağına düşürdüğü o şahısların bakışlarını bulandırır, başlarını döndürür. Evet, o vesveselerini sürekli üfler durur; onun insî borazanları da o üflemeleri yaldızlı sözlerle ve diyalektiklerle sese dönüştürürler. Yani vahyeder gibi seri bir ima ve işaretle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. Bu açıdan da insî-cinnî şeytanlardan gelebilecek hücumlara karşı latifelerimizi güçlendirmemiz, onlardaki nefsanî/şeytânî tuzaklara tepki gücünü artırmamız ve bu konuda Kur’an-ı Kerim’in talim buyurduğu üzere Allah’a sığınmamız gerekmektedir:

وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ

“Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından (atmosferimi kirletmelerinden) Sana sığınırım!” (Mü’minûn, 23/97-98) De: Allahım şeytanın dürtülerinden, bana bazı olumsuz sinyaller göndermelerinden Sana sığınırım. Aynı zamanda o şeytanların gelip başıma tebelleş olmalarından, onlar tarafından kuşatılıp bir sarmal içine alınmadan da Sana sığınırım.

Şeytanı Rahatsız Edip Kaçıran Ameller

*Bir günah şahsî ve zararı yalnız ferde yönelik ise, o mümkün olduğu kadar setredilir ve mücrim, ıslaha çalışılır. Fakat bir cürüm heyet-i umumiyeye zarar veriyor, toplumu temelden sarsıyor ve bütün bir milleti alakadar ediyorsa, o konuda susmak doğru olmaz. Topluma zarar veren meselelerde mutlaka ya elinle tutup engelleyeceksin veya dilinle irşat edeceksin ya da en azından kalbinle tavır belirleyeceksin. Mesela, sana selam vermek istediği zaman, yüzünü çevireceksin. Bütün bunlar, onu o zift bataklığından çıkarma adına yapılması gerekli olan farklı farklı argümanlardır.

*Şeytan, sizin mü’mince atmosferinizden rahatsızlık duyar. Ebu Hureyre hazretlerinin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Ezan okunmaya başlayınca şeytan kaçmaya durur ve kaçarken de ezanın sesini duymamak için yellenmeye benzer bir ses çıkarır. Ezan bitince tekrar döner. Kâmet okunurken tekrar kaçar; kâmetten sonra gelir ve namazda kişiyle nefsi arasına girer; ‘Şunu da hatırla, şunu da hatırla!’ diyerek ona hatırlayamadığı şeyleri hatırlatır; hatta insan o hale gelir ki namazda kaç rekât kıldığını hatırlayamaz olur.” Evet, ezan okunurken, kemerbeste-i ubudiyet içinde ‘elhamdulillah’ dediğinizde, Cenâb-ı Hak karşısında asâ gibi büküldüğünüzde, başınızı secdeye koyduğunuzda şeytan oradan kaçar.

Şeytanı Zevkten Bayıltan Hareketler!..

*Nefis, insan bünyesinde şeytanın santralidir. Şeytan sinyaller gönderir, nefis de bunları çözer. Sonra bunları insana telkin eder. Şahıs, o olumsuz şeyleri kendisinin söylediğini zanneder; oysaki onlar ilhâmât-ı şeytandır. Üstad Hazretleri buyuruyor ki: “İblisin en mühim bir desisesi, kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmektir.” Bu ikinci bir gaflettir: Birincisi, şeytanın dürtüleriyle mırıldanma, bu muzaaf bir cehalet; ikincisi de “Bunu ben yaptım, şeytan yok, nefis yok!” deme, bu da muk’ap bir cehalet.

*Kur’an-ı Kerim’in şeytanın dürtüleri konusunda vahiy kelimesini kullanmasının hikmetlerinden biri de o işe muhatap olan insanların, içlerine üflenen ve kafalarına pompalanan şeyleri ihtar ve ilham edilmiş gibi düşünmelerindendir: “Nasıl da aklıma geldi? Mesela ‘karmatî’ dedim, ‘haşhaşî’ dedim, ‘kan emici sülük’ dedim; turnayı gözünden vurdum.” Gâfil, bilemiyor ki esas birisi onu gözünden vuruyor; farkında değil. Şeytan arkasında sürekli, “Oh ne güzel tekrar ediyor bu; her dediğimi mırıldandıkça sürurdan bayılıyorum!” diyor.

455. Nağme: Tevbe Kaçkınlığı ve Sözde Dindarlık

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi günün “nağme”sinde şu konuları anlatıyor:

*Allah’a teveccüh sayesinde aşılmayacak problem yoktur; eğer insan, güneşe doğru yürürse, gölgesini arkasına almış olur; sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur. Allah’a yönelmemiz lazım ki nefis ve enaniyetin gölgesinde kalmayalım.

*“Seyyidü’l-İstiğfar” olarak anılan şu duayı her sabah dört kere söylemek sünnettir:

اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لاَ إِلـٰهَ إِلاَّ أَنْتَ خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي ذُنُوبِي فَإِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إلاَّ أَنْتَ

“Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. İman ve ubûdiyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misâkın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Senin bana in’âm ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve itirâf ettiğim gibi kendi kusur ve günâhlarımı da itirâf ediyorum. Rabbim! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zîra, Senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez, yegâne Gafûr Sensin.”

