Posts Tagged ‘hak’

Herkes Karakterinin Gereğini Sergiler

Herkul | | KIRIK TESTI

İnsanın karakterinin rengi, zor zamanlarda daha net ortaya çıkar. Rahat zamanlarda yaşayan insanların eline diline sahip olması, istikametini koruması kolaydır. Asıl, belâ ve musibetler gelmeye başladığında denge ve istikameti korumak zorlaşır. Maruz kalınan sıkıntının şiddetine göre farklı inhiraflar yaşanabilir. Mesela inanılan değerler sorgulanabilir, Zât-ı Ulûhiyet hakkında yakışıksız düşüncelere girilebilir. Böyle bir durumda hem musibetlere sabretmek suretiyle elde edilecek sevaplardan mahrum kalınır hem de yaşanan inhirafın derecesine göre farklı günahlara girilebilir. Bu, kazanma kuşağında yaşanan zarardır. Zira belâlara karşı gösterilen sabır, ibadet gibidir; kişiye normal zamanlarda elde edemeyeceği büyük sevaplar, yüksek dereceler kazandırır.

Ne var ki insanın maruz kaldığı olumsuzluklar karşısında dişini sıkıp sabretmesi hiç de kolay değildir. Bu, ciddi bir ceht ve mücadele gerektirir. Beşeriz; başkalarının tavır ve davranışlarına takılabiliriz. Başımıza gelen bela ve musibetlerde nefsimizi ve kaderi unutup her şeyi insanların hatalarından bilebiliriz. Yaşananlar karşısında huzurumuz kaçar, fikrî dağınıklık yaşar, ızdırapla iki büklüm olabiliriz. Hatta yer yer hayalimize, kalbimize, zihnimize inancımızla bağdaşmayacak olumsuz bir kısım duygu ve düşünceler hücum edebilir. Böyle durumlarda ciddi bir metanet ve inançla hemen irademizi ortaya koymalı ve bu olumsuzluklardan en kısa zamanda sıyrılmaya çalışmalıyız. Nöronlarımıza hâkim olmalı, sürekli düşüncelerimizi kontrol altında tutmalı ve Allah’ın hoşnut olmayacağı hiçbir şeyi orada misafir etmemeliyiz. İnanç sistemimizle telif edilemeyecek fikirlerin, değil duygu ve düşüncelerimiz, rüyalarımıza dahi girmesine meydan vermemeliyiz.

Başkalarının insanlık dışı tavır ve davranışları bizi de benzer düşünce ve hareketlere sevk ediyorsa, irademiz de imanımız da zayıf demektir. El âlemin yaşadığı inhiraflar bizim de benzeri savrulmalar yaşamamıza sebep oluyorsa, yaşadığımız tazyik ve tezyifler bizim de kalbimizi ve ağzımızı bozuyorsa, ayağımızı sağlam bir zemine basamamış, yürüdüğümüz yolda sabit kadem olamamışız demektir. رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا Ey bizim kerîm Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! (Âl-i İmrân Sûresi, 3/8) hakikati her zaman vird-i zebânımız olmalı.

Şunu unutmamak gerekir ki herkes kendi karakterinin gereğini yapar. Varsın başkaları kendilerine göre yazsın, çizsin, konuşsun, hareket etsin! İsterlerse yalanın en katmerlisini söylesin, iftira ve karalamanın her türüne başvursun, ağza alınmayacak hakaretler etsin, zulümlerine zulüm eklesinler; onların bu ahlâksız ve günahkâr tutumları, iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş adanmışları benzer davranışlara asla sevk etmemelidir. Birilerinin yüz, bin defa yalan söylemesi sizin tek bir defa yalan söylemenizi meşru kılmaz. Başkalarının kâfir sıfatı taşıması, çeşitli cürümleri irtikap etmesi size bunları mubah kılmaz. Haram her zaman haramdır. Bütün dünyanın balıklamasına bir haramın içine dalması, sizin için zerre haramı helâl yapmaz. İsterse başkaları deveyi hamuduyla götürsün, siz haramın damlasına bulaştığınız zaman çok şey kaybetmiş olursunuz.

Evet, Kur’ân, كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ buyuruyor. (İsra sûresi, 17/84) Yani herkes kendi mizacına göre hareket eder, karakterinin gereğini ortaya koyar. Âyetin devamında da şöyle buyruluyor: فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلاً “Kimin doğru yol tuttuğunu, hidayet üzere olduğunu en iyi bilen, Rabbinizdir.” (İsra sûresi, 17/84) Madem her şeyi bilen ve işlediğimiz fiillerin mükafat veya cezasını verecek olan Allah’tır, o hâlde tavır ve davranışlarımızı buna göre ayarlamak zorundayız. Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Birileri zulüm yolunu tutmuş gidiyorsa, ahirette karşılaşacakları cezanın bir mukaddimesi olarak dünyada iken de müstahaklarını bulacaklardır. Bugün masum insanlara “hain, terörist” diyenler, belki de bir gün aynı iftiralara kendileri maruz kalacaktır. Çünkü Allah adildir. Allah’ın adaletine O’nun varlığına inandığım kadar inanıyorum.

Zalimlerin İbretlik Sonu

Bugün şahit olduğumuz zulüm tablolarını hazırlayanların, insanları birbirine musallat edenlerin, kendi istikballerini başkalarının kan ve gözyaşıyla inşa etmeye çalışanların derbeder olduklarını, kaderin şiddetli tokatlarına maruz kaldıklarını, zir u zeber olduklarını pek yakında göreceksiniz. Hatta onların bu perişan vaziyetleri karşısında ızdırap duyacak ve “Keşke zamanında bunca kötülüğü yapmasalardı, şeytanın oyuncağı hâline gelmeselerdi de kaybedenlerden olmasalardı!” diyeceksiniz. Size bunca kötülüğü yapanların, çeşit çeşit zulümleri reva görenlerin fırtınaya maruz kalmış ağaçlar gibi peşi peşine devrildiklerini, hazana maruz yapraklar gibi savrulup gittiklerini, saltanatlarının başlarına yıkıldığını gördüğünüz zaman nasıl “Yazık oldu!” demeyeceksiniz ki! Onların yüzünden kandırılan, sokaklara dökülen ve heder olup giden gençliğe nasıl acımayacaksınız ki!

Yaşanan bu karanlık dönemde o kadar çok zulmettiler, akla hayale gelmedik öyle kötülükler yaptılar ki hayırla yâd edilecek hiçbir şey bırakmadılar. Sonrasında dönüp yardım dileyecekleri bütün kapıları kendilerine kapattılar. Keşke içimizde en azından kendilerine bir Fatiha okuma duygusu bıraksalardı! Keşke bu kadar olsun bir irtibat bıraksalar, köprüleri bütün bütün yıkmasalardı! Yaşadıkları sürece işleri güçleri birilerine zift püskürtmek olan insanlar devrilip gittikten sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in, “Ölülerinizi kötü yanlarıyla yâd etmeyin.” hadisiyle amel etmekte zorlanacaksınız. Onların isimlerini duyduğunuzda insanlığın gereği olarak bir kere daha çektiğiniz acıları hatırlayacak ve duygularınız kabaracak. Belki o zaman iradenizin hakkını verecek ve dinin temel disiplinlerine aykırı hareket etmeme adına içinizdeki olumsuz duyguları kontrol edeceksiniz. Bir kere daha “Ya Sabır” diyecek, iç reaksiyonlarınızı dengeleyecek, arkalarından lânet okumayacak, kötü söz sarf etmeyeceksiniz. Çünkü bizim genel karakterimiz böyle olmayı gerektirir.

Herkes karakterinin gereğini ortaya koyacaksa, zalimler devrilip gidecekleri âna kadar zulümlerine devam edecek, fasıklar fısk u fücurlarını bırakmayacak, münafıklar nifaktan vazgeçmeyecek demektir. İsimler, şahıslar değişse de bu durum devam edecektir. Buna göre imana ve Kur’ân’a gönül vermiş mü’minlere de mü’mince davranmak, imana yakışır hâl ve vaziyetlerini devam ettirmek düşer. Bizler her türlü zorluğa rağmen kendi karakterimizin gereğini yerine getirmeli, ahlâkî duruşumuzdan taviz vermemeliyiz. Allah’a tevekkül, teslimiyet, tefviz ve sikamız sayesinde yaşadığımız badire ve gaileleri aşmaya çalışmalıyız. Yapılan denaet ve şenaatler bizi de benzer olumsuzluklar yapmaya sevk etmemeli. “Fırsat ele geçerse intikamımızı alırız” düşüncesi rüyalarımıza dahi girmemeli, aklımızın köşesinden dahi geçmemeli. İçimizde hiçbir şekilde kin ve nefretin vücut bulmasına meydan vermemeliyiz. Çünkü biz her şeye rağmen nezahet-i ruhiye, fikriye ve hissiyemizi korumak mecburiyetindeyiz.

Şunu iyi bilmeliyiz ki dinî mefkûrelerini bayraklaştırmaktan, yüksek gaye-i hayallerini realize etmekten başka hedefi olmayan insanlara çelme takan, el ense çeken, onları kündeye getirmek isteyen birileri hep olmuştur, sizin karşınıza da böyleleri mutlaka çıkacaktır. Buna maruz kalan hizmet insanları, bir taraftan profesyonel güreşçiler gibi kendilerine karşı yapılacak oyunları savma adına stratejiler geliştirecek, diğer yandan da yılmadan hizmetlerini devam ettirmeye çalışacaklardır. Şayet sağdan soldan, önden arkadan gelen toslamalara takılır kalırlarsa kaybederler.

Onlar, asırlardır rahnedar olan (harap olmuş) bir kaleyi tamir ve ıslah adına gayret ederken, birilerinin engellemeleriyle, saldırılarıyla karşılaşabilirler. Yapılan saldırıların büyüklüğüne göre yer yer bünyede yıkıntı ve çöküntüler oluşabilir. Samimi mü’minlerin genç nesillere sahip çıkma adına himmetleriyle, alın teriyle, göz yaşıyla, bin-bir emekle kurdukları müesseseler gasp edilebilir. Bütün bunlar karşısında bizler öyle bir imana, ümide, azim ve kararlılığa sahip olmalıyız ki bir kayba karşılık on tane kazanç elde etmeye bakmalıyız. Yeni yeni alternatif yollar bularak yolumuza devam etmeliyiz. Bir kişiyi bizden koparıp aldıklarında on kişinin etrafımızda halkalanmasını sağlamalıyız. Zalimler hınçla, öfkeyle üzerimize geldikçe bizde temkin ve heyecan daha da artmalı, hizmetlerimize daha fazla zaman ayırmalı, hızımızı daha da artırmalıyız.

Bir gün gelecek, Cenab-ı Hak böyle bir azme, kararlılığa, adanmışlık ruhuna eltâf-ı sübhaniyesiyle teveccüh buyuracaktır. Tenasüb-ü illiyet prensibiyle izah edilemeyecek şekilde, bizim iradelerimizi ortaya koyarak yaptığımız işlerin çok çok ötesinde ilâhî lütuf ve nimetlerle karşılaşacağız.

Hak, Adalet ve İstikamet

İşin özü; hak, adalet ve istikamettir. Kendi aleyhimize bile olsa hak karşısında dize gelecek kadar hakka-hakikate saygılı olmak zorundayız. Adaletten bir an dahi ayrılmamalıyız. Kılı kırk yararcasına istikamet içinde yaşamakla mükellefiz. Fertlerin, milletin hukukuna tecavüz etmeme noktasında ölesiye bir hassasiyet göstermeliyiz. Bir an olsun adanmışlık mülâhazasından ayrılmamalı, iman ve Kur’ân hizmetine hiçbir zaman ara vermemeliyiz. Dünya bütün debdebe ve şatafatıyla karşımıza gelse, hâlihazırda yaptığımız hizmetleri ona tercih edecek kadar kararlı olmalı, gönüllere girmeyi dünya sultanlığına tercih etmeliyiz.

İşte o zaman Cenab-ı Hak attığınız adımları size kat kat fazlasıyla geri döndürecek, emeklerinizin karşılığını katlayarak verecektir. Size hiç ummadığınız açılımlar lütfedecektir. İnsanlığın beklediği evrensel insanî değerleri sizin elinizle ikame edecektir. Bütün bunları nereden biliyoruz? Çünkü bu; peygamber yoludur, sahabe yoludur. Allah onların yolunda yürüyenleri yollarda bırakmaz, onlara akamet yaşatmaz.

Hak, adalet ve istikametten ayrılan; makamına, kiyasetine, siyasetine, güç ve kuvvetine aldananlara gelince, bunlar geçici bir kısım başarılar elde etse, zaferler yaşasalar da eninde sonunda kaybedeceklerdir. Daha dünyada iken rezil ü rüsva olacak, korkudan tir tir titreyecek, kaçacak delik arayacak ve yaptıklarına bin pişman olacaklardır. Manevî hayatlarını kirleten ve levsiyat içinde yaşayan insanların, yaptıkları şeyler bir gün suratlarına çarpılacaktır. Öbür tarafa gittiklerinde de hâlleri yaman olacak, kendilerine eman verilmeyecektir.  

Evet, âyetin ifadesiyle akıbet müttakilerindir. Fakat onu beklemek ciddi bir sabır ister ve bu da oldukça ağırdır. Neticede elde edilecek mükafatlar bundan daha ağır, daha büyük olacak ve insanın sevap kefesindeki ağırlığına ağırlık katacaktır. Yeter ki en acı şeyleri bile gönül inşirahı içinde karşılayabilelim, canımız yandığı anlarda bile “Küfür ve dalalet dışındaki her şeye elhamdülillah” diyebilelim. Bizi korkunç şeytanî sukutlara maruz bırakmayan, kalbî ve ruhî hayatımızı makam hırsına feda ettirmeyen, hırsızlık ve haramiliklerden bizi muhafaza buyuran, zulmü alkışlayıp zalime yahşi çektirmeyen Rabbimize binlerce hamd ü sena olsun.

Emanette Emin miyiz?

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: “İlk hak başka, temsil ile gelen hak başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa her zaman geriye alınabilir.. alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.” ifadesi ne gibi mesajlar içermektedir?

   Cevap: Esasında bütün haklar, bir ismi de “Hak” olan Cenab-ı Hakk’a aittir. Zatî olarak insanın hiçbir hakkı yoktur. Allah, büyüklüğünün ayrı bir tecelli dalga boyu olarak insanlara emaneten bazı haklar vermiş, onları çeşit çeşit nimetlerle donatmıştır. İnsan, hiçbir ceht ve gayret göstermeksizin bir kısım hak ve imtiyazlara sahip olarak dünyaya gelir. Bunlara “bahşedilmiş haklar” diyebilirsiniz. Çünkü bunlar insanın kendi iradesini kullanarak elde ettiği haklar değildir. İnsan olarak yaratılmadan Müslüman beldesinde hayata gözlerini açmaya, yüksek istidat ve kabiliyetlerle donatılmadan münasip bir ortamda neş’et etmeye kadar sahip olunan pek çok hak ve imtiyaza bu gözle bakılabilir.

İnsana düşen vazife, iradesinin hakkını vererek ve sahip olduğu istidat ve kabiliyetleri sonuna kadar inkişaf ettirerek Allah’ın cebr-i lütfî olarak ihsan etmiş olduğu bu haklara layık olmaya çalışmasıdır. Hiç şüphesiz bu konuda peygamberlerin her birisi bizim için önemli birer rehberdir.

Bu hakikati ifade sadedinde, Allah Teâlâ, bu hakları kullarına karşılıksız olarak vermiştir denebileceği gibi, onların hayatları boyunca ortaya koyacakları yüksek performansa binaen bunları ihsan etmiştir de denebilir. Mesela bir insanın nübüvvetle serfiraz kılınması çok büyük bir ayrıcalıktır. Allah, dilediği kulunu böyle bir nimetle şereflendirebilir. Fakat O (celle celâluhu), çocukluklarından itibaren hayatları boyunca ortaya koyacakları ceht ve gayreti ezelî ilmiyle bildiği bazı kullarını böyle yüksek bir payeyle şereflendirmiş de denebilir.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına bakan hangi insan, başta nübüvvet olmak üzere O’nun sahip olduğu iffet, ismet ve fetanet gibi nimetleri hak etmediğini düşünebilir! Zira O, iradesini son haddine kadar kullanmak suretiyle kendisine bahşedilen ilk hakları çok verimli şekilde değerlendirmesini bilmiştir. Hayat-ı seniyyeleri boyunca öyle isabetli kararlar vermiş, öyle yerinde tercihler ortaya koymuştur ki, akl-ı selim sahibi hiçbir ferdin bunlara karşı çıkması, itiraz etmesi mümkün değildir. Beden ve cisimden ibaret olan bir insan, meleklerin yaptığı amellerin ötesinde şeyler yapmıştır.

   Konumun Hakkını Verme

Hayatı süzerek yaşayan bir insan, Allah’ın doğuştan bahşetmiş olduğu hak ve nimetlerin, hayatının daha sonraki safhalarında da devam ettiğini görür. Mesela kaçımız düşünerek, taşınarak, işin felsefesini kavrayarak hizmet-i imaniye ve Kur’aniye davasına gönül vermişizdir? Çoğumuz kendisini bir anda işin içinde bulmuştur. Sanki elli kişiyle birlikte sokakta yürürken bir kapı aralanmış ve içlerinden üç beş tanesi içeriye alınmıştır. Bu yönüyle insanın, “Ben düşündüm, ben planladım, ben ortaya koydum.” demesi çok zordur. Bizden daha akıllı nice insanlar aynı caddeden gelip geçmişler fakat aralanan kapıdan içeriye girmeyi düşünmemişlerdir. Hatta bunların bir kısmı, kapının yanından geçmesine rağmen onu görmemiş, kendisini çağıran sesi dahi duymamıştır.

İşte asıl mesele de bahşedilen bütün bu hak ve nimetlerin çok önemli birer emanet olarak görülmesi ve hakkının verilmeye çalışılmasıdır. İnsan, ne sahip olduğu nimetleri görmezden gelerek küfran-ı nimete (nankörlüğe) girmeli ne de bunlar ile övünmek suretiyle gurura düşmelidir. Öncelikle nimet ve mazhariyetleri asıl sahibine yani Cenab-ı Hakk’a vermesini bilmeli, sonrasında da bunlara lâyık olmaya çalışmalıdır.

Evet, bizler öncelikle Allah’ın lütuf ve ihsanlarının farkına varmalıyız, bunları kendimizden bilmek suretiyle gurur ve kibre kapılmamalıyız. Sonrasında da Cenab-ı Hakk’ın bizi koymuş olduğu yerin, makamın ve statünün hakkını vermeliyiz. Bütün tavır ve davranışlarımızı bulunduğumuz yere göre ayarlamalıyız. Eğer yüce hakikatlere karşı belli ölçüde ufkumuz açılmışsa, bunları çok önemli birer nimet olarak görmeli ve bütün muhtaç sinelere duyurabilme istikametinde koşmalıyız. Zira benlik girdabına düşmemenin yegâne çaresi, yüksek bir mefkûreye dilbeste olmaktır. Şayet batmamak ve boğulmamak istiyorsak, çok sağlam bir kulpa veya kopmayan bir urgana yapışmalıyız.

Allah’ın bize emanet olarak verdiği bütün hakları, nimetleri, ihsanları âdeta verimli bir toprağın bağrına atılmış tohum gibi değerlendirip nemalandırmaya çalışmalıyız. Sürekli “Acaba ne yapmalıyım ki elimdeki tek bir tohumdan iki tane başak, iki başaktan elli tane buğday çıksın?” demeliyiz. Kur’ân-ı Kerim’in ifade buyurduğu gibi tek bir habbeyi yetmişlere, yedi yüzlere ulaştırmanın yollarını aramalıyız. (Bakara sûresi, 2/261) Sahip olduğumuz bütün istidat ve kabiliyetlere bu mantık ve felsefe ile bakarak onları son milimine kadar değerlendirmeye gayret etmeliyiz.

Konumun hakkını verebilmenin veya durulması gerekli olan yerde durabilmenin yolu, meseleye bu mantıkla bakabilmektir. İnsan, durduğu yer ile durması gerekli olan yer arasındaki mesafeyi sık sık kontrol etmelidir. “Allah bana şu lütuflarda bulunduğuna, bana böyle güzel bir atmosferde yaşama imkânı bahşettiğine göre, acaba benden istediği şeyler nelerdir?” demeli ve sahip olduğu nimetlerin şükrünü eda etmeye bakmalıdır.

İlk bahşiş, avans ve mevhibe Allah’ın bir lütfudur. Onda bizim dahlimiz yoktur. Allah bizi getirip belli bir makama koymuştur. Fakat daha sonra ortaya koyacağımız performansla, gayret ve ciddiyetle Allah’a karşı öyle bir kulluk ortaya koymalıyız ki melekler bile şunu demeli: “Ya Rabbi, Senin bu zatı açılan kapıdan içeri almanda ne büyük hikmet varmış!”

Bu konuda sahabe-i kiram efendilerimiz bizim için çok önemli birer örnektir. Allah, onları Peygamber Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı çağda dünyaya getirmiş, onlara sahabe olma yollarını açmış ve onlar da bunun hakkını vermişlerdir. Cahiliyenin karanlıklarında diri diri çocuklarını toprağa gömen, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan, elli tür vahşet içinde bocalayan, kadınlara hak tanımayan insanlar, Kur’ân’ın bir mucizesi olarak cihanı idare edebilecek, beşerin aklını terbiye edebilecek bir kıvam kazanmışlardır. Yani onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği konum ve makamın hakkını vermiş, kısa süre içerisinde insanlığa medeniyet dersi vermiş, yeryüzünü ilim, adalet, hakkaniyet ve merhametle doldurmuşlardır.

   Dava İnsanlarının Özellikleri

Şayet Allah’ın ilk hak olarak vermiş olduğu lütuflar gereği gibi değerlendirilmezse, Allah bunları ehil olmayanlardan alır ve ehillere teslim eder. Zira O, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir, Allah onları sever, onlar da Allah’ı. Onlar, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta hiç kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi bilir).” (Mâide suresi, 5/54)

Allah, burada dininden geri dönen, yani irtidat eden veya yapması gerekli olan mükellefiyetleri gereği gibi yapmayan kimselerin yerine başka bir topluluk getireceğini ifade buyuruyor. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Mesela Emeviler, zulmetmeye, gaddarlığa, kan dökmeye başlayınca Allah onların yerine Abbasileri getirmiştir. Abbasiler sarsıntı yaşamaya başlayınca Selçuklular işe vaziyet etmiştir. Haçlı ve Moğol istilalarına karşı koymak onlara kalmıştır. Onlar da bu büyük misyonu eda edemez hale gelince, bu sefer Allah, onların yerine Osmanlıları getirmiş ve onlar sayesinde İslam dünyası dört asır huzur içinde yaşamıştır.

Demek ki bir topluluk Allah’ın istediği kıvamı ortaya koyamaz, konumunun hakkını veremez, durması gerekli olan yerde durmayarak gerisin geriye gitmeye başlarsa, Allah da bu işi onlardan alıyor, başkalarına tevdi ediyor ve davasını onlara temsil ettiriyor.

Peki, Allah’ın dinine sahip çıkacak, onu etraf-ı âlemde neşredecek insanların özellikleri neler olmalı? İlk olarak Allah’ın onları, onların da Allah’ı sevdikleri ifade ediliyor. Esasında bu sevgi karşılıklıdır. Şayet siz Allah’ı andığınız zaman burunlarınızın kemiği sızlıyorsa, Allah tarafından sevildiğinize inanabilirsiniz. Allah nezdindeki konumunuzu öğrenmek istiyorsanız, Allah’ın sizin nezdinizdeki yer ve konumuna bakmalısınız. Allah’a karşı ne kadar alakanız varsa, Allah’ın size karşı alakası da o kadardır. Bu sebeple bu iki sevgi peş peşe zikrediliyor.

Âyetin devamında yeni bir inşa hareketi başlatacak, umumî bir diriliş peşinde koşacak bu topluluğun mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirecekleri ifade ediliyor. Yani onlar kendilerini herkesten dûn görürler. Hz. Ali’nin ifadesiyle insanlar içinde sıradan ve sade bir insan gibi yaşarlar. Buna karşılık küfür sıfatlarına karşı çok aziz bir duruş ortaya koyarlar. Yani yeryüzünde herkesin insanca yaşaması, doğru düşünüp doğru karar vermesi adına küfür sıfatlarını izale etmeye çalışır, insanların küfür girdabından kurtulması adına ellerinden geleni yaparlar. Farklı bir ifadeyle, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek kalbleri yeniden Allah’la buluşturmaya çalışırlar.

Ayrıca bunlar, hak bildikleri yolda sürekli mücahede ederler. İnsanların olumsuz sıfatlardan sıyrılmalarını ve arınmalarını temin etmeye, onları Allah’a ulaştırmaya çalışırlar. Bu yolda karşılaşacakları hakaretler, ayıplamalar, iftiralar ve eziyetler karşısında da korkuya kapılmaz, paniklemez ve paranoya yaşamazlar. Âlemin uygunsuz sözleri, kaba tavırları, saldırgan davranışları onları yürümeye azmettikleri yoldan alıkoyamaz. Hiç şüphesiz bunların her biri Allah’ın birer fazlı ve ihsanıdır ki O, bunları dilediğine lütfeder.

   Daimi Emanetçiler Olabilmek

Herkes meseleye rasyonelce bakarak kendisini Cenab-ı Hak tarafından ortaya konulan bu yüce vasıflar zaviyesinden tartabilir. Hak davanın, kıvamında insanlar tarafından temsil edilip edilmediğini gözden geçirebilir. Fakat bunu yaparken kimse hakkında suizanna girmemeye dikkat edilmelidir.

Soruda zikredilen, hakikî temsilcilerin bulunmadığı zamanlarda, hakkın, nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşıp duracağı konusuna gelince, günümüzde hak davasının hakiki temsilcilerinin bulunmadığını söyleyecek olursak, herkes hakkında suizanna girmiş oluruz. Fakat herkes kendisine bakarken böyle bakabilir. “Biz, olsa olsa birer emanetçiyiz. Bu işin hakiki temsilciliği bize düşmez.” diyebilir. “Ben, bu bayrak yere düşmesin, değerler bütün bütün unutulmasın, çeşit çeşit vesayetler yaşanmasın diye bu işe sahip çıkmaya çalışıyorum.” şeklinde düşünebilir.

Fakat asıl önemli olan, her bir mü’minin muvakkat değil, daimi emanetçi olmaya çalışmasıdır. Bunun getirisi başka şeylerle mukayese edilemeyecek kadar büyüktür. Böyle yüksek bir hedef varken daha berisindeki şeylere dilbeste olmak dûnhimmetliktir. İnsan her zaman himmetini âli tutmalı, sürekli çıtayı yükseltmeli ve buna göre bir liyakat ortaya koymaya gayret etmelidir. Diğer yandan da sürekli, “Allah’ım, emanetini alacağın güne kadar bizi emanette emin kıl!” diye dua dua yalvarmalıdır.

***

Not: Bu yazı 21 Mayıs 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Hak ile Meşguliyet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Eğer sen hak ile meşgul olmazsan, bâtıl seni işgal eder!”

Burada çıkan (bilgisayar ekranına yansıyan) bir tablo var: “Ulvî dertlerle dertlenmeyenlere, süflî dertler musallat olur!” İnsan dertleniyor ise, ulvî dertler ile dertlenmeli!.. Allah ile olan irtibatı açısından acaba tam mı, değil mi?!. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize kazandırdığı şeylere, gözümüzü açma ve her şeyi doğru görme adına beyanlarının yerinde bir mercek, yerinde bir dürbün, yerinde bir teleskop olmasına karşılık, acaba biz o Zât’ın edip-eylediği şeylere tam mukabelede bulunabildik mi?!.

Zât-ı Ulûhiyete karşı ubudiyet… Hazreti Pîr’in sözü: “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır.” Yani, “Yaptık tamamen, şunu hak ettik, şuna mazhar olmamız lazım!” dercesine, Allah’a karşı -hâşâ ve kellâ- pazarlık yapıyor gibi bir tavra girmek, saygısızlıktır. Esasen bize verilen şeyler… Esasen “Biz!” deme bile, “Ben!” deme bile, “Sen!” deme bile… Bunları bile bazıları fazla görmüşler. Sen, ben… Aradan çık; O, tecellî eylesin!.. Bizim varlığımız, izafi varlıklardır esasen, nisbî varlıklardır; O’nun vücûd-i hakikisinin gölgesinin gölgesi… Bu açıdan da hiç alacak bir şeyimiz yok; O, vereceklerini vermiş. Bundan sonra ömrümüz olduğu sürece, isterseniz Hazreti Nuh (aleyhisselam) gibi dokuz yüz elli sene yaşayalım, bize düşen kâmil ubudiyettir.

Kur’an-ı Kerim, Hazreti Nuh için “dokuz yüz elli sene” diyor. O dönemlere aklımız ermiyor. Denen şeyleri olduğu gibi, “Müteşâbih” gibi manalara çekmeden olduğu gibi kabul etmek lazım. Efendim, o kadar ömrümüz olsa, Cenâb-ı Hakk’a karşı hep onu kulluk istikametinde kullansak, samimâne, hâlisâne kullansak, yine de Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki nimetlerine tam mukabelede bulunmuş olmayız, şükürde bulunmuş olmayız.

Şimdi bununla dertlenme, esasen bunu dert edinme… Sonra ikinci bir mesele; madem misyon itibarıyla o yol seçilmiş, Peygamberler Yolu seçilmiş; evvelâ Allah’ın bildirilmesi, bütün insanlığa tanıttırılması… Gönüllerin O’na karşı olan alaka ile çarpması, heyecanlanması… Bu, bir gâye-i hayal olmalı. Öyle bir şey ile bir insan, oturup-kalkmaz ise şayet, hep onu heceleyip durmaz ise, süflî dertler, musallat olur ona. İşte -böyle- rahat yaşama, debdebe, ihtişam, alkış, takdir, lüks villalar, zırhlı araçlar… Bütün bunlara gönlünü kaptırır ve hiç farkına varmadan şeytanın yoluna girmiş olur. Şeytan da insanlarda -esasen- sürekli bu duyguyu tetikler durur. İnsanın, ona (şeytana) karşı koyabilmesi, Allah’ın inayetine bağlıdır; Allah’ın inayeti de sizin Allah’ın yolunda olmanıza bağlıdır.

İnsanın, ulvî dertler ile meşgul olması lazım ki, süflî dertler insana musallat olmasın!.. İnsanın sürekli hak ile meşgul olması lazım ki, bâtıl onu işgal etmesin. Bu söz, biraz değiştirilmiş olarak İmam Şâfiî hazretlerine aittir; o der ki: “Eğer hak ile meşgul olmaz isen, bâtıl seni işgal eder!” Hafizanallah!.. Neleri kabul ettirir, neleri kabul ettirir!.. Dize getirir, “Yetmez!” der; yüzüstü vurur seni yere, “Yetmez!” der; yerin dibine batmana çalışır, “Yetmez!” der, hafizanallah. Çünkü insana karşı öteden beri çok ciddî hışmı vardır, hazımsızlığı vardır. Allah’ın “Safiyyullah” olarak yarattığı insana bile, bir zelle, bir sürçme yaşattığına göre, bizim, onun tek bir oyunu ile devrilmemiz mukadderdir her zaman. Ona karşı dik durmanın da tek yolu, Allah karşısında kemâl-i ubudiyet ile el-pençe divan durmaya, rükûa varmaya, başını yere koymaya ve orada içini Allah’a karşı dökmeye, el kaldırıp içini Allah’a karşı dökmeye bağlıdır. O’nun ile ne kadar irtibatın kavi ise şayet, başka zayıf irtibatların hepsi kendi kendine sökülür gider; evet, sökülebilecek bir şey gibi sökülür gider; Allah’ın izni-inayeti ile.

   “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.”

Ekranda çıkan bir tablo üzerine söyledim bunları. Bundan evvel de bir söz çıkmıştı: “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.” miydi? Evet, o çıktı arkadan. “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.” Bu da yine Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbâna ait. Yani, yalan söyleyen herkes kâfir olmaz; fakat yalan, kâfirlere ait bir tabirdir, sıfattır esasen.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafığın sıfatlarını sayarken -kâfirde haydi haydi onlar bulunuyor- آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan konuşur. Vadettiği zaman vadinden döner. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman da hıyanet eder.” buyuruyor. Bazen bir dördüncü sıfat da sayıyor; bir yerde, başka bir hadiste diyor ki: وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ “Sana söz verdiği zaman da, o mevzuda hep gadir ile davranır sana, sözünde durmaz.” Bağışlayın, halk ifadesiyle, seviyesiz biraz, “kalleşlik” yapar. Ama işte birincisi yalandır; münafığın sıfatı, kâfirin de sıfatıdır.

Esasen “yalan söylemek” deniyor; bununla beraber, “iftira” da yalan kategorisine girer. Ayrıca yalana inzimam edecek iftira olması itibarıyla, o daha büyük vebaldir. Çünkü yalan söylemek, belki sadece kendini alakadar ediyor; iftirada başkasının itibarı, şerefi de söz konusu. “İtiraf” adı altında başkalarını karalama, dışlama başkalarını; bir yönüyle aradan sıyrılma adına başkalarına kötülük yapma, böylece kendi sıyrılmasını temin etmeye çalışma… Bu da “yalan” kategorisine girer; yalan söylüyor, çünkü hilâf-ı vâki beyanda bulunuyor.

Her gün yeni bir iftira ederler, başkalarını karalamaya matuf… Bir gün şöyle derler: -Mesela- “Falan Bekir ağa öldü!” Ertesi gün, yetmedi, inanmadı ise millet, adam yine çıkıyorsa milletin karşısına, bu defa da “Felç olmuş; yataktan kalkamıyormuş!” derler. Tabii, siz de bir miktar ortada görünmüyorsanız, “Tamam, tuttu!” falan derler. Bir başka defasında kalkar derler ki: “İntihara teşebbüs etmiş!” Bütün bunları dinleyip de değerlendirme, bunlara göre hüküm verme, insanın zihnini kirletir. Biz, meşgul olmayız bu türlü şeylerle; fakat bazen öyle ayağa düşüyor ki, herkes muttali oluyor, bütün bunlara muttali oluyor. Yani oturup-kalkıyorlar, hep kâfir sıfatları ile oturup kalkıyorlar; hep münafık sıfatları ile oturup kalkıyorlar.

