Posts Tagged ‘gönül’

Hüzün, Gönül ve Dil

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir eziyet, bir gam, hatta bir diken batması, mutlaka günahlara kefaret ve kurbete vesiledir.”

Kaza ve Kader’e can iledir inkıyadımız; hakkımızda Cenâb-ı Hak, ne takdir etmiş ise, onu seve seve karşılarız. Dişimizi sıkarız, iradî olarak; irademize aşkın gelen şeyler karşısında, irademizi sonuna kadar kullanır, O’ndan gelen her şeyi rıza ile karşılamaya çalışırız. O’ndan gelen şeylere karşı hoşnutluk, menfî yönden ibadet sayılan çok önemli bir husustur; vesile-i kurbet olur. Elverir ki dedi-kodu etmeyelim, güftügû etmeyelim bu mevzuda.

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.” (Enderûnî Vâsıf) O, takdir buyurduğuna göre her şeyi, mutlaka akıbetinde rıza-dâde olanlar için bir hayır vardır. Ayağınıza batan bir diken bile, bir sürü günahı alır götürür. O öyle olduğu gibi, اِتَّقِ اللَّهَ، وَلَا تَحْقِرَنَّ مِنَ الْمَعْرُوفِ شَيْئًا “Allah’tan kork, takva dairesi içine gir, sığın Allah’a ve maruflardan hiçbirini hafife alma!” buyurmuştur Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Yine bir hadis-i şerifin ifadesiyle إِمَاطَةُ اْلأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ “İnsanların ayağına dokunmasın diye âlemin gelip-geçtiği yoldan bir taşı kaldırıp kenara atmak” da imanın bir parçasıdır ve o da vesile-i kefaret olur.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin gazabına sebkat etmesini ve her şeyden daha vâsi’ olmasını bu mülahazalara bağlayarak anlamak lazım. Çok küçük şeyleri, Allah (celle celâluhu), böyle büyük semerelere vesile kılar. Kendisinin (celle celâluhu) beyanı ile, hadis-i şeriflerin beyanı ile, bir hayır ile Huzur-i Kibriyâsına gidildiği zaman, Allah, on tane eltâfta bulunur. Ama bir seyyie ile gidildiği zaman, rahmeti, o meseleyi eritmiyor ise, bu defa bir tane seyyieye göre mukabelede bulunur.

Bir de O’nun rahmetinin vüs’atini bu zaviyeden değerlendirmek lazım. İhlas ve samimiyetin derecesine göre, katlanılan şeylere mükâfatla mukabele eder. İster belâ ve mesâib karşısında, ister ibadet ü taat külfeti karşısında, isterse daha başka şeyler karşısında dişini sıkıp katlanmayı günahlara kefaret ve kurbet vesilesi kılar. Sabrın çeşitleri açısından meseleyi düşünebilirsiniz. İster günahlara karşı dişini sıkıp sabretme, ister günümüzde olduğu gibi insanların üzerine belâ ve musibetlerin sağanak sağanak yağması karşısında tahammül gösterme de böyledir.

Referans olarak gördükleri rüyalarda “Az kaldı, az kaldı, az kaldı!” dendiğini anlatıyorlar. Bu “Az kaldı!”lar karşısında, sıkılıp da “Yahu ‘Az kaldı!’ deniyor da hâlâ iki sene geçti, bitmedi!” filan mülahazasına girmeden, bunu da demeden… “Az kaldı!” Hangi zamana göre “Az kaldı!” Ne biliyorsunuz; “Az kaldı!” bir sene mi, iki sene mi, üç sene mi?

İnsanlığın İftihar Tablosu, “Az kaldı!”yı on sekiz sene yaşadı. “Az kaldı!” Allah (celle celâluhu), o kasvet bulutlarının sıyrılacağını söyledi, “Az kaldı!” dedi. Ama on üç sene Mekke’de, beş sene de Medine-i Münevvere’de; canlara can, canımız kurban, İnsanlığın İftihar Tablosu, Hazreti Sahib-i Zîşân, tam on sekiz sene çekti. Ee geriye ne kalıyor? Beş sene, peygamberliğinden… Beş senede düzen kuruldu, askerleri dünyanın sağında-solunda açılımlar sağladılar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. “Askerleri” mi, “Ashâbı” mı? “Arkadaşları/yol arkadaşları” demek; yol arkadaşları, inanç arkadaşları, Allah nezdinde maiyyet arkadaşları, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) postnişinleri. Postnişin, Tasavvuf’ta kullanılan bir tabir; aynı seccadeyi, aynı postu paylaşanlar.

Evet, yürüdü onlar dünyanın dört bir yanına, ellerinde meşaleler ile. Tutuşturdular başkalarının meşalelerini de. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekti orada on sekiz sene. Ama öyle sevaplar kazandı ki!.. Bakın bugün bile siz, her hayırlı işinizde O’nu hayır ile yâd ediyorsunuz. Ezan okunuyor, yâd ediyorsunuz; namaz kılıyor, salat ü selâm ile yâd ediyorsunuz. Ümmetinin işlediği her sevap, bir misliyle, O’nun defter-i hasenatına kaydoluyor. O, engin ufuklu, Nâmütenâhî’ye ermiş, Fenâ-fillah, Bekâ-billah olmuş bir Zât. Nâmütenâhî istikametindeki nâmütenâhî seyrinin devamı adına, sizden giden şeyler, yine O’nun defter-i hasenâtına kaydoluyor. Kim bilir sizden giden armağanlar ile ne kadar seviniyor?!. Ne kadar mânen sizin yüzünüze bakıyor, yüzünüzde beşâşet hâsıl olmasını intizâr buyuruyor?!. Biz de O’nun şefaatini intizâr ediyoruz.

   Nice masumlar ve sevdiğimiz insanlar, hasret ve hicran içinde vefat ettiler; çoğumuz yakınlarımızın cenazelerinde bulunamadık; onları binlerce kilometre öteden gıyabî namazlarla uğurladık; fakat asla kadere taş atmadık!..

Evet, “kader” dedik. Benim candan sevdiğim bir arkadaşım, yurt dışında kanser idi. “Türkiye’ye gelirse, tedavi edilebilir.” dendi. “Hayır! Gelirsen, bakmayız gözünün yaşına, seni içeriye atarız!” dediler. Yurt dışında vefat etti. Böylelerinin cenazesi Türkiye’ye götürüldüğü zaman da -zannediyorum- cenazeye bile ciddî bir saygısızlık yapılarak Kimsesizler Mezarlığı’na gömülüyor. Bunların hepsi “hükm-i kader”, bir yönüyle… “Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner / Şâd u gam-ı felek, böyle gelmiş, böyle gider.” Peygamberlerin âzâde olmadığı şeylerin, sizin için olmamaları söz konusu değil, olacaktır bunlar.

Söylemek doğru değil belki ama benim kardeşlerim… Biri aynı zamanda çocukluk arkadaşım, el-ele tutup koşturduğum, buradan bir arkadaşınızın da kayınpederi; el-ele koşturduğum… Ama cenazelerinde bulunamadım, gidemedim. Öyle bir zulüm irtikâp ediliyor ki, kânunu yok, kuralı yok, sağlam bir mesnedi yok!..

Şimdi bir baba, evladı orada vefat ediyor. Bir acı vefat… Bir sızı halinde onun içine düşüyor ama gidip evladının cenaze namazını kılamıyor. Neyse ki biz burada gıyâbî kılıyoruz. Gıyâbî mi, zuhûrî mi? Nezd-i Ulûhiyet’te hangisi daha fazla hora geçer? Onu kestirmek mümkün değil. Belki de bu, ona şimdiden ulaştı; kefenin içinde, çoktan bir bişâret halinde ona sundular melekler. Münker-Nekir, sizin burada bi-zahri’l-gayb yaptığınız duaları ona ulaştırdılar ve dediler ki: “Sana مَنْ رَبُّكَ؟ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ وَمَا دِينُكَ؟ ‘Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin nedir?’ diye sormaya lüzum yok! Tâ bilmem nerede, kaç bin kilometre ötede, senin için namaz kıldı, Fatiha okudu, dua ettiler! اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّنَا وَمَيِّتِنَا، وَشَاهِدِنَا وَغَائِبِنَا، وَصَغِيرِنَا وَكَبِيرِنَا، وَذَكَرِنَا وَأُنْثَانَا، اللَّهُمَّ مَنْ أَحْيَيْتَهُ مِنَّا فَأَحْيِهِ عَلَى الْإِسْلَامِ، وَمَنْ تَوَفَّيْتَهُ مِنَّا فَتَوَفَّهُ عَلَى الْإِيمَانِ، وَخُصَّ هَذَا الْمَيِّتَ بِالرَّوْحِ وَالرَّاحَةِ وَالْمَغْفِرَةِ وَالرِّضْوَانِ ‘Allah’ım! Bizim dirilerimizi, ölülerimizi, hâzır ve gâib olanlarımızı, büyüklerimizi ve küçüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı afv ü mağfiret buyur. Ya Rabb! Bizden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat; öldürdüklerini iman üzere öldür. Bilhassa bu merhumu kolaylığa, rahatlığa, mağfirete ve rızana erdir.’ dediler.”

Evet, “Kaderde ne var ise, olur; etme merak! / Nefsine uyma, Hakk’ın emrine bak!” Nefse uymamak, bu mevzuda Rabb’in emrine bakmak lazım. Zira diyor ki: “Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak.” -Filoların olsa, villaların olsa…- “Âkıbet, gözünü doldurur bir avuç toprak!” İyi gitmiş isen, orada “Oh, oh!” dersin. Eğer iyi gitmemiş isen, “Vak, vak!” diye ötersin. Birinci şıktaki gitmek, bence cana minnet; cana minnet öyle gitmek!..

Fuzûlî, aşk için söyler: “Yâ Rab! Belâ-i aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an, belâ-i aşktan eyleme cüdâ beni.” Alvar İmamı da “Dertten büyük derman mı var / Bir sebeb-i gufrân mı var?!.” diyor. İçinizde bir sızı halinde hissedeceğiniz her şey, bir sebeb-i gufrândır. Âdetâ bir arınma kurnasının altına girmişsiniz gibi, size ait menfî neleri alır götürür; alır götürür de “Allah Allah! Yahu ben kendimi bu kadar pâk hissetmiyordum, nasıl oldu böyle hiçbir leke kalmamış, hepsi gitmiş?!.” dersiniz. Öyle olur bu, hiç bilmeden.

Başta dendiği gibi, “ayağa batan bir diken” bile günahı alıp götürüyorsa ve iyilik adına “bir taşı yoldan kaldırıp atmak -ki, hadis-i şerifte إِمَاطَةُ اْلأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ sözüyle ifade buyuruluyor- sizin günahlarınıza kefaret oluyor ise, daha büyüklerini ona kıyas edebilirsiniz. Ne demek evladın ölmesi, annenin ölmesi, babanın ölmesi, kardeşin ölmesi ve insanların ızdırap içinde inlemesi!.. Karının-kocanın birbirinden ayrı bırakılması, yavrunun annesinden-babasından koparılması ve topyekûn insanlara bir sefalet, bir ızdırap yaşatılması!.. Bunların hepsi insanın içine bir kandamlası, hayır, “zehir” gibi damlar ve insanın canını yakar. O Rahmân u Rahim Hazretleri, bunları hiç karşılıksız bırakır mı?!.

   Allah’ın takdirine rıza, duyarsızlık şeklinde de olmamalı; yüreğinde sızıyı duyacak ama sabredeceksin; iradenin hakkını verip “Hamd olsun, küfür ve dalaletten gayrı her hale!..” diyeceksin!..

Ama dünyada şimdiye kadar deliler hiç eksik olmamıştır. Deli, deliliğini ve cinnetinin gereğini yapacaktır. Esirmiş deve, esirmişliğini sergileyecektir. Kudurmuş fil, kudurmuşluğunu sergileyecektir. Kuduz köpek, salya atıp gezecektir… Fakat “insan”a düşen şey, bütün bunlar karşısında insanlığını koruma olacaktır: Ben, insanım; mukâbele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunamam. Onlar, karakterlerinin gereğini yapıyorlar; hak-hukuk tanımadan, akıllarına esen her türlü şeytanî işi yapıyorlar. Ama ben insanım; belli ölçüde de olsa -Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun.- “ahsen-i takvîm”e mazhariyetin şöyle-böyle şuurundayım. -İddialı değil.- Allah, beni ahsen-i takvîme mazhar olarak yaratmış ise, a’lâ-i illiyyîn-i kemâlâta namzet yaratmış ise, esfel-i sâfilîne düşmek de ne demek?!. “İman” gibi bir kanat var ise, “amel-i sâlih” gibi bir kanat var ise, bu kanatları buutlandıracak “ihlas” gibi kanatlar var ise, “ihsan ruhu” gibi kanatlara kanat katan bir şey var ise, beni O’na hızla ulaştırabilecek kanatlar var ise… Böyle kanatlar var ise, “Gelse celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ // İkisi de cana safâ / Lütfu da hoş, kahrı da hoş.” O’ndan hem o hoş, hem de bu hoş; ikisi de hoş!..

Böyle diyecek vicdanın; inkıyâd edecek ve acılar karşısında meseleyi tebessüm ile karşılayacaksın. Unutmayacaksın; senin bu türlü şeyler karşısında bir tebessüm sergilemen, bir memnuniyet tavrı sergilemen, on katı ile mukabele şeklinde sana dönecektir. Lâakall on katı ile… Biraz evvel dendiği gibi, bir iyiliğe on hasene ile mukabelede bulunuyor. Yüz ile de mukabelede bulunur, bin ile de mukabelede bulunur… Bu, senin ihlastaki, ihsandaki, sır dünyandaki derinlik ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). O’nun ne yapacağını bilemeyiz; O’nun rahmeti, gazabına sebkat etmiştir; rahmeti her şeyden vâsi’dir. Cenâb-ı Hak, o rahmeti ile bizlere muamelede bulunsun!..

Hepiniz, belli ölçüde, belli şeyler çekiyorsunuz. “Herkese bir dert bu âlemde, mukarrer / Rahat yaşamış var mı gürûh-i ukalâdan?!.” Ee aklı olmaması lazım ki, insan, duymasın bunları; vurduğun zaman bile “Oh, çok iyi ediyorsun, beni kaşıyorsun!” falan desin. Bilemiyorum, onlar da öyle derler mi, demezler mi; tımarhanedeki deliler, öyle derler mi, demezler mi, bilmiyorum. Herhalde tamamen felç olmak, ölmek lazım ki, artık dövmeyi de bilmesin, sövmeyi de bilmesin. İnsan, belli ölçüde başına gelen şeylerin acısını duyar; acısını duyar ama sineye çeker onları, Allah’ın izni-inayetiyle katlanır. “Rabbim! Sen bana bir irade vermişsin, ben de bu iradenin hakkını yerine getirmeliyim!” der; orada, iradenin hakkını sergiler ve o işi güle güle, gönül rızası ile karşılar. Öyle de mukabeleler görür ki, öbür tarafa gittiğinde, “Allah Allah! Meğer ben neye üzülmüşüm!” filan der, “Boşuna üzülmüşüm!”

Fakat şunu da antrparantez arz edeyim, üzülmemek elden gelmez. Allah (celle celâluhu), “iman” verdiği gibi, “irade” verdiği gibi, aynı zamanda bir “duyarlılık” da vermiştir. Duymazlık -bir yönüyle- odunluk demektir, “hatab” (حَطَب). Bir hassasiyet de vermiştir, Allah. Çok tekrar ettiğim, İzzet Molla’ya ait bir sözü müsaadenizle bir kere daha tekrar edeyim: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefâdan usanır, candır bu!..” Tekme yiyorsun, tokat yiyorsun, “Hayır sarsılmam ben, acı duymam ben, düşmem ben, yüzükoyun yere gelmem ben!” filan… Hayır doğru değil bunlar; duyacaksın, hissedeceksin ama bütün bunlar karşısında sabredeceksin!..

Anestezi yapılmış bir insana, iğne vuruyorsun, neşter vuruyorsun, duymuyor. Şimdi o kalkıp diyecek ki, “Ben ne sabırlı insanım; bak, hiç bunlar karşısında ‘of!’ etmedim!” Mesele o değildir; esasen uyanık iken, anestezi yemeden, vücuduna saplanan şeylerin acısını duyarken, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ veya سِوَى أَحْوَالِ الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Hamd olsun Allah’a, küfür ve dalaletin dışında (veya küfür ve dalalet ahvâli müstesna) her hale!..” diyebilmektir.

Kur’an-ı Kerim, daha başında, “Seb’-i Mesânî” de denilen Fâtiha-i şerife ile اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ demeyi bize talim buyurmuyor mu? “Rabbü’l-âlemîn olan Allah’a, hamd ü senâ olsun!” Kur’an’ın üçte biri gelince, الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’ın hakkıdır.” (En’âm, 6/1) demiyor mu? Cenâb-ı Hak zulmeti ve nuru var etti. Ee nurun yanında zulmeti de yaratıyor. “Elhamdülillah!” yine; Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun, ışığın yanında karanlığı yaratan Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun!.. Kur’an’ın ortasında, الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا * قَيِّمًا “Hamd O Allah’a mahsustur ki kuluna kitabı indirdi ve onun içine tutarsız hiçbir şey koymadı. Dosdoğru bir kitap olarak gönderdi.” (Kehf, 18/1-2) demiyor mu Allah (celle celâluhu)?!. Kur’an’ı indirdi, gözünüzü açtı. Kâinat kitabını okuyan Kelâmını size bildirdi; eşya ve hadiseleri doğru okudunuz, gideceğiniz yeri doğru okudunuz. O büyük Zât karşısında minnet hissi duymaya başladınız, minnettarlık hissi duymaya başladınız. Böyle bir Kelâm, böyle bir Beyân size indirdi.

Cenâb-ı Hakk’ın şu anda sizi mazhar kıldığı şeylere hamd etmez misiniz? Allah (celle celâluhu) sizi insan olarak yarattı; insan-ı mü’min olarak yarattı, meccânen. Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olarak yarattı, meccânen. Ne verdiniz de bunu aldınız? Allah Rasûlü’nün âhirzamanda “Kardeşlerim!” dediği zümre içinde sizi yarattı, meccânen. Ne verdiniz de bunu aldınız? Din adına hizmetin boyunduruğunun yere konduğu bir dönemde, dünyanın dört bir yanına iradî, gayr-ı iradî -iradenizle veya cebren- açılma lütfuyla şereflendirdi sizi! Ne verdiniz de bunu elde ettiniz? Meccânen!.. Bu kadar eltâf-ı Sübhâniye karşısında O’na hamd etmemek nankörlük olur. Binlerce hamd ü senâ olsun, bizi bu nimetlerle perverde kılan Zât’a!..

   Samt, sözlükte konuşmamak, sessiz kalmak ve sükût etmek; ıstılahta ise, konuşmayı sadece Allah rızasına ve mutlak gerekliliğe bağlamaktır; avam, dilini tutarak samt-ı sûrîde bulunur.

“Mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması hikmet olmalı!” sözü var. Arapça kelimeler ile ifade edilmiş, Türkçemizde de yaygın kullarınız bu cümleyi. Sükût halinde insan, tefekkür etmeli, hep düşünmeli; eşya hadiseleri fikren didik didik etmeli. Her şeyde -kendisine göre- bir ders-i ibret çıkarmalı; Hazreti Pîr’in bir yerden alıp ifade ettiği gibi: تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ، فَإِنَّهَا * مِنَ الْمَلَإِ اْلأَعْلَى إِلَيْكَ رَسَائِلُ “Kâinatın satırlarını, sayfalarını, paragraflarını derinden derine teemmüle al, üzerinde çok ciddî bir emel ile, bir gâye-i hayal insanı olarak derinlemesine dur. Bunların hepsi Mele-i A’lâ’dan sana birer mektup, birer nâme, ‘Şöyle ol, böyle ol!’ diye yol gösterici birer pusula gibidir!” Bir şairimiz de bizim, Meşrutiyet dönemlerinde, “Bir kitâb-ı a’zâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası ‘Allah’ çıkar.” demiştir.

Dilinizi tuttuğunuz, dudaklarınızı sımsıkı kapattığınız, ağzınıza fermuar vurduğunuz zaman, bütün nöronlarınızı çalıştırarak, Cenâb-ı Hakk’ın sizin önünüze serdiği, sizin sergileriniz gibi çok parlak bir sergi mahiyetinde serdiği, adeta “İşte bakın, düşünün, bu sergi içinde dolaşın!.. Bu, beyhude olur mu hiç? Bir şey ifade etmemesi söz konusu mu bunun?!” dediği kainatı okuyacaksınız. Göreceksiniz ki o, çok şey ifade ediyor.

Bu açıdan, “sükût” böyle değerlendirilmeli; sonra öyle değerlendirilen sükût, hikmet semereleri vermeli. Dil çözülünce, ağızdan fermuar çıkınca, dilden dökülecek “hikmet”ler ifade edilmeli. Sizin için dünyevî-uhrevî faydaların takattur ettiği (damladığı) veya pırıl pırıl başınızdan aşağıya yağdığı mülahazalar ile, kendinizi ifade edin; konuşmanız da hikmet olsun!.. Çok önemli bir şey; bir Peygambere (Hazreti Davud’a) atâ-i İlahî olarak verildiği Kur’an’da anlatılıyor: وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ “Ona hikmet, nübüvvet, isabetli karar verme ve meramını güzelce ifade etme kabiliyeti verdik.” (Sâd, 38/20) Siz de isteyebilirsiniz bunu; O’na verilmiş ama اَللَّهُمَّ اَلْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ، اَللَّهُمَّ اَلْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ “Allah’ım bize de hikmet ve fasl-ı hitap (her meselede maksadı eksiksiz, belâgatli ve düzgün bir şekilde anlatabilme kabiliyeti) lütfet!..” diyebilirsiniz.

Evet, hikmet, sebep ile müsebbeb arasındaki münasebeti kavramadır esasen; olup-biten şeyleri arka planı ile görme, her şeyi -bir yönüyle- ciddî bir kozalite mülahazası ile tetkike tâbi tutarak neyin ne olduğunu, neyden nelerin doğabileceğini düşünerek teemmüle almadır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin 2. cildindeki) “Hikmet” yazısını derinlemesine tetkik ettiğiniz zaman, ne ifade ettiğini görürsünüz onun, min gayri haddin.

“Sükût” böyle bir şey; işte, buna “Samt” diyoruz. (Samt, sözlükte, konuşmamak, sessiz kalmak ve sükût etmek manasına gelir. Tasavvufta ise o, konuşmadan kaynaklanan ya da kaynaklanması muhtemel bulunan, faydasız, belki de bazen zararlı olan söz, beyan ve mütalâalara karşı temkinli davranıp düşüncelerini ifade etmeyi sadece ve sadece Allah rızasına ve mutlak gerekliliğe bağlayarak, Hakk’ın hoşlanmayacağı, hatta çok defa lüzumsuz sayılan konularda dilini tutup konuşmamak demektir.)

Evet, bizim gibi -benim gibi avam, sizin değil de benim gibi- avam, dilini tutmak suretiyle “samt-ı sûrî”de bulunur, şeklî bir samttır bu, şeklen bir samt. Hani, biraz evvel dedim ya bir şey, “Dilini tut, konuşma!”; dilini tutar, konuşmaz. Ama nöronlar çalışmıyor, Hipofiz bezi çalışmıyor, Talamus bezi çalışmıyor; gözler, gördüğünü değerlendiremiyor; kulaklar, duyduğunu değerlendiremiyor; mubsarâta karşı kapalı, mesmûâta karşı kapalı; avam bencileyin. Bu samt, avamın samtı. Hayırsız değil, iyi bir şey bu; çünkü böylesi -bir yönüyle- dilini tutmasa şayet, ağzına fermuar vurmasa çok hatalar işleyebilir. مَنْ كَثُرَ كَلاَمُهُ، كَثُرَ سَقَطُهُ Hazreti Ömer’den (radıyallâhu anh) nakledilen bir sözdür: “Kelâmı çok olanın, konuşması çok olanın, sakatatı da çok olur, işe yaramayan şeyleri çok olur.” Döktürür durur, mide bulandırır. Söz dök-tü-rür du-rur, mi-de bu-lan-dı-rır; insanı kalb çarpıntısına uğratır. مَنْ كَثُرَ كَلاَمُهُ، كَثُرَ سَقَطُهُ “Çok konuşanın hata ve sürçmeleri çok olur.” En iyisi mi, ağzını kapatıp avamca bir samt yaşamalı. Kötü değil; bu da bir basamak.

Zaten her şey bir basamak ile başlıyor. Mü’minin Allah ile münasebeti olan ibadet de “taklit” ile başlamıyor mu? Ve taklidi Usûlüddin uleması makbul kabul ediyor mu, etmiyor mu? Kabul ediyor. O, görenek ile, gelenek ile, yetiştiği kültür ortamından elde ettiği şeyler ile, Allah ile münasebete geçiyor fakat meselenin farkında değil; çok ciddî, bilerek, bir sebep-sonuç mülahazası içinde meseleye vâkıf değil. Annesi namaz kılmış, o da kılıyor; babası namaz kılmış, o da kılıyor. Camiye gidiyor, imam yatıp-kalkıyor, cemaat yatıp-kalkıyor; “Ha, böyle yapmak lazımmış!” falan diyor, yapıyor. Ama boş değil. Bunlar, bir yönüyle, o doğruluk istikametinde atılan birer adımdır. Bu olmasa, öbürlerine de gidemezsiniz zaten. Ve bu ilk basamaktır; herkes için ilk basamaktır bu.

Enbiyâ-ı ızâmın hususî durumu vardır. Onlar -Allahu A’lem- taklit yaşamıyorlar. Dünyaya geldikleri andan itibaren, “sadâkat”, “ismet”, “fetânet”, “hikmet” onların lâzım-ı gayr-ı mufârıkları, âdetâ varlık şartları; onlar olmasa, o da olmaz! Öyle… Onları istisna edecek olursak, -Allahu A’lem, Fakir’in mülahazası- bizim için o göreneğe/geleneğe bağlı, meseleyi bir kültür olarak, bir folklor alarak başlatma, diğerlerine adım atma adına bir ilk basamağa adım atma demektir. Bu itibarla, işte dilini tutarak samt etmeye de “samt-ı sûrî” denir.

   Ârifler, dil ile beraber kalblerini de kontrol ederek, sükût murâkabesi yaşarlar; sükûtun vaad ettiklerinin yanında tefekkür ve murâkabenin de vâridâtına mazhar olurlar.

Arifler, dil ile beraber kalblerini de kontrol ederek, “sükût murakebesi” yaşarlar. Dillerini tutarlar fakat kalblerinde de sürekli murakabe yaşarlar. “Biri tarafından sürekli görülüyorum; mutlaka o beni Gören’i şöyle-böyle, değişik aynalarda müşahede etme ufkuna yönelmeliyim!” derler.

Değişik vesileler ile ifade edildiği gibi, “görülüyor olma” mülahazası, bir yönüyle bir “dürbün” gibi olmalı, bir “rasathane” gibi olmalı ve insan çırpınıp durmalı, “Görüldüğüme göre, acaba ‘görme’nin yolu bu mu?!” mülahazası içinde. Kalbi sürekli bu iş için heyecanla çarpıp durmalı. Manevî kalb dinleme imkânı olsa, nabızları tutulduğu zaman, bu insanın “görme” heyecanıyla çırpınıp durduğu, görüldüğünün farkında olduğu anlaşılır. Ârif, bu… Zira “Ârif’in gözlerinde nûr-i irfân var olur / Ârif’e avn-i Hudâ, sırr-ı maarif yâr olur.” Avn-i Hudâ, sırr-ı maarif yâr olur… Evet, o bilgi, “marifet” dediğimiz şey, ondan hiç ayrılmaz. Ârif… Ârif, bir süvari; irfan, bineği; marifet de hedefi veya semeresi o meselenin.

Ârifler de dilleri ile beraber kalblerini kontrol ederek sükût murakabesi yaşarlar. Dillerini tutmuşlardır fakat kalbleri pür heyecan, hep O’nun için çarpmaktadır, Allahu A’lem. Geçenlerde bir vesile ile ifade etmeye çalıştım: Hani, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ derken, mutlaka o لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ beyanında إِلاَّ ile gelen o müstesnayı, kalbi harekete geçirecek şekilde, öyle oynak söylemek… Alvar İmamı hazretlerinin kalbi hep öyle attığından dolayı, hasta iken, nabzını tutmak istiyor doktor veya kalbini dinlemek istiyor ama kalbi sürekli o heyecan ile attığından dolayı zorlanıyor. -Ben bir başkasını da biliyorum; yanında o türlü şeylere inanmayan, benim saygı duyduğum başka bir büyük, “Yanında oturduğumda gördüm, kalbi çok farklı atıyor.” demişti zannediyorum. “Zannediyorum” dedim; çünkü ya bizzat dedi ya biri vasıtası ile nakledildi; elli senelik bir mesele, hilâf-ı vâkî olmasın!..- Doktor diyor ki, “Efendi hazretleri! Şu kalbini bir kontrol altına almaz mısın; gerçekte nasıl attığını almam lazım; aritmi var mı, yok mu, bunu alabilmem için biraz sakin dursan. Sen böyle sürekli لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ filan diyorsun; bu defa senin o deyişine kalbin ritmi çok farklı oluyor!”

Evet, ârif bir samt yaşıyor ama onun kalbi hep “Allah!” diye atıyor. Dolayısıyla tepeden tırnağa ihtizâz içinde. Cenâb-ı Hak, Kendisine teveccühümüzü bu türlü mülahazalar ile taçlandırsın! “Allahu Ekber” deyip namaza durduğumuz zaman, el-pençe divan durduğumuz zaman, kemerbeste-i ubudiyet ile kıyamda bulunduğumuz zaman, tazim ile rükûa vardığımız zaman, hep kalbimizin böyle atmasıyla bizleri şereflendirsin!..

Buna, irfan ufku, bilme ufku deniyor. İman-ı billah, amel-i sâlih ile, o da marifet ile beslenmez ise, kurumaya mahkûmdur! Bakın, iman, amel ile beslenmiyor ise, amel de marifet ile desteklenmiyor ise, bunların kuruması mukadderdir. Mutlaka marifet… Tekvinî emirleri ve teşriî emirleri, okuman gerektiği şekilde doğru okuyacak ve sürekli onları besleyeceksin. Maddî anatomin, değişik şeyler ile beslendiği gibi, manevî anatomin diyebileceğimiz kalbî, ruhî, sırrî hayatın da bu türlü şeyler ile beslenmiyor ise, kurur. خَتَمَ اللهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ “Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.” (Bakara, 2/7) فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ “Böylece kalblerinin üzerine damga/mühür vurulmuştur.” (Münafikûn, 63/3) Neûzu billahi teâlâ…

   Âşık-ı sâdıklar, “Âşıkım dersen, belâ-i aşktan âh eyleme / Âh edip, ağyârı âhından âgâh eyleme.” fehvâsınca, samt içinde sırlarını korur ve derin bir vefa örneği sergilerler.

Muhibler de aşk u iştiyaklarını gizleyerek, bir vefa samtı ortaya koyarlar. Âşık, magmalar gibi hep kaynar durur. Evet, âşık sürekli, içten içe magmalar gibidir. Fakat âşıkların bazıları lavlar halinde dışarıya da fışkırtırlar bunu. Fuzûlî gibi “Daha, daha!” derler; “Hel min mezîd” yolunda dahasını isterler: “Yâ Rabb! Belâ-ı aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an belâ-ı aşktan eyleme cüdâ beni.” Hazret’in aşka “belâ” demesini uygun bulmuyorum; mesela “mihnet-i aşk ile” diyebilirdi: “Yâ Rabb! Mihnet-i aşk ile kıl mübtelâ beni.” Zannediyorum sadece Aruzda bozuluyor mesele; o, kusura bakmasın!.. “Yâ Rab! Mihnet-i aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an mihnet-i aşktan eyleme cüdâ beni.” Ben, o aşk ile hep kıvranıp durayım, yanıp tutuşayım ama dışarıya dert sızdırmayayım.

Yine şöyle der: “‘Âşıkım!’ dersen, belâ-ı aşktan ‘Âh!’ eyleme / ‘Âh!’ edip, ağyârı âhından âgâh eyleme!” Bir başkası da dert karşısında aynı şeyi söyler, onu da siz tahmin edin: “‘Dertliyim!’ dersen, belâ-ı dertten ‘Âh!’ eyleme / ‘Âh!’ edip, ağyârı âhından âgâh eyleme!” Yutkun dur; dışarıya çıkmasına meydan verme!.. Kalbine mahkûm et onu: “Arkadaş! Sen bir suç işledin, kalb zindanında yatmaya mahkumsun!” de. Neden? Çünkü sen, sadece O’na karşı vefalı olmalı, O’nun ile irtibat içinde bulunmalısın! Başkalarını hesaba katmak ne demek?!. Hesapta O var iken, başkaları hesaba katılır mı? Anlayın… Bu…

Onun için bazen dışarıya vurabilir, lavlar halinde. Fakat fokur fokur, hep magmalar şeklinde, âşık, böyle içten içe kaynar. Boşaldığı zaman, zaten yakar etrafı, kavurur. Bazı yerleri alır-götürür, hafizanallahu teâlâ.

Bunun üstünde bir de “sâdık” vardır ki, o, hissini hiç belli etmez. Enbiyâ-ı ızâm, başta o işin serkârlarıdır. Enbiyâ-ı ızâmdan sonra, bir tanesi var ise, o da Sıddîk-i Ekber. Alvar İmamı, “Veliler serveri, Sıddîk-i Ekber / Ânı tafdîl eder, Zât-ı Peygamber.” der. Velilerin serveridir Sıddîk-i Ekber. Onu faziletler üstü faziletler ile anan, yâd eden de Hazreti Peygamberdir. Hilâf-ı vâki beyan söz konusu olmayan, mübarek nurlu bir beyan içinde, “O, Sıddîk’tır.” Ve kerime-i muallâ-i mükerreme-i mübeccelesi, Hazreti Âişe de “Sıddîka”dır. Ümmet-i Muhammed arasında, taife-i nisâ içinde “Sıddîka” odur; tâife-i rical içinde de “Sıddîk” babasıdır. Bir evde iki tane sadâkat âbidesi. Cenâb-ı Hak bizi, onlara bağışlasın!..

Antrparantez: Onları kâmet-i kıymetlerine göre sevdiğimi söyleyemem ama aklıma geldiği zaman, burnumun kemiklerinin de sızladığını söyleyebilirim. Ebu Bekir… Cenâb-ı Hak bir gösterse, ben de günahkâr başımı bir ayağının altına koysam, “Bas, efendim, bas! Bu, senin ayaklarına göre bir kaldırım taşıdır, bas başıma!” deyiversem. Arzu ve iştiyakım, budur.

Bakmayın sağda-solda densizce söylenen sözlere!.. Siz, buna hep inandınız; ben bunları söylerken de sizin hissiyatınıza tercüman olduğum kanaatindeyim. Sizin duygularınızı ifade ettiğime inanıyorum. Siz, böylesiniz. Bunun dışında başka şeye talip olmadınız, olmayacaksınız, olmuyorsunuz, hiçbir zaman da ona tenezzül etmeyeceksiniz. Çünkü Gönül Sultanınızı çok iyi belirlemişsiniz. O’nun için yanıp tutuşacaksınız. Belâ-i aşk ile yanıp tutuşacaksınız ama “Âh!” etmeyeceksiniz.

O, esasen O!.. Hû, Hû!.. Itlağındaki derinliğe bakın!.. “Hû!” demekle gerçeği ifade ediyorsunuz, Gayb-ı Mutlak’ı ifade ediyorsunuz: لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak/ihata edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) O “görülüyor olma” mülahazasını, böyle “görüyor olma” mülahazasına bağlayarak, “Bana bunu lütfettin; otururken, kalkarken, yatarken -yumuşak döşek üzerinde, bir yumuşak yorgan altında yatarken- ayaklarımı kıvırıyorum; çünkü Sen görüyorsun! Ama ne olur, bu görülüyor olmamı, görmek ile şereflendir/taçlandır!” mülahazası içinde oturup kalkıyorsunuz.

Şimdi siz bu istek ile oturup kalkarsanız, hep bu heyecanla yaşarsanız, O da Zâtına has mukabelede bulunur.

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan / Eyyûb gibi ağlasan,

Ciğergâhın dağlasan / Ahvalini sormaz mı?

Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed,

Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?”

Verdiğin, ortaya koyduğun şeylerin on katını, yüz katını sana verir. Sen, o “görüyor olma” mülahazası hakkında “Ben kim, görmek kim?!” deme!.. Seni “görme”ye müsait şekilde yaratmıştır Allah (celle celâluhu). Ama senin mir’ât-ı ruhuna göre, irfan ufkuna göre, bir ayna olan kalbine tecellî eder. Hep orayı bir haremgâh-ı İlahî gibi görmüşler, bir beyt-i Hudâ gibi. “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde.” demiş İbrahim Hakkı Hazretleri. Ama Kıtmîr, bu türlü müteşâbih sözleri, “tecellî” şeklinde ifade ediyor. Yani, gecelerde, bir yönüyle mir’ât olan senin kalbine tecellî etsin! Fakat bu, senin kalbinin istiabına, kabiliyetine, O’na açık olmasına göre olur. Görürsün…

O’nu, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun -Dahası olur mu, bilmem!- tek gören, müşahede eden birisi vardır, Miraç’ta; o da Mutlak İnsan-ı Kâmil (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ne mutlu bize ki, o İnsan-ı Kâmil’e ümmet olmuşuz!.. بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu bize ki, O’na ümmet olmuşuz! Öyle birine ümmet olmuş, öyle bir sarsılmaz sütuna dayanmışız ki, yıkılması, devrilmesi, kırılması mümkün değil!” Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun, bizi Muhammedî ruh ile ayakta tutuyor, sallallâhu aleyhi ve sellem.

