Posts Tagged ‘ihlas’

Yüce Hedeflere Kilitli Ruhlar

Herkul | | KIRIK TESTI

Şunu hiçbir zaman hatırdan uzak tutmamak gerekir; iffet ve ismet duygusu gönüllerimize mâl olmuş, nezahet ve ahlâk iç dünyamızın bir derinliği hâline gelmişse hep sırat-ı müstakimde yürürüz. Kötü ve çirkin şeylere baksak bile onların kötü yanlarını görmeyiz. Görsek bile takılmaz, geçer gideriz. Çünkü bu duyguların arkasında iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah gibi dinamikler vardır. Bunlar sayesinde duygu ve düşüncelerimizi sur veya sera içine alabilir, onları kontrol edebiliriz.

Ancak ne yazık ki günümüzde toplumun büyük kesimi itibarıyla bu duyguları yitirdiğimize şahit oluyoruz. Yitiklerimizi başka şeylerle doldurmaya çalıştığımız için de çelişkilerden kurtulamıyoruz. Nice zamandır ilahî nizamlar mecmuasının kıymetini bilememişiz. Müslümanlar olarak sahip olduğumuz değerleri layıkıyla temsil edememişiz. Diğer yandan birileri bize güzeli çirkin, çirkini güzel, iyiyi kötü, kötüyü iyi göstermiş; dinî ve ahlakî değerlerimizi zedelemiş. Bir kısım terör örgütleri de şiddet ve terör eylemleriyle Müslümanlığın aydınlık çehresini karartmış. Çokları da Müslümanlığı, kötü örneklere bakarak anlamaya çalışmış ve sürekli yanılgılar içinde kalmış.

Adanmışlara Verilen Lütuflar

Ne büyük nimettir ki bütün bu olumsuzluklar içinde Cenab-ı Hak, iman ve Kur’ân hizmetine gönül veren adanmışlara önemli bir fırsat ihsan etti. Onları bir tohum gibi dünyanın değişik yerlerine dağıttı. Onlara, bulundukları ülke insanlarına ulaşabilecekleri imkânlar, müesseseler bahşetti. Bütün bunlar, bugüne kadar yanlış anlaşılan meselelerin doğrusunu gösterme adına önemli birer fırsattır.

Bu açıdan kin ve düşmanlığa kilitlenmiş bazılarının diş göstermelerine, salya akıtmalarına takılmamak lazım. Dar bir alanda yaşayan dar zihinli, nefret ve düşmanlığa kilitli bazı kimseler sizi farklı görebilir. Kendileri akı kara gördükleri gibi, başkalarına da kara göstermeye çalışabilir. Fakat öyle günlerdeyiz ki dünya kadar insan aydınlığı sizin etrafınızda arıyor. Size düşen vazife de enerjinizi sağa sola dağıtmadan, bütün istidat ve kabiliyetlerinizi gönül verdiğiniz gaye istikametinde kullanmaktır.

Cenab-ı Hak bugüne kadar size ekstradan çok büyük lütuflarda bulundu. Olan şeyler tamamen O’nun lütuf ve ihsanıdır. Sahabe-i kirama, tâbiin-i fihâma ve onlardan sonra gelen mücedditlere, müçtehitlere, Selçukluya, Osmanlıya eda ettirdiği misyonu size de eda ettirdi. Neredeyse gitmedik ülke bırakmadınız. Dünyanın farklı ülkelerinde yüzlerce müessese açtınız. Allah’a binlerce hamd ü sena olsun. Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ. Karıncalara, termitlere kendi güç ve kabiliyetlerinin çok üstünde kubbeler yaptıran Allah Teâlâ’nın, bizleri şart-ı âdi planında hangi sebebe binaen bu lütuflara mazhar kıldığını bilemiyoruz. Belki belli ölçüde sergilenen ihlas, belki de kardeşler arasındaki vifak ve ittifak Allah’ın lütfuna, tevfik ve inayetine davetiye olmuş olabilir.

Siz kıvamınızı koruduğunuz, duygu ve düşünce selametini muhafaza ettiğiniz sürece kim bilir Cenab-ı Hak daha başka ne lütuflarda bulunacak. Peygamber yolunda yürümeye devam ettiğiniz, makam ve mansıplara dilbeste olmadığınız, dünyevi çıkarlara peylenmediğiniz, birilerinin vesayeti altına girmediğiniz, yaşatma duygusunu yaşamanın önünde götürdüğünüz ve gölgelere takılmayarak hep güneşe müteveccih yürüdüğünüz sürece Allah’ın izni ve inayetiyle bu iş devam eder.

Bakmayın şimdi esen muhalif rüzgârlara, tsunamiye dönüşen dalgalara, zalimlerin hay huyuna. Takılmayın bunlara. Allah sizinle beraberse, kimse size üstün gelemez. Bugün kendini aziz bilenler yarın zelil olurlar. Bugün millete zulmedenler yarın hazan yemiş yapraklar gibi savrulup giderler. Hiç tereddüdünüz olmasın. Çünkü Allah ahirette mazereti kalmasın diye zalime mehil üstüne mehil verir ama ilelebet onu ayakta tutmaz. Gayretullaha dokunduğunda tokadı da çok şiddetli olur. Kabza-ı kudretiyle onu bir kere derdest etti mi iflahını keser. Âdet-i ilahiye hep böyle cereyan etmiştir. Tarihte bunun nice örnekleri vardır.

Mefkure Kahramanlarının Vazifeleri

Şunu da ifade etmekte fayda var: Bazı dönemler vardır ki Allah yolunda yapılan infaklar, ortaya konulan gayretler başka zaman dilimlerine göre ziyadesiyle değer kazanır. Çünkü şartlar çok çetindir. Günümüzde öyle bir zaman dilimi yaşıyoruz. Bugüne kadar enbiya-yı kirama, evliya-yı izama, Allah’ın daha başka mükerrem kullarına çektirenler bugün de size çektiriyor. Onlar, başlarına gelen belâ ve musibetlere katlandıkları gibi bugün bize de katlanmak düşüyor. Maruz kaldığımız sıkıntılara takılmadan hak bildiğimiz yolda sabit kadem olmak, üveyik gibi kanatlanmak, küheylan gibi şahlanmak da yine bize düşüyor.

Bize düşen vazife, Allah’ın izni ve inayetiyle, gidemediğiniz yerlere de gitmek, şimdiye kadar açılan müesseseleri, yapılan hizmetleri, verilen himmetleri katlamaktır. Kuruntularının arkasında koşan kimseler altı boş iddialarla milleti kandırmaya devam etseler de, Allah şimdiye kadar size önemli açılımlar nasip etti. Ümidimiz o ki bundan sonra daha büyüklerini de yapmaya muvaffak kılacaktır. Nihayet bu hayırlı hizmetleri engellemeye kilitlenmiş karanlık ruhların hevesleri de kursaklarında kalacaktır. Elverir ki biz, Allah yolundan, Peygamber yolundan, sahabe yolundan ayrılmayalım ve kendi yaşamamızı bir kenara bırakarak yaşatma duygusuyla yaşayalım. Üstlendiğimiz emaneti fevkalade bir azimle, fevkalade bir inanmışlık duygusuyla götürebileceğimiz yere kadar götürme gayreti içinde olalım.

İman İksiri veya Şükür ve Sabır

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: Ne kadar şaşılacak bir haldir şu mü’minin hâli! Başına belâ indiği zaman dişini sıkıp sabreder ve bu onun için hayırlı olur. Nimet sağanağına mazhar olduğu zaman şükreder, bu da onun için hayırlı olur.” (Müslim, zühd 64) Dolayısıyla her daim denilmesi gerekli olan söz şudur: “Küfür ve dalaletten başka her hâle hamd olsun.” Şayet sapıklığa düşmemişsek, ahiret hayatının köprülerini yıkmamışsak, Allah’la münasebetimizi koparmamışsak hâlimize hamd olsun.

Hayata böyle bakabilirsek, zannediyorum fırtınaların şiddeti, dalgaların tsunamiye dönmesi, hortumların yıkıcılığı karşısında sarsılmayız. “Allah var, gam yok” der yolumuza devam ederiz. “Onu bulan neyi kaybetmiştir, O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki!” O’nu bulmuşsanız, bulacak başka bir şey kalmamış demektir. Ama O’nu yitirmişseniz elde ettiğiniz hiçbir şey yoktur.

Dünyayı Ahirete Tercih Edenlerin Çağı

Herkul | | KIRIK TESTI

Dünyayı, dünyaya bakan, heva ve heveslerimize bakan yüzünden ötürü severseniz, onu bilerek ve isteyerek ahirete tercih etmiş olursunuz ki çağımızın en büyük marazı budur. Günümüzde dünyanın cazibedar güzellikleri çoklarının başını döndürüyor. İnanıyor gibi görünen kimseler dahi bütün kalbleriyle dünyaya bağlılar. Taparcasına dünyayı seviyor ve onu ahirete tercih ediyorlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanıyor, ömürlerini tûl-i emellerinin peşinde tüketiyorlar.

Kalbi sımsıkı dünyaya bağlı yaşayan insanların ibadetleri şekilden öteye geçmez. İbadette önemli olan, kalbin Allah’la irtibatıdır. İnsanın delice O’na bağlanmasıdır.  Aşkla, heyecanla, yüreği çatlarcasına ibadet etmesidir. Dualarında, kalbinin iniltilerinin dile dudağa dökülmesidir. O’nun karşısında her şeyi yok bilmesidir. Fuzuli’nin lâl ü güher gibi şu sözü konu ile ne güzel denk düşüyor:

Dünya ve mâfîhâyı bilen arif değil,
Arif oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir.

Kullukta İhlas ve Samimiyetin Önemi

 Güneş çıktığında gökte yıldızlar kaybolduğu gibi, gönülden Allah’a teveccüh eden kimsenin gözünde de dünyanın cazibedar güzellikleri silinir gider. Hatta böyle biri, zaman olur kendini dahi görmez.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi çağımız, dünyayı, bilerek ahirete tercih edenlerin çağı ve ne yazık ki  camidekinin derdi de, Kâbe’ye gidenin derdi de, Arafat’ta el kaldırıp yalvaranın derdi de dünya. Dua ederken onların seslerine kulak verecek olsanız, taleplerinin genellikle dünyevî isteklerden oluştuğunu duyarsınız. Onlar dualarında dünyayı istemek şöyle dursun; ibadet ve kulluklarını bile dünyevi beklentilerine vasıta yaparlar. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) tabirleriyle, nice namaz kılanlar vardır ki, yorgunluk ve uykusuzlukları yanlarına kâr kalır; nice oruç tutanlar da vardır ki, açlık ve susuzlukları yanlarına kâr kalır. Oysaki kullukta esas olan, ihlastır, samimiyettir. Şayet siz, ikbal ve istikbalinizi, evlâd u iyalinizi, makam ve mansıbınızı, pâye ve şöhretinizi kulluğun içine sokarsanız, onu kirletmiş olursunuz. Ama ne acıdır ki çağ, dünyaya tapanların çağıdır ve bu tehlikeden uzak kalabilmek de çok zordur.

Dünyevileşme Tehlikesi ve Tedavisi

Kur’ân-ı Kerim, Gerçek şu ki, siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için ahireti görmezden geliyorsunuz.” (Kıyâme sûresi, 75/20-21) âyetiyle âdeta çağımızı resmeder. Günümüzde vebadan, taundan, cüzzamdan, AİDS’ten daha tehlikeli bir hastalık varsa o da kulluğu dahi kirletecek şekilde dünyayı birinci sıraya koyma hastalığıdır. Bu virüs kime musallat olsa onu yere serer. Böyle birinin ayakta kalması söz konusu olamaz. Allah’tan diler ve dilenirim ki, onca kötü insanın kötülüklerine ve engellemelerine rağmen Cenab-ı Hakk’ın bir tevfik-i ilahî olarak önemli hizmetlere muvaffak kıldığı adanmışlar bu virüsten azade kalırlar.

Dünyevileşme girdabına kapılmamanın önemli bir yolu, gönlün yüksek gaye-i hayallere bağlanması ve yüksek idealleri realize etmeye kilitlenmesidir. Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin her yerde dalgalanmasını bir mefkûre hâline getiren kimselerin, bunun çok aşağısında kalacak şeylere bel bağlamaları söz konusu olamaz. Zira böyle ulvi bir mefkure, dünyevî makam ve mansıplardan, hatta dünyada yüzlerce imparatorluk kurmaktan daha önemlidir.  Zat-ı Ulûhiyet’i isteyen, ahireti hedefleyen bir insan, dünyanın cismaniyet ve hayvaniyete bakan yüzüne ehemmiyet vermez, veremez. Cenab-ı Hakk’ın rü’yetine gözlerini dikmiş olanlar, gözlerini başka her şeyden sakınırlar. O’na müteveccih olan kimseler, teveccüh edecek başka kıble aramaktan vazgeçerler. Dünya bütün güzellikleriyle, parlaklık ve ihtişamıyla karşılarına dikilse, onlar onu buğulu, sisli, kirli bir şey olarak görürler. Belki de hiç görmezler.

Allah Resûlü, dünyanın kıymet ve mahiyetini anlatma adına şöyle buyurur: “Şayet Allah katında dünyanın (zatî kıymeti itibariyle) sinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizî, zühd 13; İbn Mâce, zühd 3) İşte dünyanın kadr ü kıymeti budur. Yüksek bir donanımla dünyaya gönderilen insan, ne diye böyle basit bir şeye talip olsun ki! O öyle bir şeye talip olmalı, öyle bir hedefe yapışmalı ki, onu ulaşılmaz zirvelere ulaştırsın, tahayyülleri aşkın nimetlere mazhar etsin. Gönlünü dünyaya kaptıran, dünya deyip oturan, dünya deyip kalkanlar ise ahirete ait bütün azıklarını dünya hesabına kullanmış ve gidecekleri ebediyet âlemlerine zâd u zahîresiz gitmiş olurlar.

Dünyanın Cazibedar Güzellikleriyle Başa Çıkma Yolları

Dünyanın cazibedar güzelliklerine aldanmamak için yapılması gereken şey, Allah’la münasebeti sağlam tutmaktır. Dualarımızın merkezine Allah’ın teveccühünü, inayetini, maiyyetini, hıfz u himayesini, nusret ve yardımını koymalıyız ve daima “Allah’ım, Sana kavuşma iştiyakıyla kalblerimizi doldur.” demeliyiz. O’na olan imanımızı, yakinimizi, tevekkülümüzü, teslimiyetimizi, güvenimizi artırması adına yalvarıp yakarmaktan dur olmamalıyız. Ama bütün bunların O’nun hakkını eda etmeye yetmediğini bilmeli ve sözlerimizi O’na hakkıyla kulluk yapamadığımızın, O’nu hakkıyla bilemediğimizin, O’na hakkıyla hamd ü senada bulunamadığımızın itirafıyla noktalamalıyız. Belki de O’nun ululuğunu, kendi küçüklüğümüzü, ibadetlerimizin sığlığını itiraf etmemiz O’nun merhametine dokunur, rahmetinin vüs’atiyle münasebete geçer ve dolayısıyla da Allah, yapmamız gerekli olan ama yapamadığımız kulluktan dolayı meydana gelen boşluğu rahmetiyle doldurur.

Ahirette Cenab-ı Hakk’ın teveccüh ve rahmetine, rıza ve rıdvanına mazhar olmak istiyorsak, bu dünyada hep onların peşinde olmalı, hep onları istemeliyiz. Hep söylediğimiz gibi, teveccüh, teveccühü celbeder. Biz bu tür mülâhazalarla dopdolu olduktan sonra, dünya kendini bize kabul ettiremez. Onun nimetleri karşısında başımız dönmez, bakışımız bulanmaz. Dünyayı, Allah Teala’ya ulaşma ve kavuşma adına bir vasıta, bir yol, bir koridor olarak kullanırız. Biz dünyaya böyle bakarsak, fani yüzü itibarıyla kömür veya toz toprak gibi değersiz olan dünya birdenbire yakuta, zebercede, elmasa dönüşür.

Diriliş Mimarlarının Vazifesi

Herkul | | KIRIK TESTI

Günümüzde Müslümanlık adına yaşanan çoğu problemin arkasında, Müslümanlığı içine tam sindirememiş, ihlas ve ihsan şuuruna erememiş şekil Müslümanları vardır. Onların, İslâm’ın ortaya koyduğu kriterlere aykırı davranışları, helâl-haram sınırlarını tanımamaları, İslâm’ın ve Müslümanların adına leke çalıyor, duruşunu bozuyor. Diriliş süvarilerinin yerine getirmesi gereken öncelikli vazife, ruh ve kalb hayatımız adına yitirdiğimiz değerleri yeniden ihya etmek ve bunların bütün canlılığıyla tabiatlara mâl olmalarını sağlamaktır. İnsanlığın şeklî ve surî Müslümanlıktan kurtulması da buna bağlıdır. Bu değerlerin başında ise ihlas gelir.

İhlas ve Rıza

İslâm’ın muhtevasını bir şiire benzetecek olursak, onun kafiyesi ihlastır ve bu, bütün amellerin derin bir kulluk şuuruyla yerine getirilmesi ve Allah’la irtibatlandırılmasıdır. Bilindiği üzere ihlas, yapılan her amelin sırf Allah emrettiği için, sadece O’nun rızası hedeflenerek yapılmasıdır. Hz. Pir’in Birinci Söz’ün başında dediği gibi insanın Allah için işlemesi, Allah için başlaması, Allah için görüşmesi, Allah’ın rızası dairesinde hareket etmesi, yani kısaca bütün işlerini O’nun rıza ve hoşnutluğunu gözeterek yapmasıdır. Elimizi dua için her kaldırışımızda Cenab-ı Mevla’dan rıza ve ihlas istemeliyiz. Bu konu o kadar önemlidir ki bir kişi akşama kadar hiç durmadan “Allahumme el-ihlas ve’r-rıda (Allahım, Senden ihlas ve rızanı istiyorum)” dese yine de azdır. Çünkü bir mü’minin bütün dünyevî mülâhazaları elinin tersiyle bir kenara iterek saf ve dupduru bir kulluk şuuru kazanması yaratılış gayesine matuf en büyük hedeftir. Bu açıdan değil sadece dünyevî beklentiler, kulluktaki zirve, ibadetlerin uhrevî beklentilere bile bağlanmaması, sadece ve sadece Rabbimizin hoşnutluğunu kazanmak için yapılmasıdır.

Ne var ki böyle bir ufku yakalamanın kolay olmadığı da bilinmelidir. İhlasa musallat olan, onu delik deşik eden ve güve gibi kemiren o kadar çok şey var ki! Beşerî garizeler, rahat ve rehavet duygusu, şöhret arzusu, pes bayağı hisler, dünyevî çıkarlar vs. bizi ihlâs ve samimiyetten uzaklaştırıyor, uhrevilik ve melekûtiliğe açılmamıza mâni oluyor ve bize en büyük mazhariyetleri kaybettiriyor. Dosdoğru bir yola girmiş insanların bile dikkatli yaşamadıkları takdirde süfli duygular ve cüzi menfaatlerden ötürü zamanla ihlas kırılmaları yaşayabilirler; Allah yolunda yürüdüklerini zannetseler de sukuta maruz kalabilir, kazanma yolunda kaybedebilirler.

Çok iş yapmak, büyük işler çevirmek, büyük çemberler döndürmek marifet değil; asıl marifet, yapılan her şeyi O’nun rızasına bağlayabilmektir. Zira marziyat-ı ilahiyeye bağlılıktan daha ulvi bir şey yoktur. Amel ve hizmetlerinizde ihlası yakalayamadığınız takdirde dünyanın rengini değiştirseniz dahi kendinizi kaybedersiniz. Zahiren çok kazanmış gibi görünseniz de Allah katında kaybetmiş tali’sizler kategorisine dahil olursunuz. Başardım zannettiğiniz işler de uzun ömürlü olmaz. Saman alevi gibi gelir geçer. Bu yüzden yapılan her işte ihlası yakalamaya çalışmalı, bunun için de iç mücadelenizi sürekli devam ettirmelisiniz.

İhlas Nasıl Kazanılır

İnsan, marifet-i Sani konusundaki derinliği ölçüsünde ihlasa muvaffak olur. Hakiki ihlâsa ulaşabilmek, marifetullahın, insanın bütün benliğine hükmetmesine bağlıdır. Böyle biri, ağzını açarken, konuşurken, gözlerini kırparken, elini-ayağını hareket ettirirken Rabbinin huzurunda olduğu şuuruyla yapar, bunu bir lahza olsun hatırından çıkarmaz. Bakışları derindir, tavırları ciddidir, duruşu vakurdur, sözleri edeplidir… Bütün tavır ve davranışları iman-ı billâh, marifetullah ve mehafetullahın (Allah’a inanıp O’nu tanıma ve O’na karşı saygıyla dopdolu olma) güdümündedir. Ondan münasebetsizce tavır ve davranışlar sadır olmaz. Marifetullah bu ölçüde insan benliğini sarar, ona hükmederse o kişinin imanında derinlik, amellerinde de ihlas olur.

Yeni bir ihya hareketinin, insanlığın ve Müslümanlığın yeniden layık olduğu veçhile temsil edilmesinin peşinde koşanların yapmaları gereken temel vazife, bu kulluk şuurunu canlandırabilmektir. Mesele sadece insanları namaza alıştırma değildir; tabir-i caizse onları “namaz delisi” yapabilmektir. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, mescitten çıktıktan sonra kalbini mescitte bırakan, bir sonraki namazı iple çeken namaz delileri. Öyle ki onlar mesela öğle namazından çıktıktan sonra, “Yahu niye bu müezzinler bir an evvel ikindi ezanını okumuyorlar! Okusalar da koşa koşa gidip bir kere daha Cenab-ı Hakk’ın dergâh-ı huzurunda kemerbeste-i ubudiyet içinde el pençe divan dursak, başımızı yere koyup yüzümüzü Hakk’ın kapısının eşiğine sürsek, O’nun büyüklüğünü kendi küçüklüğümüzü ifade etsek!” diyecek ölçüde ibadete kilitli yaşamalılar. Sadece namaz değil, orucun da, infakın da, diğer ibadetlerin de delisi olmalılar. Bütün ibadetleri ihlasla ve şuurlu bir şekilde yerine getirme noktasında çok kararlı durmalılar.

İhlas dolu böyle bir kulluk şuurunun zıddı ise, ibadetleri aradan çıkarma mülâhazasıyla yerine getirmedir. Yani, kalbi ürpermeden, yaptığı ibadeti beyninin bütün nöronlarında duymadan, hatta kimin karşısında durduğunun dahi farkına varmadan gafletle ibadet yapmaktır. İnsanda en azından ibadetlerini şuurlu yapabilme noktasında bir niyet ve ceht olmalıdır. O, işin başında her şeyi derinlemesine duyamayabilir. Bu, ciddi ve sürekli ceht ve gayrete bağlıdır. Cüneyd-i Bağdadî ancak altmış seneden sonra arzu ettiği ibadet ve marifet ufkuna ulaştığını ifade eder. Aynı şekilde Bediüzzaman Hazretleri de ömrünün sonlarına doğru imrendiği zatlar gibi tesbih çektiğini, kendisiyle birlikte âdeta bütün varlığın “sübhanallah” dediğini duyduğunu söyler. Dolayısıyla asıl önemli olan, insanın böyle bir ufka talip olması ve onu yakalama adına sürekli gayret göstermesidir.

Şayet ibadetlerinizde enginlik ve derinliklere açılmaya, ihlas ve ihsan ufkunu yakalamaya namzetseniz, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün maksadınıza ulaşabilirsiniz. Bundan sonra yapılması gereken şey ise duyduğunuz şeyleri başkalarına da duyurmaktır. İhya hareketi müntesiplerine düşen sorumluluk da budur. Başta da söylediğimiz gibi bu, insanları şekil Müslümanı olmaktan kurtararak hakiki Müslümanlığa ulaştırma, kalb ve ruh hayatına yönlendirme sorumluluğudur. Günümüzde pek çok insanın günlük siyasetin cenderesinden sıyrılmaları da esasen, bu manevi akımla Allah’la münasebetlerini güçlendirmelerine bağlıdır.

İnsanoğlu, tabiatı itibarıyla hataya açıktır, herkes hata yapabilir. Fakat böyle bir kıvama ulaşmış insanların inhirafları az olur. İnhiraf ettiklerinde de hemen Cenab-ı Hakk’a yönelir, iç döker, tevbe ve istiğfarla hata ve günahların isini, pasını siler süpürür, arınıp temizlenirler. Şayet bir yerde böyle bir keyfiyete ulaşmış bir heyet oluşursa, onlar orada maya olurlar ve bu hâl dalga dalga çevreye yayılır.

Günümüzde insanlığın böyle bir dirilişe ihtiyacı var. Dini, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm ecmain) gibi duyacak, yaşayacak insanlara ihtiyaç var. Bize düşen de hep bu ulvî düşüncelerle oturup kalkma, onları gerçekleştirmeye çalışma ve bu konuda dua dua Allah’a yalvarma olmalıdır. Bunun dışında kalan şeylerin tamamı bizim için tali meselelerdir.

Yitik Cennetimiz: Kulluk Şuuru

Herkul | | KIRIK TESTI

Bugünün mü’minlerinin en büyük problemlerinden biri; tekrar edip durdukları güzel düşünceleri, güzel sözleri bir türlü tabiatlarına mâl edememeleri, amellerinde ihlas ve ihsan ufkunu yakalayamamalarıdır. Bir türlü taklidî imandan sıyrılıp tahkikî imana erişemiyoruz. Dolayısıyla da Allah’la derin bir münasebete geçemiyor, bir peygamber âşığı olamıyor, dinin emirlerine gönülden teslim olamıyoruz. Allah’ı andığımızda tüylerimiz ürpermiyor, gözlerimiz yaşarmıyor. Çoğu zaman, bir annenin, yolunu gözlediği ciğerparesine duyduğu özlem ölçüsünde bir duygu yoğunluğu yaşamıyoruz.

İnsan, işin başında Allah’la böyle derin bir münasebet kuramayabilir, bu denli şuur sahibi olamayabilir. Ama en azından böyle bir duyuşa, böyle bir sezişe talip olmalıdır. Hedeflerini çok iyi belirlemeli, talepte dağınıklığa düşmemelidir. Talepte dağınıklığa düşen ve tevhid-i kıble yapamayanlar katiyen O’na ulaşamazlar.

Keşke şekerin çayın içinde eriyip gitmesi gibi, biz de enaniyetlerimizi büyük bir havuzun içinde eritip yok edebilseydik. Tasavvuftaki ifadesiyle; ‘ene’den (ben’den) sıyrılarak ‘nahnü’ (biz) limanında ârâm eyleyebilseydik; arkasından ‘nahnü’yü de aşarak ‘hüve’ (O) ufkuna yükselebilseydik ve böylece benlik ve enaniyet itibarıyla bütün bütün yok olabilseydik! İşte o zaman çok farklı bir ufka ulaşırdık, tüm varlığı bir yâr-ı vefadar (vefalı bir dost) olarak görür ve Niyazi Mısrî gibi şöyle derdik:

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim, gördüm ki ağyâr kalmadı.

Çok iyi bilinmelidir ki, nefis ve ene’miz hakikate perde olduğu, yani “ben, ben…” demeye devam ettiğimiz sürece Allah’a kavuşamayız. Bir Hak eri bu durumu ne güzel anlatır:

Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken,
Şart-ı izhâr-ı vücudundur adîm olmak bana. (Gavsî)

Bu açıdan dualarımızda Rabbimize hep şöyle yalvarmalıyız: “Senin Sen olarak tecelli etmen, benim ben olarak yokluğuma bağlıdır. Beni bana mahkûm etmek suretiyle beni Sensizliğe mahkûm etme Allah’ım!”

Her şeye kâmet-i kıymeti kadar değer vermeliyiz. Beşer olmanın gereği olarak yaptığımız birtakım şeyler vardır. Allah’ın bize lütfettiği nimetlerden meşru dairede istifade ederiz. Bunu yaparken, nefsimizin, ailemizin ve sosyal çevremizin haklarına riayet etmeye çalışmalıyız. Bunların sınırlarını da zaruretlerle, ihtiyaçlarla çizmeliyiz.  Allah’ı tanıma, bilme, sevme ve O’na kullukta bulunmaya ise sınır koymamalıyız. Bu hususta mülahazalarımız hep zirvede olmalıdır. Sürekli helminmezîd (Daha yok mu?) diyerek zirveleri kollamalıyız. Rabbimizi tanıma konusunda öyle istekli olmalıyız ki, ellerimizi kaldırıp sürekli, “Allah’ım ne olur, tıpkı mübarek kulların enbiya-i izama duyurduğun gibi, Zât-ı Bahtına, ulûhiyet ve rububiyetine, şuûnât ve itibaratına, esmâ-yı sübhaniye ve sıfat-ı kudsiyene müteallik ne varsa bana da duyur!” demeliyiz. Bunu yaparken aynı zamanda Allah’tan, hiçliğimizi, O’nun karşısında ‘sıfır’ olduğumuzu bize duyurmasını da talep etmeliyiz ki ucb ve fahre düşmeyelim. Bir taraftan A’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta (en yüksek derecelere) talip olmalı; diğer yandan Allah’ın inayeti olmadan ayakta duramayacağımızın bilinciyle hareket etmeliyiz.

Kullukta ne kadar derinleşirsek derinleşelim kulluğun hakkını veremediğimizi/veremeyeceğimizi idrak etmeli, ibadetle en içli dışlı olduğumuz anlarda bile içimizden gele gele, tüm kalbimizle inanarak “Sana hakkıyla ibadet edemedim ey Mâbud!” demeli, her tür iddiadan uzak durmalı, büyük payeler arayışına girmemeli, O’na kulluğu en yüce paye görmeliyiz. İnsanlar içinde bir insan olma düşüncesine sımsıkı bağlı kalmalı; velilik, gavslık, kutupluk ve mehdilik gibi makamların peşinden koşmamalıyız. Şunu bilmeliyiz ki; asıl marifet; bir yandan ubudiyet semalarında pervaz ederken diğer yandan tevazu, mahviyet ve hacalet içinde hayatı sürdürebilmektir.

Bu tavır; insan açısından bir çelişki olmadığı gibi, aşağılık kompleksi de değildir. Bilakis mukteza-yı hâle mutabık davranmanın tabiî bir sonucudur. Rabbülâlemîn karşısında takınılması gereken kulluk tavrı budur. Ama aynı duyguya, insanlar karşısında, hususiyle müstebit (zorba) ve mütekebbirler karşısında kapılırsanız, işte o zaman bunun adı aşağılık kompleksi olur, bununla kendinizi alçaltmış olursunuz.

Allah Teâlâ karşısında göstereceğiniz tevazu ve mahviyet sizi yükselttikçe yükseltir. Sonunda öyle bir noktaya gelirsiniz ki, Allah’ın mükerrem kulları olan melekleri bile geride bırakırsınız. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), kulluğuyla Mirac’a yükselmiş; Allah karşısındaki tevazuuyla meleklerin önüne geçmiş, Cebrail’i de Mikail’i de geride bırakmıştır. Öyle ki, bir hadislerinde tahdis-i nimet olarak bu iki büyük meleği gökteki iki veziri olarak zikretmiştir. (Tirmizî, menâkıb 17) Fakat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şefaat hadisinde olduğu gibi, Allah nezdindeki konum ve mevkiini zikrettiği yerlerde, “lâ fahra” (övünmek için değil) demeyi ihmal etmemiştir. Her zaman bunu kelâm-ı lafzî ile açıktan söylemese de, O’nun sinesi her zaman “lâ fahra” mülahazasıyla çarpmıştır.

Bu konuda, Cenab-ı Hak nezdinde kıymetleri büyük olan zatların, mukarrebînin (Allah’a en yakın hak dostları) tavırları da bizim için örnek teşkil eder. Allah’ı tanıma ve bilme noktasında onların gözleri hep zirvelerde olmuş; bu yolda nefisleriyle çetin bir hesaplaşmaya girmişlerdir. Sahip oldukları her şeyi Allah’tan bilmiş, muvaffakiyetlerinde kendilerine pay çıkarmamış, kimseye karşı üstünlük mülahazasına girmemişlerdir.

Kur’ân’ın ifadesiyle, başlangıcı itibarıyla hakir bir damla sudan yaratılan ve akıbeti itibarıyla da çürümüş kemiklere dönüşecek insan neyin iddiasındadır ki! Sahip olduğumuz her şey O’ndan gelmiyor mu? O’na ne ölçüde kulluk edersek edelim ne kadar yükseklere çıkarsak çıkalım, bu katiyen vazifemizi yerine getirdiğimiz anlamına gelmez. Sahip olduğumuz nimetlere gerektiği ölçüde şükretmeye de O’nu hakkıyla tanımaya da O’na hakkıyla kullukta bulunmaya da gücümüz yetmez. İşte gerçek kulluğa ulaşmanın yolu da zaten bu acziyetimizin farkına varabilmekten geçer. Bunun farkına vardığımız an, kulluğumuzu da taçlandırmış oluruz.

Pek çoğumuz itibarıyla bizim yitik cennetimiz budur. Onu mutlaka bulmaya çalışmalıyız. Bir kere daha marifetle, muhabbetullahla, iştiyak-ı ilâhî ile kanatlanmalı, hep yükseldikçe yükselmeli, bunların dışındaki her şeyi elimizin tersiyle itmeliyiz. Kalblerimizin Allah’la ve Resûl-i Ekrem’le (sallallahu aleyhi ve sellem) irtibatı güçlü değilse, ağzımızdan dökülen bütün sözler birer iddiadan ibaret kalır. Her şey olabiliriz ama kendimizi hiçbir şey görmeliyiz. Esasen şu anda pusulasız bir şekilde yol yürüyen, ne yaptıklarının farkında olmayan, yarı canlı bir topluluk hâline gelen Müslümanların yeniden dirilişi de buna bağlıdır.

***

Not: Bu yazı, 5 Nisan 2015 tarihlerinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Örtülü Yalanlar

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Bir sohbetinizde mübalağa, mazeret döktürme ve tariz gibi örtülü yalanlardan bahsetmiş, mü’minlerin bunlardan da kaçınmaları gerektiğini belirtmiştiniz. Konuyu biraz daha açabilir misiniz?

   Cevap: Melekler ağzımızdan çıkan her sözü amel defterimize kaydeder. Belki onlar bu amellerin neye tekabül ettiğini bilmezler. Allah’ın izni olmadığı sürece, kalbimizden geçen niyetleri, azimleri, kararları, hesapları ve plânları da bilemezler. Bunların ne kadarının Allah rızası hedefli, ne kadarının kendini nazara vermeye matuf olduğunu da bilemeyebilirler. Fakat Allah bunların hepsine muttalidir. Eğer iç-dış bütünlüğü yoksa; tavır ve davranışlar, niyet ve düşünceleri yansıtmıyorsa Allah bunların hesabını sorar. O’nun nezdinde zımnî yalanla sarih yalan arasında, yalan olmaları açısından bir fark yoktur.

İnsan, “Allah” derken bile zımnî yalan söylüyor olabilir. Mesela Kur’an tilaveti veya vaaz u nasihat dinleyen bir insanın içinden gelmediği halde “Allah” diye bağırması bir tavır yalanıdır. Bunu fark ettiği an hemen geri dönmesini bilmeli, tavrını yeniden gözden geçirmeli ve istiğfara yönelmelidir.

Mü’min, Kur’an okuma, kamet getirme, namaz kıldırma gibi yaptığı bütün amellerin içinin sesi olmasına dikkat etmelidir. Allah için yaptığı işlerde kendisini mülahazaya almamalı, neticeleri kendine bağlamamalı, kendini ifade etmeye çalışmamalıdır. Aksi takdirde zımnî bir yalanın içinde bulunuyor demektir. Keza gerçekte ince, kibar ve centilmen olmayan birinin böyle görünmeye çalışması, yani centilmenlik taslaması veya içinden gelmediği halde göz yaşı dökmesi de ayrı birer samimiyetsizlik örneğidir ki, bunların hepsinin üstü örtülü birer yalan olduğunda şüphe yoktur. Bilindiği üzere bu konuda zirveyi tutanlar, münafıklardır. Zira onlar, söz ve davranışlarıyla içlerindeki mülahazaların zıddını izhar ederler. İç-dış farklılaşması yaşayan herkese münafık denilmesi doğru olmasa da, nifaktan bir parça taşıdığından şüphe edilmez.

Bu sebepledir ki İmam Gazzâlî, “Ağlayan da kaybeder, ağlamayan da!” der. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) tıpkı şeytandan ve Cehennem’den Allah’a sığındığı gibi ağlamayan gözden de Allah’a sığınmıştır. Dolayısıyla ağlamayan göz, kayıp yolunda demektir. Öte yandan, ağlayan bir insanın gözyaşları; iç heyecanlarının, ihsas ve ihtisaslarının değil, riya ve süm’anın ifadesiyse o da kaybedebilir. Normal şartlarda Cehennem’in alevlerini söndürecek bir iksir olan gözyaşları, insanların görüş ve takdirine bağlandığı andan itibaren bütün tesirini kaybeder. Bırakın Cehennem’i, ondaki bir kıvılcımı bile söndüremez.

Sadece gözyaşları mı? Esasında insanın Allah için yapmış olduğu bütün ameller, uhrevi hayatını ihya ve imar etme veya Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanma adına böyle bir iksirdir. Yeter ki ihlas ve samimiyetle eda edilsin ve her tür riyadan uzak tutulsun. Bu açıdan insanın, ağzından çıkan her bir söz veya uzuvlarından sadır olan her amel karşısında sürekli kendini test etmesi ve “Acaba ben bu söz ve tavırlarımla içimi seslendirebiliyor muyum? Acaba niyetlerimin adamı mıyım?” demesi gerekir. Eğer bu konuda kendini samimi bulmuyorsa, bir adım geriye atmasını ve asıl durması gerekli olan yere çekilmesini bilmelidir.

Diyelim ki siz, ister vaaz u nasihat, ister hutbe, isterse daha başka vesilelerle kitlelerin önüne geçiyor ve bir kısım hakikatlere tercüman olmaya çalışıyorsunuz. Eğer ağzınızdan çıkan sözlerin onda biri içinizin sesi değilse, kalbinizden çıkan sözlerin ihtizazını vücudunuzda duymuyorsanız, tavır ve davranışlarınızla zımnî bir yalan içindesiniz demektir. Şayet “Allah” derken kendinizi öne çıkarıyorsanız yine zımni bir şekilde yalan söylüyorsunuzdur. Melaike-i kiram bunları bilmese ve yazmasa bile Allah bilir. Çünkü O, bize şahdamarımızdan daha yakındır. Eğer bu tür zımni yalanlardan sıyrılmak istiyorsanız, iç-dış bütünlüğüne ulaşmalı ve meseleyi tabii akışına bırakmalısınız.