Şimdi bütün bunlardan birini bir kere yapma, iki kere yapma, üç kere yapma insanı küfre sokmaz. Hani bunlar günah-ı kebâir olduğundan dolayı, tevbenin izâle edebileceği, yıkayacağı, arındıracağı şeylerdir.

   Hazreti Ebu Hüreyre, her gün on iki bin defa istiğfar ediyor; “Bu kadarı fazla değil mi?” denince, “Hayır, günahlarım adedince…” cevabını veriyordu; o kendi ufku itibarıyla hayalinden geçen şeylerden dahi bağışlanma diliyordu.

İstiğfar… İstiğfar önce geliyor; Cenâb-ı Hak’tan yarlığanma talep etme. Sonra tam O’na yönelme ki, ona “tevbe” diyoruz. Sonra bu tevbeyi içten yapma ki ona, “inâbe” diyoruz. Mukarrabînin yaptığı sürekli teveccühe de “evbe” diyorlar ki, onu umumiyet itibarıyla Usûlüddin uleması kullanmıyor, daha ziyade Sofiler kullanıyorlar; belki onlar içinde sizin gibi kimseler kullanabilirler. “Evbe” diyorlar; yani, Cenâb-ı Hakk’a daha içten teveccüh etme; esasen günahı/zelleyi öldüren bir mikrop gibi, bir virüs gibi görme… Altmış sene evvel, gözünün kapağını açtı, bir harama baktı ise, altmış sene sonra aklına geldiğinde, yine أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Binlerce, milyon kere istiğfar ediyorum.” deme; “Ben nasıl o haltı yaptım ya Rabbî! Keşke canımı alsaydın da ben gözümü açıp ona bakmasaydım; elimi ona uzatmasaydım; o harama doğru bir adım atmasaydım; -bağışlayın- o haltı karıştırmasaydım!” Altmış sene sonra aklına geldiğinde, yine sancı ile kıvranır, böyle der. Bu, “evbe” ehlinin Cenâb-ı Hakk’a teveccühünün ifadesidir, derinlemesine bir teveccühtür. Bunlar her akıllarına geldiklerinde, defter-i hasenatlarına istiğfar yağar.

İstiğfar… İnsanın defterinin istiğfar ile dolu olması da Sahib-i Şeriat tarafından takdir ile karşılanır: طُوبَى لِمَنْ وَجَدَ فِي صَحِيفَتِهِ اسْتِغْفَارًا كَثِيرًا “Ne mutlu o insana ki, defterinde pek çok istiğfar vardır!” Hatta bir kere “Estağfirullah!” demek değil de -hani birisinin sık sık tekrar ettiği gibi- أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Milyon milyon estağfirullah!.. Katrilyon katrilyon estağfirullah… Allah’ım, günahlarım kadar diyemiyorum!..”

Hadis dersinde ricâl okunurken, Hazreti Ebu Hüreyre’nin hayat-ı seniyyeleri her geldiğinde, nazara verildiğinde görüyoruz; yaptığı şeylerden bir tanesi de günde on iki bin tane tesbih söylemek. Zannediyorum, سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ أَسْتَغْفِرُكَ لِذَنْبِي وَأَسْأَلُكَ رَحْمَتَكَ، اَللَّهُمَّ زِدْنِي عِلْمًا، وَلَا تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنِي، وَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً، إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Rabbim, Seni (Zatına yakışmayan her şeyden) tenzih ederim. Allah’ım, günahımı bağışlamanı diler ve rahmetini dilenirim. Allah’ım, ilmimi artır ve beni hidayete erdirdikten sonra bir daha kalbimi kaydırma; katından bana rahmet lütfet; şüphesiz ki Sen, çok lütufkâr Vehhâb’sın.” diyordu. Me’sûrat’tan olan şeyler… (“Me’sûrât” kısaca Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatın her alanına ait yaptığı dua ve zikirlerin genel adıdır.) Ashâb-ı Kirâm, Me’surât’a çok dikkat ederlerdi. Kendi hevâ ve heveslerine göre uydurdukları kelimeler ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh yerine, “Allah’a teveccüh, ancak Allah’ı doğru bilen birisinin beyanı ile olur.” mülahazasıyla hareket ederlerdi. “Efendimiz ne demiş, O’na nasıl yaklaşmış, nasıl teveccüh etmiş, kapının tokmağına nasıl dokunmuş, başını eşiğe nasıl koymuş, kapıyı nasıl tıklatmış ise, bize düşen de odur.” derlerdi. Bu arz ettiğim tesbih de sabah-akşam dualarında; Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait Me’sûrât’tan bir duadır. Böyle diyebilecekleri gibi, aynı zamanda başka şekilde de yine Efendimiz’den mervî çok şey var, böyle de diyebilirler.

On iki bin defa tesbih yapıyor. Onun bu halini istiğrap edenler, biraz garip bulanlar diyorlar ki: “Yani bu kadar…” Diyor ki, “Ee, günahlarım kadar yapıyorum!” Evet… Bilmiyorum ne günahı olmuş! Gelmiş orada, Suffe’de yatmış, kalkmış.. Efendimiz’den hiç ayrılmamış.. bazen açlığından dolayı, susuzluğundan dolayı, saralı bir insan gibi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mihrabı ile Âişe validemizin hücresi arasında bayılmış düşmüş.. millet “Deli!” demiş kendisine ama “Açımdan bayılıyordum!” falan demiş… Şimdi günah ile arasında sürekli bir mesafe olmuş. Hadis râvîleri arasında, Efendimiz’den hadis rivayet edenler arasında, sahabe-i kiram arasında en çok hadis rivayet eden zattır. Cenâb-ı Hak, bizi, onların şefaatine mazhar eylesin.

   Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir “tevbe”; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla O’nda fâni olma bir “inâbe”; O’ndan başka her şeye kapanma da bir “evbe”dir.

Şimdi, “evbe”ye misal veriyordum; işte Hazreti Ebu Hüreyre’ninki bir “evbe”dir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselam), “kendimizle yüzleşme” mevzuunda kısmen temas edildiği gibi, Hazreti Musa’nın (aleyhisselam), Hazreti İsa’nın (aleyhisselam), Hazreti Yakûb’un (aleyhisselam), Hazreti Yusuf’un (aleyhisselam) Allah ile münasebetleri açısından, kendileri ile yüzleşmeleri açısından dualarına bakarsanız, zannedersiniz ki oturup-kalkmış hep günah işlemişler, estağfirullah…

Kendilerine göre bir konum belirlemişlerdir esasen. Bazı deyip-ettikleri şeyler, bazen akıllarına gelen şeyler, bazen tasavvurlarına giren/sokulan şeyler, bazen bir güve gibi hayallerine gelip düşen şeyler… Bunları birer cinayet kabul etmiş; “Nasıl olur?! Allah, beni görüyor. Ben de O’nu görmenin peşinde olmalıyım! Ben burada o sadakatin gerektirdiği tavrı sergileyemedim.” mülahazasıyla, büyük bir günah işlemiş gibi, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ demişlerdir. O, kendileri ile yüzleşme meselesine (“Kendi Kendimizle Yüzleşme veya Muhasebe” adıyla başlayıp devam eden Çağlayan dergisi makalelerine) de bakılırsa, görülecektir ki öyledir. Yoksa onları bizim günahlarımız gibi günah görmek, hafizanallah, o yüce zatları kadr u kıymetleri ile bilememe, Allah’la münasebetleri ile, derin münasebetleri ile tanıyamama demektir. Cenâb-ı Hak, tanımaya muvaffak eylesin! Bizi de o yola ilelebet hep sülük eylemeyi lütfeylesin!.. -Evet, kurban olayım, çıktı bakın!.. (Ekrana yansıyan tabloya) “Herakliyus’a yazdığı mektup” derler de; bu, el yazması…

Herkesin ulaşabileceği bir şey değildir “Evbe”. Bir enbiyâ-ı ızâm (aleyhimüssalâtü vesselam)… Bir belki o “Ebdâl”; öyle deniyor onlar için.. “Evtâd”; öyle deniyor onlar için.. “Aktâb”; öyle deniyor onlar için.. “Gavs”, bir dönemde bir tane bulunuyor, ona öyle deniyor. Belki o müçtehidin-i ızâm, müfessirîn-i kirâm, müceddidîn-i fihâm hazerâtı. Onlar, o mevzuda çok temkinli, çok gayretlidirler hakikaten. Her şeyi, Tasavvuftaki o “temkîn” yörüngesinde götürürler. Katiyen çok küçük hataya bile, kaymaya bile, zelleye bile, göz kaymasına bile, el uzanmasına bile tahammülleri yoktur; ölürler orada.

İşte o Rical’de görüyorsunuz: Kur’an-ı Kerim’i okurken bazen, yüzüstü kapanıyor ona, yüzünü toza-toprağa sürüyor. Bazen kendisinin yazdığı “Rekâik”i okuyor orada, kendisinin yazdığı… Ahirete ait tablolar… Berzah’ta ne oluyor, Mahşer’de ne oluyor, Mizan’da terazinin kefeleri ne söylüyor?!. Sırat ne diyor senin için? Öbür taraftan, Cennet kapıları aralanmış; ne istiyorlar senden? Cehennem ağzını açmış, bir hortum gibi yutmak istiyor seni; o ne demek istiyor sana?!. Bütün bunları birden nazar-ı itibara aldıkları zaman, yürekleri ağızlarına geliyor onların; hayatı öyle götürüyorlar.

Bir de o dönemde, devr-i Risâletpenâhi’den itibaren bunlar yaşanmış; o İstiğfar da, Tevbe de, İnâbe de, Evbe de hepsi yaşanmış. Fakat hani sistem halinde henüz adlandırılamamış; belki, o sistemin gerekleri nelerdir, onlar ortaya konamamış. Daha sonra sofîler, bazı şeyleri isimlendirmişler; “Buna şu denir, buna şu denir, buna da şu denir, buna da şu denir!” demek suretiyle, esasen o mevzudaki yürümeye adlar koymuşlar. O mevzuda yapılacak şeylere adlar koymuşlar ve o adlar ile artık onları tarif etmişler. “Esasen onlar eskiden yoktu da sonradan icat oldu!” demek değildir yani. İsimsiz müsemma… Vardılar da onlar, daha sonra başkaları “Dile göre, ne diyelim bunlara?” dediler; “İşte bu, -dile göre- budur!” falan dediler, buna göre adlandırdılar. Tarikatlar oldu, Sofilikler oldu, Seyr-i Sülûk-i Ruhânîler oldu. “Seyr illallah”, “Seyr billah”, “Seyr maallah”, “Seyr anillah” tabirleri işin içine girdi. Ve bütün bunları, bizim iştihamızı kabartan, arzularımızı tetikleyen birer unsur haline getirdiler. “Âlem hep bu yolda O’na doğru yürüyor; siz ne diye duruyorsunuz!” şekline geldi. Hakiki mürşitlerin elinde de binlerce insan, yüz binlerce insan -Üstadımız her zaman “yüz binlerce” tabirini kullanıyor; yüzbinlerce insan- o ufku Allah’ın izni-inayeti ile ihraz ettiler.

   Gül bitirmek veya başağa yürümek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız; Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı Celîlini bütün dünyaya duyuracaksınız.

Size de o yol açık, o ufuk açık, Allah’ın izniyle. Cenâb-ı Hak, size de lütfeylesin!.. Ve en zirveye varın, ondan sonra “İnsanlar niye buraya gelmiyor ki?!” diye gelin, onların ellerinden tutmaya çalışın ve onları da o ufka götürmeye çalışın, Allah’ın izni-inayetiyle.

Şu andaki konumunuz da ona namzet olduğunuzu gösteriyor. Cenâb-ı Hak, sizi, bazılarının elleriyle yeryüzüne saçtı. Şayet niyetleri hâlis olsaydı, yapmanız gerekli olan bu şeyi yapmak üzere sizi tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına -hâlis niyet ile- saçsalardı, onların hepsi de evliya olurdu. Fakat onlar o niyet ile saçmadılar; zulüm olsun diye, sizi bitirmek için yaptılar. Bu mesele onlar için ayn-ı günah oldu, onları batıracak bir şey oldu. Fakat sizi de kaldıracak bir şey oldu.

Şimdi tohumlar gibi dünyanın değişik yerlerine saçıldınız. Toprağın bağrına düştünüz. Sâdî Şirâzî’nin dediği gibi, خَاكْ شَوْ خَاكْ بِرُويَدْ بَا تُو گُلْ * كِه بَجُزْ خَاكْنِيسْت كَسْ مَظْهَرِ گُلْ “Toprak ol toprak ki, gül bitiresin; zira topraktan başkası güle mazhar olamaz.” Gül bitirmek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız veya başağa/başaklara yürümek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı Celîlini bütün dünyaya duyuracaksınız.

Bazen şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hakk’ın ism-i şerifleri, ism-i âlîleri dünyanın dört bir yanında şehbal açacak, bayraklar gibi, sancaklar gibi dalgalanıp duracak… Nâm-ı celîl-i Muhammedî, bayraklar gibi dalgalanacak duracak… Yahya Kemal, onun öyle olmasını istemiş. Hani ufku o kadar mıydı ama “Eski Şiirin Gölgesinde” içinde bulunan şeylerden -onda bize ait şeyleri yazar- bir tanesi de odur: “Ezan” şiiri, malum. Evet, çok iyi biliyorsunuz; tekrarı başınızı ağrıtır mı bunun?!

“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî,

Kâfî değil sadâna, cihan-ı Muhammedî..

Sultan Selim-i Evveli râm etmeyip ecel,

Fethetmeliydi şân-ı Muhammedî..

Gök nura gark olur, nice yüz bin minareden,

Şehbal açınca ruh-i revân-ı Muhammedî..

Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,

Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.”

Sonra da Üsküp’te, kabr-i madere meseleyi havale ederek diyor ki:

“Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev gazel,

Bir tuhfe-i bedi’ ü beyân-ı Muhammedî.” (Sallallâhu aleyhi ve sellem.)

O mesele, öyle bir nesil ile, iki nesil ile, üç nesil ile gerçekleşecek basit bir hadise değil. Bir nesil, o meseleyi kıvamında yaşayacak; hakikaten o meselenin kıvamını sergileyecek; her tavrı ile, her hali ile sergileyecek… Gittikleri her yerde Müslümanlık adına insanların problemlerini halledecek; insanlarda bir imrenme uyandıracak, Allah’ın izni-inayeti ile… Onların bıraktıkları yerden, arkadan gelen başka bir nesil alacak onu; birkaç kilometre daha ileriye götürecek; birkaç kilometre daha ileriye götürecek… Müslim-i Şerif’te ifade edildiği gibi, yeryüzünde nâm-ı Celîlinin gitmediği yer kalmayacak, Allah’ın izni-inayeti ile.

Ama herkesin aynı seviyede, zirvede meseleyi kabul etmesine gelince, o hiçbir zaman olmamış ki, yine olmayacak; bunu öyle kabul etmek lazım. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bulunduğu zamanda da olmamış. O elindeki fırçasını kime çalıyorsa, Kendine benzetiyor; fakat münafıklar dinlemiyorlar, sürekli arkadan fırıldak çeviriyorlar. Bu açıdan da realiteleri de gözeterek insan öyle bir gâye-i hayale kilitlenmeli!..

   Egoizm, egosantrizm, narsizm gibi gayyalara yuvarlanmamanın çaresi gaye-i hayaldir.

Yine Hazreti Pîr’in bir sözü ile, onu tekrarlayarak devam edelim: “Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsî edilse, elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.” Egoizmaya gitmenin, egosantrizmaya gitmenin, daha Allah belası başka şeylere yuvarlanmanın karşısında bir şey var ise, o da “gâye-i hayal”dir.

Yüksek bir gâye-i hayal… Fransızlar “ideal” demişler; Ziya Gökalp “mefkûre” demiş, onun karşılığı diye. Fakat Hazret-i Pîr’inki “gâye-i hayal”. Yani, “taakkul”ünüz öyle olacak, “tasavvur”unuz öyle olacak ama esas “hayal”inizde bile o olacak. Oturup kalkarken “Niye ben bu işin rüyasını görmüyorum?! Neden ben bunu hep hayal etmiyorum?!. Böyle, oturup kalksam hep bunu hayal etsem!” diyeceksiniz. Böyle olunca, zannediyorum İstanbul’un surları Fatih’in (cennet-mekân) stratejileri/taktikleri karşısında kale kapıları misillü açıldığı gibi, Allah’ın izni-inayeti ile sizin için de nice kapılar kale kapıları gibi açılacak.

Şimdi de ekranda şu çıktı: اَمَرْتُكَ الْخَيْرَ لاَكِنْ مَا اتَمَرْتُ بِهِ – وَ مَا اسْتَقَمْتُ فَمَا قَوْلِي لَكَ اسْتَقَمِ “Sana hayrı emrettim ama ben kendim onu emir edinmedim! Kendim istikamet üzere olmadım ama sana sözüm, ‘İstikamet üzere ol!’ idi.” Bûsîrî kasidesinde diyor. İşte benim durumum. Size hayli güzel şeyleri söylüyorum fakat onları tabiatımda bir derinlik hâline getiremediğimden, içtenleştiremediğimden, nasıl o sözler size tesir edecek ki?!. Ben, dediğim şeylerin altında kalarak inlemeli/ezilmeliyim ki, sizin için de bir şey ifade etsin. Ama heyhat! Heyhat!.. Esselâmu aleyküm.

Allah Karşısındaki Duruşuyla Mü’min

Herkul | | KIRIK TESTI

Mü’min; inanan, güvenen, emin bir geleceğe namzet olan, çevresine emniyet vaad eden ve iç içe farklılıkları bulunan özel konumlu bir âbide insandır. O, bütün bir ömür boyu her işini Allah tarafından görülüyor olma mülâhazasına bağlar ve her zaman imrendiren bir incelik ve nezaket içinde bulunur. Bu engin ve derin duyuş ve duruşuyla o, halk karşısında da Hak karşısında da hep nazik, terbiyeli, hatırnaz ve incedir. Öyle ki, hayatıyla tehdit edilse, değişik baskılara maruz kalsa ve iftiraya uğrasa da, meşru müdafaanın dışında herhangi bir kabalığa asla tenezzül etmez. Evet, o, Allah’a kul olmanın benliğinde hâsıl ettiği zarafet ve derinlikle bütün tavır ve davranışlarında fevkalâde kibar, olabildiğine temkinli, dediklerinin-ettiklerinin farkında, her konuda ciddî mi ciddî, aynı zamanda rahat, mülâyim ve herkese sinesi açık müstesna bir insandır.

O, bir yandan, imanın iç dünyasında oluşturduğu genişlik ve zenginlikle karşılaştığı hemen herkesi kucaklar, onlara kâse kâse sevgi sunar ve şefkatle bağrına basar; Allah’a yakın olmanın bütün güzelliklerini rast geldiği herkese gösterir ve elinden geldiğince onların ruhlarına duyurmaya çalışır; diğer yandan da, Hak’la karşılaşacağı günün hülyalarıyla yer yer sevinir, kendinden geçer, zaman zaman da derin bir mehâbet hissiyle ürperir ve böyle bir müthiş buluşma heyecanıyla râşeler yaşamaya durur: Görmez çevresindeki kin, nefret sisini-dumanını.. duymaz haset ve iftira fırtınalarının ruhuna çarpıp kırılan esinti ve dalgalarını.. ve bütün bu olumsuzlukların hâsıl ettiği/edeceği stresleri, hafakanları. Zira o artık öyle bir huzurdadır ki, durduğu o muallâ yer itibarıyla silinir gider düşünce ve tasavvur dünyasındaki bütün münasebetsizlikler ve pırıl pırıl bir hâl alır kalb, ruh ve his dünyası. Aslında, her gün birkaç defa nâsezâ-nâbecâ ve yakışıksız şeylerden arınan birinin başka türlü olması da düşünülemez. İç dünyası ötelerden gelen mevhibelerle dopdolu, tavırları her zaman böyle bir zenginlik ve derinliğe ayarlı, yürüdüğü yol belli, hedefi hiçbir şeyle becayiş edilemeyecek ölçüde müteâl, inancı tastamam, nazarında büyükler hep büyük, küçükler şefkatle koklanan birer gül ve değerler cetvelinde de her şey yerli yerinde ise, yok demektir bu incelerden ince ruh yapısında en küçük bir yırtık ve sökük…

Zaten o, mefkûresini ifade etmeyen her türlü plan ve projeden, netice itibarıyla Allah’a götürmeyen dağınık düşüncelerden, lağv u lehv sayılan davranışlardan ve boş lakırdı, boş mülâhazalardan uzak mı uzak; sükûtu fikir, konuşması zikir, zâhir ve bâtın hâsseleriyle hep O’na kilitli, melekler kadar teveccühü derin ve arı duru, her zaman yüksek uçmaya hazır ve gerilimi baş döndürücü, fakat aynı zamanda kendi plan ve projelerini gaye ölçüsünde öne çıkarmayacak kadar da yöneldiği Yüce Dergâh’a saygılı, gözleri hep ufuk ötesinde, himmeti dağları delecek kadar yüce, hayatının gerçek deseni kabul ettiği inançlarını yedi cihana duyurma gayretiyle tam bir metafizik gerilim içinde, yaptığı ve yapacağı işlerin gerektirdiği nezaketin de farkında kusursuz bir basiret insanıdır.

Yetirir o dapdaracık ömrünü hem dünyayı imar etme­ye hem de ukbâyı peylemeye; boşuna zayi etmez kendine ilk bahşedilen mevhibelerin en küçüğünü ve meşgul olmaz dünya ve öteler adına bir şey vaad etmeyen “mâlâyâniyât”la.. rahatlıkla bağışlayabilir kendine lütfedilenlerin bütününü Hak rızası yolunda.. bağışlar ve bir pulunun boşa gitmemesi konusunda da olabildiğine titiz davranır. Çalışıp kazanırken hak ölçülerine ve haram-helâl mülâhazalarına fevkalâde dikkat ettiği gibi, edip eylediği işlerin birer çağlayana dönüşüp ötede Cennet ırmaklarını oluşturması için de her zaman rıza hedefli, “i’lâ-yı kelimetullah” yörüngeli hareket eder, dikkatli ve hesaplı davranır; damlasını deryalara çevirme yollarını araştırır, zerre ile güneşleri peylemeye çalışır ve bir ömür boyu gelip geçici şeyleri ebedîleştirmek için çırpınır durur.

Herkesi ve her şeyi O’ndan dolayı sever, her zaman sevgi soluklar ve çevresinde sevgiden bir atmosfer oluşturur. Koşar ağlamaları dindirir, âh u vâhları keser, ızdıraplara panzehirler çalar ve gülmeye çevirir feryâd u figânları.. hamd ü senâlara döndürür çaresiz sinelerden yükselen iniltileri.. rıdvan meltemleri hâline getirir etrafta esip duran alevden fırtınaları. Âlemin inlememesi için hep inler durur ve başkalarının ağlamaması için de gözyaşlarını ceyhun eder. O kendine, başkaları için bir şey ifade etme durumuna göre değer verir ve onun nazarında “ben” değil her zaman “biz” söz konusudur. Hodgâm değil diğergâmdır; beden insanı değil bir ruh ve mânâ eridir. Çiğnetmez kalbini cismine ve ruhunu da bedenine. Peygamberâne bir iffet ve ismet peşindedir. Meşru dairenin zevk ve lezzetlerini yeterli bulma mevzuunda öyle bir disiplin kahramanıdır ki, nefis ve cismaniyetle mücadelede iradesinin hakkını vererek –Allah’ın izniyle– bir hamlede her engeli aşar ve gider ta ruhunun ufkuna ulaşır.

Böyle biri, iyilikleri ve güzellikleri temsilde, fenalıkları ve çirkinlikleri aşmakta öylesine ciddî, öylesine azimli ve öylesine kararlıdır ki, ihtimal bu tavrıyla o çok defa meleklerle atbaşı hâle gelmekte ve bir kere daha onlara “Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ”[1] dedirtmektedir. Zira o, ilk mevhibe olarak Hakk’ın lütfettiği şeylerin hiçbirini yaratılış gayesine (mâ hulika leh) aykırı kullanmamış ve her zaman emanette emin bir emanetçi gibi davranmıştır; Allah da onu maiyyetiyle şereflendirmiştir.

Evet, her fert için vücud bir emanet, onun yüksek insanî değerlerle donanımı ayrı bir emanet; Cennet arzusu ve oraya girebilme istidadı, yöntemi, daha ötesinde Hak cemâlini müşâhede edebilme kabiliyeti apayrı birer emanettir.. ve bunların hepsi de Yaratan’ın belirlediği çizgide kullanılmaları gayesine bağlı olarak insana bahşedilmişlerdir. Bu itibarla, günahlar, hatalar, beden ve cismaniyetin güdümünde yaşama gibi bayağılıklar, bu ilk mevhibelere karşı öyle saygısızca şeyler, öyle hıyanet ve cinayetlerdir ki, bunların her biri şeytanları sevindirse de “Mele-i A’lâ”nın sakinlerini utandıracaktır.

Onun içindir ki, gönülden O’na inanmış her mü’min, O’nun bu ilk armağanlarını, daha sonraki lütuflarına erme adına önemli birer vesile bilir ve değerlendirir.. ve bunlarla gerçek kimliği olan Hakk’a kulluğu, O’nun yakınlığını ve O’nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışır. Aksine, tam inanamadığından dolayı ilk mevhibeleri görmeyen ve onları iman, mârifet ve muhabbet yolunda değerlendiremeyenler ikinci ve sermedî lütuflardan da mahrum kalırlar.

Aslında böyleleri, bütün bütün ahiret hayatlarını ihmal ettikleri gibi, dünyada da hiçbir zaman tam mutlu olamazlar; inkâr kaynaklı bir sürü problem altında hep inim inimdirler ve kat’iyen streslerden, hafakanlardan kurtulamazlar. Depresyonlar yaşar, cinnet nöbetleri geçirir, paranoyalarla kendi huzurlarını dinamitler ve öteki âlemlerin aydınlık bir koridoru sayılan bu güzel dünyayı kendileri hakkında Cehennem’e çevirirler.. evet bunlar, diğer insanları sevemez, hatta farklı mülâhazalarla kendilerinden başka herkesten nefret eder, nefret ettiklerinden nefret görür; her zaman hırsla kıvranır durur, umduklarını elde edememenin inkisarıyla inler; ölüm korkusuyla tir tir titrer; daha çok yaşama arzusuyla nelere nelere katlanır; çok defa bu karmakarışık hislerle sıhhatlerini bozar ve zihnî teşevvüşlere girerler. Akı kara, karayı ak, iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye başlarlar. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman ve hain görür, sürekli hıyanet kâbuslarıyla yatar-kalkar ve vicdanlarındaki Cehennem zakkumundan dolayı daha Cehennem’e gitmeden Cehennem ızdıraplarıyla kıvranır dururlar.

Hakikî mü’mine gelince o, Allah’ın kendisine lütfettiği her şeyi yedi, yetmiş ve yedi yüz veren başaklara çevirir.. bunları O’na yükselmenin merdivenleri hâline getirir, Hak hoşnutluğuna (rıza ufku) ulaşmada birer rampa gibi kullanır.. ve yürür Cennet mirasçılarıyla beraber inşirahla tüllenen akıbetine doğru…

***

[1] Meleklerin, “Sübhânsın yâ Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin.” mealindeki sözlerine işaret edilmektedir. (Bakara, 2/32).

Bamteli: NURLU UFUKLAR ve ZULMANÎ PERDELER

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Allah’ı sevdik ama O’na iştiyakla ölüp ölüp dirilemedik; Habîbullah’a muhabbet duyduk, heyhat O’na delice gönül veremedik; fakat o yolda yürüyor bulunmamıza da binlerce hamd ü sena olsun!..

Allah’ı delice sevemedik; sevdik ama delice sevemedik. “Her şeysiz olabilir ama Sensiz olamaz!” yürekten diyemedik. O’nun sevdiğini gönülden sevemedik; Habîbini (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönülden, delice… Her gece uykularımıza girmesi sevdası ile yatıp-kalkamadık. O’nu görmeden hayata (güne) gözlerimizi açtığımız zaman, kendimizi suçlayamadık!.. Oysa O, her şey idi, her şey; gecemizde, gündüzümüzde, gözlerimiz açık iken, uyanık iken, uyurken…

“Niye Rasûlullah’ı göremiyorum rüyamda?!.” diyen birisine -menkıbe- Hak dostlarından birisi demiş ki, “Gece yatmadan evvel birkaç avuç tuz yutuver, o gece görürsün!” O da bir avuç tuz yutuvermiş. Susuzluk, bütün gece canına tak edince, şuuraltı müktesebat susuzluk adına hortlayıvermiş. O çeşmeden o çeşmeye koşuyor, o çeşmeden o çeşmeye koşuyor; rüya faslından rüya faslına geçiyor, geçiyor, geçiyor; bir rüya fasılları -“Fâsid dairesi” mi, yoksa “doğurgan döngüsü” mü?- arkasından koşturup duruyor. Sabah, kendisini bu işe irşad eden insanın huzuruna dikiliyor ve diyor: “Sen bana dedin: Bir avuç tuz yutunca, Peygamber’i görürsün rüyanda!” “Ee ne gördün?” diyor o. “Şunu gördüm…” deyince, “İşte o tuzu içmiş gibi yansaydın, bu defa O’nu da görürdün!” cevabını veriyor.

Eskiden derlerdi ki: -Ben, kitapta görmedim, Sünnet-i Sahîha’da da rastlamadım. Rastlamadığım şey “Yok!” demek değildir; çünkü her şeyi bilme iddiasında değilim.- “Bir Perşembe günü yüz rekât namaz kılarsanız ve aynı zamanda bin defa “Li-îlâfi” (Kureyş Sûresi) okursanız, o gece Rasûlullah’ı mutlaka rüyanızda görürsünüz!” Bilmem ki hayatında böyle bir şey deneyen kaç tane insan var?!. O “Mir’ât-ı Mevlâ” olan, Cenâb-ı Hakk’ı bir ayna gibi tam aksettiren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı.. varlığın O’nun nurundan halk edildiği insanı.. dünyada Rehber’i, öbür tarafta Şefaatkânî’i.. “Livâu’l-Hamd” Sâhibi’ni.. Cennet’e “Buyur!” Eden’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görme arzusu ve iştiyakı…

Ama o yolda olmaya bile binlerce hamd u senâ olsun! Çünkü işin mebdeinde bulunmak bile çok önemlidir; nihayetine niyet edilmiş ise şayet, Cenâb-ı Hak, nihayete ulaşılamasa da lütfedeceği şeyleri lütfeder. Olumlu şeylerin mebdeinde, o olumlu şeyler için lüzumlu olan olumsuz bazı icraatta bulunursunuz ama o olumlu şeyleri -esas- gönülden edâ etmek için. Mesela daha açık konuşayım: Namazda huzurlu olabilmek için ıtrahâtta bulunma, bağışlayın. Vehbe Zuhaylî diyor ki: “Bu işe (hâcet gidermeye) giderken abdeste niyet etmek esasen ondan sonraki işleri de, daha sonraki istibrayı da, ondan sonraki abdesti de birer ibadet haline getirir.” Demek ki, bir iş müntehâsı hedeflenerek yapılıyorsa şayet, o işin mebdeinde bir adım atma o mevzuda müntehâda atılacak adımların sevabını kazandırıyor; rahmeti gazabına sebkat etmiş Allah (celle celâluhu) hemen o sevabı lütfediyor.

Birisi geliyor huzur-i Risâletpenâhi’ye; postnişin oluyor, O’nunla diz dize dokunuyor. “Ben de Senin peygamber olduğuna inandım: Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah!” diyor. Ve oradaki niyeti, her hususta O’nunla beraber olmak; ölümde beraber olmak, kalımda beraber olmak, yaşadığı sürece hep sağında-solunda pervane gibi dönmek, ışığa koşan kelebekler gibi hep O’na doğru koşmak. Niyeti bu; fakat bunların hiç biri nasip olmuyor. Hemen bir savaşa katılıyor; bir tek namaz bile kılmadan, orada şehit oluyor ve bir şehit sevabı ile ahirete yürüyor. Neye niyet etmişti? Ne büyük şeye niyet etmişti? İşte, o büyük şey, bütünüyle Allah’ın rahmetinin vüs’ati olarak ona veriliyor.

Bu itibarla, bir yönüyle, işin “elif-be”sinde olabiliriz; fakat derdimiz, Ebced’e çıkmak ise, Fatiha’ya ulaşmak ise, عَمَّ يَتَسَاءَلُونَ * عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ ile başlayan Nebe’ Sûresi/Amme cüzü okuma niyetimiz var ise, يس * وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ heceleniyorsa, الم * ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ mülahazası ile oturulup kalkılıyorsa şayet; işte en sonunda neyi niyet etmiş iseniz, neyi hedeflemiş iseniz, onu, orada bulursunuz.

Bir yönüyle şu iki şey arasında da bir telâzüm (iki şeyin karşılıklı olarak birbirini gerektirmesi) vardır: Bakın, bu belki çok defa Kıtmîr’in de aklına gelmeyen şeylerdendir; belki sizin engin aklınıza gelmiş olabilir. Böyle büyük şeylerde işin sonuna, tam hedefte yakalanması gerekli olan şeye niyet ettiğiniz zaman, Cenâb-ı Hak, o mevzuda, o koşuşta koşmanızı da kolaylaştırır. Önünüzdeki engelleri/mâniaları Kendi lütfuyla aştırır, kandan-irinden deryaları geçtirir, aşılmaz görülen tepeleri aştırır Allah, lütfuyla… Bu iki şey arasında bir birini destekleyici bir telâzüm vardır; o, onu gerektirir, o da onu gerektirir. Siz, çok büyük şeylere niyet eder durursanız, Allah (celle celâluhu) o mevzuda yolunuza su serper sizin; çok kolaylıkla o hedefinize ulaşırsınız.

Onun için oturup kalkma… Arabanın kontak anahtarına dokundunuz, bir yola çıkıyorsunuz. “Boş gitmeyeyim!” diye orada “Yahu dinim adına, diyanetim adına daha ne yapabilirim?!” diye düşünüyorsunuz. Belki arabanın gürültüsünden, arabanın harekete geçmesinden, tekerleklerin dönmesinden, hızdan, değişik çağrışımlar ile, tedâîler ile bazı mülahazalara dalıyorsunuz. “Yahu, demek, daha hızlı gitmek de varmış. Demek ki gaza basmakla, araba, biraz daha hızlı gidiyormuş. Öyle ise bizim de gaza basmamız lazım, vitesi değiştirmemiz lazım; üçü, dört; dördü, beş; beşi, altı; altıyı, yedi; yediyi, sekiz; sekizi, dokuz; dokuzu, on; onu, yirmi; yirmiyi, otuz yapmamız lazım!..” Bunlardan bile değişik çağrışımlar ile manalar çıkararak, orada niyetinizi çok engin şeylere bağlayacaksınız. Oturup kalkıp hep aynı şeyleri düşüneceksiniz; dolayısıyla maiyyet-i İlahiyeyi korumuş olacaksınız.