*İnsan çok büyük cinayetler işlemiş, kırk haramîlere serkârlık yapmış bile olsa, bir gün edip eylediği cürümlerden pişmanlık duyarak -yürekten- ulu dergâha sığınsa, mutlaka cevab-ı savab alacak ve asla geri çevrilmeyecektir.

*Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur; affedilmeyen bir günah vardır o da günahı günah görmemektir. Yapılan hatayı hafife alma, büyük günahların en büyüğüdür.

*Derya kadar büyük günahlar bile istiğfar karşısında damlaya dönüşür.

*Hak dostu ne hoş der:

“Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl”

(Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat, dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nisbetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.)

*Numan b. Beşîr’in (radıyallahü anh) naklettiğine göre, Allah’ın helal ve haramlarını en iyi bilen Efendiler Efendisi (aleyhi efdalüssalavât ve ekmelüttahiyyât) şöyle buyurmuşlardır:

إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشْتَبِهَاتٌ لَا يَعْلَمُهُنَّ كَثِيرٌ مِنْ النَّاسِ فَمَنْ اتَّقَى الشُّبُهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ وَمَنْ وَقَعَ فِي الشُّبُهَاتِ وَقَعَ فِي الْحَرَامِ كَالرَّاعِي يَرْعَى حَوْلَ الْحِمَى يُوشِكُ أَنْ يَرْتَعَ فِيهِ أَلَا وَإِنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى أَلَا وَإِنَّ حِمَى اللَّهِ مَحَارِمُهُ أَلَا وَإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ

“Şurası muhakkak ki, helaller apaçık bellidir, haramlar da apaçık bellidir. Bu ikisi arasında ise insanların çoğunun hükmünü bilmediği şüpheli şeyler vardır. Artık kim bu şüpheli alandan kaçınırsa, dinini de, ırzını da temiz tutmuş olur. Kim de şüpheli alana girerse harama girmiş olur. Tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğun sınırlarını ihlal etmesi yakındır. Şunu bilin ki, her melikin bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası vardır ki, eğer o müstakim olursa cesedin tamamı müstakim olur;  eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası, kalbdir.”

*İnsan günaha girmemek için çok dikkatli yaşamalı; fakat yine de kayıp düşerse, hemen kusurunu itiraf ederek tevbeye yönelmelidir.

*Allah gafûrdur, rahîmdir. Fakat nefis ve şeytan bazen bu yüce hakikati bile aldatmada kullanır; insana “Allah çok bağışlayıcıdır, en büyük günahları bile affeder; bu kadarcık günahtan zarar gelmez.” dedirtir ve onu tevbeden alıkoyar. Oysa istiğfar ve tevbe edildiği takdirde en büyük günahlar bile affedilebilir ama hatada ısrar edilirse, küçük günah sanılan cürümler dahi insanı felakete götürür.

*Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Allah Teâlâ, ilmi, kullarından söküp almak sureti ile kabz etmez. Lâkin ilmi, âlimleri kabz ederek alır. Âlim kalmayınca da insanlar cahilleri baş edinirler, sonra da onlara sorular sorarlar. Onlar da bilgisizce fetvalar vererek hem saparlar, hem de saptırırlar.”

*Düne kadar anketlerde Türk toplumunun aşağı yukarı yüzde kırkının beş vakit namaz kıldığından bahsediliyordu. Bu mevzuda ciddi çalışmış bir arkadaşımız dedi ki: “Maalesef şu anda yaptığımız anketler itibarıyla yüzde onsekiz/ondokuz nispetinde beş vakit namaz kılan var. İmam Hatiplerde okuyan talebenin de ancak yüzde on üçü namaz kılıyor.”

453. Nağme: Çözülmenin Önündeki Sur

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا

Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” (Meryem Sûresi, 19/59) ayet-i kerimesinde peygamberlerden ve sâlih kullardan sonra gelen hayırsız nesiller anlatılırken “half” kelimesi tercih ediliyor. Aslında “halef”, (ki biz bu kelimeyi hayru’l-halef şeklinde kullanırız) birinin yerine sonradan geçen kimse, babadan sonra kalan oğul demektir. Ayette hususiyle “half” kelimesinin zikredilmesinde şöyle bir mana söz konusudur: Arkadan gelen bu kimseler, sanki evvelkilerin soyundan/yolundan değilmiş ve onlara bütün bütün muhalifmiş gibi yaşıyorlar; öncekilerin hiçbir güzelliği bunların üzerine sirayet etmemiş ve bunlar her şeyin altını üstüne getirmiş ters insanlar.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu ilahi beyanı da açıkladığı sohbetinde hayırsız nesillerin ilk tersliğinin namazı zâyi etmeleri olduğunu anlattı. Özellikle şu hakikatler üzerinde durdu:

*Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; karanlık anları da daralır. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe dönük kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak ve eda edilmesine bağlıdır.

*“Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût Sûresi, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. Emredildiği ve Allah’ın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlâs yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse, bugün olmasa yarın mutlaka insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkor. Onu fuhşiyat ve münkerattan alıkoyan bir ibadet, evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalâlet ve dalâlete sürükleyen saiklerden uzaklaştırır; uzaklaştırır zira namaz baştan sona kadar kavlî, fiilî ve hâlî zikrullah ile örülmüş bir ibadettir. Böyle bir zikir, çok büyüktür ve Allah’ın ululuğuna münasip bir keyfiyet arz etmektedir ki “Hiç kuşkusuz Allah’ı zikir en büyüktür.. ve Allah sizin yapageldiğiniz her şeyi bilmektedir.” (Ankebût Sûresi, 29/45) fermanıyla da bu espri hatırlatılmaktadır.