Bunların da berisinde insan, bakışlarıyla kendini derin göstermek isteyebilir. Hâl ve hareketleriyle ledünniyat ve maneviyata açık bir kalb ve ruh insanı olduğunu ihsas ettirmeye çalışabilir. Ses tonuyla, vurgularıyla kendini ifade edebilir. Ne var ki bütün bunlar, gönlünün ve ruhunun sesi olmadığı sürece Allah’a karşı uydurulmuş örtülü birer yalandan ibarettir. Allah’a inanmış bir insana düşen, ihlâs ve samimiyetten ayrılmamaktır.

Düşülen bir başka hata da, yapılan hatalara mazeret uydurmaktır. Hepimiz farklı zamanlarda bir kısım hatalar yapabiliriz. Çünkü Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tabiriyle insanoğlu çok hata işleyebilecek bir fıtratta yaratılmıştır. Hata işleme, potansiyel olarak onun genlerinde vardır. Aksi takdirde, “Âdem hata etti, evlâtları da hata etti. Âdem unuttu, evlatları da unuttu.” (Tirmizî, tefsîru sûre (7) 3) hadisini izah edemezsiniz. İnsan eğer elinde olmadan hataya düşüyorsa bunlar günah olarak yazılmayabilir. Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), unutan, uyuyan ve mecbur bırakılan kimselerden kalemin kaldırıldığını ifade etmiştir. (Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr 2/52; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 10/60) Fakat رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا “Ey Rabbimiz! Unutur ya da hata edersek bizi muaheze etme!” (Bakara sûresi, 2/286) âyet-i kerimesi, mü’minleri yapmış oldukları hatalar karşısında dahi istiğfara çağırmakla bu konuda temkinli olunması gerektiğini hatırlatır. Kasıtlı olmayan sürçme ve düşmelerimiz karşısında dahi istiğfar etmemiz isteniyorsa, irade, şuur ve kararlılık içerisinde yapılan günahlardan ötürü haydi haydi tevbe ve istiğfarla arınmaya çalışmamız gerekir.

İnsan, bazen sözleriyle, bazen tavır ve davranışlarıyla hata yapabilir. Ona birileri bunu hatırlattığında yapması gereken, hatasını telafi etmek, tevbe ve istiğfarla Allah’a yönelmektir. Eğer böyle yapmayıp kendisini aklayıp paklama adına hemen mazeretler uyduruyor ve laf oyunlarına sığınıyorsa, bu da zımni yalan kategorisi içine girer. Maalesef çokları bu konuda da aldanıyor. Evet, yüzüne karşı hatasının söylenmesi, ikaz edilmesi insana dokunur, ağır gelir. Hatta bazen olur ki kişi, böyle bir uyarı ve hatırlatma karşısında tokat yemiş gibi sarsılabilir. Fakat denilen şey doğru ise yapılması gereken, nefsin hoşnutsuzluğuna bakmadan muhataba teşekkür edilmesi ve hatanın tashih edilmesidir. Bediüzzaman Hazretleri bu tavrın önemine işaret etme adına, “Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse ondan darılmak değil, belki memnun olmak lazım gelir.” (Bediüzzaman, Mektubat, 66-67) diyor.

Hz. Pir’in ifadesiyle yalan, bir küfür sıfatıdır. Dolayısıyla mü’minin ağzına yakışmaz. Allah’a inanan bir insan nasıl ki sarhoş edici meşrubatı veya haram kılınan gıdaları ağzına alamıyorsa, küçüğüyle büyüğüyle, gizlisiyle açığıyla yalanın da hiçbir çeşidini ağzına almamalıdır. Elbette yalan söyleyen bir kimse sırf bu günahı sebebiyle küfür damgası yemez. Fakat böyle bir kişi küfre doğru bir adım atıyor ve ona ait sıfatlardan birini üzerinde taşıyor demektir. İnsanın ister kavlî, ister fiilî, ister hâlî, isterse hissî olsun, olduğunun dışında bir tavır sergilemesi yalan ve aldatmadır ve küfre doğru atılmış bir adımdır. Allah muhafaza küfür ve günah deryasına bir kere yelken açan kimse bir daha geriye dönemeyebilir. Bu açıdan insan, bu tür tehlikeli sularda gezinmemeli, asla meşru dairenin dışına çıkmamalıdır.

Peygamberlerin sadakati onların nübüvvetine en büyük bir şahit olduğu gibi, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye yolunda olanların sadakatleri de aynı şekilde onların davaları adına en büyük bir kredidir. İnsanın söylediği şeyleri yaşaması lazım ki muhataplarına tesir etsin. Kur’ân, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ ۝ كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemek, Allah nezdinde en çirkin kabul edilen şeylerdendir.” (Saff sûresi, 61/2-3) beyanıyla sözleriyle fiilleri birbirini tekzip eden insanları azarlar. Esasen günümüzde vaiz ve nasihlerin sözlerinin tesir etmemesinin arkasında yatan önemli faktörlerden biri de budur.

Mü’minler, hâl ve hareketleriyle, oturuş ve kalkışlarıyla, jest ve mimikleriyle içlerinin sesini soluklamalı ve her zaman doğruluğun temsilcisi olmalıdırlar. Doğruluk, insanlar nazarında önemli bir kredi olduğu gibi, Allah katında da çok önemli bir referanstır. Doğruluğun temsilcisi olan kimselerin mazhar olacakları lütuf ve nimetler ise bizim idraklerimizi aşacak kadar büyüktür.

***

Not: Bu yazı, 22 Ekim 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Tevazu ve İhlas

Herkul | | KIRIK TESTI

Tevazu, insanın kalbindeki bir duygu, bir haldir. Alçak gönüllü olmak, kendini küçük görmek demektir ve Allah katında çok kıymetlidir. Bu yüce sıfata sahip kimseye de mütevazı denir. Tevazu çoğu zaman tavır ve davranışlara aksederse de, sadece zahire yansıyan davranışlarına bakarak bir insanın mütevazı olup olmadığına hükmedemeyiz. Mesela bazısının namazda ön safta durması onun tevazuunun dışa vurmasıdır, bazısının da arka safta durması. Önemli olan bunun hangi mülahazayla yapıldığıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kişinin sürekli kendisini içten içe kontrol etmesi, her zaman ihsaslarının farkında olması ve hayatını da buna göre götürmesidir. Mütevazı insan, başkalarının kendini tazim edecekleri hallerden de kaçınır. Yaptığı bir şeyde başkalarının onu büyük bir makama koyması karşısında rahatsız olur.

Gerçi hadis-i şeriflerde mescide erken gelmenin ve imamın hemen arkasında saf tutmanın fazileti anlatılır. Objektif olan budur. Bizim ifade etmeye çalıştığımız ise meselenin tevazu ve kibre bakan yanıdır. Dolayısıyla da sübjektif mülahazalardır. Fakat kişi bu halis mülahazalarından ötürü de sevap kazanabilir. Mesela mescide erken geldiği halde, sırf o fazilete bir başka kardeşi nail olsun diye arka safta duran biri, ayrı bir civanmertlik sergilemiş ve Allah katında hora geçen bir amelde bulunmuş olur. Fakat böyle bir civanmertlikte bile kişinin sürekli aynı şeyi yapması doğru olmayabilir. Bir süre sonra kendini ifade etmeye dönüşebilir.

Mü’min, yapmış olduğu amel her ne olursa olsun, kendini ifade etme mülahazası içine düştüğü an, hemen bu halden kurtulmasını bilmelidir. Hayatını fevkalade bir tevazu, fevkalade bir mahviyet, fevkalade bir hacalet içinde geçirmeye kararlı olmalıdır. Fakat bunları şekle bağlamamalıdır. Zira muayyen bir şekle ve belli davranış kalıplarına bağlı götürülen bir tevazu anlayışı, insanı hiç farkına varmadan kendini nazara verme kompleksi içine itebilir. Bu konuda insanın esnek olması ve ruh haletine göre karar vermesi gerekir. Tavır ve davranışların zati bir değeri yoktur. Onlara değer kazandıran, insanın niyeti ve iç kararlarıdır.

   Vicdanın Verdiği Hükümler

İnsanı en iyi okuyan, yine insanın kendisidir. Yani vicdan aynasıdır. Vicdan, yanıltmayan bir endaze ve mihenk taşı gibidir. Bu yüzden insan, her tür tavır ve davranışında onu ölçü almasını ve ona göre hareket etmesini bilmelidir.

Tekrar namaz örneğini verecek olursak, birisi vardır ki vicdanında, “Benim önde durmaya hiç liyakatim yok.” diyor ve bu mülahazaya bağlı olarak arka safa geçiyordur. Yani içindeki tevazu duygusu ona bunu yaptırıyor, tevazuu bu şekilde tezahür ediyordur. Arka safa geçen bir diğerinin mülahazası ise başkalarına, “Falan şahıs ne kadar mütevazı. Camiye erken geldiği halde namaza arkada duruyor!” dedirtmektir. Kişi açıktan bunu düşünmese bile çok sinsi bir mülahaza kendini hissettirmeden gelip onun zihnine yerleşebilir. Dolayısıyla da kişi, amelini kendini duyurmaya bağlamış olacağından kaybeder.

 Şunun iyi bilinmesi gerekir ki insan, niyetlerinin, iç kurgularının ve iç planlarının insanıdır. Davranışlara renk ve desen kazandıran bunlardır. Ameller bunlarla kıymet ve derinliğe ulaşır veya büsbütün kıymetini yitirir. Bir hadis-i şerifte anlatıldığı gibi insan savaş meydanında cansiperane mücadele eder. Fakat o, “Hele bir görsünler kahramanlık nasıl olurmuş!” mülahazasının esiri olduğu için yaptığı amel Allah katında hiçbir şey ifade etmez ve bir arpa boyu bile Cennet’e yaklaşamaz; bilakis Cehennem’e yaklaşır.

Bir başkası Karun kadar zengindir ve sahip olduğu hazineleri son kuruşuna kadar infak etmiştir. Fakat “Yahu ne civanmertmişsin. İşte cömertlik dediğin böyle olur!” şeklindeki kurgular gelip zihnine kurulmuşsa, onun yaptığı ameller de beyhude gitmiş demektir. İlim sahibi olma, güzel konuşabilme, yazı yazmayı veya şiir döktürmeyi bilme gibi daha başka amelleri ve meziyetleri de bunlara kıyas edebilirsiniz. Siz başları döndüren hizmetlere imza atmış olsanız dahi, şayet yaptığınız işlerin içine azıcık kendinizi ifade etme, görünme ve bilinme mülahazalarını karıştırıyorsanız, bunlar yaptığınız güzel amelleri alır götürür. Bu itibarla bütün amellerde evvel ve ahir Allah rızası hedeflenmeli ve sadece O hoşnut edilmeye çalışılmalıdır.

Her hal ve davranışını vicdanın imbiklerinden geçirmeyen, sürekli kendini yerden yere vurmayan bir kişi, Hak katında kendini yerden yere vurur. Bize düşen, en masum davranışlarımızın bile kritiğini yapabilmek, onların altında hep bir bit yeniği olup olmadığını tahkik etmektir.

İnsanlığın hayrına çok güzel işler yapabilirsiniz. Mesela gazete ve dergi çıkarabilir, televizyon kurabilir ve yaptığınız işlerde de başarılı olabilirsiniz. Fakat siz bunlarla benliğinizin davasını gütmüşseniz, yaptığınız bütün bu güzel işler ahirette yüzünüze çarpılır ve fiyaskoyla neticelenir. Zira Allah’a dayanmayan hiçbir işin başarıya ulaşması mümkün değildir. Riya ve süm’a kokan işler sizin de aleyhinizedir, dinin de aleyhinedir, milletin de aleyhinedir. Şayet temelinde ihlas ve samimiyet bulunmayan işler muvakkaten başarılı oluyorsa, iyi bilinmesi gerekir ki o bir istidraçtır.

   Yalan, Bir Lafz-ı Kâfirdir

Şayet dünyevî ve uhrevî hüsrana maruz kalmak istemiyorsak bütün amellerimizi Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla, yani fevkalade bir ihlas ve samimiyetle yerine getirmeliyiz. İhsan mülahazasına bağlamadan ne bir söz söylemeli, ne bir kelime yazmalı, ne de bir iş yapmalıyız. En basit mimiklerimizden göz kırpmaya kadar her tavır ve davranışımızda mutlaka O’nun rızasını gözetmeliyiz. Çünkü O’na bağlanmayan bütün ameller yalandır. İstanbul’u da fethetsek, Çaldıran zaferini de kazansak, Mercidabık ve Ridaniye seferine de çıksak, yalandır. Sakın bu sözlerimden Fatih’in ve Yavuz’un yalan bir iş yaptığını düşündüğüm anlaşılmasın. Bu büyük kametlere katiyen yalan yakışmaz. İç dünyamızı kontrolle ilgili bir perspektif vermeye çalışıyorum.

Şunu da belirtmek gerekir ki ahir zamanda ümmet-i Muhammed’in başına musallat olacak bela şebekesinin en önemli vasfı yalandır. “Deccal” kelimesi de yalancı demektir. Hatta bu kelime Arapçada mübalağa kipinde geldiği için normal bir yalancı için kullanılmaz; söylediği yalanlara kendisi de inanacak kadar profesyonel yalancıyı ifade eder. Onun yaptıkları, iman adına, İslam adına, ihsan şuuru adına, millete iyilik yapma adına yapılmış gibi de görünse, ihlas ve samimiyete dayanmadığından koca bir yalan olduğu gibi, gelecek adına verdiği sözler de yalandan ibarettir. Yalan ise Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir lafz-ı kâfirdir; mü’mine yakışmaz.

Maalesef yalan, çağımızda şeytanın en önemli oyun ve tuzaklarından biri haline geldi. İster fiilî, ister hâlî, ister kavlî, isterse hayalî olsun, şeytan bu çağda yalan argümanını kullanmak suretiyle çoklarını aldatıyor, yoldan çıkarıyor. Hakiki mü’mine düşen, daima sıdk peşinden koşmak; yalandan, yılandan çıyandan uzak durduğu gibi uzak durmaktır.

***

Not: Bu yazı 22 Mart 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Enaniyet Ağı ve İhlasın Anilmerkez Gücü

Herkul | | KIRIK TESTI

İnsan bazen ortaya çıkan sonuçlardan hareketle güzel işler yaptığını düşünebilir, bu ona çok masumâne gelebilir. Fakat günah, en masum duygu ve düşünceler içerisinde dahi kendine yer bulabilir. Mesela “Bunları biz planladık, biz yaptık.” gibi düşünceler nöronlarımıza musallat olduğu anda, yaptığımız işi kirletmiş oluruz. Bu konuda istikamet içerisinde olabilmek oldukça zordur. Çok büyük işler başarsanız, cihanlar fethetseniz, yerin derinliklerindeki hazineleri bulup çıkarsanız ama sonrasında aklınıza, “Bu işlerin meydana gelmesinde bizim de dahlimiz var.” şeklinde bir düşünce gelse kaybedersiniz.

   Yaratma İştirak Kabul Etmez

İşin başlangıcında insanın iradesi esastır. Bu sebeple ona düşen vazife, iradesinin hakkını vermesi, neticeye götürücü bütün sebeplere tevessül etmesi, büyük bir azimle işe sarılması, çok ciddi bir ceht ve gayret ortaya koymasıdır. Fakat vazifesini yaptıktan sonra şe’n-i rububiyetin bir tezahürü olarak ortaya çıkan neticeyi sahiplenmemeli, onu kendinden bilmemelidir. Zira kâinattaki tüm varlık ve hadiseleri yaratan Allah’tır. Bu, ortaklık kabul etmez. Burada iştirak düşüncesine girmek Allah’a bir nevi ortak koşmaktır.

İnsanlar, Allah’ın lütfettiği nimetleri kendilerinden bilmeye başladıklarında onları kaybederler. Bir müddet işin başındaki ihlasın ani’l-merkez gücüyle açı genişlemeye devam etse dahi, ihlas kaybından ötürü bu bir süre sonra durur. Bir mübarek işe halisane başladıktan sonra kendilerini işin içine karıştırmaya başlayanlar en büyük veliler dahi olsalar kaybeder, er geç bir yerde takılır kalırlar.

Bu sebepledir ki Hz. Pir, en azından on beş günde bir ihlas risalesinin okunmasını tavsiye eder. İnsanın egosunu silip atması, şirkin hafifi olan “biz” limanına yanaşması, sonrasında daha samimi bir mülahazayla bizi de kaldırıp atıp “hüve”ye bağlanması adına bu çok önemlidir.

Gittiğimiz yol tevhid yoludur. Allah’ın varlığı ve birliği ile alakalı mülahazaları yeniden ihya etme yoludur. Çünkü onun temel dinamikleri yıllar boyunca örselenmiş ve çokları tarafından unutulmuştur. Bilinmelidir ki tevhid yolunda şirk mülahazasıyla yürünmez. Şayet böyle bir yolda kalkar bir kısım meseleleri Allah’ın dışındaki şeylere (masivaya), sebeplere, egonuza bağlarsanız, bir müddet sonra Allah onları elinizden alır. Kurduk zannettiğiniz anda dünyanız başınıza yıkılır; siz de altında kalır ezilirsiniz. Bu sebeple Allah’ın nimet ve ihsanları çoğaldıkça, O’na karşı alâka ve irtibatın da güçlenmesi, O’nun dışındaki her şeyin mülahazadan silinmesi gerekir.

Bediüzzaman Hazretleri sebeplerin yerini şu ifadelerle özetliyor: “İzzet ve azamet ister ki esbap perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celâl ister ki esbap ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 6) Başka bir yerde ise şöyle diyor: “Kudretin umûr-u hasise ile zâhiren mübaşereti görünmemek için perde olmak üzere esbap vaz’ edilmiştir.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 83) Görüldüğü üzere sebepler sadece birer perdedir. İnsan, akıl nimetiyle serfiraz kılınmış ve eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış olsa da onun fiilleri sebepten öte bir şey değildir. Dolayısıyla “Hüve”nin yerine “ben”in konulması Allah’a karşı büyük bir saygısızlıktır.

İnsan bu konuda en küçük bir yanlış mülahazanın dahi zihnine musallat olmasına meydan vermemelidir. Çünkü bu mülahaza yavaş yavaş büyüyerek insanı bir egoizma abidesi haline getirebilir. İş buraya gelip dayandıktan sonra, insan kendi eliyle inşa ettiği bu kocaman putu artık kendisi bile kolay kolay kıramaz.

   Allah “Ben” Diyeni Sevmez

Cenab-ı Hak, bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de yaptığınız amelleri de yaratan Allah’tır.” (Sâffât sûresi, 37/96) İnsan her zaman bunu hissedemeyebilir. Bazen ortaya çıkan semereyi kendinden bilebilir. Fakat bunu fark ettiği anda hemen istiğfar etmeli ve yanlış mülâhazalardan uzaklaşmalıdır. Hayalinin dahi bunlarla kirlenmesine meydan vermemelidir. Şimdiye kadar “ben, ben” diyen insanlar arasında başarılı olmuş birine rastlanmamıştır. Bu tür insanlar bir yere kadar işi götürseler de hiç ummadıkları bir yerde bir girdaba kapılır ve alabora olurlar. Şayet hayatı çok ciddi bir tecessüs hissiyle götürürseniz, siz de “çok güzel yaptım” dediğiniz nice işlerin fiyaskoyla neticelendiğini görebilirsiniz. Çünkü bunlar Allah nezdinde çok menfur düşüncelerdir. Allah, “ben” diyeni sevmez. Bu itibarladır ki, yaptığımız hizmetlerde muvaffak olmak istiyorsak, bütün işlerimizi ihlâs yörüngesinde götürmeliyiz.

Nefis kendisini müstakil görmek ve yaptığı başarılarla övünmek ister. Ne var ki Kur’ân’da Hz. Yusuf’un dediği gibi nefis şiddetle fenalığı emreder. (Yusuf sûresi, 12/53) Bu sebeple ona güvenilmez. Bazı şeyleri nefis hesabına yapıp nefsimize bağladığımız zaman, yapılan işlerin kıymetini düşürmüş ve tesirini kırmış oluruz. Nefis hesabına yapılan işler ahirette de akim kalmaya mahkûmdur. Siz, cihanları dahi fethetseniz, nefis hesabına hareket etmişseniz, Cenab-ı Hak tarafından hiçbir mükâfat alamazsınız.

Üstelik benliğe bağlı bu tür tavırların ihlâslı kulların tepkisini çekeceğinde, onlar tarafından antipatiyle karşılanacağında; sizinle aynı çizgide yol alan insanları da haset ve kıskançlığa sevk edeceğinde şüphe yoktur. Kendini ve yaptığı işleri beğenen bir insanın, bu nispette başkalarını beğenmeyeceğini de hatırlatmak gerekir.

  “Az Görme İbadeti”

Beri tarafta, yapılan küçücük işler bile olsa, ihlasla yapıldığında büyük hâle gelir. Allah için yapılan hiçbir şey küçük değildir. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir gülümsemeye varıncaya kadar yapılan hiçbir iyiliğin küçük görülmemesi gerektiğini ifade eder. (Müslim, birr 144)

Evet, Allah için yapılan hiçbir işi küçük görmemek gerekir ancak beri yandan kendi hesabımıza, yaptığımız en büyük işleri bile küçük görmeliyiz. Bir mü’min yapmaya teşebbüs ettiği bütün işlere bu gözle bakmalıdır. Yaptığı hiçbir işi büyük görmemelidir. Hem Allah için yaptığı ibadetlerini hem marifetini hem de i’lâ-i kelimetullah yolundaki gayretlerini az görmelidir. Allah için ayırdığı zamanı, irşat ve tebliğ istikametinde sarf ettiği gayretleri yeterli bulmamalıdır. Esasında böyle bir mülahaza da farklı bir zaviyeden ibadet sayılır. Buna isterseniz “az görme ibadeti” diyelim. Eğer bir büyüklük söz konusuysa o da yapılan işlerin insanlık için yapılmasında ve Allah rızasına bağlanmasındadır. Çünkü biz inanıyoruz ki Allah küçük gayretlere dahi büyük inkişaflar nasip edebilir.

Mesela sizin bir dönemde samimi niyetlerle açtığınız bir iki talebe evini, ileride büyük açılımlara vesile kılabilir. Attığınız tohumlar filiz olur, ağaç haline gelir, her yere dal budak salmaya başlar, derken dünya gülistana dönüşür. Tohumu atan dahi ortaya çıkan bu netice karşısında hayret ve dehşete kapılır. Elverir ki yapılan işler rıza-i ilahî için yapılmış ve insan onlar vasıtasıyla kendini ifade etmeye kalkmamış olsun.

Netice itibarıyla şunu diyebiliriz ki, yaptığı hayırlı işlerin geriye dönüşüyle ilgilenmeyen, nefsini hesaba katmayan, dünya derdine düşmeyen, iddiasız, safiyane hizmet eden insanları Allah muvaffak kılacaktır. Fetih suresinin ilk âyetinde ifade buyurduğu gibi onların yollarını açacak, önlerinde şehrâhlar meydana getirecek, dar patikaları otobanlara dönüştürecektir.

Öte yandan, “Çalışıyorum, koşturuyorum, hicret ediyorum, büyük mahrumiyetlere katlanıyorum. Nerede bütün bu gayret ve fedakârlıkların geriye dönüşü!” mülahazalarını taşıyan, örümcek gibi kendi dünyasını örmeye bakan insanlar ise ördükleri bu ağın içine kendileri düşeceklerdir. Bu, enaniyet ağıdır. Bunlar, bir kere bu ağa düştükten sonra bir daha oradan çıkamayacak ve başkalarına yem olacaklardır. Allah cümlemize selamet ve hüsn-ü hatime lütfeylesin…

***

Not: Bu yazı 5 Mart 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Tebliğ İnsanının İki Vasfı

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Yasin sûresinde geçen, اتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Sizden bir ücret istemeyen ve dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun!” (36/21) ilahî beyanının günümüzün tebliğ erlerine verdiği mesajlar nelerdir?

   Cevap: Yasin sûresinin ikinci sayfasında bir belde halkıyla onlara gönderilen elçiler arasında geçen diyaloğa yer verilir. Belde halkının kendilerine gönderilen ilk iki elçiyi yalanlamaları üzerine Cenab-ı Hak bir üçüncüsüyle onları destekler. Fakat değişen bir şey olmaz. Ahali onları yalancılıkla ve kendilerine uğursuzluk getirmekle suçlar. Allah’a davete son vermemeleri durumunda onları taşlayacaklarını söyler, onlara eziyet ve işkence yapacakları tehdidini savururlar.

İşte tam bu esnada “aksa’l-medineti” ifadesinden anlaşıldığı üzere şehrin öbür ucunda yaşayan veya aristokrat sınıfa ait itibarlı birisi olduğu anlaşılan bir adam çıkagelir ve ahaliye, kendilerine gönderilen elçilere tâbi olmalarını söyler. Gerekçe olarak da elçilerin onlardan hiçbir ücret istemediğini ve hidayet üzere olduklarını belirtir. Tıpkı Hz. Musa’nın imdadına koşan mü’min-i âl-i Firavun gibi, bu kişinin de ismi zikredilmez. Tefsirler, burada zikredilen beldenin Antakya, gönderilen elçilerin Hz. İsa’nın havarileri, onlara yardıma gelen bu zatın da Habib-i Neccar olduğu üzerinde dururlar. Hususiyle Hammamî’nin Yasin tefsirinde konuyla ilgili oldukça detaylı bilgiler verilir. Halk arasında da bu yönde bir kabul oluşmuştur. Nitekim Antakya’da Habib-i Neccar adına yapılan bir cami ve caminin içinde de ona ait olduğu söylenilen bir türbe vardır.

Kur’ân burada asıl mesaja dikkat çekmek istediği için zaman, mekân ve şahıs ismi vermemiştir. Bu sebeple meselenin kestirilip atılması doğru değildir. Kur’ân’ın hakkında net bilgi vermediği meseleler hakkında temkin ve ihtiyatı elden bırakmamak gerekir. Eğer bir yorum ve tevil ortaya konulacaksa da “Allahu alem” diyerek mülahaza dairesini açık bırakmak en güzelidir. Kur’an ve Sünnet’te hakkında açık bir nas bulunmayan meselelerle ilgili tefsirlerde yapılan yorum ve açıklamalara da bu gözle bakılması gerekir. İster Beyzavi, ister Ebu’s-Suud, ister Fahreddin er-Razi isterse bir başkası olsun, meseleye kayd-ı ihtiyatla yaklaşmakta ve “Allah en doğrusunu bilir.” demekte fayda vardır. Farklı yorumları kaldırıp bir kenara atmak saygısızca bir tavır olduğu gibi, bunları yegâne doğru kabul etmek de doğru değildir. En güzeli, doğru olabileceği ihtimalini reddetmemekle birlikte, bu tür yorumları naklederken “fihi nazar” demeyi de ihmal etmemektir.

Tefsir usulüne dair bu kısa izahtan sonra Habib-i Neccar’ın sözlerine daha yakından bakmaya çalışalım. O, ilk olarak söze “Ey kavmim” diyerek başlıyor ki, burada bir yumuşaklık ve şefkat sezilmektedir. Zira o, bu ifadesiyle kavmine karşı alaka ve irtibatını ortaya koyuyor. Onlarla aynı çevrede neş’et ettiğini, aynı kültür ortamını paylaştığını ima ediyor. Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Musa gibi peygamberlerin kavimlerine hitaplarında da aynı üslup göze çarpar. Demek ki mesajın muhatap nazarında saygıyla karşılanması adına hitap önemli bir faktördür.

Bu hitabından sonra, “Elçilere tâbi olun!” diyor. Fakat bunu söylemekle kalmıyor, şu ifadeleriyle elçilerin niçin kendilerine uyulması gereken insanlar olduğunu da izah ediyor: “Sizden bir ücret ve karşılık istemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun!” İlk olarak elçilerin istiğnalarına ve beklentisiz olmalarına dikkati çekiyor. Yani şunu demek istiyor: Elçiler, sırf sizi doğru yola çağırabilme, size hak ve hakikati anlatabilme adına onca yol tepmiş, onca sıkıntıya katlanmış ve belki de kendilerini tehlikeye atmışlar. Fakat buna rağmen yaptıkları vazife karşısında sizden hiçbir ücret talep etmiyor, hiçbir beklentiye girmiyorlar. Söyledikleri hakikatleri kabul etmeniz karşılığında maddî manevî herhangi bir talepte bulunmuyorlar. Ne onları bağrınıza basmanızı ne de yatacak bir yer vermenizi istiyorlar.

Aynı şekilde size Rabbinizi tanıttıkları, Cennet yolunu gösterdikleri ve rehberlik yaptıkları için herhangi bir makam beklentileri de yok. Ne aziz bilinme ne takdir edilme, ne alkışlanma ne de farklı payelerle ödüllendirilme gibi bir istekleri yok. Dolayısıyla onların bu davetlerine kulak vermenizin ne onlara sağlayacağı herhangi bir menfaat ne de size vereceği herhangi bir zarar veya mahrumiyet söz konusudur.

Habib-i Neccar, ikinci olarak وَهُمْ مُهْتَدُونَ ifadesiyle elçilerin doğru yolda olduklarına, hidayet üzere bulunduklarına işaret ediyor. Buradan anlaşılıyor ki elçiler, o güne kadarki görüntüleriyle, hâl ve hareketleriyle, tavır ve davranışlarıyla güvenilir ve inandırıcı bir insan imajı ortaya koymuşlardı. Kötülük yapmamış, günaha bulaşmamış ve kimseye ilişmemişlerdi. Şehir halkı onların ortaya koydukları temsili görmüş ve onları yakından tanımıştı. Onların temkinine, dikkatine şahit olmuştu.

Demek ki onlar hadisin ifadesiyle, görüldüğünde Allah’ın hatırlanacağı samimi birer mü’min idiler. Zira sadece nazarî olarak onların doğru yolda olduklarının ifade edilmesi çok bir şey ifade etmezdi. Şehir halkı onları yakından tanımamış olsaydı, “Onların doğru yolda olup olmadıklarını biz nereden bilelim ki?” diyebilirlerdi. Onlar mutlaka geride bir iz ve eser bırakmışlardı ki Habib-i Neccar da onların ittiba edilmesi, arkalarından gidilmesi gereken birer insan olduklarına dair bunu delil getiriyordu. Kısaca elçiler bir taraftan katlandıkları onca zahmete rağmen insanlardan bir şey beklememiş ve istememiş, diğer yandan da yaşantılarıyla mükemmel bir temsil ortaya koymuşlardı.

Elçilerin hidayet üzere olduklarını belirten “mühtedûn” lafzının isim cümlesiyle ve “iftiâl” babından gelmesi de çok önemlidir. İsim cümlesi devam ve sebata delâlet eder. Dolayısıyla onların hiç tavır değiştirmediklerini, doğruluklarında süreklilik bulunduğunu gösterir. Lafzın iftiâl babından gelmesi ise onların hidayeti tabiatlarının bir derinliği hâline getirmiş olduklarına delalet eder. Doğruluk ve istikametin tabiata mâl edilmesi ve süreklilik arz etmesi çok önemlidir.

Bu ölçüde ihlas ve samimiyeti koruyabilme çok az insana müyesser olmuştur. Hiç şüphesiz ihlası zirvede temsil edenler peygamberlerdir. Onlar, yaptıkları tebliğ vazifesi karşısında hiçbir karşılık beklemedikleri gibi, geride bir servet bırakmayı da düşünmemişlerdir. Hatemü’l-Enbiya olan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü esnada kalkanı, almış olduğu borca mukabil bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. Ezvac-ı Tahirat’a da ancak kut-u layemutla (ölmeyecek kadar) geçinebilecekleri bir gelir bırakmıştı.   

Peygamber yolunun sadık temsilcileri de ihlaslı ve beklentisiz olmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Mesela Allah Resûlü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Raşit Halifeler ile Ömer İbn-i Abülaziz’in böyle bir temsil ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Fakat çoklarının ihlası zirvede temsil edemedikleri de bir gerçektir. Meseleyi istikamet-i izafiye veya adalet-i izafiye çizgisinde götürmüş, adalet-i mahzayı, hakikat-i mahzayı temsil etmeye muvaffak olamamışlardır. Onlar hakikate ne kadar yakın durmuşlarsa o kadar makbul sayılmışlardır.

Hz. Pir, İkinci Mektup’ta, “Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz.” diyor ve Habib-i Neccar’ın sözünün yanı sıra peygamberlerin ortak sesi ve soluğu olan, إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللهِ “Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.” (Hûd sûresi, 11/29) âyetini hatırlatıyor. (Bediüzzaman, Mektubat, s. 10) Bu sebeple hiç kimseden hediye kabul etmediğini belirtiyor. Hediye kabul etmemesinin yanı sıra, oldukça sade ve mütevazi bir hayat yaşayarak, sürekli nasıl geçindiğinin hesabını vererek aleyhinde söz söylenmesinin önüne geçiyor. Kimse onun hakkında, “Şunu aldı, şunu yedi, şunu apardı, şurada bir dikili taşı vardı” gibi sözler söylememiştir. İşte bu, dava-i nübüvvete nasıl varis olunabileceğini kemal-i ciddiyetle göstermenin bir ifadesidir.

Doğru yolda yürüme ve yapılan hizmetler karşılığında hiçbir karşılık beklememe, günümüzün tebliğ kahramanları açısından da çok hayatî birer esastır. Neticesi itibarıyla neye mâl olursa olsun, onlara düşen vazife, beklentisiz ve hasbî olmaktır. Öyle ki, yapılan hizmetlerde ana gaye, Cennet’i kazanmak veya Cehennem’den sakınmak dahi olmamalıdır. Cennet istenecekse, Allah’ın fazlından, rahmetinden ve kereminden istenmelidir. Cehennem’den sakınma da Cenab-ı Hakk’ın gazabına sebkat eden engin rahmet ve mağfiretine bağlanmalıdır.

Allah yolunda yapılan hizmetler maddî-manevî, dünyevî-uhrevî hiçbir şeye alet edilmemelidir. Farz-ı muhal size altın tepsi içerisinde Şah-ı Geylânîlik teklif edilse ve “Bu, senin yapmış olduğun hizmetlerin karşılığıdır.” denilse, vermeniz gereken cevap şu olmalıdır: “Yapılan hizmetlerin böyle bir karşılığa bağlanması çok ucuz kaçar. Çünkü ben, sadece Allah’ın rıza ve hoşnutluğuna talibim.”

Biz Allah’ın rızasına nail olmanın, maiyyet-i ilâhiyeye ermenin keyfiyetini bilemiyoruz. Ahirette bunların nasıl karşımıza çıkacağını kestiremiyoruz. Allah’ın, “Ben sizden razıyım” sözünün içimize nasıl inşirah salacağını, milyonlarca farklı türden lezzeti bir anda yaşatacağını, bin kat Cennet zevkini birden duyuracağını idrak edemiyoruz. Fakat وَعَدَ اللهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ “Allah mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara ebedî kalmak üzere girecekleri, içinden ırmaklar akan cennetler, Adn cennetlerinde de hoş hoş konaklar vaad etti. Hepsinden âlâsı ise Allah’ın kendilerinden razı olmasıdır. İşte en büyük mutluluk, en büyük mükafat budur.” (Tevbe sûresi, 9/72) âyetinden hareketle biliyoruz ki, Allah rızasının üstünde, ondan daha büyük bir nimet yoktur. Bu açıdan da sadece ona talip oluyoruz.

 Evet, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye yolunda hareket eden insanların hedeflerinde sadece rıza-i ilahî olmalıdır. Onlar, bunun dışında başka bir şey düşünmemelidirler. Hizmetlerini, dünyevî kazançlara, makama, mansıba, şöhrete, itibar elde etmeye, kendini anlatmaya vesile yapmamalıdırlar. Bu düşüncelerini de her zaman ve her yerde dile getirmelidirler. Dünya arkasında koşmadıklarını, idareye talip olmadıklarını, siyasi amaçlarının bulunmadığını her vesileyle vurgulamalıdırlar. Çünkü günümüzde paranoya yaşayan, vehimleriyle hareket eden bir hayli insan var.  Belli beklentilerin esiri olmuş, duygu ve düşüncelerini belli beklentilere ipotek ettirmiş insanlar herkesi kendileri gibi zannederler. Bunun böyle olmadığının hem her fırsatta ifade edilmesine hem de fiilî olarak tekzip edilmesine ihtiyaç var.

***

(Not: Bu yazı 23 Ocak 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.)

Hasetçiler Karşısında Kendimizle Yüzleşme

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Ciddi fedakârlıklara, hüzünlü gurbetlere ve onca mahrumiyetlere katlanılarak yapılmaya çalışılan dünya çapındaki hizmetlere bazı dindar çevrelerin de şüphe ve tereddütle yaklaşmasını veya karalama kampanyalarına destek olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

   Cevap: Tarihimizde Din-i Mübin-i İslâm’a hizmet çerçevesinde çok önemli başarılar ortaya konulmuştur. Özellikle Osmanlıların dillere destan hizmetlerini hafife alamaz; İslâm âlemini koruyan bir karakol vazifesi görmesini, asırlarca İslâm’ın bayraktarlığını yapmasını görmezden gelemeyiz. Ortaya konulan bütün bu gayret ve cehtlerin nezd-i ulûhiyette neye tekabül ettiğini de, ahirete gidince görecek ve anlayacağız. Ancak her zamanın bir hükmü vardır. Küreselleşmeye doğru gidilen bir dönemde, yapılması gereken hizmetler de işin tabiatı itibarıyla daha farklı olacaktır. İmam Şafiî felsefesiyle meseleye yaklaşacak olursak şöyle diyebiliriz: “Allah seleflerimizden ebeden razı olsun; yaşadıkları dönemin şartları itibarıyla çok büyük işler başardılar. Fakat bize de yapılacak çok şey bıraktılar.”

Onlar, yaşadıkları devrin şartları itibarıyla yapacaklarını yaptılar, emaneti hakkıyla taşıdı ve arkadan gelen nesillere tevdi ettiler. Ancak yapabildikleri kadar yapamadıkları da vardı. Demek ki şartlar bu kadarına müsait değildi. Atın, katırın veya devenin sırtında bunu gerçekleştirmek çok zordu. Fakat günümüzde gelişen iletişim ve ulaşım imkânları sayesinde, yapılması düşünülen işler, çok daha hızlı ve pratik bir şekilde yapılabiliyor. Cenab-ı Hak, günümüzün teknik ve teknolojisini günümüz nesillerinin emrine vermiş. Fedakâr gönüller bunları çok iyi kullanarak dünyanın dört bir yanına açıldı ve gittikleri yerlerde çok önemli başarılara imza attılar.

   Muhasebe ve Kendimizle Yüzleşme

Biz biliyoruz ki bütün bu güzellikleri nasip eden Allah’tır. Sürekli Alvar İmamı gibi, “Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lütf ile ihsan nedendir?” diyoruz. Çünkü bugüne kadar yapılan hizmetler, istidat ve liyakatin çok üstünde ilâhî bir teveccühün işlediğini gösteriyor. Allah milletin gönlüne ciddi bir aşk u heyecan saçıyor ve onlar da i’la-i kelimetullah yolunda hırz-ı can ediyorlar. Makul buldukları hizmetler etrafında bir araya geliyor ve milletin ruh abidesini ikame etme yolunda kendilerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışıyorlar.