   Başınıza inip kalkan balyozlarla biraz sarsıldığınız anlarda, rüyalarda veya yakazalarda temessül ediyor; “Kardeşlerim, sabredin; az kaldı!” diyor; fakat “az”ın ölçüsü ne acaba?!.

Bu arada, benim gibi olmayacaksınız: Ben her gün diyorum onu, belki on defa; özür dilerim ama en az on defa diyorum: اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَحَبَّتَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allah’ım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı.. ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı.. dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı.. vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı.. hıfz u sıyanetinle korumanı.. aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı.. bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka ve Sana kavuşma iştiyakı talep ediyoruz.” Bunu diyorum ama benimki lafta; siz, tavır ve davranışlarınızla bu ulvî mülahazaları sergilemek suretiyle, âdetâ o blokaj üzerinde yürüyor gibi batmadan yürüyeceksiniz. O, sularda sizi yüzdürecek, dağlarda-taşlarda size kanat olacak. Üveyik gibi kanat açacak ve Allah’ın izni-inayetiyle, aşılmaz gibi görülen uçurumları aşacaksınız.

Ve hiç farkına varmadık şekilde, bir gün kendinizi, O’nun huzurunda bulacaksınız. Hayret edeceksiniz: “Yahu biz çok âhesterevlik ediyorduk, yavaş yavaş yürüyorduk. Böyle huzur-i Risâletpenâhi’ye varmak nerede, biz nerede?!. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek nerede, biz nerede?!. Rıdvan nerede, biz nerede?!. Nasıl oldu da buraya geldik?!.” Evet, siz, niyetlerinizdeki enginlikle…

Başınıza balyozlar inip-kalkıyor ve size Yezîd’in yapmadığı zulümler yapılıyor, Haccâc’ın yapmadığı şeyler yapılıyor, Hitler’in yapmadığı şeyler, Amnofis’in yapmadığı şeyler yapılıyor. Fakat sarsıntıya sebebiyet verecek bu şeyler karşısında sarsılmadan yerinizde sabit duruyorsunuz.

Belki hafif ihtizazlar yaşıyoruz; tekme yemiş bir insan gibi, tabiatımızın muktezası, bir ileri-bir geri. Belki dize geliyoruz; fakat gözlerimiz hep ileride, bizi ayağa kaldıracak Zât’ta. O, Kendisine doğru gelenleri hiçbir zaman o yolda yüz üstü bırakmamıştır; hemen elimizden tutuyor, yine kaldırıyor.

Evet, siz, durduğunuz yerde devamlı durma kararlılığı içinde bulunuyorsunuz. O da sizin bu güzel niyetinize göre, durduğunuz yerde sizi kararlı durmaya muvaffak kılıyor. Doğru yerde durmak, çok önemlidir; Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne vesiledir; Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın elinizden tutmasına vesiledir. Fakat oradaki temâdî daha başka türlü bir şeydir; belki kucaklanmaya vesiledir: “Hoş geldiniz benim kardeşlerim!”

Size “Kardeşim!” diyor. Bu bir avanstır esasen. Bence onu bir avans kabul ederek, ona liyakat peşinde koşmak lazım; gerçekten “kardeş” olmaya bakmak lazım. Kendi dönemindeki insanlara “Ashâbım, yol arkadaşlarım!” diyor. On dört asır sonra, fitne ve fesadın kanatlandığı, her şeyin tarumar olduğu bir zamanda, “‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm: Yer yer / Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler. (…) Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar / Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar // Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum / Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.” tablosunun yaşandığı bir dönemde bu meseleye (İ’lâ-i kelimetullah hizmetine) omuz vermeniz, sizin O’nun tarafından kucaklanmanıza vesile olur.

Nitekim o mağduriyeti, o mazlumiyeti bilfiil yaşayan insanlar, belki şimdiye kadar beş yüz defa -belki bin de olabilir, beş yüz defa- Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı gördüler. O, bazen rüyalara girdi, bazen de temessül etti; “Dişinizi sıkın, sabredin; çok fazla kalmadı, az kaldı, az kaldı!” dedi.

Ama “Az kaldı!” neye göre? Kendisine göre ise, kendisi on sekiz sene çekti; fakat “Az kaldı!” ile savdı onu, “Az kaldı!” Hendek’e kadar çekti ama hep “Az kaldı!” mülahazaları ile savdı onları. Görmedi önüne gelen musibetleri; halinden hiç şikâyet etmedi. Ne sırtına konan işkembe, ne boynunun sıkılması, ne ölüm için akla-hayale gelmedik tuzakların kurulması… وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللهُ وَاللهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ “Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfâl, 8/30) Onlar, hile-komplo peşinde; “Öldürsek mi? Derdest mi etsek? Zincire mi vursak?!.” Oturup kalkıyor, hep böyle şeytanca şeyler düşünüyorlardı. Çağın “Müslüman” geçinen şeytan avenesi gibi, hep şeytanca düşünüyorlardı. Allah da (celle celâluhu) buyuruyor ki: “Onların keydlerine, mekirlerine, komplolarına, hilelerine Benden de mukabele var!” “Mekr”i Kendisine nisbet etmesini, biz “mukabele” manasında anlıyoruz. Allah, hile yapmaktan münezzeh ve müberrâdır, “keyd”den münezzeh ve müberrâdır. Fakat dilin hususiyeti açısından mesele öyle ifade ediliyor: “Onlar keyd yapıyorlar, Ben de yapıyorum!” إِنَّهُمْ يَكِيدُونَ كَيْدًا وَأَكِيدُ كَيْدًا “Onlar, planlar yapıp tuzaklar kurmakla meşguller ama elbette Ben onların tuzaklarına mukabele eder, hilelerini başlarına dolarım.” (Târık, 86/15-16) “Onlar, bir komplo peşinde koşuyorlar; Ben de komploya mukabelede bulunuyorum!” manasına… عُذْرًا مِنْكُمْ، عَفْوًا مِنَ اللهِ تَعَالَى (Sizden özür, Allah’tan da af dileyerek bunları ifade etmiş oldum.)

   Allah, evrensel bir davayı, Türkiye darlığına mahkûm etmemek için sizi âleme duyurdu ve her birinizi bir iklime savurdu; tâ ki oralarda birer tohum gibi başağa yürüyesiniz ve birer fide gibi söğüt olasınız.

Yürüdüğünüz yolu iyi seçmişsiniz. Ama ben bir şey daha diyeyim: O yolu size seçtirene binlerce hamd ü senâ olsun!.. Değişik şeylere maruz kalmışsınız. Allah’tan… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ // İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” Esasen “hamd” kelimesi, Allah’tan gelen her şeye karşı rıza ve hoşnutluk ile mukabelede bulunma manasına gelir; şükür ise, O’nun lütuf ve ihsanları karşısında memnuniyet ve minnettarlıkla iki büklüm olma demektir. Tariflerde böyle ama Hazreti Gazzâlî musibetler karşısında da şükürden bahsediyor. Bence Hazret’in o mülahazasını esas alarak, اَلشُّكْرُ لِلَّهِ denebilir. Nitekim Hazret, o mülahazaya izah getirerek, haşiye düşerek diyor ki: “Ee daha kötüsü var!”

Hani, ilk Hristiyanların çarmıha gerilmesi gibi bir şey var.. ellerinden çivilenmeleri gibi bir şey var.. güneşin altında aç-susuz bırakılmaları gibi şeyler var.. Bilal-i Habeşî’yi kuma yatırmalar var, üstüne vücudunun ağırlığından çok daha fazla taşlar koyma var.. Yâsir’i zincire vurma var, Sümeyye’yi zincire vurma var; yetmedi hınçlarını almak adına onları öldürme var.. ve oğulları Ammâr’ı da öldürme tehdidinde bulunma var… Daha niceleri ve daha niceleri…

Evet, Dakyanus’lar da aynı şeyi yapıyorlar; Ashâb-ı Kehf döneminde de inananları zincirlere vuruyorlar, çarmıhlara geriyorlar. Saraydandır esasen, saraydan bir insandır onların başındaki Yemliha. İranlılar çevirdikleri filmde farklı isimler koymuşlardı ama biz “Yemliha” diyoruz ona; yedi tane sayarken de Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş ve bir de köpekleri Kıtmîr. Evet, o (Kıtmîr) da onlarla beraber Cennet’e girecek. Üstad’ın ifadesiyle, sermest-i câm-ı aşk olan (yaratılışı adeta aşkla yoğrulan ve Allah aşkıyla kendinden geçen) koca Mevlâna Câmi diyor ya:

یَا رَسُولَ الله چه بَاشَدْ چُونْ سَگِ أَصْحَابِ کَهْف،

دَاخِل جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَۀِ أَصْحَابِ تُو،

أَوْ رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ وَمَنْ دَرْ جَهَنَّمْ، کَيْ رَوَاسْت،

أَوْ سَگِ أَصْحَابِ کَهْف، مَنْ سَگِ أَصْحَابِ تُو

“Yâ Rasûlallah! Çi bâşed çün seg-i Ashâb-ı Kehf? / Dâhil-i cennet şevem der zümre-i ashâb-ı tû / O reved der cennet, men der cehennem, key revast? / O seg-i Ashâb-ı Kehf, men seg-i ashâb-ı tû!..” “Revâ mı yâ Rasûlallah! Ashâb-ı Kehf’in köpeği, onlara refakatten dolayı onlar ile beraber Cennet’e giriyor. Ben ise, Senin ashâbının köpeğiyim. Nasıl olur o köpek Cennet’e girer de ben -Senin ashâbının köpeğiyim, ben- dışarıda kalırım?!.”

Evet, çekenler çekiyor; çektiklerine katlanıyorlar. Onlar, ona katlandıkça, Allah da sevaplarını, Kendine yakınlıklarını katlıyor: “Alın size bir muzaaf yakınlık! Alın size bir mük’ab yakınlık! Alın size bir mük’ab der mük’ab yakınlık!” Mübalağa mı yapıyorum? “Kulum, bana bir karış gelince, Ben, bir adım yaklaşırım!” beyanı bu yaklaşmayı anlatıyor. “O, bana bir adım atarsa şayet, Ben, gezerek gelirim. O, gezerek Bana doğru geliyorsa…” Bu kudsî hadiste geçen “karış”, “zirâ/kulaç”, “gezinerek gelme”, “koşarak gitme” gibi ibareler, ona doğru gitme keyfiyetini ifade etme adına “müteşâbih” kelimeler, te’vîle muhtaç kelimeler… “O, Bana gezerek geliyorsa, Ben, koşarak gelirim!” Ee ben bir şey ilave edeyim buraya: Onlar koşarak geliyorlar ise şayet, Ben onları bağrıma basarım!.. İstemez misiniz, Cenâb-ı Hak tarafından “Hoş geldiniz, Benim bendegânlarım, Benim samimi kullarım!” buyurularak karşılanmayı?!.

Şimdi kim kazanıyor, kim kaybediyor?!. Biri, her gün bir zulüm ile intikam alıyor, bir şey kazandığını zannediyor. Siz ise bazı şeylere maruz kalıyorsunuz ama yolun başında mı, ortasında mı, sonuna doğru mu, bir yerde bulunuyorsunuz. Bunların hepsi -bir yönüyle- benim zanlarıma göre bina edilmiş şeyler; başında mı, ortasında mı, sonuna doğru bir yerde mi? İnşaallah sonuna doğru bir yerdedir. O’nun o rüyalarda dediği gibi “Bitti artık bu!” Ve dünya da sizi duydu artık, bütünüyle duydu. Bütün nöronlara Türkiye’de böyle bir cemaat, böyle bir hareket olduğu işlendi. Size düşen şey, dünyanın sağına-soluna saçılmışsınız, bu duyuşu iyi değerlendirmektir.

Bu gayr-ı iradî bir reklam. Trilyonlar verseydiniz, böyle duyuramazdınız kendinizi; böyle bir hareket, böyle bir hizmet, böyle bir cemaat olduğunu duyuramazdınız. Sağ olsunlar (!) Hüsn-i niyet ile yapsalardı, onlar da Cennet’e girerdi. Zalimler, hüsn-i niyet ile sizi tutup savursalardı, onlar da “Cup!” diye Cennet’e girerlerdi. Ama insanlar, niyetlerine göre mükâfat görürler; onların niyeti o değildi. Niyetleri kötü ama olan şeyler güzel. Allah (celle celâluhu) evrensel bir davayı, Türkiye darlığı içinde mahkûm etmemek için, “Bütün dünya duysun!” dedi; âlem duyduktan sonra da sizi savurdu, “Gidin!” dedi.

Şimdi herkes sizi duydu: Mağdurlar, mazlumlar, mehcûrlar, mescûnlar, mahkûmlar, mahrumlar, ma’zûllar… Hep “ism-i mef’ûl” kipi ile ifade ettim; bunlar, maruz kalınan şenaatler, denaetler, maruz kalınan şeyler. İnsanlar -bir yönüyle- kalblerini açtılar buna ve sizi dinlemeye kulak kesildiler. Ee hazır böyle bir pozisyon oluşmuşken, kendinizi anlatma çok önemli bir şeydir. Dolayısıyla bütün dünyaya Allah Rasûlü’nün o evrensel davasını (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyuracaksınız.

Siz hiç farkına varmadan, Allah, sizi sağa da savurdu, sola da savurdu, şimale de savurdu, cenuba da savurdu, savurdu, savurdu. Aynı zamanda sizi bir duyulmuş olmanın, bir bilinmiş olmanın üzerine sağa-sola savurdu tâ birer tohum gibi başağa yürüyesiniz, tâ birer fide gibi söğüt olasınız. Bir gün Söğüt’teki metamorfoz ile tırtılların kelebeğe dönüşüp dünyanın kaderine hâkim olduğu gibi, Allah’ın izni ve inayeti ile… Mefkûreniz ile.. sevgi mefkureniz ile.. şefkat mefkureniz ile.. Kur’an’ın elmas düsturları ile.. hınçlara karşı, kinlere karşı, nefretlere karşı onları kırıcı “re’fet”, “şefkat”, “inayet”, “kerem” malzemeniz ile, materyalleriniz ile… Kat’iyyen “silah” tabirini kullanmıyorum ben; silah yok bizim cephanemizde, silah yok. Bizim cephanemizde şefkat var, re’fet var, merhamet var, mülayemet var; dövene elsiz, sövene dilsiz olma var, gönülsüz olma var, kırılmasız olma var.

Cenâb-ı Hak, bu fırsatı verdi. Yolun neresinde olursak olalım, madem meseleyi sonuna kadar götürmeye, son soluklarımızı orada soluklamaya niyet etmişiz, Allah, o son noktada, insanlara lütfedeceği şeyleri, daha şimdiden size/bize lütfetmiş sayılabilir. Emin olabilirsiniz!..

Allah’ım! Beni, arkadaşlarımla, onları da benimle mahcup etme! Bizi bu Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye’de sâbit-kadem eyle!..

   Kibir, taklit ve alışkanlıklar gibi pek çok perdeler vardır ki, bunlar hakikatleri idrak etmeye manidir; en büyük hidayet ise, hicâbın kaldırılması ve hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görebilmektir.

Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “En büyük hidayet, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.” “…görmektir” de diyebilirsiniz. İnsanın tabiatının icabı, insanın gözünde bir perde vardır. Gözün görmesi, “basar”; basarda perde vardır. Esas “bakma” başkadır, “görme” başkadır. Görmede “basiret” harekete geçer ve insan, onun ile görür. Tabir-i diğerle, bakmada, değerlendirme meselesi yoktur; esasen görmede, değerlendirme meselesi vardır. “Ne nedir?” Yani, “Bu resim, bana ne anlatıyor?” onu görmede…

Bunun için de “hicâbın kaldırması” adına önemli şeyler vardır. Bazıları üç tane şeyden bahsetmişler. Bunlardan bir tanesi “kibir”dir.

Hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi, aynı zamanda, “Kalbinde zerre kadar büyüklenme olan, Cennet’e giremez!” Ebu Cehil’e Peygamber karşısında -esasen- kaybettiren, Utbe’ye kaybettiren, Şeybe’ye kaybettiren, karşılarındaki bütün insanlığın medâr-ı iftiharı olan bir Peygamberi “Ebu Tâlib’in yetimi” ve kendilerini de çok büyük insan görmeleridir. “Urve İbn Mes’ûd es-Sekafî veya Velid İbn Muğîre; bu din inecek idi ise şayet, biri Tâif’te, birisi de Mekke’de olan bu iki zâttan birine inmeliydi. Çünkü bunlar, namlı, nişanlı, adlı, unvanlı insanlardı!” diyerek meseleyi büyüklüğe bağlayan, kibre bağlayan insanlar…

Hafizanallah, insanın kalbinde zerre kadar kibir var ise, o, İslamiyet’e girmesine mânidir. Bir hicap, budur. Bu büyüklenmelerin, böyle elli araba, altmış araba, yetmiş araba, zırhlı arabalarla fahir yapmaların arkasındaki şey de, bu kibirdir, bu alkış ve takdir bekleme hissidir. “Âlem, beni gördüğü zaman ayağa kalksın, herkes beni alkışlasın!” arzusudur. “Tasfîk” (alkış), İslam’da mekruhtur; (elleri çırpılıyor) bu, mekruhtur. Allah Rasûlü tarafından “tasfîk” deniyor. Ama “Mekruh olursa olsun, haram bile olsa, âlem beni alkışlıyor, göklere çıkarıyor ya, o, yeter!” Bunlar öyle hicap, öyle perdelerdir ki, apaçık Allah Rasûlü karşılarına çıksa, “Acaba -O bile- bir başkası tarafından bir temessül mü?!” diye belki O’nu bile hafife alırlar; inanın, hafife alırlar.

Bir ikinci mesele “taklit”tir; esas “tahkik”e geçememe mevzuudur. Meseleleri “tefekkür” ederek, “tezekkür” ederek, “tedebbür” ederek, arka planı ile ele alarak, analizlerde bulunarak çok doğru sentezlere ulaşmak suretiyle hakikate “Hakikat!” demek, o hicâbın, o perdenin yırtılması mevzuunda önemli faktörlerden bir tanesidir. Taklit, gözünüzde perde olduğu sürece, hakikati, kâmet-i kıymetine uygun göremezsiniz. Bu da ayrı bir davadır.

Onun için taklitten tahkike geçmek lazım. Taklit, bir adımdır, fakat çocuk adımı. Çocuk, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla annesi-babası hangi dili konuşuyorsa, o dili konuşur; hangi aksanda konuşuyorsa, o aksanı konuşur; Erzurum’da yetişmiş ise “Gelirem, gelir, gelirik, gelirsiz.” derler; Trabzon’da yetişmiş ise, Rize’de yetişmiş ise, “Calayum, calaysun, calayuz.” derler; daha başka yerde de öyle derler. Çocuk, kültür ortamında ne aldı ise, onu taklit eder.

Usûlüddin ulemâsı, “taklid”i makbul görmüşler. Ee öyle bir kültür ortamında yetişen insanların mebde’de öyle bir taklit yaşamaları muhakkaktır, kaçınılmazdır. Fakat o taklit, tahkikin bir basamağı olması itibarıyla makbuldür; yoksa sürekli orada kalma itibarıyla merduttur, hafizanallah ve şeytanın kaydırması için de şeytana bir fırsat verme demektir.

İnsan, hiçbir zaman tırmanma mecburiyetinde kaldığı o helezonun basamaklarında, o asansörün basamaklarında, o me’âricin -Meâric de Kur’an-ı Kerim’e ait bir tabir; merdivenler, çıkılan yerler, yükselme dereceleri anlamına gelen me’âricin- basamaklarının hiç birinde kalmaya kanaat etmemeli. “Ayetü’l-Kübrâ”da (nazara verilen mütefekkir yolcu gibi) hep “Hel min mezîd!” demeli. O evvelâ kendi ufku itibarıyla, kendi ufkuna müracaat ediyor ve bir şeyler dinliyor oradan ve bir heyecan duyuyor. Sonra bir mürşîd-i kâmile müracaat ediyor, mür-şîd-i kâ-mi-le; o da ona bir şey diyor. Sonra o mürşîd-i kâmil, O’nu işaret ediyor, Efendimiz’i işaretliyor. Peygamberler meclisinde Peygamberler ile hemhâl oluyor, peygamberler ile postnişin oluyor, diz dize geliyor, oturuyor. Onlardan dinliyor gibi oluyor ve yine diyor ki kendi kendine: “Yâ Rabbi, daha ötesi var mı onun?!”

Neden böyle diyor? Çünkü “Nâmütenâhî istikametinde yol bitmez bir türlü.” Sen kim oluyorsun ki, Allah’ı ihata edesin?!. لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez; fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) O, basarların, basiretlerin ihata edemeyeceği, kuşatamayacağı Zat’tır. “Muhît, muhit olduğu aynı zamanda muhât olamaz!” O (celle celâluhu) her şeyi kuşatmış ise şayet, O (celle celâluhu) kuşatılamaz artık. Dolayısıyla o mülahaza ile, en yüksek merdivende, en yüksek basamakta, insanın yükselebileceği her yerde, hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ulaştığı yerde, فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az.” (Necm, 53/9) buyurulan, fâniyi Bâkî’den ayıran noktada, “imkân”ı, “vücûb”dan ayıran o ufukta da “Yâ Rabbi! Dahası var mı?!” falan, diyecek kadar o mevzuda gözün hep yukarılarda olması…

Böylece insanın taklitten sıyrılarak “tahkik”e açık yaşaması, bir gün gözündeki perdeyi sıyıracak, görülmesi gerekli olan şeyleri “mahiyet-i nefsü’l-emriyeleri”ne -bu da eskilerin tabirlerinden, mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine- uygun olarak görecek. Ne, nedir? Onu olduğu gibi görecek, o mevzuda yanlış hükümlere saplanmayacak. Gözdeki perdelerden bir tanesi de bu; bunu da yıkmak lazım.

Bir insanda bu perde var ise… Ebu Cehil’de o da vardı. Maşallahı var, her şey var onda; günümüzün Firavunlarında, Yezîdlerinde, Haccaclarında olduğu gibi; kibir olduğu gibi, böyle bir perde de var. Taklit basamaklarında emekleyip duruyorlar; sürekli adım atıyorlar fakat aynı basamakta adım atıyorlar.

Diğer bir hicap da bu mevzuda “alışkanlık”lardır; esasen atalardan gördüğü şeylere takılıp kalmaktır. حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Biz, atalarımızı neye inanıp neyi uygular halde bulmuşsak, o bize yeter!” (Mâide, 5/104); بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Hayır, bilakis biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (âdet, görenek ve inançlarımıza) tâbi oluruz.” (Bakara, 2/170) Bütün kâfirlerin, peygamberlerin nûr-efşân mesajı karşısında, diyalektik adına söyledikleri sözler, hep bunlardır. “Sizin mesajınız bir yana, biz atalarımızı hangi yolda buldu isek, o yolda…” falan.. “Dedelerimizi hangi yolda buldu isek, o yolda…” Dünden bugüne bu tekerrürler devr-i dâimi içinde hep böyle devam edegelmiştir hiç farkına varmadan. Ve böyle bir anlayış, gözde hicap ise şayet, bir yönüyle hakikat görülemez, hakikate bunlar nikaptır, perdedir, hicaptır.

   Basiretimizin önündeki hicapların sıyrılıp kaldırılması adına günde yüz defa şu nebevî duayı tekrar etsek sezadır: “Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve ona tabi olmakla bizi rızıklandır; bâtılı da bâtıl olarak göster ve bize ondan gereğince kaçınmayı lütfet!..”

Onun için bizler, sürekli, sabah-akşam, gece-gündüz, namaza yürüdüğümüzde, namazı kılıp ellerimizi kaldırdığımızda şöyle dua etmeliyiz: اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ “Allah’ım! Bize hakkı, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun, hak olarak göster ve ona ittibâ ile bizi rızıklandır!..” Âmin. وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً “Batılı da, bâtıl ne ise, o şekilde bâtıl olarak göster!” وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ “Göstermekle de kalma, aynı zamanda ondan fersah fersah uzaklaşmakla bizleri serfirâz kıl, şereflendir!”

Fatiha sûre-i celîlesinde de biz, Cenâb-ı Hakk’ı tazim u tekrimde bulunduktan sonra, bu hidayeti talep ediyoruz. Bir de Kendisinin bize “Sen” deme izni vermesi, Kendisine öyle hitap etmemizi işaret buyurması lütfuyla bizleri şereflendirdiğinin ifadesi olarak إِيَّاكَ diyoruz. Hani adeta diyor ki: Bana tek başıma (müfret muhatap -2. Tekil şahıs- sigası ile) hitap ediyor gibi hitap edebilirsiniz. Yani, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dediniz, Beni andınız. اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ dediniz, Beni andınız. Öbür âleme geçtiniz; مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ dediniz, Beni andınız. Sonra Ben de size izin veriyorum, “Sen!” diyebilirsiniz: إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Ancak Sana kulluk yapıyoruz.”

Ama bu öyle zor bir şey ki; altından kalkamayız Sana kulluğun. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ، مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ، مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ، مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يَا سُبْحَانُ “Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Ma’bûd!.. Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!.. Ey topyekun varlık tarafından, kendilerine has dillerle, yâd ve zikredilen Mezkûr, Seni hakkıyla zikredemedik!.. Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!.. Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Ma’bûd-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik!.. Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!..” Sen, böyle bir Zâtsın. Sana, ne hakkıyla hamd etmek.. Sana, ne hakkıyla kullukta bulunmak.. Seni, ne tesbih u takdiste bulunmak.. ne de idrak u ihâtada bulunmak… لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez; fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Sen, bu Sultansın!.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Allah’ım! Yalnız Sana kulluk yapıyoruz!”

Bir de “mütekellim maa’l-gayr” (birinci çoğul şahıs kipi) ile hitap ediyoruz. Kendi ibadetimizi az görüyor, Hazreti Pîr’in işareti içinde adeta şöyle düşünüyoruz: Şu Kâbe’nin etrafında halkalar var ya, onlardan başlayarak, dünyanın değişik yerlerinde namaz kılanların halkalarının hepsi… Bakın, Amerika’da siz, o halkanın içinde bulunuyorsunuz. İngiltere de o halkanın içinde bulunuyor. Tayland da, Tayvan da o halkanın içinde bulunuyor. Penguenler dünyasına kadar, ne kadar insan var ise, hep o halka içinde bulunuyor. Böyle hayalen baktığınız zaman, sürekli halkaları halkalar takip ediyor; halkalar, halkalar, halkalar, halkalar, halkalar… Hepsi kemerbeste-i ubudiyet içinde; el-pençe divan durmuş hepsi. Kendimi onlardan bir parça görerek hepsi adına diyorum: إِيَّاكَ نَعْبُدُ Çünkü benim kulluğum yetmez Sana karşı Allah’ım; bunların kulluğunu da Sana takdim ediyorum! Kulluğumu, bunların kulluğu kadar Sana takdim ediyorum!.. Hazreti Pîr’in izahı, bu. إِيَّاكَ نَعْبُدُ

Ama bu, öyle çetin bir şey ki, ben kim, bunu demek kim?!. Ben kim, bunu hazmetmişlik kim?!. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Böyle bir mesele karşısında, şu hepimiz var ya, yine hepimiz bu mevzuda yardımı da Senden istiyoruz, istiânede bulunuyoruz! “İstif’âl” babında “sin” harfi, talep içindir. “Efendim sin-i istif’âl gelir bir nice manaya / Âna bir hoş nazar eyle, eresin bir yüce fehvaya / Sual ile talep, vicdan, tahavvül, itikad, iman / Tamam, teslim olur el-ân, rücu kıl Rabb-i A’lâ’ya!..” Sual ile talep, vicdan… Hem isteme, hem de talep… Tahavvül, itikad, iman… Tahavvül de diyebilirsiniz; yani, “Kendi kupkuru halimden sıyrılıyorum ve aynı zamanda onun öyle olduğuna da inanıyorum, itikad ediyorum.” manasına… Gördüğünüz gibi “Sin” harfinin bütün manalarını ifade ediyor. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yardımı da Senden diliyoruz; şu halkalar var ya, yine onların yardım dileklerini, kendi yardım dileklerim içinde mütalaa ederek, Senden kocaman bir yardım dileğinde bulunuyoruz.” إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Ama yetmiyor, bakın: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyoruz. İşte bu, o; yani, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl görme/gösterme şeklindeki en büyük hidayetin talebi. Ama sırât-ı müstakîme hidayet edildik fakat -hafizanallah- teminatımız yok. “Âkıbetinden endişe etmeyenin âkıbetinden endişe edilir.” Herkes, her adımını korku ile atması lazım. Hafizanallah, ya çıktığım merdivenlerde, en yukarısında bile, şeytan bir oyun oynayarak bir çelmeyle, bir el-ense ile, beni oradan tâ geldiğim yere iterse!.. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ*صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “İn’am’da bulunduğun nebiler, sıddîklar, şehitler ve sulehâ -sâlihler; amelini katışıksız, riyâsız, süm’âsız, ucubsuz, fahirsiz yapan insanlar- zümresine bizi dâhil eyle, ilhak buyur!” diyoruz. Tamam… Ama her şeye rağmen, önceki cümleden “atf-ı beyan” veya “bedel” olarak devam ediyoruz: Allah’ım, böyle yaptın.. ben de böyle bunları istedim.. hatta bunları istedik hepimiz beraber.. isteme korosu oluşturduk.. toptan hepimizin sesi, tâ Sidretü’l-Müntehâ’da, o tavaf edenlerin seslerine ulaştı.. zannediyorum Cibrîl de aynı şeye ses kattı.. Mikail de aynı şeye ses kattı. Buraya kadar geldik ama muktezâ-i beşeriyet, nefsimiz var, cismâniyetimiz var, hayvaniyetimiz var. Ne olur ne olmaz. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “Gazabına uğramışların ve sapıp gitmişlerin yoluna düşmekten bizi muhafaza buyur!..”

Vesselam.

Bamteli: REKÂBET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Varlık bilinip görülme fitilinin, sevgi çerağından tutuşturulması sonucu meydana gelmiştir; aslında dünya, köhne bir harâbeden ibarettir, onu taptaze ve canlı kılan sevgidir.

“Muhabbet bir Süleyman’dır / Gönül, taht-ı revan olmuş.”

Muhabbetten Muhammed hâsıl olmuş; O’nsuz muhabbetten ne hâsıl olmuş ki?!.

Allah, sevdiği için yaratmış ve sevgisini enbiyâ-ı ızâmı göndermek ve insanları doğru yola hidayet etmek suretiyle göstermiş. Sonucunda -esasen- o sevgiyi ortaya koymak üzere Cenâb-ı Hak bu türlü icraât-ı Sübhâniyede bulunmuş.

Varlık, sevgi ile var olmuş; sevgi ile devam ediyor. Allah (celle celâluhu) en büyük ve en mükemmel varlıktan en küçük varlığa kadar bütün mahlûkata nazar-ı re’fet, şefkat, merhamet ve mürüvvet ile bakıyor.

Şu halde, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlakı ile ahlaklanın!..” Peygamber ahlakı ile ahlaklanın!.. Allah, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) takdir ve tebcil sadedinde, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, yüksek bir ahlak üzerinesin!” (Kalem, 68/4) buyuruyor. Sen, ahlakın en güzeli üzerinesin; öyle yaratılmışsın!..

Âişe validemize, huluk-i nebevî sorulduğu zaman, كَانَ خُلُقُهُ الْقُرْآنَ buyuruyor; “Ahlakı, Kur’an’dı O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem).” Kur’an’a baktığınız zaman, işte orada Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlak-ı âliye-i gâliye-i fâikasını görmeniz mümkün olacaktır, diyor.

Allah, re’fet ve şefkatini çok umumî manada sergilemiş. Hatta denebilir ki, varlık, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini ve re’fetini sergilediği bir sergi gibidir; her yerde O’nun re’fet ve şefkati müşahede edilmektedir. Ama onu görmek için “basiret” (gönül gözü) ister, “basar” yetmez; “bakmak” yetmez, “görmek” ister; görmeyi takdir etmek, değerlendirmek ister; görme ile beraber beynin bütün nöronlarını çalıştırmak ister.

Evet, böyle bir muhabbet dertlisi, muhabbet âşığı olmak.. sevginin aşığı, aşkın âşığı olmak.. aşkın âşığı olmak, ona kilitlenmek… Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi o sevgi ile, o aşk u iştiyak ile mamur eylesin!..

Zira öyle bir muhabbetten mahrum gönül/insan/toplum harâbedir.

“‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm: Yer yer

Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler…

Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;

Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar;

Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum;

Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”

diyor yokluğu seslendiren hicran insanı, büyük şâir Mehmet Akif.

   Maddî menfaat cihetinden gelen rekâbet, yavaş yavaş ihlâsı kırar; ayrıca hem hizmetin neticelerini zedeler hem de o maddî menfaati kaçırır.

İnsanın mahiyetinde olumsuz bir kısım şeyler/genler bulunduğu gibi, aynı zamanda hiss-i rekâbet de var. Ehl-i dünya, bu rekâbet duygusunu dünyevî şeyler hesabına kullanıyor. Mesela “Ben, zengin olayım, bütün imkânları ben elimde toplayayım. Kast sistemine göre, bütün halk benim gözümün içine baksın, her şeyi benden beklesin. Beni yok ettikleri zaman veya beni yok farz ettikleri zaman, kendilerinin de yok olacağını düşünsünler!..” Bu şekilde bakmışlar; o dünyevî rekâbeti değerlendirip bir yönüyle üste sıçrayan, Kast sisteminin üst basamağına sıçrayan insanlar, aşağıya doğru hep böyle bakmışlar.

Böyle biri ister ki, herkes onun gözlerinin içine baksın!.. O bir caddeden geçerken insanlar alkış tutsunlar, o da o alkış tufanı içinde gideceği yere gitsin. Hatta Allah’a doğru giderken bile, orada -hâşa ve kellâ- kendini O’nun gölgesi zannederek, geçtiği her yerde kendisine eğilmeler beklemek, rükûlar beklemek, secdeler beklemek… Zannediyorum, arzu ettikleri şeylerin geneline bakınca anlaşılıyor ki, kendilerine secde edildiği zaman bile, ona dahi makul bir mahmîl bulacaklar; diyecekler ki, “Efendim, bu, saygıyı tamamıyla ifade etmenin icabıydı, yoksa kulluk değildi bu; kulluk, Allah’a yapılır!” Böyle diyecek ve ona da diyalektik ile bir mahmîl uyduracak, onu da öyle ifade edecekler.