*Namaz zâyi edilince artık şehevâtın önündeki surlar yıkılmış olur; her türlü arzu ve iştiha, insanı şeytanın yoluna sürükleyen bir dürtüye dönüşür. Öyle ki, şehvetlere tâbi olma zamanla o insanın tabiatı haline gelir.

Diriliş Süvarileri ve İhlası Kırmanın Büyük Vebali

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Dirilişin Erkânı

*Ruhî ve kalbî hayatımız adına yitirdiğimiz şeyler nelerse -ihyâ hareketi, ihyâ hamlesi adına belki en önemli mesele odur- yeniden yitirdiğimiz o şeyi bulmak; onu bütün canlılığıyla tabiatımızın bir yanı haline getirmek; başkalarına gösterme niyetiyle değil fakat başkalarına rehberlik yapma adına onu çok parlak olarak sergilemek… İnsanlığın şeklî müslümanlıktan, sûrî müslümanlıktan kurtulması buna bağlıdır.

*Namaz kılan insan değil; namaz delisi olan insanlar!.. Hadis-i şerif ifade ediyor: Mescitten çıktıktan sonra kalbini mescitte bırakan.. “muallak” tabiriyle.. kalbi takılmış, mescidin bir yanında kalmış: “Ya biz öğleyi kıldık, bu müezzinler niye ikindi ezanını okumuyorlar ki? Koşa koşa gidelim, bir defa daha Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde el pençe divan duralım. Eğilelim, azametini ifade edelim; küçüklüğümüzü ifade edelim; başımızı yerlere sürelim: ‘Allah’ım, büyüklüğün adına bunları yapıyor ve bunlarla kendi küçüklüğümüzü haykırıyoruz.’ diyelim!..” İnsanlığın İftihar Tablosu, fazilet sıralaması içinde zikrettiği şeyler arasında, “Mescitten ayrıldıktan sonra kalbi mescide takılı kalan insan” diyor. Bu da namaz delisi olmaya bağlı; oruç delisi olmaya bağlı; teheccüd delisi olmaya bağlı; her şeyi şuurluca yerine getirme delisi olmaya bağlı. En azından buna talip olmaya bağlı!..

*Kalbinizi Cenâb-ı Hakk’a tevcîh ettiğinizde, kirlenmemiş kalblerinizle O’na yöneldiğinizde, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün, öbür gün olmasa daha sonraki gün siz onu duymaya namzet bulunuyorsunuz. Aslında bu duyduğunuz şeyleri başkalarına da duyurma, gerçek bir ihyâ hareketi mimarlarına düşen vazifedir: İnsanları şeklîlikten kurtarma; sûrîlikten kurtarma; hakîki müslümanlığa, yani kalbî ve rûhî hayata yönlendirme; onların günlük siyasetin dedikodusundan sıyrılmalarını sağlama; Allah ile münâsebet mevzuunda kavî hale getirme…

*Bu açıdan öyle bir heyet oluşturmaya ihtiyaç var: Zannediyorum sadece kendi ülkeniz değil veya daha geniş dairede kendi dünyanız değil; İslam dünyası diye, şeklen belli bir coğrafya ile belirlenmiş İslam dünyası değil; belki belli ölçüde, dostlara dost seviyesinde, taraftara taraftar seviyesinde, kardeşe kardeş seviyesinde, beyne beyneye beyne beyne seviyesinde… “Yahu meğer insanlık buymuş! Bizim ütopyalarda aradığımız şeyi meğer bu insanlar yaşıyormuş!” derler. Bir yerde böyle maya mahiyetinde oluşturacağınız bu keyfiyet, bu engin hal, dalga dalga bütün dünyaya yayılacak, bütün dünyadan beklediğiniz şeyleri o zaman Allah’ın izni inâyetiyle bulacaksınız. İnsanlığın böyle bir dirilişe ihtiyacı var.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Her Zaman Diriliş Erenlerinin Arasındadır

*İnsanlığın, dini, sahabi gibi duymaya ihtiyacı var.. dini, Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Osman gibi, Ali gibi (radiyallahu anhüm ecmain) duymaya ihtiyaç var.

*O Zât aramızdan silinip gitmemiştir; şahs-ı manevi olarak aramızdadır. Namaza durduğumuz her zaman imamın önünde de O’nu mülahaza etmek suretiyle “Evet, Sen varsın Allah’ın izniyle ve her zaman içimizdesin!.. Aslında bir referans olarak rüyalarımıza girip durmakla da bizim içimizde dolaştığını Sen ifade ediyorsun ey Allah’ın şanı yüce nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem)” der gibiyiz. Kalbi temiz insanların rüya ufkunda tecelli ediyor, “Beraberim, ben sizin içinizdeyim!” diyor. O’nun içimizde olması bizi şereflendiriyor. Biz de bir yönüyle O’na liyakat peşinde koşmak suretiyle liyakatimizi korumalıyız. Yoksa O’na karşı saygısızlık yapmış oluruz.