Ben, yurtlarını yuvalarını terk ederek bize ait değerleri dünyanın dört bir yanına taşıma adına farklı diyarlara dağılan arkadaşlardaki hicret ve hizmet aşkını gördüğümde hayret ediyorum. Sahip oldukları şiddetli arzu ve heyecan ve sergiledikleri yüksek kıvam karşısında şaşırıyorum. Demek ki bir sevk-i ilahî söz konusu. Çünkü henüz çok büyük bir hayat tecrübesi edinmemiş, üniversiteden mezun çiçeği burnunda delikanlıların, damarlarındaki kanların cismaniyet ve dünya hesabına aktığı bir dönemde, bütün arzu ve heveslerini ayaklarının altına alarak dünyanın dört bir tarafına açılmaları ve göz kamaştıran işler yapmaları basit bir mantıkla izah edilemez. Bu, olsa olsa Allah’ın büyük bir lütfu olabilir. Bunu görmemek, takdir etmemek ve şükretmemek Allah’a karşı nankörlük olur. Dua etmemek de bu arkadaşlara karşı bir vefasızlık sayılır. Allah, dünyanın dört bir yanında, hayatın değişik birimlerinde bulunan bütün kardeşlerimize istikamet lütfeylesin, onları sabitkadem eylesin ve çok daha büyük başarılara imza atmaya muvaffak kılsın!

Eğer yapılan işleri kendi aklımıza, irademize, güç ve kuvvetimize bağlarsak, farkında olmadan şirke girmiş, Allah’ın iş ve icraatlarına kendimizi şerik tutmuş oluruz. Ayrıca bizim bu tavrımız, haset ve kıskançlıkları tetikleyebilir ve başkalarını bir kısım dengesizliklere, densizliklere ve taşkınlıklara sevk edebilir.

Zannediyorum bizim bu mevzuda bazı kusurlarımız oldu. Yer yer, birilerinin dediği gibi, “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız!” tarzı mülahazalara girdik. Çok küçük unsurlarla çok büyük işler yapmak suretiyle kendi büyüklüğünü ortaya koyan Allah’ın, bizimle de bunu yaptığını anlayamadık. Bu felsefe ve anlayışa uygun hareket edemedik. Muhtemelen yer yer tavır ve davranışlarımızla hiç farkına varmadan başkalarını rahatsız ettik. Bizim tavırlarımız, bilemeyeceğimiz bir tesirle onlarda tepkiye sebebiyet verdi. Yanlış anlaşılmasın. Ben, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye mesleğine sahip çıkan hiç kimseyi küçük görmem. Benim gözümde onların her biri ayrı bir kıymet ve değeri haizdir. Fakat hem Allah’ın hakkını verme hem de kendimizle yüzleşme açısından bunları söylüyorum.

Bize düşen, sık sık kendimizi kontrol etmemiz ve yaptığımız bütün işleri muhasebeye tâbi tutmamızdır. Sürekli kendimize şu soruları sormamız gerekir: Acaba doğru bir yolda mıyız? Hakikaten yaptığımız hizmetleri yarınlar adına hiçbir dünyevî ve uhrevî beklentiye girmeden götürebiliyor muyuz? Şahsen ben kendi adıma, “Allah’ım, biz kendi kültür ve değerlerimizi başkalarına duyurma mevzuunda hırz-ı can ediyoruz. Ne olur Sen de beni Cennet’e koy!” demeyi Allah’a karşı saygısızlık sayarım. Onun rızası dışında uhrevî bir beklentiye girmeyi dahi kendime yakıştıramıyorum. Allah’tan sürekli beli bükülmüş milletimizin idbarını ikbale döndürmesini, âlem-i İslâm’ın kamburlaşan belini düzeltmesini, insanlığın barış ve huzur içerisinde yaşayabilmesini istiyorum. Bunun dışında Cennet, huri, kasır gibi cismanî ve bedenî arzuları talep etmeyi Allah’la münasebetim açısından terbiyesizlik sayıyor ve bundan da Allah’a sığınıyorum.

Bunlar içimin sesi. Yoksa Cennet’i isteme de, Cehennem’den Allah’a sığınma da dinimizde yeri olan taleplerdir. Nitekim biz de sabah-akşam dualarında bunları söylüyoruz. Evet, din cevaz verdiği için biz de Allah’tan Cennet’i ister, Cehennem’den korunmak dileriz. Bu ayrı bir meseledir. Fakat Allah yolunda yaptığımız ve yapacağımız işleri dünyevî veya uhrevî bir kısım mükâfatlara bağlamayız. Bunu, dünyevilik, cismanîlik ve nefsanîlik olarak görür, bundan fersah fersah uzak dururuz. Hele bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olma gibi dünyevî hedefleri aklımızın ucundan dahi geçirmeyiz. Allah rızasına talip olmayı bırakıp gönlümüzü bu tür dünyevî makamlara kaptırmayı, en yüce makamlardan en aşağı derekelere düşme kabul ederiz.

Bu mülâhazaların ruhlarımıza çok iyi yerleşmesi lazım. Bir şey yapmış olma, kendimizi bir şey görme düşüncesi zihinlerimizi kirletmemeli. Bu konuda müstakimce düşünce şudur: “Şayet bizim yerimizde kaliteli, yüksek vasıflarla donanmış, peygamberane bir azimle iş yapan insanlar olsaydı, kim bilir daha ne büyük inkişaflar yaşanırdı! Ama neylersin ki onlar yerine biz varız. Nöbet tutma işi bizim üzerimize kaldı. Kim bilir belki de davaya ihanet ediyoruz.” Eğer meseleye bu şekilde yaklaşırsak, içimizdeki arzuları, kuruntuları da boğabilir, onların dilimizden dökülmesine, yüz mimiklerimize aksetmesine, tavır ve davranışlarımızı şekillendirmesine meydan vermemiş oluruz. Evet, öncelikle meseleye kendi açımızdan bakmalıyız. Zira birinci derecede bizi alakadar eden husus budur.

   Hasede Yenik Düşenler

Öte yandan maalesef yapılan hizmetlerin, Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu, fazlı, ihsanı ve sevki olduğunu göremeyen bir kısım mü’minler meseleye haset ve kıskançlıkla, din ve diyanetinizden ötürü size düşmanlık besleyen bazı zümreler ise kin ve nefretle yaklaşıyorlar. Bu yüzden de size karşı tavır alıyor, aleyhinizde faaliyet gösteriyor ve sizi yürüdüğünüz yoldan döndürme adına her fırsatı değerlendiriyorlar. Yapılan hizmetler karşısında çok ciddi bir hazımsızlık yaşıyor, farklı ad ve unvanlarla sizi karalamaya çalışıyorlar. Bazen yapıp ettiklerinize bir kulp takarak, bazen de sizi dış güçlerin emellerine hizmet etmekle suçlayarak itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Bütün dünyaya açılmayı çılgınca bir proje olarak görüyorlar. Binlerce insanın sinesini size açmasını, sizin dilinizi öğrenmesini, değerlerinizi benimsemesini veya en azından saygı duymasını hiçe sayıyorlar. Ortaya koyduğunuz projelerin, yaptığınız faaliyetlerin yarınki dünyada ne ifade edeceğini ve ne tür getirilerinin olacağını anlamak istemiyorlar. Dünyada çok ciddi dostluk köprülerinin kurulduğunu, umumî bir huzur ve sükûn atmosferinin sağlanması adına çok önemli adımların atıldığını, her tarafa sevgi ve hoşgörü tohumları ekildiğini görmezden geliyorlar.

Biz, meseleye Cenâb-ı Hakk’ın sevk ve istihdamı nazarıyla bakıyoruz. Onlar ise sebeplere takılıyorlar. Ortaya çıkan güzelliklerin arkasında sadece sizi görüyorlar. Dolayısıyla da küresel çapta devam eden çok önemli hizmetleri “hizipçilik” ve “mezhepçilik” mantığıyla değerlendiriyorlar. İşin asıl sahibine nazarlarını çeviremediklerinden veya sağduyu ve mantıkla yapılan işlerin getirilerini değerlendiremediklerinden, “falancılarla” “filancılarla” uğraşmayı kendilerine meslek ediniyorlar.

Öteden beri Kur’ân ve Sünnet’e bağlı gibi görünen ve dinin bayraktarlığını yapma iddiasıyla ortaya çıkan bazı kimseler, üst üste fiyaskolar yaşadılar. Yaptıkları işleri ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Kendilerini çok büyük görseler de, temsil ettiklerini söyledikleri davalarını iki adım öteye götüremediler. Fakat beri tarafta Cenab-ı Hak, termitlere, fillerin ve gergedanların yapamayacağı işleri yaptırdı. Onlar, işte bunu hazmedemediler, içlerine sindiremediler. Bu sebeple de meydana gelen güzellikleri cı’ya, cu’ya bağlayarak mahkûm etmek istediler. Kendilerinin de belli bir dönemde içlerinden geçen ve “Keşke yapsak” dedikleri işlerin başkaları tarafından yapılmasını kabullenemediler ve müşterek bir cephe oluşturdular. Birileri, tabiatları ve cibilliyetleri gereği düşmanlık yaparken, öbürleri de hasetleri ve hiss-i rekabetlerinden ötürü saldırıya geçtiler.

   Hasedin Önüne Geçme Adına Yapılması Gerekenler

Bütün bu olup bitenler karşısında bize düşen vazife, bir taraftan kendimizle yüzleşme ve hatalarımızı gözden geçirme, diğer taraftan da onları tadil etme adına yeni yol ve yöntemler bulmadır. Mesela bazı projeleri müşterek gerçekleştirebiliriz. Bizim başkalarına hükmetmemiz, herkese söz dinletmemiz, laf anlatmamız mümkün değil. Fakat sizinle aynı düşünen ve aynı hedefe doğru yürüyen insanlarla ortak çalışmalar yapabilirsiniz. Her ne kadar farklı mezhep ve meşreplere mensup olsanız da, bir mefkure birliği etrafında bir araya gelebilir, herkesin “evet” dediği projeleri realize edebilirsiniz. Kısmen de olsa aynı duygu ve düşünceleri paylaştığınız insanları yanınıza alabilir, onlarla ortak faaliyetler düzenleyebilirsiniz. Belli bir alanda onlara da hareket etme imkânı verebilirsiniz.

Bütün bunlarla onları kısmen de olsa günaha girmekten koruyabilir; gıybet etmelerinin önünü alabilir; kıskanma ve rekâbet duygularını tadil edebilirsiniz. Böylece güzergâh emniyetinizi sağlayabilir, yürüdüğünüz yolda trafik problemlerinin meydana gelmesine engel olabilirsiniz. Dahası birlik şuurunun, ihlâs ve samimiyetin korunmasına yardımcı olabilirsiniz. Gıybet, iftira ve karalamaların olduğu bir yerde mü’minler arasındaki vifak ve ittifak bozulacak ve Allah da inayetini kesecektir. Unutmamak gerekir ki Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve inayeti, gönüllerin bir ve beraber çarpmasına bağlıdır.

Aynı şekilde bütün bu olumsuzlukların önünü alma adına üslubumuzu bir kere daha gözden geçirebiliriz. Siz gökteki melekler kadar safiyane hizmet etseniz bile, üslubunuzu doğru ayarlayamadığınız için bir kısım problem ve arızaların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiş olabilirsiniz. Bu yüzden ciddi bir empati yaparak muhataplarınızın hissiyatını okumaya çalışmalı ve konuşmalarınızda bunu hesaba katmalısınız. Aidiyet mülahazasını çağrıştıran, onları rahatsız edecek sözlerden uzak durmalısınız. Her fırsatta onların gönlünü almalısınız. Mesela birisi size gelip, “Allah sizden razı olsun. Çok önemli hizmetler yapıyorsunuz.” dediğinde şöyle mukabele edebilirsiniz: “Estağfirullah. Eğer falanlar filanlar bize böyle bir zemini hazırlamasalardı, havadaki şiddet ve hiddeti kırmasalardı, biz kat’iyen bunları yapamazdık.” Bu, idare-i kelam değil, hakikatin ifadesidir.

Öte yandan Hizmet gönüllülerinin, ağzından çıkan sözlerde, kalemlerinden dökülen kelimelerde, ortaya koydukları bütün tavır ve davranışlarda başkalarına nazaran çok daha dikkatli olmaları gerekir. Onlar, söz ve davranışlarının sadece kendileriyle sınırlı kalmayacağının, bilakis bütün cemaate mâl edileceğinin şuurunda olmalıdırlar. Koca bir camiaya çamur atılmaması, leke sürülmemesi adına ellerinden gelen hassasiyeti göstermelidirler. Büyük fedakârlıklara katlanma pahasına da olsa hiç kimse bu güzelim hareketin üzerine çarpı koyulmasına müsaade etmemelidir.

Bu yüzden biz, başkalarının yaptığı gibi saldırgan tavırlara giremeyiz. Onların salladıkları yumruklara yumrukla karşılık veremeyiz. Kötülüklere aynıyla mukabelede bulunmak suretiyle kötülük fasit dairelerinin oluşmasına meydan veremeyiz. Tearuz ve tesakutlar ağında bütün değerlerin gümbür gümbür yıkılıp gitmesine göz yumamayız. Peki, o zaman ne yapacağız? Yunus ifadesiyle dövene elsiz, sövene dilsiz, gönül koyana da gönülsüz olmak mecburiyetindeyiz.

Meşru müdafaa hakkı çerçevesinde tavzihler, tashihler, tekzipler, tazminat davaları ve daha ötesinde hukukî yollarla yapılabilecek neler varsa, bunları yaparız. Bu, ayrı bir meseledir. Fakat biri bir şey dediğinde hemen ona laf yetiştirmeyiz. Demagoji yapanlara demagojiyle karşılık vermeyiz. Naseza nabeca söz ve davranışlar karşısında hiçbir şekilde karakterimizden ödün vermeyiz. Zira bunlar hakikî bir mü’mine yakışan davranışlar değildir. Bu tür gözü dönmüş, kin ve düşmanlık duygularının esiri haline gelmiş kişilerin durumuna acırız, şefkat gösteririz. Kur’ân’ın ifadesiyle herkes karakterinin gereğini sergiler, kendine yakışanı yapar. Maruz kaldığımız kötülükler karşısında sessiz kalma, nefsimize çok ağır gelebilir. Fakat nefret ve adavet duyguları büyüdükçe sizin de kalbinizdeki şefkat, re’fet ve muhabbet duyguları büyümüyorsa, ortaya çıkan fitnelerle, düşmanlıklarla başa çıkamazsınız.

Bu konuda dikkat edilecek diğer bir esas da tevazu ve mahviyettir. Yukarıda da kısmen üzerinde durulduğu üzere, eğer siz kendinizi öne çıkarır, her şeyi benliğe bağlı götürür ve Ramazan davulu gibi ses çıkarırsanız, çarpışma ve vuruşmalar eksik olmaz. Fakat Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas alır, O’nun emirleri dairesinde hareket etmeye çalışır ve hakkın hatırını âli tutarsanız, Allah da sizi başkalarına ezdirmez ve hiçliğe mahkûm etmez. Zira bugüne kadar kendileri için farklı makam ve payeler biçenler kaybetmiş, tevazu ve mahviyeti meslek edinenler ise kazanmıştır. Önemli olan, başkaları nazarında ispat-ı vücut etme değil, Allah’ın nazarında bir şey olabilmedir.

Kısacası, yapmanız gerekli olan hizmetleri rantabl bir şekilde yapmanın yanı sıra, toplumda oluşan rahatsızlıkları, hazımsızlıkları ve düşmanlıkları da nazar-ı itibara almak ve bunları yok etme veya en azından hafifletme adına elinizden gelen her şeyi yapmak zorundasınız. Yapacağınız işleri, hiç kimseyi rahatsız etmeden, kimsenin gıpta damarını tahrik etmeden, tedirginlik ve endişelere sebep olmadan fevkalâde bir temkin ve teyakkuz içerisinde yapmalısınız.

Bütün bunlara rağmen yine de birileri sizin yaptığınız hizmetleri sindiremeyecek ve düşmanlıklarını sürdüreceklerdir. Bazı tabiat ve karakterler, yapılan hizmetlerin keyfiyet ve kemiyetine aldırmaksızın işin içinde kendileri olmadıkları sürece karşı çıkmaya devam edeceklerdir. Haset ve hazımsızlık duygusunu hafife almamak lazım. Fakat önemli olan, sizin kendinize düşeni yapmış olmanızdır.

***

(Not: Bu yazı 29 Nisan 2011 ve 6 Mayıs 2011 tarihlerinde yapılan sohbetlerden hazırlanmıştır.)

Deliler (!)

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Bir münasebetle, “Ne olur Rabbim! Senin hazinelerin geniştir; dilersen isteyene istediğini verirsin; bana da dininin delisi beş-on insan ver!” diye dua ettiğinizi söylemiştiniz. “Dinin delisi”nden kasıt nedir, kimdir?

   Cevap: Belki haddimi aşarak çok erken dönemlerden itibaren bunu dilemişimdir. Mesela bugün gibi hatırımdadır: Kestanepazarı camiinin kürsüsünde vaaz ederken, “Keşke bu cemaat içinde beş on tane deli olsa!” demiştim. En basit ifadesiyle “deli” tabiriyle kastettiğim mânâ, hayatlarını tıpkı sahabe gibi sadece i’lâ-i kelimetullaha bağlayan, “O varsa yaşamamın bir kıymeti var; o yoksa yaşamaya da değmez. Zira bu takdirde yaşadığım hayatın, insandan aşağı derecedeki diğer canlıların hayatlarından ne farkı kalır ki!” diyen insanlardır.

Onlar, kulluk vazifeleri gereği üzerlerindeki hakları titizlikle eda eder, sorumluluklarını yerine getirir ve her hak sahibine hakkını verirler ve bunlarda kesinlikle tekâsül göstermezler. Ama bunun ötesinde, onların gözlerinde ne evin barkın, ne yalının villanın, ne atın arabanın, ne servetin zenginliğin ne de şanın şöhretin bir kıymeti vardır. Onlar, kendini akıllı sanan ehl-i dünyanın nefes nefese arkasından koştukları bütün bu dünyalıkları çoktan ellerinin tersiyle itmiş, onların sevgisini kalblerinden söküp atmışlardır. Gözlerini her açıp kapayışlarında, “Acaba bir gün nam-ı celil-i Muhammedî dünyanın dört bir yanında şehbal açacak mı?” der, hep onu sayıklarlar. Onlar bu gaye-i hayalin delisidirler. Dünyanın kaderini değiştirenler de hep bu türlü deliler olmuştur.

Yoksa onların, tımarhanelik delilerle bir alâkası yoktur. Onlara deli dememizin sebebi, sıradan insanların kıstaslarına göre öyle görülmelerindendir. Zira herkesin dünyanın ve dünya nimetlerinin arkasında koştuğu bir zamanda onlar çoktan yaşama arzularını yaşatma arzusuyla değiştirmişlerdir. Kendilerinden daha çok başkalarını düşünürler. Kendileri ve aile fertleriyle alâkadar olmaktan daha çok insanlığın dertleriyle alâkadar olurlar. Hz. Ömer’in sokakta gezerken torununu tanıyamadığından bahsedilir. Zira o, bütün gayret ve himmetini başkalarının huzur ve mutluluğuna hasretmişti. İşte tıpkı Hz. Ömer gibi kendini ve kendi zevklerini tamamıyla yüce mefkûresi uğrunda feda etmeye amade olan insanlara ben “deli” diyorum.

Dualarımda talep ettiğim deliler işte bunlardır. İcabında dünyanın kendisine armağan ettiği bütün güzellikleri, göğsüne taktığı bütün nişanları, madalyaları çok rahatlıkla elinin tersiyle bir kenara iten ve “Din ve diyanetim adına hizmet edemiyorsam, bunların hiçbirinin gözümde bir kıymet-i harbiyesi yoktur.” diyen insan. Bu türden on tane deli, on milyon insandan daha fazla şey ortaya koyar. Allah, öbür tarafta onları, on milyon insana verdiği nimetlerle serfiraz kılar.

Osmanlı’nın İstanbul’un fethine kadar geçen bir buçuk asırlık dönemi, deliler dönemidir desek sezadır. Bilindiği üzere Osman Gazi Hazretleri (rahmetullahi aleyh) Bursa’nın fethine çıktığı dönemde ruhunu çadırda Allah’a teslim etmiştir. Oğlu Orhan Gazi, ömrünü at sırtında geçirmiştir. Murat Hüdavendigar cephede, Yıldırım Han ise esarette ruhlarını Allah’a teslim etmişlerdir. Çelebi Mehmet, sukûtu (düşüş) suûda (yükseliş), tedenniyi terakkiye çevirmek, atalarından tevarüs ettiği emanete yeniden aynı kıvamı kazandırabilmek için ömrünü sancıyla geçirmiştir. İkinci Murat öyle bir hayat yaşamıştır ki onun için “evliyaullahtandı” deseniz zannım o ki yanlış bir beyanda bulunmuş olmazsınız. Fatih’i, İkinci Bayezid’i, Yavuz Sultan Selim’i ve Kanuni’yi de bu kategoride düşünebilirsiniz. Onlar köşklerde, saraylarda, villalarda keyif çatmamışlardır. Oldukça sade ve basit bir hayat yaşamış, bütün ömürlerini dine adamış ve i’la-i kelimetullah yolunda imrar-ı hayat etmişlerdir.

Bu yüz elli senelik dönem bizim için “i’tilâ (yükselme) dönemi” olmuştur. Zira bu dönemde dışta genişleyen fütuhatlarla beraber insanların iç dünyalarında da fütuhatlar yaşanmıştır. Gönüller Kur’ân’a yönelmiş, Allah’la irtibat kavi tutulmuş, O’nun karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde durulmuştur. Bu yüzden de Osmanlı’nın en verimli, en bereketli yılları, bu yıllar olmuştur. Daha sonraki asırlarda ortaya konulan bazı başarıların, bir kısım güzel oluşumların arkasında da ilk dönemin bu anilmerkez (merkezkaç) gücü vardır. Ne var ki bu ruh ve mânâ söndükçe, adalet duygusu hakikilikten izafiliğe indikçe, halktan uzaklaşma başladıkça, dünyaya meyl ü muhabbet baş gösterdikçe terakkinin yerini tedenni almaya başlamıştır.

Deliler deyince Osmanlı ordusunun önünde savaşan delileri hatırlamamak olmaz. Bunlar öyle kimselerdir ki atlarında ne eğer ne de gem vardır. Atın yelesinden tuttukları gibi sırtına sıçrarlar. Silah kullanmayı seviyesizlik sayacak ölçüde gözleri pektir. Ordunun en önündedirler. Düşmanla ilk yüz yüze gelecek olanlar da onlardır. Mermere çala çala nasırlaştırdıkları elleriyle silahların üzerine giderler. Hayatı istihkar eden, güle güle ölüme gitmeyi göze almış delilerin bu cesaretleri, bu korkusuz halleri, arkalarındaki komutanların da, müsellah ordunun da kuvve-i maneviyesini takviye eder, onları da coşturur. Sayılarının ne kadar olduğunu bilemesem de savaşların kazanılmasında işte bu delilerin çok önemli bir yeri vardır.

“Güle güle ölüme gitme” ifadesi bana, şimdiye kadar defalarca zikrettiğim bir hâdiseyi hatırlattı: Yermük bozgununu yaşayan Romalılar, imparatorun karşısına çıktıklarında azar işitirler. İmparator onlara, nasıl olup da çölden çıkan bir avuç Arap karşısında koskocaman bir imparatorluğun ordularının bozgun yaşadığını sorar. Ne de olsa o dönemde Roma, Sasaniler karşısında dahi zafer kazanan dünyanın en muhteşem devletidir. Kral, böyle bir devletin Araplar karşısında yenilgi üstüne yenilgi yaşamasını hazmedemez ve komutanlara çıkışır. Ordu komutanlarının verdikleri cevap şudur: “Biz ölümden korktuğumuz ve kaçtığımız kadar bu adamlar ölüme koşuyorlar.” İşte bir tarafın zafer, diğer tarafın ise hezimet yaşamasının sırrı budur. İşte Halid İbn-i Velid (radıyallâhu anh)! Tarihin çıkardığı ender kumandanlardan biri olan bu muhteşem kameti ölüm döşeğinde dilgir eden hususların başında, savaş meydanlarında değil de yatakta vefat etmesi geliyordu, bu ona çok ağır gelmişti.

İşte bu duygu, bu düşünce çok önemlidir. Sahabe-i kiram, hayatı istihkar etmeleri ve kendilerini i’lâ-i kelimetullah davasına adamış olmaları itibarıyla birer deliydi. Bu delilerdir ki bize yaşanır bir dünya armağan ettiler. Onların arkalarından gelen akıllılar da maalesef bu dünyayı sağa sola peşkeş çektiler. Yaşatma düşüncesinden mahrum olan, yaşama tutkusuyla hayata sarılan akıllar bütün kazanımları heba ettiler. Villalarda, köşklerde hayat sürdüler, zevk ve eğlencelere daldılar. Kendilerini adayacakları, uğruna hayatı istihkar edecekleri, sıkıntısını çekip derdini yüklenecekleri yüce bir mefkûreleri olmadığından dolayı dünyaya daldılar, kendilerine, egoizmalarına takıldılar. “Mevcudu muhafaza etme” gibi dûn himmet insanlara ait duygu ve düşüncelerle yaşadılar. Neticede bize ait duygu ve düşünceyi hayat kumarında kaybettiler.

Günümüzde de fedakârlık ve adanmışlık duygularıyla dünyanın dört bir tarafına açılan mefkûre muhacirleri var. Fakat bunlar henüz yoldalar. Adım adım gaye-i hayallerini takip etmeye çalışıyorlar. Ama bu işi sonuna kadar götürebilirler mi götüremezler mi bilemiyoruz. Niyazımız o ki Cenab-ı Hak götürmeye muvaffak kılsın. Yolda kalıp dağılmadan, patikalara girmeden muhafaza buyursun. Hakiki mecnunlar ise henüz yolda olanlar değil, Allah’ı bulanlardır. Onlar bu işi zirvede temsil ederler. Fakat bu zirveye varmak için de bu yollardan geçmek gerektir.

Bu açıdan denebilir ki, yaşatma duygusuyla koşturup duran ve en büyük sermayeleri adanmışlık duygusu olan günümüzün kara sevdalıları şayet gözlerini zirvelere dikmiş, zirvelere giden yolda yürüyorlarsa inşallah hedeflerine ulaşacaklardır. Şayet onlar, kendi çıkarlarını işin içine katmaz ve bu bezmi başlattıkları gibi noktalayabilirlerse, geçmişin mecnunları gibi zirveleri ihraz edebilirler. Fakat kendilerini düşünmeye başladıkları, istikbal endişesiyle hareket ettikleri ve hizmetlerine karşılık bir şeyler aparmaya, koparmaya niyetlendikleri zaman, kendileri takılıp yollarda kalacakları gibi omuzlarındaki mukaddes emaneti de yerlere düşürmüş olurlar. Böylece hem emanete ve emaneti kendilerinden devraldıkları seleflerine hıyanet etmiş hem de gelecek nesillere gadretmiş olurlar. 

Yoldakilerin, takılıp yollarda kalmamaları için sürekli rehabiliteye, motivasyonlarının yüksek tutulmasına, sohbet-i cânanla canlılıklarının korunmasına ihtiyaçları vardır. Her günlerini bir evvelki günden daha canlı, daha heyecanlı yaşamalıdırlar ki istikametlerini kaybetmesinler. Bunun yanında, ölünceye kadar azim ve kararlılıklarını, ihlas ve samimiyetlerini, halis niyetlerini korumalıdırlar. Amellere rengini veren, niyetlerdir. Bu sebeple onlar, yolun yarısında ölüp gitseler bile zirvedekiler gibi mükâfat görürler. Zira “Allah, kullarının kalblerine nazar eder.” (Müslim, birr 33)

Bolluk ve Darlıkta Mü’mince Duruş (2)

Herkul | | KIRIK TESTI

   Güzel Ahlâktan Ayrılmama

Takdire rıza göstermemenin diğer bir şekli de kıskançlık, haset ve hazımsızlık gibi hastalıklardır. Günümüze kadar pek çok insan bu hastalıkları sebebiyle dalâlete veya küfre düşmüştür. Mesela Ebu Cehil, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlikle serfiraz kıldığı İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hazmedememiştir. Kapalı kapılar arkasında Allah Resûlü’nün peygamberliğini itiraf etse de, elinde bulundurduğu bir kısım imtiyazları kaybedeceği korkusuyla bunu açıktan söyleyememiştir. Onun bu tavrının, Allah’a karşı bir isyan ve başkaldırma olduğunda şüphe yoktur. O günün müşriklerinin birçoğu Allah’ın takdirine rıza gösteremediğinden -haşa- peygamberliği Hz. Muhammed’e layık görmemiş ve kaybetmişlerdir.

Daha sonraki dönemlerde Hz. Ebu Bekir’i, Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı ve Hz. Ali’yi hazmedemeyen insanlar da olmuştur. Özellikle Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan ve Dâhi-i Âzam olan Hz. Ali’yi hazmedemeyen bir sürü densiz ona karşı çıkmış ve İslâm’ı paramparça etmişlerdir. İşte bu hazımsızlık duygusudur ki İslâm dünyasında pek çok fitnenin ortaya çıkmasına kapı aralamıştır. Aynı şekilde kibir ve gururundan ötürü Hz. Âdem’i hazmedemeyen şeytan, huzur-u ilâhîden kovulmuş ve insanlığın ebedî düşmanı hâline gelmiştir. Neticede şeytan kaybetmiş, Hz. Âdem kazanmıştır. Evet, hazımsızlık, dünyada-ahirette kayıp sebebidir.

Günümüzde de hasetlerine ve hazımsızlıklarına yenik düşmüş bazı kimseler, Allah yolunda koşturan fedakâr gönülleri çekemeyebilirler. Onları yürüdükleri yoldan döndürebilmek için ellerinden gelen her şeyi yapabilirler. Kendilerine göre bir kısım tabyalar oluşturarak onların projelerini bozmaya matuf bir kısım olumsuz hamleler gerçekleştirebilirler. Hatta bu yolda hile ve entrikalarla onları kandırmaya çalışabilir, bunu başaramadıklarında da zulüm ve baskıyla onları sindirmek isteyebilirler.

Adanmış ruhları veya onların yapmış oldukları hayırlı hizmetleri çekemeyen bu hazımsızlar kötülük adına her ne yaparlarsa yapsınlar, adanmış gönüller asla yürüdükleri yoldan dönmemeli ve benimsedikleri ilkelerden taviz vermemelidirler. Kendilerine yapılan kötülükler onları yanlış yapmaya sevk etmemelidir. Onlar, misliyle mukabele etmeyi dahi akıllarından geçirmemelidirler. Zira Hz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu, hususiyle hak ve hakikatin temsilcileri açısından zalimce bir düşüncedir. Onların bu konudaki düsturu, وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ  “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet Sûresi, 41/34) olmalıdır.

Konuyla ilgili Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: اتَّقِ اللَّهِ حَيْثُمَا كُنْتَ، وَأَتْبِعِ السَّيِّئَةَ الحَسَنَةَ تَمْحُهَا، وَخَالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ “Nerede olursan ol Allah’tan kork! Kötülüğün arkasından hemen iyilik yap ki onu silip götürsün. İnsanlarla muamelelerinde de hep güzel ahlâkla serfiraz ol.” (Tirmizî, birr 55) Müslüman, tavır ve davranışları itibarıyla hep güzel ahlâkın temsilcisi olmalıdır. Öyle ki ona bakanlar yaptıkları kötülüklerden tiksinmelidirler.

Yoksa başkalarının hata ve yanlışlarına karşı “biz de onlar gibi yapalım” dediğiniz an, aynı hatayı siz de irtikap etme yoluna girmiş olursunuz. Allah onlara işledikleri bütün zulüm ve haksızlıkların hesabını soracağı gibi, size de yaptığınız hatanın hesabını sorar. Çünkü başkalarının hata ve günahları, sizin yapacağınız yanlışları mazur kılmaz. Zulüm görmeniz asla zulmetmenizi meşrulaştırmaz. “Biz sadece onlara mukabelede bulunduk, onların yaptığının dengini yaptık.” düşüncesi de sizi kurtarmaya yetmez. Bu açıdan birileri hadlerini aşsa, zulmetse, işkenceye başvursa, işleyen bir düzeni bozsa da, imanının şuurunda bir mü’min bu tür gayr-i meşru fiillerin hiçbirisini yapamaz. Ona düşen, her zaman insanca ve Müslümanca davranmaktır.

Evet, başkalarının kullandıkları şeytanî yol ve yöntemlerin bizi bir kısım yanlışlıklara sevk etmemesi adına fevkalâde dikkatli ve temkinli olmalıyız. Ne kıskanç ve hasetçi insanlara karşı aynı duyguları taşımalı ne de zulüm ve haksızlıkları, benzer zulümlerle bertaraf etmeye kalkmalıyız. Bilakis bütün bu olumsuzluklar karşısında hazım sistemimizi biraz daha güçlendirmeli, sabrımıza sabır katmalı ve “Gelse celâlinden cefa, yahut cemalinden vefa, ikisi de cana sefa, lütfun da hoş kahrın da hoş.” deyip olup bitenleri derin bir tevekkül ve engin bir sine ile karşılamalıyız. Bütün bunların, suç işleyenlerin hukukun sınırları içerisinde gereken cezayı almaları ve gasp edilmiş hakların istirdat edilmesine mani olmadığını antrparantez belirtmekte fayda var.

Ayrıca, kötülük yapanlarla uğraşırsanız zamanınızı israf eder ve yürüdüğünüz yolda mesafe katedemezsiniz. Bunun da hesabını Allah sorar. Onun yerine, hamle, hareket ve gayreti hiç durdurmadan, sürekli alternatif yol ve yöntemler oluşturarak yolunuza devam etmelisiniz. Yürüdüğünüz yolları yürünmez hâle getirseler bile, asla durmamalı, yeni yollar bularak yürüyüşünüzü devam ettirmelisiniz.

Bu dünya darılma dünyası değil, dayanma dünyasıdır. Bu yüzden cevir ve zulümler karşısında küsmemeli, darılmamalı, kırılmamalısınız. Zira insanların kurt gibi birbirini yemeye azmettiği bir dönemde eğer birileri insanlığa yeni bir adab u erkân öğretmezse, dünyanın akıbeti hiç de iç açıcı görünmüyor. Âdeta dünyanın geleceği sertlik ve şiddetle meselelerin üzerine giden vahşilere emanet edilmiş gibi. Bu açıdan mutlaka yeni bir akıntıya, farklı bir cereyana, değişik bir düşünceye ve orijinal bir oluşuma ihtiyaç var. Bu oluşumu inşa etmeye çalışmak ve insanlığa, “Bakın, böyle de oluyormuş.” dedirtmek lazım. İnsanların baskıyla, zorbalıkla, şiddetle, bombalarla değil, sevgi ve hoşgörüyle, insanî ve ahlâkî değerlere bağlılıkla da yönetilebileceğini göstermek lazım.

Bunun için de en başta sizin dövene karşı elsiz, sövene karşı dilsiz ve gönül koyana karşı da gönülsüz olmanız gerekir. Eğer vahşetle, gayzla, nefretle ve kinle üzerinize gelen insanlara siz de aynıyla mukabelede bulunursanız, kin ve nefretler fasit dairesi oluşturmuş ve size düşmanlık yapanları iyice canavarlığa sevk etmiş olursunuz. Eğer etrafın lalezara dönüşmesini arzu ediyorsanız öncelikle bu lalezarı gönlünüzde oluşturmalısınız. Zira bu takdirde tavır ve davranışlarınız da buna göre şekillenecek ve böylece gezdiğiniz her yer ıtriyat çarşısı gibi gül kokacaktır.

   Üslup Hatasına Düşmeme

Eğer size saldıranlara gerek nasihat etme gerekse sözlerini tashih etme maksadıyla ille de bir şey demeniz gerekiyorsa bunu da on defa gözden geçirdikten sonra demelisiniz. Hatta kendi düşüncenizle iktifa etmemeli, aklı başında insanlara da müracaat etmeli, “Şu yazdıklarıma bir bakabilir misin? Acaba içinde incitici bir şey var mı? Yazılanları biraz daha yumuşatmaya ihtiyaç var mı?” vs. diyerek onların da fikrini almalısınız. Çünkü hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez. Hakkın müdafaasını yaparken işin içine hislerimizi karıştırmamalıyız.

Gönüllere girmek istiyorsanız, muhatap olduğunuz insanların genel hissiyatlarını, yetiştikleri kültür ortamlarını, inandıkları değerleri çok iyi bilmeli ve sunacağınız ilaç ve merhemleri buna göre sunmalısınız. Zira her hastaya aynı ilaç verilmez. Kime hangi ilacın verileceği, hastanın durumuna göre belirlenir. Eğer muhatabınızın karakterini, düşünce dünyasını, hangi sözü nasıl karşılayacağını, neye nasıl tepki vereceğini en baştan hesap etmezseniz, maksadınızın aksiyle netice alabilirsiniz.

Karşı tarafın değer verdiği şeyleri hesaba katma, bizim kendi değerlerimize karşı gösterdiğimiz saygının da çok önemli bir emaresidir. Çünkü bu konuda dikkatli ve temkinli olmazsanız sözleriniz kale alınmayacağı gibi, kendi değerlerinize tepki gösterilmesine, hatta hakaret edilmesine de yol açabilirsiniz. Böyle bir yanlış, daha sonra atacağınız adımları da boşa çıkarır. İnsanların öteden beri yaşayageldikleri, tabiatlarına mâl olmuş ve fıtratlarının bir derinliği haline gelmiş değerler görmezden gelindiği takdirde, onlara Cennet’ten mesajlar sunulsa bile kabul görmeyecektir. İrşat etlerinin bu tür bağnazca tavırlardan uzak durmaları, omuzlarındaki çok önemli bir sorumluluktur.

Nübüvvet davasına varis olan insanların, bir taraftan Allah’la sımsıkı irtibat içinde bulunmaları, diğer yandan da halkın içinde, onlarla haşir neşir olarak muhataplarını duygu ve düşünceleri itibarıyla çok iyi tanımaları gerekir. Onlar her daim insanlarla birlikte olmalı, onların hislerine, düşüncelerine, inançlarına vâkıf bulunmalı ve sürekli gönüllere nüfuz yolları araştırmalıdırlar ki sundukları mesajlar hüsnükabule mazhar olsun.

   İhlas ve Samimiyet

Bütün bu zikredilenler çok önemli olsa da, hizmet yolundaki kıpırdanış ve çırpınışların Allah katında bir kıymete ulaşması samimiyete bağlıdır. Bu konuda ne kadar samimi ve ihlâslı iseniz o kadar teveccühe mazhar olursunuz. Siz ne kadar Hakk’a yönelir, O’na tahsis-i nazar ederseniz, O da inayet ve yardımıyla size o kadar teveccüh eder. Sizin için kapanan kapıları mevsimi gelince yeniden ardına kadar açar. Şimdiye kadar samimiyetle O’nun kapısına yönelip de eli boş dönen hiç kimse olmamıştır. Zira O’nun rahmeti çok engindir.