Alkış… “Sadece ben alkışlanayım!..” Ehl-i dünyanın rekâbeti… Evvela onu görmek lazım; demek ki insanın ruhunda o da var. Nasıl Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hazreti Âdem, hata etti; evlatları da etti!” diyor, adeta genetiği işaret buyuruyor: “Hazreti Âdem, nisyana maruz kaldı, unuttu; evlatları da unuttu!..”

Ee unutulmaması gerekli olan ama unutulan şeyler var: Hafizanallah, en başta Allah’ın unutulması.. dinin unutulması.. uhrevî âlemlerin unutulması… Ee onun berisinde bir sürü şeyin unutulması var: Allah’a karşı kulluğun unutulması.. biraz evvel geçtiği gibi, insanlara karşı alakanın unutulması.. re’fet ve şefkatin unutulması.. kendin kadar başkalarını da düşünmenin unutulması… Bir sürü nisyan.. ve bu nisyanların hepsi birer belâ.. insanın ötelerini/ukbâsını karartan birer belâ.

İnsanın tabiatında var bu. Ehl-i dünya, onu dünya hesabına kullanıyor; alkışa kullanıyor, “Ben alkışlanayım sadece!” diyor.. takdire kullanıyor.. makama kullanıyor.. mansıba kullanıyor.. güce kullanıyor.. “Güç, bende olsun; kuvvet, bende olsun! Hak da kuvvetin emrinde olsun!” diyor

   “Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.”

Hazret, buna da temas ediyor, diyor ki: “Düstur-u nübüvvet, ‘Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.’ der, zulmü keser, adaleti temin eder.” Bir yerde “İşte bunun delili de şudur.” diyor. Evet, ehl-i hak ve ehl-i hakikat, bütün kuvveti hakta bilecek; ondan sonra da o kuvveti hakkın emrine verecek, hakkı ikâme etme istikametinde kullanacak.

Antrparantez: Mesleğiniz bu sizin… Cenâb-ı Hakk’ın size verdiği maddî-manevî bütün imkânları, düşünce aktivitelerinizi, bedenî bütün gücünüzü, hatta rüyalarınızı, hülyalarınızı bu gaye-i hayal istikametinde kullanmak… Esasen, hakkı ikâme etmek, hakkı tutup kaldırmak…

Mehmet Akif, bir yerde, “Hâlık’ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk.” diyor. Vâkıa, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri arasında, ism-i Zât hepsinden büyüktür; fakat aynı zamanda “Hakk” dendiği zaman da “Allah” anlaşılır; belki bütün esmâ-i İlahiye anlaşılır. Çünkü Hakk isminde izâfîlik olmayacaktır. Başkalarında izâfîlik görebilirsiniz. Mesela, Rahmâniyet’te izâfîlik görebilirsiniz; Rahîmiyet’te izâfîlik görebilirsiniz. Ama Hakk meselesine gelince, Zât-ı Hakk, haktır, gerçek haktır. حَقَائِقُ اْلأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ “Eşyanın hakikati sabittir.” dediğiniz şeyler, esasen Hazreti Pîr’in ifadesiyle, O’nun varlığının gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Demek ki “Hakk” dendiği zaman, “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” fehvasında O anlaşılır. Evet, bu tavzihle, Akif’in sözüne makul mahmîl bulmaya çalışıyorum. Diyor ki:

“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk,

Ne büyük şey, kul için, hakkı tutup kaldırmak..

 

Hani Ashâb-ı kirâm, “Ayrılalım!” derlerken,

Mutlaka sûre-i “Ve’l-asr”ı okurmuş, neden?

 

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,

Başta “iman-ı hakiki” geliyor, sonra “salah”,

 

Sonra “hak”, sonra “sebât” (sabır); işte kuzum, insanlık..

Bu dördü birleşti mi sende, yoktur sana izmihlal artık!..”

“İman”, “amel-i sâlih”, “hak” ve (doğru bildiğin şeyde) “sebât”. Mesâibe karşı sebât.. ehl-i dünyanın saldırılarına, belâ ve musibetlere karşı sebat.. ibadet u tâatte sebat… Çoğaltabilirsiniz; öbür âlemi şiddetle arzu etme mevzuunda, murad-ı İlahî’ye saygının gereği olarak sebat.. dünyada başınıza gelecek her şeye karşı sebat… Sebat, sebat… Çok önemli bir vasıf, kazandıran bir sıfat… Hak ve sebat…

Hakkı tutup kaldırmak, insan için en önemli bir gayedir. İnsanın, kendi varlığını ona bağlaması lazım. Yeryüzünde yıkılmış hakkı, harâb olmuş hakkı tutup kaldırmak; Hakk adına, onu tutup kaldırmak… Bu, en büyük bir mesele… İnsan, kendisini buna vermiş ve adamış ise, adanmışlığın en kutsalı, bu. Beklentisiz, kendisini buna vermiş ise, Allah’ın izni ve inayeti ile, bu dünyevî beklentilerden sıyrılır. Allah’ın izni ile, artık ne alkış bekler, ne takdir bekler, ne hakkın kuvvetin emrine girmesini bekler, ne geçtiği yerlerde milletin eğilmesini ve ona rükûda bulunmasını bekler, ne yalandan saygıyla takdir etmelerini bekler.

   Özellikle hak ve hakikate çağırırken, asla gırtlak ağalığı yapmamalı; meseleler dil ve dudağa emanet bırakılmamalı; telaffuz edilen her kelimeyi gönlün sesi-soluğu kılmalıdır.

Fakat maalesef, bütünüyle, tamamen dünya hedefleniyor. Bu hedeflenmede bazen işin içine öyle derinlemesine giriliyor ki, öbür taraf, bütün bütün unutuluyor; o, sadece dilde-dudakta kalıyor, zannediyorum yutaktan içeriye girmiyor. Onun için merhum Nureddin Topçu, bu türlü insanlara “gırtlak ağaları” derdi; gönlünde duymadan Kur’an okuyanlarına, ilahi okuyanlarına, bilmem nelerine “gırtlak ağaları” derdi.

Yerinde Kıtmîr de dinlemiştir bunu: “Ne zaman anarsam seni / Kararım kalmaz Allah’ım // Senden gayrı gözüm yaşım / Kimseler silmez Allah’ım” (Yunus Emre)  “Her kaçan Seni anarsam, çağlar gözlerimin yaşı!” falan diyor; fakat hiç alakası yok, adam fersah fersah uzak ondan ama söylüyor bunu. Dediği zaman, kalkıp gideceğin bir şey söylüyor. Terk et o meclisi!.. Çünkü “Hakk!” derken, “Allah!” derken, çok korkunç bir riyakârlık sergiliyor orada.

Şimdi, ehl-i dünya bunu hedeflediğinden dolayı, âhireti unutacak kadar bu mevzuda derinleşebiliyor. Neûzu billah, “Allah” deme bile, dil ve dudaktan ibaret kalıyor. Oysaki iman, -esasen- kalbin tasdikinden ibarettir. İmanın derinleşmesi, kalbe ait bir uf’ûledir (افعوله, görev, fonksiyon, vazife), bir aksiyondur; onun derinleşmesi, o inancın işe yarar hale gelmesi, çok ciddî aksiyona bağlıdır. Onun için, nerede “iman” denmiş ise, hemen arkadan “amel-i sâlih” de denmiştir; imanın amel-i sâlih ile takviyesine işaret edilmiştir. İmandan, iman-ı billah’tan hemen sonra “marifet” denmiştir, “muhabbet” denmiştir, “zevk-i ruhanî” denmiştir, “aşk u iştiyâk-ı likâullah” denmiştir. Bunlar ile takviye ediliyor ise şayet, o iman, imandır; yoksa dil ve dudakta kalan, onların kıpırdaması ile dökülen bir kısım yalancıktan kelimeler demektir.

Nitekim dil ve dudakla bazı şeyler diyebilirler. Mesela, “Siyasî İslam!” diyebilirler; “Onu getireceğiz!” diyebilirler. Hatta cetlerin ocaklarını o istikamette istismar edip kullanabilirler, “Osmanlı Ocakları” diyebilirler. O ocaklar, belli hakikati ikâme etmeye matuf idi; jurnalcilik yapmak için değil, istihbarat hesabına çalışmak için değil, kendileri gibi düşünmeyenleri arkadan vurmak için değil… Yapılan şeyler, şimdi onlar; onun için bunlar “teessüs” ediyor; bir kısım tesisatı yıkmaya matuf teessüsât bunlar. Geçiyoruz…

   “Ey kardeşlerim! Sizleri -inşaallah- menfaat-i maddiye rekâbete sevk etmeyecek; fakat menfaat-i uhreviye noktasında -bir kısım ehl-i tarikatın aldandıkları gibi- sizin de aldanmanız mümkündür.”

Mesâil-i uhreviyede rekâbete gelince, o daha tehlikeli, hafizanallah. Bu da dine-diyanete inanmış insanlar arasında oluyor, ehl-i tarikat arasında da oluyor. Ömrünü tekkelerde ve zaviyelerde geçirenler arasında mizaç, meşrep, mezâk farkı -hafizanallah- insanlara -ehl-i dünya gibi- çok kötülükler yaptırtabiliyor. O da “Allah!” diyor, insanları Cenâb-ı Hakk’a çağırıyor, “O’nun karşısında her zaman el-pençe divan durun!” diyor, “Kıyamı da yeterli bulmayın, iki büklüm olun!” diyor, onu da yetersiz görerek “Yüzünüzü yerlere sürün!” diyor…

Secdede اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ “Allah’ım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran Yaratan’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allahım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.” derken de ahsen-i takvîme mazhariyeti yâd etmek suretiyle, Cenâb-ı Hakk’a karşı zımnî bir tahdîs-i nimette bulunma.. “Sen’den, her şey Sen’den; beni böyle insan şeklinde yaratan, Sen’sin!” deme, secdede, Cenâb-ı Hakk’a en yakın olduğu yerde… أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ فَهُوَ سَاجِدٌ، أَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “İnsanın, Allah’a en yakın olduğu ân, secde ânıdır; öyle ise o en yakınlığı Cenâb-ı Hakk’a tazarru, dua, sual ve talep ile değerlendirmeye bakın!” deniyor, hadis-i şerifte. “Öyle şeyler söyleyin ki orada, onlar sizi bir adım daha Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırsın!..” deniyor.

Şimdi herkes bunu söylüyor ama küçük bir mizaç, mezâk, meşrep farklılığından dolayı da rekâbete girilebiliyor. “Ben diyeyim de âlem beni dinlesin! İnsanlar Cennet’e gireceklerse şayet, benim arkamdan girsinler! Allah’ı, Peygamberleri tanıyacaklar ise şayet, benim dememe göre tanısınlar. Nazarları benim üzerimde olsun, o hakikatleri ben realize edeyim!” gibi mülahazalar, zâhiren mahzursuz gibi görünebilir; fakat bunlarda da farkına varmadan ehl-i dünyanın düştüğü aynı badireye düşme ihtimali var.

Oysa esas, bir vücudun azaları gibi olmaktır. Müslümanlar anlatılırken, bir binanın tamamlayıcı parçaları gibi, bir vücudun uzuvları gibi anlatılmışlardır. El-ayak, göz-kulak, dil-dudak; bunlar bir vücudu meydana getiren parçalardır, bir araya geldiği zaman “tamamiyet” olur.

Bu mevzuda öyle bir îsâr ruhu ile hareket etmeli ki, “Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilaf çıkarmamalı.” Hani bazen insanın içinden gelmeyebilir bu. Siz, yolunuzu “en doğru” buluyorsunuz. Fakat -buna Üstad Hazretleri de işaret ediyor, diyor ki- “Bazen hasen (güzel), ahsenden (en güzelden) ahsendir (daha güzeldir).” Hasende anlaşmak mümkünse şayet, ahsende münakaşaya düşmemek lazımdır. Yani, şayet bir meselenin güzelinde mutabakat sağlayabiliyorsanız, “daha güzel”i, sizi birbirinize düşürmesin. Demek ki, insanların bir arada olması “hasen”de oluyorsa, o “ahsen”den daha ahsendir. Onun için “Bazen hasen, ahsenden daha ahsendir!” Hazret buna da vurguda bulunuyor.

Onun için vifâk ve ittifak çok önemlidir ve aynı zamanda denebilir ki “tevfîk-i ilahînin de birinci vesilesidir.” Cenâb-ı Hak, size inayet elini uzatacaksa, düştüğünüz yerden sizi kaldıracaksa, gideceğiniz hedefe sizi çok hızlı, fevkalâdeden ulaştıracaksa, bunu zannediyorum vifâk ve ittifak faktörüne bağlamıştır. Şart-ı âdî planında, “Ben, bu küçük şeye, Kendi tevfîkimi bağlamışım!” demiş ise şayet, o mevzuda onu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.

Şimdi mesele, bu ölçüde ehemmiyet ifade ettiği halde, “İlle de insanlar, beni dinlesin ve benim yolumda yürüsünler; Cennet’e gireceklerse, benim yolumda girsinler; Cehennem’den uzak kalacaklarsa, benim yolumda kalsınlar!” gibi mülahazalar, şeytanın sağdan gelmesidir. Çünkü şeytan, sağdan gelince, böyle sûret-i haktan görünür.

   Kökü mazide bir âtî olmak lazımdır; zira geçmişinden kopanların geleceğe yürümeleri çok zor, hatta imkânsızdır.

Şeytan, soldan geldiği zaman, insanda me’âsîyi; bohemlik duygusunu, yeme-içme, yan gelip yatma ve şehevî duygulara takılıp onların arkasından sürüm sürüm sürüklenmeyi tetikler. Önden gelince, ileriye matuf vesveseler verir; ötelere, daha ötelere, daha da ötelere gözünü kapamak suretiyle geleceği karanlık gösterir. Hani günümüzde ehl-i dünya ama “Allah’a da inandım!” diyen bazıları, “Ahiret, Allah, Peygamber, Rü’yet, Rıdvan!” falan dediğiniz zaman, “Yahu siz çok uzak şeylere gönlünüzü kaptırmışsınız! Şimdi dünyada yaşama var!” falan diyorlar. Önden gelince de böyle yapar; geleceğe matuf -bir yönüyle- sizi bakarken kör haline getirir, istikbali değerlendiremezsiniz. Tabir-i diğerle, “basar” ile bakarsınız meseleye ama “basiret” ile değerlendiremezsiniz.

Arkadan gelince de, sizi geçmişten koparır. Esasen sizin peygamberlere dayanan, Hazreti Âdem’e, Hazreti Nuh’a, Hazreti Musa’ya, Hazreti İsâ’ya ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselam) dayanan bir yanınız var. Yolunuz, peygamber yolu, onların arkasından giden Sahabî yolu, Havarî yolu. Dolayısıyla şeytan arkadan gelmek suretiyle onlardan ve onların yolundan koparır, hafizanallah.

Tevfik Fikret, Yahya Kemal’e, “Sen bir mazisin, âtî değilsin!” deyince, o da der ki: “Ne harâbîyim, ne harâbâtîyim / Ben, kökü mazide bir âtîyim.”

Geçmişten sizi kopardıkları zaman, geleceğe yürüme mevzuunda sürçmeler başlar. Geçmişten kopmaması lazım insanın ama bizim geçmişimizden; yani, enbiyâ-ı ızâma dayalı olan geçmişten.

Evet, şeytan, geçmişten koparmak suretiyle arkadan da böyle vurur. Tepeden, başka türlü şeyler ile vurur; alttan da bilemeyeceğimiz oyunlar ile vurur. Onun için Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasında şöyle demektedir: اَللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِنَا وَآمِنْ رَوْعَاتِنَا؛ اَللَّهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِينَا وَمِنْ خَلْفِنَا، وَعَنْ أَيْمَانِنَا، وَعَنْ شَمَائِلِنَا، وَمِنْ فَوْقِنَا، وَنَعُوذُ بِكَ بِعَظَمَتِكَ أَنْ نُغْتَالَ مِنْ تَحْتِنَا “Allah’ım, ayıplarımızı setret ve bizi korktuklarımızdan emin eyle. Allah’ım, önümüzden, arkamızdan, sağımızdan, solumuzdan ve üstümüzden (gelecek tehlikelerden) bizi koru; ayaklarımızın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırız.” (Efendimiz müfret/tekil sigasıyla söylüyor; bir topluluk içinde iseniz cemi’/çoğul sigasıyla da zikredebilirsiniz.) Evet, “Allah’ım, sağdan, soldan, önden, arkadan, üstten ve alttan bilinmedik şekilde çarpılmaktan Sana sığınırım.” buyuruyor. Ve bir yönüyle, bunları bizim için birer sur, birer sera yapmaya bizi çağırıyor, davet ediyor. Hafizanallah…

Geriye dönüyorum, müsaadenizle: Sağdan, sûret-i haktan görünerek gelir; böyle iyi şeyleri göstererek, “Yahu insanları Cennet’e götürüyorsun; dolayısıyla, meşrebinin, mezâkının ve mizacının fâikiyetiyle meseleyi senin takdim etmen lazım. ‘Benimki çok daha hızlı götürüyor oraya!’ demen lazım.” demek suretiyle -hafizanallah- farkına varmadan çok ciddî rekâbetlere sebebiyet verir. Rekâbet duygusunu tetikler. Bu defa -esasen- hakka/hakikate hizmet etme, hakkı/hakikati kaldırma ve ikâme etme meselesi genel vazife iken, “Varsın yok olsunlar onlar!” deme ve başkalarını yıkma peşinde koşturtur.

   Günümüzde, rekâbet hissinin de tesiriyle, vicdanlar adeta meflûç, dilsiz şeytanlık mergup meslek; insaf adına bir cümleciğin dahi duyulmadığı kapkaranlık bir dönem yaşanıyor.

Antrparantez arz ediyorum: Bakın, Allah yolunda hizmet eden siz ve sizin arkadaşlarınız… Siz ve sizin arkadaşlarınız, dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması için koşturdunuz/koşturuyorsunuz. Bu Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması, aslında O kimin/kimlerin yolunda idiyse şayet, bütün onların şehbal açması demektir. Bir yönüyle “gayb-bîn” gözüyle, “Benim adım, Güneş’in doğup-battığı her yere ulaşacaktır.” diyor. O’nun adı ulaşınca, Enbiyâ-ı ızâmın nâm-ı celili de ulaşacak; melâike-i kiramın nâm-ı celili de ulaşacak. Cebrail’i, Mikail’i, İsrafil’i, Azrail’i, Hamele-i Arş’ı, Mühimmîn’i, Mukarrabîn’i, Münker-Nekir’i, Kirâmen Kâtibîn’i, Muakkıbât’ı, Sâffât’ı, Mürselât’ı, Nâziât’ı o sayede tanıyacaklar. Herkes O’nun nâm-ı celîlinin bir bayrak halinde dalgalandığı her yerde, bunları da görecek, bunlarla da karşılaşacak.

Evet, dünyanın dört bir yanında bunu yapmaya gittiniz ve çok şeylere katlandınız. Giderken, bütün sermayeniz bir çantanın içinde idi; herhalde yedek çamaşırlarınız vardı veya pijamalarınız vardı onda “Gittiğimiz yerde, nereden para buluruz? Nereden okul açarız; nasıl okul açarız? İnsanlar bize yardımcı olurlar mı? Gittiğimiz yerlerdeki insanlar, farklı kültürlerin insanları; acaba bize karşı kuşku duyarlar mı?” filan… Bunların hiçbirini hesaba katmadan, “Allah rızası için gidelim; olsun!” dediniz. Ee neden? Çünkü yolunuz, Sahabenin yolu, Havarî hazerâtının yoluydu. Bunlar, kalkıp nereden nereye gitmişler; mesela Havârîler, Nâsıra’dan Antakya’ya gidiyorlar. Malum, Yâsîn sûresinde anlatılanların da seyyidinâ Hazreti İsâ’nın elçileri olduğundan bahsediliyor; Habîb-i Neccâr’ın kurban olduğu meseleden Yâsîn Sûresi bahsediyor. “Tefsir-i Hammâm” diye kısa, bir parmak kalınlığında bir tefsir var; hususi olarak Yâsîn Sûresi’ni tefsire tahsis edilmiş bir kitaptır: Tefsir-i Hammâm.

Sizin arkadaşlarınız da bu mülahaza ve her şeye katlanma niyetiyle, dünyanın dört bir yanına gittiler, o bayrağı dalgalandırdılar. Ee başkalarının gitmesine karşı da bir şey demediler. Hatta sizin günahkâr arkadaşınız -Kıtmîr’iniz diyeyim ben- dedi ki: “Siz, şayet yüz elli ülkede okul açmış iseniz, bir yüz elli ülke daha yok zaten, üç yüz ülke yok dünyada, yüz elli ülkede de onlar açsınlar.  Veya siz -bir yönüyle- bin üç yüz tane okul açmış iseniz, onlar da gitsin, o kadar okul açsınlar; o zaman iki bin altı yüz tane okul olur, dünyanın değişik yerlerinde. O kadar yerde eliti siz yetiştirirsiniz. O kadar yerde insanların birbiri ile kucaklaşmasını siz sağlarsınız. Başkalarının hülyası ile yaşadıkları, ütopik şeylere mevzu yaptıkları hümanizmi, Allah’ın izni ve inayeti ile, siz gerçekleştirmiş olursunuz.

Bunu yaptınız ve çok şeylere katlandınız. Şimdi bundan dolayı da değişik belâ ve mesâibe maruz kaldınız. Kendi ülkenizde size yaşama hakkı tanınmıyor. “Siz, niye okul açtınız başka yerlerde? Neden bu Hizmet’e dilbeste oldunuz? Kim sizi kandırdı bu mevzuda?!.” filan… Oysaki kandırma mandırma yok. Peygamberler yolu, açık bir yol, şehrâh… Kendinizi bir otobanda buldunuz; bu otoban, sizi götürdüğü yere götürdü; sapmadınız, Allah’ın izni ve inayetiyle, patikalara…

Gelin görün ki, bir tanesinden müdafaa edici bir ses yükselmedi. Bakın nasıl bir rekâbet?!. Ben duymadım. Sadece bir zat -büyük diyeceğim bir zat- zannediyorum ya telefon etti veya bir adamı ile haber gönderdi Fakîr’e. “Ben, bu olumsuz şeyler karşısında, az buçuk olumsuzluklarını ifade edince, etrafımdaki müritlerim bile dağıldı!” dedi. Bu, doğru ise şayet, o zâtı Cenâb-ı Hak, pâyidâr eylesin! En azından tek başına sahip çıktı.

Burada söylemekten hicâb duyuyorum: Kendilerinden bir sesin yükselmesini beklediğimiz insanlar arasında, bundan elli sene evvel Fakîr’e talebelik yapan İlahiyatçılar var, üniversitelerde profesörler var… Yahu insafın ifadesi olarak, yarım kelimelik bir şey söylenemez miydi? En azından, bu ızdırap paylaşılamaz mıydı?!.

Onlar yapmadıkları gibi, kendilerini Allah yolunda zanneden o tekkelerden ve zaviyelerden de hiçbir ses yükselmedi!.. Ama hiçbir ses… “Değme, iyi oluyor. Yıkılmalarında yarar var bunların. Onlar yıkılınca, meydan bize kalacak orada!” mülahazalarına kapıldılar. Böyle tamamen din ile alakalı bir meselede hiss-i rekâbete yenik düştüler. Şeytan, o mevzuda onları nakavt etti; kündeye aldı veya el-enseye aldı ve dolayısıyla yere serdi, hafizanallah.

Her şeye rağmen, bakın ne diyorum: Cenâb-ı Hak, kendileri de istiyorlarsa, murad-ı Sübhânî de o istikamette ise, onlardaki insaf duygusunu inkişaf ettirsin; içlerindeki rekâbet hissini silsin, temizlesin!.. Ahsen-i takvîme mazhar hale getirsin onları; sizin dertlerinizi/ızdıraplarınızı sizinle beraber paylaşsınlar.

Çok tekerrür eden bir söz: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini onlarla paylaşmayan, onlardan değildir!” Açık manası bunun, yani müslüman değildir. Belki şöyle demek daha tedbirlice bir yorum olur: “Hakiki manada, ciddî manada müslüman değildir; şeklî müslümandır, sûretâ müslümandır, taklidî müslümandır.” İçtenleştirememiş müslümanlığı; tabir-i diğerle, imanı, iz’an haline getirememiş; imanı, marifet ile derinleştirememiş; marifeti, muhabbet ile taçlandıramamış; muhabbeti, aşk-ı ilâhî ile taçlandıramamış. Hafizanallah… Cenâb-ı Hak, olmamış bu türlü şeyleri oldurma adına onlara da lütufta bulunsun, oldursun! Dilsiz şeytan olmaktan kurtarsın onları!..

Hak karşısında, yıkılan doğrular karşısında sesini yükseltmeyenlere “dilsiz şeytan” denmiş. Zulme karşı sükût edenlere “dilsiz şeytan” denmiş. Sükût eden bir sürü insan var. İnsana yakışmıyor o.

Bize düşen şey hidayet talebidir; Cenâb-ı Hak, dillerini çözsün ama doğruluk istikametinde. Onlar da “Bunlar, bizim kardeşlerimizdi; çok değişik şeylere katlandılar, bugün de ızdıraplara katlanıyorlar, değişik ızdıraplara katlanıyorlar.” desinler.

   Öyle zulümler işleniyor ki, şeytan en başarılı günlerini yaşıyor, hatta zil takmış oynuyor. Nerede oynuyor? Camilerde oynuyor, minberin önünde oynuyor!..

Anne ile evlat birbirinden ayrı düşürülüyor. Doğum yapmış kadın zindana atılıyor. Ölen insanların hadd ü hesabı yok. İşkence görenlerin hadd ü hesabı yok. Kadına işkence ediliyor, çocuğa işkence ediliyor… İşte görüyorsunuz; “Eşrârın şerrinden, zâlimlerin zulmünden, füccârın fücurundan kurtulayım!” diye kaçarken, bu defa Meriç gibi bir fâcir ile karşı karşıya, bir kahredici cebbar ile karşı karşıya kalıyor; hadd ü hesaba gelmez insan, orada boğulup gidiyor. Çoğunun cenazesine ulaşılamıyor. Çoğunun adları, kendileriyle beraber gömülüyor. Adları da gömülüyor, ki bir yerde insaflılar, gıyaben onlara bir cenaze namazı kılsınlar!.. Kılamıyorlar!.. Adı yok… Ne diyeceksiniz? “O meçhul ölmüşlere gıyâbî cenaze namazı…” “Meçhul ölmüşlere” diyeceksiniz; o da olur mu olmaz mı, bilemeyeceğim ben onu.

Evet, bu kadar zulüm karşısında, insaflı bir sesin yükseldiğine şahit olmadım ben. Dolayısıyla dinî cephede bulundukları halde, sağınızda bulundukları halde, kendilerinden -bir yönüyle- size saygı beklediğiniz insanlarda, hiss-i rekâbet, onları öyle bir duruma itmiş ki, âdetâ tavır ve davranışlarından dökülen şeyleri Picasso felsefesi ile resmetseniz, “Oh oldu!” çıkacaktır. Resmetseniz, “Oh oldu! Müstahak! Ne işinize gelir sizin başka ülkelere gitmek?!. Ülkenizde oturma, yiyip-içip yan gelip kulağı üzerine yatma varken, bizi dinleme varken, geçtiğimiz yerlerde bize alkış tutma varken, bizi destekleme varken, ne işiniz var ki sizin başka yerlere gidiyorsunuz? Veya gittiğiniz yerlerde bizi bayraklaştırma varken, bizim dünyanın lideri olduğumuzu anlatma varken, siz ne yapıyorsunuz?!. Gidişiniz fuzûlî!” filan çıkacaktır. Bunun gibi mülahazalarla, hafizanallah, birileri işkence görüyor; diğerleri de kendilerini dilsiz şeytanlığa salmış, uzaktan uzağa seyrediyor ve belki de kıs kıs gülüyorlar.

Bunun yanında ne oluyor? Şeytan, en başarılı günlerini yaşıyor; zil takmış oynuyor. Nerede oynuyor? Camilerde oynuyor, minberin önünde oynuyor. Çünkü minberler, siyasetin sesi-soluğu haline geldi; kürsüler, siyasetin sesi-soluğu haline geldi. Umar mıydık, nâm-ı celîl-i İlâhî, mescitlerde sussun; siyasetin çirkin, çatlak sesi, minberde ve mihrapta yükselsin?!. Allah bahsedileceğine, Peygamber bahsedileceğine, mü’minlerin dertleri bahsedileceğine, onların (siyasetin, siyasîlerin ve aktüalitenin) bahsedilmesi gibi kendilerini tamamen dünyevîliğe saldılar. Hafizanallah…

Dert, büyük. Fuzûlî’nin sözüyle, “Dost, bî-vefâ; felek, bî-rahim; devran, bî-sükûn / Dert, çok; derman, yok; düşman, kavî; talih, zebûn.” Ama onun dediği gibi demeyelim, onunki yeis ifade ediyor. O, “Dert, çok; derman, yok; düşman, kavi; talih, zebûn!” diyor. Dert, çok; inşaallah derman ve Allah’ın inayeti de çok. Düşman kavî olsa da talih zebûn değil. Düşman kavî olabilir; talih zebûn değil, yenik düşmemiş, Allah’ın izni-inayeti ile.

Sıçrayıp doğrulacaksınız; bir Türkiye meselesini, dünya meselesi haline getireceksiniz. Dünyanın sağında-solunda insaflı pek çok kadirşinas insan ile karşılaşacaksınız ve bunlar, sizin destanlarınızı yazacaklar, Allah’ın izni-inayetiyle. Gelecekte dünyanın sesi-soluğu olacaksınız, Allah’ın izni-inayetiyle.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * اَللَّهُمَّ أَيِّدْنَا بِرُوحٍ مِنْ عِنْدِكَ * اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى * اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا عَلَى أَعْدَائِنَا، اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا عَلَى أَعْدَائِنَا * اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِأَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمْ آمَالَهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Sübhânsın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) Allah’ım, bizi katından bir ruhla/bir güçle te’yid buyur. Sevdiğin ve râzı olduğun işlere muttali kılıp onları bize sevdir; onları hayata taşımaya ve başkalarına duyurmaya bizleri muvaffak eyle!.. Ey yegâne merhamet Sahibi!.. Hasımlarımıza karşı bize yardımcı ol!.. Bize düşmanlık yapanlara karşı bize nusret lütfet. Allah’ım, bize karşı adavet ve kinle bilenmiş kimselerin hepsini Sana havale ediyoruz; onları karanlık emellerine ulaştırma; onlara karşı bize yardım edip nusret ver. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, mübarek ailesine ve güzide ashâbına salât ü selam ederek bunu diliyoruz; kabul buyur Rabbimiz!..

Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku

Herkul | | KIRIK TESTI

Ufkumuzu aşar onların Hak’la münasebetleri.. kendileriyle yüzleşmeleri.. ve masumiyetlerine rağmen Hak kapısındaki temkin üstü temkin edalı iç çekişleri. Sığmaz mücelletlere onların o ledünnî derinlikleri.. hiss-i mehâfet ve mehâbetleri.. verâlar verâsına müteveccih yana-yakıla niyazları ve bu konudaki sûzişî nağmeleri. Bizim deryadan bir damla, mehtaptan bir zerre kırık-dökük ifadelerimizle, tâ baştan yed-i rahmetle o arındırılmışların hangi mülahazaya binaen arınma kurnasından arınma kurnasına -istiğfar, inâbe, evbeye- koştuklarını değerlendirip dillendirmek muhal ölçüsünde zordur. Ama yine de onlara bakıp kendimize gelme adına, bir cüret de olsa bir şeyler söylemenin lüzumuna inanıyorum. Zannediyorum bu paragrafı, “Cenab-ı Hak onların bu yüce hissiyatlarının bir damlasını da bize lütfeylesin!” dileğiyle noktalama uygun olacaktır.

O silsile-i zebercette ilk gönülden iç çekiş ve sızlanış, bir zelle ile yâd edilegelen, iftar vaktini tayinde bir içtihad olmazı neticesindeydi. Hususiyle hata demiyorum, yeri gelince -inşaallah- üzerinde durulacaktır. Cenab-ı Hakk’ın kulları hakkında kullandığı kelimeler Rab ile kulu arasında her zaman saygıyla karşılansa da, bize o “Mustafeyne’l-Ahyâr” hakkında her zaman temkin edalı düşünme ve konuşma düşer.

Bununla beraber, bu hassas konuya, sondan gelip öndekilerin de önünde bulunan sırr-ı hikmet-i âlemin keşşâfı, ilmî varlığıyla evvellerden evvel, yer-gök ehlinin sertâc-ı ibtihâcı olan ve âlemşümul mesajlarıyla bütün insanlığa rehnümâ bulunan.. arz u sema ehlinin iftihar tablosu, o eşi-menendi bulunmayan ve “Sultan-ı rusül” diye yad edilegelen.. ruhânî-cismânî varlıklar arasında, Hâlık’ının birinci derecede matmah-ı nazarı olarak bilinen.. ötelerden gelen feyiz ve nur tayflarını imana açık gönüllere ifâza eden.. bütün mülk ve melekût alemlerinin kutb-u âzamı unvanıyla anılan.. ismet, iffet, emanet, sadakat, fetânet ve tebliğ hususiyetleri itibarıyla gelmiş geçmiş umum seçkinlerin önünde bulunan.. bir hak dostunun ifadesiyle:

   “Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kaim,

   Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür daim.”

payesiyle serfirâz olan.. önyargısız herkes tarafından, yürüdüğü yolun semâvî hususiyetleriyle Ehadiyyet ve Samediyyet hakikatlerinin biricik keşşâfı sayılan.. ve “Hakîkatü’l-hakâik”ın en fasih lisanı olarak takdirler üstü takdir gören.. bütün bunlara rağmen hep tevazu ve mahviyet yolunda yürüyen.. umum gönüllere Hakk’ı duyurma adına en kutsal vuslata muvakkaten veda eden bir îsâr kahramanı.. ve melekiyeti aşkın, eşi-benzeri bulunmayan bir nâdire-i fıtrat, bir âbide-i bîmisal ile “Vira bismillah!” demek istiyoruz.