*Bunun dışındaki şeyler hep tali şeylerdir. Şöyle Müslümanlık, böyle Müslümanlık.. onu aksatarak, bunu aksatarak, elli türlü yalanla-dolanla kendini farklı göstermeye çalışma, öyle bir gayret içinde bulunma.. bu bizim gibi saf-derun insanları aldatsa bile mele-i alanın sakinlerinin karnı toktur buna ve ilm-i ilahide hiçbir ifadesi olmaz.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm da sadece ona karşı yüzünü ekşitir.

Soru: Eserlerde “(…) bazı hissiyât-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakâik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” deniliyor. İhlassızlığı şahsî bir kusur olmaktan çıkaran bu üç hususun şerhini lütfeder misiniz?

“Allahım, ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyoruz!..”

*İhlas, insanın, yaptığı her şeyi Allah emrettiğinden dolayı, O’nun rızasını hedefleyerek, başka mülahazalara takılmadan işlemesi demektir. Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.Bu mülahazaya bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’a karşı arz-ı ubudiyette bulunma, ihlastır.

*Ellerinizi kaldırdığınızda günde bir milyon defa “Allahümme el-ihlasa ve rıdâke – Allahım ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyorum!” deseniz, meselenin büyüklüğü açısından yine kadrine uygun bir teveccühte bulunmuş sayılmazsınız.

*İbadette saf olma, dupduru olma, sadece onu hedefleme ve onu hedeflerken de başka beklentiye girmeme.. hatta cennet varmış, huri varmış, gılman varmış; o mevzuda bir talebimiz olursa, onu da Efendimiz’in şefaatiyle ve ehl-i beytinin delalet etmeleriyle Allah’ın fazlı, bize ekstradan bir armağanı olarak isteme. Kullukta asıl gaye ihlasla yapmak ve neticede sadece meseleyi Allah’ın rızasına bağlamaktır.

İhlas’ın Güveleri

*İhlası yiyen, delik deşik eden, bir güve gibi kemiren şeyler vardır. “Hissiyât-ı süfliye” diyor Bayağı bir kısım hisler; garîze-i beşeriye ve hayvaniye gibi şeyler. Rahatlık duygusu, şöhret arzusu, korku ve bohemlik gibi hisler. Ve “menâfi-i cüz’iye” diyor. Bütün bir dünya da olsa eğer uhrevîlik ve melekûtîlik adına size bazı şeyleri kaybettiriyorsa, onların hepsi cüz’î şeylerdir, menâfi-i dünyeviyedir; size büyük şeyleri kaybettiriyor.. ihlas kırılıyor bunlarla.

*Hissiyât-ı süfliyye ve menâfi-i cüz’iyeyle ihlas kırılırsa -hafizanallah- insanlar “Allah yolu” derler, “hizmet yolu” derler çıkarlar da sonra halkın teveccühü olur, imrenir bir yere girerler.. ondan sonra dün fakirdiler, gecekondularda oturuyorlardı; bugün “Hazır böyle bir fırsat doğmuşken -insanlar da şakır şakır imkanlarını bizim önümüze döküyorsa şayet- bu bizim hakkımız. Söz de bizde bitiyor. Biz niye böyle gemisiz, villasız, yalısız yaşayalım ki, bizim de olsun.” derler. Bunlar irtişâ bile olsa… Zaten diyenler de var: “Hediyedir aslında bunlar. Hediye veriyorlar, dolayısıyla siz de onlara mukabelede bulunuyorsunuz; Efendimiz’in hadisine uyarak: Size birisi hediye verdiği zaman, siz de ona bir hediyeyle mukabelede bulunun!” Böyle ancak Dümbüllü İsmail’i güldürecek şeylerle onlara payanda olursanız, destek olursanız, onlar da -maşallahı var zaten- o mübarek başlarını alır balıklamasına girerler o işe. Allah öyle bir sukuttan sizi, sizin neslinizi, sizin gibi düşünenleri muhafaza buyursun. Sukuttur, kazanma yolunda kaybetme demektir; şehrahta, otobanda trafik kazası yapmak demektir.

*Bazı kimseler böyle şirazeden çıkarlarsa, endazesiz yaşarlarsa, ölçüleri görmezlikten gelirlerse, izan bilmezlerse ne olur? Hizmetteki kardeşlerimizin hukukuna tecavüz olur. Bir tek fert bile yapsa, “bunlar da böyle” derler. Hani şimdi demiyorlar mı? Bazılarımızın bazı yanlışları, bazı hatalarıyla herkesi karalıyor, bir yönüyle Hizmet hakkında olumsuz bir algı oluşturuyorlar. Bir diğer taraftan da kendileri gırtlaklarına kadar günaha giriyorlar. Yahu bir insan yapmıştı onu, iki insan yapmıştı onu, yapmıştıysa şayet. Fakat koskocaman bir camiayı karalıyorlar. Hukukun temel disiplinleriyle de beraat-i zimmet esastır. Sonra suç şahsidir; kusuru varsa bir insanın, kusur şahsidir; onunla bir cemaatin, bir hareketin umum efradını kusurlu görmek meselesi öyle bir vebaldir, günahtır ve su-i zandır ki küfre denk sayılır o, hafizanallah.