İşte magmalar gibi hep yanıp tutuşmalı, içten içe kavrulmalı. Fakat katiyen bu sır, destan gibi anlatılmamalı, ifade edilmemeli; hep olduğu yerde kalmalı, meknî bulunmalı, meknî olmalı!.. Evet, o “Kenz-i Mahfî”ye ıttılâ’ ancak bu meknî kalbler ile mümkün olacaktır. Kendini -bir yönüyle- esbâb ile setreden, eşya ve hadiseler ile setreden Hazreti Allah (celle celâluhu) aşkını, heyecanını böyle setredenlere öbür tarafta rü’yeti ile öyle bir tecellî buyuracak ki, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “O’nu gördükleri zaman bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” Bir kere daha!..

BAMTELİ: SARP YOKUŞLAR VE MERHAMET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kalb kırmak ne kadar basit algılanır hale geldi; oysa Allah yapısı ve nazargâh-ı İlahî olan gönül, bir yönüyle, Hazreti İbrahim’in bina ettiği Kâbe’den bile üstün tutulmuştur.

On düşünüp bir konuşmak lazım. Hazreti Lokman’a (aleyhisselam) nispet edilir: “Bir varlığın en kıymetli uzvu hangisi?” diye sorulunca bazıları, şurasını-burasını getirirler veya söylerler en kıymetli uzuv olarak. Sonra O (aleyhisselam), “dil” ile “kalb”i getirir. “En kötü uzuv nedir?” diye sorulunca yine o iki uzvu getirir. Demek ki bu iki uzuv, iyi olmada da kötü olmada da insan için çok önemli unsurlar sayılıyor.

Kalb, hep istikamet içinde atmalı; lisan da ona tercüman olmaya çalışmalı. İnsan, kalbinden gelmeyen şeyleri konuşmamalı; kalbinde de hep iyi şeyler kurgulamalı, güzel şeyler oluşturmalı ki, ağzından dökülen şeyler de öyle olsun!..

İnsan, kalbine bağlı yaşamaz ise, dilini kalbinin emrine vermez ise, hiç farkına varmadan, “Yapıyorum!” dediği yerlerde dahi çok yıkmalara sebebiyet verebilir. Bir söz var: “Kalbiniz gül gibi olursa şayet, gezdiğiniz her yer, ıtriyat çarşısı gibi kokar!” Fakat kalb, bir zakkum ağacı gibi olursa -hafizanallah- geçtiğiniz her yerde insanlara bir şeyler batırıverirsiniz. Bu açıdan, evvela kalb, kontrol altına alınmalı, şeytanın menfezleri kapatılmalı; sonra da lisan, onun emrine verilmeli. Aksi halde, “Yapayım!” derken, insan, yıkabilir, hafizanallah.

Herhalde geçenlerde bir yazının içinde de vardı: “Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Âzerest / Dil, beyt-i Hudâ-i ekberest!” (Bazı nüshalarda: “Dil nazargâh-ı Celîl-î ekberest”) Yani; Kâbe, Âzer’in oğlu Hazreti İbrahim’in binasıdır. Dil (gönül) ise, Allah’ın beytidir, nazargâh-ı İlahîdir; Allah, oraya tecelli eder. Bu tecelliyi, oraya “inme” veya “otağını kurma” şeklinde ifade ederler; fakat bunlar, müteşâbih ifadelerdir; Allah (celle celâluhu) zamandan, mekândan, hayyizden münezzeh ve müberrâdır. “Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir / Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah // Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden / Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.” Bunlar, birer selbî sıfattır. Onlar, Zât-ı Ulûhiyete nispet edilmez. Bu açıdan da o müteşâbihi Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi şeklinde anlamak daha uygundur; “Öyle tecelli eder!”. Ama o tecelliler -bir yönüyle- bir güneşin tecellîsi gibi değildir; hatta bir nuranî varlığın, bir Cebrâîl’in, bir Mikâîl’in, bir İsrafîl’in (aleyhimüsselam) tecellîsi gibi de değildir. Zât-ı Ulûhiyetin azametine uygun bir tecellidir. Öyle bir tecellidir ki hakikaten o tecelli ile siz, O’nu (celle celâluhu) görüyor gibi olma ufkuna ulaşırsınız; lâakal (en azından) O’nun tarafından görülüyor olma durumunu ihraz edersiniz.

Bu açıdan, kalbin kontrol altına alınması, onun bir “insanî kalb” haline getirilmesi, çok önemlidir. Bu hususların başında da -zannediyorum- şefkat, mülayemet, merhamet gelmektedir; Zât-ı Ulûhiyeti bilmenin yanında, bunlar çok önemli şeylerdir. Yine bir sözü hatırlatıyor bu: “İnsanın imandan nasibi, mahlûkata şefkatiyle mebsûten mütenâsiptir!” -“Doğru orantılıdır.” Parantez içinde onu hep ifade ediyoruz.- “İnsanın imandan nasibi, mahlûkata şefkati nispetindedir!” Varlığa karşı ne kadar şefkat duyuyorsa… Zannediyorum eko-sistemcilerin de bundan alacakları dersler vardır. Bir karıncanın hakk-ı hayatı çok önemlidir; bir sineğin hakk-ı hayatı çok önemlidir. Ne kadar yaşıyorlar onlar? İki ay mı yaşıyorlar, üç ay mı yaşıyorlar? O yaşama sürelerine saygılı olmak, tabiatın bir parçası olarak onları korumak, bir karıncaya ayağını basmamak… Hakk-ı hayatı var onun, yaşama hakkı var. Evet, insanın imandan nasibi, mahlûkata şefkatiyle mebsûten mütenâsiptir.

   Günümüzün yitiklerinden birisi de merhamettir; hâlbuki “Merhamet edip mahlûkata acıyanlara Allah rahmetiyle muamelede bulunur. Siz yeryüzünde bulunanlara acıyın ki, sema ehli de size merhamet etsin.”

Hadis-i şerif olarak rivayet edilir: مَنْ لاَ يَرْحَمُ، لاَ يُرْحَمُ “Merhamet etmeyene, merhamet edilmez!” Bir kimse zulmediyorsa, haksızlık yapıyorsa, irtikâpta/ihtilasta bulunuyorsa.. onun işi tagallüp ise, tahakküm ise, tasallut ise, temellük ise.. milletin malına-mülküne gelip el koyuyorsa, canına kast ediyorsa, ona zarar veriyorsa, ızrar ediyorsa.. hatta biri yüzünden başkalarını ızrar ediyorsa şayet, işte onun imanı, ona göredir. O, merhamet etmediğinden dolayı, ehl-i sema da ona merhamet etmez; semalar ötesinden de onun için merhamet söz konusu olmaz. Yine hadis olarak rivayet edilir: ارْحَمُوا مَنْ فِي الْأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ “Yerde bulunan/debelenen şeylere merhametli olun ki, semalar ötesinden (ehlinden) size merhamet edilsin!” Bu, melekelerin merhamet duygusundan, merhamet hissinden, Zât-ı Ulûhiyetin Rahmâniyet ve Rahîmiyet tecellilerine kadar, çok geniş dairede nazar-ı itibara alınması gerekli olan bir husustur.

Günümüzde yitirdiğimiz şeylerden birisidir bu. Değil böyle bir karıncaya, bir sineğe basmak, bir arıyı öldürmek, insanlara kıyılıyor. Anlayamamışız dîn-i Mübîn-i İslam’ı!.. Allah’ın “ahsen-i takvîm”e mazhar ettiği insanlara bile zulmetmekten, haksızlık yapmaktan, irtikâptan-ihtilastan geri durmayacak kadar, sinelerde bir vahşet hissi çarpıp durmakta!.. Öyle ki, zulmedenlerin çehrelerine baktığınız zaman, bir nedâmet hissi de göremiyorsunuz. Yaptıklarını yapmışlar, gırtlaklarına kadar zulüm irtikâp etmişler; fakat gözlerinin içine baktığınız zaman, “Hel min mezîd!” diyor gözleri, “Daha var mı?” diyor. Kolunu koparmış, “Öbürünü de koparmalıyım!” diyor. Öbürünü de koparıyor, “Boynunu da koparmalıyım!” diyor. “Bunun boynunu kopardım, yakınlarının da boyunlarını koparmalıyım bunun!” diyor. “Bunun ile telefon konuşması yapmış, belli bir kanaldan; onun da boynunu koparmalıyım!..” Mü’min nasıl iman mevzuunda “Hel min mezîd!” diyor, bir türlü doyma bilmiyor, “Allah’ım! Daha, daha, daha!..” diyor; şefkatten mahrum, kin, nefret, gayz insanları da bir türlü gayzdan, nefretten, kinden, zulümden doymuyorlar. Ne kadar yaparlarsa yapsınlar, “Daha var mı?” diyorlar. Oturup kalkıyorlar, “Şunu yaptık, fakat bunlara karşı bu tavır ve davranışlarımız fiyasko ile neticelendi! Acaba, daha ne türlü bir entrika çevirmeliyiz ki, bunların hakkından gelelim!” Yani zulmü katlayalım, müzâaf zulüm yapalım, mük’ab zulüm yapalım, mük’ab der mük’ab zulüm yapalım! Üç buutlu, dört buudlu, sekiz buutlu -sekiz derinliği olan- zulüm yapalım!..

Öyle ki, bir insanın, suçlu (gördükleri) biriyle çok küçük münasebetler ile bir münasebeti varsa, onu da cezalandırıyorlar. Oysaki modern hukukta da, İslam hukukunda da suç, hususîdir ve cezası da hususî olur. Babası da olsa, annesi de olsa, evladı da olsa, hanımı da olsa, kardeşi de olsa, birinin günahından dolayı başka birisi tecziye edilemez (cezalandırılamaz) kat’iyyen ve kâtıbeten. Şimdi, zulme doymayan “insan”lar, şefkat mahrumu sineler, bu mevzuda işi azgınlığa vardıracak şekilde, öyle bir zulüm deryasına yelken açmışlardır ki, hafizanallah, bu, onları şeytanın deryasına, şeytanın denizine er-geç götürüp ulaştıracak; şeytan ile yan yana getirecek onları. Kim bilir, belki şeytan bile “Ben sizin kadar yapmamıştım!” diyecek, onlardan uzak durmaya çalışacaktır; şeytan bile…

   Bir belgeselin ışığında günümüzü yansıtan sözler: “Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta / Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!”

Evet, şefkat, re’fet, mürüvvet; bunlar, insanın başta gelen vasıflarıdır, “evsâf-ı âliye-i insaniyyesi” diyelim. İnsan, bunlar ile “insan” olduğunu ortaya koymuş olur. O yırtıcılık, o canavarlarda vardır; bağışlayın, diş gösterme, salya atma, hırlama, insanların içine korku salma… Allah, bunları o mahlûkata vermiş. Zannediyorum, onlarda bile her zaman öyle bir şey olmuyor.

Değişik vesileler ile arz ettim: Hayvanlar ile alakalı o belgeselde, bir tane panterin veya kaplanın -bağışlayın- bir maymunu derdest ettiğini gördüm, bizzat, canlı. Yakalarken de esas nefes borusunu yakalıyor, oradan boğuyor, onu öldürüyor. Nereden onu öldüreceklerini biliyor o vahşî hayvanlar!.. Buna da hani günümüzde “hiss-i tabiî” diyorlar, biz “sevk-i İlahî” diyoruz. Besin zinciri adına yapılıyor bunlar, bu da tecviz ediliyor; biz de hayvanları kesiyor, güzel güzel yiyoruz. Antrparantez idi, bu. O hayvan, gırtlağı sıkıldığından dolayı ölüyor; fakat tam hamil müddeti imiş, o esnada doğum yapıyor. Gözümle gördüğüm şey. Ağaca tırmanırken, yapıyor bunu. Hemen o panter veya kaplan bırakıyor onu, avını bırakıyor; bu defa yalarcasına o yavrunun üzerine eğiliyor. Böyle hâlâ gözümün önünde canlanıyor. Sağa-sola bakıyor; cins farklılığı var, “Ben bunun için bir şey yapamam ki! Şimdi bunu alıp ben, mememi onun ağzına veremem; bu, almaz onu! Ne yapayım?!.” der gibi böyle acındırıcı şekilde çevreye baktığına şahit oldum. (Anlatılan hadisenin videosunu şu linkte bulabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=qncG4mdPmcE) Keza suya düşmüş bir kuşu -bağışlayın- bir dübbün kurtardığını gördüm. “Dübb”, biliyorsunuz, “ayı” demek. Ne yapıp yapıp eliyle onu çıkardı, sonra da bir zafer kahramanı edasıyla yemin başına onu koydu; geldi beri tarafta sevinç içinde uzandı, yattı. (Anlatılan bu hadisenin videosunu da şu linkte bulabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=TSPgenqMlvQ)

Şimdi hayvanata böyle bakınca… Hani “besin zinciri” deyin ona, “Besleniyor onunla!” deyin, “Siz de yapıyorsunuz onu!” deyin… Fakat bir de günümüzde bir kısım tiranların, hususiyle İslam dünyasında Müslümanların kaderine hâkim olan insanların “Sana da bulaştı, filana da bulaştı, falana da bulaştı! Falan ile de senin irtibatın oldu, filanlarla da irtibatın oldu! Aynı telefon sistemini kullandınız, dolayısıyla suçlusunuz!” falan gibi -bağışlayın, halk ifadesiyle- eften-püften meseleler ile insanları tecziye etmelerine bakın!.. Zulümde bulunma, içeriye atma, uydurma iddianameler hazırlama, bu iddianameler ile etrafa korku salma, insanların huzurunu kaçırma, hafizanallah… Dahası, bir yönüyle “itiraf” diyecekleri şekilde esas “iftiranâmeler” yazıp önlerine koyma, “Buna imza atın!” deme, bu şekilde imza attırma ve böylece kendi hesaplarına bir sürü müfterî oluşturma… Onlar “itirafçı” diyorlar, doğrusu “müfterî” oluşturma… Can korkusuyla, can havliyle veya içtiği ilaç sebebiyle aklını kaybettiğinden dolayı… Bunlar bugün ahvâl-i âdiyeden şeyler, çok rahat yapılıyor bunlar; çok rahat yapıyor zâlimler, hainler, fâsıklar, mülhitler, münafıklar. Çok rahatlıkla yapıyorlar bunları, kendi hesaplarına, kendi saltanatları ve debdebeleri hesabına.

Kadimden bu yana bu türlü argümanlar hep kullanılmış. Ama olmaya (devrin şartlarına) göre; Firavun döneminde neler var ise, Amnofis, Ramses, İbnü’ş-Şems dönemlerinde neler var ise, onlar onu kullanmışlar. Sezar, kendi döneminde olan şeyleri kullanmış; Lenin, kendi döneminde olan şeyleri kullanmış; Stalin, kendi döneminde olan şeyleri kullanmış; Hitler, kendi döneminde olan şeyleri kullanmış. Esas, zulme bakıp bunları karakterize ettiğinizde veya bir tecrîd (soyut resim) mülahazasıyla resmini yaptığınızda, o zamanın katkıda bulunduğu, girdi yaptığı şeyleri de görürsünüz; onunla beraber görürsünüz ki bunların hepsi aynen Saddam’ın yaptığı şeyler, Kazzâfî’nin yaptığı şeyler, Abdullah’ın yaptığı şeyler. Bunların resmi çizildiği zaman karşınıza hep aynı şeyler çıkacaktır. Zamanın, o gün için bulunan argümanların işin içine girmesiyle, küçük birer farklılık olacaktır; fakat siz o desende onu çok rahatlıkla göreceksiniz.

Bu, insanda şefkatin yitirilmiş olması -bağışlayın, bağışlıyor musunuz?- insanın hayvanlaşması, hayvandan daha aşağı hale gelmesi/düşmesi demektir. أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) Kur’an-ı Kerim böyle dediğine, lisân-ı nezihine onu uygun bulduğuna göre… Adeta “Muktezâ-ı zâhire uygun olan budur! Şayet böyle demezsem, mesele tam vâkıa mutabık ifade edilmiş olmaz.” diyor Kur’an-ı Kerim. Yoksa Kur’an, lisân-ı nezihiyle söyleyeceği her şeyi öyle güzel söylüyor ki, hiçbir bestede, hiçbir güftede o güzelliği göremezsiniz. Ama o, أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) diyor. كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “(Onların durumları) tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer.” (Cuma, 62/5) Merkûp, kitapları yüklenmiş merkûp… İlmi, amele döndürmeyen, dolayısıyla kurumaya mahkûm bir ilme sahip olan insana “kitap taşıyan bir merkûp” nazarıyla bakıyor. Bir başka yerde şöyle tavsif ediyor: كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ “Onun hâli tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da yine dilini salar solur!” (A’râf, 7/176) Üzerine gitsen de gitmesen de dilini sarkıtacak, telesmeye duracaktır. Efendim, Arapçadan alınan bir kelime, Türkçemize de geçmiş, birbirine yakın, aynen, “telesme” ve “yelhes” (يَلْهَثْ). Kur’an-ı Kerim, öyle zâlimleri ifade ederken, -bağışlayın- işte kimisini merkûba benzetiyor, kimisini kelbe benzetiyor, kimisini de mutlak manada hayvana benzetiyor.

   Aslında insan, iç ve dış donanımı, -kaynağı Hak inayeti- güzellerden güzel sureti, vicdanî genişliği, mahiyet zenginliğiyle bir kıvam örneği ve “ahsen-i takvîm” âbidesidir.

Oysa Allah insanı “ahsen-i takvîm”e mazhar kılmıştır. Kendi donanımını yerinde kullanan, rantabl olarak kullanan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi.. Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali (radıyallâhu anhüm) gibi.. Enbiyâ-ı Izâm (aleyhimüsselam) gibi demek daha uygun, hususiyle onların içinde Ulû’l-Azim peygamberler gibi… Donanımlarının hakkını veren insanlar, ahsen-i takvîme mazhariyetlerini sergileyen insanlar, ona göre “a’lâ-ı illiyyîn-i kemâlât”a ulaşıyorlar; her zaman bir maiyyet yaşıyorlar, her zaman bir nefehât-ı İlahî ile soluk alıp veriyorlar. Her zaman, her zaman, her zaman, her zaman öyle… Bu, mâhiyet-i insâniyeye sâdık kalmaları sonuncunda oluyor.