Bunca fezâil ve iç derinliğine rağmen, O’nun tazarru, niyaz ve sızlanışları karşısında aklın zâhirî nazarına göre “niye, neden?” demekten kendimizi alamasak da O, Rabbiyle münasebetlerinde ubûdet yörüngesinde hep ihsan şuuruyla oturup kalkmıştı. Biz de şimdi icmâlen dahi olsa, O’nunla alakalı birkaç söz etmek istiyoruz.

Akl-ı sathî konuya safiyyullah olan Hazreti Âdem’den başlamayı öngörse de, gönlümüz sebeb-i hilkat-i âlem olması itibarıyla beraat-i istihlal nev’inden O’nunla “Vira bismillah!” deme temayülünde. Çünkü her şeyden evvel O, hâricî vücut nokta-i nazarından sonradan gelse de hep öndeydi ve öncüydü. Zira peygamberlik manzumesi O’nun adına nazmedilip bestelenmişti ama O, âlemşümul misyonuyla bir kafiye gibi bu nazm-ı mukaddesin sonuna yerleştirilmiş ve bu önemli misyon O’nunla noktalanmıştı.

Evet, bir manada O bir ilk, diğer manada da sondu. Her şeyden evvel O, vücûd-u necm-i nûrânîsi açısından أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي – “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdu.” pâyesiyle serfirâzdı ve bu manaya işareten bir gün O şöyle buyuracaktı: “Âdem nebi beyne’l-mâi ve’t-tîn iken ben peygamberdim.” Buyuracak ve bu ilk ve son muammasına imada bulunacaktı.

Bu açıdan biz de bu sırlı kıdeme binaen birkaç cümleyle de olsa, her an Hakk’a müteveccih bulunan o ruh-i emcedle bu silsile-i zebercede başlamak istiyoruz.

O, hayal ve rüyalarında dahi olsa hiçbir zaman hataya ve hatalara mihmandarlık yapmamıştır. Ama gel gör ki, bu Hakk’a aşina kutsal ruh, ölümün kardeşi sayılan uyuyup dinlenmeye yönelirken -Aslında O’nun uykusu da uyanık bir kalble, sırf bir göz yummaktan ibaretti.- şu meâldeki ayet/ayetler ve sureleri tekrar ederdi; onları okumadan katiyen o âleme yelken açmazdı: “Ya Rabbenâ! Eğer hata ettiysek -Neye hata diyorsa?!.- bundan ötürü bizi muaheze etme. Yâ Rabbenâ! Bize o öncekilere yüklediğin ağır yükleri yükleme. Rabbimiz! Bizi güç yetiremeyeceğimiz şeylerle yükümlü tutma!.. Affet bizleri, kusurlarımızı bağışla -Bilmem ki neye kusur diyor!- ve merhamet buyur bize!.. Sensin bizim mevlâmız ve yardımcımız, kâfirlere karşı yardım eyle bizlere. (Bakara Sûresi, 2/286)

Ey yüce ve müzekkâ ruh! Eğer bu iltica ve niyazın bencileyin sergerdanlara bir tembih ise, سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا  – “İşittik ve itaat ettik.” der, bu sızlanışlarını rehberliğine verir ve vücûd-u necm-i nurânîn karşısında eğiliriz. Yok, kendi adına dendiyse, o zaman da göz ve kulaklarımızı kapar, sükût murakabesine dalarız; dalarız zira Senin can alıcı hasımların, gayz ve nefretlerle köpürüp durdukları dönemde bile Sana “Emîn” diyor; ismet, iffet ve masumiyetin karşısında dillerini tutuyor ve homurtularını muvakkaten dahi olsa kesiveriyorlardı. Sesimi o vücûd-u hâkânîne duyurabilsem -buna sergerdanlığım mâni- ey Sevgili! Söyle Allah aşkına, Senin bu temkin üstü temkin edalı iniltilerin ve iç döküşlerin “akrabü’l-mukarrabîn”e ait bir sır mı yoksa biz derbederlere imalı bir emir mi?!.

Bilmem ki O’nun böyle engin düşüncesinin, hatta kılı kırk yararcasına gösterdiği incelik ve hassasiyetin arkasındaki, O’na Rabbimizin “Sen olmazsın ama ben deneceği dedim!” üslubunda şöyle bir hitap şekli miydi: “Biz Sana bu kitabı hakikatin ta kendisi olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın bildirdiği şekilde onunla hükmedesin ve hainlerin müdafaacısı olmayasın; öyleyse gel Allah’tan af dile, zira O Gafûr’dur, Rahîm’dir. (Nisa Sûresi, 4/105-106) Belki de bu, “O’na diyorum ama arkadakiler, sözün sizlere olduğu açık!” demekti. Fakat bu ferman O’nun rakîklerden rakîk, hassas ruhunda bir ney gibi inlemişti. Mübarek ruhunun duyarlılığıyla tıpkı “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı.” beyan-ı nurefşânı misillü içtenleştirmiş olduğu, فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ  – “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd Sûresi, 11/112) beyan-ı sübhânîsinde duyduğu aynı şeyleri duyduğunda şüphe yoktu.

Ey yüce ruh! Bütün ruhlar Sana feda olsun!.. Hayat-ı seniyyen, doğru olmanın kat kat üstünde hep haşyet ve saygı içinde geçmişti; ama o İlâhî fermanı Sen kendi üzerine aldın ve inledin. Hâlbuki hedefte daha çok bizler vardık; fakat anlayamadık ve yandığın gibi yanamadık. Keşke Sana emredilen o şeylerin birer sorumlusu ve mükellefi olduğumuzu anlayabilseydik! Çok acıdır, gafletle yaşadık, gafletle oturup kalktık ve hiçbir zaman tamamiyet içinde konumumuzun hakkını veremedik.

Ey Şeref-i Nev-i İnsan ve ey Ferîd-i Kevn ü Zaman! Bizi bağışla! Arkanda olduğumuz iddiasında bulunup durduk ama hal ve temsil keyfiyetiyle -maalesef- fersah fersah uzaklarda emeklemeyle ömür tükettik. Ebedî mihrabına teveccüh buyurduğunda bu perişan ve derbeder ruhlar için de hep inleyip iç döktüğün gibi bir kez daha inle ve Cenab-ı Hak’tan Sen’den uzak düşmüş bu sergerdanların da yürekten Müslüman olmalarını dile!.. Dile ki Allah bizi de hakiki insan eylesin!..

***

Not: Bu makale, Çağlayan’ın 2017-Kasım sayısında neşredilen başyazıdır.

 

İnsaf

Herkul | | KIRIK TESTI

İnsaf; kim tarafından seslendirilirse seslendirilsin, hak ve hakikati kabul ve itiraf etmek, herkese karşı merhamet ve adâletle muamelede bulunmak, kendi haklarının yanı sıra başkalarının hukukunu da gözetmek; nefis, heva ve hevese değil, vicdan, mantık ve evrensel insanî değerlere uygun davranışlar sergilemek ve hakkın en küçüğüne dahi riâyetkâr olmak demektir.

   “İnsaf Dinin Yarısıdır!..”

Bazen hak, bazen adâlet ve bazen de doğruluktan hiç ayrılmama manalarını ifade etmek için kullanılan insaf tabiri, hak iddiasında bulunurken asla başkalarına karşı haksızlık yapmamanın, hatta kendi nefsi için elde etmeyi istediği bir şeyi diğer insanlar için de dilemenin ve gerekirse onlara öncelik tanımanın ve hakkı yerine getirme hususunda ifrat ve tefritten uzak kalarak her zaman dengeli davranmanın unvanıdır.

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insafı güzel ahlakın temel unsurları arasında saymış; “Şu üç şey imandandır: Nefsin dürtülerine rağmen insafı elden bırakmamak, selamı herkese yaymak ve darlıkta dahi infakta bulunmak.” buyurmuştur.

Halk arasında hadîs olarak iştihar eden “İnsaf dinin yarısıdır!” sözü de, bizzat Allah Rasûlü tarafından dile getirilmemiş olsa bile, yine O’nun hak ve adaletle alâkalı mübarek beyanlarının hulâsası mahiyetinde bir kelâm-ı kibârdır.

İnsan bir meseleyi kendi mantık ve muhakemesine göre belli bir şekilde değerlendirirken bazen ferdî mülahazalarını merkeze oturtup o mevzuya nefis ve cismaniyet açısından nazar edebilir. Bunu yaparken de çoğu zaman yanılabilir, yanlış hükümlere varabilir ve kendisini mutlak haklı sanabilir. Böyle bir durumda, şahsî duygu, düşünce, temayül ve istekleri farklı olduğu halde, insanın -işin aslına vakıf olur olmaz- hakkın yanında yer alması ve nefsine rağmen bir tavır belirlemesi insafın ifadesidir. Her zaman dine saygılı davranma, ahlakı hakperestlik hasletiyle yoğurma, hep doğrunun peşinde bulunma ve nefsânî meyillerin baskısına rağmen vicdanın sesine uyarak hakkı tutup kaldırma insaflı olmanın gereğidir.

İnsafsız adam, gaddardır, merhametsizdir; su-i zan etmek için her fırsatı kullanır; bir kötülükten dolayı belki onlarca iyiliği görmezlikten gelir ve hüsn-ü zandan hep nasipsiz kalır. İslam ahlakı insaf ve hüsn-ü zannı tavsiye ettiği halde, insafsız adam haksızlığı ve kötü düşünceyi esas alır. Dolayısıyla da, bir bahçedeki tek çürük elmaya takılarak bütün bahçenin çorak ve bozuk olduğu hükmüne varır. Haddizatında, devlet hazinesindeki bir silik para o hazineyi kıymetten düşürmez; fakat, insafsızın nazarında o silik para hükmündeki bir kötü hasletten dolayı insan denen hazine değersiz bir metaya dönüşebilir.

   Bir Hata Onca Hasenâtı Örtmemeli!..

Halbuki, Hak katında hasenenin on, seyyienin ise bir sayılması sırrıyla, bir hatâ, onca hasenâta karşı kalbi bulandırmamalıdır. İnsaflı mü’min, her zaman güzel düşünmeye ve iyilikleri görmeye çalışmalı; bir insanı herhangi bir hatasından dolayı hemen ademe mahkum etmemeli ve belki onun bir iyiliğini bütün kötülüklerine keffaret bilmelidir. Mesela; munsif bir dava eri, aynı mefkureye dilbeste olmuş bir kardeşini değerlendirirken, “Falan şu olumsuz işi yaptı; fakat, onun dine ve imana hizmet yolundaki sadâkatini görmezlikten gelemem!” demeli, yol arkadaşına karşı fevkalâde vefalı olmalı ve hep hakkın hatırını âlî tutmalıdır.

Nitekim, daha önce başka bir vesileyle zikrettiğim şu hâdise, mevzuyla alâkalı çok önemli bir esası vurgulamaktadır: Bir sahabî, belki de içki ile şırayı tam tefrik edemediğinden, zaman zaman sarhoş olacak kadar mahmurlaşmakta ve her defasında da Rasûl-ü Ekrem tarafından te’dib edilmektedir. Bir gün yine aynı suçtan dolayı Rasûlullah’ın huzuruna getirilir. Cemaatten birisi, “Allahım şu adama lânet et! Bu kaçıncı defadır aynı günah yüzünden tecziye ediliyor ama bir türlü uslanmıyor.” diye bedduada bulunur. Bu sözü işiten Müşfik Nebî (aleyhissalâtu vesselâm) “Arkadaşınıza lânet okumayın. Allah’a yemin ederim ki, o, Cenâb-ı Hakk’ı ve Rasûlü’nü çok sevmektedir!” der.

Evet, o sahabînin şahsî alâkasına bunca teveccüh gösterildiği nazar-ı itibara alınınca, i’lâ-yı kelimetullahın insana neler kazandıracağı ve Allah’ın adının kalblere nakşedilmesi için gayret gösteren bir insanın hata ve kusurları karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiği hakkında isabetli bir değerlendirme yapılabilir.

   Hak Aşkı ve Hakikati Tenzih Arzusu

Günümüzde insafsızlığın en fazla boy atıp geliştiği ve müthiş bir maraz halini aldığı saha ise, garaz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkit sahasıdır. Aslında, bir kimsenin ya da bir şeyin iyi veya kötü taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak, ortada olanla olması gereken arasında mukayese yapmak demek olan “tenkit” ideale yürümede bir yoldur.

Müsbet manada tenkit etmek ve tenkide açık olmak ilmî esaslardan birisidir. Ne var ki, onun da bir üslûbu ve uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı davranmalı, söyleyeceklerini nefsi hesabına değil, Hak rızası adına söylemeli ve hayır mülâhazasından başka bir niyeti bulunmamalıdır. Tenkidin sâiki, hak aşkı ve hakikati tenzih arzusu olmalıdır; insaflı bir münekkid sadece hak ve hakikatin inkişafını maksat yapmalıdır. Aksi halde, gurur ve cerbezeye inzimam eden insafsız tenkit hakikati tahrip eder ve haksızlıklara sebebiyet verir.

Bildiğiniz gibi, herhangi bir hakikatin vuzuha kavuşması adına fikir teâtîsinde bulunma, belli kural ve kaideler çerçevesinde beyin fırtınası yaşama, müşterek düşünme, karşılıklı konuşma ve insaflı ifade sayesinde ferdî mülahazaları ortak akla havale etme ameliyesine “münazara” diyoruz. Maalesef, günümüzde münazara adına cereyan eden hemen bütün tartışmalarda da insafsızlığın tenkit televvünlüsüne şahit oluyoruz.

Bugün, fikir düellosu da diyebileceğimiz cidal, mugâlata ve demagoji platformlarındaki atışmalara iştirak eden hemen herkesin bir kısım ön kabulleri oluyor ve tartışmacılar, genellikle herhangi bir hakikatin tebellüründen daha ziyade ne yapıp edip kendi mülâhazalarını karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini veriyorlar. Öyle ki, bu hususta ölesiye gayret sarf ediyor; yer yer kelime ve mantık oyunlarına giriyor; hasımlarını kışkırtma, ilzam etme ve mahcup düşürme gibi yakışıksız şeylere başvuruyor ve hakikate karşı hep kapalı duruyorlar. Hakikatlerin ortaya çıkmasından daha çok, karşı tarafın düşünce, ifade ve felsefesine zıt şeyler üreterek konuşmaları diyalektiğe çeviriyorlar ve artık münazırlar satranç oynuyormuşçasına birbirini mat etme, küçük düşürme ve devre dışı bırakma mülâhazasıyla hareket ediyorlar. Aslında, bu türlü tartışmalara kat’iyen münazara denmez; dense dense zihnî ve fikrî özürlülerin atışması denir. Heyhat ki, şimdilerde münazara meclisleri diyalektik meydanlarına dönüşmüş bir haldedir.

Bu hastalığın yegâne çaresi; insafın elden bırakılmaması, hakkın hatırının her zaman âlî tutulması ve hiçbir hatıra feda edilmemesidir. Her münazırın kendi kendini itham etmesi ve nefsine değil daima muhatabına taraftar olmasıdır. Birbirini utandırmak bir yana, haklı çıkanın hasmını mahcup etmesinin dahi insanî değerlere saygısızlık sayılmasıdır.

Nur Müellifi’nin nazara verdiği üzere; ilm-i münazara âlimleri arasında hakperestlik ve insaf düsturu şöyledir: Eğer insan, bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklılığına taraftar olup kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğundan dolayı memnun olsa, insafsızdır. Çünkü, önemli olan haklı çıkmak değil hakkın ortaya çıkmasıdır. Hem kendi haklılığına ve hasmının yanlışlığına sevinen insan zarar eder. Zira, haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenemez; dahası, belki gurura kapılıp ziyade zarara girer. Fakat, eğer hak hasmının elinde çıksa, hiçbir zarar ihtimali olmadan, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur ve nefsi de gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için kendi nefsinin hatırını kırar; hakkı hasmının elinde de görse, yine rıza ile kabul edip onun tarafını tutar.

   Biz İnsaflı mıyız?!.

Diğer yandan; bazen başka din ve felsefelerin müntesipleri hakkında “Keşke bu insanlar biraz insaflı olsalar da, Kur’an-ı Kerim’e ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in mesajına da bir baksalar! İnsaf onların da gözlerini açabilir ve farklı yorumlara ulaşmalarına vesile olabilir. Keşke, ön yargılarından bir an kurtulsalar da, İslam’ı insafla ele alsalar!” şeklinde bir kısım mülahazalara dalıyor ve muhataplarımızı insafa çağırıyoruz.

Fakat, onları insaflı olmaya davet ederken acaba insafın bize düşen kısmını hesaba katıyor muyuz? Acaba biz hakkı ve hakikati onlara ne seviyede götürebildik? İnandırıcı ve emniyet telkin edici bir tavır sergileyebildik mi? Onlardaki insaf duygusunu harekete geçirecek keyfiyette bir temsil ortaya koyabildik mi?

Müslümanlar olarak belki dünyanın pek çok ülkesine gittik; bazı yerlerde hatırı sayılır bir nüfusa da ulaştık. Fakat, o nüfusa denk bir nüfuza sahip olamadık. Çünkü, ekseriyetle dünyevî maksatlara bağlı olarak, bazılarının kapılarında halayık gibi çalıştık. Efendilerin kapıkullarını dinlemedikleri gibi, onlar da bizim sözlerimize kulak vermediler. Müslümanları genellikle birer köle gibi kullandılar ve işleri bitince de halayıklarını kapı dışarı etmenin yollarını araştırdılar. Bu itibarla da, müslümanlar pek çok beldeye gitmiş olsa bile, İslam’ın mesajı o beldelerin insanlarına ulaşmış sayılmaz. Hele materyalizm ve naturalizmin hâkim olduğu bir dönemde, eşya ve hadiselere maddeci bir nazarla bakmaya alışmış insanların Din-i Mübin ve Kur’an mantığı ile tanışmış oldukları söylenemez. Dolayısıyla, bugün (yeryüzünü kana bulayan ve mazlumlara kan kusturan zâlimler güruhu istisna edilecek olursa) insaf beklediğimiz kimselerin çoğu bir yönüyle fetret devrinin insanları gibidirler.

Öyleyse, önce biz insaf etmeli değil miyiz? Dünyanın dört bir yanına doğru dürüst gidemediğimiz, inandırıcı bir hal, tavır ve keyfiyet sergileyemediğimiz ve nazarî yönüyle çok güzel olan Kur’an hakikatlerini aynı güzellikte temsil edemediğimiz için evvela kendimizi sorgulamamız gerekmez mi? Şayet muhataplarımız “Anlatılanlar çok güzel, fakat o hakikatleri hayata hayat kılan bir cemaat göremedik. O ahlak-ı âliye ile mütehallik insanlara şahit olamadık. Kılı kırk yararcasına yaşayan fazilet âbidelerine rastlayamadık. Nerede günaha sonuna kadar kapalı ve kapanmaya da hâhişkar insanlar? Hani mü’mince yaşamanın canlı mümessilleri? Böylelerini görmeden biz inanamayız!..” diyorlarsa ve ötede bu mazeretlerini dile getirirlerse, Allah huzurunda biz ne yaparız? Bu açıdan, “insaf” diyerek başkalarını hakperest olmaya çağırırken, karşı tarafta o insaf duygusunu tetikleyecek bir görüntüye ihtiyacımız olduğu da unutulmamalıdır.

   İnsaf Duygusunu Tetikleme Temsili 

İnsanlığın İftihar Tablosu’nu görenler “Biz bugüne kadar Senin hiçbir yalanına şahit olmadık!..” demediler mi? “Senin emin ve güvenilir bir insan olduğun hususunda asla şüphe duymadık!..” ikrarında bulunmadılar mı? Evet, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in o muallâ ve mübeccel hali bir yönüyle muhataplarının Kur’an-ı Kerim’e eğilmelerine, İslam’ın mesajına kulak vermelerine ve Sâdık u Masdûk’u dinlemelerine referans oldu. Rehber-i Ekmel’in eşsiz temsili vicdanlarda insaf duygusunu harekete geçirdi.

Bugün de gönüllere tesir eden ve insanları insafa getiren “temsil”dir. “Şu sözleri duyarak hakkı buldum!” diyen pek azdır; fakat, “Falan samimi mü’minin şöyle hâlis bir halini görüp hidayete erdim!” diyen insanların sayısı çoktur. Haddizatında, hidayete vesile sözler de hep gönül dili ve hal şivesinin semeresi olan ifadelerdir. Zira, tebliğ, ancak hakiki temsil ile gerçek kıymetine ulaşır.

Amerikalı bir profesörün şu hatırası temsilin gücüne delalet eden yüzlerce hadiseden sadece biridir: Dinler tarihi sahasında uzman olan o zat, bir grup arkadaşıyla beraber Türkiye’yi ziyaret ediyor. Bir gün yolu, Urfa’ya, civanmert insanların himmetlerine başvurulan bir toplantıya düşüyor. Bir masanın etrafını çeviren kimselerden kendi yanına tevafuk eden bir Anadolu insanıyla kısaca tanışırken, bir aralık Güneydoğu Asya’dan yeni döndüğünü de söylüyor. Bunu duyan adamcağız, tevazu ve mahcubiyetle, profesörün kulağına “Öyle mi? Benim de Kamboçya’da bir okulum var!” diye fısıldıyor. Profesör, o hizmet aşığını anlatırken “Görünüş itibarıyla fakir bir insandı, çok mütevazıydı; fakat, hayret ki, neredeyse bütün kazancını belki de dünya gözüyle hiç göremeyeceği bir okula gönderiyordu. Kendi himmetinin de içinde bulunduğu fedakârlıklar sayesinde açılan okulda Kamboçyalı çocukların eğitim görüyor olmasından dolayı tarifi imkansız bir sevinç duyuyordu.” diyor ve o günden sonra, adanmış ruhların ihlas ve samimiyeti hususunda başka delile ihtiyaç hissetmediğini dile getiyor.

O profesör ve emsali, Kur’an’a karşı habersiz kimseler değiller. Fakat, onlara temsil tesir ediyor. Yine tanıdığım birisi, belki on sene İslam ile alâkalı kitaplar okuyor ama hayat çizgisinde bir değişiklik meydana gelmiyor. Bir gün bir arkadaşınıza misafir oluyor; o samimi insanın her haliyle “Allah” dediğini hissediyor; öyle gönülden bir mü’min ki, belki çok az konuşuyor ama hal ve hareketleriyle otururken “Allah” diyor, kalkarken “Allah” diyor, bakarken “Allah” diyor, başını secdeye koyarken “Allah” diyor… ve inanmış insanın hal dili o zata da çok tesir ediyor. İşte o zaman, kitaplarda gördüğü tafsilatı sağlam bir blokaja oturtabiliyor; “Bu hareketler şu temel disiplinlere dayanıyor!” diyor.

Bu açıdan, farklı anlayışların temsilcileri insafa davet edilirken, onları insafa getirebilecek bir temsilin sergilenmesinin lüzumu da gözardı edilmemelidir. Hakperestliğe çağırılan insanlara güzel bir temsil ile hakkı göstermek de munsif olmanın gereğidir. Hatta denebilir ki, bugün sevgi diliyle cihanın her yanına açılan muhabbet erlerinin yegâne vazifesi insaf duygusunu tetikleme temsilidir.

Bamteli: İDEAL DÜNYANIN HAK ÜÇGENİ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Hayallerimizde sükûnet, huzur ve emniyetin remzi bir dünya var!..

İmam Şâfiî hazretleri diyor ki: “Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder!”

Çok yüksek bir “gâye-i hayal”e bağlanmalı!.. Bu talebe arkadaşlar, “gâye-i hayal” nedir, bilmeyebilirler. “İdeal”i biliyorlarsa, yarım-yamalak onun karşılığı demek. Ziya Gökalp’ın “ideal” karşılığında kullandığı “mefkûre” tabirini biliyorlarsa, “gâye-i hayal”i de bilirler. Çünkü onlara karşılık “gâye-i hayal”i de Hazreti Bediüzzaman kullanmıştı.

“Hayal”in dairesi çok geniştir. O mevzuda siz de çok geniş şeylere dilbeste olacak, hep hayallerinizle onları canlandıracaksınız. Çok güzel, Cennet gibi bir dünya.. ütopyalarda eşine rastlayamayacağınız çok güzel bir dünya..  insanların birbiriyle sarmaş-dolaş olduğu bir dünya.. harp ü darptan söz edilmeyen bir dünya.. insanların birbirlerini yok etme, öldürme ve ademe mahkum etmeleri gibi intikam alma durumu olmayan bir dünya.. veya belli ölçüde bütün bunların lokalize edildiği bir dünya… Hepimizin gâye-i hayali bu. Bu da o mevzuda çok sağlam, köklü, tabiatlara mal olmuş ve vicdanın bir derinliği haline gelmiş “kültür”e, “vicdan bilgisi”ne, meselenin içtenleştirilmesine bağlıdır/vâbestedir.

Hepimizin arzu ettiği o, ama tabiat deformasyonuna uğramış, bir yönüyle, ruhî bir dejenerasyon yaşayan insanların da kendilerine göre bir “dünya” tasavvurları vardır. Onlar, o tasavvura uymayan her şeye karşı ilân-ı harp ederler, savaş ilan ederler. Dertleri “Bana benze!” derdidir. Onlara benzerseniz, belli ölçüde size yaşama hak ve imkânı verirler. Benzeyemezseniz, gözlerini kırpmadan sizi ifnâ ederler. İfnâ, yok etme demek, fenaya mahkûm etme demek. Sırasıyla belli kelimelerle ifade ederken, çok tekrardan dolayı sizler de ezberlemişsinizdir: “Ta’yîr”, “ta’yîb”, “tahkîr”, “tezyîf”, “tenkîl”, “ibâde”… Bunların hepsi, nüanslarıyla, “yok etme”nin, “bitirme”nin, “karalama”nın, “itibarsızlaştırma”nın türleridir.

Bir de “ümerâ” (emirler, idareciler) bunu yapıyorsa, yaparken de bunu “hakka-adalete uygun” görüyorsa, bu, onların şerîr (çoğulu, eşrâr) olduklarına delâlet eder. Sizin de şerîrlerin şerrine maruz kaldığınıza delâlet eder. Öyle bir dünyada huzur yoktur, emniyet yoktur. Öyle bir dünyada korku, telaş, endişe kol gezer. İnsanlar, güvenle evlerinin içinde, salonun ötesinde, ötenin de daha ötesinde, mahrem dairesinde, yatak odasında yatarken bile, güven duymazlar. “Ya bir roket gelirse buraya!.. Ya bir bomba atılırsa!.. Ya aşağıya bir gazlı bomba atılması gibi bir şey olursa!..” falan… İnsanlar, endişe ile oturur-kalkarlar. Sabahtan akşama kadar ayrı bir korku, akşamdan sabaha kadar da ayrı bir korku, ayrı bir telaş… Bu korku-telaş, tesirini icrâ ede ede, insanların hepsini “paranoyak” hale getirir. Hiç olmayacak şeylerden bile endişe duyarlar. Bir serçe, pencerelerine çarpar, “Bir bomba mıydı?!.” der titrerler hemen. Titremekle kalmaz, evdekilerine de titreme mesajı verirler: “Galiba bu bir bomba idi!” derler. Hanım, titrer; anne, titrer; baba, titrer; çocuklar, titrer. Bunlar, korku üreten korku borazanı gibidirler, böyle bir dünyada. Şirârın, eşrârın hükmettiği, hâkim olduğu, idare ettiği bir dünyada… O dünyayı resmetmeyi, Picasso’ya verseniz, tecrîd mülahazasıyla meseleyi böyle resmeder ve aynen böyle bir dünya çıkar.

Sizin aradığınız dünyaya gelince; çerçevesiyle zihninizde tam oluşturdunuz mu, oluşturmadınız mı, ben, sizin idrak ve düşünce ufkunuza güvenerek diyorum ki: Hayallerinizde siz, öyle bir dünyayı resmediyorsunuzdur ki!.. Resmettiğiniz o dünyayı, dünya çapında Cenâb-ı Hak, realize etmeye muvaffak kılsın!.. El ele, kol kola, sarmaş-dolaş olunan bir dünya.. insanların huzur içinde olduğu bir dünya.. iyi olduğu dönemde -Osmanlı’da olduğu gibi- zekât taşlarının, sadaka taşlarının dışarıya konduğu bir dünya… Çalma-çırpma bahis-mevzuu olmadığı için, insanlar, verecekleri şeyler bilinmesin diye, “Ben verdim, bana karşı mahcup olmasınlar, açık-kapalı bir minnet altında kalmasınlar!” diye, meçhul bir yere, bir kayanın üzerine, bir taşın üzerine, zekâtlarını/sadakalarını bırakıyorlar; ihtiyacı olan da, oradan ihtiyacı kadar alıyor. Ütopyalarda gördünüz mü böyle bir şeyi?!. Onun için, o devletin mükemmel olduğu dönemde, Campanella “Güneş Devleti”ni yazdığında, “Devlet-i Aliyye’yi baştan bilseydim, bu ütopyayı yazmazdım ben! Benim yazdığım şeyler, bir yerde yaşanıyormuş!..” demişti. Bizim yitirdiğimiz şeyler!..

   Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz; zira her şeyin kaymağı kendi cinsinden olur, tabanında ne varsa tavanına da o vurur.

 İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: Olumsuz tabloyu oluşturan, eşrâra, mülûke değinmeden önce, ideal bir dünyadan bahsederken, şöyle buyuruyor:

إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ، وَأَغْنِيَاؤُكُمْ سُمَحَاءَكُمْ (أَسْخِيَاؤَكُمْ)، وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهْرُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا

“Şayet sizin idarecileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz en cömertleriniz ve işleriniz de kendi aranızdaki istişarenin (ortak aklın) neticesi ise, o zaman sizin için yerin üstü altından hayırlıdır.”

Evet, başınızdaki insanlar; valileriniz, vekilleriniz, nâzırlarınız (bakanlarınız), serkârlarınız, başbakanlarınız, reis-i cumhurlarınız; bunlar, sizin en hayırlılarınız ise şayet… Hayırlı insanlar ise… “Hayırlı insan” demek, şer yapmayan insan demektir. Her tavır ve davranışından hayır akan insan demektir. Hayır bulutu gibi sürekli, sağanak sağanak tebaalarının başlarına rahmet yağdıran insanlar demektir. Yağmura da “rahmet” deniyor ya!..

İdarecileriniz إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ “Sizin hayırlılarınız olursa…” Burada antrparantez: كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyuruyor Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz. Zemin, blokaj, nasıl ise, onun üzerine kurulacak bina da ona göre olur!.. Taban belirler o “ümerâ”yı. Onun için كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyuruyor Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem). Evet, bir kere daha diyelim: كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin sözleri, sözlerin efendisidir.”

İdarecileriniz sizin en hayırlılarınız olurlarsa… إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ Sizin için ölüp ölüp dirilen.. yaşatma duygusuyla oturup-kalkan.. sizin yaşamanızı, mesut olmanızı sağlayan.. enbiyâ-ı ızâm gibi, Ebû Bekr u Ömer u Osman u Ali gibi, kendileri için yaşamayı üç adım, dört adım, beş adım geride bırakan.. başkalarının yaşaması adına o kadar önde koşturan… Öyle hayırlı olurlarsa… “Hüküm”, diğer iki maddenin sonunda geliyor.

   “Cömert mümin Allah’a, Cennet’e ve insanlara yakın, Cehennem’e ise uzaktır.”

İkinci olarak; وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginleriniz de en cömertleriniz olurlarsa…” “Cevâd”, Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sından bir isim; o ismi temsil ederlerse.. îsâr ruhuyla hareket ederlerse.. o mevzuda da -bir yönüyle- yedirmeyi, yemeye tercih ederlerse.. görüp-gözetmeyi, görülüp-gözetilmeye tercih ederlerse.. bakıp-görmeyi, bakılıp-görülmeye tercih ederlerse… وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginleriniz de, sahîy olurlarsa!” Cömert, civanmert… Îsâr’a kadar yolu var; başkalarını kendi nefsine tercih etmeye kadar; yemede, içmede, yaşamada… وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginler de, olabildiğine cömerttirler.”

“Cevâd”, bildiğimiz Esmâ-i İlâhî içinde yok fakat başkalarının kullandığı “Cevvâd” (mübâlağa kipi); “çok cömert”, Allah (celle celâluhu). “İlahî ahlak ile ahlaklanın”; تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah’ım! Sen ne kadar cömertsin! Lütf-i İlahîn ile, rahmetinin vüs’ati ile, fazlının enginliği ile, istemeden insanlara veriyorsun: Sen, bana o ruhu ver, insanlar istemeden ben, her şeyimi onlar için saçayım, savurayım, geçtikleri yollara dökeyim. Kimin döktüğünü bilmeden, dererek, toplayarak gidecekleri yere gitsinler!” Böyle bir cömertlik, böyle bir civanmertlik, böyle bir îsâr ruhu…

Sahabede gördüğünüz gibi. Hani yemeğin çanağına kaşığını çalıyor, ağzına bir şey götürmüyor, misafir karnını doyursun diye. Sabah huzur-i Rasûl-i Kibriyâ’ya geldiğinde (sallallâhu aleyhi ve sellem), Efendimiz, onlara şu ayeti müjdeliyor: وَالَّذِينَ تَبَوَّءُوا الدَّارَ وَالإِيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9)

Evet, وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ Kendileri, fakr u zaruret içinde inleseler bile, kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlar!.. “Ben, yemesem de olur; elverir ki kardeşim, karnını doyursun! Ben, giymesem de olur; elverir ki kardeşim, giysin, o üşümesin!” diyorlar. Bu mülahaza; işte “yaşatma duygusu” bu!.. “Yaşatmak için yaşama”, yüksek ideali bu!.. Böyle bir ideal, dünyada öyle bir birlik, öyle bir vahdet, öyle bir uyum, öyle bir uzlaşma meydana getirecektir ki, mevcut şeytan gibi insanlar sayısınca şeytanlar olsa, o âhengi bozamayacaklardır, Allah’ın izni ve inâyetiyle.

   İstişare, mü’min bir toplumun en bariz alâmeti ve İslâm’a gönül vermiş bir cemaatin en önemli hususiyeti olmalıdır.