Dünya Karşısında Rükûa Varan Bir Gün Ona Secde de Eder!..

*Bir insan, iki insan bu mevzuda nizamı, ahengi koruyamaz, inhiraf ederlerse, hissiyât-ı nefsaniyelerine yenik düşerlerse, menâfi-i cüz’iyye karşısında rükûa varırlarsa.. rükûa varan insanın secdeye kapanması mukadder demektir; rüku, secdenin en inandırıcı referansıdır. Dünya karşısında rükûa varan insanlar, er geç bir gün dünya karşısında secdeye de varırlar. Marifet kahramanının “Hel min mezid” ufku, Allah adına marifetini artırma istikametindedir. Ehl-i dünyanın o mevzudaki ufku da “daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da işarette bulunuyor: “İki dağ cesametinde altını olsa, üçüncüsünü ister!” diyor. İnsandaki bitip tükenme bilmeyen tûl-i emele dikkati çekiyor. Hazreti Pir de tûl-i emelin temeline vurguda bulunuyor, “tevehhüm-ü ebediyet” diyor: Sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşama!.

*Halbuki, yarın öbür gün vefat edip gittiğin zaman “Ne kendi eyledi rahat / Ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubur!’’ dedirtmek var!.. Bir de “Bizim yıkılmış gitmiş ruhlarımızı ikâme etti, bize doğruyu gösterdi, bizim için endaze oldu, o sayede mizanlı hayata ulaştık; Allah ebeden ondan razı olsun!..” dedirtme var. Temkinli yaşamak lazım.

*Birileri dünya çapında, sizin hakkınızda, “Bunlar da böyleymiş!” dedirtme peşinde koşuyor. “Bunlar da böyleymiş; bunlar da insanın gafletinden istifade etmek istiyorlarmış, bunlar da fırsat bulup insana çelme takmak istiyorlarmış, bunlar da insanı kündeye almak istiyorlarmış!..” gibi hiç olmadık şeylerle karalıyorlarsa şayet -hafizanallah bir de düşünün- olmuş şeylerle diyecekleri şeyler öyle bir sıvanır ki hiçbir deterjanla o lekeyi silemezsiniz, gideremezsiniz. Hüviyet-i asliyenize kendi halinizi irca edemezsiniz. “Kur’an talebesi ama bakmayın, adları öyle; onlar da aynı haltları karıştırıyorlar, onlar da yalı peşinde, villa peşinde, para peşinde, milleti sağma peşinde…” Bunu dedirtmeyelim.

*İhlasın bir derinliği de yapmadıklarını Allah’tan dolayı yapmamak, O’nun rızasına uygun olmayan işlerden sakınmaktır.

451. Nağme: Kutsala Saygı, Teröre Lanet

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir hafta önce, 9 Ocak 2015 Cuma günkü Bamteli sohbetinde sözlerine “gönüllere girme” konusuyla başlamış; sonra insanlara verilebilecek “en büyük hediye”nin ne olduğunu anlatmış; akabinde aşağıdaki sualimiz üzerine, âhirzaman fitneleri, kutsala saygı ve terör hadiseleri ile ilgili çok hayatî esaslara dikkat çekmişti.

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in âhirzamanın dehşetli hadiselerinden ve fitnelerinden haber vermesinin hikmetleri nelerdir? Mü’minler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gayb-bîn gözüyle ve engin şefkatiyle dile getirdiği bu konudaki hadislerden gerektiği ölçüde istifade edebilmişler midir?

Hocamız bu soruya cevap sadedinde hem son olayları değerlendirmiş hem de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kitabu’l-fiten ve’l-melâhim” başlığı altında nakledilen hadislerinde âhirzamanda cereyan edecek hadiseleri anlatmasındaki hikmetleri ve mü’minlere verdiği mesajları açıklamıştı.

Belki bu mühim sohbet hemen de neşredilebilirdi. Fakat bazı mülahazalarla, sonraki iki hasbihale öncelik verdiğimiz ve onları sıcağı sıcağına yayınladığımız için bunu birkaç gün geciktirmiş olduk.

İstifadeye medar olması dileğiyle arz ediyoruz.

450. Nağme: O Yâr Değilse, Bütün Dünya Alkışlasa Ne Fayda?!.

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Bir talebesi, Bediüzzaman Said Nursî hazretlerine hitaben yazdığı mektubunda ona ve eserlerine karşı duyduğu hayranlık ve medyuniyet hislerini ifade ederken diyor ki:

“Aziz Üstad, hizmetin göklerde gezsin ve siz destanlarda geziniz.”

Hazreti Bediüzzaman, bu risaleyi Lahikalara dâhil ederken mezkûr cümleye şu hâşiyeyi (dipnotu) ekliyor:

“Bu kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, her şey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek, Cenâb-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki, “وَاجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلاٰخَرِينَ – Bana, arkamdan hayırla yâd edilmeyi nasip et.” (Şuarâ Sûresi, 26/84) buna işarettir. Said”

Hazreti Üstad, bu dipnotta ihlas hakikatiyle alakalı çok hayati bir problemi hallediyor. Ortaya konulan bir amel karşısında insanların takdir ve alkışlarına nasıl bakmak lazım geldiğini illet, müreccih, müşevvik ve alâmet-i makbuliyet kavramlarını kullanarak açıklıyor.