Bu sebeple ne yaparsak yapalım ama hepsini O’nun için yapalım. Yoksa yapıp ettiğimiz bütün hizmetlerin kıymetini sıfıra indirmiş oluruz. Sonsuz varken niye meseleyi sıfıra bağlayalım ki! Bu meselenin ortası yoktur. Ya her şeyi sonsuza bağlayacak ve sonsuzdan gelen meltemlerle şâd olacaksınız ya da farkına varmadan yaptıklarınızın değerini sıfıra indireceksiniz.

Allah, kapanan kapıları hiçbir zaman ebedî olarak kapalı bırakmamıştır. Hak dostu ne güzel söyler:

“Bir kapı bend ederse bin kapı eyler küşad,

Hazret-i Allah -efendi- fatihü’l-ebvabdır.”

Bunun şartı, O’na karşı gönlünüzde sürekli açık bir kapı bulunmasıdır. Bütün mülâhazalarımızda, düşüncelerimizde hep O olmalıdır. Yapılan her iş O’na bağlanmalıdır. El âlemin takdirinin, alkışının bir kıymeti yoktur. Onların size verdiği vereceği değer, Sonsuzun teveccühü karşısında ne ifade eder ki! Allah’ın teveccühü yerine insanlara karşı beklentiye girme bir tenezzüldür; daha büyük hedefler, daha büyük bir mükafat dururken az olanı kendine layık görme demektir.

Maddi-Manevi Kemâlâtı Yıkan Bir Hastalık: Suizan

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Bediüzzaman Hazretleri dört büyük mânevî hastalığı sayarken yeis, ucub ve gurur ile birlikte suizannı da zikretmiştir. İster aynı daire içinde bulunan isterse farklı meşreplere mensup olan insanların suizandan kurtulmaları ve birbirleri hakkında hüsnüzan beslemeleri adına dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir?

   Cevap: Hz. Bediüzzaman, eserlerinin farklı yerlerinde hem İslâm dünyasının hem de insanoğlunun bir kısım hastalıkları üzerinde durmuş ve bunlara dair önemli reçeteler sunmuştur. Mesela o, bir yerde, İslâm dünyasının temel hastalıklarının ihtilaf, cehalet ve fakirlikten ibaret olduğunu ifade eder. Bu problemleri çözeceği ana kadar Müslümanlar asa gibi iki büklüm yaşamaktan kurtulamayacaklardır. Tanzimat yıllarından itibaren hep Avrupa’nın gözünün içine baktıkları gibi, bundan sonra da sürekli büyük devletlerin gözünün içine bakmaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla bir türlü vesayetten kurtulamayacak, bağımsızlıklarını kazanamayacak, eli kolu, dili dudağı bağlı bir hayat yaşamaya mahkûm olacaklardır.

Bu üç hastalık daha çok içtimaî ve siyasi alanda öne çıkıyor. Fakat bir yönüyle her şey fertle başladığından ötürü, bunların fert plânındaki akisleri göz ardı edilemez. Zira parçaları günahlardan oluşan bir toplumun sıhhatli olması mümkün değildir. Soruda ifade edilen hastalıklar ise doğrudan insanın şahsî ve mânevî hayatıyla ilgilidir.

Hz. Pir ilk olarak yeis üzerinde duruyor ve diğer üçünün de bir yönüyle yeisten kaynaklandığına dikkat çekiyor. Zira yine onun ifadesine başvuracak olursak yeis, mâni-i her kemâldir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 54) Yani o, her türlü hayır ve güzelliğin önünde duran önemli bir engeldir. Bu yüzden şayet bir insanda ümitsizlik varsa onun iflah olması çok zordur. “Zaman ahir zaman oldu. Hiç beyhude uğraşmayın. Ümmet-i Muhammed artık bundan sonra belini doğrultamaz.” şeklindeki ümitsizce düşünceler, insanı, elinden bir şey gelmeyeceğine inandırır. Bu da onun kolunu kanadını kırar, iş yapma azmine büyük darbeler indirir. Böyle düşünen ve bu düşüncelerini dillendiren bir insan hem kendi dünyasını hem de içinde bulunduğu heyetin dünyasını karartıyor, yıkıyor demektir.

Mehmet Âkif’in çok tekrar eden bir nazmını münasebet geldiği için bir kere daha hatırlarsak:

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.”

İkinci hastalık olarak ucub üzerinde duruluyor. Ucub; nüanslarıyla fahir, gurur ve kibirden ayrılsa da, bunların hepsi aynı katran kaynağından kaynayıp çıkan şeylerdir. Eğer insanın içerisinde böyle uğursuz bir kaynak varsa, ondan bazen ucub, bazen gurur, bazen de kibir kaynar çıkar. Ucbu, iç beğeni sözüyle ifade edebiliriz. Bir insanın içten içe kendini, amellerini, yapmış olduğu işleri beğenmesi demektir. Böyle bir iç beğeni, bazen fahirlenme bazen gurur bazen de kibir şeklinde dışarıya yansır ki bunların her birinin birer şeytan sıfatı olduğunda şüphe yoktur.

   Suizandan Çok Sakının!

Bu hastalıklara bir de suizan ilave ediliyor. Suizan, insanlar hakkında kötü zanda bulunma, onlara karşı olumsuz duygu ve düşünceler taşıma demektir. Kur’ân, يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır.” (Hucurât sûresi, 49/12) beyanıyla mü’minlere, suizanda bulunmayı yasaklamıştır. Bu sebeple mü’mine düşen vazife, hüsnüzan mümkün olduğu sürece hüsnüzan etmek, suizanna girmemektir. Hatta çok olumsuz tavrına şahit olunan insanlar hakkında bile yine Hz. Pir’in ölçüsüyle “hüsnüzan, adem-i itimat” prensibini işletmek gerekir. Yani onun hakkında suizanna girmezsiniz; fakat ihtiyatı elden bırakmaz ve sırtınızı da dönmezsiniz.

İsrâ sûresinde yer alan, وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَٰئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا “Bilmediğin şeyin arkasına takılıp gitme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsrâ sûresi, 17/36) âyet-i kerimesi de suizannın akıbetine dikkat çekmesi açısından son derece önemlidir. Zira suizan, bir kişi hakkında kesin bir bilgiye dayanmayan negatif anlamdaki bir tahmin ve kanaatten ibarettir. Hâlbuki âyet-i kerime, insanı, kesin bilgisi olmayan meseleler üzerinde durmaktan menetmiştir. Dolayısıyla bir insanın, zan ve tahminlerini bilgi gibi görüp onlar üzerinden insanları değerlendirmeye alması, çok ciddi bir sorumluluktur.

Bazen kulağa bir şeyler gelebilir. Mesela âyet-i kerimenin ifadesiyle fasık bir insan yalan bir haber getirebilir. (Bkz.: Hucurât sûresi, 49/6) Mü’min her duyduğuna inanmamalı, âyet-i kerimenin emrine uyup, gelen haberin kaynağını, arka plânını, doğruluğunu iyice araştırmalıdır. Ta ki meselenin önü arkası kendisi için iyice açıklığa kavuşsun. Konuyla ilgili bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: كَفَى بالمَرْءِ كَذِبًا أَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ “Her duyduğunu söylemesi kişiye günah (bir başka rivayette “yalan”) olarak yeter.” (Ebû Dâvûd, edeb 80)

Bazen de göze bir şeyler ilişir. Fakat bir şeyleri görmek her zaman gördüklerinin künhüne vâkıf olmak anlamına gelmez. Yanlış görmüş olabileceği gibi, gördüklerini doğru anlamlandıramamış da olabilir. Burada da insana düşen, gördüğü her hâdise üzerine hemen hüküm bina etmemesi, önce, gördüklerinin doğruluğundan emin olmaya çalışmasıdır.

Âyet-i kerimede kulak ve gözden sonra da kalb zikrediliyor ve onun da düşüncelerinden, değerlendirmelerinden ötürü sorumlu olacağından bahsediliyor. Evet, sağlam bir delile dayanmayan, kesin bir bilgi blokajı üzerine oturmayan meselelerde kulak da göz de gönül de mesuldür. Allah öbür tarafta bunların her birinden hesap soracak ve onlar da -Allah muhafaza- insan aleyhinde şahitlik yapacaklardır. (Bkz.: Fussilet sûresi, 41/21) Bütün bunlar da göstermektedir ki, insanın zan ve tahminleriyle başkaları hakkında hüküm vermesi ciddi mesuliyet gerektirecek bir tavırdır.

   Gruplar Arasında Suizan

Suizan, maddî-mânevî kemâlâta zarar veren bir hastalıktır. Temelde ferdî bir hastalık olmasına karşılık bazen toplumsal bir hastalığa dönüşebilir. Eğer bir kimse başkaları hakkında hep olumsuz düşünüyor, onların davranışlarını olumsuz yorumluyor ve onları küçük görüyorsa bu, ferdî plânda bir suizandır. Şayet belirli gruplar, başka gruplar hakkında negatif düşünüyor ve onların gayretlerini hafife alıyorlarsa bu sefer suizan daha geniş bir tabana yayılmış demektir. Şahsî enaniyet, aidiyet mülâhazasına dayandığı takdirde daha da güçleneceği, heyet enaniyetiyle takviye edildiği takdirde sarsılmaz, yıkılmaz bir hâle geleceği için, çok daha büyük bir tehlike arz edebilir.

Maalesef ferdî suizanların yanında farklı heyet ve grupların birbirlerine karşı suizanları, toplum açısından daha yıkıcı neticeler ortaya çıkarabiliyor. Bakıyorsunuz, A grubu B grubu hakkında suizan besliyor ve onların yaptığı her şeyi eleştiriyor. B grubu da A grubuna hüsnüzanla yaklaşmıyor. Bunların her birisi kendi yaptıkları hizmetlerin İslâm’a daha muvafık ve insanlığa daha faydalı olduğunu düşünüyor ve sadece kendi yaptıklarını beğeniyorlar. Başkalarının ortaya koyduğu nice hayırlı iş ve hizmeti ise farklı kılıflar bularak yerden yere vuruyorlar.

Dikkat etmedikleri takdirde Hizmet gönüllüleri de böyle bir hastalığa yakalanabilir, bir takım grup ve cemaatlere suizanla yaklaşıp onların ortaya koymuş oldukları en hayırlı faaliyetlere bile kötü nazarla bakma hatasına düşebilirler. Oysaki Hz. Pir’in bu konuda ortaya koyduğu ölçü çok nettir: İnsanın, kendi meşrebinin muhabbetiyle yaşaması, başkalarına düşmanlık yapmasını gerektirmez. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 189) İnsan, yürüdüğü yolu, mesleğini, meşrebini delice sevebilir, sevmelidir de. Fakat bu, başkalarının mezhep ve meşreplerini hafife almayı, tenkit etmeyi ve hele düşmanlıkta bulunmayı gerektirmemelidir. Başkalarını kınamanın, ta’n u teşnide bulunmanın, sövüp saymanın hiçbir dinde, hiçbir mezhepte ibadet olduğuna dair bir şey bilmiyorum. Bir insanın, sırf kendi düşünce yapısına uymadığı gerekçesiyle falana filana sövmesi, kabul edilebilir bir tavır değildir.

Maalesef suizan günümüzün en yaygın hastalıklarından biri hâline geldi. Bazıları, içlerindeki bu hastalığı açığa vurmaktan çekinmezken, bazıları da menfi duygu ve düşüncelerini kapalı kapılar arkasında seslendiriyor.

Allah rızasını tahsilden başka bir niyetleri olmayan adanmışlar da bu tür taarruz ve hücumlara maruz kalabilirler. Başkaları suizanlarından ötürü onların yapmış oldukları onca güzel hizmetleri hiç görmeyebilir veya bunların arkasında farklı niyetler, hedefler arayabilirler. Şayet böyle bir durumda onlar da diğerlerine karşı benzer bir tutum takınırlarsa aynı hatayı irtikap etmiş olurlar.

Yapılan hizmetleri dış görünüşleriyle, kemiyetleriyle değerlendirmek doğru değildir. Mesela siz dünyanın farklı yerlerinde bin tane okul açmışsınızdır. Eğer beş okulla insanlığa faydalı olmaya çalışan insanlara, “Binin yanında beşin ne kıymeti olur!” derseniz, günaha girmiş olursunuz. Bilemezsiniz, belki de onlar yaptıkları işlerini daha ihlâslı yapıyorlardır. Bir zerre ihlâslı amel ise batmanlarla halis olmayana üstün gelir.

Bu açıdan, yapılan hiçbir hizmet küçük görülmemeli, hafife alınmamalı. Allah yolunda, insanlığa hizmet uğruna koşturan herkes hakkında hüsnüzan edilmeli. Kalbde suizan oluşmaması için sürekli mücadele etmeli ve içteki negatif duyguların önüne bariyerler koymalı ve herkes sürekli kendisini hüsnüzanna zorlamalı. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hüsnüzannın en güzel ibadetlerden biri olduğunu haber vermiştir. (Ebû Dâvûd, edeb 88)

   En Büyük Cihat

Siz, başkaları hakkında olumlu düşündüğünüz zaman sevap kazanıyorsunuz. Neden? Çünkü bu durumda içinizdeki şeytanî, nefsanî, cismanî ve hayvanî dürtülerin başkalarının hâl ve tavırlarıyla ilgili sizi yanlış yönlendirmesine müsaade etmiyor, bunlara karşı sürekli mücadele ediyorsunuz. İradenin hakkını vermek suretiyle içinizdeki negatif duyguları baskı altına alıyor ve başkalarının kusurlarına göz yumuyorsunuz. Yani kendi içinizde bir kavga veriyorsunuz, bir manada cihat ediyorsunuz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), düşmanla yaka paça olmaya küçük cihat derken insanın kendini düzene koyma adına kendi içi âleminde ortaya koyduğu mücadeleye ise büyük cihat demiştir. Çünkü düşmanla yapılan cihat sürelidir. İnsanın nefsine, heva ve heveslerine, olumsuz duygularına karşı yaptığı cihat ise süreklidir. İnsan belki günde yüz defa içindeki bu tür kötü duygularla mücadele etmek zorunda kalır. Yani o, aslında sürekli bir savaş hâlindedir.

İşte içte verilmesi gereken böyle bir savaşta düşmanlarımızdan birisi de suizan duygusudur. Suizannı tetikleyen dünya kadar faktör, enstrüman vardır. İnsanın muhatap olduğu bir kısım kötü muameleler, gördüğü bazı yanlışlar, maruz kaldığı sıkıntı ve eziyetler, bütün bu fiillerin sahiplerine karşı onda bu duyguyu tetikleyecektir. Harekete geçtiği anda insana düşen onu bastırmaktır. Onun üzerine ağır kayalar koymakla mı, üzerinde zıplamakla mı, mânevî bir kısım enzimlerle onu hazmetmekle mi… nasıl yapacaksa yapmalı ve bir yolunu bulup onun ortaya çıkmasına fırsat vermemelidir.

İnsanın suizandan kurtulması bir yönüyle kendini sıfırlamasına bağlıdır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir dualarında şöyle demiştir: اَللّهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنَيَّ صَغِيرًا وَفِي أَعْيُنِ النَّاسِ كَبِيرًا “Allah’ım, beni benim gözümde küçük göster! (Misyonum itibarıyla) insanların nazarında ise büyük göster.” (el-Bezzâr, el-Müsned 10/315; ed-Deylemî, el-Müsned 1/473) Biz, O’nun bu sözlerini rehberliğinin bir gereği sayarız. Zira O, kendini ne kadar küçük görürse görsün, büyüktür. Siz de, “Allah’ım beni bana küçük göster! İhlâsımda, rıza talebimde, hizmetimde, cehdimde ise çalımlı kıl!” diyebilirsiniz.

Günde elli defa kendimizi sıfırlayabilirsek başkalarının kusurlarıyla uğraşmaz, onlar hakkında suizanlara girmeyiz. Eğer bir kıymet-i harbiyemiz varsa, onu da başkaları söyler. Bununla ilgili bir beklentiye girmek, ayrı bir hastalıktır! Eğer başkalarının bir kısım olumsuz tavırları karşısında hemen kendi olumsuzluklarımızı düşünürsek, atf-ı cürümlerden ve suizanlardan kurtulmuş oluruz. İnsan şayet kendi kusurlarına bakmaz, onların tespitiyle meşgul olmazsa ömür boyu etrafta kusurlu arar da hiçbir zaman asıl suçluyu bulamaz.

Sen Hizmetine Bak, Sonucu Sahibine Bırak!

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Ra’d sûresinde yer alan, وَإِنْ مَا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ وَعَلَيْنَا الْحِسَابُ “Ya onları uyardığımız birtakım belaların bir kısmını sana gösterir, ya da bundan önce senin ruhunu teslim alırız, senin açından bir farkı yok. Zira senin görevin sadece tebliğ etmektir, hesap görmek ise Bize aittir.” (Ra’d sûresi, 13/40) âyetinin mü’minlere verdiği mesajlar nelerdir?

   Cevap:

Öncelikle kısaca âyet-i kerimenin meal-i münifi üzerinde durmaya çalışalım. Âyetin başında yer alan, وَإِنْ مَا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ ifadesiyle Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inkârcıların başlarına gelip çatacak kötü akıbetin, maruz kalacakları belâların bir kısmının kendisine gösterilebileceği ifade ediliyor. Peki, inkârcıların uyarıldığı ve buna karşılık zımni olarak mü’minlerin de müjdelendiği şeyler nelerdi? Allah inanmayanları neyle uyarıyor, mü’minlere ise neleri vaat ediyordu? İnsanların fevç fevç İslâm’a girmeleri, küfür ve şirk düşüncesinin belinin kırılması, müşrik ve kâfirlerin mü’minler karşısında hezimete uğramaları, dört bir yanda Nam-ı Celil-i İlâhî’nin şehbal açması, her yerde minarelerden göklere doğru ezanların yükselmesi, yeryüzüne bir kere daha adaletin, sulhun ve huzurun hâkim olması, baskı, zulüm ve haksızlıkların son bulması… Bütün bunlar Allah’ın vaz’ etmiş olduğu disiplinler ve Efendimiz’in de bu disiplinleri kusursuz bir şekilde temsil ve tebliğ etmesi sayesinde gerçekleşecekti. İşte âyet-i kerimede, meydana gelecek bu güzelliklerin bir kısmının Efendimiz’e gösterilebileceği ifade ediliyor.

Fakat âyetin devamında أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ buyrularak, Allah’ın vaat etmiş olduğu bu güzelliklerin henüz hepsini görmeden Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzura alınabileceği de ifade ediliyor. Şöyle ki Efendimiz, hayat-ı seniyyeleri boyunca Allah tarafından kendisine tevdi edilen peygamberlik vazifesini kâmil ve kusursuz bir şekilde eda etmişti. Elbette Cenâb-ı Hak, O’nun bu gayretlerini boşa çıkarmayacak ve amellerinin karşılığını tastamam verecekti. Efendimiz, bu dünyada kendisine vaat edilen güzelliklerin tamamını görmese bile Allah, daha sonra ortaya çıkacak olan hayır ve güzelliklerin de sevap ve mükâfatını tastamam ona verecekti. Belki O’nun atmış olduğu tohumlar başkaları tarafından hasat edilecek, başkaları tarafından ambara konulacaktı. Fakat O, bunların da tastamam sevabını alacaktı.

Bu ifadenin, “Veya hiçbirini eksik etmeden Sana lütuflarımızı tamamlayacağız.” manasına da açık olduğunu burada ifade etmek gerekir. Daha ziyade üzerinde durulan birinci mana olsa da bu tevcih de önemli bir hakikate işaret eder.

İster o, ister bu olsun, netice Seni ilgilendirmemeli; فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ “Sana düşen sadece tebliğdir.” Hak ve hakikati insanlara duyurmak, İslâm’ın güzelliklerini kusursuz şekilde temsil etmektir. وَعَلَيْنَا الْحِسَابُ “Bu işin hesabını görmek ise Bize aittir.”

Biraz daha açarak şunları da ilâve edebiliriz: Sen, bu tür hesapların üzerinde çok durma. Şöyle yaparsam şunlar meydana gelir, şunu yapınca sonrasında bu olur vs. deme. Kendini bu türlü hesaplarla meşgul etme. Sen kendini sorumlu olduğun vazifenin hesabına sal ve konumunun hakkını ver. İçinde bulunduğun şartlar itibarıyla nelerin realize edileceğine odaklan ve bunları gerçekleştirmeye çalış. Sen ruhunun ufkuna yürüdükten sonra ekstradan ne lütuflar ne sürprizler olacak! Sen gittikten sonra arkadan kaç tane devlet kurulacak, kaç tane bâtıl düzen hâk ile yeksan olacak. Fakat bütün bunların hesabını Sen yapmamalısın. Bunlar Allah’ın defterinde yazılı olan hususlar. Sen kendi defterinin hesabını tut.

Tarihî hâdiseler de âyet-i kerimenin bu manasını tasdik etmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde tohum atmış gitmiştir. Zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, henüz sınırlı bir bölgede kabul edilmişti. Sâsânî ve Roma imparatorlukları, biri Batıda, biri de Doğuda hâlâ gücü ellerinde tutmaya ve dünyaya söz geçirmeye devam ediyordu. Onların himayelerine girmiş, tesir alanında kalmış çok sayıda devlet ve kabile vardı. Fakat Allah’ın izni ve inayetiyle İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ekmiş olduğu tohumlar sayesinde kısa sürede Müslümanlar da bir güç olarak ortaya çıkmış, İslâm’ın güneşi, bu imparatorlukların etki alanlarında da kendini göstermişti.

Yeri gelmişken burada antrparantez ifade etmek gerekir ki Hz. Ömer sayesinde kelime-i şehadeti duyan, Müslümanlıkla müşerref olan, izzet kazanan ve ufukları açılan bir coğrafyanın bir kısım ahalisi, Hz. Ömer’e karşı çok ciddi bir düşmanlık beslemektedirler. Kadirşinaslık yapıp, vefalı davranıp ona karşı minnet duygularıyla dolu olacaklarına, öteden beri ağza alınmayacak hakaretler yapmayı ona reva görmektedirler. Eğer Hz. Ömer’in çaba ve gayretleri olmasaydı, kim bilir belki de onlar ateşe tapmaya, hurafelere inanmaya, bâtıl itikatlara sahip olmaya devam edeceklerdi. Keşke şöyle veya böyle yaşadıkları Müslümanlığı Hazreti Ömer eliyle elde ettiklerini bilseler ve azıcık kadirşinas olabilselerdi!

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu âyetin emri gereğince tohum atmış ve arkasına bakmadan gitmişti. Allah’ın izni ve inayetiyle o tohumlar önce fidelere dönüşmüş, sonra da sağa sola uzanan çınarlar hâline gelmişti. İslâm’a düşmanlığıyla bilinen Karl Marx bile Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ektiği o tohumlardan meydana gelen yirmi tane devletten bahseder. Efendimiz’den sonra nice toplumlar, milletler ve devletler O’nun ekmiş olduğu bu tohumlar sayesinde çok farklı ve yepyeni bir felsefe, düşünce tarzı ve dünya görüşünü temsil etmeye başladılar. Efendimiz’in insanlığa takdim ettiği semavî değerler, bağrında nice âlimler, edebiyatçılar, sanatçılar, komutanlar, devlet adamları yetiştirdi ve bunlar insanlığın kaderini değiştirdiler.

Pek çok âyet-i kerimede olduğu gibi burada da hitap her ne kadar Efendimiz’e olsa da esasında âyetin hükmü bütün mü’minleri içine alır. Hatta âyetin asıl maksadı, Efendimiz’den ziyade mü’minlere doğru düşünce tarzını öğretmektir dense sezâdır. Türkçemizde meşhur olmuş bir sözle ifade edecek olursak, tabir-i caizse, “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla!” demek gibidir. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zaten bu meselenin şuurundadır. O zaten kendi vazifesini yapar ve şe’n-i rubûbiyetin gereğine karışmaz. Zira O, davasının en sadık temsilcisidir. Fakat bir rehber ve bir temsilci olması itibarıyla Müslümanlara denecek bazı hususlar O’nun şahsı muhatap alınarak söylenir. Eğer Kur’ân’ın bütün emirlerine doğrudan bize hitap ediyor gibi bakmazsak Allah’ın mesajını, kendine has enginliği ve derinliğiyle anlayamayız.

Bediüzzaman Hazretleri konuyla ilgili şöyle der: “Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler yalnız kendi vazifelerini düşünmek lazım gelirken Cenâb-ı Hakk’a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler… İnsan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmamalı.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 156) Hazreti Üstad belagatteki “müşakele”[1] üslubundan hareketle “vazife” kelimesini Cenâb-ı Hakk’a da nispet ediyor. Bizim anlayacağımız şekilde ifade edecek olursak şöyle de diyebiliriz: Sen vazifeni yap, şe’n-i rubûbiyetin gereğine karışma.

Günümüzde iman ve Kur’ân hizmetine gönül veren adanmışlar açısından bu düşünce çok önemlidir. Onlara düşen vazife, ruhlarının ilhamlarını muhtaç sinelere boşaltmaktan, kendi değerlerini dünyanın dört bir yanına duyurmaktan ve seslerini herkese ulaştırmaya çalışmaktan ibarettir. Bu meselenin hesabına ve neticesine gelince yani ne, ne zaman, nasıl olacak, işin bu kısmı Allah’a aittir. Bize düşen, bunları düşünmemektir. “Sen tohum at git, kim tımar ederse etsin, kim hasat ederse etsin, kim ambara doldurursa doldursun.” düsturu, mesleğimizin önemli bir esasıdır. Hatta elden geliyorsa, tohum attıktan sonra hatırlanmayacak şekilde gitmelidir. Kendini unutturmalıdır. İz süren kimseler dahi ona ulaşamamalıdır. “Bu tohumu kim atmıştı, bu fideyi kim dikmişti?” soruları cevapsız kalmalıdır. Önemli değil, o bilinmese bile millet onu bir yâd-ı cemil olarak zikredecektir. “Bu tohumları her kim attıysa Allah ondan razı olsun!” diyeceklerdir.

Eğer insan bu duygu ve düşünceleri içselleştirebilirse, sadece vazife şuuruyla yaşar; bulunduğu konumu rantabl olarak nasıl değerlendirebileceğini düşünür. Bulunduğu yer ve konum ne tür işler, hizmetler yapmaya müsait ise onlarla meşgul olur. Elinden geldiğince sahip olduğu imkânları değerlendirmeye çalışır. Önüne çıkan hiçbir fırsatı kaçırmaz. Yaptığı bütün bu hizmetler karşılığında da herhangi bir beklentiye girmez. Miadı dolunca kendisine düşen vazifeyi yapmış olmanın rahatlığı içerisinde arkasına bile bakmadan çeker gider. Musallada halkın, “Biz bundan razıyız.” demesini dahi beklemez. Zira dünyadaki her türlü beklenti ahirette beklenen şeylerin önünde aşılmaz bir engeldir. Burada ne kadar tadar, ne kadar yer, ne kadar istifade ederseniz ahiretteki nimetleri o nispette azaltmış olursunuz.

Hayatı boyunca hep “ihlas” demiş ve halisane yaşamış Asrın Çilekeşi, “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum.” diyor. (Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, s. 186) Allah bildikten sonra insanların bilip bilmemesinin ne önemi var ki! İşte kendilerini hizmete adamış hasbîlerin sahip olmaları gereken düşünce budur! Onlar göz doldurucu ve imrendirici hizmetler yapmalı fakat hayatlarını bir meçhul gibi sürdürmeli, sonrasında da meçhuller ordusuna karışmalı; kendilerini bir bilinmezlik çağlayanına salmalı, neticesinde de bilinmez bir deryaya akarak kaybolup gitmelidirler.

*** 

[1] Müşakele: Bir kelimenin, şekil benzerliği sağlamak ve siyaka dikkat çekmek için bir bağlamda iki ayrı anlamda kullanılması. Genelde ilk kullanım gerçek anlamda, ikinci kullanım ise farklı anlamda olur.

Uhrevî Hüsrana Düşmemenin ve Aldanmamanın Yolu

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Kehf Sûresi’nde, De ki: Size işledikleri ameller bakımından ahirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildirelim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında ortaya koydukları bütün sa’y u gayretleri hep boşa gidecektir. Hâlbuki kendilerinin güzel işler yaptıklarını zannederler.(Kehf Sûresi, 18/103-104) buyruluyor. Burada sâlih bir dairede bulunuyor görünmemize rağmen, ahirette kaybedenlerden olmamak için dinî hayatımızda ve Allah yolunda yaptığımız hizmetlerde nelere dikkat etmeliyiz?

   Cevap: Öncelikle kısaca soruda zikredilen âyet-i kerimenin üzerinde duralım. İlk olarak âyet, “de, söyle” manasına gelen قُلْ lafzıyla başlıyor. Bu daha sonra kendilerine hitapta bulunulacak kimselerin uzak bir mesafede durduklarına işaret etmektedir. Yani bu lafız, herhangi bir yüceltme ve takdir ifadesi olmadığı gibi, bilakis muhatapların durmaları gerekli olan nokta ile durdukları yer arasında ciddi bir mesafe bulunduğunu ihsas ettiriyor.

Âyet-i kerimenin devamında هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا “Size işledikleri ameller bakımından ahirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildirelim mi?” buyruluyor. Burada geçen أَعْمَالًا kelimesi çoğul olduğu için ibadet ü tâatten muamelata, oradan ahlâka kadar bütün amelleri, tavır ve davranışları içine alır. Belki burada Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade ettiği, اَلْإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ شُعْبَةً “İman yetmiş küsur şubedir.” (Buhârî, îmân 3; Müslim, îmân 57) hadisi hatırlanabilir. İşte bu ifade, hadiste işaret edilen bütün şubeleri içine alır.

Âyette geçen بِالْأَخْسَرِينَ lafzının kalıbı ise, bilindiği üzere Arapça’da “ism-i tafdîl” sigası olarak isimlendirilir. Dolayısıyla bu, “en çok zarar eden, tam anlamıyla ziyanda olan, bütün işlerini zarar içinde götüren veya zararın göbeğine otağını kuran kimseler” demektir.

Âyet-i kerime, الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ifadesiyle, işte bu kişilerin dünya hayatındaki bütün emeklerinin, yapmış oldukları her türlü iş ve amelin boşa gittiğini, bunların kendilerine hiçbir fayda sağlamadığını anlatıyor. Bununla birlikte, وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا onlar, kendilerinin güzel işler yaptıkları zannediyorlar.

 Bu iki âyet-i kerimede zikredilen hususlar, seviyesine göre herkes için farklı bir mânâ ifade eder. Mesela küfür ve şirk ehli için bu âyetlerin ifade ettiği anlam şudur: Onlar, dünya hayatının refahı adına güzel faaliyetlerde bulunduklarını zannederler. Kendilerine göre insanların eksiklerini giderdiklerini, onlara daha güzel yaşama imkânları hazırladıklarını düşünürler. Fakat bunu yaparken Allah’a iman etme, İslâm’ın emrettiği ibadetleri yerine getirme, insanlar arasında güzel ahlâkı hâkim kılma, her yerde yaratılışın esasını teşkil eden sevginin bayraktarlığını yapma, bütün insanlığı ve hatta bütün bir varlığı şefkatle kucaklama gibi en önemli ve en hayatî hususları ihmal ederler.

Bütün bunları görmezden gelerek sadece dünyevî ve maddî bir kısım meselelerle meşgul ve bunlarla müteselli olurlar. Hatta yapmış oldukları işlerin çok önemli olduğunu zannederler. Ne var ki onlar, Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi olmayıp İslâm’ın vaz etmiş olduğu güzellikleri temsil etmediklerinden büyük bir yanılgı ve kayıp içindedirler. Yaptıkları işlerin önemli olduğuna dair mülâhazalarıyla sadece kendilerini aldatmış olurlar. Çünkü onların ortaya koymuş oldukları bu işlerin, ahirette kendilerine hiçbir faydası dokunmayacaktır.

Öte yandan bu âyet, mesâvîden bir türlü sıyrılamayan ve hayatlarını hep bata çıka yaşayan günahkâr mü’minlere de bakar. Mesela onlar Allah’a kulluk adına sadece haftalık kıldıkları Cuma namazıyla yetinebilir ve bununla kurtulacaklarını zannedebilirler. Allah yolunda yapılan hiçbir ameli küçük göremeyiz. Bazen bir insanın yolda kalmış birisini arabasına alıp bir yere bırakması bile Allah katında çok hora geçen bir amel olabilir. Hele bu amel, dinin çok önemli şeâirinden biri olan Cuma namazını eda etmekse, kimsenin onu küçük görmeye hakkı yoktur. Fakat bir kişi uhrevî kurtuluşunu kendi çarpık kriterlerine bağlıyor ve Allah’ın ölçülerini göz ardı ediyorsa, aldanıyor demektir. Dolayısıyla kâfirler hüsranın göbeğine otağını kurdukları gibi böyle bir kişinin de dalâletin göbeğine otağını kurma ihtimali vardır.

Soruda dile getirildiği üzere elbette bu âyetin i’lâ-i kelimetullahı kendilerine mefkûre edinmiş Hizmet gönüllülerine bakan yönü de vardır. Eğer onlar usûlüddine bağlı kalmaz, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliğinde yol almaz ve asıl maksatlarını unuturlarsa, hiç farkına varmadan istikametten ayrılıp böyle bir hüsran yaşayabilirler. Mesela bu insanlar; evler, kültür lokalleri, diyalog merkezleri veya okullar açarak ya da hicretle vatanlarını terk edip yeni diyarlara açılarak i’lâ-i kelimetullah adına yapılması gereken mücâhedenin mebdeini yerine getirmiş olabilirler. Yapılan bu tür hizmetler, insanlığa hak ve hakikati anlatma, kalblerin Allah’la buluşması adına aradaki engelleri bertaraf etme, Allah’ı sevdirme ve insanların Allah tarafından sevilmesini sağlama istikametindeki gayretlerin başlangıcını oluşturur. Hizmet adına yapılan faaliyetler ve inşa edilen müesseseler böyle bir mücâhedenin yapılabilmesi adına önemli birer vesiledir. Asıl olan, bu vesilelerin çok iyi değerlendirilerek, onlar vasıtasıyla maksadın gerçekleştirilebilmesidir.

Eğer bu gerçeği unutur veya göz ardı eder, hizmet adına yapılan faaliyet ve projelerle kendimizi ifade etmeye başlar, alkışlanma arzusuna kapılır, müşârun bi’l-benân olma (parmakla gösterilme) mülâhazasına girer, başarılarımızı takdir ve tebcile bağlarsak, işte o zaman biz de -Allah muhafaza- hiç farkına varmadan dünya-ukbâ hasareti yaşar ve yaptığımız bütün hizmetleri heba edebiliriz.

Bu konuda istikameti kaybetmemenin yolu şudur: Allah, sizi çok önemli işlerde istihdam edebilir. Seleflerinizin ideallerinin ötesinde başarılara imza atmış olabilirsiniz. İşte böyle bir başarı karşısında bile denilmesi gereken: “İhtimal ki bizim yerimizde başkaları olsaydı, bu işleri çok daha ötelere götürmüş olurlardı. Ne yapalım, bizim güç ve takatimiz bu kadarmış. İyi insanların yerini işgal ettiğimizden, onlara gölge ettiğimizden ve topyekûn bütün bir insanlığın yüzünü güldüremediğimizden ötürü Allah bizi affetsin.”

Eğer bu mülâhazalar bırakılıp bunun yerine, elde edilen başarılar karşısında gurur ve kibre girilir ve yapılanların mükâfatı alkış ve takdir olarak dünyada talep edilirse işte o zaman kazanma kuşağında kayıp yaşanır. Ve hele tamamen dalâlet ve hüsran sayabileceğimiz ve küfre/fıska ait birer sıfat olduğundan hiç şüphe etmediğimiz; elde edilen makamların şahsî menfaatler adına istismar edilmesi, onlarla çıkar çarklarının kurulması, Allah yolunda kazanılan itibar kredisinin zenginlik yolunda kullanılması, elde edilen imkânlarla krallar gibi yaşama arzusuna düşülmesi, lüks arabaların ve villaların peşinden gidilmesi gibi tavır ve davranışlara girilirse, bu takdirde -Allah muhafaza- yukarıdaki âyet-i kerimenin zemmettiği gürûha dâhil olunabilir, güzel işler yapıldığı zannedilirken, uhrevî hüsran yaşanabilir.

Aynı şekilde bazıları da vahdet-i ruhiyeyi koruma, nizam ve intizamı sağlama, yapılan hizmetleri ikiye katlama gibi güzel düşüncelerle yola çıkar ve bu düşüncelerini gerçekleştirme adına güzel işler yaptıklarını düşünürler. Fakat onlar da kaba tavırlarıyla sağı solu kırıp geçirir ve yıkılmadık gönül bırakmazlar. Kimseye hatasını söyleme fırsatı vermezler. Çünkü buna tahammül edemezler. Bu açıdan onlar kendilerince millete iyilik yaptıklarını zannetseler de, küfür/fısk sıfatlarıyla muttasıf olduklarından otağlarını hüsran üzerine kurmuş kimselerdir.

Bu dünyada iyi işler yaptığını zanneden, bu güzel işlerin sevaplarını bir havuza akıttığını ve ahirete gönderdiğini düşünen ve ahirette de güzel mükâfatlar elde edeceğini uman bir kişinin, amellerinin içine riya ve süm’a karıştırdığı, kendi çıkarlarını işin içine soktuğu ve bunlarla bir çıkarlar dünyası kurduğu için bütün amellerinin boşa gitmesi ve ahirete de müflis olarak göç etmesi ne büyük bir talihsizliktir!

İşte bütün bu tehlikelerden uzak kalmanın yolu, yapılan bütün amellerin ihlâsla yapılmasıdır. Eğer insanlar size güveniyor, imkânlarıyla size destek oluyor ve siz de dünyanın dört bir tarafına açılarak buralarda hizmet yapabilme adına bir kısım faaliyetlerde bulunuyorsanız, yaptığınız bütün bu işleri sadece Allah rızası için yapmalı ve hiçbir dünyevî hesabı işin içine katmamalısınız. Elbette okullar, üniversiteler, kurslar, kültür lokalleri, diyalog merkezleri açacaksınız. Fakat bunları sadece ama sadece yüce mefkûreniz istikametinde kullanacaksınız. Bunlar vasıtasıyla duygu ve düşüncelerinizi başkalarıyla paylaşacaksınız. Bu tür vasıtaları değerlendirerek gönüllerinizin ilhamlarını başka sinelere boşaltacaksınız. Değerlerinizden başkalarının da haberdar olmasını sağlayacaksınız. Aynı zamanda kendi tekâmülünüz yolunda başkalarının güzelliklerinden alabileceklerinizi de alıp olgunlaşacaksınız. Bunlar sizin vazifeleriniz. Fakat amelin ruhu ihlâs ve samimiyet olduğu için, bütün bunları yaparken maddî ve manevî hiçbir beklentiye girmeyeceksiniz. Tam bir istiğna ve adanmışlık duygusuyla hareket edeceksiniz.