Üçüncü olarak; وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ “İşleriniz, kendi aranızda meşveret sistemine, istişare sistemine bağlı yürüyorsa!..” Her meseleyi “kolektif şuur”a müracaat ederek çözmeye çalışıyorsanız.. problemlerinizde mutlaka “çok akıl”a müracaat ediyorsanız… Bu öyle bir sistemdir ki, vahiy ile müeyyed olan enbiyâ-ı izâm bile; Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Sâlih, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Efendiler Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy ile müeyyed oldukları halde, her şeyi kendilerinden öğrenen insanlarla meseleleri meşveret ediyorlar. Avamca izah ederken, şöyle diyebilirim: “Benim çıraklarım! Hele gelin şu meseleyi sizinle bir istişare edelim; nasıl buluyorsunuz bunu?!. Her şeyi benden öğrenenler, vahy-i semavî vasıtasıyla; hele gelin çıraklar, talebelerim benim!..” Size hiç öğretmenleriniz öyle dedi mi: “Çocuklar, şu meseleyi sizinle bir istişare edelim! Bizim yaptığınız -böyle- akıllıca bir şey mi; yoksa öğretmen olarak delice bir şey mi yapıyoruz? Bir de sizin fikrinizi alalım!” Evet, her meselesini meşverete havale ederek çözümü orada arayanlar…

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), verdiği kararlarda milimi milimine isabetli karar veriyordu. Hani “dehâ” için derler ki: “Dehâ için intihap yoktur!” Söz, bu. Dâhî bir insan, bir mevzuda karar verdiği zaman, şip-şak o, yerine oturmuş olur. “Şip-şak” da halk ifadesi, rahatsız olmadınız inşaallah. Enbiyâ-ı izâmın, insanlığı aşkın, insanı aşkın “fetânet”leri, dehâyı bilmem kaç adım geride bırakan bir dinamizmdir, bir güç kaynağıdır. Fakat düşünün; bu tabiat, bu fıtrat, bu firâset, bu kiyaset, meselelerini hallederken, “meşveret”e müracaat ediyor. Sadece küçük bir örnek; hadise itibariyle küçük değil fakat Siyer felsefesi açısından örneklerden bir tane örnek:

Allah Rasûlü, Uhud’a çıkacağı zaman, rüyada görüyor; olup bitecek şeyleri görüyor. Enbiyâ-ı izâmın rüyaları, aynıyla çıkar; “gayr-ı metlüv vahiy” gibidir; yani, Cebrail araya girmeden, Allah’ın (celle celâluhu) onlara göstermesiyle görürler. Resmeder Allah (celle celâluhu); o resim, onların nöronlarına mı, hipofiz bezine mi, talamus bezine mi, hafızasına mı akseder?! Şuuraltı müktesebatın dışa vurması değil; Freud’ca bir mülahaza o. Ve onlar kalkar, bir yönüyle, ona göre hareket ederler.

   “Allah Rasûlü, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine Uhud’a çıkardı.”

Allah Rasûlü, Uhud savaşı öncesinde, rüyasında bir kısım sığırların boğazlandığını gördüğünden bahsediyor ve Kendi mütalaasını -Kurban olayım!- ortaya koyuyor. “Bana kalırsa, tabya savaşı yapalım! Açığa çıkmayalım; açık alanda, düşmanlarımız üzerimize geliyor!” diyor. Biraz evvelki, o kelimelerin hepsini bir araya getirin; hepsinin ifade ettiği mana ile; “ta’yîr” ile, “ta’yîb” ile, “tahkîr” ile, “tezyîf” ile, “tenkîl” ile, “ibâde” ile… Bu mülahazalarla geliyorlar. Medine-i Münevvere’de taş taşın üzerinde bırakmamak üzere geliyorlar. “Biz, dışarıya çıkmayalım; tabya savaşı yapalım burada; bir müdafaa savaşı verelim!” diyor. Fakat meşverette, Bedir’de bulunmayan insanlar da var, şehitliğe teşne insanlar da var.

Mesela orada Mus’ab İbn Umeyr gibi, Abdullah İbn Cahş gibi insanları düşünün ki, bir sahabî, müşahedesini şöyle anlatıyor: Abdullah bin Cahş, bir taşın arkasında saklanmış, ellerini kaldırmış, öyle duruyor: “Allah’ım, benim karşıma çetin mi çetin, bir tane mülhid çıkar, savaşayım ben, hakkından geleyim. Benim Peygamberimin üzerine geliyor, benim Peygamberimin “Medine”leştirdiği Yesrib’in üzerine geliyor. Ben, onun hakkından geleyim. Öbürünün de hakkından geleyim. Sonra biri çıksın, benim bir kolumu kessin; biri çıksın, öbür kolumu kessin; biri çıksın, bacağımı koparsın; biri çıksın, kellemi alsın!.. Ben o kanlar içinde, şakır şakır akan kanlar içinde, Sen’in huzuruna geleyim. Sen bana de ki; ‘Abdullah, uzuvlarını ne yaptın?!.’ Ben de Sana diyeyim ki: Onları Rasûl-i zîşan’ın önünde fedâ ettim!” diye dua ediyor.

Şimdi bu insanlar, tabya savaşına razı olurlar mı?!. Kanaat izhar ediyorlar, “Bedir’deki kardeşlerimiz gibi açıktan açığa yâ Rasûlallah!” diyorlar. Allah Rasûlü, burada meşverete uyuyor. Gördüğü şey, O’na, farklı bir hedefi gösteriyor; farklı bir savaş stratejisi ona ilham ediyor. Fakat madem mesele meşveret edildi; meşverette umumun veya çoğunluğun re’yi o istikamette ortaya çıktı; O da ona göre hareket ediyor.

Mısırlı babayiğit bu konuyla alakalı şu ayet-i kerimenin tefsirinde önemli bir husus vurgular: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i Imrân, 3/159)

Fazz u galîz olsaydın, katı kalbli, katı yürekli olsaydın, çevrendekiler dağılır giderlerdi. “Ey Habib-i Zîşân’ım, öyleyse Sen”, فَاعْفُ عَنْهُمْ “Onları affet, bağışla!..” Bir sünger çek! Öyle diyebilirsiniz; “affetme” odur, çizgileri silme demektir, yazıyı silme demektir. وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ Bir de Sana karşı küçük bir saygısızlık/zelle oldu; bundan dolayı da “onlar için mağfiret dileğinde, yarlığanma dileğinde bulun!..” Hiçbir şey olmamış gibi, bir daha toplan onlarla, وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ “Ba’demâ yapılacak şeyleri meşveret et!..” İlahî ahlak. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlakıyla ahlaklanın!..” O (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle idi, öyle yapacaktı. فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ “Bir kere de bir şeye azmettin mi, iradeni ortaya koydun mu, “Vira bismillah!” dedin mi, gözünü kırpmadan yürü o işin üzerine!..” diyor Allah (celle celâluhu). إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْهُمْ، اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْهُمْ “Allah bizi de onlardan kılsın. Allah bizi de onlardan eylesin!..”

İşte, Mısırlı kahraman diyor ki; “Eğer O (sallallâhu aleyhi ve sellem) meşveret yaptıktan sonra bilseydi ki Uhud’a çıkacak kimselerin hepsi şehit olacak, meşveret genel disiplini hatırına yine çıkardı!” Anlıyor musunuz?!.. Nitekim Kur’an-ı Kerim, وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.” (Şûrâ, 42/38) buyurarak, Ashâb-ı Kirâm’ın meşverete verdiği değere de dikkat çekmektedir. “Onlar, kendi problemlerini, kendi aralarında meşveret meclisine havale ederek çözüyorlardı.” demektedir, âlî bir toplumdan bahsederken.

Öyle olunca; yani, ümerâ, hayırlı; ağniyâ, cömert ve işler de meşverete bağlı götürülünce; işte o zaman, فَظَهْرُ اْلأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا “Yer üzerinde yaşamak, sizin için ölmekten, toprağın altına gömülmekten daha hayırlıdır!” Öyle bir dünyada yaşanır; çünkü öyle bir dünya, ideal bir dünyadır. Ütopyacıların çizmeye çalıştıkları ama çizemedikleri bir dünyadır. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından çerçevesi belirlenen bir dünyadır.

   Adeta yerin altının üstünden hayırlı olduğu günlerde yaşıyoruz; çünkü bir toplumu felç edebilecek üç ölümcül marazın da mevcudiyetine şahit oluyoruz.

Bu, pozitif yanı; negatif yanına gelince: وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا “Fakat yöneticileriniz en şerlileriniz, zenginleriniz en cimrileriniz ve işleriniz de (meşveretten mahrum olarak) cins-i sânîye etrafında dönüyor ise, o takdirde de sizin için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten, 78)

Evet, وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ “Emirleriniz sizin en şerlileriniz olursa…” Sürekli şerâre üreten… “Şerr” kelimesi, “hayr”ın zıddıdır. Fakat “şerâre” kelimesini de kullanırız; Frenkçe’den geçme bir kelime bu. Telsizde, sinyaller içinde, o sinyalleri karıştırma adına, birileri devreye girer; siz, “di-di-dâ-dıt, dâ-dâ-dıt, dıt-dıt-dıt, dâ-dâ-dıt” filan, bunları doğru almayasınız diye, araya girerler, sinyalleri bozarlar. Yeniden bir kalibrasyondan geçirme lüzumunu duyarsınız o zaman. Bu açıdan, “şirâr”, aynı zamanda “şerâreci insan”lar… “Falanlar, galiba bizi beğenmiyorlar, haklarından gelmek lazım!.. Filanların yaptıkları şeyi bozmak lazım: Cennet’e bunlar, bir helezon kurdular; insanları oraya çıkarıyorlar. Biz, senelerden beri göbek çatlattık, bu işin onda birini yapamadık; öyleyse bize düşen şey, bu helezonu yıkmak, Cennet’e gidenlerin önünü kesmek!.. Birileri toplumların değişik kültürleri arasında köprüler kurdular; sırtlarında taşlar taşıyarak, hamal gibi çalışarak, kendilerinden vazgeçerek, yaşatma duygusunu öne alarak!.. Biz bu köprülerden bir tanesini kuramadık! Bunlar, yüz yetmiş ülkede köprü kurdular; yüz yetmiş küsur ülke ile ülkemiz arasında köprüler kurdular. Bizim kurmadığımız/kuramadığımız köprüler, mel’un köprülerdir; bunlar, Cennet’e bile taşısa, insanlığı kardeşliğe bile götürse, sarmaş-dolaş olmaya bile götürse, bize düşen şey, bu köprüleri yıkmaktır!..” mülahazalarını taşıyan insanlar… Çünkü şeytan öyle emrediyor.

Şerâreciler… وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ Şerâreci, şerli, hayırlara ait bütün bünyânları yıkan, bütün ümranları yıkan, yapılmış bütün pozitif şeylerin dibine dinamit koyan; insanları karalayan, itibarsızlaştıran, bulundukları yerde -bir yönüyle- ademe mahkum etmeye çalışan şerâreciler… Kafa karıştıranlar, sinyalleri bozanlar…

İkinci olarak, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ “Zenginleriniz de en cimrileriniz ise…” Cem-i mükesser hepsi bunların; “çok, çokluk böyle olunca” demek. “Ümerâ” da cem-i mükesser, “şirâr” da cem-i mükesser, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ O da cem-i mükesser. “Zenginleriniz, imkân sahibi olanlar da gırgıt olduğu zaman…” “Gırgıt”; her yerde kullanırlar mı bu tabiri? Doğu’da cimri, sıkı manasına kullanılır. Canını verir elinde olan şeyleri vermek istemez. Değil yedirmek, içirmek, görüp gözetmek, bakmak, başkasını kendisine îsâr ruhuyla tercih etmek, acından öldüğünü görse bile, vermez. Mesela zindana koyar, elindeki parasını alır, hanımını evde aç bırakır. Veya hanımı içeriye alır, beyi bir yerde saklanır; o, orada acından, her gün birer yudum su almak suretiyle ihtiyacını gidermeye çalışır. Ve diğerleri de ciddî bir durgunluk, âdeta ölüme benzeyen bir durgunluk yaşarlar. “Gırgıt” insanlar, cimri insanlar, “nekes” insanlar…

Hâlbuki مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ Müslümanların dertleriyle, derecesine göre, insanların dertleriyle, dertlenmeyen; “Müslümanınkiyle dertlenmeyen, Müslüman değildir!” İnsanların dertlerini içinde duymayan da, insan değildir!.. Myanmar’da problem varsa, bilmem en uzak doğu hangi ülke ise, Tayvan mı, Tayland mı, orada bir problem varsa şayet, bence belli ölçüde onun ızdırabını ruhunda duyuyorsan, sen, insanlığını öldürmemişsin, bir kısım şeylerin altında kalarak ezilmemişsin!.. Evet, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ Bahîl, cimri; zenginler de öyle cimri olurlarsa..

Üçüncüsü; وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ “Meseleler de hep gidip kadınlığa dayanıyorsa…” Ben farklı anlıyorum, bakın. Söylediğim bu tercümeyle ne anlıyorsanız, öyle anlayın. Onların (kadınların) önemli, hayatî bir yere gelip gelmemesi değil, fakat bohemlik ile her şeyin onlara bina edilmesi.. o yönüyle öne çıkarılmaları.. Hollywood’un öyle işlemesi, Yeşilçam’ın öyle işlemesi.. insanlarda sürekli o duygunun tabiatın bir derinliği haline getirilmesi.. insanların, o duygunun güdümüne girmesi…

İşte böyle olduğu zaman da فَبَطْنُ الْأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا “Yerin dibi, sizin için, üstünde yaşamaktan daha hayırlıdır!” Yerin dibi… Şu üç tane negatif şey, şayet toplumda/toplumlarda hâkim ise, bence, yerin üstünde bulunmanın anlamı kalmamıştır artık. Belki de bu böyle devam ederse, Allah (celle celâluhu), “Bu küre-i arzın, Güneş’in etrafında dönmesinin anlamı kalmadı!” buyurur, İsrafil’e ferman eder: “Üfle Sûr’a!..” der. Ve her şey sonra, atom parçacıkları gibi saçılır, savrulur; kopar kıyamet. Başlar, başka bir alâmet, başka bir âlem.

   “Yemin olsun asr’a (zamana); insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna!..”

Evet, insan, doğruluğa kilitlenmeli, hep doğru düşünmeli, doğru konuşmalı, doğru şeyler ifade etmeli, doğruluk adına bir küheylan gibi koşmalı, doğruluk adına üveyik gibi kanat açmalı, doğruluk semâlarına doğru uçmalı!.. Doğruluk, hak… Hak istikametinde… Ve bunların hepsini de hakka ircâ edebilirsiniz; ümerâ’nın hayırlı olması, hak; ağniyânın cömert olması, hak; umûrun meşverete bağlı olması, hak.. ve diğerlerine gelince, onların da hepsi “bâtıl”.

“Hak” müsellesi/üçgeni; bir vâhidin üç yüzü; esasen tek bir şeyin ayrı üç derinliği demektir. Diğeri de negatif/olumsuz şeylerin üç yanını ifade ediyor; yine bir vahidin üç yüzü demektir.

M. Akif diyor; “Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı Hakk.” Lafz-ı celâle’den sonra, Hakk. “Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı Hakk.” Bâtılın karşıtı.. şerrin karşıtı.. şerârenin karşıtı. “Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak!” Vazife ve misyonunuz ne?! “Hakkı tutup kaldırmak…” “Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak! / Hani Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derlerken / Mutlaka Sure-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden? / Çünkü meknûn o büyük surede esrâr-ı felâh…”

O kısacak sûrede, üç ayetlik sûrede, “felah”ın bütün temel disiplinleri, kurtuluşun, saadete/mutluluğa erişin temel disiplinleri meknî, meknuz. “Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh / Başta imân-ı hakiki geliyor…” وَالْعَصْرِ “Asr’a kasem olsun ki!..” إِنَّ الإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ “Tabiatı icabı, nefsi bulunması icabı, insan, hüsranda/kayıptadır.” إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا “Ancak iman edenler…” Fiil kipi olması itibariyle, her gün imanlarını yenileyenler; Sahabî anlayışıyla تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً “Gel hele şöyle imanımızı bir gözden geçirelim!” diyenler… إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا En başta “iman”… “Zira meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felah / Başta iman-ı hakiki geliyor…” آمَنُوا “Sonra salâh.” وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Sonra ‘hak’, sonra ‘sebat’” Sabır… “İşte kuzum insanlık / Bu dördü birleşti mi, yoktur sana izmihlal artık!” Bu dördü birleşti mi yoktur sana izmihlal artık!..

Sahabî efendilerimiz birbirleriyle muhavere/müzakere ettikleri zaman, ayrılırken okurlarmış:

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ * بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * وَالْعَصْرِ * إِنَّ الإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ * إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

“Hak” ve “sabır” tavsiyesini anlatırken de, “tefâ’ül” kipiyle anlatıyor: İki kişi, ikiden daha fazla insan, birbirlerine bu şeyi tavsiye etsinler!.. İnsanlar, birbirlerini bu mevzuda rehabilite etsinler; sabır adına, hak adına birbirlerini rehabilite etsinler!.. Çünkü tek başına bir insanın götürebileceği bir şey değil;  başkalarının bu mevzuda düşüncelerine müracaat etsinler ve başkaları da bu mevzuda kardeşlerine el atsın, destek olsunlar!..

Allah, bizi haktan, hakikatten, sabr u sebattan ayırmasın!.. Bunları bize nakleden İnsanlığın İftihar Tablosu’na da Allah’ın ilmi ve malumatı adedince salât ü selam olsun!..

   Allah sizi de öyle yıldızlar topluluğu yapsın; “nûrun ala nûr” olan bu yolda sabit-kadem eylesin!..

“Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ,

Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!”

Edebiyatla meşgul olanlar bilirler; Urfalı Nâbî’nin bu. Çok beğendiği bir nâsihin kürsüdeki durumunu anlatırken söylemiş. Ben onu alıp, bir yönüyle, o sözleri Efendimiz’e tevcih ediyorum, min gayri haddin. Kıtmîr’in tevcihine bakıp da, ona değer vermeyin siz, amma O’na çok yakışıyor: “Değildir hâle çıkmış…” “Hâl”, kamerin etrafındaki o parlak hâleye denir. “Değildir hâle çıkmış, cami içre, kürsi-i vaaza” Minber-i vaaza… “Gürûh-i encüm”e.. Yıldızlar topluluğuna… Allah sizi de öyle yıldızlar topluluğu yapsın, inşaallah!.. Yıldızlar topluluğu… أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; hangisine tutunursanız, hidayete erer, Bana ulaşırsınız!”

“Gürûh-i encüme Nur ayetin tefsir eden Mehtâp!..” O Mehtâp, “Kamer-i Münîr”, yıldızlar topluluğuna Nûr ayetini tefsir ediyor: اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ Münevvirü’s-semâvâti ve’l-Ard.. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, tıpkı içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. Lamba bir sırça (cam) içinde, o sırça da sanki parlayan incimsi bir yıldız! Bu lamba, ne yalnız doğuya, ne de yalnız batıya mensup olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu öyle bereketli bir ağaç ki, nerdeyse ateş değmeden de yağ ışık verir. Işığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna iletir, gerçeği anlamaları için insanlara böyle temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr, 24/35) نُورٌ عَلَى نُورٍ Allah, sizi “nûrun ala nûr” olan o yolda sabitkadem eylesin!..

يَا نُورَ النُّورِ، يَا مُنَوِّرَ النُّورِ، يَا مُصَوِّرَ النُّورِ، يَا مُقَدِّرَ النُّورِ؛ نَوِّرْ قُلُوبَنَا، نَوِّرْ عُيُونَنَا، نَوِّرْ أَبْصَارَنَا، نَوِّرْ عُقُولَنَا، نَوِّرْ كُلَّ شَيْءٍ لَنَا؛ يَا عَزِيزُ يَا جَبَّارُ، يَا جَلِيلُ يَا قَهَّارُ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ، يَا حَنَّانُ، يَا مَنَّانُ، يَا اَللهُ يَا هُو، يَا اَللهُ اْلأَحَدُ الصَّمَدُ، يَا اَللهُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ، يَا اَللهُ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ؛ اِسْتَجِبْ دَعَوَاتِنَا، وَلاَ تُخَيِّبْ رَجَاءَنَا، وَلاَ تَرُدَّنَا خَائِبِينَ؛ آمِينَ، أَلْفَ أَلْفَ آمِينَ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

(Ey nurların nuru.. ey nurları nurlandıran.. ey nurlara sûret ve şekil veren.. ey nurları takdir eden Rabbimiz!.. Kalblerimizi nurlandır.. gözlerimizi nurlandır.. basar ve basiretlerimizi nurlandır.. akıllarımızı nurlandır.. bizim her şeyimizi nurlandır!.. Ey Aziz, ey Cebbâr, ey Celîl, ey Kahhâr, ey Zülcelâli ve’l-ikrâm, ey Hannân, ey Mennân, ey Allah, ey Hû!.. Ey Ehad ü Samed Allah, ey Hayy ü Kayyûm Allah, ey Rahman ü Rahîm Allah!.. Dualarımızı kabul buyur!.. Beklenti ve ümitlerimizde bizi hüsrana uğratma!.. Sana açılan ellerimizi ve gönüllerimizi mahrum ve nasipsiz olarak geri çevirme!.. Âmin… Binlerce, milyon kere âmin!.. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip bunu vesile kılarak talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..)

Bamteli: ÂHİRET YÖRÜNGELİ HAYAT

Herkul | | BAMTELI

Şinâsî, muvakkat bir yeisle, “Eder isyanıma gönlümde nedamet galebe / Neyleyeyim yüz bulamam ye’s ile affım talebe.” der. Daha sonra bu sözü yanlış bularak şunları ilave eder:

“Ne dedim!.. Tevbeler olsun, bu da fi’l-i şerdir,

Benim özrüm günahımdan iki kat beterdir.

Nur-u rahmet niye güldürmeye rûy-u siyahım,

Allah’ın mağfiretinden de büyük mü günahım!..”

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbet etmek üzere koltuğa yürürken Şinasî’nin bu sözlerini hatırlattı ve haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Velî, vekîl, yardımcı olarak Allah yeter!..

Hiçbir şey, Allah’ın rahmetinden daha büyük olamaz. Cenâb-ı Hak, وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) buyuruyor. Arzı, semayı, dünyayı, ukbâyı; insanı, hayvanı, cemâdı, meleği, ruhânîyi… İlahî rahmet her şeyi kaplamıştır.

Besmele’de, lafz-ı celâle’den sonra “er-Rahman”, “er-Rahîm” geliyor. Ayrıca, Allah, “Raûf” diyor, “Atûf” diyor, “Latîf” diyor, “Hannân” diyor, “Mennân” diyor; esmâ-i İlahiyesini ifade buyuruyor; meseleyi sıfât-ı Sübhâniyesi ile irtibatlandırıyor. Böylece bizleri kat’iyyen ye’se düşmemeye de çağırıyor.

Esbâb bi’l-külliye sukût etse, elimizi atacak, tutunacak hiçbir şey kalmasa, yine وَكَفَى بِاللهِ وَلِيًّا “Dost ve koruyucu olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/45); وَكَفَى بِاللهِ وَكِيلاً “Kendisine dayanılıp güvenilecek ve bütün işlerin havale edileceği (vekil) olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/81); وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا “Bir yardımcı olarak elbette Allah yeter!” (Nisâ, 4/45) fehvasınca, veli olarak O (celle celâluhu), vekil olarak O, yardımcı olarak O, yeter! “Artar” demeyin, “yeter!Her şeye yeter!..

Böyle bir mülahazanın içine itilme, bazen o mevzuda imtihandır. O’na karşı tavır ve davranış imtihanında kazanır mıyız, kayıp mı ederiz; elenip gider miyiz, yoksa kalburun üstünde mi kalırız?!. İnsanlar için çok sırlı bir imtihan… Bazıları sarsılır; sarsıntı ölçüsünde imtihanı kaybederler. Bazıları “Artık her şey bitmiştir!” der, bir ölçüde imtihanı kaybederler. Bazıları bütün bütün yıkılır gider, imtihanı kaybederler. Bazıları “Galiba burada yaşamak daha rahat!” deyip zalim cepheye iltihak ederler; onlar, bütün bütün kaybederler; dünyada cezasını görür, âhirette de dünya kadar insanın hesabını verme mecburiyetinde kalırlar. Derecesine göre kayıplar yaşanır, kazanımlar yaşanır, bu türlü konularda, kadîmden bu yana.

  Hak yolda maruz kaldığınız mağduriyetler ebedî saadet vesileniz olacak ve âhirette onları tatlı birer menkıbe şeklinde birbirinize anlatacaksınız!..

Göreceksin ki âdet-i İlahî değişmez!” diyor M. Âkif. “Mazilere in mahşer-i edvarı bütün gez / Kânun-i İlahi, göreceksin ki, değişmez.”  Hiç değişmemiş âdet-i Sübhâniye… İnsanların kıvamı için, öbür tarafa kesb-i liyakat etmeleri için, öbür âlemdeki şekillenmenin esasını/esas unsurlarını oluşturmak için…

Bu hakikati görebilen, İlahî Kelam ile beraber kainatın ve hadiselerin dilini okuyabilen insan, ne zuhurlara, ne tecellilere şahit olur; imrenir, daha bir şahlanır, “Yol ne güzelmiş!..” der. Ne ayağına batan dikenden dolayı “Off!” der, ne başına inen balyozdan dolayı “Puff!” der; o hep “Ohh!..” der, yürür yoluna. Hep “Ohh!..” der çünkü hedefte öyle bir şey vardır ki!..

Bunların hepsini öbür dünyada bir kısım menkıbeler şeklinde anlatıp birbirinizi eğlendireceksiniz. O hâle gelecek çekilen sıkıntılar, ızdıraplar, elemler. “Şunlar da vardı!” diyeceksiniz ve güleceksiniz. Lağv ve lehv yok fakat neşe ile güleceksiniz. “Allah Allah! Mızrak sapladılar sinemize, iğne batırdılar ayağımıza, balyoz vurdular başımıza; sahur vakti evimizden aldı zulmettiler, zindana koydular hesapsız. ‘Şundan dolayı!’ demediler; demediler ki azıcık günahımızı, hatamızı da bilelim, müteselli olalım; bunu bile demediler. Ağzımıza fermuar vurdular, bizi kendimizi ifade etme hak ve imkânlarından mahrum bıraktılar!” diyecek ve birer menkıbe şeklinde anlatacaksınız.

Allah’ın vaz’ettiği haklardan mahrum bıraktılar!.. Hak ismine bağlı haklardan…

“Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.

Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak!

Hani, Ashâb-ı Kirâm, ‘Ayrılalım!’ derlerken,

Mutlakâ Sûre-i ‘ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede, esrâr-ı felâh;

Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,

Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık.

Dördü birleşti mi, yoktur sana hüsrân artık.”

Asr Sûresi’nin manasını, Âkif, böyle nazmen ifade ediyor. Evet, Ashâb-ı kirâm birbiriyle el sıkışıp sarmaş dolaş olduktan sonra, ayrılırken okurlarmış:

وَالْعَصْرِ * إِنَّ الْإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ * إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

“Yemin olsun asra (hadiselerle yüklü zamana, bilhassa onun son parçasına). Şurası bir gerçek ki, hüsrandadır insan. Ancak iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine (musibetler, Allah yolunda başlarına gelenler, dini yaşamadaki zorluklar ve nefsin/şeytanın günaha teşvikleri karşısında) sabretmeyi tavsiye edenler müstesna.

  Âhiret, dâr-ı kudret’tir; burada bir günde ve bir senede yapılan işler, orada bir anda meydana gelir.

Evet… Her şey, tatlı bir menkıbe şeklinde orada anlatılacak, مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ “O cennette koltuklar üzerine kurulurlar.” (İnsan, 76/13) مُتَّكِئِينَ عَلَيْهَا مُتَقَابِلِينَ Onlara yaslanarak karşı karşıya kurulmuşlardır.” (Vâkıa, 56/16) Karşılıklı koltuklara kurulmuşlar… “Koltuk” deniyor, ne olduğu belli değil. Bu oturduğum koltuk gibi bir şey değil; böyle bir şey dünyanın şatafatını ifade ediyor. Her halde içinizden geçen şekle göre şekil alıyor. “Ben şimdi şöyle yapayım, biraz daha rahat et!” diyor, kendi kendine. Çünkü o âleme “kudret dâiresi” diyor Hazreti Üstad, bu âleme de “hikmet dairesi” diyor.

(“Evet, dünya dârü’l-hikmet ve âhiret dârü’l-kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; hikmet-i Rabbaniyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, bir lemhada inşasına işareten Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman eder.” Sözler, s.113 / Onuncu Söz)

Hikmet dairesinde, sebepler perdedir. Bir yönüyle, her şey, bir makuliyeti takip eder, akılla izah edersiniz. Âhirette, kudret diyarında ise, akıl yok demek değildir; fakat kudret öyle hâkimdir ki, aklınıza gelen şeyler, hatta aklınızın köşesinden değil “taakkul”ünüzden, “tasavvur”unuzdan, “tahayyül”ünüzden bile çarpıp geçen şeyler, ânında oluverir. فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ Pek muhteşem bir cennette; salkım salkım meyveleri, elle koparılacak mesafede.” (Hâkka, 69/22-23) Her şey, burnunuzun ucunda, arzu ettiğiniz, aklınızdan geçen her şey…

Öyle bir kudret-i kâhire, bir irade-i bâhire, bir meşîet-i sübhâniye yeri ki, orada koltuklara oturmuş, dünyadaki sergüzeşti hikâye ediyorsunuz birbirinize. Buradaki o acılar, o elemler, o ızdıraplar, zâlimlerin hay-huyu, mazlumların âh u vâhı ve iniltisi, birer musikî şekline dönüşmüş. Bazen bir sabâ makamı zenginliği içinde, bazen bir uşşâk tatlılığı içinde, bazen bir hüzzâm veya rast zemzemesi içinde, bazen bir segâh letâfeti, bir hicaz letâfeti içinde o hikâyeleri, o sergüzeşt-i hayatı dinleyeceksiniz. Aklınıza gelen rahatlığın her türünü duyacak, iliklerinize kadar yaşayacaksınız. Şu kadar var ki, orada iliklerine kadar onu yaşama, o meseleyi burada tabiatın bir derinliği haline getirmeye bağlı.

  Her obje, O’ndan bir nâme; her ses, O’ndan bir nağme.

Her obje, O’ndan (celle celâluhu) size gelen bir nâme; her ses, O’ndan bir nağme. Nağmeyi dinlerken, kendinizden geçersiniz; nâmeyi de okur, “Rabbimden nâme!” der, üzerine kapanır ve öpersiniz onu. Onun ortaya koyduğu her şeyi öpersiniz. Burada varlığa, eşyaya ve hadiselere böylesine hallaç ederek yaklaşmak, böylesine bakmak, öbür tarafta da her meselenin öyle bir zemzeme, öyle bir demdeme haline inkılap etmesine vesile oluyor. Böyle bir yolda yürüyorsunuz.

Bazıları dünyayı her şey zannettiklerinden dolayı, taparcasına ona bağlanıyorlar; onun debdebesine, şatafatına, ihtişamına, rahatına.. gelip geçici rahatına… Oysaki bugün yaşadığınız o muvakkat rahatlık, yer yer ölümü, toprağın altını, dar kabri düşündüğünüz zaman, zehir zemberek haline geliyor. Ama orayı geçici bir yol, bir köprü, bir koridor kabul ettiğiniz zaman, hiç görmüyorsunuz onu; çünkü nazarınız çok yukarılarda, yukarıların da yukarısında. Baktığınız her şeyde O’na dair bazı eserleri görüyorsunuz. Yol boyu nâmeler okuyorsunuz, yol boyu nağmeler dinliyorsunuz. Ve bunlar sayesinde dünyada mâruz kaldığınız şeyleri âdetâ hiç duymuyorsunuz. Gözünüz daha ileride, daha ileride, daha ileride… “Rü’yet!” diyorsunuz, “Rıdvan!” diyorsunuz. “O dostların sohbetinde, onların maiyyetine erme!” diyorsunuz. اَللَّهُمَّ اَلْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وأحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.” duası vird-i zebânınız olmuş.

Nitekim مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَBir kimse, bir şeyin arkasına düşer, arkasına düşmede ciddiyet sergilerse, çok ciddî olursa, mutlaka peşinde koştuğu şeyi -Allah’ın izni ve inayetiyle- elde eder.مَنْ جَالَ نَالَBir şeyin arkasına düşer, sürekli cevelân ederseniz, bir maraton gibi koşturur durursanız, er-geç arkasından koşturup durduğunuz şeye, Allah ulaştırır (celle celâluhu).” Yol yorgunluğu, silinir gider kafanızdan.. döktüğünüz ter, silinir gider kafanızdan.. çektiğiniz eziyetler, silinir gider kafanızdan.

  Vay bugün hakkı çiğneyen, hukukun üzerinde raks eden zalimlerin ötedeki acıklı hallerine!..

Bir de öbür tarafta zâlimlerin, gaddarların, hattârların, hak-hukuk tanımayanların, adalet ve hukuk üzerinde raks/dans edenlerin, hakkı ayaklarının altına alıp çiğneyenlerin başlarına gelecekler var.

Biraz evvel hak mevzuunun büyüklüğü ifade edildi: “Hâlık’ın nâ mütenâhi adı var, en başı Hak.” diyor Akif. Herhalde lafz-ı celâleden sonra; çünkü o, Cenâb-ı Hakk’ın zâtının ismi; öbürleri esmâ-i İlahiye. Esmâ-i İlahiye içinde de “Hakk”ın bir ağırlığı var; bütün hak-hukuk, ona dayanıyor: Bütün sübut meselesi, ona dayanıyor; vücud dediğiniz şey, ona dayanıyor; şuhûd dediğiniz şey, ona dayanıyor; zevk-i ruhânî dediğiniz şey, ona dayanıyor… Hak ismine dayanıyor. Onun için Âkif onu, esmâ-i İlahiyenin başına koyuyor: Hak.

Hak, o kadar yüce olduğu halde, onu ayaklar altında çiğneyenlerin, ha varmış ha yokmuş gibi çiğneyenlerin öbür tarafa intikal eden hallerini, hakkı çiğneme hallerini, adaleti ayaklarının altına alma hallerini, millet ruhunu ayaklarının altına alma hallerini, orada onların karşısına çıkan şeylerle gördüğünüz zaman, yürekleriniz ezilecek, acıyacaksınız. Ne gibi acıyacaksınız? Size saldıracak bir kurt düşünün. Size saldıracaktı, yiyecekti; fakat ondan daha büyük bir panter veya -bağışlayın- bir ayı, bir aslan, bir kaplan saldırdı, onu parçaladı. Oysaki o sizi yiyecekti, yakaladığı zaman. Nasıl onun parçalanışını gördüğünüz zaman yüreğiniz sızlar, “Vay vahşi vay! Nasıl da parçalıyor?!.” dersiniz, belki inlersiniz. İnsanlığınızı yitirmemişseniz şayet, hâlâ içinizde şefkatin zerresi varsa şayet, ahsen-i takvîme mazhariyetin hususiyetlerini içinizde taşıyorsanız şayet, Allah’ı gösteren muallâ-mücellâ bir ayna olduğunuzun farkında iseniz şayet, sizi yemek isteyenin parçalandığı yerde bile, yüreğiniz sızlar, halk ifadesiyle “cızzz” eder yüreğiniz.