İşte günün nağmesi olarak neşrettiğimiz bu sohbette, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye Hazreti Üstad’ın yukarıdaki sözlerinin şerhini sorduk.

Aldığımız cevabı 26:11 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Endişe, Ümit ve Tevekkül

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, 6-7 saat önce sona eren sohbetinden bazı cümle ve paragraflar şöyle:

*İncitseler de incinme! Sövseler de, sövmeyi tahayyül bile etme! Nöronlarına hâkim isen, rüyalarına bile girmesine meydan verme! Muktezâ-yı beşeriyet olarak, hayaline gelip çarpabilir o türlü olumsuz esintiler. Hemen sıyrılmaya bak onlardan!

Savrulanlarla Savrulmamalı!..

*Başkalarının insanlık dışı tavırları ve davranışları bizi önüne katıp, aynı düşünce ve aynı anlayışa sevk ediyorsa, irademiz zayıf ve ayağımızı sağlam yere basamıyoruz demektir. Elin âlemin savulması veya savrulması bizde savrulma meydana getiriyorsa, sabitkadem değiliz demektir.

*Varsın herkes kendi karakterinin gereğini yapsın, söylesin, yazsın, çizsin; elli türlü iftiraya başvursun; yalanın katmerlisini söylesin. “Yalan bir lafz-ı kâfirdir” diyor çağın müceddidi; yalan, münafıkların da en birinci sıfatı. Kimileri yüz defa yalan söylese de bu sizi tek bir yalan söylemeye sevk etmesin! Başkalarının öyle bir kâfir sıfatını irtikâp etmesi, onu sizin irtikâp etmenizi mubah kılmaz. Haram her zaman haramdır.

*“Herkes karakterinin, maddî manevî donanımının gereğini sergiler. Yol bakımından kim dosdoğru hidayet üzerinde, onu Allah bilir!” (İsrâ, 17/84) Kendimizi Allah’ın bilmesine göre ayarlamak mecburiyetindeyiz. Madem Allah biliyor her şeyi, onları da biliyor, sizi de biliyor! Herkese yaptığına göre muamele edecek. Bazılarının fiilleri zulüm seviyesinde olmuşsa, dünyada cezalarını çekecekler. Küfürse, mahkeme-i kübrâya bırakılacağını yine Hazreti Pîr-i Muğân, Şem-i Tâbân ifade buyuruyor. Bize mü’mince nezaketimizi korumak düşer.

*Öyle görülüyor ki, imana ve Kur’an’a gönül vermiş, bir yönüyle millî dinî mefkûrelerini bayraklaştırmaktan, Hazreti Pîr’in ifadesiyle o yüksek gâye-i hayallerini realize etmekten başka bir mülahazası olmayan insanlara bundan sonra da gelen çelme takacak, giden çelme takacak. Bazıları kündeye alacak; bazıları el ense yapacak. Fakat siz bütün bu oyunlara gelmemeye bakarak, Allah’ın izni ve inâyetiyle, sürekli, hiç yılmadan işinizi devam ettirmeye bakmalısınız.

*İnsanlara karşı edep çerçevesinde hareket etmeyenlerin, Allah’a karşı edepli olmaları da beklenemez. Size karşı edepsizce davranan ve hakkınızda yalanın her türlüsünü tecvîz eden kimselerin Allah’a karşı saygılı oldukları da düşünülemez.

*Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a ait bir beyan: “Aza teşekkür etmeyen, çoğa da teşekkür etmez.” Bir başka nebevî söz: “Şükrü insanlara karşı ahlak haline getirmemiş birisi, Allah’a da teşekkür etmez.” Yani o kaba saba, küstah, nankör birisidir.

*Demek ki insan teşekkürü tabiatına mâl etmiş, içselleştirmiş, bir derinliği haline getirmişse, insanların yaptığı iyiliklere karşı güzel mukâbelede bulunur ve böyle biri Allah’a karşı teşekkür, hamd ve senâda da katiyen kusur etmez. Bu, Peygamber yolunda yürüyenlerin -Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun-, müctehidîn-i fihâm yolunda yürüyenlerin, müceddidîn-i kirâm yolunda yürüyenlerin, Hazreti Müceddid-i A’zam yolunda yürüyenlerin şiarı olmalı!

Efendimiz’in Endişeleri

Soru: Şüphesiz sika ufkunun kahramanı olan Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, kara bulutların toplanması ve rüzgârın sert esmesi karşısında dahi mübarek çehresine yansıyacak ölçüde endişelenir ve duaya dururdu. Bugün mü’minler olarak lakayt denecek kadar rahat yaşadığımız, hatta tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığımız söylenebilir mi? Hadiseleri derinden duyma ile imanın kuvveti arasında bir münasebet söz konusu mudur?