Bir öyle olma, bir de böyle olma var!.. Hazreti Mevlânâ’nın ifadesini çok iyi bilirsiniz: “Bazen melekler, bizim nezahet ve inceliklerimize imrenirler; bazen de şeytanlar, küstahlıklarımızdan nefret ve tiksinti duyarlar!” diyor. Hazret, söz sultanı birisidir; Hazreti Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda bir söz sultanıdır. “A’lâ-ı illiyyîn” ile “esfel-i sâfilîn”i bu kadar güzel ifade etme, çok ender olur. Cebrâîl’in önüne geçme de mukadder, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi. “Yürü! Top Senin, çevkân Senin’dir bu gece!” diyor Cebrâîl aleyhisselam. Hatta rivayetlerde, “Ben, Allah’a kurbette bir adım daha atsam, yanarım! Benim ufkumu aşar o!” diyor. Bir cismaniyet, maddî bir varlık, atomlardan (elektronlardan, nötronlardan, protonlardan) mürekkep olan bir varlık; fakat O, nurdan yaratılan bir varlığın önüne geçiyor orada. Demek mahiyet-i insaniye, o ufka ulaşmaya müsait şekilde yaratılmış.

Ama bir de öyle şeyler yapıyor ki, şeytan, zil takıp oynuyor; “İşin doğrusu, ben bu kadar küstahlığı, Allah’a karşı hiç yapmadım!” diyor, zil takıp oynuyor. Beyini arıyorlar; bulamayınca, masum, evde, hiçbir şey bilmeyen, hangi hadisenin, tarihin hangi gününde olduğunu bilmeyen hanımını götürüp içeriye atıyorlar. Bir sene, iki sene içeride duruyor. Sonra savcılık, iddianame hazırlıyor; diyor ki, “Katlanmış müebbet hapis, bunun için!” Neden? Beyi gaybubet ediyor, bu nerede olduğunu haber vermiyor, ondan dolayı. Zannediyorum Kur’an-ı Kerim’in dediği şeyler, “hayvan, hımar, kelb” bir yönüyle bunların yanında çok yukarıda kalıyor. Biraz evvel panteri, kaplanı, -bağışlayın- dübbü arz ettim, mahlûkata şefkatleri karşısında. Bu, meselenin bir yanı…

O re’feti, şefkati, merhameti olmayan insan, insanlıktan soyunmuş!.. “Ben Müslümanım!” dese de, “Ben onu getirmek istiyorum!” dese de, “Ona göre bir sistem kurmak istiyorum!” dese de, vallahi de yalan, billahi de yalan, tallahi de yalan!..

   “Ah zavallı insan, sarp yokuşu aşmak için hiçbir gayret sarf etmiyorsun; bilir misin o sarp yokuş nedir?”

(Biz yeniden merhamete dönelim. Yemin üzerine yeminlerin yer aldığı Beled Sûresi’nde sarp yokuşlar sayılırken “merhamet konusunda tavsiyeleşmek” de onlar arasında nazara veriliyor.) Hep yemin, yemin üzerine yemin… Allah’ın yemin etmesi meselenin ciddiyetini aksettiriyor; meseleye o açıdan bakmak lazım. لاَ أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ * وَأَنْتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ * وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ * لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي كَبَدٍ * أَيَحْسَبُ أَنْ لَنْ يَقْدِرَ عَلَيْهِ أَحَدٌ * يَقُولُ أَهْلَكْتُ مَالاً لُبَدًا * أَيَحْسَبُ أَنْ لَمْ يَرَهُ أَحَدٌ * أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ * وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ * وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ “Yemin ederim bu (kutsal Mekke) şehrine.. ki sen (ey Rasûlüm), bu şehrin (onun kutsallığına çok büyük katkı yapan) bir mukîmisin.. ve o değerli baba (İbrahim’e) ve O’nun atası olduğu değerli oğul (Muhammed’e). Gerçek şu ki, Biz insanı meşakkat ve imtihan yüklü bir hayata gönderdik. Acaba insan, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? ‘Ben yığınla mal tükettim!’ diye övünüp durur. Yoksa kendisini kimsenin görmediğini mi düşünüyor? Biz onun için var etmedik mi (görmesi için) bir çift göz.. (konuşabilmesi için) bir dil ve iki dudak.. ve ona (hayırlı olanı takip edip, şerli olandan kaçınması için hayır ve şer) yollarını göstermedik mi?!.” (Beled, 90/1-10)

Cenâb-ı Hak, nimetlerini sayıp onlara işaret buyurduktan sonra, فَلاَ اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ “Esas aşması gerekli olan o uçurumu aşamadı!” buyuruyor ve insanın önündeki sarp yokuşlardan bazılarını zikrediyor: فَلاَ اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ * وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ * فَكُّ رَقَبَةٍ * أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ * يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ * أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ * ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ  “Fakat o, sarp yokuşu aşmak için hiçbir gayret sarf etmiyor. Bilir misin o sarp yokuş nedir? Bir köle (veya esiri) hürriyetine kavuşturmaktır.. veya kıtlık ve darlık zamanında doyurmaktır.. akrabadan olan bir yetimi.. ya da yiyeceği, barınağı olmayan perişan bir yoksulu. Bir de, elbette iman etmiş olmak ve karşılıklı sabır teşvik ve tavsiyesinde bulunmak, merhamet teşvik ve tavsiyesinde bulunmaktır.” (Beled, 90/11-17)

(Sayılan sarp yokuşlar, Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) Hazreti Ebû Zerr’in şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e yaptığı tavsiyeyi hatırlattı.) Buyuruyor ki İnsanlığın İftihar Tablosu:

يَا أَبَا ذَرٍّ!

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Ey Ebâ Zerr!.. Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

Uzun bir yolculuğa açılmış görünüyorsun; sürekli değişik limanlara, yalılara çekilerek, gemini bir kere daha gözden geçir. Restore edilecek, gözden geçirilecek yanları varsa, gözden geçir; çünkü çok uzun bir yolu kat’ etmekle mükellefsin!.. Gemini her zaman yenile!.. Bunu “جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بـ”لاَ إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ hakikati ile irtibatlandırmak da mümkündür. “Her zaman imanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ ile yenileyin!” Sahabî efendilerimizin birbirlerine dediği gibi; تَعَالَ نُؤْمِنْ بِرَبِّنَا سَاعَةً “Gel hele, şöyle bir süre, bir kere daha Allah’a iman edelim!” Yani, imanımızı yenileyelim. Kur’an, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler! İmanınızı bir kere daha gözden geçirin, yenileyin!..” (Nisâ, 4/136) buyuruyor. Yani, “Oturun-kalkın, hep sohbet-i Cânân deyin!” diyor.

Şimdi, Ebu Zerr’e, Efendimiz’in ifadesi, جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ Derya, çok derin; batma ihtimali var, hafizanallah. Götüremezsin… Onun için sık sık o gemiyi gözden geçirmen lazım, kontrol etmen lazım; restorasyon gerekiyorsa, tamir gerekiyorsa, tamir etmen lazım.

   “Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun; sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuşlar sarp mı sarp!..”

Dahası, وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ “Azığını tastamam al! Zira yolculuk çok uzun!” diyor orada. Mü’minin bu uzun yolculukta alacağı şey, evvelâ “iman-ı billah”, sonra “İslamiyet”. İslamiyet olmayınca, “iman-ı billah” kurumaya mahkûmdur. Sonra “marifetullah”, sonra Allah’ın lütfu olarak “muhabbet”, sonra “zevk-i ruhânî” ve sonra “aşk u iştiyâk-ı likâullah”. Peşi peşine birbirinin lâzımı gibi, lâzım-ı gayr-ı müfârıkı gibi gelen şeyler. Fakat bunlardan birisinde kusur edildiği zaman, hiç farkına varılmadık şekilde, bir fasit daire oluşur, bir kısır döngü oluşur. İman, amel ile beslenmediği zaman, o kurumaya mahkûm oluyor. Ve dolayısıyla insan kat’iyyen marifet adına bir şey bilmiyor, muhabbetten nasipsiz yaşıyor; aşk u iştiyakın rüyasını bile görmüyor. “Bir an evvel Allah’a kavuşayım, bir ‘şeb-i arûs’ yaşayayım!” Bu aşk u iştiyakı rüyasında bile görmüyor. Bunlar, birbiriyle çok irtibatlı; biri, diğerinin lazımı gibi bir şeydir.

Evet, وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ Azık; imân-ı billah, iyilik, güzellik… Biraz evvelki mülahazalara bağlayacak olursanız, insanları kucaklama, her insana, insan olduğundan dolayı saygı duyma… Alâ merâtibihim, derecelerine göre… Senin ile aynı safta rükûa giden.. başını yere, secdeye koyan.. “Yâ Rabb!” diyen.. اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ “Allah’ım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran (Yaradan)’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.” diyen… Bu, “birinci saf”ta sana yakın olan insandır; ona kalbî alakan, kalbî münasebetin o ölçüde olacak. Kalbî alaka ve kalbî münasebet…

O ölçüde sana yakın durmayan bir insan.. meseleyi sadece rüku’ ile geçiştiriyor.. اللَّهُمَّ لَكَ رَكَعْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَلَكَ أَسْلَمْتُ أَنْتَ رَبِّي خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَمُخِّي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Allah’ım, Sana rükû ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Sen Benim Rabbimsin. Kulağım, gözüm, beynim, iliğim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.” demekle yetinen… Onun dersi de oraya kadar; ona da o kadar kalbî alaka ve kalbî münasebet.

Birisi ayakta, el-pençe divan duruyor, kemerbeste-i ubudiyetle; ona da o kadar. Biri arkada, bir koltukta oturuyor, olup-biten şeylere bakıyor. Biri de daha uzaktan bakıyor; “Yahu bunlar hakikaten çok iyi insan tavırları sergiliyorlar. Bunlar ile uzun yol alınabilir!” diyor. Onlara da o nispette… Bu açıdan insanlar ile münasebette, bütün bu farklılıkların hepsine değer atfetmek suretiyle, “O da makbul, o da makbul, o da makbul!” O tabiri çok kullanmamışlar: “O makbul, o makbul, o makbul ama birisi var ki o, ‘akbel’ (makbuller makbulü)” O da seninle beraber meseleyi onda on paylaşan demektir. İşte yüzünü yere koyan, içini Allah’a döken insan. Evet, وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ “Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.”

Sonra, وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَؤُودٌ Dünya adına öyle ağır şeyler altına girme!.. “Sarayım olsun, villam olsun, makamım olsun, pâyem olsun.. ve benim gezdiğim yerde millet ayağa kalksın, beni alkışlasın.. ‘Eşin yok, menendin yok; kâkül-i gülberglerinin tek kılına, acem mülkü fedadır!’ desinler!” Bütün hayatını bu türlü hülyalar arkasında geçiren kimse, hafizanallah, öyle bir yük, öyle bir vebal altına giriyor ki, işte bu, biraz evvel ifade edilen كَاْلأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ veya كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا ya da كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ oluyor. وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَؤُودٌ Eğer bir uçurumu aşacaksan, dağlara tırmanan insanlar gibi bir tırmanıcı isen şayet, sırtına çok ağır yükler almayacaksın! Dünya adına ağır yükler almayacaksın!.. Alacağın şeyler öyle şeyler olmalı ki, üveyik gibi seni kanatlandırmalı!.. “İman” insanı kanatlandırır; “İslamiyet” kanatlandırır; “marifet” kanatlandırır; “muhabbet” kanatlandırır. Fakat dünya sevgisi, dünyaya meyl ü muhabbet, onu âhirete tercih etmek, alkış, takdir, makam, mansıp, pâye… Bunlar ise, insanı âdetâ paletleri altına alıp ezen/presleyen şeyler gibi hususlardır. Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) burada وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَؤُودٌ “Çok sarp bir yokuş, aşacağın yokuş; ağır yüklerin altına girme!” diyor. Meseleye öyle bakmak lazım.

En sonunda, وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ “Amelinde ihlaslı ol; zira her zaman seni gözetleyen, O Basîr’dir.” Hangi tavır içinde isen, onu, hatta içinden geçen şeyleri bilen… وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) beyanı ile Kendisini bize tanıtan Zât-ı Ecell-i A’lâ hazretleri, en gizli şeylerimizi, aklımızdan geçen şeyleri, nöronlarımızda dolaşan şeyleri, hafızamızda dolaşan şeyleri, dile misafir olmayan, bir yönüyle yüz mimiklerine misafir olmayan şeyleri dahi biliyor, duyuyor, görüyor. İyi ise değerlendirmeye tâbi tutuyor; kötü ise, burada veya öbür tarafta senin yüzüne çarpıyor ve yüzünde bir kısım zift hissediyorsun, hafizanallah. Fakat o zifti burada sen icat ettin. “Sen!” diyorum yahu; “ben”, “Ben icat etmişim!” Hafizanallah!..

   Esaret altındaki birini hürriyetine kavuşturmak, kıtlık ve darlık zamanında akrabadan olan bir yetimi ya da imkânları olmayan perişan birini doyurmak da aşılması gereken sarp yokuşlardandır.

Evet, فَلاَ اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ Bu akabeyi aşmak için gayret sarf etmedi; bu meselelerin hepsini yerine getirmek suretiyle, o uçurumu aşamadı, o kandan-irinden deryaları geçemedi. Yunus diyor ya: “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” Akabe, odur işte. “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” Hatta Kıtmîr, “Kandan-irinden deryalar var!” diyorum. Yılanlarla, çıyanlarla değişik güzergahların tutulduğu bir yolda yürüyorsun; ona göre tavrını alacaksın!.. Akabe… “O akabeyi aşamadı!” diyor; “Esasen takıldı, yolda kaldı!” Hafizanallah. Cenâb-ı Hak, Kendine doğru giderken, takılıp yolda kalmaktan bizi muhafaza buyursun!..

Sonra, وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ diyor: “Akabenin ne olduğunu nereden bileceksin?!.” Böyle diyebilirsiniz, meallerde böyle diyenler var. “Akabenin ne olduğunu biliyor musun Sen!” Böyle diyenler, böyle meal verenler de var.

Önce, فَكُّ رَقَبَةٍ “Bir insanı, hürriyete kavuşturmaktır.” diyor. Köleliğin söz konusu olduğu dönemde… Ha bir dönemde bütün insanlık köleliği kaldırma mevzuunda, zâhirî köleliği kaldırma konusunda mücadele verdi; fakat manevî şekliyle devam ediyor o. Bunu biraz evvelki mülahazalar içinde mütalaaya alabilirsiniz; o “manevî köleleştirme” devam ediyor. Halayık halinde, bir yönüyle parya gibi, kast sistemine göre on basamak aşağıda görme gibi şeyler devam ediyor ve kapı kulları gibi bakılıyor insanlara. Devam ediyor ama “zahirî bir kölelik” vardı ki, o, savaşlarda elde edilen insanlarla ilgiliydi çoğunlukla. Müslümanlar ilk dönemde, bunları yanlarına alıyorlardı, hal ve temsil ile Müslümanlığı onlara zerkediyorlardı, aşılıyorlardı.

Antrparantez arz edeyim: Emevî döneminde, Abdülmelik İbn Mervân (kendisini ziyarete eden İbn Şihâb ez-Zuhrî’ye) diyor ki, “Bu hadis râvîleri içinde, onların büyüklerinden birkaç insan say bana!” Veya meseleye nasıl yaklaşıyorsa, öyle “Falan, falan insan nasıl?” diye soruyor: “O, mevâlîden” diyor. (İslâm literatüründe “mevâlî” tabiri, sonradan hürriyetlerine kavuşan ve samimi mü’minlerin yanında tam bir evlât gibi yetiştirilen insanların unvanıdır.) “Falan?” deyince, “O da mevâlîden.” diyor. “Falan?” deyince yine “O da mevâlîden.” cevabını veriyor. Yüz tane insan saydırıyorsa, seksen tanesi mevâlîden çıkıyor. O, hadîsin yed-i tûlâ sahibi insanları, mevâlîden çıkıyor bunlar. Bir dönemde köle imiş, birinin yanında hürriyete kavuşmuş; aynı zamanda o, ruhunun enginliklerini ona nefh etmiş, kendi derinliklerini ona aksettirmiş. Dolayısıyla onlar birer ilim ve ibâdet âbidesi haline gelmişler; dinimizi sağlam birer kanal olarak, bize intikal ettirmişler. Mevâlî…

İşte o konuda فَكُّ رَقَبَةٍ diyor Kur’an. Esasen hürriyetini kaybetmiş birini hürriyetine kavuşturmak. Hani “usûl-i hamse”nin altıncısı, “usûl-i sitte” derken saydığımız husus “hürriyet” meselesidir. Yani, insanın “can”ı, “mal”ı, “akl”ı, “nesl”i ve “nefs”inin yanında bir de bazı Usûlcüler, Usûliddin uleması “hürriyet” diyorlar. Hazreti Pîr de bu meseleye yaklaşırken o mülahazayı değişik bir zaviyeden ifade ediyor: “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” diyor; yemeden-içmeden yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam!.. Hürriyet, bir yönüyle, insanlığın lâzım-ı gayr-ı müfârıkıdır. Hür olmayan insanlar, eli-kolu bağlı, zincirli, ayağında bilmem ne, falan… Evlerin içinde tutuyorlar öyle… Bu insanların hürriyetlerine zincir vurulmuştur. Bunların hepsinin salıverilmesi mevzuu, فَكُّ رَقَبَةٍ kategorisi içine girer. Onlar, öyle hürriyete kavuşturulmak ile فَكُّ رَقَبَةٍ kategorisine girdiği gibi, bunlar da فَكُّ رَقَبَةٍ kategorisine girer. Bu itibarla, nedir akabeyi aşamama?!. Ekser insanların aşamadıkları ilk husus o işte, فَكُّ رَقَبَةٍ “Köle/esir âzâd edemediler.”

Sonra أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ “Veya kıtlık ve darlık zamanında doyurmaktır.” Açlığın, susuzluğun, kahtın, imkânsızlığın söz konusu olduğu bir yerde, muhtaç birisine, bir fakire veya bir miskine yedirme mevzuu. İşte onu yapmadılar. يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ “Yakın olan yetim” diyor. Uzakta da yetim olabilir fakat evvela yakından başlamak lazım. Demek ki o, önem arz ettiğinden dolayı, ondan başlamak lazım. Bu, diğerlerine bakmamayı gerektirmez. Fakat onlar, tâlî derecede, sânî derecede, sâlis derecede, râbi’ derecede, hâmis derecede birer konumda bulunuyorlar. يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ

Akabinde, أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ deniyor. “Miskin” kelimesi esasen döşeği kum, yorganı da hava/atmosfer olan insan demektir; tarif ederken öyle diyorlar. Fakirin daha dûnundadır o. Fakir, şöyle-böyle kût-i lâyemût ile yaşayan, ölmeyecek kadar. Hazreti Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) gibi, Devs’in arslanı. Diyor ki: “Bazen minber ile Âişe validemizin hücre-i saadetleri arasında, sara tutmuş gibi titrerdim de saralı diye bakarlardı. -Canım çıksın!..- Ama ben esas açlığımdan, yani günlerce bir şey bulamadığımdan dolayı öyle idim.” Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu da eline geçen her şeyi ona ve arkadaşlarına verir; Ebû Hüreyre’ye “Arkadaşlarını da çağır hemen, Suffe’de yeyiversinler!” derdi, bakardı onlara. Fakat her zaman da olmazdı. Dolayısıyla, Müslim-i Şerifte de, Buhari-i Şerifte de gördüğümüz gibi, Ebû Hüreyre “Çok defa saralı bir insan gibi kendimden geçer bayılırdım; kendimden geçerdim de yanımdan gelip-geçenler, ‘Bu adam galiba saralı insan!’ filan derlerdi, ‘Epilepsi nöbeti yaşıyor!’ falan derlerdi ama açlıktandı.” diyor. İşte bu, miskin; yani; döşeği kum, yorganı da hava/atmosfer; yağmur yağarsa, üstüne; kar yağarsa -orada kar çok yağmıyordu, kar yağarsa- üstüne, filan. Yastığı da kumdan bir şeydi. Öyle bir şey görüyorlar; kût-i lâyemutun bile altında geçinerek. أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ diyor, “yanı yerde bir miskin”. Türkçemizde bir idyum vardır: “Yanı, yere gelesi!” falan derler. Bu, bir yönüyle beddua gibi bir şey; “Öyle bir fakr u zaruret içine düşesin!” veyahut da “Kabre giresin!” manasında bir idyumdur.