Size balyoz indirenler.. sormadan, haksız olarak derdest edenler.. iftarınızı zehir edenler.. imsakınızı zehir edenler.. zindanlarda Müslümanca yaşamanızı zehir edenler.. “Falan da var mı bu işin içinde?!.” deyip az irtibatı olana da gadredenler… Fakire-fukaraya burs vermiş, fakire-fukaraya okumaları için kurslar açmış, fakire-fukaraya yardım olsun diye okullar açmış, dünyanın dört bir yanında rûh-i revânî Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) -şöyle böyle- tanınması için -bir yönüyle- bayrağını dalgalandırmış, marşını söylemiş, sevdirmiş, 170-180-200 ülkeye kendi değerlerini sevdirmiş; bütün bunlara düşmanlık yapanlar.. diş bileyerek bunların üzerine gidenler.. o tarafta sahip çıkan insanları tehdit eden veya para ile, pul ile başlarını döndürenler.. gadrin her türlüsünü, i’tisafın her türlüsünü, irtikabın her türlüsünü, ihtilasın her türlüsünü, zulmün her türlüsünü, gadrin her türlüsünü yapanlar.. yalanlara gırtlaklarına kadar tenezzül edenler.. iftiraların bini bir para, çok rahatlıkla kullananlar… O insanların öbür tarafta çektikleri azabı gördüğünüz vakit, burada canavar gibi size saldıran o insanların orada parçalanmalarını, cayır cayır yanmalarını -onda hiç şüpheniz olmasın- gördüğünüz zaman, yüreğiniz “cızzz” edecek.

  Allah’ım hidayetlerini murad buyuruyorsan, ne olur kalblerini yumuşat; yoksa Sana havale ediyoruz!..

Dua edin, Allah onları o durumdan kurtarsın ve size de orada o azabı çektirmesin, yüreğinize “cızzz” ettirmesin. Siz hep iyiliğin yanında, iyilik mülahazalarının yanında, iyilik dileklerinin yanında, peygamberâne himmetin yanında, re’fetin yanında, rahmetin yanında oldunuz/olunuz.

“Allah” ism-i şerifinden sonra, ism-i celâl ve celâleyi müteakiben “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” ile Kendini bize anlatıyor Cenâb-ı Hak (celle celâluhu). Burada da tecellî edecek o isimler, orada da. Ama burada celâlî ve ehadî tecelli olarak (birilerine göre) “Rahman” ismi; öbür tarafta “Rahîm” ismi. Kucaklayan isim. Herkesi kucaklayacak; hiçbir kimseyi o rahmetten mahrum bırakmayacak bir enginlik içinde ki, hadisin ifadesiyle, إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِيYarış yapacaklarsa şayet, benim rahmetim gazabımın önünde, o maratonu kazanır. Rahmetim, gazabımın önündedir Benim.” Eğer rahmet ve gazap meselesi söz konusu olsa bir yerde, ikisi de birden, rahmet, öne geçer ve Ben ona rahmetimle muamele yaparım.

Hakkınızda ilahî takdir, bu; haklarında ilahî muamelenin o olduğunda hiç şüphe etmeyiniz.

Dolayısıyla ağzınız açılıp kapandıkça, dudaklarınız kıpırdadıkça şöyle deyiniz: اَللَّهُمَّ إِنْ كُنْتَ تُرِيدُ هِدَايَتَهُمْ “Allah’ım, hidayetlerini murad buyuruyorsan..” وَتَلْيِينَ قُلُوبِهِمْ “Kalblerini yumuşatmayı murad buyuruyorsan..” وَرَأْفَتَهُمْ، وَشَفَقَتَهُمْ، وَمُلاَيَمَتَهُمْ، وَمَحَبَّتَهُمْ إِلَيْنَا وَإِلَى خِدْمَتِنَا وَحَرَكَاتِنَا وَجَمَاعَاتِنَا “Bize, Hizmet’imize, hareketimize, cemaatimize karşı gönüllerinin re’fet, şefkat, mülayemet ve muhabbetle dolmasını murat buyuruyorsan…” Allah’ım, bütün bunlara karşı kalblerinin yumuşamasını ve içlerinde bir zerre rahmet hissinin tecelli etmesini murad buyuruyorsan, ne olur, bahtına düştük, bunu yap; Allah’ım onlar hakkında, bunu yap!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!..

Bamteli: HER HAKKI GÖZETEN PEYGAMBER UFKU

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Halk içinde Hak’la beraber bulunan ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhidi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: اَلْمُؤْمِنُ الَّذِي يُخَالِطُ النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ، أَعْظَمُ أَجْرًا مِنَ الْمُؤْمِنِ الَّذِي لَا يُخَالِطُ النَّاسَ وَلَا يَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletli, mükâfatça daha üstündür.” Halvet yolunu seçmeme, insanların içinde yaşama, onların eziyetlerine katlanma/sabretme, ecir ve mükafat açısından, sadece başının çaresine bakıp, bir halvethaneye çekilip, “Adam!.. Karışma kimsenin işine!” deyip sadece kendini düşünmekten daha üstündür; o eziyete katlananlar, öbürlerinden kat kat daha hayırlıdırlar.

Bu açıdan da eziyet göreceksiniz, cefaya maruz kalacaksınız; belki sürekli içinizde Şâir Eşref’in (v. 1910) sözleri kendisini hissettirecek;

“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.

Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.

Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm.

Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.”

İçinizde sürekli bu duygunun köpürdüğünü duyacaksınız; “Olsun!” diyeceksiniz, “Benim Efendim, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) benim çektiğimin yüz katını çekti!..” O Ebu Bekir’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Ali’ler, yüz katını çektiler; çektiler ama bir adım değil, ayağın yarısı kadar dahi geriye adım atmadılar. Başlarına inen balyozlar karşısında, biraz daha hızlandılar. Metafizik gerilimleri bir kat daha arttı. Daha bir hızlandılar, Allah’ın izniyle; beş senede realize edilebilecek bir şeyi, iki seneye sığıştırdılar.

  Nefis, şeytan ve mesâvi-i ahlâka karşı koyma, hatta iman, ibadet ve güzel ahlâk duygusunu yerleştirme istikametindeki gayretlerin bütünü “büyük cihad”dır.

Bir taraftan, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) dışa dönük hayatına bakacak olursak, o başımızı döndürecek kadardır. Savaşlardaki stratejileri, o işin içinde var; evsâf-ı âliye-i Nebeviye, o işin içinde var, anlatılıyor: İnsanlığa karşı tavır ve davranışları, aile ile münasebeti, zevceleriyle münasebeti, insanlarla münasebeti, genel tavrı, âbide şahsiyeti, gerçek insan-ı kâmil olmak hususiyeti…

Bir diğer taraftan da O’nun iç dünyasından süzülenler ve ortaya koyduğu ubudiyet de başlarımızı döndürecek kadardır. Onun içindir ki, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) çok önemli bir savaştan dönerken, رَجَعْنَا مِنَ الْجِهَادِ الأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ الأَكْبَرِ “Şimdi cihâd-ı esgardan cihad-ı ekbere (küçük cihaddan büyük cihada) dönüyoruz.” buyuruyor. Aynı zamanda kendi iç dünyasıyla da o kadar yaka-paça bir insan. Hâşâ, o bizim tahayyülâtımıza, tasavvurâtımıza, taakkulâtımıza gelen şeylere mâruz değildi. Fakat “mukarrabîn”e has kendi ufku açısından, Allah ile münasebetini değerlendiriyordu. Sürekli konsantrasyon mu istiyordu, ne idi? Sürekli, seyyidina Hazreti Musâ ile alakalı anlattığı gibi, “Başım arşın örtüsünün altında olmalı!..” düşüncesi veya onun da ötesinde bir beklenti adına “Tam hakkını veremedim!” mülahazası mıydı, ne idi? O “ekrabü’l-mukarrabîn” olma hususiyetine göre kendi derin muhasebesinin ifadesi miydi veya nazarı “ufuklar ötesi ufuklar”da bulunduğundan dolayı, “Ben tam onun hakkını veremedim!” mülahazasına bağlı bir cümle miydi, neydi?!.. İnsanlığın İftihar Tablosu, “Cihâd-ı esgardan cihad-ı ekbere dönüyoruz” diyordu. Bu, bir.

İkincisi de O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir cemaatin önünde idi; arkasında insanlar vardı; ne yaparsa, o yapılıyordu; ne derse, ona riâyet ediliyordu. Efendimiz, bu beyanıyla da “Ha, işte böyle düşünün!..” demiş oluyordu: “Şimdi, düşmanla yaka-paça olduk, Allah’ın izniyle ya yere serdik veya geldi kabul ettiler. Evet, ya ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah’ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dediler veya “Teslim oluyoruz! İnsanî değerler etrafında bir araya geliyoruz; bizden ne istiyorsunuz, cizye mi, haraç mı, onu da veriyoruz. Amma bizi sıyanet edin, bizim için de sera olun!” dediler. Bu durumlardan hangisi gerçekleştiyse gerçekleşti. Böyle bir mücahededen dönünce “Cihad-ı esgardan cihad-ı ekbere dönüyoruz! Nefis ile mücadeleye.. hislerimizle mücadeleye.. hiçbir zaman yakamızı bırakmayan şeytan ile mücadeleye dönüyoruz!” demek suretiyle, arkasındaki insanlara “İşte böyle düşünün! Böyle davranın! Bu anlayış içinde bulunun! Her zaman ciddî bir metafizik gerilim içinde bulunun! Bazen yaptığınız iyilikleri bile sorgulayın, ‘Acaba içine bir şey karıştı mı?’ deyin!..” buyurmuş oluyordu.

  İns ü Cinnin, Arap ve Acem’in, Dünya ve Ahiretin Efendisi (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) sürekli işte böyle bir aktivite içindeydi. Kurban olayım O’na!.. Farklıydı.. O’na bakarken, efendim, beşerdi ama beşer gibi değildi. Hak dostu, “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir beşerdir, fakat diğer insanlar gibi değildir. O, (bazı) taşlar arasında bir yakuttur.” diyerek bu hakikati ifade etmektedir. İmam Busîrî, Kaside-i Bürde’de şöyle der: مُحَمَّدٌ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَالثَّقَلَيْنِ وَالْفَريِقَيْنِ مِنْ عَرَبٍ وَمِنْ عَجَمِ “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın ve âhiretin, göze görünür ve görünmez ins u cin bütün yaratıkların, Acemi ve Arabıyla topyekûn insan topluluklarının efendisidir.” هُوَ الْحَبِيبُ الَّذِي تُرْجَى شَفَاعَتُهُ * لِكُلِّ هَوْلٍ مِنَ الْأَهْوَالِ مُقْتَحَمِ “O, Allah’ın Habîbi, gönüller sevgilisi öyle biridir ki, sinelere gelip çarpan her türlü korkuya karşı O’nun şefaati umulur.” (Bazı nüshalarda مُقْتَحِمِ şeklindedir.) Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), öyle birisiydi fakat dışa karşı bütün bunları yaparken, aynı zamanda aile hukukuna riayette de o kadar hassas idi.

Bununla beraber, aile fertlerinin de bir kısım beklentileri oluyordu. Hani, onlar da birer insan nihayet; bu türlü beklentileri olabilirdi. Dahası, dünya açısından adeta fakr u zaruret içinde bulunuyorlardı. Âişe validemiz.. anam benim, kurban olayım.. başımı onun ayaklarının altına koyayım!.. Diyor ki: “Bazen bir hilal biterdi, bir hilal daha, bir hilal daha, yani kamerî üç ay geçerdi de bizim evimizde sıcak su kaynamazdı.” Hazreti Urve (yeğeni, Esmâ validemizin ikinci oğlu, Abdullah’ın küçüğü) diyor ki: “Hala, ne ile geçiniyordunuz?” Hazreti Âişe validemiz cevap veriyor: “Vallahi, iki-üç tane hurma ve bir de soğuk su ile geçiniyorduk!

Şimdi bir taraftan savaşlar da oluyor, ganimet de geliyor ve herkese dağıtılıyordu, Ensar’a ensarca, Muhacirîne muhacirce dağıtılıyordu. Efendimiz’in tasarrufuna da humus (beşte bir) kalıyordu; Allah Rasûlü onu bakıp görmesi gerekli olan kimselere sarf ediyordu. Bir kere Suffe’de bir hayli insan vardı, Ebu Hüreyre gibi; bazen bunların sayısının yüzü aştığından bahsediliyor. Bu insanlar, fakir-fukara, dünyanın değişik yerlerinden gelmiş, tahassun etmişler, kendilerini ibadete vermişler, kulakları O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) lâl ü gûher kelimelerinde, mübarek yüzünün çizgilerinde… Dini absorbe etmek ve ondan sonra gelecek nesillere onu ifâza etmek, bütün dertleri bu. Dolayısıyla, Allah Rasûlü onlara bakıyor; ona veriyor, ona veriyor, ona veriyor. Veriyor, veriyor… Hani var ya:

Bir şahıs gelip O’ndan bir şey istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yine vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için Allah Rasûlü “Vallahi benim elimde de bir şey yok, inşaallah gelince veririm!” deyip vaad etmişti; yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Hazreti Ömer bu duruma fevkalâde üzülmüştü. Allah Rasûlü’nün bu derece rahatsız edilmesi karşısında dizleri üzerine doğruldu ve “İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler vaad ettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma yâ Rasûlallah!” dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasûlü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Ver, yine ver, yine ver, yine ver, elinde bir şey kalmazsa da, “Gelirse vereyim!” de… Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalkmış ve أَنْفِقْ يَا رَسُولَ اللهِ، وَلاَ تَخْشَ مِنْ ذِي الْعَرْشِ إِقْلاَلاً “Ver, hep böyle bol bol infak et ey Allah’ın Rasûlü, sakın Arş Sahibi Allah’ın Seni fakir bırakacağını ve Senden nimetlerini kesivereceğini zannetme, bu konuda endişeye girme!..” demişti. İki Cihan Serveri tebessüm buyurdu ve ardından şöyle dedi: هَكَذَا أُمِرْتُ “İşte Ben de bununla emrolundum.” Kurban olayım Sana!.. Kurban olayım!.. Ayağını bastığın toprağı, misk ü amber gibi gözüme sürme çekeyim!.. Benim Efendim!..

  “Tercihimiz Sensin, Senden vazgeçmeyiz ya Rasûlallah!..”

İnsan bu… Mal-mülk, dünyalık geliyor, geliyor; ezvâc-ı tâhirâta bir damla, başkalarına -bir yönüyle- derya. “Azıcık bize de olsa!” diyorlar. Allah Rasûlü, bu talep karşısında hiçbir şey demiyor. Mübarek cumbasına çekiliyor, -canım çıksın- ve bu haber dışarıya da sızıyor: “Mübarek annelerimiz hafif bir şey istemişler, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da bu istekten hoşlanmadığı için, cumbaya çekilmiş!” Tabii bu mevzuda, yine en hassas olan Hazreti Ebu Bekir’dir, Hazreti Ömer’dir. Ömer radıyallahu anh, daha heyecanlı. Kızı da o hânede, Hafsa validemiz. “Benim kızım, Efendim’e ne yaptı ki, benim Efendim darıldı, bir yönüyle, i’lâ yaptı!..” Kapıya geliyor, “Ben Efendimiz ile görüşmek istiyorum!” diyor. Hazreti Bilal perdedâr, “İzin yok!” diyor. Çok ısrar ediyor; O’na (aleyhissalâtü vesselam) haber gidince, “Gelsin!” buyuruyor. Gidiyor Hazreti Ömer; yukarıya, cumbaya çıkıyor. Döşeği yok -canım çıksın-, hasırın üzerinde yatıyor; kalkınca, hasır yanlarında izler bırakmış. “Ya Rasûlallah, Bizans şöyle.. Persler şöyle.. Sen cihanın sultanısın, bu haline bak!..” Efendimiz şöyle buyuruyor: أَمَا تَرْضَى-يَا عُمَرُ- أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا اْلآخِرَةُ  “Razı olmaz mısın, istemez misin yâ Ömer, dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!

Sonra, Allah Rasûlü, şu ayet-i kerimenin emri mucebince eşlerine bir teklifte bulunuyor: يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلاً * وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الآخِرَةَ فَإِنَّ اللهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا “Ey (Nübüvvetin en büyük temsilcisi olan) Peygamber, eşlerine şöyle de: Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle serbest bırakayım. Yok, eğer Allah’ı, Rasûlü’nü ve Âhiret yurdunu istiyorsanız, o takdirde bilin ki Allah, içinizden O’nu görüyormuşçasına dikkatli davranan ehl-i ihsan için çok büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/28-29) Efendimiz diyor ki: “Ey peygamber kadınları, gelin; şayet dünyayı istiyorsanız, sizi bırakayım, gidin, ne istiyorsanız alın onu. Yok, Allah’ı, âhireti istiyorsanız, halinize razı olun!” İlk defa en sadık arkadaşının kerimesi, Âişe validemize meseleyi arz ediyor; “Allah böyle buyuruyor! İstersen, sen bu meselede kendin karar vermeden bir babanla annenle de görüş!” diyor. Onun önemini de vurguluyor. “Ya Rasûlallah!” diyor anam!.. Benim anam!.. Sana kurban olayım!.. “Ya Rasûlallah! Bunu anama-babama mı danışacağım!.. Ben Seni tercih ediyorum!” diyor. Evet, üç ay ocak yanmamış, su kaynamamış; soğuk su ve hurmayla geçinmişler; içlerinde hafif bir talep belirmiş.. ve Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir tavır içine girmiş. Buyuruyor ki annemiz: “Vallahi benim dediğim gibi, hepsi de öyle dedi!” Bu ne büyüklüktür, bu ne inceliktir, bu ne nezâkettir!..

  Hiç Kimseyi ve Hiçbir Hakkı İhmal Etmemenin Yanında Kullukta da Zirve Peygamber Ufku

Savaşlar öyle, tabiyeler öyle, stratejiler öyle… İnsanlara karşı tavrı öyle, eşlerine karşı tavrı öyle, torunlarına, küçük çocuklara karşı tavrı öyle… Mübarek kerimesinin kızını omuzuna alıyor namazda, secdeye giderken indiriyor. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimizi, kucağında minbere çıkarıyor… Hiçbir kimse “Ben şu kadar bekliyordum da bulamadım!” diyemiyor, meşru dairede. Herkesin hukukuna kılı kırk yararcasına öyle riayet ediyor ki, “İhkâk-ı hak etmek için, hakkın âbidesini ikame etmek için gelmiş bu insan!” dedirtiyor. Çok yönlü. Bu da meselenin ayrı bir yanı.

Bütün o savaşlar, o aile efradını gözetme, o insanları idare etme, o herkese bağrını/vicdanını açma, o vicdana girmek, misafir olmak isteyenlere kat’iyen ayakta kalmama emniyet ve güveni verme gibi hususiyetlerinin yanı başında, Allah Rasûlü’nün bir de ibadet ü tâatinde bir hassasiyeti, bir inceliği vardı ki!.. Namaza durduğu zaman, namazlaşıyor, adeta kendinden geçiyordu. Başını secdeye koyduğu zaman, bazen ağlıyordu, tâ arkada hıçkırıkları bir sinerji şeklinde başkalarında da o heyecanı, o cuşişi (coşkunluğu) meydana getiriyordu.

Görüyorsunuz; İnsanlığın İftihar Tablosu, Allah karşısındaki tavrı itibariyle, insanlarla muamelesi itibariyle, ibadet ü tâatteki inceliği itibariyle, ihsan şuuru, ihlas düşüncesi, yakîn anlayışı, tefviz ve tevekkül keyfiyeti itibariyle öyle iç içe incelikler yaşıyor ki, insanın başını döndürür. Hiçbir tavrı, hiçbir davranışı, melekler tarafından bile “Şöyle olsaydı daha iyi olurdu!” falan denmeyecek şekilde bir hassasiyet, bir incelik sergiliyor. Her mübarek tavrı, melekler tarafından temaşaya koşulacak bir tavır oluyor. Cenâb-ı Hak, onun damlasını mı diyeyim birkaç damlasını mı, kalb katılığına müptela olmuş günümüzün insanlarına da lütfetsin. (Ondan da Allah’a sığınıyor, “Kalb katılığından, Allah’ım, Sana sığınırım!” diyor.) Onu lütfetmek suretiyle, bizi kalb katılığından, kuruyan gözyaşlarından, ürpermeyen kalbden, insanlara insanca davranmayan anlayıştan kurtarsın, halâs eylesin.

Efendimiz’in hiçbir hakkı ihmal etmeyip herkese karşı hukuku gözetişinin şerhini gerektiği gibi diyemedim de bir tahşiyede bulundum. O’nu şerh etmek, O’nu tam anlatmak için mücelletler yetmez. Fakat ömrümüz vefa ettiği sürece O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatmak suretiyle, Cenâb-ı Hak bizi de şereflendirsin. Ve dünyanın dört bir yanına O’nu anlatmak için giden kardeşlerimizi, arkalarına takılan, onları şakî gibi takip eden şeytanın avenesinin şerrinden de muhafaza buyursun!.. Vesselam.

اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ، وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Allahım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, mübarek ailesine ve güzide ashabına salât ü selam ederek bunu diliyoruz; kabul buyur Rabbimiz!..”

BAMTELİ: ASR’A YEMİN OLSUN Kİ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

 “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda savmaya bak!..”

* Belki birileri, kafaları çok katı, mülâaneyi anlamıyorlar, mübaheleyi anlamıyorlar, mukabeleyi anlamıyorlar. Bu anlamayanlar, anlamamada ısrar edecekler. Aldırmayın. Bir gün, bugün olmazsa yarın, arkadan gelen nesiller dediğiniz şeyleri anlayacaktır. Siz, kendiniz gibi davranın. Sahabeyi karşınıza bir ayna gibi koyun. Sık sık tavır ve davranışlarınızı o ayna karşısında bir kere daha gözden geçirin.

* Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Bu cümleden olarak şöyle buyurulmaktadır: وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

* Evet, iyilik ile kötülük birbirinden farklı şeylerdir; bunlar müsavî değildir. Siz, kötülük gördüğünüz zaman onu iyilikle savın, iyilikle mukabelede bulunun. Başkaları bin tane yalan söylemiş olsalar da siz “Yahu ben de bir taneyle onlara mukabele edeyim!” demeyin.

* Bazen böyle, bağışlayın, yalan furya gittiğinde, iftiralar çok ucuz pazarlarda yer bulduğunda, insanlar zannedebilirler ki, bu böyle de oluyor. Hayır, o iş hiç öyle olmuyor. Hele bir mü’minin işi asla yalan, iftira, karalama, entrika olamaz.

* Hedefiniz doğru olduğu gibi, vesileleriniz de meşru olmalıdır. Doğru hedefe ancak doğru argümanlarla varılır. Bağışlar mısınız? Merkeple sultanın huzuruna gidilmez.

 “Yemin olsun asr’a (zamana); insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna!..”

* Merhum Mehmet Akif der ki:

“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak,

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak;

Hani Ashab-ı Kiram, ayrılalım derlerken,

Mutlaka Sure-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük surede esrâr-ı felâh,

Başta iman-ı hakikî geliyor, sonra salâh,

Sonra hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık,

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.”

* “Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak / Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak.” Hak şimdi yerde mi değil mi?!. Bâtıl gemi azıya almış mı, almamış mı?!. Fitne-fesat zirvede mi değil mi?!. Ahir zamanı resmederken Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu fotoğrafı ortaya koyuyor. O dönemin insanına, “Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!” buyurarak işaret ediyor. Onlar, bir kısım bozguncuların her tarafta yangınlar çıkarmasına karşılık ıslah için çalışan insanlardır. Onlar, arının ölümü karşısında bile ağlayan, karıncaya basmayan, hâlâ bir damlacık hayatı vardır diye bir sineği hayata kavuşturmak için çırpınıp duran insanlara terörist diyen edepsizlere karşılık, ıslah duygusundan, arayı bulma duygusundan, insanca davranma duygusundan asla vazgeçmezler.

* Allah Teâla Asr Sûresi’nde “Yemin olsun zamana; insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna: İman edip makbul ve güzel işler yapanlar.. bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.” buyurmuştur. Bu sûrede mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri kurtuluşlarına bir vesile olarak gösterilmekte; dolayısıyla sürekli kafa kafaya vererek kolektif şuuru harekete geçirmeleri, her zaman birbirlerine hayır ve sabır tavsiyesinde bulunmaları ve bu suretle her konuda hakkı ikâme etmeleri istenmektedir. Onun içindir ki, değişik vesilelerle bir araya gelen Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin Asr sûresini okumadan ayrılmadıkları rivayet edilmektedir.

 “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh…”

* Günde kaç defa kuvvetin O’na ait olduğunu dillendiriyor; Efendimiz’in bir cennet hazinesi olarak beyan buyurduğu “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” ikrarıyla soluklanıyoruz. تبرأنا من حولنا وقوتنا والتجأنا إلى حولك وقوتك يا رحمان (Teberra’nâ min havlinâ ve kuvvetinâ / Veltece’nâ ilâ havlike ve kuvvetike Yâ Rahmân!) diyor ve bununla şu manaları kastediyoruz: Varsa bütün güç ve kuvvetimiz Senin havlin, evirip çevirmen, yoluna koyman, bir yere sevk etmen sayesindedir. O kudret-i kâhiren ile yaptığın şeyleri Senden başka hiç kimse yapamaz. Yok hükmünde, gölge hükmünde, gölgenin gölgesinin gölgesinin…. gölgesi hükmünde olan kendi havl ve kuvvetimizden teberri ediyoruz. Sa’y u gayretten geri durmuyoruz, şart-ı adi planındaki irademizin hakkını vermeye çalışıyoruz. Bununla beraber, Allahım, kendi havl ve kuvvetimizden fersah fersah uzaklaşıyoruz; Senin havl ve kuvvetine sığınıyoruz. Madem Sen, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”ı kenzün min künüzi’l-cenneh (cennet hazinelerinden bir hazine) yapmışsın, biz de o cennet kenzine teveccüh ediyor, her şeyi ondan bekliyoruz.

* Allah Rasûlü’nün ashabı, başka insanların telaşa kapılıp paniklemesi beklenen şartlarda dahi paniklememiş, aksine Peygamber efendimizin haber verdiği musibetler cereyan ettikçe onların imanları ve teslimiyetleri ziyadeleşmiştir. Şu ayet-i kerime onlardaki bu iman, cesaret, metanet ve teslimiyeti destanlaştırmaktadır:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

 “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği!.. Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.”

* Mü’minler biliyorlardı ki; tarihî tekerrürler devr-i daimi mülahazasına bağlı olarak, ayniyet şeklinde olmasa bile misliyet çizgisinde bir kısım musibetlerle karşı karşıya kalacaklar. Öteden beri “Eğer ben kuvvetliysem, güçlüysem, imkânlar elimdeyse, herkes bana biat etmek mecburiyetindedir!” düşüncesine sahip mütemerritlerin hakkı kuvvette görmeleri esprisine bağlı olarak yaptıkları gibi, bir gün birileri de bir ahzab (birleşik gruplar) halinde bir araya gelecek ve onların üzerine yürüyecekler. Bu realiteyi bildikleri için, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) ve o çizgide olanlar, Hendek’te de “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği!.. Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.” dediler. Diğer taraftan, onlar, gelip çarpan her şeyin Allah’ın izni ve inayetiyle darmaduman olup sağa-sola savrulacağı hakikatine de kalbleri gibi inanıyorlardı: Savrulacaklar Allah’ın izniyle!..

* Bununla beraber, herkes aynı seviyede değildir. Bir de onların en zayıfları dediğimiz kimseler vardı. Bu gruptakiler, tam şirazeden çıkmamış, bütün bütün çözülmemiş ve bağı kopmuş tesbih tanesi gibi dağılmamışlardı; fakat muvakkat bir tereddüt yaşamış ve bir “Acaba?” demiş olabilirler. Böyle olması, her devirde de meselenin böyle olacağına işarettir.

 Allah (celle celâluhu) Kendisine müteveccih olanları hiçbir zaman ziyasız ve desteksiz bırakmamıştır, bırakmayacaktır.

* Bir misal vermek gerekirse: Hazreti Musa’nın (aleyhisselam) ashabı arasında da zaman zaman benzer tereddütleri yaşayanlar olmuştu. Firavun’un etrafındaki mabeyn-i hümayun diyorlardı ki “Ey koca Firavun! ‘Ene rabbükümü’l-a’la!’ diyordun. Musa’yı serbest bırakıp kendi gücüyle baş başa mı koyacaksın?” O da “Ben onu takibe koyulacağım. Onların erkeklerini öldüreceğim, kız çocuklarını bırakacağım.” demişti. “Bunlar (beni) tanımadıklarında dolayı malları ganimet, avratları ve çocukları da cariyedir!” sözü onun tarafından da söylenmişti.

* Firavun, Hazreti Musa ve İsrailoğulları’nın arkalarına takılmıştı; güneş doğup ortalığı aydınlatırken Firavun’un ordusu onları takibe koyulmuştu. Onlar o dev cesametleriyle, sistematikleriyle, Ahzab’ın Hendek’e geldiği gibi gelip kovalıyorlar; berikiler de cebrî hicret yapıyor, sadece kaçma adına yanlarına aldıkları şeylerle uzaklaşıyor, göç ediyorlardı. Böylece gelip ırmağa dayanınca ve iki topluluk birbirini görecek kadar yaklaşınca Hazreti Mûsâ’nın arkadaşları: “Eyvah! Bize yetiştiler!” dediler. Çok ciddi bir sarsıntı yaşadıklarından dolayı te’kid içeren ifadelerle “Hiç kuşkusuz, mutlaka biz yakalandık, idrak edildik.” demeye durdular. İşte o anda bile Hazreti Musa “Kellâ!..” dedi; “Hayır, asla!.. Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir!”

* Hazreti Musa, bu tevekkül, teslim, tefviz ve sikasını ortaya koyunca, Allah’la arasındaki münasebet tamam olmuştu. Cenâb-ı Hak da ona, “Asânı denize vur!” diye vahyetti. Vurur vurmaz kudret tecelli etmiş, bütün sebepler tuz buz olmuş ve deniz yarılmıştı. Öyle ki birer koridor gibi açılan yolun iki yanında sular büyük dağlar misillü yükselmişti. Bunu görünce Hazreti Musa ve ashabı iman ve itminanla tepe şeklindeki su kütleleri arasında yürüyüp karşıya geçmişlerdi. O arkadan gelen gafil zannediyordu ki, mü’minin geçtiği yerden kendisi de geçebilir. Bu düşünceyle o da dalmıştı suya ama boğulup gitmişti. (Şuara Sûresi, 29/60-66)

* Hâsılı; Allah (celle celâluhu) Kendisine müteveccih olanları hiçbir zaman ziyasız ve desteksiz bırakmamıştır, bırakmayacaktır.

Güç ve İmkân Sahiplerinin Hakkı Kabulü

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Gerek Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine ve gerekse Kur’ân-ı Kerim’de geçen peygamber kıssalarına bakıldığında, toplumsal statü açısından önde görünen ve yüksek hayat standartlarına sahip insanların hakkı kabulde daha inatçı ve katı oldukları görülmektedir. Böyle bir realite karşısında hak ve hakikate tercüman olmak isteyen inanan gönüllerin dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Her dönemde olduğu gibi günümüzde de kendileri gibi düşünmeyen ve kendilerinden olmayan insanları ezmeye çalışan, onları kapı kulu gibi kullanıp, sırtlarından geçinen oligarşik bir azınlık vardır. Bu oligarşik azınlık, dünyayı kendilerine göre dizayn etmek ister; her şeyi kendi çıkarlarına, heva ve heveslerine göre değerlendirir; dolayısıyla kendilerinden başka kimseleri görmez ve onlara kapıkulu nazarıyla bakar. Şirzime-i kalîl sözüyle ifade edecebileceğimiz, bu mağrur mutlu azınlık, ülkemizde var olduğu gibi İslâm dünyasının başka ülkelerinde de vardır ve gelecekte de olacaktır.

Tek Hak Sahibi “Hakkımı Vermem!” Diyendir

Ne var ki kast sistemindeki tabakalarda olduğu gibi kendilerini en üst basamakta gören bu insanların, toplumu her zaman kendi vesayet ve hâkimiyetleri altına alabileceklerini düşünmek de doğru değildir. Onlar, hususiyle gerçek mânâda dinî ve ahlâkî düşüncenin hâkim olduğu dönemlerde daralmış, büzüşmüş ve dar bir dairede kalmaya mahkûm edilmişlerdir. Fakat dar bir alana hapsoldukları, kuyruklarını kısıp inlerine çekildikleri dönemlerde bile onların, toplumu esir almaya yönelik düşüncelerini korudukları, üstüne üstlük tahrip adına yeni bir kısım proje ve planlar üretmeye devam ettikleri de bir hakikattir. Fırsatı tam ele geçirdikleri dönemlerde ise hayata ait bütün alanları işgal ettikleri; kaba kuvvete başvurup, kendilerinden olmayan herkesi ezdikleri de başka bir hakikattir.

Fakat bu duruma gelmelerini sadece onların temerrüt ve zulümlerine vermemek gerekir. Beri tarafta kitlelerin gafleti, zühulü ve onlarla mücadele edebilecek faziletli insanların birlik ve beraberlik ruhunu yakalayamamaları, hesapsız ve plansız hareket etmeleri bu neticenin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar. Diyebiliriz ki istihkak kesp etmeyen hiçbir toplum, bu zalimlerin tahakkümü altında ezilmez. Esasında maruz kaldığımız her türlü bela ve sıkıntıyı kendi hata ve kusurlarımızdan bilmek de bize Kur’ân-ı Kerim’in tavsiyesidir. Cenâb-ı Hak Yüce Beyan’ında وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah işlediklerinizin birçoğunu affeder.” (Şûrâ sûresi, 42/30) buyuruyor.