*Evet, dediğiniz o husus öyleydi; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) havada bir bulut belirdiği zaman endişe duyar ve duaya dururdu.  Çünkü bazı kavimlerin başına bela gelirken ilk defa bir emare olarak öyle bir şey zuhur etmişti. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktaydı:

فَلَمَّا رَأَوْهُ عَارِضًا مُسْتَقْبِلَ أَوْدِيَتِهِمْ قَالُوا هَذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَا بَلْ هُوَ مَا اسْتَعْجَلْتُمْ بِهِ رِيحٌ فِيهَا عَذَابٌ أَلِيمٌ

“Vaktâ ki, bildirilen azabı, vâdilerine doğru enlemesine yayılarak ilerleyen bir bulut halinde görünce, ‘Bu, dediler, bize yağmur getiren bir bulut!’ (Hazreti Hûd şöyle dedi) Hayır bu, sizin gelmesi için acele edip durduğunuz şeydir, yani can yakıcı azap taşıyan bir rüzgârdır! Rabbinin izniyle her şeyi devirip yerle bir eden bir kasırgadır.”(Ahkâf, 46/24)

*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselam) şiddetli bir rüzgar estiği zaman yine “Acaba bu Ad kavmininin altını üstüne getiren o rüzgar gibi mi? Kayaların içine giren o insanları yerlerinden söküp saman çöpü gibi ve ağaçların başından aşağıya dökülen, riha maruz o tibn-i bikararlar gibi sağa sola savurur mu?” diye endişe duyar, rengi benzi kaçar, bent-beniz kalmazdı. Allah’a ne kadar iman ediyorsa ve O’na karşı ne ölçüde reca duygusu varsa, adeta o ölçüde de korkuyor, Allah’ın büyüklüğü karşısında mehafet ve mehabet hisleriyle dolu bulunuyordu. Çünkü O, ihsan abidesiydi. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cîlî’nin ifadesiyle mutlak manada insan-ı kâmildi. Her şeyi belki bütün insanlığın duyduğu derinlikte duyuyordu.    

Yakarışla Geçen Gecelerin Finali

*Efendimiz’in (aleyhi efdalüssalati vetteslimat) bu korkusunu bizim endişe duyduğumuz basit, sıradan korkulara irca etmemek lazım. Bir canavardan korkmak, bir zelzele olduğunda korkmak gibi değil O’nunki. O, ümmeti adına endişe duyardı. “Acaba kusurumuz mu oldu?” diye düşünürdü. Zira mukarrebîn kusura kendi zaviyesinden bakar. Onun için, rüzgârın sertçe esmesi, semada bir bulutun belirmesi, bir şimşeğin çakması, bir gök gürültüsü gibi hadiseler karşısında “Acaba Cenâb-ı Hak bununla tedip mi ediyor, tazip mi ediyor?!.” der; ümmetinin başına bir şey geleceğinden endişe duyardı.

*Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o âna kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi.

Efendimiz “Ümmetim arasına ihtilaf ve iftirak düşmesin!..” Dedi, Fakat…

*Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), başta sahabe-i kiram efendilerimiz olmak üzere, kıyamete kadar gelecek bütün ümmeti hakkında o endişeyi duyuyordu. Mesela, İnsanlığın İftihar Tablosu “Ümmetim arasına ihtilaf ve iftirak düşmesin!..” diye içi yanarcasına inleyip duruyordu.

*Vifak ve ittifak tevfik-i ilahinin en mühim vesilesiyse, Muhyiddin İbni Arabi hazretlerinin mukabileyn mülahazasına bağlayarak diyebiliriz ki, ihtilaf ve iftirak da bir yönüyle hezimetin en büyük sebebidir.

*Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), yine bir gün ümmet-i Muhammed’in dertleriyle iki büklümken, Hazreti Rahman u Rahîm’den üç talepte bulunmuştur; ümmetinin geçmiş kavimler gibi toplu helâke uğramaması, bir düşmanın tasallutunda ebediyen kalmaması ve tefrikaya düşmemesi için niyaz etmiştir. Allah Teâlâ, Rasûl-ü Ekrem’inin ilk iki duasını kabul eylemiş, fakat üçüncüsünü belli hikmetlere binâen geri çevirmiştir. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri, mealen şöyle buyurmuştur: “Habibim, Ben bir hüküm verirsem, artık o öylece gerçekleşir. Sana ahdim olsun ki, ümmetini umumî kıtlıkla cezalandırmayacağım, toplu şekilde helâke uğratmayacağım ve köklerine kibrit suyu akıtıp mevcudiyetlerine tamamen son verecek bir düşmanı onlara musallat etmeyeceğim. Fakat, onlar kendi aralarında kavgaya tutuşup birbirlerine kıyacaklar!..” Evet, başka kavimler isyana daldıkça semavî ve arzî afetler onları bütünüyle kırıp geçirmiştir; ama ümmet-i Muhammed böyle bir akıbetten sıyanet edilmiştir. Ne var ki, inananların da cürüm işledikçe birbirlerine düşmeleri, birlik ve beraberliklerini kaybetmeleri, ihtilaf ve iftiraklarla hırpalanmaları mukadderdir. İşte, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, böyle bir felaketin ümmetinden uzak olması için de dua dua yalvarmış; ancak, bazılarını tahmin ettiğimiz ama ekseriyetini bilemeyeceğimiz pek çok hikmete binâen Cenâb-ı Hak, Habîb-i Edîb’inin bu niyazına “kabul” mührü vurmamıştır.