   Karşılıklı sabır tavsiyesinde bulunmak ve birbirine merhameti öğütleyip durmak da bir sarp yokuştur; onu da ancak amel defterini sağ taraftan alacak olan iman ve sâlih amel ehli, uğurlu insanlar aşabilirler.

Bunlardan başka ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ “Bir de, elbette iman etmiş olmak ve karşılıklı sabır teşvik ve tavsiyesinde bulunmak, merhamet teşvik ve tavsiyesinde bulunmaktır.” (Beled, 90/17) ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ diyor. Bu, önemli esasen “akabeleri aşma” hususunda. Sadece “sabretmek” değil mesele. Kur’an-ı Kerim, burada -mesela- “ashâb-ı sabr” diyebilirdi. Oysaki burada “tevâsav bi’s-sabri” buyuruyor. “Müşâreketun beyne’l-isneyni fe-sâiden” (مُشَارَكَةٌ بَيْنَ اْلإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا) manası var bunda; lâakal iki kişinin bir şeyi paylaşması ifade edilirken bu sîga kullanılır. Bu, -eski Tıp’ta kullanılırdı- “temâruz” yani “hastalık izhar etme” manasına istimal edilir; yani, olmadığı halde bir şeyi öyle gösterme. Bir ikinci şey de; iki kişi arasında bir şey paylaşma veya daha çok kişi ile bir şeyi paylaşma manasına gelir. Onun için Arapça ifadesi ile “müşâreketun beyne’l-isneyni fe-sâiden” sözüyle ifade edilir bu, Sarf’ta.

Demek ki, Asr Sûresinde, وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ “…birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabretmeyi tavsiye edenler…” (Asr, 103/3) buyurulduğu gibi, insan, dişini sıkıp sabredilecek şeyler karşısında sabretmeye kendisini zorlasa da, bazen kendine yetmeyebilir. Esasen o işi paylaşmak lazım. O zaman yine bir hadîs ile meseleyi vurgulayalım: مَنْ لَا يَهْتَمُّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların derdini Müslümanlar ile paylaşmayan, onlardan değildir!” Demek ki o duyguyu paylaşmıyor; bir duygu paylaşımı içinde olmadığından dolayı, onun derdini de paylaşmıyor. Dolayısıyla bazen insan başına gelen gaileler ve devâhî karşısında, ne kadar sabırlı olursa olsun -tek başına kalırsa- sarsılabilir. Başbaşa vermek lazım o mevzuda; birbirine destek olmak lazım, moralize etmek lazım, rehabilitasyona tabi tutmak lazım. Nitekim Asr Suresi’nde وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ dendiği gibi, burada da وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ buyuruluyor: Birbirlerine karşı sabır tavsiyesinde bulunurlar. “Sabır… Bak, şu faydası var!” derler.

En son akabe olarak da وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ buyuruluyor. Herhalde konu ile alakalı ele alacak olursak, kendi aralarında yine bir araya gelince hep “merhamet” tavsiyesinde bulunurlar: Amanın bakın! Lafz-ı Celâle’den sonra gelen iki tane isim var: “er-Rahmân”, “er-Rahîm”. Daha sonra, esmâ-i İlahî içinde, “el-Hannân”, “el-Mennân”, “er-Raûf” gibi isimler var. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın re’fetini, şefkatini, merhametini, mülâyemetini, utûfetini ifade buyuruyor. Öyle ise, bir yerde kendi aranızda meseleleri müzakere ederken, hep merhamet tavsiyesinde bulunun!.. وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ

İşte bütün bunları söylüyor; bu mezâyâ ve fezâili söyledikten sonra da şöyle buyuruyor: أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ “Böyle yapanlar, hesap defterleri sağ ellerine verilecek olan yümün ve bereket ehlidir.” İşte bunlar, uğurlu insanlardır! Nasıl uğurlu? فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَءُوا كِتَابِيَهْ*إِنِّي ظَنَنْتُ أَنِّي مُلاَقٍ حِسَابِيَهْ*فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ*فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ*قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ*كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الْأَيَّامِ الْخَالِيَةِ “Neticede kimin amel defteri sağından verilirse, o defterini alır ve ‘Gelin, okuyun! İşte benim defterim! Zaten ben, bir gün hesabımla baş başa kalacağıma kesin inanmıştım!’ der. O, bütünüyle hoşnut kalacağı bir hayatın içindedir artık, pek muhteşem bir cennette: Salkım salkım meyveleri elle koparılacak mesafede. ‘Artık geride kalmış günlerinizde işleyip de buraya gönderdiğiniz güzel işlerinizden dolayı afiyetle yiyin, için!’ denilir.” (Hâkka, 69/19-24) اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Allah’ım, ey Erhamürrâhimîn, bizi de muvaffak kıl!..” Kitabını sağdan alacak insanlar.. hayatlarını yümün içinde götüren insanlar.. hep iyilik düşünen, iyilik mülahazası ile oturup-kalkan, iyilik rüyaları gören ve herkese iyilik elini uzatan insanlar.

Diğer tarafta ise, وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا هُمْ أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ*عَلَيْهِمْ نَارٌ مُؤْصَدَةٌ “Ayetlerimizi inkâr edenlere gelince, onlar, hesap defterleri sol ellerine verilecek olan bedbahtlık ehli nasipsizlerdir. Ki (onların cezası) üzerlerine kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateştir.” (Beled, 90/19-20) Bunlar da uğursuz insanlardır.. defterlerini sol taraftan alacak insanlardır.. hayatlarını hep uğursuzluk içinde geçiren insanlardır.. كَمَثَلِ الْحِمَارِ insanlardır.. كَمَثَلِ الْكَلْبِ insanlardır.. كَاْلأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ türünden insanlardır. Allah, o derekeye sukûttan muhafaza buyursun!.. Cenâb-ı Hak, ahsen-i takvîme mazhariyetin gereği olan a’lâ-ı illiyyîn-i kemâlât-ı insaniye ile hepinizi/hepimizi serfirâz kılsın! Amin!..

Bamteli: ÂHİRETİN İNŞÂSI VE “HEPSİ ALLAH’A EMANET!..”

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Dil, gönle tercüman olduğu sürece kıymetlidir; şayet o, kalbden kopmuş ise, kurumaya istihkak kesbetmiş demektir.

“Gönül Seni bulmuş ise / Başkasını arar mı hiç?!. / Ateşine yanmış ise / Başka nâra yanar mı hiç?!.” İslam dünyasının derdi, O’nu (celle celâluhu) bulmuş gibi göründükleri halde, O’ndan (celle celâluhu) uzak bulunmaları… Dillerde vird-i zebân fakat esas “dil” olan gönüller, O’na (celle celâluhu) karşı ebkem.. gönül dili yok.. içten yöneliş, bütünüyle “Yok!” demeyeyim, “Zayıf!” diyeyim, “Yetersiz!” diyeyim.. bilgiler, “marifet”e dönüşmüyor.. marifet, “muhabbet” ile taçlandırılmıyor.. muhabbet “aşk u iştiyak” yolunu göstermiyor.. sadece sözler ile onun yolunda emeklemeler yaşanıyor.. düşe-kalka bir hayat!.. Herkes için olmasa bile, geceler çokları için zifiri karanlık. Geceleri derinlemesine ihya eden insanlar vardır içinizde; gecenin üçte birini, üçte ikisini, başını yere koyup sızlayarak geçiren insan sayısı az değildir. Fakat genele bakınca, meselenin çok yavaş gittiğinde şüphe yok, emeklediğinde şüphe yok!..

Evet, kalb/latîfe-i Rabbâniye, suskun; o susunca, bütün söz, şu iki dudak ve dile kalıyor. O da “dil” (gönül), bu da “dil” (lisan); o “dil” (gönül) susunca, diğeri “Galiba sıra bana geldi!” diye, önüne gelen her lakırdıyı ediyor. Onun içine “yalan” da giriyor, “tezvîr” de giriyor, “iftira” da giriyor, “isnad” da giriyor, “lağviyât” da giriyor, “lehviyât” da giriyor, “batılı tasvir” de giriyor, “fuzûliyât” da giriyor; giren girene, boş buldukları için. Kumandayı lisan ele alınca; esas dil/gönül susunca, “latife-i Rabbâniye” susunca, kalb dilsizleşince, “şuur” ve “his” meflûç hale gelince, heyecan-ı insaniye ölünce, aşk u heyecan felç olunca, meydan kalıyor iki dudak arasındaki “dil”e; o da önüne gelen her şeyi mırıldanıyor.

Ona “mırıldanma” denir, levsiyât neşreden gazeteler gibi, mecmualar gibi ve onları o hale getiren kirli düşünceler gibi, kirli kalemler gibi, şimdi kirli tuşlar gibi, kirli İnternet gibi, kirli telefonlar gibi; kirli hepsi… Ve hiçbirinin içinde kalb yok; sadece gevezeliğe açık, bütün potansiyeli ve imkânları ile gevezeliğe açık iki dudak arasındaki “dil” var. Kuruyası dil!.. İçeriden gelen şeyleri -şayet- seslendirmiyorsa, o, kurumayı hak ediyor demektir, kurumaya istihkakı var demektir. Ne yazık ki, “Ben Müslümanım!” deyip, günde beş defa O’na (celle celâluhu) karşı arz-ı ubudiyetini ortaya koymak üzere, mabede/secdegâha/namazgâha koşan, başını yerlere koyan, alnını yerlere süren, iki büklüm olan insanlar, böyle boş iseler şayet, bunların âleme verecekleri de çok fazla bir şey yoktur.

Oysa hep ümit ile yaşadık; belli bir kesimin bu duyguyu, bu düşünceyi canlandıracağı, bir yönüyle, hayata mal edeceği ümidi ve mülahazasıyla yaşadık. Bir yerde, bu “örnek oluşum”, imrendirici bir hüviyet, bir desen, bir şive kazanınca, o ses, o soluk ve o mûsikînin başkalarını da cezbedeceği ve celbedeceği ümidini yaşadık; Allah (celle celâluhu), o mevzuda inkisâra uğratmasın! Mebdei, oldu meselenin, belki… Belki de yanılıyor ve hüsnüzanlarımıza yenik düşüyoruz. Belki de şu anda çekilen şeyler, maruz kaldığımız şeyler birer şefkat tokadı mahiyetinde!..

   İnsan dünyadaki her fiil, amel, tavır ve davranışıyla ahiretini ve öteye ait âbidesini inşâ etmektedir!..

Evet, belki de bir kısım zalimlerin, cebbârların, hattârların, fâsıkların, müfsidlerin eliyle maruz kalınan şeyler, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) ihsan ettiği konum ve durumun hakkı, hakkıyla yerine getirilmediğinden dolayı birer şefkat tokadı mahiyetinde: “Aklınızı başınıza alın! Siz, başka bir âlem için varsınız. Öbür âlemdeki şekillenmeleriniz, buradaki tavır ve davranışlarınızla olacak. Bir eğitim gibi bir şeydir bu; namazınız öyle, orucunuz öyle, haccınız öyle, kalbiniz öyle, diliniz öyle… Burada yaptığınız bu şeylerle, siz, bir yönüyle kendi ruh âbidenizi inşâ ediyorsunuz. Tabir-i diğerle, öbür taraftaki âbidenizi ihya ediyorsunuz!..”

Burada yapılan her şey, -bir yönüyle- öbür tarafta var olunması gerekli olduğu şekilde var olma yolunda yapılması icap eden şeylerdir. Tohum atma gibi, onun başağa yürümesi gibi, sonra çevrenin tımar edilmesi gibi, onun suya kavuşturulması gibi, güneş ile münasebetinin sağlanması gibi, karbondioksit almasının sağlanması gibi, oksijen atmasının sağlanması gibi… Her neye muhtaç ise şayet, onları yapmak suretiyle, esasen öbür âleme göre bir şekillenme oluyor. Ubudiyet, Allah’a kulluk, öbür âleme göre şekillenmenin temrinleridir. Âdeta insan burada, öbür âlemde nasıl olacaksa, ona göre kendini rehabilite ediyor ve öbür tarafta da burada yaptığı şeylere göre şekil alıyor. Kimisi Araf’ta kalıyor. Kimisi de maymunlar, hınzırlar, domuzlar gibi Cehennem’e yuvarlanıyor; çünkü o orada, buradaki şekli almış oluyor: كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ “…Onlara ‘Aşağılık ve sefil bir şekilde oraya buraya sığınan, fakat sığındıkları her yerden kovulan maymunlar olun!’ dedik.” (Bakara, 2/65)

Bu açıdan da insanın, sadece dünyayı “mezraatü’l-âhire” bilmesi, dünyayı “ahiretin mezraası” olarak görmesi değil, esasen kendisini de o mezraada bir unsur olarak görmesi çok önemlidir. Kendisini tımar etmesi, istemediği halde etrafında sürekli oluşan/gelişen dikenleri bir bir söküp atması, oranın gül bahçesi haline gelebilmesi için ona göre bir gayret sarf etmesi mühimdir. Zira, gül bahçesi olması lazım ki, etraf gül kokularıyla, ıtır ile üfül üfül koksun ve bülbüller o kokuya koşsun, yapraklara konsun, orada şakısın dursun!.. İnsan, burada kendisini ona göre hazırlarsa, bütün benliğiyle.. bütün benliğiyle dünyada “âhiret insanı” olursa.. bütün benliğiyle o istikametteki donanım için yatar-kalkarsa, koşturur durursa, emekleme değil.. takılıp yollarda kalmazsa ve meseleyi inkıtaa uğratmazsa buna muvaffak olur.

   “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana ve bir ân-ı seyyale vücûd-u münevver, milyon sene bir vücûd-u ebtere müreccahtır.”

Antrparantez şu hususu da arz etmek istiyorum: Bazen çok az zamanda çok hâlisâne yapılan şeyler, çok uzun zamanda yapılan şeylere tekâbül edebilir. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” Bazen insan öyle bir şey yapar ki!.. Hani mahşeri anlatan hadislerde görüyorsunuz: Orada bir kul, dönüp geriye bakıyor, “Cehennem’e götürün!” hitabı karşısında. Cenâb-ı Hak nida buyuruyor: “Sorun kuluma, niye geriye baktı?” Soruyorlar; “Ben, Zât-ı Ulûhiyet hakkında hiç böyle düşünmemiştim; hep hüsnüzan beslemiştim!” diyor. “Ben, hüsnüzannında kulumu yalancı çıkarmam!” buyuruyor Cenâb-ı Hak (celle celâluhu). Kim bilir, o kul bir zamanlar önemli bir şey yapmıştır, öyle derince bir şey yapmıştır ki, şart-ı âdî planında, öyle bir gönül ortaya koymuştur ki, kalbini öyle bir seslendirmiştir ki, belli bir dönemde!.. Sonra düşe-kalka yaşamıştır, bataklıklara girmiştir; fakat o “nüve” ölmemiştir bir yönüyle. İşte o yönüyle orada/mahşerde bir ümit halinde kendisini hissettirince, Cenâb-ı Hakk’a karşı da seslendirmiştir o ümidi. O’nun (celle celâluhu) konuşturmasıyla konuşur, öyle konuşmuştur; O (celle celâluhu) da o konuşmaya cevap vermiştir: “Döndürün kulumu, Cennet’e götürün!” demiştir.

Bir başkası ak saçı-sakalıyla mahşerde hesaba çekilir. Cenâb-ı Hak, “Niçin şu günahları işledin?” diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hazreti Erhamürrâhimîn, “Öyle ise onu Cennet’e götürün.” buyurur. Bu defa da melekler istifsar ederek, “Yâ Rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz!” derler. Allah da onlara, “Evet öyledir ama ümmet-i Muhammed’den biri olarak ağaran saçına-sakalına baktım; ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim.” der. Evet, o da kurtulur zira bir zaman yapmıştır -şart-ı adi planında- bir şey. Öyle bir şey yapmıştır ki, zerre kadardır fakat bir yönüyle batmanlara tereccüh edecek mahiyettedir. Evet bu, antrparantez idi.

Onun için ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücûd-u münevver, milyon sene bir vücûd-u ebtere müreccahtır.” Bazen, çok küçük şeyler büyük ehemmiyeti haiz olur. Bir dakika şuurlu olarak yaşama.. tam O’nu (celle celâluhu) görüyor gibi yaşama.. görülüyor olma mülahazasında durma ve onu bir rasathane gibi kullanma.. “Tam görüyorum; her şeyde O’nu müşahede ediyorum. O’nu müşahede etmediğim hiçbir ayna yok. Hatta kendim, aynanın karşısına dikilince, kendimi O’nu (celle celâluhu) aksettiren bir ayna gibi görüyorum!” İşte böyle bir mülahaza…

Hâşâ, O (celle celâluhu) ne cisimdir, ne cevherdir, ne arazdır, ne mütehayyizdir; “Yemez-içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.” Fakat sen, bir aynasın!.. “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka, hicâb et!” Kalbini temiz tuttuğun zaman, Sultan (celle celâluhu) tecelli eder oraya; orası, O’nun (celle celâluhu) tecelligâhı olur; sürekli tayf tayf üstüne, ışık hüzmeleri yağar oraya. Sen, O’ndan (celle celâluhu) gelen o ışıklar içinde hayatını hep böyle projektörlerin ışığı altında yürüyor gibi sürdürürsün. Her şey aydınlıktır senin için; böyle en acılı hadiseler karşısında bile her şeyi pırıl pırıl parıldıyor görürsün, Allah’ın izni ve inayetiyle.

O ân-ı seyyâle… O ân-ı seyyâleyi yakalama… Ama insan, bütün hayatını ona göre programlarsa şayet onu yakalayabilir. Zira Kadir gecesinin gizliliği gibi, Hızır’ın gizliliği gibi, Eşref Saat’in gizliliği gibi o da gizlenmiştir. Tâ zamanın her parçası, her dilimi değerlendirilsin; her insan bir Hızır gibi değerlendirilsin, her karşınıza çıkan insana bir Hızır nazarıyla bakma şeklinde o değerlendirilsin. Öyle olsun diye gizlenmiş onlar; Allah (celle celâluhu) gizlemiş.