Aslında bir insan, bütün bütün aklını yitirmemişse bilerek kendisine zarar vermez. Fakat onun gafleti, ileriyi görememesi, nefis sevdasına düşmesi, makam ve paye peşinde koşması gibi bir kısım ihmal ve kusurları, “bile bile kendine zarar veriyor” dedirtecek ölçüde zarara sebebiyet verir. Eğer insan, irtikâp etmiş olduğu bunca hata ve günahına rağmen bir kısım güzelliklere mazhar oluyorsa, bütün bu güzellikleri Allah’tan bilmelidir.

Merhum Mehmet Âkif, dünyadaki tek hak sahibinin, “Hakkımı vermem!” diyen kişi olduğunu söyler. Bu açıdan oligarşik azınlığın zulüm ve haksızlıkları karşısında, sadece bağırıp çağırmak, yaygara koparmak müspet bir netice vermez. Bilâkis hakkını yedirmeme adına aklî ve mantıkî mücadele edilmeli, eğer gaflet edilip hak kaybedilmişse istirdat etme adına elden gelen her türlü gayret gösterilmelidir. Gerekirse bu uğurda Kur’ân ve Sünnet’in tavsiyeleri doğrultusunda her türlü fedakârlık yapılmalı, hukuka riayet çerçevesinde ve adalet dairesi içinde gayret ederek insanca yaşama hakları tekrar geriye alınmalıdır.

Çağın Mütekebbirleri ve Hakkın Gür Sesi

Dün olduğu gibi bugün de dünyada sermayeyi, gücü, iktidarı ve bir kısım makam ve mansıpları elinde tutan kişiler halka bakarken yere bakıyor gibi, kendilerine bakarken ise göklere bakıyor gibi bakarlar. Hatta günümüzde sayıları o kadar fazladır ki, onlara oligarşik azınlık demek bile yeterli olmayacaktır. Elbette ki Allah’ın havl ve kuvveti karşısında onların gücünün hiçbir kıymeti yoktur ve O’na sığınanlar için de esasen hiçbir anlam ifade etmemektedir. Fakat bizim gaflet ve zaafımız neticesinde ortaya çıkan boşluk, gücü anlamlı hâle getirmekte, oligarşik azınlık da o gücü bize karşı kullanmaktadır.
Milletin sırtından geçinen bu tür zümrelerin, hep bu hâl üzere kalacaklarını düşünmek de doğru değildir. Bir gün onların arasından da yaptıkları zulümlere pişman olanlar, “tevbeler tevbesi” diyenler, duygu ve düşüncelerini değiştirenler ve insanca yaşama yolunu tercih edenler çıkabilir. Nitekim Devr-i Risalet-penahi’de bunun birçok örneğini görmek mümkündür. Her ne kadar Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlangıçta inananların çoğunluğu Bilâl-i Habeşî, Ammar İbn Yâsir ve Abdullah İbn Mes’ud (radıyallahu anhum) gibi servet ve iktidar sahiplerinin yanında çalışan fakir insanlar olsa da, daha sonraki yıllarda Mekke’nin önde gelenleri de bu nurdan halkaya dahil olmuşlardır.

Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk iman eden ve merkezi teşkil eden insanların kimliğine bakarak psiko-sosyolojik açıdan bir kısım tahlillere girebilirsiniz. Meselâ ezilen insanların, içinde bulundukları kötü hayat şartlarından kurtulmak için bir halaskâr arayışı içinde olduklarını; Nebiler Nebisi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadakati, iffeti, yüksek fetaneti ve kararlılığıyla görünce kendileri için bir merci olabileceği düşüncesiyle O’na koştuklarını söyleyebilirsiniz. Veya bu insanların, dünya ile hiçbir alâkalarının bulunmaması ve kaybedecekleri pek fazla bir şeylerinin olmamasını göz önünde bulundurarak Allah yolunda hırz-ı can etmelerinin daha kolay gerçekleştiğini de düşünebilirsiniz. Veyahutta zulüm altında inleyen bu insanlara, Allah Resûlü’nün engin şefkatiyle muamelede bulunması, bağrını açması, destek olması ve sahip çıkmasının, onların İslâm’ı daha hızlı bir şekilde kabullerinin bir sebebi olarak da görebilirsiniz. Bütün bunların haricinde fakr u zaruret içinde bulunan insanların böyle ezelî bir nura yönelişini bir sevk-i ilâhî olarak da değerlendirebilirsiniz. Ancak bu neticeyi hangi faktöre bağlarsanız bağlayın, ilk saffı teşkil eden kahramanların büyük çoğunluğunun fakir ve toplumun önde gelenleri tarafından hakir görülen insanlardan oluştuğunu görürsünüz.

Ne var ki, bir gün gelmiş her fırsatta Müslümanların karşısına çıkan ve onları ezmeye çalışan toplumun önde gelenleri de Müslüman saflarına katılmışlardı. Meselâ nübüvvetin altıncı senesinde Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı söylenen nâsezâ, nâbecâ sözler karşısında Hazreti Hamza’nın (radıyallahu anh) gayret-i insaniyesi coşmuş ve müşriklere karşı başkaldırmıştı. (Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 2/151-152; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/129) Demek ki onun ruhunda bu cevher ve potansiyel vardı. Yiğitlik timsali bu zat, başlangıçta muvakkat bir tereddüt yaşamış olsa da, Müslüman olduktan sonra kendisini İslâm’a öyle bir bağlamıştır ki, Uhud’da şehit olduktan sonra ismi göklerde “Allah’ın aslanı” mânâsında “Esedullah” şeklinde yazılmıştır. (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/149; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/149) Bir dönem temerrütte eşi emsali olmayan Ebû Süfyan, Mekke Fethi’nden sonra Allah Resûlü’nün yanında yerini almıştır. (Bkz.: el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 5/102; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 23/458) Onun gibi müşriklerin elebaşlarından olan nice kimseler, hakka teslim olup saf değiştirmişlerdir.

Hiç Kimse Güzelliklerden Mahrum Kalmamalı

Bu itibarladır ki bugün itibarıyla kendilerini kast sistemine göre en üst basamakta görüp, başkalarını ezmek haklarıymış gibi davranan oligarşik azınlık içinden kim bilir belki de nice servi revan canlar, nice gül yüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar çıkabilir, evrensel değerlerin ikame edilmesi konusunda size omuz verebilir. Hatta günümüzde yağmur gibi olmasa da yapraklara konmuş şebnemler gibi bunun emarelerinin görüldüğü söylenebilir. Zira dünyevî imkânları çok iyi olan, bazılarınca kast sisteminin üst basamaklarında görünen, dünya görüşleri itibarıyla kendilerini sizden uzak gören ve sizin de kendileriyle aynı mefkûreyi paylaşabileceğinize hiç ihtimal veremeyeceğiniz insanlar, güzelliklerle tanışınca insanlık ve barış yolunda yapılan faaliyetlere sahip çıkmaktadırlar. Bakıyorsunuz ki bunlardan bazıları bir yerde okul açmak istiyor, bir başkası farklı bir yerde bir üniversite yapmak istiyor, bir diğeri de açılacak bir eğitim yuvasının arsasını vermek istiyor. Bu türden hizmetleriyle aynı zamanda başkalarına da örnek olduklarından, onları görenler, “Bir okul da ben açayım; bir üniversite de ben yaptırayım.” demektedirler.
Dolayısıyla bize düşen vazife, aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin toplumun bütün fertleriyle ilgilenmektir. “Islah işi, sadece fakir fukara ile veya orta sınıf insanlarla götürülür.” düşüncesi doğru değildir. Belki bu insanlar yapılan olumlu işlere başlangıcından itibaren daha çok hüsnükabul göstermiş ve gönül kapılarını da ardına kadar açmış olabilirler. Siz de işin başlangıcında daha çok onlarla oturup kalkmış olabilirsiniz. Fakat günümüzde insanlık adına yapılması gereken işlerin çokluğundan dolayı himmetler âli tutulup, her yere ve herkese ulaşmaya çalışılmalıdır. Dünyevî imkânlara sahip olan ve başkalarına yukarıdan bakan insanları da işin içine dahil etme adına gayret gösterilmelidir. Ancak bu gayret ortaya konurken, inandığınız değerleri kabul etmeleri adına kimisi için bir gün, kimisi için bir hafta yeterli olsa da, kimisinin de ayağına bir ay, belki bir yıl gelip gitmeniz gerekebileceğini de unutulmamalısınız.

Kim bilir Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kaç defa Ebû Cehil’in kapısının tokmağına dokunmuş ve ona mesajını sunmuştu. Hiç kızmadan ve gönül koymadan her fırsatı değerlendirmiş ve iman hakikatlerini ona duyurmaya çalışmıştı. Çünkü Ebû Cehil, Benî Mahzûm kabilesinin önde gelenlerinden birisiydi. (Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 4/191; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/255-256) O, İslâmiyet’e girdiği takdirde, arkasından bütün kabilesinin de girme ihtimali vardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o gün itibarıyla sadece Ebû Cehil değil, Mekke’nin önde gelen bütün reislerinin kapılarının eşiklerini aşındırmış, gelmiş gitmiş, bıkmadan, usanmadan, gönül koymadan mesajını onlara sunmuştu. Belki iman etmek Ebû Cehil’e nasip olmamıştı. Fakat O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), o re’fet ve şefkati karşısında bir gün gelmiş Ebû Cehil’in oğlu İkrime iman etmişti. (Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 41/55-56) Hatta gün gelmiş Mekke’nin ileri gelenleri arasında O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim olmayan bir kişi bile kalmamıştı. Belki biraz da kitle psikolojisinin etkisiyle bütün Arap Yarımadası’nda fevç fevç İslâmiyet’e dehaletler olmuştu. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/248-249; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh 2/157-161)

Bu açıdan toplumun bütün kesimlerine ulaşabilme adına her vesile değerlendirilmeli, çok alternatifli yürünmelidir. Evet, bıkmadan, usanmadan, ümitsizliğe kapılmadan ve gönül koymadan herkesin kapısının tokmağına dokunulmalıdır. Belki bazıları, size hakaret edecek, “gerici”, “yobaz” diyecek veya daha değişik ad ve unvanlar takacaktır. Fakat bu, öyle bir meseledir ki, yapıldığında sizin için mutlak kazandırma, yapılmadığında da onlar için mutlak kaybetme meselesidir. Eğer sizin mesajınız, mutlak kazandırmanın sihirli ve sırlı bir anahtarıysa -ki Cenâb-ı Hak, kendi yolunda samimî koşturan herkese böyle bir sırlı ve sihirli anahtar vermiştir- bu anahtarı onların eline tutuşturmak için elli defa el-etek öpseniz değer. Evet, Kur’ân hadimleri, insanların ebedî mutluluk yoluna girebilmeleri için hiçbir cevr u cefaya, hiçbir kem söze ve hiçbir engellemeye asla takılıp kalmamalıdırlar.

Bamteli: Meşru Siyaset ve Makyavelist Politikacılar

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Raşit Halifeler ve onların yolunda yürüyenler meşru siyaseti temsil etmiş ve Makyavelizm’e asla başvurmamışlardır.

*Siyaset; taht-ı tasarrufta olan şeyleri idare etme, düzene koyma, ahenk içinde götürme.. farklılıklardan bir bütünlük meydana getirme, onlardan bir dantela gibi bir hayat örgüleme.. şahısları ve hadiseleri doğru okuyup doğru değerlendirme sayesinde gayr-ı mütecanis şeyleri bir araya getirip bir vahdet ruhu ortaya koyma demektir. Siyaset; sağlam idare etme, yönetimi ahenk içinde götürme demektir; problemsiz, ayrıştırmadan, kendini öne sürmeden, her şeyi kendi arzu ve isteklerine bağlamadan; umumun hissiyatını ve farklı insanlar arasında nasıl bir birlik ruhu teessüs ettirilebileceğini nazar-ı itibara alarak işi götürme demektir.

*Siyasetin Allah’çasını, Peygamber’cesini Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz uyguladılar. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimizden sonra mesele izafiliğe ve nisbîliğe düştü; onun ikide birini, üçte birini, dörtte birini, beşte birini ortaya koyanlar oldu. O ilklere, bir asır sonra yaşayan Ömer b. Abdülaziz çok yaklaştı; onun için bazıları onu Raşit Halifeler’in beşincisi olarak sayarlar. Daha sonraki devirlerde de belki Abbasilerden Mehdî, Hadi ve Harun Reşit gibi kimseler onlara bir ölçüde yaklaştılar. Aynı hususu Selçuklular için de düşünebilirsiniz. Selahaddin için de düşünebilirsiniz. Devlet-i Âliye’de bir kısım rical-i devlet için de düşünebilirsiniz.

*Siyasetin namuslusunu, dünya ve ukbâda sorgulanmaya maruz kalmayanını yaşayanlar onlardır. İnandıkları gibi yaşamışlar ve yaşadıklarını çevrelerine aksettirmişler. Meşru yaşamışlar, meşruiyetin dışına çıkmamışlar. En büyük problemleri bile hallederken kat’iyen Makyavelizm’e başvurmamışlar. Hep meşru.. meşru.. meşru…

“Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim!” Diyen Halife

*Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde sayıları (bazı kaynaklarda yüz bin oldukları nakledilse de) otuz-kırk bini geçmeyen sahabe-i kiram efendilerimiz, o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasanî’nin hakkından gelmiş, devletler muvazenesinde önemli bir yere oturmuş ve dünyaya yeni bir nizam vermişlerdi. Üstelik onlar, her birisi bugünkü PKK’nın üç-dört katı büyüklüğündeki on bir tane irtidat hâdisesinin üstesinden gelmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), iki buçuk seneye varmayan hilâfeti döneminde, bütün bu fitneleri bastırmış ve asayişi temin etmişti. Bununla beraber, o yüce kamet nazarlarını hep ahirete yoğunlaştırmış; insanlardan bir insan olarak yaşamış; hele asla meşruiyetten ayrılmamış ve helal rızık konusunda da adeta kılı kırk yarmıştı.

*Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabe efendilerimizin ısrarları üzerine, bütün zamanını Müslümanların ihtiyaçlarına ayırabilmek için cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi.

*Hazreti Ebu Bekir, ahirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir testi bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan testiden küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

Yalan.. Vallahi Yalan.. “Allah Rasûlü’nün yolundayım, Ebu Bekir’in yolundayım, Ömer’in yolundayım!” sözleri yalan!..

*Şimdi bir insan “Ben Muhammedîyim, Allah Rasûlü’nün yolundayım, Ebu Bekir’in yolundayım, Ömer’in yolundayım!” diyorsa! Ama hayat tarzı bu; yalılar, villalar, saraylar, yatlar, dünya adına doyma bilmemeler… Vallahi de yalan, billahi de yalan, tallahi de yalan, yalan oğlu yalan, kuyruklu yalan!..

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” Uyaran böyle medeni cesarete sahip, tam entelektüeldi. İşin başındaki serkâr da o kadar hakperest ve adalete saygılıydı.

*Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke’nin, daha sonra da Medine’nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi’ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber İslam’a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî’de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu. İstese o da yaptırabilirdi ama onun yalıları, villaları, sarayları yoktu.

*Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat o iki kat elbiseye sahip değildi. Uzun zaman kuyulardan su çekip evlere su taşıyarak geçimini sağlamıştı. Merhum Seyyid Kutub “El-Adaletü’l-İctimaiyye fi’l-İslam” adlı eserinde diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.”

Odun Taşıya Taşıya Omuzları Yağırlaşan Bir Peygamber Kızı.. ve Ekmeğini Zeytinyağına Bandırarak Karnını Doyuran Bir Halife

*Hazreti Fatıma annemizin odun taşıya taşıya omuzları yağırlaşmış, değirmen çevire çevire elleri nasır bağlamıştı. Bir gün Efendimiz’e gelip o nasırlı ellerini göstermiş, “Ya Rasûlallah! Tahammülfersa oldu, artık götüremiyorum! Bize de ganimetten…” demişti. Peygamber Efendimiz, “Eve gidin, beni orada bekleyin” cevabını vermişti. En sahih hadis kitaplarında nakledildiğine göre, mübarek annemiz hadisenin devamını şöyle anlatıyor: “Gece olmuştu, biz yataktaydık. Efendimiz gelince, ayağa kalkmak istedik, ‘Olduğunuz gibi kalın’ dedi. (Detayına kadar anlatıyor annem; diyor ki) Ayağının serinliğini göğsümde hissetim! Buyurdular ki, ‘Ben size istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girmeden önce 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdüllilah, (33 veya) 34 defa da Allahu Ekber deyin, bu sizin için daha hayırlıdır!’”

*Raşit Halifeler’in beşincisi sayılan Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi durmuş; hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytinyağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapmıştır. Halası “Yeğen, hani abim zamanında bana bir şey veriliyordu?!.” deyince, “Halacığım, benim şahsi malım yok ki sana vereyim; ben ekmeğimi zeytinyağına banıp yiyorum!” cevabını vermiştir.

*Doğru yaşamanın, istikamet içinde bir hayat sürmenin ve Müslümanlığa karşı sadıkane bağlılık içinde bulunmanın yolu bu. Peygamber’in arkasında yürüyenlerin yolu bu. Diğerine gelince; o, Makyavelizm: Dünyayı mamurane yaşama ve bunu bir hedef, bir gaye-i hayal haline getirme.. sonra da ona ulaşmak için her vesileyi meşru sayma!.. Masum insanları günah keçisi gibi görme ve bir yönüyle onların sırtından geçinme.. onların meşru hakları üstüne gelip konma.. kıyımcılar tayin etme.. gasplar yapma.. tagallüplerde, tahakkümlerde, tasallutlarda bulunma.. başkalarını ibade istikametinde şeytanî stratejilere saplanma, ayyuka çıkacak şekilde zulümler sergileme ve zulümlerde bulunurken de yaptığı şeylerin hak-adalet olduğunu zannetme…

“Düstur-u nübüvvet ‘Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.’ der; zulmü keser, adaleti temin eder.”

*Kuvvet, hakka ve adalete bağlıdır. Şayet kuvvet, hak ve adaletin vesayetinde icra-i faaliyette bulunmuyorsa, o işi yapan insanlar Haccac’dır, Yezit’tir, Neron’dur, Şeddad’dır, Lenin’dir, Stalin’dir, Hitler’dir.

*Büyük sultanların hak karşısında boyun eğişlerine misal sadedinde şu hadise anlatılır: Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, daha yirmi bir yaşında iken Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) övgüsüne mazhar olup en muallâ mevkiye ulaşan bir ulu sultandır. O, İstanbul’u fethettikten sonra, yaptıracağı caminin belli bir sayıda sütuna oturtulmasını ister ve mimar Sinan Atik’e bu mevzuda talimat verir. Ne var ki mimar, bu talimata uymayarak sütun sayısını eksik tutar ve Fatih’e göre önemli bir mimarî hata işler. Bunun üzerine Fatih, onun elinin kesilmesini veya kırılmasını emreder. Cezası uygulanan Sinan Atik, mahkemeye müracaat eder ve mahkemece davasında haklı bulunur. Derken, Fatih mahkemeye celb edilir ve Hızır Çelebi’nin hâkimliğini yaptığı mahkemede Fatih’in de elinin kesilmesine ya da kırılmasına karar verilir. Hükmü öğrenen büyük sultan, gayet mütevekkil bir şekilde cezalandırılmayı kabul eder. Bu manzarayı gören Sinan Atik, hemen meseleye müdahale eder ve bu adaleti gördükten sonra, ailesinin geçinebileceği nafakayı Fatih’in vermesi şartıyla davasından vazgeçer. Böylece Fatih kısastan kurtulmuş olur. Sultan Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi’ye döner ve “Eğer Allah’ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla/topuzla senin kelleni indirecektim!” diye kükrer. Bu kükreyiş karşısında Hızır Çelebi de, “Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de sana aynı şeyi yapacaktım!” sözleriyle karşılık verir ve sakladığı hançeri çıkarıp padişaha gösterir.

İsterlerse çarmıhlar hazırlasınlar; gayr-i meşru siyasetten ve makyavelist şerirlerden Allah’a sığınıp yolumuza devam edeceğiz!..

*Bu hadise bizim adalet ve hakkaniyet felsefemizin menkıbeleşmiş şeklidir. Biz buyduk. Bizi böyle olmaktan çıkaran, bizi şahıs, toplum ve millet deformasyonuna uğratan, küfre ait evsafı Müslümanlıkla karıştırıp çorba yapan, her şeyi karmakarışık hale getirip ciddi bir dejenerasyona sebebiyet veren gayr-i meşru siyaset olmuştur. Hazreti Üstad da “Eûzü billahi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti – Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” diyerek işte o makyavelist siyaseti zemmetmiştir.

*Cenâb-ı Hak, ferden, cemaaten ve milleten Raşit Halifeler’in yolunda yürümeye bizleri muvaffak eylesin. Yürüdüğünüz yol budur. Hiçbir şeyden endişe etmeyin Allah’ın izni ve inayetiyle. İsterlerse sizi çarmıhlara gersinler; isterlerse Ashab-ı Uhdud’un yaptığı gibi paramparça etsinler, çukurlara atsınlar, üzerinize diri diri toprak salsınlar!.. Yürüdüğünüz yolun doğruluğundan eminseniz -Emin misiniz?!.- hiç tereddüt etmeden, dine ve insanlığa hizmet etmeye bakın!..

*Birleri nasıl binler yaparız? İslam’ın bu güzel çehresini bütün dünyaya nasıl duyururuz? İnsanlığı muhtaç olduğu o hakikatle nasıl buluştururuz? Nasıl bütün gönüllere su serpmiş ve herkesi serinletmiş oluruz? İslam kevserini âleme nasıl içirmiş oluruz? İslam’ı gerçek ruhuyla bilmeyen, onu IŞİD’de okuyan, en-Nusra’da okuyan, Boko Haram’da okuyan, el-Kaide’de okuyan, Murabıtîn’de okuyan kimselerdeki yanlış telakkileri nasıl değiştirir; onun gerçek Muhammedî yüzünü, Ebu Bekrî yüzünü, Ömerî yüzünü, Osmanî yüzünü, Aliyyî yüzünü nasıl gösteririz? Sevilmesi gerekli olan bu ilahî sistemi, bu Allah vaz’ını insanlara nasıl sevdiririz? Neticede bazıları kabul eder, bazıları sempatiyle bakar, bazıları dost olur, bazıları ilişmemeyi şiar edinir. Böylece dünya huzur ve sükûnu teessüs eder Allah’ın izni ve inayetiyle. İşte sizi bekleyen budur ve üzerinde yoğunlaşmanız gerekli olan hususlar da bunlardır.

Tarih Şuuru ve Sulh Ruhu

Herkul | | BAMTELI

BU SOHBET SEÇİMLERDEN BİRKAÇ GÜN ÖNCE YAPILMIŞTIR.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde -özetle- şunları söyledi:

Yakma beni nâr-ı ağyâra ey Gaffâr u Settâr!..

*Ketencizâde hazretleri der ki: “Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar / Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” Onun sözlerini az değiştirerek şöyle diyorum: “Yansam da ocak gibi gam eylemem izhar / Yakma beni nâr-ı ağyâra ey Gaffâr u Settâr!” Senin ocağında cayır cayır yansam da gam izhar eylemem. İstersen kebap et, püryan et; el verir ki başka ateşlere yakmayasın. Nefis ateşine, şehevât-ı nefsaniye ateşine, heva ateşine, tûl-i emel ateşine, tevehhüm-ü ebediyet ateşine, dünyada daimi kalma mülahazası ateşine, servet ateşine, büyüklük, kibir ateşine, bakışta inhiraf ateşine, yanlışları taklit etme ateşine… Yeter ki, ardı arkası kesilmeyen bu ateşlere yakmayasın!.. Yakarsan, Kendi muhabbetinin ateşiyle yak!..

*Cüneyd-i Bağdadî hazretleri şöyle der: “(Ey Nefsim!) Heva kapısından girmek dilersen, kolayca girersin. Ne var ki, dışarı çıkmak istersen, pek zordur bilesin.” Hevâ kapısından girmek.. nefsin dürtülerine uymak.. şeytanın dürtüleriyle yanlış yollara sapmak.. bu çok kolaydır. Fakat bir kere de içine düştün mü, çırpındıkça batarsın, çırpındıkça batarsın, çırpındıkça batarsın. Zira Hazreti Pîr’in dediği gibi: “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.”

“Bugün milleti kurban edenler, yarın olurlar millete kurban!”

*“Bir adaletgâh-ı vâsidir bu dâr-ı imtihan / Bugün milleti kurban edenler yarın olurlar millete kurban!” Geniş bir dâr-ı imtihan bu dünya. Bugün kötülük yapanlar, yarın öyle kötülüklere maruz kalacaklardır ki, hiç şüpheniz olmasın, ettiklerinin on katıyla Cenâb-ı Hak onlara azap edecek. Kıvranacak, gözlerini dikip sizin yüzünüze bakacaklar; medet dilenecekler kendilerini çok güçlü görenler.

*Firavun da kendini çok güçlü görüyordu; Hazreti Musa (aleyhisselam) ve bir avuç Musevî karşısında gark olup giderken, döndü sığındı ama artık iş işten geçmişti. Kur’an diyor ki: “Şimdi mi?” Sen ondan evvel hep başkaldırdın, serkeşlik yaptın durdun. Ama madem o kadar dedin, senin bedenine necat vereceğim. O da sana yaramayacak da, arkadan gelenler için; senin gibi Nemrutların, Şeddâdların, Firavunların akıbetine şahit olmaları için; lâşelerini koruyacağım onların. “Lâ şey” olduklarının farkına varmadıklarından ve kendilerini bir şey zannettiklerinden dolayı “lâ şey” ve “lâşe” oldular; lâşe korundu, arkadan gelenlere bir ibret tablosu sunuldu. “Bugün milleti kurban edenler yarın olurlar millete kurban!” Hiç tereddüdünüz olmasın!..

“Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim”

Soru: Nesilleri tarih şuuruyla büyütmenin önemiyle beraber, geçmişteki kavgaları günümüze taşımak suretiyle yeni husumetlere sebebiyet vermemenin de mühim olduğu ifade ediliyor. Nitekim sevgi okullarında ve Türkçe Olimpiyatları’nda dün birbiriyle savaşmış ülkelerin çocukları dostça kucaklaşıyorlar. Husumete sebep olacak konuları hortlatmadan tarih şuuru nasıl kazandırılabilir?

*Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sen bir harabîsin; gözün mazidedir, âtî değilsin…” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim!” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Güçlü bir gelecek bekliyorsanız sağlam bir kökünüzün olması lazımdır.

*Geçmişsiz bir gelecekten bahsedilemez. Geçmiş bir kök gibidir. Gelecek onun üzerinde ser çekmiş, budak salmış ve yayılabilme ölçüsünde yayılabilmiş bir ağaç gibidir. Mutlaka kökümüzle irtibatımızı korumamız lazımdır. Ruh ve mana kökü diyoruz buna; hususiyle bizi biz yapan değerlere.. Üstad Necip Fazıl “Bu milleti gerçek millet yapan İslam’la tanışması olmuştur.” derdi. Biz -bir yönüyle- o blokaj üzerinde Allah’ın izni inayetiyle gökdelenler gibi yükselmişiz. Değişik dönemlerde devletler muvazenesinde bir muvazene unsuru olmuş ve sözümüzü âleme dinletmişiz.

Kur’an-ı Kerim’den Enfes Bir Misal

*Geçmişi olmayanların, sağlam bir geçmişe ve geçmiş blokajına bina edilmeyen şeylerin geleceği olması söz konusu değildir. Onlar âtîsiz insanlardır; her şeyi bugüne ve şartlara göre yaparlar.

*Kur’an-ı Kerim’in şu teşbihleri sağlam blokaja dayanıp istikbal vad eden ya da köksüzlüğe yenilip kuruyup giden nesiller açısından da değerlendirilebilir:

أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ

“Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir. Kötü söz ise, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarılabilen, kökleşip yerleşmeyen değersiz bir ağaca benzer.” (İbrahim, 14/24-25)

Geçmişteki kavgaları günümüze taşımak suretiyle yeni husumetlere sebebiyet vermemeli!..

*İslam’ın savaşları -yüzde doksan- müdafaa harbi olarak vuku bulmuştur.

*Geçmişte olan hadiseleri, yeniden deşelemek suretiyle, günümüzde yeni kavga vesileleri yapmanın hiçbir faydası yoktur. Bugün onların dedikodusunu etmek, onları dillendirmek ve bâtılı tasvir etmek suretiyle safi zihinleri idlal etmek, yeni kavga vesileleri oluşturmak demektir. Kin duygusuna, nefret duygusuna, gayz feveranına sebebiyet verebilecek hususları tarihin bağrına gömmek ve üzerine de kocaman kocaman kayalar koymak lazım; onları unutmak ve onların yeni kavga vesileleri haline gelmesine fırsat vermemek lazım. Bu biraz hazım sisteminin sağlam işlemesine bağlı. Sindireceksiniz bunları, yoksa hepimizde vardır: Niye bu kötülüğü yaptılar, neden İslam dünyasını işgal ettiler, neden onun genel ahengini bozdular?!. Bunları bugün söylemenin bir âlemi yok.

*Derlenirsiniz, toparlanırsınız, yine ruh ve mana kökleri üzerinde kendi ruh abidenizi ikame etmeye çalışırsınız. Bunu yaparken de etrafı tahrik etmemeye ve yeni yeni düşman cepheleri oluşturmamaya dikkat edersiniz; tabir-i diğerle, güzergâh emniyetini tehlikeye atmazsınız. Yürüyeceğiniz yollarda borazanla canavarları uyarmak, üzerinize saldırtmak akıllı insan işi değildir.

*Herkesle iyi geçinerek, bir huzur dünyası oluşturma istikametinde elden gelen her şeyi yapmak lazım. Hasım gibi görünen insanların evine gitmek suretiyle “Sizi de bekliyoruz, bağrımız size de açık!” demek lazım.

*Öyle engin bir vicdana sahip olmalı ki, o vicdana giren kimse ayakta kalacağı endişesine kapılmasın. Herkesin oturacağı bir sandalye olsun sizin kalbinizde!..

“Bir ayağım İslam’ın merkezinde, öbür ayağım yetmiş iki millet içinde!..”

*Seleften Allah razı olsun halefe ne kadar çok iş bırakmışlar. Sizin döneminizde Hazreti Pir-i Muğan Şem-i Taban, Mısır’da bir başkası, Suudi Arabistan’da bir başkası, Pakistan’da bir başkası; herkes kendi ufku ve ufkundaki enginliği ölçüsünde ortaya bir şeyler koymuştur. Arkadan gelen nesillere bu doneleri değerlendirmek düşmektedir. Bunu yapmak suretiyle kendi dünyanızın rengini dünyaya aksettirin, o mükemmel dantelayı bütün dünyaya gösterin, onlarda imrenme duygusu uyarın. Belayı ve musibeti ne kadar minimize ederseniz, Allah’ın izni ve inayetiyle, insanlık o kadar huzurlu bir dünyada yaşamış olur.

*Evet, geçmişte kavgaya, gürültüye, patırtıya sebebiyet vermiş hadiseleri deşelemek suretiyle günümüzde yeni kavga unsurları oluşturmamak, aksine güzergâh emniyeti adına herkese açık durmak lazım. Kardeş, dost, taraftar, muhip, sempatizan, ilişmeyen ve arafta (bir o tarafa bakan, bir de bu tarafa bakan, bazen dökülen bazen de siz kalkıp yürüdüğünüz zaman çıkarları o istikamette olduğundan dolayı sizin yanınızda) bulunanlara kadar alaka dairesini geniş tutmak lazım.

*Hazreti Mevlana’nın ifadesiyle “Bir ayağım İslam’ın merkezinde, öbür ayağım yetmiş iki millet içinde!..” Hazret öyle diyor, öyle bir daire çiziyor. Böyle engin bir vicdanla insanlığa bakmak lazım. Zira kinlerin, nefretlerin, gayzların, öfkelerin şimdiye kadar insana bir şey kazandırdığı hiç görülmemiştir.

Geleceği Omuzunda Bayraklaştıracak Genç Nesiller

*Düne kadar Türkçe Olimpiyatları adıyla, şimdilerde Dil ve Kültür Festivali unvanıyla yapılan faaliyetleri yasak ettiler; “Burada olmasın!” dediler, “Yaptırmayacağız!..” dediler. Sağ olsunlar, hidayet defterlerine yazılsın bu, kaydedilsin!.. Bu sene yirmi yerde yapıldı. Yirmi yerde Türkiye’de olandan daha parlak icra edildiği için, arkadaşların bu mevzuda aşk u iştiyakları daha bir arttı. Diyorlar ki: “Yahu 40 ülkede de yapmak mümkünmüş bunu! Niye 40 ülkede yapmadık?!.” Öyleyse gelecek sene 40 ülkede yapacak şekilde bu meseleyi projelendirelim Allah’ın izni ve inâyetiyle. Nasıl olsa varidat, semalar ötesinden geliyor. Nasıl olsa, Cenâb-ı Hak vüdd vaz ederek, kalbleri size tevcih ediyor.

*Geleceği omuzunda bayraklaştıracak genç nesiller.. siyahı, esmeri, mavi gözlüsü, kara gözlüsü, kıvırcık saçlısı, düz saçlısı, uzun saçlısı, kısa saçlısı… birbiriyle öyle mezc oldu, öyle kaynaştı, öyle bütünleştiler ki, bunlar geleceğin eliti olmak üzere yürüyorlar ve geleceğin huzur dünyası adına her birisi adeta inandıran çok önemli bir mesajdır. Aslında olan şeyler, gelecekte olacak şeylerin en inandırıcı ve en yanıltmayan referansıdır.

Hak her zaman üstündür ve galip gelir!..

*“Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib / Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib” (Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, oracığa yığılıverdi.) Her dönemde böyle hal ve manzaralar olmuştur. Fakat bunların hepsi gelip geçicidir. Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde bunların elli tanesi görülmüştür, bundan sonra da -kesretten kinaye- elli tanesi görülecektir. Diriğ etmeyin; müteessir olmayın.

*“Gevşekliğe kendinizi salmayın, katiyen tasalanmayın; Allah’a yürekten inanıyorsanız, siz o üstünlük dinamizmini elde etmişsiniz demektir; er geç, Allah’ın izin ve inayetiyle, sütün yoğurdun kaymağı ve balın özü gibi hep üste vuracaksınız.” (Âl-i İmrân, 3/139) “Akıbet ve netice Allah’tan korkan müttakilerindir.” (A’raf, 7/128) Ve bu âyetlerden süzülen sarsılmaz bir prensip: “Hak daima galiptir; üsten ve üst gelmiştir ve katiyen o yenik düşmemiştir, ona galebe çalınamaz.”