Hâsıl-ı kelam, kendilerini insanlığa hizmete adamış olanlar, hangi alanda hizmet ederlerse etsinler, enbiya-i izamın yoluna uymalı ve yapmış oldukları hizmetler karşılığında zerre miktarı beklentiye girmemelidirler. Dağları yerinden sökseler, küre-i arzın yörüngesini değiştirseler, güneş sistemine farklı bir şekil verseler bile, eğer yaptıkları bu hizmetler karşılığında maddî-manevî bir kısım beklentilere giriyorlarsa, bütün bu işler boşa gidecek, onlara bir fayda sağlamayacaktır. Mesleğimizin esası budur. Eğer bunun dışına çıkma temayülü taşıyanlar varsa, onlar bir kere daha kendilerini gözden geçirmelidirler. Aksi takdirde “kazandım” dedikleri yerde kaybedebilirler.

BAMTELİ: İNSANLARIN TAKDİRİ VE İHLÂSIN MUHAFAZASI

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Olduğumuza da hamd ü senâ olsun!.. Ya dünyevîliklere dalıp biz de kirli birer akıntı gibi bataklıklara doğru aksaydık?!. Etrafı çölleştirmeye doğru aksaydık, ne olurdu halimiz?!. İyi ki imana açık bir ortamda dünyaya geldik. Taklidî bile olsa bize imanı yudumlattılar, yudumladık; onun ile beslendik, varlığımızı bugüne kadar devam ettirdik. Bundan sonra bize düşen, yeni kanatlar ilave ederek, “seyr ilallah”, “seyr ma’allah”, “seyr anillah” ufkunda ona seyahatler yaptırtmak… Biri diğerine benzemeyen, biri diğerinin üstünde olan sürekli seyirler yaptırtmak…

   Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar, zira Cennet’in binlerce sene mesûdâne hayatı O’nun cemâlini bir dakika görmeye mukâbil değildir; işte siz ona talipsiniz.

Bunun bir yolu, o mevzuda ölesiye bir cehd ve gayret ortaya koymaktır. Ölesiye bir cehd ve gayret… Tavırlar ile, davranışlar ile o mevzuda sürekli bir cehd ve gayret sergilemek.. dil ile, dudak ile, kalbin heyecanını ifade ederek, o mevzuda bir gayret sarf etmek.. yani, dili-dudağı -esas- kalbin heyecanlarına tercüman yapmak.. hatta biraz aşağıya düştüğü zaman, kalbin itirazı karşısında “Allah, bunu bana sorar: Ne diye tam kalbinin dilini seslendirmedin?” filan diye kendini sorgulamak… Öyle dil-dudak olmalı ki, bir yönüyle, kalb, onun yanında kuyruğunu kısmalı, susmalı, pusmalı, sesini çıkarmamalı; “Beni geçti bunlar!” demeli. Örneği, insanın melekleri geçmesinde aranabilir.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), Miraç’ta Hazreti Cebrâil’i geçti. Oysaki o, nurdan yaratılmıştı. İnsanlığın İftihar Tablosu ise, bir damla sudan yaratılmıştı; tabiatında beşerîlik vardı ama onları öyle aşmış, öyle geçmiş ve öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, Cibrîl, arkadan O’na bakarak, O’nun yürüyüşüne bakarak, o reftâre yürüyüşe hayranlık içinde, “Yürü! Top Senin, çevkan Senindir bu gece!” demişti. Bu ifade de Süleyman Çelebi’ye ait: “Yürü! Top Senin, çevkan Senindir bu gece!” O gece, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizzat Cenâb-ı Hakk’ı, o engin vicdan aynası ile müşahede etti; Kadı Iyaz -Allâme-i Mağrib- ısrarla bunun üzerinde duruyor.

Sizi, Cenâb-ı Hak, iman ile bu dünyadan göçmeye muvaffak eylesin!.. Öbür tarafta O’nu (celle celâluhu) göreceğiniz vaadi var. Ama herkes kendi mir’ât-ı ruhuna göre bir müşahedeye mazhar olacak; ne ölçüde mazhar olursa olsun, kendinden geçecek, bayılacak.. Cennet’i unutacak, evinin yolunu, o Cennet’in köşklerini unutacak… Onlar, öyle dünyadaki kara saraylara, pembe saraylara, turuncu saraylara benzemez; başınızı döndürür orada; onlar enbiyâ-ı ızâmın bile başını döndürecek şekildedir. Fakat O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ettiğiniz zaman, sarayın yolunu unutacaksınız. Hûrilerin çığlıklarını unutacaksınız. Öbür tarafa sizden evvel göç etmiş, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ (ebedîliğe ermiş çocuklar) tabir edilen Cennet çocuklarını unutacaksınız. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, Allah Teâlâ, sizi çocuk sevgisinden mahrum etmemek için, o çocukları orada yine sizin kucağınıza verecek ama O’nu görünce onların oradaki o feryatlarını/çığlıklarını da unutacaksınız, bayılacaksınız.

Yine, Bed’ü’l-Emâlî’nin sözüyle meseleyi ifade edelim:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54) O’nu (celle celâluhu) görünce onları unutacaksınız, Cennet’in bütün nimetlerini, şatafatını, ihtişamını, hezâfirini… Dünya ne oluyor ki?!. Belki o esnada size sorsalar: “Dünya diye bir şey?!.” “Yahu öyle bir şey var mıydı?” diyeceksiniz. Hani, Kur’an-ı Kerim’de de diyor: كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْضِ عَدَدَ سِنِينَ “Yeryüzünde yıl hesabıyla ne kadar kaldınız?” (Mü’minûn, 23/112) Ne kadar yaşadınız? قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَاسْأَلِ الْعَادِّينَ “Bir gün veya günün sadece bir kısmında kaldık! Ama tam da kestiremiyoruz; bunu zamanın hesabını bilebilen ve aklında tutabilenlere sorsanız, diye cevap verirler.” (Mü’minûn, 23/113) “Belki bir gün, belki bir günden de az! Ama yine de her şeye rağmen, Sen bir bilene sorsan bunu, bir bilene sorsan!” diyorlar; yani, o yarım günden bile şüphe ediyorlar.

Ee bir de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede edince ve bir de Cenâb-ı Hak’tan dalga dalga değişik tecelli dalga boyunda “Ben, sizden razıyım!” sözünü işitince… O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşahede edeceksiniz; bir de “Ben, sizden razıyım!..” İliklerinize kadar öyle mest-sermest olacak, öylesine kendinizden geçeceksiniz ki, “Yahu bir dünya var mıydı, yok muydu?!” unutacaksınız onu. Sorsalar, kendi doğup büyüdüğünüz evi, resmedemeyeceksiniz. Öyle… İşte ona talipsiniz, onun arkasından koşuyorsunuz, Allah’ın izniyle. Ama onu da maksûdun bizzat yapmıyorsunuz; çünkü esas “Maksûdun Bizzât”a göre o da yine deryada damladır, güneşte bir zerre hükmündedir. Esası, O (celle celâluhu), Hüve… Hüve ile ifade edilen o ıtlakın ifade ettiği Şey, o ihata edilmez Şey… Cenâb-ı Hak, lütfuyla serfirâz kılsın! Bizi, kendi boşluklarımızın mahkumu etmesin!..

   Zikir ve niyazı ülfet ve ünsiyete emanet etmemek için -tevazu ve mahviyet içinde- sürekli yeni yeni teveccüh mülahazaları ile O’na yönelmek lazım.

Şunu diyordum, müsaadenizle: Bir taraftan tavır ve davranışlarımız ile hep o ulvî şeylerin peşinde olmak… Bir taraftan da dilimiz ile onu “vird-i zebân etmek”, “dile dolamak”. Bu, “zebân” kelimesi Farsça “dil” demek. Biz “dil” diyoruz, dil de “kalb” demektir. “Vird” tekrar demek, o da Arapça; onlar da almışlar onu, “tekrar etme” demek. “Dile dolamak” Türkçemizde vardır. Dile dolamak; aynı şeyi durmadan ve her yerde sürekli tekrarlamak.

Oturup kalkıp hep O’nu (celle celâluhu) dile dolamak lazım. Şimdi nasıl diyeyim?!. Bazen insanın aklına geliyor. يَا اَللهُ (جَلَّ جَلاَلُهُ)، يَا هُوَ (جَلَّ جَلاَلُهُ)، يَا رَبُّ (جَلَّ جَلاَلُهُ) diyor ama daha çok demeyi arzuluyor. “Yahu daha nasıl/ne diyeyim ben? En iyisi Esmâ-i Hüsnâ’yı sayayım!” بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ، مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ، يَا اَللهُ، يَا فَرْدُ، يَا حَيُّ، يَا قَيُّومُ، يَا حَكَمُ، يَا عَدْلُ، يَا قُدُّوسُ “Yahu daha ne desem ki?!” filan… Meseleyi ülfete ve ünsiyete fedâ etmemek için, tâbir-i diğerle meseleyi ülfet ve ünsiyete emanet etmemek için, sürekli yeni yeni mülahazalarla, teveccüh mülahazaları ile O’na yönelme.. her yönelişi âdetâ yepyeni, mebdeden bir yöneliş şeklinde, O’na doğru yapma… Bunlar ile yetinmeme esasen.

Bir şeyler duyarsın, bir şeyler hissedersin; kalbinde bir kısım inkişaflara şahit olursun, âlemin duymadığı, görmediği, etmediği şeylere muttali olmaya başlarsın. Fakat böyle hep üveyikler gibi kanat açıp yukarılara doğru uçtukça, yağmur damlaları gibi, tekrar tevazu, mahviyet ve hacalet içinde toprağın bağrına dönersin. خَاكْ شَوْ خَاكْ بِرُويَدْ بَا تُو گُلْ * كِه بَجُزْ خَاكْنِيسْت كَسْ مَظْهَرِ گُلْ “Toprak ol toprak ki, gül bitsin; zira topraktan başkası güle mazhar olamaz.” Toprak ol toprak ki, gül bitiresin!.. Senin büyüklüğünün alameti, kendini mahviyet ve tevazu içinde sıfırlamandır. Bir şey isen, duygu ve düşüncelerinde hep kendini sıfırlıyorsun demektir. Kendini sıfırlama mülahazası hâkim değilse sana, sen -Sana demiyorum; yani, ey insan-ı meçhul, sen- bir “hiç”sin, hiçsin…

Evet, yüksekliği ile makûsen mütenasip (ters orantılı) kendini mahviyet, tevazu ve hacalet içinde, “acz u fakr, şevk u şükür” içinde duymak… Hani onun daha ötesinde seyr-i sülûkta “nefsini terk edip bütün bütün unutmak.” Bir dönemde “iman” olduğundan, “İslam” olduğundan, insanlar “îkân mevzuunda, iz’an mevzuunda daha derinliklere çağrılma istikametinde öyle demişler. Hazreti Pîr, bu çağda bir şeyi imar etme, onun projesini yapma, statiğini yapma vazifesi ile sorumlu olduğundan dolayı, o, kendi çağının insanlarına göre en lüzumlu, en elzem olan şeyi ifade ediyor. Öbürü (Emir Buharî) diyor ki: “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.” “Bizim yolumuzda (Nakşibendî yolunda) dört şeyi terk etmek bir esastır: Dünyayı terk etmek, ukbâyı terk etmek, nefsi terk etmek, terk ettiğini de terk etmek, unutmak. ”

Terk-i Dünya: Herhalde Hazret’in ölçülerine vurduğumuz zaman, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır. “Dün geldi, bugün ayrıldı gitti; var mıydı, yok muydu, bana ne yahu!” diyecek kadar… Arkasından bakmamak.. gözyaşı dökmemek.. “Aman kaybederim!” endişesine kapılmamak… O endişeye kapılanlar, kazanma kuşağında kaybediyorlar. Farkında değiller, kaybediyorlar; her gün bir kere daha çok farklı bir kayıp kuyusuna yüzüstü abanıyorlar veya tepetaklak gidiyorlar. Dünyayı terk…

Terk-i Ukbâ; ukbâyı da terk. Çünkü ukbânın ötesinde Cemâlullah var, Rü’yetullah var, Rızaullah var; Enbiya-ı ızâm ile beraber aynı sofrayı paylaşma var, evliya-ı ızâm ile aynı sofrayı paylaşma var… Bütün bunların varlığı sana -bir yönüyle- ukbâyı da unutturacak. Seni alıp Cennet’te bir yere “Otağın burası!” deyip oturtacaklar; oturacaksın oraya ama görmeyecek gözün onu. Ukbâyı da öyle terk edeceksin. Terk-i dünya, terk-i ukbâ…

   Vird-i zebânımız: “Her şey Sen’den, Sen ganîsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm! // Hem evvelsin hem âhirsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm!..”

Terk-i Hestî: Kendini terk edeceksin; sen, kendini de sıfırlayacaksın. Bir çarpı çekeceksin kendi üzerine; O’na ulaşmanın yolu, bu. “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana.” (Gavsî) Hep ben perdede görünüyorsam, sahnede görünüyorsam, ey Allah’ım, Sen tecelli eylemezsin. Zira Senin tecellin, benim yokluğuma vabestedir. Ben silinmeliyim ki, o zaman, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ hakikati tecelli etsin.

Ne yaparsam yapayım… “Bedir yaptım, Uhud’da hezimeti zafere çevirdim, Yermuk’ta bilmem ne yaptım!..” Bunları unutacak kadar… “Böyle bir şey yaptım mı, yapmadım mı?!.” Unutacaksın Hazreti Halid gibi. Zannediyorum ona sorsaydınız, Perslerin tepesine balyoz gibi, Romalıların tepesine balyoz gibi… “Sen ne yaptın?” “Vallahi ben bir şey yaptığımın farkında değilim. Sadece yaptığım bir şey var ki, onun ezikliği altında hâlâ eziliyorum: Okçular tepesinde, vazife ve sorumluluğunu unutan insanların oradan ayrılmalarını ganimet bilerek, Peygamber ordusuna arkadan hücum ettim! Aklımda kalan bu!..”

Altmış sene evvel işlediğim bir hata; aklıma yeniden gelince, zina etmiş gibi… أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ، أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Günahlarımdan tevbe ve nedamet edip Allah’tan binlerce, milyonlarca defa bağışlamasını diliyorum!” Zannediyorum Hazreti Hâlid’in, Ebu Süfyân’ın unutamadığı bir şey var ise, o da cahiliye döneminde, yani cahiliyenin yaşandığı dönemde -Ben o cahiliyeyi onlara da nispet etmekten hayâ ediyorum.- cahiliyenin hükümferma olduğu dönemde edip eyledikleriydi ki, ona da “zelle” diyeceğim. O zelleler, akıllarına geldiği zaman, Hazreti Âdem-vâri, رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Zulmettik nefsimize yâ Rab! Eğer Sen yarlığamaz, merhamet buyurmazsan, biz, kaybedenlerden, tepetaklak hüsrana gömülenlerden oluruz!” (A’râf, 23/7) رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا “Unuttuk veya hata ettikse, bundan dolayı bizi muaheze etme!” (Bakara, 2/286) diyorlardı.

Hayatını İlahî varidât çerçevesinde götürenler, kendilerini böyle sıfırlarlar. Sen, sende yok olunca esasen öyle şeffaf bir ayna haline gelirsin ki… Onun için Hak dostu, “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et!” diyor. “Dil beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahmân, gecelerde.” diyor. Evet, kalb, öyle bir mir’ât-ı mücellâ haline gelince, o kalbinin vüs’ati, istiap haddi ölçüsünde O’nu duyarsın, O’nu hissedersin.

Fakat bütün bu duymalar ve hissetmelerin taçlandırılması, taçların da sorguçlandırılması, kendini sıfırlamaya bağlıdır. Allah, ne kadar senin üzerine iltifat-ı Sübhâniyesi ile sağanak sağanak şeyler yağdırıyorsa, o ölçüde kendini sıfırlayacaksın. “Bana biraz daha toprak olmak, toprağın altında bir şey olmak, toprağın derinliğinde bir şey olmak, bir şey olmak, bir şey olmak…” El-ayak hareketlerin ile, dil-dudak hareketlerin ile cihanlar fethediliyor, Hazreti Fatih’in İstanbul’u fethi gibi. Fakat bütün bunlar aklına geldiği zaman, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan!..” sözü ile meseleyi taçlandıracaksın; onlara katiyen sahip çıkmayacaksın, katiyen.. “Var bir güzellik ortada; tebessüm ediyor benim çehreme; sanki benim davranışlarımdan dökülmüş gibi ama tenâsüb-ü illiyet (kozalite) mülahazasına göre, tenâsüb-ü illiyet prensibine göre, belli ki bunlar, benim eserim olamaz, belli ki Sahibinin eseri!” diyeceksin.

Meseleye böyle bakmayanlar, farkına varmadan “Din, İslam!” dedikleri zaman bile, şirk bataklığında bata-çıka yürüyorlar demektir; şirk bataklığında bata-çıka yürüyorlar demektir. Fakat, bunlar batarken bile “Bir ay sonra her şey düzelecek.. bir hafta sonra her şey düzelecek.. iki ay sonra her şey düzelecek.. üç ay sonra her şey düzelecek!..” derler. Bunlara dense dense -Terbiyem müsait olsa şöyle derim… Ama burada terbiyenin müsaadesizliğini bozacağım; bunlara dense dense- “dırıltı” denir.

Evet, ne “dırıltı” değildir? Böyle ilham sağanağı altında, varidât sağanağı altında bulunduğun zaman bile, her şeyi ayân-beyân gördüğün zaman bile, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan!..” Bir el, bir ayak işareti ile, bir temsil, bir hâl işareti ile, cihan senin önünde dize geliyorsa şayet, yine orada, çok rahatlıkla كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ demesini bileceksin: “Her şey, Allah’tan!..” “Her şey Sen’den, Sen ganîsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm! // Hem evvelsin hem âhirsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm!..” İşte vird-i zebân, bu. Balyozlar senin başına inip-kalksa, mızraklar sinene saplansa, her gün bir yara ile -muktezâ-ı tabiat- inlesen, yine de gözün hep O’nda (celle celâluhu) olmalı, hep O’nda olmalı, hep O’nda olmalı…

Yaptığınız güzel işler vardır, Cenâb-ı Hak, onları devam ettirmeye muvaffak kılsın! Güzel bir şey vardır. Fakat o güzelden daha güzel bir şey varsa, o da, o güzelin sürekli güzellikler sâlih dairesi içinde devam ve temâdîsidir. Güzellik, bir yerde gidip çirkinliğe aborda oluyorsa, o güzele “güzel” denmez. Güzel odur ki güzel doğurur, o da güzel doğurur, o da güzel doğurur; bir “güzel doğurma sâlih dairesi, doğurgan döngüsü” ortaya konur.

   “Rıza-ı İlahî kâfidir; eğer o yâr ise, her şey yârdır; eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para etmez.”

Hazreti Bediüzzaman, insanların takdiri ve ihlâsın muhafazası konusunda çok önemli bir hususa dikkat çekiyor: “İnsanların takdiri/istihsânı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde “illet” ise, o ameli iptal eder. Eğer “müreccih” ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izâle eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek Cenâb-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki, وَاجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلآخِرِينَ buna işarettir.”

“İnsanların takdiri/istihsânı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder.” İnsanların takdir ve istihsânı… “Takdir” bildiğiniz gibi, Türkçemizde de kullanılıyor; “istihsân” da “güzel görmek” demek. Uhrevî amellerde… Allah için yapıyorsak, öteler için yapıyorsak.. yani, bugünün insanı olmaktan sıyrılarak, yarınları olan insanlar gibi davranıyorsak.. upuzun yarını olan, ebedî yarını olan insanlar gibi davranıyorsak.. eğer yaptığımız güzellikleri, namazı, haccı, orucu, irşadı, bir yönüyle dünyaya nâm-ı celîl-i İlahî’yi, nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyurmayı gaye-i hayal yapmışsak… Bütün bunlarda eğer insanların takdirini “illet” yapıyorsak, o amellerimiz boşa gider. (İllet; sözlükte “hastalık, zafiyet, sebep ve gerekçe” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, hükmü gösteren veya gerekli kılan yahut hükmün kendisine bağlandığı durum, vasıf, mânâ, gerekçe demektir.)

İnsanlar takdir etsinler… “Maşallahı var; dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde okul açtılar!” desinler… Bu aklının köşesinden geçiyorsa… Bu gelince, nöronların kapısını çaldığında, hemen o kapıyı sürmelemeli, hemen; bir daha da o türlü duyguların açamayacağı hâle getirmeli. Fakat işte, eğer illet ise.. insan onun için yapıyorsa.. takdir edilsin istiyorsa.. “Bak, bunca insana duyurdum ben bu meseleyi!” filan diyorsa…

İyilikleri unutmak lazımdır esasen. Unutulacak bir şey var ise, o da kişinin kendi yaptığı/vesile olduğu iyilikleri unutmasıdır. Aklına geldiği zaman da “Allah Allah!.. Bencileyin bir insana Cenâb-ı Hak, nasıl oldu da bu lütufta bulundu?!” demek suretiyle -Bu da bir nevi tahdîs-i nimettir.- O’ndan bilmelidir. Yine onu kabul etme fakat O’ndan bilme… O’ndan bilince o hem “illet” sayılmaz, hem de insan o sâyede açık-kapalı şirke girmemiş olur. Öbür türlü, farkına varmadan insanların takdiri, insanların alkışı, insanların büyük görmesi, insanların parmak ile işaret etmesi, “Sen yaptın!” demesi, geldiğinde ayağa kalkılması; bütün bunlar, bir yönüyle yapılan güzelliklere illet sayılıyorsa, o ameli iptal eder. Bir şey yapmamış gibi olur.

Evet, ne gibi? رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلاَّ الْجُوعُ وَالْعَطَشُ Hadis: “Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan yanlarına kâr olarak sadece açlıkları ve susuzlukları kalmıştır.” وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice sabahlara kadar ayakta duran insanlar vardır ki, sadece yorgunlukları ve uykusuzlukları yanlarına kâr kalmıştır.” Öyle değil… Dolayısıyla ameli iptal eder o. O ameli iptal etmemek için, o güzelliğin yeni bir güzellik doğurması için, yaptığınız o şeylerde halkın takdirini, alkışını, müşârun bi’l-benân (parmakla gösterilir) olmayı hedef yapmamak lazım, illet yapmamak lazım; ameli iptal eder o.

   İhlâs; ferdin, ibadet ü tâatinde, Cenâb-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması, vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi ve sadece O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi demektir.

“İnsanların takdiri/istihsânı, eğer amel-i uhrevîde “müreccih” ise, o ameldeki ihlâsı kırar.” Eğer müreccih (o ameli yapıp yapmama hususunda tercih ettirici sebep) ise… Bu, ondan (“illet” yapılmasından) beri bir şey oluyor; biraz daha “Tevhîd”e yaklaşılıyor, Tevhîd’e doğru bir adım atılmış oluyor. O işi yapıyorsunuz ama o takdiri, o alkışı, o mevzuda “illet” yapmamışsınız. Fakat “O da iyi bir şey; insanlar kabul ediyorlar bunu!” diyorsunuz. Bazen de şeytan şöyle dedirtir: “Bu insanlar kabul edince, onlar da sizin çizginizde yerlerini alırlar, size arka çıkarlar; onlar da size destek olurlar.” Bu da şeytanın sağdan gelme ayak oyunlarındandır. “Tercih ettirici bir faktör” ise, yani, başka şeyler yapacakken, onu tercih ettiriyor size… O da o ameldeki ihlâsı kırar. Çünkü ihlâs demek -esasen- bir şey emredildiği için yapmak ve yaparken sadece O’nun rızasını gözetmektir. “Bir zerre ihlâslı amel, batmanlar ile hâlis olmayana müreccahtır.” beyanı da bu sözleri söyleyen, Hazreti Pîr-i Mugân’a ait.

Evet, siz ihlâslı amel ettiğiniz takdirde, Allah (celle celâluhu) hiç bilemediğiniz şekilde binlerce insanın sinesini açar. Ama ihlâslı amel ettiğiniz takdirde… Peygamberlere açılan kapılar da öyle açılmıştır. Dolayısıyla, insanların takdirini tercih ettirici bir sebep yapmak da o ameldeki ihlâsı kırar. İhlâs kırılınca, mesele yine Cenâb-ı Hak’tan koparılmış olur, hafizanallah. Tercihte bile… Amel var fakat ihlâs yok. Zannediyorum kabirden başlamak üzere bütün Berzah hayatında, Mahşer’de ve Mizan’da meselenin hesabı görülür; sorarlar: “Sen bunu yaptın ama çok ihlâslı değildin bu mevzuda!..”

Oysaki Kur’an-ı Kerim, çend yerde, ihlası nazara veriyor. Mesela, işte o Kısâr’dan (kısa sûrelerden) “Lemyekunillezîne” diye bilinen Beyyine Sûresi de onların başında geliyor. Orada şöyle buyuruluyor: وَمَا أُمِرُوا إِلاَّ لِيَعْبُدُوا اللهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلاَةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ “Oysa onlara da ancak, Din’i bütün yanlarıyla içten kabul ederek ve sadece O’nun rızasını hedef alarak, küfür ve şirkten uzak, dupduru bir tevhîd inancı içinde Allah’a ibadet etmeleri, namazı bütün şartlarına riayet ederek vaktinde ve aksatmadan kılmaları ve zekâtı tastamam vermeleri emredilmişti. Budur kusursuz, sağlam ve dosdoğru Din.” (Beyyine, 98/5) Din, diyanet, Allah’a aittir. “İbadet”, “Ubûdiyet” ve “Ubûdet” Allah’a yapılır. Başkalarının o mevzuda takdir ve alkışının kıymet-i harbiyesi yoktur; onun tercih ettirici bir faktör olması ise, o ameldeki ihlası kırar.

“Eğer müşevvik ise, saffetini izâle eder.” İnsanların takdiri/istihsânı teşvik edici bir faktör olarak, yaptığınız iyiliklere ve güzelliklere tesir ediyorsa.. o, bunlarda bir müşevvik ise… İnsan arzu eder; “Başkaları teşvik etsin de yapayım!” İnsanın zaaflarından birisidir, bu; fakat insanın en zayıf olan zaaflarından birisidir. Yani, artık bütün bütün iptal değil.. aynı zamanda ihlâsın zedelenmesi, yara alması, berkenâr edilmesi de değil.. fakat müşevvik olduğundan, bu, o meselenin saffetini, duruluğunu esasen götürür; bulanıklık olmaya başlar onun içinde, bazen kapkaranlık çizgiler olur orada. Cenâb-ı Hakkın beğendiği, takdir buyurduğu, öyle olmasını istediği amel, desen bozukluğuna düşer. Oysaki o meseleyi ortaya koyarken, vaz’ ederken, “Bu meselenin şu desende ortaya konması lazım!” buyurmuştur. Öyle bir şey ki, ne “iptal etme” mevzuu, ne “ihlası zedeleme” mevzuu, ne de meselenin “saffetini izâle etme” mevzuu söz konusu olmamalıdır.

Evet, her şeyden evvel o, Allah için yapılmalı; iptal edilmemeli. Aynı zamanda elin-âlemin takdiri falan da beklenmemeli. Fakat aynı zamanda “Başkaları teşvik etsin de biz de bu güzel şeyi yapalım!” falan da denilmemeli. Çünkü teşvike meyletmek, bir yönüyle gözün teşvikte olması veya kulağın teşvikte olması, bu da meselenin saffetini izâle eder, hafizanallah.

   Kul ile Mabud münasebetlerinde sır tutucu olmak ve hep O’nun uhrevî teveccühlerine bağlı yaşamak da ihlâsın ayrı bir buududur.

Burada antrparantez bir şey arz edeyim: Sabahlara kadar bin rekât namaz kılarsın ve bu mevzuda kimseye sır vermek istemezsin. Karanlık, gece… Hatta “Yahu şu seccâde bile bilmese!.. Benim şu gözyaşlarımla ıslandı; bir an evvel kurusa da bilmese!.. Benim iç döküşlerimi bilmese! Döşeğim bilmese benim kendinden ayrıldığımı! Yorganım farkına varmasa! Varsa hayat arkadaşım, yanından ayrılıp gittiğimi bilmese!..” dersin. Meseleyi öyle sâfiyâne yapıyorsun, öyle dupduru olarak yapıyorsun. Allah’ın izni-inayetiyle, bir yerlere ulaşıyorsun, belki bir şeyler hissediyorsun. O türlü şeyleri hissetmenin tâlibi bile olmamalısın!:.

Çünkü talep ettiğin şey o kadar büyük ki!.. Bir insan neyi talep ediyorsa, aynı zamanda kendi kıymetini ifade eder. Talep edilen şeyin kıymeti, insanın kıymetini aksettirir. Kimisi bakırcılar çarşısında bakıra tâlip olur. Kimisi sarraflar çarşısında altına-gümüşe tâlip olur. Kimisi mercan adalarına dalar, ona tâlip olur. Bence sen, öyle bir şeye tâlipsin ki!.. “Allah!” diyorsun: “Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için görüşünüz, Allah için konuşunuz; lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O zaman ömrünüzün dakikaları, saniyeleri, saliseleri, âşireleri, seneler hükmüne geçer.” Hazreti Pîr birini (dakikaları) diyordu, ben diğerlerini ilave ettim; ömrünüzün âşireleri, seneler hükmüne geçer.

Burada bile yine Cenâb-ı Hakk’ın rızasından başka değişik şekilde bir beklenti olmamalı. Hani, “Firâsetim inkişaf etsin benim!” dememeli!.. Ettirirse ettirir… “Böyle her şeyi doğru okuyayım, bu yaptığım şeyler ile!” Bakın içinize bunlar gelebilir. Değişik makamlar, pâyeler, hatta nezd-i Ulûhiyetteki pâyeler… “Her gece rüyamda -bir yönüyle- kendi mir’ât-ı ruhumda O’nu temâşa edeyim!” Bunlar kendi kendine geliyorsa şayet, bence öpüp başa koymak lazım; tahdîs-i nimettir bu. “Allah Allah! Nasıl oldu da bencileyin fakire, böyle sultanlara armağan edilen şeyler armağan edildi, lütfedildi!” falan… Onu da o çerçevede ele almak lazım; evet, onu da karartmamak lazım.

Hatta bazı kimseler biliyorum ki veya duydum ki… Mesela herkes Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmeyi ister; ben de O’nu bir dakika görmeye, belki dünyaları fedâ ederim. Fakat öyle kimseler vardır ki, hafizanallah, “O’nu gördüm!” mülahazası, yaptığı şeylerde aklına geliyorsa, ona da razı olmaz. “Yâ Rabbi! Ben, O’nun için ölüp ölüp dirileyim, kalbim O’nun ateşi ile yansın. Leyla Hanım gibi diyeyim: ‘Yanarsam, nâr-ı aşkınla yanayım yâ Rasûlallah! / Ezelden kapında bağrı yanık bir gedâyım yâ Rasûlallah!’ Fakat, bana vereceğini öbür tarafta ver!..” der. “Yâ Rasûlallah!..” redifli nice naatlar söylenmiştir. “Yâ Rasûlallah! Yâ Rasûlallah!..” Meşgul olmuşsanız, görmüşsünüzdür bunları. Gönlünüz öyle olmasını arzu eder. Fakat “Ya ben onu suiistimal edersem; ‘Bana bir hususiyet olarak geldi!’ mülahazasına kapılırsam?!. Allah’ım! Onu da bana verme! Bana vereceğin şeyi öbür tarafta ver. Öbür tarafta ben, başımı O’nun ayaklarının altına koyayım!” O kadar…

   “Cenâb-ı Hak, insanların takdir ve istihsânını sırf makbuliyet alameti olarak, istenmeden ihsan etse, bunu o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-i tesiri namına kabul etmek güzeldir.”

Ama kendi kendine geldi… Bu defa da ciddî bir nefis muhasebesi ile, iç sorgulama ile, hemen Latife-i Rabbâniye’ne yönelerek, “Bencileyin bir insana bunların lütfedilmesi çok olacak şey değildi ama Cenâb-ı Hak -herhalde utûfet-i şâhâne, eltâf-ı şâhânenin olduğu dönemde tufeylîlerin de mahrum edilmediği gibi- bencileyin bir tufeylîyi de mahrum etmedi!” mülahazasıyla meseleye bakma… Havada uçsa, suda batmadan gitse, insanların çehresinde kalblerinden geçenleri okusa, iki tane kelime ile bir insanı hemen hakikatin göbeğine otağ kurmaya çağırabilse… Bütün bunlarda yine kendine bir şey çıkararak meseleye bakmamak lazımdır. Şu kadar var ki, kendi kendine gelmiş şeyler olarak onları inkâr etmemeli; çünkü O’ndan gelmiş şeylerdir, iltifattır.

Böyle olunca, “İnsanlardaki hüsn-i tesiri namına kabul etmek güzeldir ki, وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ ‘Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!’ (Şuarâ, 26/84) beyanı da buna işarettir.” Hazreti İbrahim diyor bunu: “Beni, arkadan gelen insanlar nezdinde yâd-ı cemîl kıl!” Örnek olarak söylüyor o peygamber. Kalbi ne kadar duru, ne kadar temiz!.. Beklenti ifadesi değil de hayır ile yâd edilme arzusu. O arzu, kabul buyurulmuş da Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) salât u selamlarda anarken, O’nu da anıyoruz. اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ، كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى سَيِّدِنَا إِبْرَاهِيمَ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا إِبْرَاهِيمَ فِي الْعَالَمِينَ رَبَّنَا إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ Bizde yok bazı ilaveler; bazı kelimeleri diğer mezhepler ilave ediyorlar. Herhalde Âhâdî şeyler olduğundan dolayı Hanefîlerde yok; Hanefîlerin Garîb, Âhâdî şeyleri namazda söyleyip söylememe konusuna karşı biraz hassasiyetleri var. Evet, Hazreti İbrahim, وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ diye dua etmiş; arkadan gelen nesiller tarafından da yâd-ı cemîl olarak yâd edilmiş.

Bir de bir örnek; Allah’a öyle bir teslimiyeti var ki!.. İşte her zaman O’ndan ders almalı!.. Mancınığa konup ateşe atılırken, daha ateşin içine düşmeden, Cebrâil yetişiyor orada: “Cenâb-ı Hakk’ın selamı var, senin için bir şey yapalım mı?” diyor. “O, haberdar ise, benim kimseden beklediğim bir şey yok!” cevabını veriyor.

İşte bu örneğe binaen esasen, hayat böyle götürülmeli. حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129) حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.” (Âl-i Imrân, 3/173) نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ “O ne güzel Mevlâ, ne güzel Yardımcı’dır!” (Enfâl, 8/40) غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Affını dileriz ya Rabbenâ, dönüşümüz Sanadır.” (Bakara, 2/285) رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) denmeli. Bu mevzuda şeref-nüzûl olmuş ne kadar beyan varsa, o mülahazaya bağlamak lazım. Esasen, Hazreti İbrahim bize de bu dersi veriyor.

Dolayısıyla, zannediyorum, وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ duasının baktığı mülahazalardan bir tanesi de, budur. Bu açıdan, o meseleyi de böyle makul bir mahmîle hamletmek lazımdır. وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ * وَاجْعَلْنِي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعِيمِ “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!.. Ve beni içinde nimetlerin kaynadığı Cennet’in mirasçılarından kıl.” (Şuarâ, 26/84-85)

اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ * اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى * اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا، خَلِّصْنَا، نَجِّنَا مِنَ النَّارِ؛ وَعَافِنَا وَاعْفُ عَنَّا وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِعَفْوِكَ يَا مُجِيرُ، بِفَضْلِكَ يَا غَفَّارُ * وَأَسْأَلُكَ بِحَقِّ هَذِهِ اْلأَسْمَاءِ الْكَرِيمَةِ الشَّرِيفَةِ، وَالصِّفَاتِ الْجَلِيلَةِ اللَّطِيفَةِ، أَنْ تُصَلِّيَ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ، وَاحْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ، وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلإِنْسَانِ، وَمِنْ شَرِّ الْبِدْعَةِ وَالضَّلاَلَةِ وَاْلإِلْحَادِ وَالطُّغْيَانِ؛ وَأَجِرْنَا، نَجِّنَا، خَلِّصْنَا مِنَ كَيْدِ وَمِنْ مَكْرِ وَمِنْ خِيَانَةِ وَمِنْ فِتْنَةِ وَمِنْ فَسَادِ وَمِنْ حِقْدِ وَمِنْ حَسَدِ أَعْدَائِنَا الْعَسْكَرِيِّينَ وَالشُّرْطِيِّينَ وَاْلاِسْتِخْبَارِيِّينَ وَالْعَدْلِيِّينَ وَالْمُلْكِيِّينَ، وَاجْعَلْهُمْ خَائِبِينَ خَاسِرِينَ فَاشِلِينَ مَخْذُولِينَ مَرْدُودِينَ مَطْرُودِينَ مَقْهُورِينَ مَنْفُورِينَ مُنْقَرِضِينَ مُنْهَزِمِينَ؛ بِحَقِّ ذَاتِكَ، بِحَقِّ عَظَمَتِكَ، بِحَقِّ كِبْرِيَائِكَ، بِحَقِّ أُلُوهِيَّتِكَ، بِحَقِّ رُبُوبِيَّتِكَ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ صِفَاتِكَ السُّبْحَانِيَّةِ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ أَسْمَائِكَ الْحُسْنَى، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ اسْمِكَ الْعَظِيمِ اْلأَعْظَمِ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفَى، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ الْمُصْطَفَيْن اْلأَخْيَارِ، يَا رَحِيمُ يَا رَحْمَانُ، يَا ذَا اْلجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Allah’ım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Allah’ım, Sen’den hidayet, takva, iffet ve (gönül) zenginliği dileriz. Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, halas eyle, koru. Bize af ve afiyet lütfeyle. Ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle. Affınla imdat ve himaye buyur ey Mucîr Allah’ım, fazlınla bağışla ey Gaffâr Rabbim. Bu şerefli ve mübarek isimlerin hürmetine, latîf ve celîl sıfatların hatırına Sen’den Efendimiz Hazreti Muhammed’e ve O’nun mübarek aile fertlerine salât ve selam etmeni diliyoruz. Bu makbul olduğuna inandığımız duaya şu talebimizi de ekliyoruz: Bizi nefis ve şeytanın şerrinden, cin ve insin şerrinden, bidat, dalalet, ilhad ve tuğyana düşmekten muhafaza buyur. Asker, polis, istihbaratçı, hukukçu ve idareci devlet memuru gibi hayatın her biriminden olup bize karşı düşmanca davranan kimselerin komplolarından, tuzaklarından, hıyanetlerinden, fitnelerinden, kinlerinden ve hasetlerinden bizi koru, uzak tut, muhafaza buyur. Düşmanlığa kilitlenmiş o şerirleri hayal kırıklığıyla kederli, eli boş kalıp hüsrana düşmüş, fiyasko yaşamış, perişan, hücumları akim kalıp püskürtülmüş, kovulup uzaklaştırılmış, kahra uğrayıp yara bere içinde kalmış, bozguna uğramış, yıkılıp batmış ve hezimet yaşayıp sönüp gitmiş hale koy!.. Ya Rahmân, ya Rahîm, ya Zelcelâli ve’l-ikrâm! Zat’ın, azametin, ululuğun, Ulûhiyetin, Rubûbiyetin hakkı için.. Sıfât-ı Sübhâniye’nin hatırı ve şefaati için.. Esmâ-i Hüsnâ’n hürmeti ve şefaati için.. İsm-i A’zam’ın hürmeti ve şefaati için.. Hazreti Muhammed Mustafa’nın hürmeti ve şefaati için.. seçkinlerden seçkin ve en hayırlı kulların enbiya/evliya hürmeti ve şefaati için duamızı kabul buyur. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, ailesine ve ashâbına salât ü selam ederek bunu diliyoruz Rabbenâ!..”