   Teheccüd, Hâcet namazı ve içten yakarışlarıyla gecesini ihya eden kaç insan vardır acaba?!.

Selef-i Sâlihîn’de olduğu gibi, gecenin üçte birini ihya eden ne kadar insan vardır içinizde?!. Bunca eltâf-ı İlahî karşısında bir taraftan kulluğun gerektirdiği sorumluluk; bir diğer taraftan da o ihsanlar karşısında şükür ile mukabele… Bütün bunlar öyle bir kulluğu gerektirmiyor mu?!. Ne kadar insan vardır gecesini ihya eden?!. Gecenin hiç olmazsa son sülüsünde -üçte biri demek; altı saatlik gece varsa, son iki saatinde- kalkıp başını yere koyma.. bir sekiz rekat teheccüd namazı kılma.. vitr-i vâcib o âna bırakılmışsa, onu yapma.. sonra Hacet namazı kılmış gibi ellerini açma ve O’na yakarma:

لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْعِصْمَةَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لَا تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اَللّهُمَّ أَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سـُبْحَانَ رَبِّ السَّـموَاتِ السَّـبْعِ وَرَبِّ الْعَـرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * اَللّهُمَّ كَاشِـفَ الْغَمِّ مُفَرِّجَ الْهَمِّ مُجِيبَ دَعْوَةِ الْمُضْطَرِّينَ إِذَا دَعَوْكَ رَحْمانَ الدُّنْيَا وَاْلاخِرَةِ وَرَحِيمَهُمَا فَارْحَمْنِي فِي حَاجَتِي هذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينِي بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ

“Halîm ü Kerîm Allah’tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rabbim, Senden, rahmetinin gereklerini, merhametini celbedecek şeyleri, gerçekleşmesi muhakkak olan mağfiretini, günahtan korunmayı, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan da selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma Ya Erhamerrâhimîn. Allahım, Sen kullarının ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verirsin. Yüce ve Azim Allah’tan başka ilah yoktur. Halîm ve Kerîm Allah yegâne ilahtır. Yedi semanın ve Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Ey kederleri gideren, tasaları kaldıran, Sana dua ettiklerinde çaresizlerin duasına icabet eden Allahım, ey dünya ve ahiretin Rahman ve Rahîm’i!.. Şu ihtiyacımın giderilmesi ve tamamlanması hususunda beni başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bana merhamet et.”

Duanın son kısmını “mütekellim ma’a’l-ğayr” (birinci çoğul şahıs) sigasıyla diyorum; böylece bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı ve mağdurları/mazlumları duama katıyorum: فَارْحَمْنَا فِي حَاجَتِنَا هَذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا وَفَلاَحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ “Şu ihtiyaçlarımızın giderilmesi ve tamamlanması hususunda bizi başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bize merhamet eyle!..” Daha sonra da en büyük ihtiyacımızın ne olduğunu dile getiriyorum: حَاجَتُنَا: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ وَدِينَ الْإِسْلاَمِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ * اَللَّهُمَّ نَصْرًا مِنَ اللهِ وَفَتْحَا قَرِيبًا فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ آنٍ وَفِي أَوْسَعِ أَوْسَعِ أَوْسَعِ إِطَارٍ؛ بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Allah’ım, zatında yüce olan adını, Hak kelamını, İslam dinini bugün de dünyanın her bir köşesinde bir kere daha yücelt; hakkı-hakikati bütün gönüllere duyur. Allahım, Sen’den yardım diliyoruz; din-i mübin-i İslam adına ve hafife alamayacağımız tarihî değerlerimizi dünyaya duyurma adına kapıları açmanı istirham ediyoruz. Allahım, engin bir fütûhât! En yakın, yakınlardan da yakın bir zaman ve en geniş, genişlerden de geniş bir çerçevede; ‘Kullarıma öyle sürpriz nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiş!’ buyurduğun gibi, işte öyle sürpriz şekilde…” İcmali şu: Ne olur, en kısa zamanda nâm-ı celîl-i Sübhânî (celle celâluhu) değişik yerlerde bir bayrak gibi dalgalansın; biz de bakalım ona, içimiz inşirah ile dolsun. Nâm-ı celîl-i Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açsın dört bir yanda; biz de onu görelim, ona bakan insanların inşirahını kendi içimizde bütün derinliğiyle yaşayalım!..”

Evet, iktibas ettiğim bu dua, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hacet adına okuduğu dua idi. Bir de onulmaz gibi görünen bir derdi, bir hastalığı olan kimseye tavsiye edilen beyanı var Efendimiz’in: اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ  “Allahım Sen’den diliyor ve dileniyorum, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’i vesile edinerek Sana teveccüh ediyorum. Ya Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) şu hâcetimin yerine getirilmesi için seni vesile yaparak Rabbime yöneliyorum. Allah’ım peygamberimizi hakkımda şefaatçi eyle.” Bu söylenip sonra ihtiyaç seslendiriliyor. Me’surât’a (Allah Rasûlü’nün -sallallâhu aleyhi ve sellem- hayatın her alanına ait yaptığı dua ve zikirlere) bakılabilir. Ben, söz gelmişken, bunları okuyup bu arada vesile ittihaz ederek dua etmek istedim.

   Gelin, Allah aşkına, kardeşlerimizin ızdıraplarını içimizde duyarak, “Ne olur Allah’ım!” diye inleyelim; ümmet-i Muhammed ve topyekûn insanlık için dil dökelim!..

Evet, en azından o gecenin sülüsünü ibadet ü taat ve duaya ayırma.. “Allahım! Gündüzün şu kadar zamanı bana ait… Zamanım, Senin verdiğin zaman.. ben, Senin verdiğin ben.. Senin verdiğin şuur.. Senin verdiğin mantık.. Senin lütfettiğin insanlık.. Senin bize bahşeylediğin, Hazreti Muhammed’e ümmet olma.. Senin bize bahşeylediğin, Kur’an-ı Kerim’e cemaat olma.. Senin bize bahşeylediğin, âhirzaman ümmeti, dini ikame eden ümmet olma… Bütün bunların karşılığında iki saat Sana veriyorum, az görme ne olur bunu!..” deme.. gecenin sülüsünde kalkıp ümmet-i Muhammed için, nâm-ı celîl-i İlâhî’nin (celle celâluhu) şehbal açması için, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin şehbal açması için yalvarıp dil dökme…

Hususiyle mağduriyetlerin mağduriyet üzerine yaşandığı, mağduriyetler fâsid dairelerinin yaşandığı, mağduriyetlerin mağduriyetler doğurduğu, bir sürü insanın zulme uğradığı, gadre uğradığı, ırzın çiğnendiği, namusun pâyimal olduğu bir dönemde bütün mü’min kardeşlerin adına kalbin titreyerek, bütün benliğinle titreyerek, Allah aşkına, kalk alnını yere koy, gözyaşlarınla seccadeye boşal!.. O yaşlar, farkına varmadan tebahhur edecek, birer şahit gibi mele-i a’lâya yükselecek ve katiyen geriye boş dönmeyecek!.. Birer rahmet halinde yine senin başına yağacak onlar; O’dan sana geriye dönecek!.. Senin yaptığın şeyler bu kadarcık olacak; O’nunki (celle celâluhu) Kendi büyüklüğüyle mebsûten mütenasip olacak. Sen bir damla atacaksın; O (celle celâluhu) sana bir derya ile geriye döndürecek. Sen, bir zerre ile işe iştirak edeceksin; O (celle celâluhu) güneşler ile mukabelede bulunacak… Büyüklüğüne göre muamele yapacak!..

Gelin, Allah aşkına, o küçüklüğün -hiç olmazsa- gerektirdiği şeyi yerine getirelim; ümmet-i Muhammed’in üst üste mağduriyetler, mazlûmiyetler, mahkûmiyetler, ma’zûliyetler, mahrumiyetler yaşadığı bir dönemde, bütün onların ızdıraplarını içimizde duyarak, “Ne olur Allah’ım! Ne olur Allah’ım! Ne olur Allah’ım!..” diyelim.. ümmet-i Muhammed için dil dökelim.. esasen kalbin sesiyle dili dillendirelim.. dilimizi kalbin enstrümanı haline getirelim.. mızrap yemiş bir tel gibi, hakikaten dilimizin dediği her şey, gözlerimizde yaş haline gelsin; vücudumuzda bir titreme, bir ihtizaz haline gelsin.. ve içimizi O’na (celle celâluhu) öyle dökelim!..

Bunların hiç biri geriye boş dönmeyecektir. Belki bir vakt-i mev’ûdu vardır, bir miâdı vardır. Gelmesi mukadder vakit gelince, öyle bir lütfedecek, öyle bir sevindirecek, içinize öyle bir inşirah salacak ki, yüzünüzden sürekli çevreye tebessümler yağıp duracak. “Çok şükür! Demek ki o çekilen şeyler, bunlar içinmiş! Belli bir dönemde, muvakkaten ağlatmış ama öyle bir güldürüyor ki şimdi, hakikaten değermiş! Meğer o da ayrı bir lütufmuş; bizi uyarmak için, Kendine (celle celâluhu) uyarmak için, ayrı bir lütufmuş!..” diyeceksiniz. اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ؛ يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا عَلَى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım kalblerimizi dininde sabit kıl. Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!..”

   Allah’ın pek çok arındırma potası vardır; bela ve musibetler de onlardandır.

Bu türlü belalar ve musibetler, eğer eltâf-ı İlâhiye’nin uyarmadığı “gönül”leri, uyarmadığı “ruh”ları, uyarmadığı “sır”ları uyarmak için ise, onlar da neticeleri itibarıyla lütuftur. Cenâb-ı Hak, bazen bu türlü şeylerle kullarını arındırır. O’nun çok farklı potaları vardır. Mesela, “ibadet u tâat” bir nevi potadır; orada insan şekilleniyor, onun tortusu akıp gidiyor, özü-usaresi yerinde kalıyor. Aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın bu türlü imtihanları, ağır tokatlamaları, hafif kulak çekmeleri, enseye şamar indirmeleri de birer potadır; bu bela ve musibetlere de öyle bakmak lazımdır.

Bazen uzak bazen de yakın gibi gördüğünüz insanlar tarafından gelir bela ve musibetler. Fuzûlî’nin ifadesiyle, “Dost, bî-vefâ; felek, bî-rahîm; devran, bî-sükûn / Dert, çok; derman, yok; düşman, kavî; talih, zebûn.” diyecek hale düşersiniz. Ben, son mısraı değiştirerek; “Düşman, kavî olsa da, talih, zebûn değil!” diyorum. İnanıyoruz ki her şeyin arkasında O (celle celâluhu) var. Tokadı vuran O ise, uyarmak isteyen O ise, kulak çeken O ise şayet, bizi iyi bir şeye yönlendiriyor demektir. Hadiselerin diliyle O (celle celâluhu) bize adeta şöyle diyordur: “Bakın sağanak sağanak başınızdan aşağıya şu kadar eltâf-ı İlâhiyede bulundum! Büyük devletlerin yapamadığı şeyi yaptırdım size! Kalbleri, size açtım; bütün gönüllere hakkınızda vüdd (alâka, kabul ve sevgi) vaz’ ettim, koydum… Yeryüzünde sizin için vüdd vaz’ edilsin.. gittiğiniz her yerde hüsn-i kabul görün.. herkes size sinesini açsın.. size binalar versin.. evladını getirsin size teslim etsin.. ‘Sizi candan vefalı insanlar gördük; böyle candan vefalı insanlara canlar fedâ olsun!’ desin… Böyle dediler ve size teslim oldular. Bütün bunları size Ben yaptım. Bunlar, Benim lütuflarım idi. Bu lütuflar ile sizin rükûda gibi sürekli iki büklüm olmanız gerekirdi. Aklınıza ‘Bir şey yaptık!’ diye herhangi bir hususun gelmemesi icap ederdi. Gelecekse şayet, tahdîs-i nimet nev’inden, ‘Evet var bunlar; evet var bunlar; fakat bunlar Sen’den!..’ mülahazası olmalıydı. كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ، كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ، كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ ‘Hepsi Sen’den, hepsi Sen’den, hepsi Sen’den!..’ -Tahdîs-i nimet nev’inden bir hatırlama olabilir. Bu mahzursuzdur, belki sevaptır; O’ndan geldiğini hatırlama ve hatırlatma adına sevaptır.- Ben, bunları yaptım. Siz de böyle diyecektiniz.. ve bunları Ben’den bilecektiniz. Şayet az zühul yaptınız ise, bir ân-ı seyyâle bu mevzuda gaflete daldınız ise, şayet yol yorgunluğuna düştü iseniz, şayet başarı sarhoşluğuna düştü iseniz, muvaffakiyet zehirlenmesine düştü iseniz şayet, sizin birer ikaza ihtiyacınız var; ikaz ediyorum bu defa!..” Dolayısıyla da bu bir “cebr-i lütfî”dir. Bir, böyle.

İnşaallah işin merkezinde de zâlimlerin kırılası ellerini Allah kırar; ya hidayet eder ya da ellerini kırar. Allah, öyle Allah’tır; yâ hidayet eder, ya kollarını-kanatlarını kırar, onları felç eder. İkisinden birini yapsın!.. Kendi (celle celâluhu) bilir; Sen bilirsin Allahım!..

   “Hepsi Allah’tan idi ve hepsi O’na emanet!..” deyip, mazlumiyet ve mağduriyetinizin hasıl ettiği atmosferi hakkınızdaki evrensel merakı karşılama istikametinde kullanın!..

Evet, cebr-i lütfî… “Dünyanın değişik yerlerine gidin!..” işareti de onun diğer bir yanı. Mazlumiyet, mağduriyet, mahrumiyet, ma’zûliyet… Farklı hallerin farklı kelimeleri var: “Gadre uğrama” demek.. “zulme uğrama” demek.. “bir kısım insanî haklardan mahrum edilme” demek.. “hürriyetinizin elinizden alınması” demek.. “eşinizin hürriyetinin elinden alınması” demek.. “anasından yeni doğmuş çocuğun hürriyetinin elinden alınması” demek.. “mezâlimin hiçbir zâlimin yapmadığı şekilde, kâfirin yapmadığı şekilde yapılmasına maruz kalma” demek… Bir de “ma’zûliyet”; belli konumlara gelmişsiniz, ellerinin tersiyle itiyor, sizi sağa-sola savuruyorlar.

Öyle bir ma’zûliyet, öyle bir mağduriyet ve öyle haklardan mahrumiyet yaşıyorsunuz ki, acısı iliklerinize kadar işliyor bunun. Sizi bu halde, iki büklüm olarak, mazlum, mağdur gören insanlar, meselenin üzerine re’fet ile, şefkat ile eğildikleri gibi eğilecekler. Bir de size öyle bakacaklar ki şimdiye kadar öyle bakmamışlardır. Şimdiye kadar size bakarken, kendi dinî anlayışlarına ters, “ayrı bir cereyan” nazarıyla bakmış; düşman gibi görmüş ve adeta “Bir gün gelir, yamyamlar gibi, bizi yerler!” mülahazasını taşımışlardır. Sonra sizi mazlumiyet ve mağduriyetinizle ele alıp bakmış; “Allah Allah, çok da insan yiyenlere benzemiyorlar bunlar. Hele biraz daha yaklaşalım bunlara; bir çay içirelim, bir çaylarını içelim!” demişlerdir. Bu defa yaklaşmalar ve kaynaşmalar olmuştur. Böylece sizin gaye-i hayaliniz -mefkûreniz ne ise, o mesele- de dünya çapında bir mesele haline gelmiş olur.

Bu açıdan, Allah (celle celâluhu) Kendine ait meselelerin dar bir alanda kalmasını istemediğinden dolayı, bir taraftan sizi tedip ediyor. Fakat bir taraftan da nâm-ı celîl-i Sübhânîsinin (celle celâluhu) ve nâm-ı celîl-i Nebevînin (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın dört bir yanında şehbal açması adına, sizin mağduriyet ruh haletinizi, mahrumiyet ruh haletinizi, mazlumiyet ruh haletinizi bir kredi olarak değerlendirmek suretiyle esasen kendinizi anlatmanıza zemin/ortam hazırlıyor. Siz de kendinizi anlatıyorsunuz; orada burada, “Allah Allah! Ütopyalarda bizim arayıp da bulamadığımız şeylermiş bunlar!” diyorlar.. diyorlar… Çok yerde böyle dediler ve sahip de çıktılar. Senelerden beri o işi tahrip etmeye çalışan insanlar, tahrip adına bütün tahrip dinamiklerini kullandılar; fakat Allah yıktırmadı, yaptığını yıktırmadı.

Evet, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi, Allah’tan!” وَكُلٌّ أَمَانَةُ اللهِ “Hepsi, şimdi Allah’a emanet!” Siz de öyle deyin: كُلٌّ، كُلٌّ أَمَانَةُ اللهِ، كُلٌّ أَمَانَةُ اللهِ، كُلٌّ أَمَانَةُ اللهِ؛ نُفَوِّضُ أُمُورَنَا إِلَى اللهِ، نُفَوِّضُ أُمُورَنَا إِلَى اللهِ، كُلٌّ فِي حِفْظِ اللهِ، كُلٌّ فِي حِرْزِ اللهِ، كُلٌّ فِي أَمَانِ اللهِ “Hepsi, hepsi Allah’ın emaneti ve O’na emanet!.. Hepsi Allah’ın emaneti ve O’na emanet!.. Hepsi Allah’ın emaneti ve O’na emanet!.. Esbap ve tedbire takılmadan, tefviz-i umur ediyoruz; Allah’a sonsuz güven ve itimâd içinde bütün işlerimizi O’na bırakıyoruz. Hepsini Allah’ın korumasına havale ediyoruz. Hepsini Allah’ın sağlam sığınaklarının içine almasını diliyor; hepsini Allah’a emanet ediyoruz.” Evet, bu itirafı, böyle bir duyguyu içinizde hâsıl etmesi bile, Tevhîd adına sizin için çok önemli bir kazanımdır.

   Burada yaptığınız her şey ile âdetâ öbür taraftaki mahiyet dantelanızı örgülüyorsunuz.

Geriye dönüyorum: İnsan, bir yönüyle dünyada, öbür âlem için nasıl olacaksa ve nasıl olması gerekiyorsa, o şeklini hazırlama ameliyesi içinde bulunuyor. Namaz, insan için bir şey oluyor orada; oruç, bir şey oluyor; kalbî hayat, bir şey oluyor; ruhî hayat, bir şey oluyor. Ve Allah (celle celâluhu) öbür taraftaki akıbetinizi, sizin burada yaptığınız, yazıp-çizdiğiniz, ortaya koyduğunuz bu resme göre şekillendiriyor. Burada nasıl bir tavır sergiliyorsanız, onlar öbür tarafta alınıyor, değerlendiriliyor, yeni ifadesiyle “analiz”lere tabi tutuluyor, “sentez”ler yapılıyor ve bir Cennetlik ortaya çıkıyor. Alınıyor, analizler yapılıyor, sentezler yapılıyor, bir Cehennemlik ortaya çıkıyor; bir “veyl”lik ortaya çıkıyor, bir “gayya”lık ortaya çıkıyor, bir “esfel-i sâfilîn”lik ortaya çıkıyor, bir “Araf”takilik ortaya çıkıyor.