*Kanaatimce, bu hikmetlerden birisi, insan iradesine dikkat çekmek ve ittifakın iradeye vâbeste bir mesele olduğunu bildirmektir. Vifak ve ittifakın temini için insanlardan iradelerinin hakkını vermeleri istenmektedir. Şüphesiz, “hissî kardeşlik” de önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu hissîlikten daha çok aklî, mantıkî ve irâdîdir; gerçekleşmesi için de karar, azim ve gayret gereklidir. Mü’minlerin anlaşıp birleşmelerinde ve birbirlerini sevmelerinde esas olan, hissîlikten öte, duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin, içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Mesela; “Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir… Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir… Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır.

*“İlle de ben, benim dediğim, benim düşüncem, benim mülahazam, benim tayfam, benim takımım…” dediğiniz zaman, hiç farkına varmadan bugün belli bir zümreyi karşınıza almış olursunuz. Siz bu huylarınızla hareket ettiğiniz takdirde, yarın karşınıza almayacağınız kimse kalmaz. Bugün birilerine diş gösteriyor, bir yönüyle o huyunuzla ortaya çıkıyorsanız ve o sizin tabiatınız ise, yarın başkaları çok korksun, onlara da diş gösterecek, onları da ısıracaksınız demektir, hafizanallah. Onun için mülayemet, mülayemet, mülayemet.

Nurunuz Sönmez, Söndürülemez Ama…

*Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece dua yönüyle bakacak olursanız, zannedersiniz ki bütün işi-gücü dua. O’nu dua yönüyle müceddidler, büyük veliler ve çağımızda Hazreti Pir tam temsil etmiş.

*Bugün müminler olarak çok rahat yaşadığımız, hatta tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığımız söylenebilir mi? Bazılarımız itibarıyla “evet” diyebiliriz. O meseleyi derince duyan insanlar vardır. Dudaklarından her an dualar dökülen insanlar vardır. Namazını bitirip yemeğe gelirken, o arayı bile boş geçirmeyip sürekli dua eden insanlar vardır.

*Şimdi sağanak sağanak belalar geliyor başımıza. (Fuzulî’nin sözünü az değiştireyim) “Dertliyim dersen belayı dertten âh eyleme / Âh edip âhından ağyarı âgah eyleme.” Bu âh eylememe, size katlanmış bir sevaba vesile olur. Fakat belaların böyle sağanak sağanak geldiği dönemde bir de tazarru ve niyazda bulunma, sürekli sızlanıp denecek şeyleri deme çok önemlidir. Böyle belaların yağdığı bir dönemde bir dakikamızı dahi boş geçirmemeli ve başka işlerimizi yaparken bile mülahazalarımızla olsun Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ve niyazda bulunmalıyız.

*Kaldı ki bir yönüyle, devahi (bela ve musibetler) çok büyük. Adamlar tamamen tenkile (kökten kazımaya) karar vermişler. Fakat emin olun, bu iş Cenâb-ı Hakk’ın size lütfuysa şayet, katiyen hiç kimse onu kökten kazıyamayacaktır Allah’ın izni ve inayetiyle. “Takdîr-i Hudâ kuvve-i bâzu ile dönmez / Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.” (Ziya Paşa) Sönmeyeceğine, söndürülemeyeceğine içten iman u izanla vazifeye devam Allah’ın izni ve inayetiyle.

*Bir insan, imanının gücü nispetinde, endişe duyulacak şeylerden derin endişe duyar, sevinecek şeylerden de o ölçüde sevinç duyar. İmanının derinliğiyle mepsuten mütenasiptir (doğru orantılı) bu duyma meselesi. İnancınız ne kadar güçlüyse o kadar akıbet-endiş olursunuz. Zaten, akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir.

449. Nağme: Gurbet, Güzel Ahlak ve Katlanan Vazife

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin rahle-i tedrisinde, tefsir ve fıkıh derslerine ilaveten haftanın iki günü birer fasıl kitap özetlerine ayrılıyor. Türkçe, Arapça ve İngilizce yazılmış dikkate değer eserler talebeler arasında paylaştırılıp sırayla hulasa ediliyor.

Bir-iki haftadır Belagat ile ilgili bir kitap üzerinde duruluyor. Geçen gün “iktibas” konusu işlenirken Ebû Ca’fer el-Endelûsî’nin şu dörtlüğü misal olarak zikredildi:

لَا تُعَادِ النَّاسَ فِي أَوْطَانِهِمْ

قَلَّمَا يُرْعَى غَرِيبُ الوَطَنِ

وَإِذا مَا شِأْتَ عَيْشًا بَيْنَهُمْ

{خالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ}

“İnsanlara bilhassa kendi yurtlarında düşmanca davranma! / Çünkü gurbette yaşayan kimse, çok nadir gözetilir. / Şayet başka bir ülkenin vatandaşları arasında yaşamak istiyorsan, / İnsanlara karşı her zaman güzel ahlaklı ol!”

Dünkü sohbette, muhterem Hocamıza, özellikle küresel bir köy haline gelen dünyada bu sözün neler ifade ettiğini ve farklı ülkelerde yaşayan insanların öncelikle nelere dikkat etmeleri gerektiğini sorduk.

Soru cevap faslından önce, gamsızların çoğunlukta olduğu bir dünyada mukaddes ızdırap yudumlamanın kıymetini anlatan Hocaefendi’nin hem selim vicdanları muhasebeye sevkeden ilk ifadelerini hem de sualimize cevap sadedinde söylediklerini günün nağmesi olarak arz ediyoruz.

Hürmetle…