Bamteli: REKÂBET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Varlık bilinip görülme fitilinin, sevgi çerağından tutuşturulması sonucu meydana gelmiştir; aslında dünya, köhne bir harâbeden ibarettir, onu taptaze ve canlı kılan sevgidir.

“Muhabbet bir Süleyman’dır / Gönül, taht-ı revan olmuş.”

Muhabbetten Muhammed hâsıl olmuş; O’nsuz muhabbetten ne hâsıl olmuş ki?!.

Allah, sevdiği için yaratmış ve sevgisini enbiyâ-ı ızâmı göndermek ve insanları doğru yola hidayet etmek suretiyle göstermiş. Sonucunda -esasen- o sevgiyi ortaya koymak üzere Cenâb-ı Hak bu türlü icraât-ı Sübhâniyede bulunmuş.

Varlık, sevgi ile var olmuş; sevgi ile devam ediyor. Allah (celle celâluhu) en büyük ve en mükemmel varlıktan en küçük varlığa kadar bütün mahlûkata nazar-ı re’fet, şefkat, merhamet ve mürüvvet ile bakıyor.

Şu halde, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlakı ile ahlaklanın!..” Peygamber ahlakı ile ahlaklanın!.. Allah, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) takdir ve tebcil sadedinde, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, yüksek bir ahlak üzerinesin!” (Kalem, 68/4) buyuruyor. Sen, ahlakın en güzeli üzerinesin; öyle yaratılmışsın!..

Âişe validemize, huluk-i nebevî sorulduğu zaman, كَانَ خُلُقُهُ الْقُرْآنَ buyuruyor; “Ahlakı, Kur’an’dı O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem).” Kur’an’a baktığınız zaman, işte orada Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlak-ı âliye-i gâliye-i fâikasını görmeniz mümkün olacaktır, diyor.

Allah, re’fet ve şefkatini çok umumî manada sergilemiş. Hatta denebilir ki, varlık, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini ve re’fetini sergilediği bir sergi gibidir; her yerde O’nun re’fet ve şefkati müşahede edilmektedir. Ama onu görmek için “basiret” (gönül gözü) ister, “basar” yetmez; “bakmak” yetmez, “görmek” ister; görmeyi takdir etmek, değerlendirmek ister; görme ile beraber beynin bütün nöronlarını çalıştırmak ister.

Evet, böyle bir muhabbet dertlisi, muhabbet âşığı olmak.. sevginin aşığı, aşkın âşığı olmak.. aşkın âşığı olmak, ona kilitlenmek… Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi o sevgi ile, o aşk u iştiyak ile mamur eylesin!..

Zira öyle bir muhabbetten mahrum gönül/insan/toplum harâbedir.

“‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm: Yer yer

Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler…

Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;

Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar;

Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum;

Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”

diyor yokluğu seslendiren hicran insanı, büyük şâir Mehmet Akif.

   Maddî menfaat cihetinden gelen rekâbet, yavaş yavaş ihlâsı kırar; ayrıca hem hizmetin neticelerini zedeler hem de o maddî menfaati kaçırır.

İnsanın mahiyetinde olumsuz bir kısım şeyler/genler bulunduğu gibi, aynı zamanda hiss-i rekâbet de var. Ehl-i dünya, bu rekâbet duygusunu dünyevî şeyler hesabına kullanıyor. Mesela “Ben, zengin olayım, bütün imkânları ben elimde toplayayım. Kast sistemine göre, bütün halk benim gözümün içine baksın, her şeyi benden beklesin. Beni yok ettikleri zaman veya beni yok farz ettikleri zaman, kendilerinin de yok olacağını düşünsünler!..” Bu şekilde bakmışlar; o dünyevî rekâbeti değerlendirip bir yönüyle üste sıçrayan, Kast sisteminin üst basamağına sıçrayan insanlar, aşağıya doğru hep böyle bakmışlar.

Böyle biri ister ki, herkes onun gözlerinin içine baksın!.. O bir caddeden geçerken insanlar alkış tutsunlar, o da o alkış tufanı içinde gideceği yere gitsin. Hatta Allah’a doğru giderken bile, orada -hâşa ve kellâ- kendini O’nun gölgesi zannederek, geçtiği her yerde kendisine eğilmeler beklemek, rükûlar beklemek, secdeler beklemek… Zannediyorum, arzu ettikleri şeylerin geneline bakınca anlaşılıyor ki, kendilerine secde edildiği zaman bile, ona dahi makul bir mahmîl bulacaklar; diyecekler ki, “Efendim, bu, saygıyı tamamıyla ifade etmenin icabıydı, yoksa kulluk değildi bu; kulluk, Allah’a yapılır!” Böyle diyecek ve ona da diyalektik ile bir mahmîl uyduracak, onu da öyle ifade edecekler.

Alkış… “Sadece ben alkışlanayım!..” Ehl-i dünyanın rekâbeti… Evvela onu görmek lazım; demek ki insanın ruhunda o da var. Nasıl Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hazreti Âdem, hata etti; evlatları da etti!” diyor, adeta genetiği işaret buyuruyor: “Hazreti Âdem, nisyana maruz kaldı, unuttu; evlatları da unuttu!..”

Ee unutulmaması gerekli olan ama unutulan şeyler var: Hafizanallah, en başta Allah’ın unutulması.. dinin unutulması.. uhrevî âlemlerin unutulması… Ee onun berisinde bir sürü şeyin unutulması var: Allah’a karşı kulluğun unutulması.. biraz evvel geçtiği gibi, insanlara karşı alakanın unutulması.. re’fet ve şefkatin unutulması.. kendin kadar başkalarını da düşünmenin unutulması… Bir sürü nisyan.. ve bu nisyanların hepsi birer belâ.. insanın ötelerini/ukbâsını karartan birer belâ.

İnsanın tabiatında var bu. Ehl-i dünya, onu dünya hesabına kullanıyor; alkışa kullanıyor, “Ben alkışlanayım sadece!” diyor.. takdire kullanıyor.. makama kullanıyor.. mansıba kullanıyor.. güce kullanıyor.. “Güç, bende olsun; kuvvet, bende olsun! Hak da kuvvetin emrinde olsun!” diyor

   “Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.”

Hazret, buna da temas ediyor, diyor ki: “Düstur-u nübüvvet, ‘Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.’ der, zulmü keser, adaleti temin eder.” Bir yerde “İşte bunun delili de şudur.” diyor. Evet, ehl-i hak ve ehl-i hakikat, bütün kuvveti hakta bilecek; ondan sonra da o kuvveti hakkın emrine verecek, hakkı ikâme etme istikametinde kullanacak.

Antrparantez: Mesleğiniz bu sizin… Cenâb-ı Hakk’ın size verdiği maddî-manevî bütün imkânları, düşünce aktivitelerinizi, bedenî bütün gücünüzü, hatta rüyalarınızı, hülyalarınızı bu gaye-i hayal istikametinde kullanmak… Esasen, hakkı ikâme etmek, hakkı tutup kaldırmak…

Mehmet Akif, bir yerde, “Hâlık’ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk.” diyor. Vâkıa, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri arasında, ism-i Zât hepsinden büyüktür; fakat aynı zamanda “Hakk” dendiği zaman da “Allah” anlaşılır; belki bütün esmâ-i İlahiye anlaşılır. Çünkü Hakk isminde izâfîlik olmayacaktır. Başkalarında izâfîlik görebilirsiniz. Mesela, Rahmâniyet’te izâfîlik görebilirsiniz; Rahîmiyet’te izâfîlik görebilirsiniz. Ama Hakk meselesine gelince, Zât-ı Hakk, haktır, gerçek haktır. حَقَائِقُ اْلأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ “Eşyanın hakikati sabittir.” dediğiniz şeyler, esasen Hazreti Pîr’in ifadesiyle, O’nun varlığının gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Demek ki “Hakk” dendiği zaman, “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” fehvasında O anlaşılır. Evet, bu tavzihle, Akif’in sözüne makul mahmîl bulmaya çalışıyorum. Diyor ki:

“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk,

Ne büyük şey, kul için, hakkı tutup kaldırmak..

 

Hani Ashâb-ı kirâm, “Ayrılalım!” derlerken,

Mutlaka sûre-i “Ve’l-asr”ı okurmuş, neden?

 

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,

Başta “iman-ı hakiki” geliyor, sonra “salah”,

 

Sonra “hak”, sonra “sebât” (sabır); işte kuzum, insanlık..

Bu dördü birleşti mi sende, yoktur sana izmihlal artık!..”

“İman”, “amel-i sâlih”, “hak” ve (doğru bildiğin şeyde) “sebât”. Mesâibe karşı sebât.. ehl-i dünyanın saldırılarına, belâ ve musibetlere karşı sebat.. ibadet u tâatte sebat… Çoğaltabilirsiniz; öbür âlemi şiddetle arzu etme mevzuunda, murad-ı İlahî’ye saygının gereği olarak sebat.. dünyada başınıza gelecek her şeye karşı sebat… Sebat, sebat… Çok önemli bir vasıf, kazandıran bir sıfat… Hak ve sebat…

Hakkı tutup kaldırmak, insan için en önemli bir gayedir. İnsanın, kendi varlığını ona bağlaması lazım. Yeryüzünde yıkılmış hakkı, harâb olmuş hakkı tutup kaldırmak; Hakk adına, onu tutup kaldırmak… Bu, en büyük bir mesele… İnsan, kendisini buna vermiş ve adamış ise, adanmışlığın en kutsalı, bu. Beklentisiz, kendisini buna vermiş ise, Allah’ın izni ve inayeti ile, bu dünyevî beklentilerden sıyrılır. Allah’ın izni ile, artık ne alkış bekler, ne takdir bekler, ne hakkın kuvvetin emrine girmesini bekler, ne geçtiği yerlerde milletin eğilmesini ve ona rükûda bulunmasını bekler, ne yalandan saygıyla takdir etmelerini bekler.

   Özellikle hak ve hakikate çağırırken, asla gırtlak ağalığı yapmamalı; meseleler dil ve dudağa emanet bırakılmamalı; telaffuz edilen her kelimeyi gönlün sesi-soluğu kılmalıdır.

Fakat maalesef, bütünüyle, tamamen dünya hedefleniyor. Bu hedeflenmede bazen işin içine öyle derinlemesine giriliyor ki, öbür taraf, bütün bütün unutuluyor; o, sadece dilde-dudakta kalıyor, zannediyorum yutaktan içeriye girmiyor. Onun için merhum Nureddin Topçu, bu türlü insanlara “gırtlak ağaları” derdi; gönlünde duymadan Kur’an okuyanlarına, ilahi okuyanlarına, bilmem nelerine “gırtlak ağaları” derdi.

Yerinde Kıtmîr de dinlemiştir bunu: “Ne zaman anarsam seni / Kararım kalmaz Allah’ım // Senden gayrı gözüm yaşım / Kimseler silmez Allah’ım” (Yunus Emre)  “Her kaçan Seni anarsam, çağlar gözlerimin yaşı!” falan diyor; fakat hiç alakası yok, adam fersah fersah uzak ondan ama söylüyor bunu. Dediği zaman, kalkıp gideceğin bir şey söylüyor. Terk et o meclisi!.. Çünkü “Hakk!” derken, “Allah!” derken, çok korkunç bir riyakârlık sergiliyor orada.

Şimdi, ehl-i dünya bunu hedeflediğinden dolayı, âhireti unutacak kadar bu mevzuda derinleşebiliyor. Neûzu billah, “Allah” deme bile, dil ve dudaktan ibaret kalıyor. Oysaki iman, -esasen- kalbin tasdikinden ibarettir. İmanın derinleşmesi, kalbe ait bir uf’ûledir (افعوله, görev, fonksiyon, vazife), bir aksiyondur; onun derinleşmesi, o inancın işe yarar hale gelmesi, çok ciddî aksiyona bağlıdır. Onun için, nerede “iman” denmiş ise, hemen arkadan “amel-i sâlih” de denmiştir; imanın amel-i sâlih ile takviyesine işaret edilmiştir. İmandan, iman-ı billah’tan hemen sonra “marifet” denmiştir, “muhabbet” denmiştir, “zevk-i ruhanî” denmiştir, “aşk u iştiyâk-ı likâullah” denmiştir. Bunlar ile takviye ediliyor ise şayet, o iman, imandır; yoksa dil ve dudakta kalan, onların kıpırdaması ile dökülen bir kısım yalancıktan kelimeler demektir.

Nitekim dil ve dudakla bazı şeyler diyebilirler. Mesela, “Siyasî İslam!” diyebilirler; “Onu getireceğiz!” diyebilirler. Hatta cetlerin ocaklarını o istikamette istismar edip kullanabilirler, “Osmanlı Ocakları” diyebilirler. O ocaklar, belli hakikati ikâme etmeye matuf idi; jurnalcilik yapmak için değil, istihbarat hesabına çalışmak için değil, kendileri gibi düşünmeyenleri arkadan vurmak için değil… Yapılan şeyler, şimdi onlar; onun için bunlar “teessüs” ediyor; bir kısım tesisatı yıkmaya matuf teessüsât bunlar. Geçiyoruz…

   “Ey kardeşlerim! Sizleri -inşaallah- menfaat-i maddiye rekâbete sevk etmeyecek; fakat menfaat-i uhreviye noktasında -bir kısım ehl-i tarikatın aldandıkları gibi- sizin de aldanmanız mümkündür.”

Mesâil-i uhreviyede rekâbete gelince, o daha tehlikeli, hafizanallah. Bu da dine-diyanete inanmış insanlar arasında oluyor, ehl-i tarikat arasında da oluyor. Ömrünü tekkelerde ve zaviyelerde geçirenler arasında mizaç, meşrep, mezâk farkı -hafizanallah- insanlara -ehl-i dünya gibi- çok kötülükler yaptırtabiliyor. O da “Allah!” diyor, insanları Cenâb-ı Hakk’a çağırıyor, “O’nun karşısında her zaman el-pençe divan durun!” diyor, “Kıyamı da yeterli bulmayın, iki büklüm olun!” diyor, onu da yetersiz görerek “Yüzünüzü yerlere sürün!” diyor…

Secdede اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ “Allah’ım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran Yaratan’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allahım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.” derken de ahsen-i takvîme mazhariyeti yâd etmek suretiyle, Cenâb-ı Hakk’a karşı zımnî bir tahdîs-i nimette bulunma.. “Sen’den, her şey Sen’den; beni böyle insan şeklinde yaratan, Sen’sin!” deme, secdede, Cenâb-ı Hakk’a en yakın olduğu yerde… أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ فَهُوَ سَاجِدٌ، أَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “İnsanın, Allah’a en yakın olduğu ân, secde ânıdır; öyle ise o en yakınlığı Cenâb-ı Hakk’a tazarru, dua, sual ve talep ile değerlendirmeye bakın!” deniyor, hadis-i şerifte. “Öyle şeyler söyleyin ki orada, onlar sizi bir adım daha Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırsın!..” deniyor.

Şimdi herkes bunu söylüyor ama küçük bir mizaç, mezâk, meşrep farklılığından dolayı da rekâbete girilebiliyor. “Ben diyeyim de âlem beni dinlesin! İnsanlar Cennet’e gireceklerse şayet, benim arkamdan girsinler! Allah’ı, Peygamberleri tanıyacaklar ise şayet, benim dememe göre tanısınlar. Nazarları benim üzerimde olsun, o hakikatleri ben realize edeyim!” gibi mülahazalar, zâhiren mahzursuz gibi görünebilir; fakat bunlarda da farkına varmadan ehl-i dünyanın düştüğü aynı badireye düşme ihtimali var.

Oysa esas, bir vücudun azaları gibi olmaktır. Müslümanlar anlatılırken, bir binanın tamamlayıcı parçaları gibi, bir vücudun uzuvları gibi anlatılmışlardır. El-ayak, göz-kulak, dil-dudak; bunlar bir vücudu meydana getiren parçalardır, bir araya geldiği zaman “tamamiyet” olur.

Bu mevzuda öyle bir îsâr ruhu ile hareket etmeli ki, “Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilaf çıkarmamalı.” Hani bazen insanın içinden gelmeyebilir bu. Siz, yolunuzu “en doğru” buluyorsunuz. Fakat -buna Üstad Hazretleri de işaret ediyor, diyor ki- “Bazen hasen (güzel), ahsenden (en güzelden) ahsendir (daha güzeldir).” Hasende anlaşmak mümkünse şayet, ahsende münakaşaya düşmemek lazımdır. Yani, şayet bir meselenin güzelinde mutabakat sağlayabiliyorsanız, “daha güzel”i, sizi birbirinize düşürmesin. Demek ki, insanların bir arada olması “hasen”de oluyorsa, o “ahsen”den daha ahsendir. Onun için “Bazen hasen, ahsenden daha ahsendir!” Hazret buna da vurguda bulunuyor.

Onun için vifâk ve ittifak çok önemlidir ve aynı zamanda denebilir ki “tevfîk-i ilahînin de birinci vesilesidir.” Cenâb-ı Hak, size inayet elini uzatacaksa, düştüğünüz yerden sizi kaldıracaksa, gideceğiniz hedefe sizi çok hızlı, fevkalâdeden ulaştıracaksa, bunu zannediyorum vifâk ve ittifak faktörüne bağlamıştır. Şart-ı âdî planında, “Ben, bu küçük şeye, Kendi tevfîkimi bağlamışım!” demiş ise şayet, o mevzuda onu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.

Şimdi mesele, bu ölçüde ehemmiyet ifade ettiği halde, “İlle de insanlar, beni dinlesin ve benim yolumda yürüsünler; Cennet’e gireceklerse, benim yolumda girsinler; Cehennem’den uzak kalacaklarsa, benim yolumda kalsınlar!” gibi mülahazalar, şeytanın sağdan gelmesidir. Çünkü şeytan, sağdan gelince, böyle sûret-i haktan görünür.

   Kökü mazide bir âtî olmak lazımdır; zira geçmişinden kopanların geleceğe yürümeleri çok zor, hatta imkânsızdır.

Şeytan, soldan geldiği zaman, insanda me’âsîyi; bohemlik duygusunu, yeme-içme, yan gelip yatma ve şehevî duygulara takılıp onların arkasından sürüm sürüm sürüklenmeyi tetikler. Önden gelince, ileriye matuf vesveseler verir; ötelere, daha ötelere, daha da ötelere gözünü kapamak suretiyle geleceği karanlık gösterir. Hani günümüzde ehl-i dünya ama “Allah’a da inandım!” diyen bazıları, “Ahiret, Allah, Peygamber, Rü’yet, Rıdvan!” falan dediğiniz zaman, “Yahu siz çok uzak şeylere gönlünüzü kaptırmışsınız! Şimdi dünyada yaşama var!” falan diyorlar. Önden gelince de böyle yapar; geleceğe matuf -bir yönüyle- sizi bakarken kör haline getirir, istikbali değerlendiremezsiniz. Tabir-i diğerle, “basar” ile bakarsınız meseleye ama “basiret” ile değerlendiremezsiniz.

Arkadan gelince de, sizi geçmişten koparır. Esasen sizin peygamberlere dayanan, Hazreti Âdem’e, Hazreti Nuh’a, Hazreti Musa’ya, Hazreti İsâ’ya ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselam) dayanan bir yanınız var. Yolunuz, peygamber yolu, onların arkasından giden Sahabî yolu, Havarî yolu. Dolayısıyla şeytan arkadan gelmek suretiyle onlardan ve onların yolundan koparır, hafizanallah.

Tevfik Fikret, Yahya Kemal’e, “Sen bir mazisin, âtî değilsin!” deyince, o da der ki: “Ne harâbîyim, ne harâbâtîyim / Ben, kökü mazide bir âtîyim.”

Geçmişten sizi kopardıkları zaman, geleceğe yürüme mevzuunda sürçmeler başlar. Geçmişten kopmaması lazım insanın ama bizim geçmişimizden; yani, enbiyâ-ı ızâma dayalı olan geçmişten.

Evet, şeytan, geçmişten koparmak suretiyle arkadan da böyle vurur. Tepeden, başka türlü şeyler ile vurur; alttan da bilemeyeceğimiz oyunlar ile vurur. Onun için Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasında şöyle demektedir: اَللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِنَا وَآمِنْ رَوْعَاتِنَا؛ اَللَّهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِينَا وَمِنْ خَلْفِنَا، وَعَنْ أَيْمَانِنَا، وَعَنْ شَمَائِلِنَا، وَمِنْ فَوْقِنَا، وَنَعُوذُ بِكَ بِعَظَمَتِكَ أَنْ نُغْتَالَ مِنْ تَحْتِنَا “Allah’ım, ayıplarımızı setret ve bizi korktuklarımızdan emin eyle. Allah’ım, önümüzden, arkamızdan, sağımızdan, solumuzdan ve üstümüzden (gelecek tehlikelerden) bizi koru; ayaklarımızın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırız.” (Efendimiz müfret/tekil sigasıyla söylüyor; bir topluluk içinde iseniz cemi’/çoğul sigasıyla da zikredebilirsiniz.) Evet, “Allah’ım, sağdan, soldan, önden, arkadan, üstten ve alttan bilinmedik şekilde çarpılmaktan Sana sığınırım.” buyuruyor. Ve bir yönüyle, bunları bizim için birer sur, birer sera yapmaya bizi çağırıyor, davet ediyor. Hafizanallah…

Geriye dönüyorum, müsaadenizle: Sağdan, sûret-i haktan görünerek gelir; böyle iyi şeyleri göstererek, “Yahu insanları Cennet’e götürüyorsun; dolayısıyla, meşrebinin, mezâkının ve mizacının fâikiyetiyle meseleyi senin takdim etmen lazım. ‘Benimki çok daha hızlı götürüyor oraya!’ demen lazım.” demek suretiyle -hafizanallah- farkına varmadan çok ciddî rekâbetlere sebebiyet verir. Rekâbet duygusunu tetikler. Bu defa -esasen- hakka/hakikate hizmet etme, hakkı/hakikati kaldırma ve ikâme etme meselesi genel vazife iken, “Varsın yok olsunlar onlar!” deme ve başkalarını yıkma peşinde koşturtur.

   Günümüzde, rekâbet hissinin de tesiriyle, vicdanlar adeta meflûç, dilsiz şeytanlık mergup meslek; insaf adına bir cümleciğin dahi duyulmadığı kapkaranlık bir dönem yaşanıyor.

Antrparantez arz ediyorum: Bakın, Allah yolunda hizmet eden siz ve sizin arkadaşlarınız… Siz ve sizin arkadaşlarınız, dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması için koşturdunuz/koşturuyorsunuz. Bu Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması, aslında O kimin/kimlerin yolunda idiyse şayet, bütün onların şehbal açması demektir. Bir yönüyle “gayb-bîn” gözüyle, “Benim adım, Güneş’in doğup-battığı her yere ulaşacaktır.” diyor. O’nun adı ulaşınca, Enbiyâ-ı ızâmın nâm-ı celili de ulaşacak; melâike-i kiramın nâm-ı celili de ulaşacak. Cebrail’i, Mikail’i, İsrafil’i, Azrail’i, Hamele-i Arş’ı, Mühimmîn’i, Mukarrabîn’i, Münker-Nekir’i, Kirâmen Kâtibîn’i, Muakkıbât’ı, Sâffât’ı, Mürselât’ı, Nâziât’ı o sayede tanıyacaklar. Herkes O’nun nâm-ı celîlinin bir bayrak halinde dalgalandığı her yerde, bunları da görecek, bunlarla da karşılaşacak.

Evet, dünyanın dört bir yanında bunu yapmaya gittiniz ve çok şeylere katlandınız. Giderken, bütün sermayeniz bir çantanın içinde idi; herhalde yedek çamaşırlarınız vardı veya pijamalarınız vardı onda “Gittiğimiz yerde, nereden para buluruz? Nereden okul açarız; nasıl okul açarız? İnsanlar bize yardımcı olurlar mı? Gittiğimiz yerlerdeki insanlar, farklı kültürlerin insanları; acaba bize karşı kuşku duyarlar mı?” filan… Bunların hiçbirini hesaba katmadan, “Allah rızası için gidelim; olsun!” dediniz. Ee neden? Çünkü yolunuz, Sahabenin yolu, Havarî hazerâtının yoluydu. Bunlar, kalkıp nereden nereye gitmişler; mesela Havârîler, Nâsıra’dan Antakya’ya gidiyorlar. Malum, Yâsîn sûresinde anlatılanların da seyyidinâ Hazreti İsâ’nın elçileri olduğundan bahsediliyor; Habîb-i Neccâr’ın kurban olduğu meseleden Yâsîn Sûresi bahsediyor. “Tefsir-i Hammâm” diye kısa, bir parmak kalınlığında bir tefsir var; hususi olarak Yâsîn Sûresi’ni tefsire tahsis edilmiş bir kitaptır: Tefsir-i Hammâm.

Sizin arkadaşlarınız da bu mülahaza ve her şeye katlanma niyetiyle, dünyanın dört bir yanına gittiler, o bayrağı dalgalandırdılar. Ee başkalarının gitmesine karşı da bir şey demediler. Hatta sizin günahkâr arkadaşınız -Kıtmîr’iniz diyeyim ben- dedi ki: “Siz, şayet yüz elli ülkede okul açmış iseniz, bir yüz elli ülke daha yok zaten, üç yüz ülke yok dünyada, yüz elli ülkede de onlar açsınlar.  Veya siz -bir yönüyle- bin üç yüz tane okul açmış iseniz, onlar da gitsin, o kadar okul açsınlar; o zaman iki bin altı yüz tane okul olur, dünyanın değişik yerlerinde. O kadar yerde eliti siz yetiştirirsiniz. O kadar yerde insanların birbiri ile kucaklaşmasını siz sağlarsınız. Başkalarının hülyası ile yaşadıkları, ütopik şeylere mevzu yaptıkları hümanizmi, Allah’ın izni ve inayeti ile, siz gerçekleştirmiş olursunuz.

Bunu yaptınız ve çok şeylere katlandınız. Şimdi bundan dolayı da değişik belâ ve mesâibe maruz kaldınız. Kendi ülkenizde size yaşama hakkı tanınmıyor. “Siz, niye okul açtınız başka yerlerde? Neden bu Hizmet’e dilbeste oldunuz? Kim sizi kandırdı bu mevzuda?!.” filan… Oysaki kandırma mandırma yok. Peygamberler yolu, açık bir yol, şehrâh… Kendinizi bir otobanda buldunuz; bu otoban, sizi götürdüğü yere götürdü; sapmadınız, Allah’ın izni ve inayetiyle, patikalara…

Gelin görün ki, bir tanesinden müdafaa edici bir ses yükselmedi. Bakın nasıl bir rekâbet?!. Ben duymadım. Sadece bir zat -büyük diyeceğim bir zat- zannediyorum ya telefon etti veya bir adamı ile haber gönderdi Fakîr’e. “Ben, bu olumsuz şeyler karşısında, az buçuk olumsuzluklarını ifade edince, etrafımdaki müritlerim bile dağıldı!” dedi. Bu, doğru ise şayet, o zâtı Cenâb-ı Hak, pâyidâr eylesin! En azından tek başına sahip çıktı.

Burada söylemekten hicâb duyuyorum: Kendilerinden bir sesin yükselmesini beklediğimiz insanlar arasında, bundan elli sene evvel Fakîr’e talebelik yapan İlahiyatçılar var, üniversitelerde profesörler var… Yahu insafın ifadesi olarak, yarım kelimelik bir şey söylenemez miydi? En azından, bu ızdırap paylaşılamaz mıydı?!.

Onlar yapmadıkları gibi, kendilerini Allah yolunda zanneden o tekkelerden ve zaviyelerden de hiçbir ses yükselmedi!.. Ama hiçbir ses… “Değme, iyi oluyor. Yıkılmalarında yarar var bunların. Onlar yıkılınca, meydan bize kalacak orada!” mülahazalarına kapıldılar. Böyle tamamen din ile alakalı bir meselede hiss-i rekâbete yenik düştüler. Şeytan, o mevzuda onları nakavt etti; kündeye aldı veya el-enseye aldı ve dolayısıyla yere serdi, hafizanallah.

Her şeye rağmen, bakın ne diyorum: Cenâb-ı Hak, kendileri de istiyorlarsa, murad-ı Sübhânî de o istikamette ise, onlardaki insaf duygusunu inkişaf ettirsin; içlerindeki rekâbet hissini silsin, temizlesin!.. Ahsen-i takvîme mazhar hale getirsin onları; sizin dertlerinizi/ızdıraplarınızı sizinle beraber paylaşsınlar.

Çok tekerrür eden bir söz: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini onlarla paylaşmayan, onlardan değildir!” Açık manası bunun, yani müslüman değildir. Belki şöyle demek daha tedbirlice bir yorum olur: “Hakiki manada, ciddî manada müslüman değildir; şeklî müslümandır, sûretâ müslümandır, taklidî müslümandır.” İçtenleştirememiş müslümanlığı; tabir-i diğerle, imanı, iz’an haline getirememiş; imanı, marifet ile derinleştirememiş; marifeti, muhabbet ile taçlandıramamış; muhabbeti, aşk-ı ilâhî ile taçlandıramamış. Hafizanallah… Cenâb-ı Hak, olmamış bu türlü şeyleri oldurma adına onlara da lütufta bulunsun, oldursun! Dilsiz şeytan olmaktan kurtarsın onları!..

Hak karşısında, yıkılan doğrular karşısında sesini yükseltmeyenlere “dilsiz şeytan” denmiş. Zulme karşı sükût edenlere “dilsiz şeytan” denmiş. Sükût eden bir sürü insan var. İnsana yakışmıyor o.

Bize düşen şey hidayet talebidir; Cenâb-ı Hak, dillerini çözsün ama doğruluk istikametinde. Onlar da “Bunlar, bizim kardeşlerimizdi; çok değişik şeylere katlandılar, bugün de ızdıraplara katlanıyorlar, değişik ızdıraplara katlanıyorlar.” desinler.

   Öyle zulümler işleniyor ki, şeytan en başarılı günlerini yaşıyor, hatta zil takmış oynuyor. Nerede oynuyor? Camilerde oynuyor, minberin önünde oynuyor!..

Anne ile evlat birbirinden ayrı düşürülüyor. Doğum yapmış kadın zindana atılıyor. Ölen insanların hadd ü hesabı yok. İşkence görenlerin hadd ü hesabı yok. Kadına işkence ediliyor, çocuğa işkence ediliyor… İşte görüyorsunuz; “Eşrârın şerrinden, zâlimlerin zulmünden, füccârın fücurundan kurtulayım!” diye kaçarken, bu defa Meriç gibi bir fâcir ile karşı karşıya, bir kahredici cebbar ile karşı karşıya kalıyor; hadd ü hesaba gelmez insan, orada boğulup gidiyor. Çoğunun cenazesine ulaşılamıyor. Çoğunun adları, kendileriyle beraber gömülüyor. Adları da gömülüyor, ki bir yerde insaflılar, gıyaben onlara bir cenaze namazı kılsınlar!.. Kılamıyorlar!.. Adı yok… Ne diyeceksiniz? “O meçhul ölmüşlere gıyâbî cenaze namazı…” “Meçhul ölmüşlere” diyeceksiniz; o da olur mu olmaz mı, bilemeyeceğim ben onu.

Evet, bu kadar zulüm karşısında, insaflı bir sesin yükseldiğine şahit olmadım ben. Dolayısıyla dinî cephede bulundukları halde, sağınızda bulundukları halde, kendilerinden -bir yönüyle- size saygı beklediğiniz insanlarda, hiss-i rekâbet, onları öyle bir duruma itmiş ki, âdetâ tavır ve davranışlarından dökülen şeyleri Picasso felsefesi ile resmetseniz, “Oh oldu!” çıkacaktır. Resmetseniz, “Oh oldu! Müstahak! Ne işinize gelir sizin başka ülkelere gitmek?!. Ülkenizde oturma, yiyip-içip yan gelip kulağı üzerine yatma varken, bizi dinleme varken, geçtiğimiz yerlerde bize alkış tutma varken, bizi destekleme varken, ne işiniz var ki sizin başka yerlere gidiyorsunuz? Veya gittiğiniz yerlerde bizi bayraklaştırma varken, bizim dünyanın lideri olduğumuzu anlatma varken, siz ne yapıyorsunuz?!. Gidişiniz fuzûlî!” filan çıkacaktır. Bunun gibi mülahazalarla, hafizanallah, birileri işkence görüyor; diğerleri de kendilerini dilsiz şeytanlığa salmış, uzaktan uzağa seyrediyor ve belki de kıs kıs gülüyorlar.

Bunun yanında ne oluyor? Şeytan, en başarılı günlerini yaşıyor; zil takmış oynuyor. Nerede oynuyor? Camilerde oynuyor, minberin önünde oynuyor. Çünkü minberler, siyasetin sesi-soluğu haline geldi; kürsüler, siyasetin sesi-soluğu haline geldi. Umar mıydık, nâm-ı celîl-i İlâhî, mescitlerde sussun; siyasetin çirkin, çatlak sesi, minberde ve mihrapta yükselsin?!. Allah bahsedileceğine, Peygamber bahsedileceğine, mü’minlerin dertleri bahsedileceğine, onların (siyasetin, siyasîlerin ve aktüalitenin) bahsedilmesi gibi kendilerini tamamen dünyevîliğe saldılar. Hafizanallah…

Dert, büyük. Fuzûlî’nin sözüyle, “Dost, bî-vefâ; felek, bî-rahim; devran, bî-sükûn / Dert, çok; derman, yok; düşman, kavî; talih, zebûn.” Ama onun dediği gibi demeyelim, onunki yeis ifade ediyor. O, “Dert, çok; derman, yok; düşman, kavi; talih, zebûn!” diyor. Dert, çok; inşaallah derman ve Allah’ın inayeti de çok. Düşman kavî olsa da talih zebûn değil. Düşman kavî olabilir; talih zebûn değil, yenik düşmemiş, Allah’ın izni-inayeti ile.

Sıçrayıp doğrulacaksınız; bir Türkiye meselesini, dünya meselesi haline getireceksiniz. Dünyanın sağında-solunda insaflı pek çok kadirşinas insan ile karşılaşacaksınız ve bunlar, sizin destanlarınızı yazacaklar, Allah’ın izni-inayetiyle. Gelecekte dünyanın sesi-soluğu olacaksınız, Allah’ın izni-inayetiyle.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * اَللَّهُمَّ أَيِّدْنَا بِرُوحٍ مِنْ عِنْدِكَ * اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى * اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا عَلَى أَعْدَائِنَا، اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا عَلَى أَعْدَائِنَا * اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِأَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمْ آمَالَهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Sübhânsın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) Allah’ım, bizi katından bir ruhla/bir güçle te’yid buyur. Sevdiğin ve râzı olduğun işlere muttali kılıp onları bize sevdir; onları hayata taşımaya ve başkalarına duyurmaya bizleri muvaffak eyle!.. Ey yegâne merhamet Sahibi!.. Hasımlarımıza karşı bize yardımcı ol!.. Bize düşmanlık yapanlara karşı bize nusret lütfet. Allah’ım, bize karşı adavet ve kinle bilenmiş kimselerin hepsini Sana havale ediyoruz; onları karanlık emellerine ulaştırma; onlara karşı bize yardım edip nusret ver. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, mübarek ailesine ve güzide ashâbına salât ü selam ederek bunu diliyoruz; kabul buyur Rabbimiz!..

Bamteli: TALEBİN KIYMETİ VE NİYETTEKİ DERİNLİK

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.”

İşin içine zerre kadar nefsânîliği karıştırmamak lazım. En başarılı, en muvaffak işlerimizde, “Allah Allah! Cenâb-ı Hak, benim gibi birisine de bu türlü lütuflarda bulunuyor! Demek ki bazen Cenâb-ı Hak, böyle, termitlere kuleler yapma imkânı da veriyormuş! Evet, ben, O’nun kudreti karşısında, kemâl-i tazim ile eğiliyorum; ‘Bu ne büyük lütuf!.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ (Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Rabbimiz, Sana hakkıyla hamd edemedik.)’ diyor ve eğiliyorum!” demeli.

İşin içine nefsânîliği karıştırmamanın bir yanı da biri yakışıksız bir şey yaptığı zaman hemen mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamaktır. Çok tekerrür eden bir husus; söz, Üstad Bedîüzzamân’a ait fakat bu, Kur’an-ı Kerim’deki bir ayetin -bir yönüyle- manasının ortaya konmasından ibaret: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) 

Biri, size bir işkence ederse, bir azapta bulunursa, mukabelede bulunma hakkı doğar sizin için. وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ İkab; ceza, haksızlık, kötü muamele demektir, nâ-sezâ, nâ-becâ söz demektir. Birisi incitici, ajite edici bir şey söyleyebilir. “Ben de aynıyla mukabelede bulunayım! O, bana ‘Vandal!’ dedi, ben de ‘Vandal!’ diyeyim. O, bana ‘Terörist!’ dedi, ben de ‘Teröristin tâ kendisi sensin!’ falan diyeyim.” “Yaptığın işten, icraattan belli…” diye bir de şerh düşeceğim buna, hâşiyeler ile meseleyi besleyeceğim: “Yaptığın icraata bakılınca, kendi resmini çiziyorsun!” falan… Bunları deme gibi ilaveten şeyler söyleme… Böyle mukabele-i bi’l-misil (misliyle, aynı şekilde, benzeriyle karşılık vermek) hakkınız olabilir. Fakat civanmertlik odur ki, o mukabele-i bi’l-misil hakkını bile kullanmamalı insan.

Çünkü Kur’an, onun arkasından diyor ki: وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ Eğer sabrederseniz, dişinizi sıkar katlanırsanız o işe, mukabelede bulunmaz iseniz… Belki öyle bir şeyi savma adına “aktif sabır” esas olmalıdır. Üstad’ın tabiriyle “müspet hareket” ile onu savmaya gücünüz yetiyorsa, onu öyle savarsınız, sabırla… لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ Dişini sıkıp o meseleye katlananlar için, bu daha hayırlıdır. “Hayr” kelimesi, “ism-i tafdîl”dir, “çok daha hayırlıdır” manasına gelir. Demek ki öbürüne dair bir şey söylemiyor ama buna gelince, “Bu çok hayırlı bir şey!” diyerek o hayırlı şey (sabır) ufkunu gösteriyor.

   Allah Rasûlü, Hazreti Cüleybib’in ardından “Benim bir kaybım var!” demişti; bugün de ne çok kaybımız var!..