Burada yaptığınız her şey âdetâ öbür taraftaki mahiyet dantelanızın örgülenmesi mahiyetinde bir şey oluyor. Hareket ve davranış tığınızı sürekli ibadet ü taat adıyla/unvanıyla götürüp getirerek, hareket ettirerek, öbür tarafa ait bir kanaviçeyi örgülüyor gibi oluyorsunuz. Oraya gittiğiniz zaman da “Allah Allah! Meğer oruç, Reyyân’dan geçme imiş! Meğer abdest almak, Kevser-i Nebevî’yi içmek imiş; لاَ أَظْمَأُ بَعْدَهَا ‘Onu içtikten sonra artık bir daha susamam.’ hakikatini tatma imiş! Meğer şu kasrın arkasındaki şey, şu imiş! Meğer Cenâb-ı Hakk’ı görmenin arkasında, burada hep görülüyor olma mülahazasıyla hareket etmek varmış!” diyeceksiniz.

Efendim, تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ، وَتُحْشَرُونَ كَمَا تَمُوتُونَ “Nasıl yaşıyorsanız, öyle ölecek, berzahı öyle geçirecek, öyle haşr u neşr olacak ve öbür tarafta o muameleyi göreceksiniz.” Öbür taraf, tamamen, burada örgüleniyor. Burada insan, kendi kendini -bağını/bahçesini tımar eder gibi- tımar ediyor. “Bir bağ ki görmezse terbiye tımar / Çalı-çırpı sarar, hâristan olur!” Görürse terbiye, bağistan olur, bostan olur, baharistân olur, Cennet olur. Vesselam.

اَللَّهُمَّ غَلَبَةً عَلَى أَعْدَائِنَا تُغْنِينَا بِهَا عَنْ تَأْيِيدِ مَنْ سِوَاكَ * اَللَّهُمَّ نُصْرَةً عَلَى أَعْدَائِنَا تُغْنِينَا بِهَا عَنْ نُصْرَةِ مَنْ سِوَاكَ * اَللَّهُمَّ عِنَايَةً مِنْ لَدُنْكَ تُغْنِينَا بِهَا عَنْ عِنَايَةِ مَنْ سِوَاكَ * يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ

“Allahım! Bize karşı kin ve öfkeyle oturup kalkan hasımlarımıza öyle bir galebe çalmayı ihsan buyur ki, Sen’den gayrı bütün mâsivâdan bu konuda gelebilecek her türlü desteğe karşı bizleri müstağnî kılsın! Allahım! Yüce katından bizlere öyle bir nusret ve yardımda bulun ki, Sen’den gayrı bütün mâsivâdan gelebilecek destek, arka çıkma ve yardımlardan bizleri müstağni kılacak ölçüde olsun! Allahım! Sen’den gayrısının, bütün mâsivânın ihtimam, in’âm ve lütuflarından bizleri müstağnî kılacak bir inâyet-i kâmile ile bizleri serfirâz kılmanı diliyor ve dileniyoruz. Ey Erhamerrâhimîn, ey Celâl ve İkrâm Sahibi Rabbimiz!..”

Bamteli: KALB-İ SELÎM VE GECE

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Eğer Allah, zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı bırakmazdı.”

Eğer günahından, zulmünden ve mesâvîsinden ötürü hemen herkes cürmünün ve günahının ölçüsünde tecziye edilseydi, yok edilebilecek nice “cism-i murdar”lar var ki, onların hemen yok edilmeleri gerekirdi. Ama o zaman yeryüzünde hiç kimse kalmazdı. (Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ “Eğer Allah, (şirkten daha başka hatalarına kadar) zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı bırakmazdı; fakat O, onları takdir buyurduğu bir vadeye kadar bekletmektedir. Vadeleri gelince, onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.” (Nahl, 16/61)

Çünkü herkesin şöyle-böyle türlü türlü inhirafları, zeyğleri, kaymaları, sürçmeleri, bilerek-bilmeyerek, açık-kapalı günahları, hataları ve -derecesine göre bazılarının da- “zelle”leri vardır. Bizim gibi “avam”lara göre “günah-ı kebâir”, bize göre günah-ı kebâirdir. Ne var ki, Hak dostlarına göre, zelle, bir günah-ı kebâirdir. Çok küçük bir zühul, bir zelle, bir nisyan onlara göre büyük günahtır. O mevzuda kat’i bir şey görmedim ama zannediyorum rüyalarının kirliliği bile kendilerini üzecek ve müteessir edecek kadardır; onların rüya kirliliğine bile tahammülleri yoktur. Evet, gayr-ı meşru bakışa, gayr-ı meşru kulak kabartışa, dil-dudak kıpırdatışa, el-ayak uzatışa rüyalarında bile tahammülleri olmayan temiz, pâk, âbide şahsiyetler vardır.

Onun için büyükler, حَسَنَاتُ الْأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrabîn için günah sayılır.” demişler. Siz çok şeyi güzel ve hasene olarak, dinin ruhuna uygun görürsünüz; oysaki onlar, o şeyleri en büyük günah kabul ederler. Hemen kalbleri titreyerek, “Beyt-i Hudâ”ya -Tasavvuf dilinde dilbent edilen, dillere pelesenk edilen Beyt-i Hudâ’ya- yönelir; hemen onu temizleme azm u cehdi ile metafizik gerilime geçer, bir an evvel temizlenmeye dururlar. “Ne ettim ki benim rüyalarıma bu türlü kirli şeyler girdi?!. Birine, uygunsuz, nâ-sezâ, nâ-becâ sözler söyledim; birine yumruk sıktım; birine dûnumdaki mahlûkata ait hususiyet ile tekme attım; birine ağzıma gelen her şeyi söyledim; birine kahredici bir bakış ile baktım veya hafife alıcı bir bakış ile baktım. Acaba ne halt karıştırdım ki benim manevî âlemlere açıldığım veya berzahî levhalarda dolaştığım o güzel hayatım bu türlü kirli şeyler ile kirlendi?!.” diye hemen kalkar Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurlar. Bir “kebire” (büyük günah) işlemiş gibi olur onların hali…

İnsan, böyle bir kalb temizliğine ulaşmazsa, zannediyorum, o kirli kalbiyle kendi dünya ve ukbasını kirlettiği gibi, etrafına da sürekli kir püskürtür. Onun gözünün içine bakan insanlar da o kirleri, misk u amber gibi alır, yüzlerine-gözlerine sürerler. Kitleleri, kitle ruh haleti ile hareket eden ve birilerinin arkasına takılıp sürüklenen insanları kirletenler, böyle kirletmişlerdir. Konumları itibarıyla aşağıdaki insanlara tesir edecek konumda olduklarından dolayı, kalblerindeki kirler, dillerinden dökülmüş ve başkaları da o dilbent -bağışlayın- o zevzek, o geveze insanların tesirinde kalarak onların arkasından sürüler gibi sürüklenmişlerdir.

O “mukarrabîn”e gelince, onların kalbleri gül gibidir. Kalb, gül gibi olmalıdır ki, insanın ağzından dökülen şeyler de ıtriyat gibi çevrede tesir icrâ etsin!.. Ağzını açıp konuştuğu zaman, herkes, nefesini tutsun, o güzel kokuları koklamaya dursun, teneffüs etmeye dursun. Ama gönül, şeytanî, nefsanî ve hevâî şeyler ile kirlenmiş ise, öyle bir gönül sahibi ağzını her açışında -bağışlayın- çöplüklerdeki levsiyat gibi etrafa levsiyat saçar ve çevrede o levsiyatın bulaşmadığı insan kalmaz. Göze bulaşır, dile bulaşır, dudağa bulaşır, üsluba bulaşır… Cerâid (yazılı basın, gazeteler, medya) bu türlü şeyleri sürekli püskürtüyorsa, etrafa zift püskürtüyorsa şayet, güzel kokular neşredeceği yerde zift neşreden bir zift yuvası, zift organizasyonu haline gelmişse, cahil, şuursuz, tesirde kalan kitlelerin ondan müteessir olmamaları mümkün değildir.

   Yazık kalbini mâsivâdan pak eylemeyene, Sultan’ın tecellisine hazır beklemeyene ve gecelerini teheccüd, tilavet, zikir, tefekkür ile ihya etmeyene!..

Onun için “kalb temizliği” öteden beri hep üzerinde durulagelen şeylerden olmuştur. “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka, hicab et!” Ruhun şad olsun, Nâbî!.. “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan.” İdrak aynasını, aklını ve kalbini, bir yönüyle vicdan mekanizmasının erkân-ı erbaasını mâsivâdan pâk eyle… Nâbî, onları bir haneye benzetip müteşabih olarak diyor ki, “Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka, hicab et!” Yani, Sultan oraya tecelli eder mi?! Sultan kendini orada ifade eder mi? Allah’tan utan, hicap duy! Kirli hâneye O (celle celâluhu) tenezzül etmez, teveccüh etmez; öyle kirli bir yer O’na (celle celâluhu) mezâhir veya meclâ olamaz.

Bir başkası diyor ki: “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan.” “Dil”, yani gönül. “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman, gecelerde.” Gecelerde sen, teheccüdün ile, duan ile, niyazın ile, tazarruun ile, iç döküşün ile, sızlayışların ile O’na (celle celâluhu) teveccüh ettiğinde, O (celle celâluhu) da oraya teveccüh eder. Teveccüh, teveccüh ile olur. Minnacık, damla teveccüh, derya teveccühe vesile olur; zerre teveccüh, güneş mikyasında teveccühe vesile olur. Siz O’na (celle celâluhu) teveccüh ederseniz cirminizce, O (celle celâluhu) cirimler üstü, bî-kem u keyf bir teveccüh eder ki, mest u mahmur hale gelir, “heyman”dan hafakanlara girersiniz.

Evet, Erzurumlu İ. Hakkı hazretleri, “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman, gecelerde.” diyor uzun bir münâcaatında: “Ey dîde nedir uyku, gel, uyan gecelerde.” Bu çağrı, Kur’an’ın ruhuna uygun. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لأُولِي الْأَلْبَابِ*اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok deliller vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünür ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz.” (Âl-i Imrân, 3/190-191) Hazreti Aişe validemizin Sıhâh’ta nakledilen ifadesiyle, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm, uykusuz geçirdiği gecelerden birinde, semânın yüzüne baktı, gözleri doldu, ağladı ve “Veyl olsun, bu ayeti okuyup da ağlamayana, bunun hakkında tefekkür etmeyene!” buyurdu.

Gökler ve yer, bir “Kitab-ı A’zâm” gibi. Allah’ın, Kendisini anlatmak üzere, “Kudret” ve “İrade” kalemiyle yazdığı öyle net satırlardan, paragraflardan, cümlelerden, risalelerden ibaret ki!.. Bakıp da onlarda O’nu (celle celâluhu) görmeyene “Yuff olsun!” derler. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakıyor ve ağlıyordu. “Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde / Kevkeblerin et seyrini, seyran gecelerde.” diyor İbrahim Hakkı hazretleri; iki asır, iki buçuk asır evvel yaşamış insan. Hazreti Üstad da çam dağında, ağacın başında, “Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinini / Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş. / Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler: Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına / Birer burhan-ı nurefşânız vücud-u Sânia / Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.” diyor. Evet, bütün varlıklar kendilerine mahsus lisanlarıyla “Hû” diyorlar; hangisine bakarsanız bakınız, görürsünüz ki, O’na işaret ediyorlar. Şayet yorumlamada bu mülahazayı ortaya koymazsanız, çok yanlış bir yorumlamaya gitmiş olursunuz.

“Bak heyet-i âlemde, bu hikmetleri seyret / Bul Saniini, ol ana hayran/mihman gecelerde.” O (celle celâluhu), senin gönlünü bir “tecelligâh-ı İlahî” olarak bir hâne kabul etmişse, sen de -bir yönüyle- bir hamle yapıp O’na misafir olmaya bakacaksın, maiyyete koşacaksın. اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı diliyorum.” türünden dualar dudaklarından dökülecek. O’na (celle celâluhu) doğru seyr ü sülûk edecek; kendi ufkun itibarıyla, bu basamaklardan birine otağını kurmaya çalışacaksın. Maiyyet mi, maiyyet üstü bir şey mi? Tam bir hırz-ı hasîn ile masûn kalarak, bütün dünya ve mâfihâdan tecerrüd etmek mi? Aşk u iştiyâk-ı likâullah mülahazasına otağını kurmak mı?!.

“Bak heyet-i âlemde, bu hikmetleri seyret / Bul Saniini, o Sanatkârını; ol ana mihman gecelerde.” Ondan sonra diyor: “Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil / Ko gafleti, dildardan utan gecelerde.” “Ko” bırak demek, eski dil. “Ko gafleti, bari utan gecelerde…” En son mısrada da “Ey Hakkı, nihan aşk oduna yan gecelerde!..” diyor.

   “Gece, sevdalı ruhların otağı; gece, âşıkların sırlı durağı!..”

Geceler, -bir yönüyle- O’na (celle celâluhu) doğru açılma rampaları ve rıhtımlarıdır. Geceyi ihmal eden, rıhtımı değerlendirememiş, açılan gemilere binememiş ve O’na doğru seyahata yelken açamamıştır. Gecesi olmayanın gündüzü de kapkaranlıktır!..

Kur’an-ı Kerim, değişik yerlerde geceyi nazara vermiştir; kaç yerde delaletin değişik türleri ile hep ona dikkati çekmiştir; fakat sarih olarak ifade ettiği yerler de vardır. Mesela İsra sûre-i celîlesinde şöyle buyurmaktadır: وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا “Gecenin bir kısmında kalk, sana ait nafile olarak onunla (Kur’an’la) teheccüd namazı kıl. Böylece Rabbinin seni, (çok yüksek, O’na en büyük yakınlık ve en kapsamlı şefaat makamı olan) Övülme Makamı’na eriştireceğini umabilirsin.” (İsrâ, 17/79) “Nafile” diyor. İnsan, farzlarla Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu) yaklaşır. Fakat nafile ile öyle bir kurbiyete ulaşır ki, -bu da yine müteşabih- Allah, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, onu doğruya yürüten iradesi/meşîeti olur. Bu hakikati anlatan hadis-i kudsîde müteşabih olarak “ayak” tabirini de kullanıyor İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Evet, وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا “Gecenin bir vaktinde de, sana ait bir nafile olmak üzere, teheccüd namazı kıl. Umulur ki, böylece Rabbin seni Makam-ı Mahmûd’a eriştirir.” (İsrâ, 17/79) Ezandan sonra okuyoruz ya, وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا “Allah’ım, O’nu Makam-ı Mahmûd’a ulaştır.” Ahirette makamların en yükseği olan, herkesin O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısında övgü ile dilbeste kesildiği bir makam; bakanları imrendiren/kıskandıran bir makam… Gerçi ötede/ahirette mü’minler için “kıskanma” meselesi söz konusu olmaz; çünkü o duygu, insanların sinesinden silinip gitmiştir. Fakat bir “teğâbün” -Teğâbün Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi- vardır: “Keşke ben de bu temaşaya mazhar olabilecek ufku ihraz edebilseydim?!. Keşke!.. Keşke!.. Keşke!..” Herkes -bir yönüyle- orada “Keşke!” diyecek. Zannediyorum “Keşke!” demeyenler, enbiyâ-ı ızâmdır, hususiyle Sultan-ı Enbiya’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Teheccüd… وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ “Gecenin bir vaktinde de, sana ait bir nafile olmak üzere, teheccüd namazı kıl.” (İsrâ, 17/79) Ne kadar unutulmuş!.. Teheccüd, peygambere vacib; ümmete sünnet. Bir yönüyle Berzah âlemlerine seyahat manasına gelen, âhiret âlemlerinin projektörlerinin düğmesi mahiyetinde sayılan, öbür âlemi aydınlatabilecek projektörlerin anahtarı mahiyetinde sayılan “teheccüd”, toplumumuzca, belki İslam dünyasında pek çok toplumlarca unutulmuş bir mi’ractır, bir basamaktır veya bir merdivendir. O’na (celle celâluhu) doğru yükselme ve maiyyetine ulaşma adına bir merdiven, bir mi’rac, bir asansördür.

İsrâ Sûresi’nde böyle buyuruluyor; Dehr (bir diğer ismiyle “İnsan”) Sûresi’nde de şöyle deniyor: وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلاً طَوِيلاً “Gecenin bir kısmında da O’na secde et, geceleyin uzun bir süre de O’na tesbîh ve ibadet et.” (İnsan, 76/26) Başını yere koy; kemâl-i ta’zimle, tevazuunu tam ifade edecek bir tavır ile O’na içini dök! وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلاً طَوِيلاً Upuzun bir gecede, sürekli hep O’nu (celle celâluhu) tesbîh u takdîs et!.. Noksan sıfâtlardan O, müberrâdır; sen de o tebriâtı dillendir. “Allah’ım! Sen, kemâl sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve Zât-ı Baht’ın ile bir Mevcud-u Mechûlsün; ihata edemeyiz!” mülahazalarıyla tesbîh et!.. وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلاً طَوِيلا “Geceleyin O’na secde et; O’nu geceleri uzun uzun tesbîh et.” (İnsan, 76/26)

Sonra, إِنَّ هَؤُلاَءِ يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَاءَهُمْ يَوْمًا ثَقِيلاً “Doğrusu şu (günahkâr kimseler,) peşin gelir olarak gördükleri dünyayı tercih edip onun peşinde koşmakta, fakat önlerinde kendilerini bekleyen çok ağır bir günü ise bir kenara koymaktadırlar.” (İnsan, 76/27) Ama gel gör ki, kalbi ölmüş, gözü kapalı, kulağı tıkalı kimseler sadece dünyanın peşinde koşuyorlar. Mesmûata karşı kapanmışlar, mübserâta karşı da kapanmışlar; ne tekvînî emirlerden bir şey anlıyorlar, ne de semâdan gelen, tekvînî emirlerin de tercümanı olan Kur’an-ı Kerim’den bir şey anlıyorlar. Onlar, körler, sağırlar, kalbsizler. Ölmüş kalbleri onların; kalbleri hareket ettiğinde hep aritmi var. Dolayısıyla -bir yönüyle- onların da huzuru yok. Etrafa zift püskürtüyorlar ve farkında değiller. İçinde bulundukları toplumu kirletiyorlar, farkında değiller. İnsanî duyguları öldürüyorlar, canavarlaştırıyorlar onları, farkında değiller. Zulmü alkışlattırıyorlar, zâlimi sevdiriyorlar, farkında değiller. Çünkü kalbleri ölmüş onların. لَهُمْ قُلُوبٌ لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ بِهَا “Onların kalbleri vardır, fakat onlarla meselelerin özüne inip gerçeği idrak edemezler; gözleri vardır, fakat onlarla görülmesi gerekeni göremezler; kulakları vardır, fakat onlarla duyulması gerekeni duyamazlar.” (A’râf, 7/179) Gözleri var, ama görmüyorlar. Kulakları var; fakat işitilecekleri işitmiyorlar. Kalblerine gelince, sebep-sonuç münasebeti ile esas bir neticeye, bir sonuca varamıyorlar; tenâsüb-i illiyet prensibine göre sebepleri tam bulup o sebeplere göre büyük büyük müsebbeblere dilekçe sunamıyorlar.