Bir örnek -akla geldiği için- arz edeyim: İşin içine nefis karıştığı zaman, hemen ondan adım adım geriye çekilme mevzuu. Savaş yapılıyor, adam, sizi öldürmek istiyor… İslam’daki savaşlar müdafaa amaçlıdır. “Ebedî Risâlet”inde Abdurrahman Azzam’ın ifade ettiği gibi, İslam’daki savaşlar, tedâfuî savaşlardır, müdafaa savaşlarıdır; ya muhakkak bir saldırıya karşı veya yüzde yüz ihtimal ile olması muhtemel bir saldırıya karşı bir tavır alma, bir yönüyle onları püskürtme demektir. Bunlar Siyer felsefesi açısından tahlil edildiğinde, bu kategoriye hepsi sokulabilir bunların. Savaş, savaşta insan öldürme… Hani şimdi de deniyor ya: “Savaşırken, yüz yetmiş, yüz seksen insan öldü!” Belki daha fazla öldü, belki daha fazla şehit oldular; inşaallah Cennet’e gittiler. İşin yapılması, yapılan işin keyfiyeti ayrı bir mesele… O insanların emir dinleyerek, o mevzuda denen şeyleri yaparken ruhlarını fedâ etmeleri, onları o şehadet kıymet-i harbiyesinden aşağıya düşürmez. Evet, bir realiteyi antrparantez ifade etmiş oldum burada.

Savaşın hususiyeti; o, onu öldürür, o onu öldürür, o da onu öldürür. Siz, kılıcınızı çeker, bir yere gidersiniz; orada şehit olmak da vardır. Hani bir yerde, herkes kendi medfûnunu, şehidini söylüyor, “Benim, bu; benim, bu; benim, bu!” Buyuruyor ki Allah Rasûlü: “Benim de bir şehidim var!” Ve geliyor başına onun. Yedi-sekiz tane insanın hakkından gelmiş; sonra o yedi-sekiz insan mukabelede bulunarak, onlar da onun ruhunun ufkuna kanatlanmasına sebebiyet vermişler. Onun öbür tarafa gidişi böyle bir gidiş; berikilerin gidişi de Gayya’ya yuvarlanış. Hazreti Cüleybib (radıyallâhu anh). Savaşta böyle bir ölme/öldürme de var; o onu öldürecek, o da onu. Geliyor biri, senin koluna bir kılıç indiriyor; diğer kolun duruyorsa, sen de ona mukabelede bulunacaksın.

Şimdi arz edeceğim misal farklı: Seyyidinâ Hazreti Ali işte böyle bir savaşta… Hazreti Ali gibi, ihkâk-ı hak eden, kılı kırk yaran bir insan… Hatta Hendek’te Amr İbn Abd-i Vüdd (veya Vedd) ile karşılaştığı zaman, evvela ona hamle yapma imkânı veriyor. Bu, büyük insanlardaki bir hususiyettir. Seyyidinâ Hazreti Musa (aleyhisselam) da sihirbazlara demiyor mu? “Ne marifetiniz/hüneriniz varsa, sergileyin de ondan sonra Ben yapacağımı yapayım!” Evet, büyük insanlara düşen şey, budur.

Küçük insanlar da, yapacaklarını yaparlar… Bir şey var mı yok mu; esasen onu dayandırdıkları bir mesnet söz konusu mu değil mi?!. Sonra derler ki: -Efendim, bu modern hukukun temel disiplinlerindendir (!)- “Sen, pâk olduğunu ispat et!” Bakın; görüyor musunuz hukuk disiplinini?!. Şimdiye kadar demek ki Hukuk Felsefesinde bu mesele yanlış anlaşılıyormuş: Suçu ispat etme esastır, bir insanı mücrim hale getirmek için… “Ben, evvela şöyle-böyle bir ihtimalden dolayı tutar seni atarım içeriye; sonra sen, temiz olduğunu anlat orada!” Ee ne diyecekler, ne edecekler; o, belli değil.

İşte orada Amr İbn Abd-i Vüdd için bile kendi hamlesini yapma fırsatını veriyor. Menkıbelerde anlatıldığı üzere, Hazreti Ali’nin kalkanına kılıcını indirince o kalkanı yarıyor. Sonra Hazreti Ali de kılıcı tepeden aşağı indirince, onu atından aşağıya indiriyor. Hendek vakasında vuku bulan iki üç vakıadan birisi bu. Böyle bir insan, Hazreti Ali…

   “Bana tükürdün, hiddete geldim; nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni öldürmedim.

Hazreti Ali, bir savaş meydanında, yatırmış bir adamı yere. Yoksa adam onu öldürecek, şehit edecek. Hazreti Üstad, değerlendiriyor o meseleyi. Kılıcını çekip adamı tam öldürüleceği zaman, o, Hazreti Ali’nin yüzüne tükürüyor. Küfrünün muktezası; isterseniz buna “küfür onuru” diyebilirsiniz. “Onur” da Türkçe değildir; fakat o kadar bizim dil otağımızı işgal etmiş ki, Türkçe bir kelime diye kullanıyoruz. Yabancı bir kelimedir onur; gururun yerinde, şerefli olmanın yerinde kullanıyoruz. Merak edenler, sözlüklere bakabilirler. “Küfür onuru” diye, seyyidinâ Hazreti Ali’nin yüzüne tükürüyor. Tam kellesini alacakken; kılıcı, kellesine koymuş. Fakat müdafaa hakkını kullanıyor; o ona yapmasa, o Hazreti Ali efendimize yapacak. Adam tükürünce, hemen kılıcını kınına sokuyor, kalkıyor Hazreti Ali efendimiz. Diyor ki: “Ben senin yüzüne tükürdüm ki, bir an evvel yapacağın şeyi yapasın öfkeyle, işkence etmeyesin!” Kendileri gibi zannediyorlar; oysaki mü’min hiç kimsenin kendisi gibi değildir; zira o, kendisi gibidir.

Hazreti Ali, kılıcını kınına sokuyor, kalkıyor. Adam diyor: “Ben, seni öfkelendirmek, bir an evvel yapacağın şeyi yapmaya sevk etmek için yaptım bunu!” O (radıyallâhu anh) da diyor ki: “Ben, onu yapacağım zaman -yüzüme tükürmeden önce- Allah için yapacaktım. Sen bana kastetmiştin. Ben de cihâd ediyordum burada. Ben ölseydim, şehit olacaktım. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ‘Kim Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösterirse, şüphesiz O Allah yolundadır.’ O mülahaza ile savaşıyordum; ölseydim, şehit olacaktım. Ama seni öldürdüğüm zaman da, gazi olacağım. Fakat yüzüme tükürünce, işin içine benim nefsim karıştı. Senin kelleni alırken, artık ben, bende hâsıl ettiğin öfkeden dolayı kelleni almış olacağım. Ondan dolayı vazgeçtim!”. Bunun üzerine adam “Vallahi, dininin ruhu bu ise, bu din haktır!” diyor: أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ Evet, Siyer, Hadis kitaplarında ifade edilen vakıa.

Şimdi, işin içine zerre kadar nefsimizi karıştırmadan götürme… Nefis karıştırmadan götürme… İşin kıymet-i harbiyesi, o. Bunu, ihlas ile telif ederken, Hazreti Pîr’in mülahazaları ile irtibatlandırmak yararlı olur: “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” Anahtar bir ifade: “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” İhlas, öyle bir iksirdir. İhlas nedir? Yaptığın şeyi Allah emrettiği için yapmandır ve Allah’ın emrettiği şekilde onu yerine getirmendir; Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muvafakat içinde onu yerine getirmendir. İşin içine nefsini karıştırdığın zaman, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muvafakat mevzuu zedelenmiş olur. Bir kazanın içine bir damla idrarın düşmesi gibi… Yahu kocaman bir kazan, içinde yüz litre temiz şey vardı ama işte o bir damla, onu kirletti. Bakın!.. Aynen onun gibi; işin içine Allah rızası mülahazasının dışında hiçbir şey karıştırmama…

Biraz evvelki hadis de onu ifade ediyor: مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösterirse, şüphesiz O Allah yolundadır.” Mefhum-u muhalifi -hadiste o yok- şu demektir: Bir insan, yaptığı mukâteleyi, İ’lâ-i kelimetullah mülahazasıyla yapmıyorsa, Allah emrettiği için yapmıyorsa, o, Allah yolunda değildir.

   “Dinî değerleri dünyevî kazanımlar adına kullanmak, küfür derecesinde bir günahtır; ‘kâfir’ demiyorum, küfür derecesinde bir vebaldir.”

Bunu “Niyet Hadîsi” ile de irtibatlandırabilirsiniz: إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”

Bir insan, bir yerden bir yere giderken, yurdunu-yuvasını Allah için terk ediyorsa.. “Ben gideyim de sesleneyim oralarda! Sesimi-soluğumu, nağmemi duyurayım; onlara Hicaz’dan bazı şeyler duyurayım!..” diyorsa, o Allah yolunda demektir. Bu arada, Hicaz makamıyla yatsıda okurlar, çünkü bu makam insanlarda aynı zamanda uyku ilacı tesiri yapar. Zannediyorum, Ayhan Songar’dan mı dinlemiştim ya da herhalde bir yazısından okumuştum. “Hicazdan bir nağme duyurayım da ben, bunları yumuşatayım. Elleri gevşesin, artık üzerime gelmesinler!” filan… Dünyanın dört bir yanına gidiyorsunuz, bu mevzuda işin içine nefsinizi karıştırmadan, Allah’ın izni-inayetiyle.

Şimdi, esas hicret ediyorsunuz, bakın. Hicret… Şayet Allah için ise, Rasûlullah için ise, sesinizi-soluğunuzu duyurmak için ise… “Hicaz” dedim, bir Hicaz makamıyla ruhunuzun sesini duyurma.. veya milleti uykudan uyarma makamı diyebileceğimiz bir “Sabâ makamı” ile, o insanları tatlı bir sesle uykudan uyarma adına, dünyayı uykudan uyarma adına sağa-sola saçılıyorsunuz, gönderiliyorsunuz. İster iradî olur, ister cebrî olur bu mesele. Fakat nefsinizi işin içine karıştırdığınız zaman, bu defa o hicret, nefsiniz için olmuş olur. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesele tam yerli yerine otursun diye, mefhum-u muhalifini de söylüyor: “Bir kimse dünya için hicret ediyorsa…” Ben, göçümü alıp falan yere gideyim; orada dünya adına bir şeyler kazanayım. Gideyim bir yerde, denizin kenarında bir tane villa yapayım, ehl-i gaflet, ehl-i dalalet ile beraber…

Birisine bir gün -antrparantez arz ediyorum- “Seni de plajda görmüşler, herhalde!” denmişti. Hiç unutmam, televizyonda dinlemiştim. “Ee canım, Peygamberimiz buyuruyor ki…” diye başladı söze. Maşallahı var, demagojide Nobel ödülü alacak kadar… Hemen yapıştırdı senedi itibariyle malul bir hadis-i şerifi; senedi itibariyle… Tabi adam sened de biliyor mu, bilmiyor mu? Hemen dedi: “Efendimiz buyuruyor ki, عَلِّمُوا أَوْلاَدَكُمُ السِّبَاحَةَ وَالرِّمَايَةَ وَالرُّكُوبَÇocuklarınıza yüzmeyi, atıcılığı, biniciliği öğretin.” Evet, yapıştırdı orada: “Peygamberimiz buyuruyor ki: ‘Çocuklarınıza yüzme öğretin!’ Ee ben Efendimiz’in o emrine uyarak, denizde o yüzme meselesini gerçekleştirmeye çalıştım!” Hafizanallah, bir de hadîsi, yalanına vasıta yapması.. dini değeri, dünyevî işleri için ayağını basacağı -hâşâ- kirli bir basamak haline getirmesi.. küfre yakın bir vebaldir bu. Dinî argümanları dünyevî kazanımlar adına kullanma, küfür derecesinde bir hatadır; “kâfir” demiyorum, küfür derecesinde bir hatadır, bir hata-i azîmdir, hafizanallah.

   “Bir insanın talip olduğu şeyin kıymeti, kendisinin kıymetini de aksettirir; şu halde siz neye talipsiniz?!.”

Evet, فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ، وَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لدُنْيَا يُصِيبُهَا Dünya adına bir şey elde edeyim diye gidiyor o da. Villalar, filolar bahsi de ondan çıktı orada. أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا “Veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna.” Bir zat da öyle yapmış, Mekke’den Medine’ye hicret ederken; hicret edenlere karışmış o da. Fakat Allah, إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ “Allah sizin suretlerinize bakmaz; asıl, kalblerinize bakar.” Allah, sizin nöronlarınızda dönüp dolaşan şeylere bakar, ona göre size değer verir. Böyle tavırlarınıza, adım atmanıza, gitmenize değil, kalbinizin çarpmasına, ritmine bakar; sizin hakkınızda ona göre hüküm verir. Fakat o adamın kalbindeki o; “Ben oraya gideyim de -işte- o kadına ulaşayım; kaçırdık elden, orada ben ona kavuşayım.” Yani, Mecnun, Leyla’ya ulaşsın; Ferhat, Şirin’e ulaşsın; Vâmık, Azra’ya ulaşsın. Derdi, o… فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ Onun hicreti de, onadır. Bakın!..

Bir insanın talip olduğu şey ne kadar büyük ise, o, onun o mevzudaki büyüklüğünü aksettirir. Ne kadar büyük bir şeye, nâmütenâhî bir şeye talip olmuşsanız, bu aynı zamanda, sizin büyüklüğünüzün aksi demektir. Mesela, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına talipseniz… اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق “Allah’ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz!..” deyip duruyorsanız…

İnsafınıza sesleniyorum: Siz, imanınız zaviyesinden bakın.. imanınızı mercek yapın bu mevzuda.. veya merceğin de büyüğü ne varsa, rasathane yapın, temâşâgah yeri yapın ve meseleye öyle bakın!.. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ Şuna mukabil bir şey söyleyebilir misiniz siz, bir mü’min için?!. اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ اْلأَكْمَلَ Türkçesini söylememe gerek var mı? “Allah’ım, mükemmeller mükemmeli bir iman…” Diğerlerini siz, Türkçesini söyleyebilirsiniz: اَللَّهُمَّ اَلْإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْإِحْسَانَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْمَعْرِفَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ اَلْمَحَبَّةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ “Allah’ım İslamiyet’i en mükemmel şekilde yaşamaya muvaffak eyle! Allah’ım en kâmil ihlasa muvaffak eyle! Allah’ım, ihsan ruhunun zirvesine muvaffak eyle! Allah’ım, tam marifete muvaffak eyle! Allah’ım tam muhabbete muvaffak eyle! Allah’ım hakka’l-yakîn ufkuna ulaşmaya muvaffak eyle.” Bunu üç defa diyeceğim, çünkü çok gerisinde olduğumdan dolayı, arzu ettiğim bir şey: اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ “Allah’ım hakka’l-yakîn ufkuna ulaşmaya muvaffak eyle.” اَللَّهُمَّ اَلصَّدَاقَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ اَلْاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ التَّوَكُّلَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلتَّسْلِيمَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلتَّفْوِيضَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلثِّقَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ خَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى ِلَقائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım tam sadâkat.. Allah’ım tam istikâmet.. Allah’ım tam tevekkül.. Allah’ım tam teslîm.. Allah’ım tam tefvîz.. Allah’ım tam sika lütfet!.. Allah’ım, Sana hâlis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı, Habîb’ine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Senin sevdiklerine kavuşmaya müştak olmayı diliyoruz; bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz; lütfet!”

Cennetleri verseniz, bunun yanında deryada damla kalır. Şimdi siz buna talipseniz, hep bunu kovalayıp duruyorsanız, yürüdüğünüz güzergâhta buna doğru gitmeyi araştırıyorsanız şayet, bu aynı zamanda sizin kıymetinizi aksettirir. Melekler bakınca yeryüzüne gıpta ederler, İnsanlığın İftihar Tablosu’na baktıkları gibi.

Cibrîl öyle demişti… Cibrîl!.. Salât ü selamlarımda -Kıtmîr- anarken, O’nun adını anmayı ihmal etmemeye çalışıyorum. Cibrîl; acayip bir varlık.. bütün enbiyâ-ı izamın ruhuna, o İlahî nefehâtı getiren.. arızasız, işin içine şerare karıştırmadan, sinyali katiyen bozmadan, her şeyi olduğu gibi aksettiren.. Allah’ın en “emîn”i. Fakat emanetine rağmen öyle korkuyor ki; مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ “O, kendisine uyulan, emîn bir elçidir.” (Tekvîr, 81/21) ayeti gelince, “Akıbetimden ben de endişe etmez hale geldim!” diyor Cibrîl. Bir taraftan seviye, o; beri taraftan da endişe, bu. Onda bile bir “Havf-Reca” dengesi var. Cibrîl; öyle bir varlık. Şimdi, diyor ki Miraç’ta Efendimiz’e, İnsan-ı Kâmil’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) -Süleyman Çelebi ifadesiyle- “Yürü, top Sen’in, çevkan Senindir bu gece! Ben, Seninle yürüyemem!” Hatta bir yerde diyor ki, “Bir adım daha atsam, yanarım ben!”

Herhalde o nokta “vücub ve imkân arası”; yani, fânileri Bâkî’den ayıran nokta.. Kâbe Kavseyni ev Ednâ; fâniyi Bâkî’den ayıran nokta.. فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az.” (Necm, 53/9) ayetiyle işaret edilen noktaya ulaşıyor. Yok ötesi onun; kul ile Allah arasındaki münasebet açısından ötesi yok. Cibrîl, oraya ulaşamıyor; Mikaîl, oraya ulaşamıyor; İsrâfîl, oraya ulaşamıyor; Azraîl, oraya ulaşamıyor. Perdeler ile oluyor onlarınki. Fakat bir insan… Hâşâ, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) menşeine صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِ “salsâl-i ke’l-fehhâr” (pişmiş çamur gibi kuru bir balçık) demeyeceğim. Herhalde, O’nunki hususî idi; özel bir şey idi O’nunki. Vakıa, insan “salsâl-i ke’l-fehhâr”dan, “Tîn”den yaratılmıştır. Ama onun özü herhalde. “Genleri -belki- ondandı.” diyeyim. Fakat böyle bir varlık… Beşerî garîzeye açık, cismanî arzulara açık, fikrî mülahazalara açık. O bedenini nasıl aştı? O garîze-i beşeriyesini nasıl aştı? O ufka nasıl ulaştı?!. İnsanların içinde yaşadığı halde, meleklerin önüne geçti. Şimdi o, O’nun kıymetini aksettiriyor; öyle bir şeye talip olmuş ki, kıymetini aksettiriyor: “Vallahi, Senin kıymetine denk bir kıymet göstermek mümkün değildir.”

Bu disiplini bir kere daha hatırlatalım: Bir insanın talip olduğu şeyin kıymeti, o insanın kıymetini aksettirir, aynı zamanda onun kıymeti demektir. Şimdi bin tane filoya talip olsanız, hatta şu dünya hayatının tümüne birden, hem de bin seneliğine, iki bin seneliğine, estağfirullah, binlerce seneliğine talip olsanız, bu, biraz evvel bahsettiğim şeylere talip olmanın yanında deryada damla kalır, güneşte zerre bile ifade etmeyebilir. Çünkü bunların arkasında, “Cemâl-i bâ-Kemâl” vardır.

   “Mü’minler, ötede O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler; O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar.”

Evet, yine Bed’ü’l-Emâlî’nin sözüyle meseleyi ifade edelim:;

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54)

Evet, يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Mü’minler, bî-kemm u keyf O’nu (celle celâluhu) görürler. يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Bir örnek, bir misal veremeyecek şekilde; akıl durgunluğuyla, fikrin ihatasızlığıyla. Nasıl olmaz ki?!. Kur’an diyor: لاَ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103)

“Bî kemm u keyf” diyor: يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Sonra, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ Cennet nimetlerini unuturlar; “Yahu, benim falan yerde, bin tane köşküm vardı ve aynı zamanda da yetmiş tane Hûri vardı.” -Dünyadaki filolar, villalar ne yapar, ne kıymet ifade eder onların yanında?!.- “Vardı…” Bütün bunları unuturlar. Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân, Ziyâ-i Himmet’in ifadelerine bağlayacak olursak: Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil, bir dakikasına mukabil gelmez! Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, öbür âlemin bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmez! Cennetin de binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmez!.. فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ “Ehl-i İ’tizâl, ‘Allah’ı görmezler’ diyor; yazıklar olsun, yuf size!” der gibi bir şey diyor Bed’ü’l-Emâlî’de.

Şimdi bir insan, bu ulviyette olan şeylere, ulviyet üstü ulviyette olan şeylere talip olmuş ise, bu aynı zamanda -en azından niyet açısından- onun kıymet-i harbiyesini aksettirir. Bir insanın niyeti ne ise şayet, Allah, ona göre muamele yapar. “Hâlis niyetim benim, bu idi. Hâlis niyetim o idi ki, Seni bî kemm u keyf, bir kere temâşâ edeyim.” Fakat yolun yarısına kadar gittin; ancak o kadardı seninki. Yani, Kâb-ı Kavseyni ev Edâ ufkunu ihraz edemedin. Cenâb-ı Hak, yolu tamamlamışsın gibi muamele eder sana.

Buharî ve Müslim’de geçen sahih hadiste, Efendimiz’in, bir dolunay gecesi aya bakıp ifade buyurduğu üzere: “Siz şu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görmede bir sıkışıklık da yaşamayacaksınız (herkes rahatça görecek)…” Dolunay olduğu dönemde… Bu, insanların izdihamdan dolayı birinin diğerinin görmesine mâni olmamasını ifade etme sadedinde, müteşâbih bir ifade. Yoksa Allah -hâşâ- dolunay gibi değildir ve görülmesi de dolunay gibi değildir. Fakat müteşâbih bir beyandır bu. Yani, bir gören, diğer görenin görmesine mani değil; bulundukları yerden baktıkları zaman herkes görür ve herkes gördüğü zaman da bayılır, kendinden geçer. Unuturlar evlerinin yolunu; Hûrilerin yolunu, eşlerinin yolunu, evlatlarının yolunu unuturlar. Buna talip olmak!.. Cenâb-ı Hak, onun talibi olmaya muvaffak eylesin. Bu, insanın kıymetini aksettirir.

Şimdi, siz bu ölçüde bir şeye talip olmuşsunuz. Hani o Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ… Hayır, o ayrı; o, o Zât’a mahsus bir şey. O, mutlak manada İnsân-ı Kâmil’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) mutlak manada Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir teveccühü. Fakat bir şeye talip olmuşsunuz: “Oraya girelim; en azından görenler gibi görelim!” filan; buna talip olmuşsunuz. Ee bir yerine kadar götürdünüz bu meseleyi. Cenâb-ı Hak diyecek ki: “Benim kulum -esasen- meselenin müntehasına niyet etmişti. Ama kabiliyeti, donanımı… Ayağına dalaşan/dolaşan bazı şeyler olmuştu. Bazı siyasîler ile cedelleşme olmuştu. Bazıları dünyevî bazı şeyler teklif etmişlerdi. Bazıları dünyevî levsiyât ile zihnini/nöronlarını kirletmişlerdi bunun. Elinde değildi onun; farkına varmadan; en azından o işin radyoaktif tesiriyle böyle bir kirlenmeye/buğulanmaya maruz kaldı. Fakat neye niyet etmiş idiyse şayet, Ben, onu bütünüyle ona veriyorum, bütünüyle!”

Anlatmaya çalıştığım nebevî beyan, Buharî’nin ilk hadisidir: إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى Hadîsin râvîsi de sahabe-i kiramın serkârlarından, sergüzidelerinden seyyidinâ Hazreti Ömer. Yahya b. Saîd el-Ensârî’ye kadar, hadis, âhâdî olarak gelir; Yahya b. Saîd el-Ensârî vasıtasıyla iştihar eder, meşhur hadis haline gelir; fakat öyle ki, dinin esâsâtındandır.

   “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla, merhametle muamelede bulun!..”

Şayet bu türlü büyük iddialarda bulunan, bunları söyleyen insan, hakikaten O’nun tarafından görülüyor olma, kalbine bakılıyor olma mülahazasıyla söylüyorsa, gerçekten o ufka taliptir. Yok, dediği şeyler ile niyeti arasında bir tefavüt var ise, bir farklılık var ise, o da hiç farkına varmadan bir yerde şeytanın kündesine geliyor demektir, Allah muhafaza buyursun. Birbirimize dua edelim: Cenâb-ı Hak, bütün kardeşlerimizi bu mevzuda -şeytanın kündesine maruz kalmadan- imanda sabitkadem olarak devam ettirsin.

(Sözün tam burasında, binden fazla resmin dönüp durduğu elektronik tabloda) Ne geldi biliyor musunuz? رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً Ey Rabbimiz! Bizi, hidayete erdirdikten sonra kalbimizi kaydırma!.. Nezd-i Ulûhiyetinden bize, ihsanda, lütufta, atâyâ-i şahânede, ulûfe-i şahânede bulun!.. Keyfiyetini bilemeyiz; bizim diyeceğimiz, isteyeceğimiz şeyler, biraz, bizim idrakimiz ile alakalı.. Sen’in vereceğin şeyler, Sen’in büyüklüğün ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı). وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ Nezd-i Ulûhiyetinden bize hibede bulun! Hibe, karşılıkla değil. Büyük zatlardan birinin dediği gibi, “Meccânen yarattın; meccânen rızıklandırdın, Müslüman ettin; meccânen bağışla!..” Bizi, bizim ortaya koyacağımız bedellere, kulluk münasebetlerine bağlama; büyüklüğünün muktezasına göre bize muamelede bulun!..

Sonra, ne diyor? إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ Bakın; bir “inne”, bu, mutlak ifade ediyor; “Şüphesiz, kat’î ve kâtibe, Sen!” Hem de “Sen!” deme imkânı veriyor. Sen… Fatiha’da verdiği gibi: “Sana, Bana ‘Sen!’ deme imkânını veriyorum!” Büyüklüğe bakın; “Sen, deme imkânını veriyorum.” “İnneke” (إِنَّكَ) “Mutlaka, şüphesiz, katiyen ve kâtıbeten, Sen, hibe edenlerin en mübalağalısı, eşi-menendi olmayanısın!” demek; “…eşi-menendi olmayanısın!” “Vehhâb” kelimesi, mübalağa kipi olması itibariyle, verilen şeyler hadd-ü bî-pâyân (sınırsız, sayılamayacak/belirlenemeyecek kadar çok).

İstidradî bir dua: اَللَّهُمَّ مُقَابَلَةَ مَكْرِ أَعْدَائِنَا، تُغْنِينَا بِهِ عَنْ مُقَابَلَةِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım! Bize karşı adavetle oturup kalkanların aleyhimizde hazırladıkları tuzak ve planlara nezd-i Ulûhiyetine yakışır öyle bir karşılık ver ki, bizleri başkalarından gelebilecek karşılıktan müstağnî kılsın!..”

Şimdi bu türlü büyük şeylere talip olunmuş ise şayet, bu yolun kendine göre bazen dikenleri de olabilir, çalıları da olabilir. Çok tekerrür ettiği gibi, çok sevdiğim Yunus’un sözü. Yunus Emre… Öbür Yunus’u da çok severim, Yunus İbn Mettâ (aleyhisselam); لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) diyen âbide şahsiyet. Üstadımız, Lem’aların başında, Hazreti Eyyûb (aleyhisselam) ile beraber onu birer Lem’ada ifade buyurur. Yunus, sevilmeyecek birisi değil. “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” İsterseniz, “Önünüzde aşılmaz gibi görülen uçurumlar var!” da diyebilirsiniz.

Ama O dileyince, üveyik gibi sizi kanatlandırır; uçar-gidersiniz, hiç farkına varmadan. “Allah Allah! Bu, ben değil miyim?!.” dersiniz; “Bana göre bir iş değildi fakat işin doğrusu, meseleyi O’na verince, olmaması için de hiçbir sebep yok.”

Şimdi birileri çelme takıyor, birileri el-enseye almaya çalışıyor, birileri yaptığınız şeyleri yıkmaya çalışıyor… Herkes karakterinin gereğini yapar. Kur’an, قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلًا “(Rasûlüm, insanların farklı farklı tutumları karşısında sen şu gerçeği) beyan et: Herkes, (inanç ve dünya görüşünden kaynaklanan, kendine göre doğru ölçülerin şekillendirdiği) seciye ve karakterine göre davranır. Fakat kimin yolunun gerçekten doğru olduğunu ise en iyi Rabbiniz bilir.” (İsrâ, 17/84) buyuruyor. Herkes, ne tipte, ne tıynette yaratılmış ise, karakterinin gereğini yapar.

Kurbağa ile akrep, arkadaş olmuş. Karada güzel gidiyorlar, beraber. Sudan geçmeye sıra gelince, akrep yüzmesini bilmiyor. -Suda yüzermiş de sonradan öğrendik onu; akrebin tarihçe-i hayatını da öğrendik, çok şükür; öyle böyle bir bilgimiz de oldu, o suda yaşarmış.- Fakat kurbağanın sırtına biniyor orada. Efendim, keyfi gelince, “Ben bunu bir sokayım!” diyor. Sokuyor onu. Tabii sersemleşiyor kurbağa; “Yahu bu nasıl arkadaşlık?!.” diyor, “Hani senin ile karada arkadaş idik!” Akrep cevap veriyor: “Ee ne yapayım; huyum benim!” İdare edenlerin huyu…

Bamteli: KALBİN İKİ MERKEZİ VE ŞEYTÂNÎ OKLAR

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “İnsan kalbinde iki lümme (merkez) vardır; bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi için menfezdir.”

“Lümme-i Şeytâniyye” tabirini Hazreti Pîr de kullanıyor. “Lemme” de deniyor, “Limme” de deniyor, İhyâ’da ifade edildiği gibi; fakat Hazreti Pîr “Lümme-i Şeytâniyye” demeyi tercih ediyor. Bir hadis-i şerifte, “İnsan kalbinde iki lümme (merkez) vardır. Bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi içindir.” buyuruluyor. Demek ki, insan mahiyetinde iyi şeylere açık menfezlerin yanında, aynı zamanda kötü şeylere açık menfezler de, pencereler de, kale kapıları gibi açık noktalar da bulunabiliyor; herkes kendine açık o noktadan oraya nüfuz etmek istiyor. Şeytanın kalbe nüfuz mahalli, “Lümme-i Şeytaniye”; hak, hakikat ve amel-i sâlihe dair telkinlerin merkezi de “Lümme-i Melekiyye” olarak anılıyor.

Bizim gibi kimseler, bu meseleleri mâhiyet-i nefsü’l-emriyesine (işin hakikati ne ise, o şekle) uygun duyup hissedemiyorlarsa da en azından onların mevcudiyetine inanmalıdırlar. Nasıl imanda taklit var, İslamiyet’te taklit var; ihsan meselesini sadece telaffuz ediyoruz, yani kalb hayatı, ruhî hayat dendiği zaman onlara nazarî/felsefî meseleler gibi bakıyoruz. “Lümme-i Şeytâniyye” ve “Lümme-i Melekiyye” gibi hakikatlere de en azından böyle nazarî meseleler gibi bakarak, “Her şeye rağmen, ya bunlar doğru ise?!.” demeliyiz.

Hani, Hazreti Ali efendimize geliyor birisi; ona (radıyallahu anh) belki dinsizlikten, imansızlıktan bahsediyor. Hazreti Ali efendimiz dinliyor onu; diyor: “Sen böyle şeyler söyledin. Ben de diyorum ki, -mesela- ölüm var, öldükten sonra kabirde azap var, orada sorgu-sual var, berzah hayatı var, mahşer var, mizan var, sevabın veya günahın tartılması mevzuu var. Şimdi senin dediğin gibi olursa, ne olacak o? Ya mesele benim dediğim gibi ise şayet, ne kadar şey kaybettiğinin farkında mısın?!.”

Şimdi meseleye Hazreti Ali’nin bu mülahazasıyla yaklaşacak olursak, ya İmam Gazzâlî’nin dediği gibi ise!.. Hakikaten şeytanın insanın kalbine nüfuz edip, o “lümme” noktasını kale kapıları gibi değerlendirmesi veya oraya oklar yağdırması söz konusu ise…

Hazreti Üstad, zannediyorum kendi ufku açısından konuşuyor; belki arz edeceğim şu husus aklınıza gelmemiştir: “Ok atıyor” diyor. Demek ki şeytan, semt-i nâsutiyetine sokulamayacağı kimseler için uzakta pusuya yatıp uzaktan ok atıyor oraya. Siz, iyi bir şey düşünürken, mesela “Esmâ”, “Sıfât”, “Zât” hakikatlerini düşünürken, bunların her birisine dair bir şey atıyor. Mesela, siz “Esmâ”yı tefekkür ederken felsefecilerin bahis mevzuu ettikleri gibi, “Müsemmânın aynı mıdır, değil midir? Aynı ise, acaba taaddüd-i kudemâ lazım gelmez mi; gayrı ise, hâdis ile kadîmin ittisâli lazım gelmez mi?” gibi dürtülerde bulunuyor. Sıfât-ı Sübhâniye’ye gelince; “Sıfât, Zât’ın aynı mıdır, gayrı mıdır?” mülahazalarını tetikliyor. Sonra siz meseleyi “Zât-ı Baht”a götürdüğünüz zaman, orada da sizi değişik mülahazalara sevk ediyor: “Kâinat bütün vüs’atiyle bir nizam ve intizam içinde; trilyon galaksi var, galaksilerin içinde trilyonu aşkın sistemler var. Bütün bunları, insanın vücudundaki atomlar gibi, elektronlar gibi, nötronlar gibi, protonlar gibi ve bunların alt tabakasında olan eter gibi veya partiküller gibi nasıl idare ediyor?!.” Bu türlü düşüncelere götürüp orada dolaştırıyor, kafanızı karıştırıyor. Evet, şeytan derecesine göre herkese vesvese okları atıyor.

Bütün bunlara karşı bir şey söyleme durumunda olduğun yerlerde, bir şey söyleyeceksin; esasen, şeytana karşı koymaya çalışacaksın. Ama aklının yetmediği bu türlü meselelerde, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevâmiü’l-kelîminden تَفَكَّرُوا فِي آلاءِ اللَّهِ، وَلا تَتَفَكَّرُوا فِي اللَّهِ “Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhâr Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın; zira o, insan düşüncesini aşan bir mevzudur.” beyanına uyarak diyeceksin ki; “Zât mevzuuna gelince, orada makas gibi kollarımı açarım; ‘Arkadaş: burası çıkmaz sokak!’ derim.” Bu tabir, Necip Fazıl’a ait; “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! / Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak!..”

Evet, bizim dar mülahazamız, O’nu (celle celâluhu) idrak edemez. لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Basarlar/basiretler, O’nu (celle celâluhu) kuşatamaz, O’nu tamamiyetiyle ifade edemezler!.. O’nun bir tecellisi, cüz’î bir tecellisi, seyyidinâ Hazreti Musa’ya (aleyhisselam) gösterilince, o bayılıp düşmüştü; kalktığı zaman da “Sen’in kelâmın, yetmiş bin insan kelamına denk!” demişti.

O’nun kelâm u beyanı; vakıa, bu. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem), O’ndan (celle celâluhu) gelen o Kelâm-ı İlâhî’nin tecelli tayfları geldiği zaman, Efendimiz âdetâ kendinden geçiyordu; orada mübarek yüzünden -kış gününde bile- ter dökülüyordu. Evet, öyle bir şey!.. Kaldı ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem), o meseleye tahammül edebilecek güçte ve kuvvette yaratılmıştı. Allah (celle celâluhu), O’nu edâ edeceği misyona göre “mükemmel”, hatta “ekmel” bir varlık halinde -ki, Cîlî’nin ifadesiyle, “mutlak manada insan-ı kâmil olarak”- yaratmıştı. Bütün beşere âlemşümul bir peygamber mahiyetinde yaratmıştı O’nu, Allah (celle celâluhu). Ama yine de O’ndan (celle celâluhu) gelen o tayflar karşısında Allah Rasûlü âdetâ kendinden geçiyordu.

   “Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetlerle doludur; O’na ve rızasına kavuşmayı düşünüyorsan, kendini küçük gör ve amelinde ihlaslı ol!”

Bunun gibi, Zât-ı Ulûhiyete dair meselelere de şeytan yine bir şey sokuşturabilir. Yalancıların yalanı bir tarafa; bazıları “Bana şu geldi, bu geldi!” derler de onlar yalan olabilir. Fakat Hazreti Gazzâli gibi, İsmail Hakkı Bursevî gibi, Abdulkadir Geylânî hazretleri gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî gibi, Necmeddin-i Kübrâ gibi insanlar, bu mevzuda bir şey söylüyorlarsa, mutlaka onlar içlerine doğan varidatla söylüyorlardır. Hazreti Pîr “ihtâr” diyor; içlerine doğan gayr-ı metlûv bir ilham ile -esasen- dedikleri şeyleri söylüyorlar.

Bayezid-i Bistâmî hazretleri gibi bazıları da bu türlü meseleleri naklederken “Cenâb-ı Hak bana dedi ki!” diyorlar: “Ey Bayezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetlerle doludur. Şayet gayen O’na (celle celâluhu) yakın olmak veya O’nu memnun etmek ise, kendini küçük gör ve amelinde ihlaslı ol!” Kendini küçük görmek ve amelde ihlaslı olmak… Bu iki vasfa haiz olmayan bir insanın her sene -hatta iki defa- hacca gitmesinden, bütün ömür boyu oruç tutmasından ve hiç durmadan her gün bin rekât namaz kılmasından daha hayırlıdır kendini küçük görmesi ve ihlaslı olması.

Minnacık, karınca gibi görmek kendini ve amelini de emredildiği gibi yapmak… Yaparken de yine “Hâlisâne yapamadım!” demeli. Bir yerde bir tavır ve bir davranışı itibarıyla, “Falan da beni gördü!” mülahazasından fersah fersah uzak olmalı. Sesini duyururken, hiç öyle bir niyeti yoktu fakat sesini heyecandan dolayı gayr-ı ihtiyarî duyurduğu zaman, “O da duydu!” düşüncesi böyle aklının köşesinden geçti ise, bir şirk yapmış gibi “Estağfirullah!” demeli. “Estağfirullah! Her şeyi Sen’in duyman bana yeter; her şeyi Sen’in bilmen bana yeter!” demeli orada. İhlas, odur; her mülahazada sadece Allah için işleme, Allah için başlama, Allah için görüşme, Allah için konuşma; “lillâh”, “livechillâh”, “lieclillâh” rızası dairesinde hareket etme demektir. İşte bunun zerresi (atom kadarı) -İhlas Risalesi’nde dendiği gibi- batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. Evet, “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”

Sadede dönelim: O Hazret diyor, açıktan açığa, “Cenâb-ı Hak bana böyle dedi!..” Netâic’ini alın bakın İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin, neler var neler, ne türlü mülakatlardan bahsediyor!.. Aynen öyle de, Hazreti Gazzâli, açıktan açığa “Allah bana öyle dedi!” demiyor; fakat ufkunun enginliğine bakın, derleyip toparlayıp konuya dair hakikatleri serdediyor. Onun yaşadığı günlerde o kitaplar, böyle sizin bilgisayarlarınız ile hemen, çabuk ulaşılacak, hatta matbu şekilde alınıp fihristlerine bakılacak surette değildi! Efendim; mahtut, el ile yazılmış, hangisi nerede belli değil; hangisi nerede belli değil! Bütün onlardan -böyle- bahisler yapması ve aynı zamanda -esasen- meselenin kritiğini de yaparak ortaya koyması, çok önemli bir şey. Demek ki hakikaten şeytana ait bütün menfezler tıkalı onda ama meleklere ait bütün menfezler de açık! Sağanak sağanak vâridâtla, o ilham sağanağı ile sürekli boy atıp gelişiyor, mânen büyüyor, yükseliyor her gün kademe kademe, bir miraç ile O’na (celle celâluhu) yükselir gibi yükseliyor. Öbür taraftan da kemâl-i hassasiyet ile, onlara karşı koyuyor!..