   Allah Rasûlü’nün herkesi Hakk’a çağırma gibi ağır bir sorumluluk yüklendiği günlerde teheccüd ile melekûtî ufuklara yönlendirilmesi fevkalâde mânidardır.

Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk gelen ayetler, Mekke’de ilk gelen sûreler, اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Oku yaratan Rabbinin adına ve O’nun adıyla!..” (Alak, 96/1) “Oku!” deyip, okumanın ne demek olduğunu O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlattıktan sonra teheccüdü nazara veriyor: يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ * قُمِ اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلاً * نِصْفَهُ أَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَلِيلاً * أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلاً “Ey örtünüp bürünen (Rasûlüm)! Gecenin tamamını değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını, yatmadan ibadetle geçir. Ve Kur’ân’ı tane tane oku!” (Müzzemmil, 73/1-4) “Ey örtüsüne bürünen İnsan! Kalk şu gece, örtünü at sırtından!..” O’na göre normal bir örtüye bürünmüş, normal bir insan olarak, bilmem kaç dakika, ne kadar kısa zamanlı bir dinlenme faslına yelken açmış; o kadar. “Kalk, geceyi ihya et!” diyor. “Örtünü at sırtından. Gecenin pek çoğunu Rabbinin karşısında kemerbeste-i ubudiyet ile geçir!” Elhak, O (aleyhissalâtü vesselam) da öyle yapıyordu.

İlk gelen vahiyler bunlar. Ondan sonra gelen sûrede: يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَأَنْذِرْ * وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ “Ey örtüsüne bürünen (şanı yüce nebi)! Kalk ve inzar et. Ve Rabbini yücelt.” (Müddessir, 74/1-3) İkinci vazifen, “Ey örtüsüne bürünen!..” Burada “disâr” diyor. Bu aynı zamanda O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) neye sarınıp ne ile yattığını göstermesi açısından da çok önemlidir. Sadece “tül” gibi bir şeyi üzerine alıyor; hasır gibi bir yerde, mübarek ayaklarını uzatmadan kıvırıyor; elini başının altına koyuyor, kıbleye müteveccihen duruyor; kaç dakika uyuyorsa uyuyor. O da öyle uyuyor ki, gözleri uyurken kalbi uyumuyor, melekût âlemine açık daima. Orada bile Allah ile münasebet içinde geçiriyor o mübarek, o nurlu, o nûr-efşân dakikalarını.

“El-Müddessir; disârına bürünen İnsan!” قُمْ فَأَنْذِرْ “Sana vahiy geldi; kalk, insanları, eğri yolun encamından sakındır!” Gittikleri yol, doğru değil; o bir zulüm yolu, o bir küfür ve küfran yolu, o bir i’tisâf yolu, o bir irtikâp yolu, o bir ihtilas yolu, o bir hak bilmezlik yolu, o bir adaleti ayaklar altında çiğneme yolu… İnsanlar, şirazeden çıkmış bir kitabın eczâsı gibi dağılmışlar etrafa; ahsen-i takvîme mazhariyeti ayaklarının altına almışlar ve esasen kendileri ayaklar altına alınmış, insanî kıymetlerini çiğnetiyorlar. Kalk, bu zavallı derbederleri inzâr et!. Kalk, günümüzün Müslümanları gibi, bu zavallı derbederleri, bu perişanları, bu manevî hayatları itibarıyla, manevî anatomileri itibarıyla kalbi ölmüş insanları veya kalbleri zift yuvası haline gelmiş insanları uyar. Kalk, zulüm yaparken gülüp duran, kahkaha atan -nezaketim müsaade etseydi, diyecektim- “edepsiz insanları” eğri yolun encâmından sakındır!..

Bir de وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ O büyük olan Rabbini, “Ekber” diye Kendini ifade eden Rabbini, sen de tekbir et! اللَّهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ كَثِيرًا، وَسُبْحَانَ اللَّهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا * لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَحْدَهُ، وَنَصَرَ عَبْدَهُ، أَعَزَّ جُنْدَهُ، هَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَهُ، لاَ شَرِيكَ لَهُ de ve O’nu (celle celâluhu) tazîm edebildiğin kadar ta’zim et!..

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine gelen emirler mevzuunda zerre kadar muhalefet şöyle dursun, muhalefetin rüyasını bile görmemiştir. O’na ruhlarımız, canlarımız kurban olsun!.. Allah, bizi O’nun vesayetinden, gölgesinden ayırmasın!.. Vakıa gölgesi yere düşmezdi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), Itrî’nin ifade ettiği gibi: “Sayesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tur’sun / Mihr-i âlemgîrsin baştan ayağa nursun.” O öyle birisiydi ama Allah, “gölge” manasına “vesayet”inden bizleri zerre kadar ayırmasın!..

   İstemez misiniz, dünya onların olsun, âhiret de bizim!..

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) emirlere öyle riayet ediyordu ki, sabahlara kadar kemerbeste-i ubudiyet içinde ayakta duruyordu. Çok iyi bildiğiniz bir hadiseyi hatırlatayım: Mübarek anamızdan, anaların anası anamızdan, analarımızın da anası, nenelerimizin de anası, bütün ümmetin anası, Sıddîk’ın Sıddîkası, Allah Rasûlü’nün de Sıddîkası Hazreti Âişe’den… -Cenâb-ı Hak, o duygu ile bizleri serfiraz kılsın; bu mevzudaki sapık düşüncelerin ve sapık mülahazaların tesirinde kalmaktan bizleri muhafaza eylesin! Demiyorum kimler; onların kimler olduğunu söylemiyorum.- Anamız ifade buyuruyor. Örtüsü “disar” idi zaten O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), minnacık bir şeydi.

Hele o “îlâ” hadisesi sırasında bir hasır üzerinde yatıyordu; üzerine de incecik bir tül almıştı. Hazreti Ömer, kapının tokmağına sık sık dokununca, kapıda perdedarlık yapan Bilal-i Habeşî kapıyı açma mecburiyetinde kalmıştı. İçeriye girince, Rasûlullah’ın yanına gitmekten daha ziyade, kızı Hafsa validemizin üzerine yürümüş, “Ne halt karıştırdınız ki, Efendimiz’i rencide ettiniz?!.” demişti. Hazreti Ebu Bekir de, kerime-i mübeccele-i mukaddese-i münezzehesi üzerine yürümüş, Aişe validemizi itâb etmişlerdi.

Efendimiz cumbada, sizin ayağınızı çok rahat uzatamayacağınız bir cumbada, hasırın üzerinde, üzerinde sadece ince bir örtü, dinleniyor ve tefekkür ediyordu. Yatarken bile… Madem “gözleri uyuyor, kalbi uyumuyor”; “tefekkür”, “tedebbür”, “tezekkür” ile, yatarken bile hayatının derinlikleri peşinde koşuyordu. Zaten öyle bir kalbî derinliği vardı ki!.. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir “Hel min mezîd!” âbidesi idi; verilen şeyler karşısında “Ey nâmütenâhi olan Rabbim! Nâmütenâhilik istikametinde daha yok mu, daha yok mu?” diyordu. Çünkü Tasavvufçuların ifadesiyle, “Nâmütenâhi istikametinde seyr u sülûk, nâmütenâhidir, bitmez!” “Sona erdik!” diyen insanlar, yanılıyorlar; çünkü O (celle celâluhu), nâmütenâhîdir; Zât-ı Baht, nâmütenâhîdir: لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Cenâb-ı Hak, bu hakikatleri, mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine uygun idrak etmeye bizleri muvaffak eylesin!..

Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hazreti Ömer’in girdiğini görünce doğruldu. Hazreti Ömer, O’na ne kadar delice saygılı ise, İnsanlığın İftihar Tablosu da Ashabına karşı saygılı olmada, onların haklarını verme mevzuunda hayalî bir kusur bile etmezdi. Hemen doğrulup oturmuşlardı. O’nun mübarek vücudu/yanı, yattığı hasırdan dolayı âdeta delik-deşik gibi olmuştu; hasır, iz bırakmıştı. Koca Ömer, yiğit Ömer, mert Ömer, pek öyle değişik şeyler karşısında ağlamayan Ömer, gözyaşlarını tutamamış, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. “Niye ağlıyorsun yâ Ömer?!.” “Ey Allah’ın Rasûlü, Bizanslılar, Romalılar, Persler şöyle saltanat ve debdebe içindeler; Sen, sultan-ı kâinatsın; hele hâline bak!..” أَمَا تَرْضَى أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا الْآخِرَةُ “Yâ Ömer! İstemez misin, dünya onların olsun, âhiret de bizim olsun!..”

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Allah ne demiş ve ne dilemiş ise, onu delâletin bütün çeşitleriyle test ederek yerine getirmişti. Bu delalet, şunu ifade ediyor; bu da “dâll bi’l-ibâre”si, “dâll bi’l-işâre”si, “dâll bi’d-delâle”si, “dall bi’l-iktizâ”sı ile şunu gösteriyor. Hepsi değişik delalet yolları ile bir şey ifade ediyor. Bunların bütününe göre kendisini öyle ayarlamış, -o tabir kullanılacaksa- öyle “regüle” etmiş, öyle “kalibrasyon”dan geçirmişti ki, milimi milimine riayet ediyordu her şeye.

İşte bu kâmetteki Kâmet-i Bâlâ (sallallâhu aleyhi ve sellem)… O daracık hücresinde, cumba gibi hücresinde yatarken, bir insan yatıyorsa bir yatakta şayet, orada bir başka insanın namaz kılacağı kadar bile yer kalmazdı. Hayatını böyle geçirmişti. Ahh “Ben, Peygamberin yolundayım!” diyen sahtekarlar!.. Müzaaf yalancılar, düzenbazlar, dolandırıcılar, sahtekarlar!.. Şuursuz kitleleri “Müslümanım!” diye kandıran, “Müslümanlığı getireceğiz!” diye kandıran sahtekârlar… Binler ile, yüz binler ile mesâkinde (hânelerde/saraylarda/iskan edilecek yerlerde) ikameti bile kendileri için yeterli görmeyen düzenbazlar!.. Utanmazlar mı bundan?!.

İnsanlığın İftihar Tablosu, gece, sabaha kadar namaz kılıyor. Mübarek Âişe anamız buyuruyor ki, “Ayakta ne kadar duruyordu, bilmiyorum. Ben, istirahat ediyordum.” Mutlaka anamız da kalkıyordu; o annemiz de mutlaka teheccüd kılıyordu, mutlaka hayatının o nurânî dakikalarında çok şeyi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile paylaşıyordu. Ama anamız da bir insandı, istirahat buyuruyordu. Diyor ki: “Allah Rasûlü’nün ayakta ne kadar durduğunu bilemiyorum. Ben bir fasıl uyuyordum. Secde edeceği zaman, başını koyacağı yer olmadığından dolayı -her halde anamız da hasır üzerinde yatıyor- eli ile benim ayaklarımı kırmamı istiyor, ayaklarımdan boşalan yere alnını koyuyor ve secde ediyordu.”

“Ben, O’nun yolundayım!” diyen yalancılar, utansınlar bundan!.. Evet, bütün bu mülahazaları nazar-ı itibara alan Kaside-i Bür’e Sahibi, “Kaside-i Bürde” de deniyor, Kaside-i Bür’e sahibi, ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلاَمَ إِلَى * أَنْ اِشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ “Ben, o Peygamber’in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu!” Ama ben, gördüğünüz gibi, ne ayak şişmesi, ne diz ağrıması, ne kalça ızdırabı; aklıma geldiği zaman uzanıp yatıyorum. ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلاَمَ إِلَى * أَنْ اِشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ O’nun ızdırardan ayakları şişiyordu.

   Şükreden insanlar ne kadar da az; oysa, bizi sayılamayacak kadar nimetlerle lütuflandıran Rabbimize karşı çok şükreden kullar olmalı değil miyiz?!.

Kaside-i Bür’e Sahibi, böyle diyor, Busîrî. Kendinden mi söylüyor? Sahih hadiste, Anamız diyor ki: “Bir gün dedim o Efendiler Efendisi’ne: Cenâb-ı Hak, Fetih sûresinde لِيَغْفِرَ لَكَ اللهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا buyuruyor; Allah, Sen’in, geçmiş ve geleceğe dair olması muhtemel bütün meselelerini af yörüngesine bağlamış. -Buna dikkat edin! Af yörüngesine bağlamış.- Neden kendine bu kadar zahmet ediyorsun; madem her şeyin -bir yönüyle- o yörüngede cereyan ediyor?!.” Allah Rasûlü, annemize şu zeberced sözler ile cevap veriyor: أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “Beni bu kadar nimetleriyle perverde eden (görüp gözetip besleyen, nimetlendiren) Rabbim’e karşı çok şükreden bir kul olmayayım mı?!.”

Şükür, nimete karşı metafizik gerilim içinde mukabelede bulunma demektir. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu tamamiyetin çok çok üstünde, “etemm” şeklinde, “etemmü’l-etemm” şeklinde yerine getiriyor. Ne haddine İmam Busîrî’nin kendine göre söz konuşması!.. Anamız, adeta böyle buyuruyor: “Allah, Sana ‘Geçmiş ve gelecek günahların yok!’ dedi. Geçmişte Sen günah işlemedin. Gelecek adına da günaha giden yolları Sana kerih gösterdi; o türlü şeyler Sana göründüğünde miden bulandı. Dolayısıyla tabii olarak o yollar Sana kesildi. Seni af güzergâhına sevketti. Hâlâ bu ölçüde ibâdet ü taat ve geceleri sonuna kadar ihya etmek suretiyle kendine eziyet etmenin anlamı ne?” diyor. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka şey söylemiyor: أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “Ben, beni bu nimetlerle perverde kılan Rabbime, o ölçüde -şekûr, mübalağa kipi- çok şükreden bir kul olmayayım mı?!.”

Aslında Kur’an-ı Kerim, Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman ile alakalı bahisleri ifade ederken, اعْمَلُوا آلَ دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ “Ey Davud ailesi! Çalışın ve Bana şükredin! Kullarım içinde gerçekten şükredenler ne kadar azdır!” (Sebe, 34/13) buyuruyor. Allah’ın kulları arasında, Allah’a, Allah’ın azametine ve O’nun başkalarını nimetleriyle perverde etmesine mukabil, o ölçüde, mütenâsip şükreden kul sayısı, çok azdır!.. İşte o azlardan az olanların zirvesine otağını kuran zat, Allah Rasûlü’dür. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), nimetlerin kâmetine göre, Cenâb-ı Hakk’a karşı bi-hakkın mukabelede bulunandır.

Şükür, gelen nimetlere mukabelede bulunma ameliyesidir; kavlî, fiilî, hâlî, fikrî, hissî, mantıkî mukabelede bulunma tavrıdır. أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا Evet, kalb, bu ölçüde berrak bir “âyine-i Rabbaniye” olunca, bir de o kalbin sahibi onu sürekli “lebrîz” edip O’ndan (celle celâluhu) gelen değişik dalgaboyundaki tecelliler ile doldurup taşırınca nimetlere öyle mukabele edecektir. -“Lebriz”, taşacak kadar dolu, taşkın demek; Akif, bu lebrîz tabirini kullanır.- Kalbi öyle lebrîz edince, bu hale gelir; o kalbi taşıyan insan gezerken-tozarken, gezdiği her yerde, İbn Abbas’ın dolaştığı çarşılar gibi, “Acaba bir ıtriyatçı mı geçti!” diye herkesi merakla kapıya-pencereye sevkeder; “Acaba bir ıtriyatçı mı geçti!” diye. Evet, kalb bu ölçüde gül gibi olmuşsa; böyle bir kalb sahibinin dolaştığı her yerde de âdeta güller açar, etrafa gül kokuları saçılır.

Biliyor musunuz, maraz-ı kalbe mübtela oluşum beni kalb vadilerine sevketti; yoksa ne haddime kalbden bahsetmek!.. Biz “kalb” demişiz. Bazen ona “Latife-i Rabbâniye” demişiz. Bazen büyüklerin ufku itibarıyla, bir yönüyle münezzehiyete mazhariyeti açısından “Latife-i Sübhâniye” demişiz; yani “Tecellîgâh-ı İlahî” ve “Beyt-i Hudâ” olması itibarıyla, o tenzihi nazar-ı itibara alarak “Latife-i Sübhâniye” demişiz. Bazen de hassasiyeti, inceliği, değişik şeyler karşısında teessürü, teessür duyulacak şeyler karşısında teessürü, belki kırılacağı hadiseler karşısında kırılması itibarıyla da, belki bir buudu ve onun kendine mahsus bir derinliği açısından “gönül” demişiz. Nasıl Anatomide kalb değişik sistemlerden mürekkeb; yani, harekete geçiren sistemi var, harekete geçen yanı var, o hareketi ritme sevkeden yanları var; değişik mekanizmalardan meydana gelmiş, Anatomik bir yapıya sahip. Aynen öyle de, bedene nisbeten ruh nasıl ise, “Latife-i Rabbâniye” dediğimiz şey de, o maddî/sanavberî (çam kozalağı) nevindeki kalbe bir “ruh” mahiyetindedir. Latife-i Rabbâniye… “Kalb” dediğimiz şey, odur.

Evet, onun kendine mahsus bir derinliğine de fonksiyonları itibarıyla biz “gönül” diyoruz: “Koyma”, ondan oluyor: “Gönül koydu!” “Kırılma”, ondan dolayı oluyor: “Gönlü kırıldı!” Efendim, “tutulma”, dilbeste olma: “Gönül dilbeste oldu!” Onu çok iyi bilme, sevdasına tutulma: “Gönül âşina oldu!” O’nun için iştiyakla yanma: “Gönül, iştiyâk-ı likâullah oldu!” Böyle demek suretiyle o latife-i Rabbâniyeye ait ve ona mahsus ayrı bir derinliği -nüansları mahfuz- ifade edegelmişiz.

Sözlerimizi “kalb-i selîm” talebiyle noktalayalım: اَللَّهُمَّ أَفْئِدَةً سَلِيمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنِ الْغِلِّ وَالْغِشِّ “Allah’ım! Bize selîm kalbler ihsan eyle; her türlü gıll u gıştan âzâde ve müstağnî kılacak şekilde temiz gönüller lütfet!..” آمِينَ، أَلْفَ أَلْفِ آمِينَ، يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ “Âmin, binlerce, milyon kere âmîn. Kabul buyur ey bütün âlemlerin Rabbi!..”