   “Nefsini bilen, Rabbini bilir!”

Şimdi günümüzün insanına gelince: Hafizanallah! Evvelâ kendini doğru okuyamamış olma söz konusu. Bunu, Çağlayan dergisinde bir bölümü çıkmış olan yazı dizisinin konusuyla arz edeyim: Enbiyâ-ı ızâmın rehberliğinde insanın kendi ile yüzleşmesi, insanın kendi kendini keşfetmesi. Hadis diye rivayet edilir, kudsî hadis diye ri-vâ-yet e-di-lir: مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ Nefsini bilen, Rabbini bilir!” İnsan, kendini iyi keşfederse, yani bir yönüyle enfüste kendinin ârifi olursa, âfâkta da ârif olmaya doğru yürür; sonra bir gün gelir “ârif billah” olur. Evet, “ârif” değilse zaten, bir yönüyle, bildiği şeyler, onun bilgisi esas irfana dönüşmemiş demektir. Bu marifete, Frenkçe ifadesiyle “kalb kültürü” diyoruz veya bildiği şeylerin tabiatına mal olup, tabiatının bir derinliği haline gelmesi. Artık emirlere göre kendini sevk ve idare etmesi değil, doğrudan doğruya o iç dürtüler ile, iç ilhamlar ile, iç itmeler ile, vicdanında oluşan o iç itmeler ile hareket etmesi… Yemeğe, içmeye, daha başka beşerî mukteziyata elinde olmayarak yürüdüğü gibi yürümesi…

İşte İnsanlığın İftihar Tablosu, (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sizin, yemeden, içmeden ve başka şeylerden lezzet aldığınız gibi, Ben, ibadetten lezzet alırım!” buyuruyor. İbadeti, dünyevî lezâiz gibi duyuyor ve dolayısıyla da ayaklarının şiştiğinin farkına varamıyor, sabahlara kadar ayakta duruyor. Zaten her hali, maiyyet ve teveccüh-i İlahî altında, maiyyet sağanakları ile veya -bir yönüyle- ne manada ise şayet, “İlahî tecelliler ile postnişin olma” durumunda… -Öyle diyeyim, kaçındım “Zat ile” demekten.- “İlahî tecelliler ile postnişin olma” durumunda. O içten gelen istekler, arzular, sevkler, insiyaklar, O’nu çok ciddî bir iştiha ile ibadet u tâate, Allah’a karşı kulluğa sevk ediyor. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendini iyi keşfetmiş, kendini iyi okumuş, sonra kendi fihristinde bu defa Kitâb’ın muhtevasını görüyor. O mütalaada yanlışa/hataya düşmüyor:

Evet, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabbini bilir!” deniyor. Rabbini bilen, Rabbini arar; öyle bilen, arar. Rabbini arayan, O’nu bulur. O’nu bulan da artık başka şeyleri arama derdinden kurtulur. Bunların hepsi, derece derecedir. Bakın: Bir; nefsini bilme mevzuu, fihriste ıttılâ. İki; bütün eşya ve hadiseleri hallaç ederek, tekvinî emirler mevzuunda, O’nu (celle celâluhu) tam bilme. O tabir caiz ise O’nun hakkında, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesini bilme; “Zât-ı Baht’ı idrak” değil, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesiyle bilme. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Bir Mevcûd u Meçhul” olarak bilme; yani, “Var ama öyle bir var ki, şiddet-i zuhûrundan gizli!”, öyle diyor.

“Bir Kitâb-ı âzâmdır, serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan, manası “Allah” çıkar.”

***

“Sen, Ol Zâhir’sin ki, ne idüğün bilinmez,

Ve Ol Bâtın’sın ki, hiç kimseden gizlenmez!..”

Şâir, “idüğün” diyor da, “idüğün” kelimesi Türkçemizde hakir şeylerde kullanılır; “Sen Ol Zâhir’sin ki… -Ben çeviriyorum, bozulmuyor vezin.- ne olduğun bilinmez!” Bakın, ters gibi geliyor; “Öyle bir Bâtın’sın ki, hiç kimseden gizlenmez!”.

   “Kalb, arş-ı Rahman’dır; onu yıkmak, tuğyandır ve hüsrandır!”

Evet, her şeyde Kendini hissettiriyor O (celle celâluhu). Dolayısıyla, bu da bir ufuk; bu ufka ulaşınca, dolayısıyla O’nu arıyorsun. O’nu arayan, O’nu buluyor. Doğru buluyor; artık taklitten sıyrılmış oluyor. Fakat günümüzün insanının ne o yol, o kalb, o ruh hayatı ve onu yaşayanlar ile alakası var, ne de böyle bir mülahazası var. Yetiştiği kültür ortamından aldığı şeyler ne ise, işte onun ile kulluk adına yatıp-kalkıyor. Ne şeytanın giriş noktalarından, “lümme-i şeytaniye”den haberi var; ne meleklerin girip-çıktığı latife-i Rabbaniye mahzeni “lümme-i melekiyye”den haberi var; ne de لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ kenz-i İlahîsinden, mahall-i tecellîsinden haberi var!..

Bu mahall-i tecellîyi, bazen Zât-ı Ulûhiyetin -bir yönüyle- “arş”ı şeklinde görmüşler. Biri, şöyle demiş: “Kalb, arş-ı Rahman’dır / Onu yıkmak, tuğyandır ve hüsrandır!” Bu, Alvar İmamı’na ait. İbrahim Hakkı hazretleri de “Dil, beyt-i Hudâ’dır.” Dil, Farsça “gönül” demek. “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde!” der. Tecelli, doğrudan doğruya… İşte o mest u mahmurluk içinde, onu Zât-ı Ulûhiyetin -hâşâ- orada konaklaması gibi ifade ediyorlar. O, bir “tecellî”dir; insanın kalbi, bir “meclâ”dır. İnsan, kalbini öyle parlak bir ayna haline getirirse, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, o zaman hep Hak tecellilerine ayna olur. Evet, “Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür dâim!” demiş Aziz Mahmud Hüdâî. Dolayısıyla ona bakan, hakikaten O’nu müşahede eder; varlık, O’nu okur. Bakın, bir, insanın kendinde kendini okuması var; bir de -hakikaten- ona baktıkları zaman, O’nu okuma meselesi var ki, bu, onun çok üstündedir.

Bakıldığı zaman, Allah’ı hatırlama… Hani Ricâl’de yine okuyoruz; bir zatı gördükleri zaman, içinden gele gele “Allah!” diyor herkes. Öyle mest u mahmur yaşıyor. Böyle Cehennem’e bakıyor gibi, tir tir titriyor; Allah’a hesap veriyor gibi tir tir titreme içinde. Bunu bizim gibi avam, düşe-kalka yürüyen insanlar, çok anlayamayabilirler; fakat olduğumuz yerde kalmak, “Bu da yeter!” demek de dûn-himmetliktir. Çünkü burada durma -esasen- kaymaya karşı açık durma, şeytanın mel’abesi (oyuncağı) haline gelmeye açık durma demektir.

   Şeytanlarla sürekli fısıldaşan kimseler, mukaddes değerleri, dünyevî emellerine ulaşmak için ayaklarının altına koydukları bir kerpiç gibi basamak olarak kullanıyorlar.

Evet, burada dinlendirmek için bir menkıbe arz edeyim; size, bahsetmiştim daha evvel: Bir zat, caminin önünden geçerken, birini görüyor. Elinde bir sürü zimam (gem, atın ağzına vurulan gemler) ile bekliyor orada. “Sen kimsin?!” diyor. O, böyle bazı Erzurumluların ağzıyla “Şaytan!” diyor; “Ben, Şaytan!” diyor. “Ee ne işin var burada, bu caminin hariminde, şadırvanın kenarında?” sorusu karşısında, “Şu içeride, Cenâb-ı Hakk’a dilbeste olmuş, zikr u fikirde bulunan insanlar var; bunlara gem vurmak için bekliyorum!” cevabını veriyor. Bakın, bir açık kapı bulursa, gem vuracak. Evet, o içeridekiler kadar elinde gemi var onun ve hepsine gem vurma niyetinde. -Latif bir varlık olduğundan dolayı, bir anda elli tane şeyi yapabilir, elli türlü vesvese şeraresi, sinyali gönderebilir. Bu sinyaller ile, doğrudan doğruya insanın kalbinin ilhama açık alıcılarını bozabilir; doğru frekansları o şerareler bozabilir.- O adam soruyor: “Benim gemim hangisi?!” Şeytan diyor ki: “Senin için geme lüzum yok ki; sen zaten benim arkamdan koşup geliyorsun!” Caminin önünden geçerken, namazın bile yok, zavallı!.. Evet bu, bir tehlikedir!..

Fakat bundan daha tehlikeli bir şey vardır: Caminin içine girdiği halde, Ramazan’a yetiştiği halde, hacca gittiği halde, bütün bu mukaddes şeyleri -bir yönüyle- dünyeviliğe ulaşmak için -ayağının altına koyacağı kerpiç gibi- basamak olarak kullanma denâeti vardır. Bu, ondan daha tehlikelidir. Müsaadenizle -belki- beni affetmeyeceğiniz bir tabirle söyleyeceğin bunu: “Meselenin daha kâfircesidir bu!” Dünyevî bir yere ulaşmak için, bir kısım maddî menfaatlere dilbeste olma, gönlünü onlara kaptırma, her şeyi bir çıkara bağlama… Oysa yaptığı şeyleri çıkara bağlayan insanların kalıcı bir eser ortaya koydukları görülmemiştir ve onlar başarılı da olamamışlardır! Dünyaya dair bu türlü şeylere dilbeste olmanın yanı başında, bir de o uhrevîliğe ait derinlikleri yine dünyevî basamak, hatta ayağının altında merdiven basamağı haline getirme!.. Abdest, bir basamak; ona basarsan, halk da sana bakar! Bir basamak da “namaz”; bir de namazı kullan bu mevzuda!.. Bir de “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah!” ikrarını bir basamak yap, onu da kullan, hafizanallah!

Kutsalı, nâ-kutsal olan şeylere ulaşmak için basamak yapma!.. Dünyadaki İslamî meselelere sahip çıkma, fakat zerre kadar el uzatmama!.. Atma, tutma; basamak yapma… Mü’mine yardım etmek, mü’minliğin gereğidir: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini onlarla paylaşmayan, onlardan değildir!” Fakat meselenin lafını etme.. blöf yapma.. halkı toplama; câhil, sürü mahiyetindeki halkı toplama.. şovlar ile kendini ifade etme… Bakın burada da kutsal, yine kirli bir kerpiç haline getiriliyor, ayağın altına konuyor, bir yere yükselme adına. “Bana bir şey desinler!” diye.. “Beni bir yere koysunlar!” diye.. “Din adına çok önemli bir şahsiyet, Selâhaddin!..” desinler diye..  “Fatih!” desinler diye ki bir kısım ahmaklar da diyor. “Desinler!” diye…

Dünya, bu türlü cebâbire ile dolu; toprak, bu çağda hep Firavun yetiştirmeye müsait; kuvve-i inbâtiyesi öyle güçlü ki, dünyanın ve İslam dünyasının neresine giderseniz gidiniz, daha çok da İslam dünyasında, her tarafta böylelerini görebilirsiniz. Maşallahı var; önceden şeytan tarafından serpilmiş tohumlar, birer Firavun halinde başağa yürüyor, birer fide halinde selvi olmaya doğru yürüyor! Ve bunlar, o kapkaranlık gölgeleri ile, insanlığın ufkunu karartıyor ve Allah’ı görmelerine mani oluyorlar.

Evet, bu, dinsizlikten gelen tehlikeden daha tehlikeli; çünkü kırmızı çizgiler silinip gidiyor ve kutsal, -bir yönüyle- nâ-kutsal olan şeylere vesile yapılıyor. Müslümanlık, görüntüye bağlanıyor. Riya, süm’a, ucub, hepsi şirk bunların; riya, süm’a, ucub, büyük görünme, fahir ve kibir… Tesbihâtınızda bunlardan Allah’a sığınıyorsunuz; her gün tesbihâtınızda, bunlardan Allah’a sığınıyorsunuz. Dolayısıyla, dinî argümanları -böyle- nâ-dinî olan şeylerde kullanma mevzuu, kâfirin kötülüğünden daha fenadır.

   “Rabbim, şeytanlarının her türlü kışkırtmalarından ve çevremde olumsuz bir atmosfer oluşturup beni tesir altına almalarından Sana sığınırım.”

Günümüzün insanı, şeytanı da, meleği de taklidî şekliyle anlamıştır. Söyler; أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Allah’a sığınırım lanetlenmiş ve kovulmuş şeytanın şerrinden!” diyebilir. رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım.” (Mü’minûn, 23/97-98) diyebilir. Veya sabah-akşam virdlerinde olduğu gibi: اللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِي، وَآمِنْ رَوْعَاتِي؛ اللهم احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ، وَمِنْ خَلْفِي، وَعَنْ يَمِينِي، وَعَنْ شِمَالِي، وَمِنْ فَوْقِي، وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْتِي “Allahım, ayıplarımı setret ve beni korktuklarımdan emin eyle. Allahım, önümden ve arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru ve ayağımın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırım.” diyebilir. Fakat bunlar, sadece bu vird kitaplarında, dua mecmualarında gördüğü şeyleri vird-i zebân etmekten ibarettir.

Asıl mesele o değildir; asıl mesele, tabye yapmış, size karşı mevzilenmiş bir şeytan karşısındasınız. Aynı zamanda yine gönlünüze nüfûz etmek üzere sizin için mevzilenmiş ruhânîler de mevcut; kalbini temiz tutanlara, kalbinin kapılarını onlara açık tutanlara varidât taşımak için onlar da mevzilenmiş. Ama birileri oraya girince, o kapılar yavaş yavaş kapanıyor; birbirine zıt kapılar gibi. Terazinin kefeleri gibi ki birine ağır bir şey basınca, öbürü yukarıya kalkıyor. Aynen onun gibi, kapılar, kale kapısı gibi şeytana açık olunca.. göz, kontrol altına alınamayınca.. kulak, kontrol altına alınamayınca.. dil, kontrol altına alınamayınca.. tavır ve davranışlar, ihlaslı ve rıza-i İlahî mülahazasıyla planlanmayınca.. ve bazıları dindar göründükleri halde, dini meseleleri dünyevîliğe âlet ettikleri takdirde şeytana ait bütün kapılar, menfezler ardına kadar açılmış olur.

Bu defa o insanlar, hiç farkına varmadan şu ayetin muhtevasına dâhil olurlar: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!” (En’âm, 6/112) Evet, bazen cinnî şeytanlar, insî şeytanlara sinyal gönderir. Ben askerde telsizciydim, telsiz operatörü idim. Onlar, size sinyal gönderirler, siz de alırsınız, “Di-da-dıt / da-da-dıt” F.G. demek bu. Evet, siz de ona gönderirsiniz, manzarayı haber verirsiniz. Dolayısıyla, يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا Bazısı, bazısına sözleri süsleyerek, yaldızlayarak ifade eder.

Öyle ki, şeytan bazen sağdan gelir: “Yahu namaz kıl işte, bu halkın içinde!.. Hem niye arka saflarda duruyorsun?” der. Bakın nasıl ikna eder: “Peygamber Efendimiz buyurmuyor mu; en önemli mesele, imam değilse, imamın arkasında durmak! Sen ne diye orada durmuyorsun?!.” Fakat onun maksadı başkadır. Sen, orada durduğun zaman, “Maşallah, herkesten evvel geliyor, ön safı ihraz ediyor, tam da imamın arkasında duruyor. Gökten inen on sevabın dokuzu ona ait oluyor, diğer bir tanesi de diğerlerine dağıtılıyor!” muhtevasını fısıldar. Bu, sağdan gelme, daha tehlikeli; fakat günümüzün insanı bundan gafil yaşıyor.

Evet, sağdan geliyor; önce iyi şeylere teşvik ediyor: “Hacca git yahu, defaatla git!.. Umreyi hiç kaçırma!” diyor; fakat insan giderken, “Yahu şimdiye kadar başkaları hiç gitmiyordu; onları, şöyle-böyle milletin kaderine hâkim oldukları dönemde, hiç bu incelikte görmedik; değerlerimize saygı duyduklarına şahit olmadık! Dünyevî zevkleri içinde yaşadı gittiler böyle. Bir gaflete yelken açtılar ki, kenara çıkmaya fırsat vermedi. Bak ne güzel işte!..” Sağdan geliyor: “Ne güzel! Sen hacca gidiyorsun, millet de görüyor böyle, ‘Böylesi görülmemişti, hakikaten onun ufkuna erilmemişti, bak neler gösteriyor neler?!.’ diyor.” Oruç tutarken de öyle: Konuşur bir yerde, oruç değildir esasen; önüne su koydukları zaman, elinin tersiyle iter. “Gafil misiniz siz? Benim gibi bir Müslüman, oruç tutuyor!..” Bu tavrıyla bile, yine orada dinin bir dinamiğini ayağının altına koyduğu bir kerpiç olarak kullandı demektir. Bütün bunlara, “istismar” diyoruz, “ona dayanıp tahribât yapma” diyoruz, hafizanallah.

   Cennetin sekiz kapısı var, dünyada kalb kapılarını maneviyata açanlar için; Cehennem’in de yedi kapısı var, şeytanın dört bir yandan nüfuzuna mani olmayanlar için.

Şeytanın bir de soldan gelmesi vardır ki, günümüzde o da var, o da tehlikeli. Çoklarının hayatına baktığınız zaman, menâhî irtikâp ediliyor, gırtlağa kadar. İbadet ü tâat, böyle kirlendiği gibi, öbür taraftan da onların ruh dünyaları bütün bütün yıkılıyor; esas mevzilenmiş şeytanlara kale kapıları gibi kalbde kapılar açılıyor. Bohemce yaşıyorlar, harama bakıyorlar, haramı dinliyorlar, yalan söylüyorlar. Büyük serkârlardan bir tanesinin söylediği yalanların “bin”e bâliğ olduğunu söylüyorlar; iftiralarının, bine bâliğ olduğunu söylüyorlar. Ve bunları bir kere söyleyince, “günah-ı kebâir” olur, istiğfar ile buz gibi erir gider; fakat bunları önemli bir şey değilmiş gibi sürekli söylüyorsa, insan kâfir olur. Sürekli, mahzursuz bir meseleymiş gibi iftira ediyorsa, hususiyle Müslümanlık adına yalandan itiraflarda/iftiralarda bulunuyorsa, hiç farkına varmadan, bunu da masumca bir tavır ve davranış olarak görüyorsa, kâfir olur bunlar, isterse namaz kılsın, isterse oruç tutsun. Bunlar da soldan gelme işleridir esasen.

Bir de para ile, mahluk gibi, hayvan gibi satılıp-alınan insanlar var. Yine şeytan soldan geliyor. Birisini bahsediyor bir dost, benim hemşehrim bir dost bahsediyor. Yine “önemli, otuz insandan bir tanesi” dersem, siz anlarsınız. “Siz niye bu olumlu şeylerin, pozitif şeylerin bu kadar aleyhindesiniz?” O, “Ee, şakır şakır para yağdırıyorlar!” diyor. Dedim: “Şimdiye kadar ne kadar verdiler sana?” Unuttum ben, “İki yüz milyon Euro!” dedi galiba. “Evet, ne yapıyorsun bununla?” “İngiltere’de her ihtimale karşı, bir kısım tesisler, villalar yapmaya çalışıyorum!” Geçen de bir arkadaşımız, bunun şerhi/haşiyesi mahiyetinde dedi ki: “Bir sürü insan, kaçma faslı başlayınca kaçabilecekleri yer için dünya kadar yatırım yapıyorlar!”. Soldan gelen şeytan, ruhlara nüfuz etmek suretiyle -çünkü kapılar açık esasen- oradan da vuruyor…

Önden geliyor: İleriye matuf bir kabir var, Münkir-Nekir suali var. Evet, burada yine bir ara vererek bir şey arz edeyim; arz etmiştim bunu, mahzur görmüyorsunuz değil mi? Bir kadıncağız varmış, kabirden çok korkuyor. Allah’a inanıyor, Münkir-Nekir’e de inanıyor. مَنْ رَبُّكَ؟ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ Tabii Münkir-Nekir Arapça bilirler, ona (kadına) söylerken: مَنْ رَبُّكِ؟ وَمَنْ نَبِيُّكِ؟ derler herhalde; “Rabbin kim, Nebin kim, dinin ne?” falan derler. Kadın vasiyet olarak demiş ki: “Beni mezara gömdüğünüz zaman, mezar gibi bir yer de yanımda kazın. Ondan sonra birisi, Allah rızası için, o sual bitinceye kadar orada dursun; yalnızlığın gurbetini yaşamayayım orada. Bir sinerji olur benim için, Hazreti Münkir ve Nekir’e ben de doğru cevap veririm, kem-küm etmeden!”

Hakikaten -Menkıbe bu, menkıbelerin aslına bakılmaz, faslına bakılır.- gömüyorlar ve sonra bir tanesinin de paraya ihtiyacı varmış. Hani şimdikilere bir çuval vermek suretiyle satın aldıkları gibi… On beş milyon verince, bir adam, bakın, itibarını, şerefini, onurunu, gururunu, aileye ait izzetini ayaklar altına aldı. Maşallahı var, ticarette aklı eren birisi; vakıa, bu çağda olan. Onun da gözü -işte- paraya takılıyor, “Olsun!”; veriyorlar, “Gömün beni oraya!” diyor. Giderken oraya, yine de dalgın, mezara girecek diye. Komşularından birisinin kapısının önünden geçerken, komşusu orada balta ile odun kesiyormuş, kıymıklardan biri sıçrıyor buraya; o da eline alıyor onu. Menkıbe öyle diyor. Böyle kıymık gibi parçayı elinde o yana bu yana oynatarak gidiyor kabristana. Mezara da tam öyle koyuyorlar. Gömüyorlar, kapatıyorlar; onun üstünü de -herhalde nefessiz kalmaması için ona göre bir şey ile- kapatıyorlar.

Münkir-Nekir hazretleri kadını sorguya geliyorlar; kendi aralarında konuşuyorlar, “Bu nasıl olsa elde bir. Hele bir şu diri adama soralım!” diyor ve başlıyorlar. “O kıymık nereden sana?!” Şaşırıyor. “Geçerken komşunun kapısından aldım” “Ee var mı ona sormadan almak? Vur şuna bir topuz!..” “Aldıktan sonra geriye dönüp itizarda bulundun mu?” “Yok, bulunmadım!” “Vur bir topuz!..” Bir kıymık için otuz tane topuz vuruyorlar. “Aman bunların paraları da, bilmem neyi de yerin dibine batsın!” diyor; yıkıyor üstündeki toprak yığınını, dışarıya çıkıyor.

Evet, bir kabir var burada, bir berzah hayatı var; ondan sonra bir mizan var, terazi var orada. Kıldan ince, kılıçtan keskin bir Sırat var, geçemeyecek ve dökülecek kimseler için bir Cehennem var. Bir, Cennet kapıları var, dünyada kalbinin kapılarını meleklere açanlar için. Bir de Cehennem’in yedi tane kapısı var; şeytana kapıları aralayanlar için onlar da. Bütün bunlar, ileride insanın görmesi/bilmesi gerekli olan şeyler.

   “Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.”

Yine, şeytan “Adam!” diyor, “Sen sadece bugünün adamısın. Ye, iç, yaşamana bak!” Mesela bir tanesi -yine namaz kılanlardan- ona yakın olan arkadaşlardan bir tanesinin anlattığına göre… “Sâhib-i merâtipten bir tanesi!” diyeyim de siz bir yere koyun onu lütfen! Arkadaşımız, “Allah var, Peygamber var, hesap var, Cennet’e girme var!” deyince, “Yahu siz çok öteleri düşünüyorsunuz!” diyor. Vallahi bu laf da küfürdür, küfür!.. Öteleri!..

Öteleri düşünmeyeceğim de ne olacak?!. آمَنْتُ بِاللهِ، وَمَلاَئِكَتِهِ، وَكُتُبِهِ، وَرُسُلِهِ، وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan geldiğine, öldükten sonra yeniden dirilmenin hak olduğuna iman ettim. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hak mabud yoktur ve yine şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed O’nun kulu ve rasûlüdür.” Yahu, şeklî ve sûrî dahi olsa, bu sözleri her gün camilerde imamlar, kültür olarak ifade ediyorlar, sen de duyuyorsun!.. Allah’tan kork, hiç olmazsa Allah’tan kork; utan, böyle deme!..

Fakat işte, Müslüman görünür, “Bu sistemi İslamî bir çizgiye getireceğiz!” der ama hali bu onun. “Çok ileriye matuf şeyleri düşünüyorsunuz!” Bunlar, bugünün kuşluk öncesinin zavallı çocukları… Haa, öğlenin de değil, ikindinin de değil, akşamın da değil, yarının hiç değil, öbür günün hiç değil, öbür âlemin hiç değil; alakaları yok. Hayatlarını tamamen dünyevî gelirlere göre planlamışlar. “Ben şöyle davranırsam, şöyle düşünürsem, kendimi şöyle ortaya koyarsam, ne kazanırım!” ona bakıyorlar. Dolayısıyla bu defa da şeytanın önden vurması…

Şeytan, bazen de arkadan gelir. “Geçmiş-gelecek masal hep; eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!” Bu da mazi ile alakanı koparıyor senin. Oysaki mazi, bir fideliktir; mazi, toprakta bir kuvve-i inbatiyedir; “gelecek” ancak onun bağrında inkişaf eder; aynı zamanda tarih şuuru o sayede gelişir ve siz o irtibat ile -Allah’ın izni ve inayeti ile- geçmişteki o ulvî duygularınızı, gaye-i hayallerinizi yeniden ihyâ edebilir, bir ba’s ba’de’l-mevt yaşayabilir, yaşatabilirsiniz. Şeytan, arkadan geliyor.

Ve şeytan hiç bilemediğiniz şekilde tepeden de gelir, nöronlarınızı bozar; bilemediğiniz şeylere, kafa karışıklığına sebebiyet verir. Öyle şoklar yapar ki?!.

Bazen de alttan gelir şeytan. Alttan gelmesi, hiç bilemediğiniz şekilde bir şeydir, bilemediğiniz şekilde, tepe-taklak getirir. Buna karşı İnsanlığın İftihar Tablosu, sabah-akşam -az bile olur, bizler için- şöyle der ve denmesini tavsiye buyururdu: اللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِي، وَآمِنْ رَوْعَاتِي؛ اللَّهُمَّ احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ وَمِنْ خَلْفِي، وَعَنْ يَمِينِي، وَعَنْ شِمَالِي، وَمِنْ فَوْقِي، وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْتِي “Allahım, ayıplarımı setret ve beni korktuklarımdan emin eyle. Allahım, önümden ve arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru ve ayağımın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırım.”

Düşünün!.. Kur’an, Allah kelamı; onu okurken, أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Recmedilmiş, Allah tarafından tard edilmiş, kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığınarak, Senin kelamına başlamak istiyorum!” diyoruz.

Son olarak, Şeytan’dan Allah’a sığınmanın yanı başında, her şeyi siyasetine âlet eden siyasîlerin şerrinden de Allah’a sığınmak lazım. Tam mevsimi… أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ، أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ، أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ “Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım. Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım. Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım!..” Vesselam.

Bamteli: AŞKTA SABIR VE HİCRETTE KOZADAN KELEBEĞE

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Önce kendine nasihat etmeyenlerin sözleri gönüllere işlemez; ayrıca, “Allah, ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan bir kalbin duasını da kabul etmez.”

Cenâb-ı Hak, Hazreti Mesîh’e buyuruyor ki: يَا عِيسَى، عِظْ نَفْسَكَ؛ فَإِنِ اتَّعَظَتْ بِهِ فَعِظِ النَّاسَ، وَإِلاَّ فَاسْتَحْيِ مِنِّي “Ey İsa! Evvelâ nefsine nasihat et! İlle de bir hayırhahlık yapmak istiyorsan, onu nefsine karşı yap; işe, nefsinden başla! Nefsin, senin dediğin şeyi kabullenirse, ondan sonra onu halka anlat! Yaptığını, anlat; yoksa Ben’den hayâ et!”

Demek ki aksi, hayâya çok da uygun düşmüyor. Allah (celle celâluhu), peygamber de olsa kuluna böyle diyebilir; fakat biz o zatlar hakkında mütalaalarımızı arz ederken -mesele Allah’ın dediği bile olsa- “temkin” tavrı içinde onu ortaya koymalıyız. وَإِلاَّ فَاسْتَحْيِ مِنِّي “Yoksa Ben’den hayâ et!” “Hayâ et de yapmadığın şeyi söyleme!” demek. Söylemekten vazgeçirme demek değildir o; fakat söylerken, insanın “yaptığı” şeyleri söylemesi lazımdır.

Kur’an-ı Kerim’de, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Yapmadığınız, yapmayacağınız şeyleri neden söylersiniz?” (Saff, 61/2) Ey insanlar! Niye yapmadığınızı söylüyorsunuz! Bu, “Söylemeyin!” demek değildir; fakat yapmadığını söyleme konusunda tevbîhtir, “Yazık size!” demek gibidir. Zât-ı Ulûhiyet, öyle bir ifade kullanmaz ama Kur’an’da “Veyl!” der; biz kullanırken “Yuf size!” deriz. Söylüyorsunuz; söylüyorsunuz ama işe “nefis”ten başlamanız, evvelâ bir nefis muhasebesiyle kendinizi gözden geçirmeniz, manevî anatominize bakmanız lazımdır.

Manevî anatominiz; latife-i Rabbâniyeniz, iradeniz, hissiniz, şuurunuz, mantığınız, muhakemeniz, aklınız. Vicdanın bu rükünleri/unsurları, değişik kirlerden müberrâ, pâk, temiz ise şayet, o zaman diyeceğiniz şeyler de karşı tarafta mâkes bulur. Yoksa zihin kirliliğiyle, insanlara aklıktan, paklıktan bahsetmeniz, karşı tarafta sadece tepkiye sebebiyet verir. Tıpkı bir kısım siyasîlerin konuşmaları gibi. Onların konuşmaları, hallerinin, kalblerinin, temel düşüncelerinin çok çok gerisindedir, kilometrelerce gerisindedir. Hedefleri, insanları duygu ve düşünce dünyaları itibarıyla avlamadır, ağ salmadır, ağa yakalatmadır, onları kendine çekmedir. Oysaki asıl mesele, insanları, Allah’a çekme, Rasûlullah’a çekme olmalıdır.

Çekmenin de ötesinde حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ “Allah’ı, kullarına sevdirin, O da sizi sevsin!..” Şöyle devrik cümleler ile de diyebilirsiniz: Sevdirin Allah’ı kullarına ki, sevsin Allah sizi!.. Size karşı İlahî sevgi tayflarının gelmesi, başınızdan aşağıya akması, sizi sarması ve kendinizi o tayflar içinde -âdetâ- bir hâle gibi görmeniz veya hâlenin içinde bir kamer gibi görmeniz, sizin O’na (celle celâluhu) karşı yürekten alâkanıza bağlıdır.

Gönülden, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقِ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” diyebiliyor, yatarken-kalkarken hep bunu heceleyebiliyor musunuz? Aslında bu, İslam’ın şiarıdır: Allah’ı sevdirme, Peygamberi sevdirme… Sadece, bu mevzuda dilekte bulunurken, اَللَّهُمَّ حُبَّكَ، وَحُبَّ نَبِيِّكَ، وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ “Allah’ım Senin sevgini, Habîb’inin muhabbetini ve Seni sevenlere karşı gönülden alaka diliyorum!..” veya وَالْعِشْقَ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı ve Sana kavuşmayı istiyorum!..” deme değil; belki bunu yüzlerce defa, binlerce defa tekrar etmek suretiyle, onu tabiatın çok önemli, nurânî bir derinliği haline getirme.. nöronlarını o nura boyama veya o nur ile nurlandırma.. bütün benliğini o nurun sarmasını sağlama.

Evet, dil, bu mesele ile kıpırdadığı zaman, mesele sadece “dil-dudak” zafiyetine emanet edilmemeli; mesele, tepeden tırnağa onun ihtizâzını, titremelerini yaşayabilecek şekilde ifade edilmeli; asıl odur. إِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لَاهٍ “Allah, ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan bir kalbin duasını kabul etmez.” buyuruyor Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). Evet, ne dediğini bilmeyen, lağv u lehv içinde söylenen duaları, Allah, kabul etmez. Ne dediğini vicdanında derinlemesine duyacaksın! Belki çok defa tepeden tırnağa o ihtizâzı yaşayacaksın. Ellerini O’na doğru titreyerek kaldırdığında, avuçlarının içine, gerçekten bir şeylerin yağdığını hissediyor gibi olacaksın. Yürekten olursa, olur. Yemin bile edebilirim, etmeyeceğim; yürekten olursa, bu dediğim şeylerin hepsi olur. Ama yemin etmeyeceğim; çünkü o yemin, bazılarınızda inkisara sebebiyet verir.

   Sürekli Hak ile irtibat içinde olarak, Allah’ı ve Rasûlü’nü sevip başkalarına da sevdirme cehdiyle yaşamak İslam’a yürekten bağlı mü’minlerin en önemli hususiyetlerindendir.

İslam dininin bir hususiyetidir, dedim, حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ mülahazasına bağlı hayat. Başka hiçbir dinde, hayatın اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” talebiyle örgülendiğini bilmiyorum. Şimdi, sûrî saygı olabilir Allah’a; fakat bir talep seviyesinde, Allah’tan isteme seviyesinde… “Allahım! Yaptığım amellerde sadece Senin rızan, sadece Seni hoşnut etme…” Bu duyguyla yaşama… Onun sonucunda, hatta bir zevk-i ruhânî halinde, bir kısım esintiler gelip sarabilir insanı ki, çağın bu mevzudaki hissiyatına tercüman olan sözcüsü, aslında diyor onu: “İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, -dördüncüsü- zevk-i rûhânî.”

Şu kadar var ki, ruhanî bir zevk duyma mevzuu bile bir ücret ve bedel gibi istenmemelidir. Yoksa onu çok önemli bir şeyin yerine koymuş ve orada bir yanlışlık yapmış olabiliriz. O, talepsiz terettüp ederse şayet, bir tahdîs-i nimet olarak, mukabelede bulunup “Elhamdülillah!” diyebilirsiniz. Yoksa istenmesi gerekli olan şeyler: “İman-ı billah, İslam-ı etemm, ihlas-ı etemm, marifetullah, hakka’l-yakîn, tevekkül-i tâm, teslim-i tâm, tefvîz-i tâm ve -sofilerin kullandıkları ıstılahla- sikâ-i tâmme” Bütün bütün kendinden vazgeçerek, sadece O’na (celle celâluhu) güvenme.. o güven ile oturup-kalkma.. o güven ile nefes alıp verme!..

O (celle celâluhu) var iken, başka bir destek aramaya lüzum yok! لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ Arapça bilenler, “Lâ”nın ne manaya geldiğini bilirler: Cinsten, sıfatın hükmünü nefyetme harfidir, o. “Cins-i havl ve kuvvet yoktur! Hiçbir havl ve kuvvet yoktur; hepsi Allah’ın elindedir!” demektir. Ve Allah Rasûlü tarafından, onun hakkında لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ، كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” Cennetin hazinelerinden/stoklarından bir şey, o. Demek ki dünyada onu söyleme, bir yönüyle orada, sizin karşınıza bir hazine gibi çıkacak, Allah’ın izni ve inayetiyle. Dünyada ve dünyevî işlerinizde de oradan size Allah’ın armağanı olarak verilmiş bir hazine. O “havl” ve “kuvvet”i bir malzeme olarak kullandığınız zaman veya nuranî bir materyal olarak kullandığınız zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, başarıdan başarıya koşarsınız. لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ Her ezanda, حَيَّ عَلَى الصَّلاَةِ، حَيَّ عَلَى الْفَلاَحِ münasebetiyle de demiyor muyuz onu?!. لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ “Cins-i havl ve kuvvet yoktur; bütün “havl”ler ve “kuvvet”ler Sana aittir, ey havl ve kuvvet sahibi Allah!..”

Bu da diğer dinlerde görülen şeylerden değil. Allah’ın yarattığına inanırlar fakat her şeyin O’ndan (celle celâluhu) olduğunu bilme mevzuu başkadır. وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de, davranışlarınızı da yaratan, Allah’tır!” (Sâffât, 37/96) Fiillerinizi de yaratan, Allah’tır! Meseleye sadece cebir gayyasına yuvarlanmamak için şu zaviyeden bakılır: Orada, “irade” şart-ı âdîdir; toprağa bir tohum atma gibidir. Siz bir tek tohum atarsınız, Allah, ondan bir başak mı -bazen iki başak da gördüğüm olmuştur benim- iki başak mı çıkarır? Kur’an-ı Kerim, yedi başak çıkaracağından da bahsediyor; her başağın aynı zamanda yüz tane tohum ihtiva ettiğinden de bahsediyor. Bu açıdan da sadece bir tohum, sizin iradeniz. Siz o tohumu atarsınız bir yere. Nereye? Kuvve-i inbâtiyesinin sizi şaşırtmayacağı, Cenâb-ı Hakk’ın “emirler zemini”ne!.. Atın oraya o tohumu. Sonra o, başağa yürüyecek. Bakacaksınız, bazen bir başak, bazen iki başak, ihlasa ve ihlastaki derinliğe göre, bazen yüzlerce başak netice verecek.

   Siz neye “aşk” diyorsunuz ki; âşık olduğunuz şeyler karşısında burnunuzun kemikleri hiç sızladı mı?!.

Zira “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” diyor, Hazreti Üstad. “O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” sözü de yine o Çağın Sözcüsü’nün beyanı. Bugünkü hissiyatımıza veya yapmamız gerekli olan şeylere tercüman olması açısından çok önemli: Siz, ihlasa yönelin, konsantre olun; siz istemeseniz bile, O (celle celâluhu), halklara da kabul ettirir. Fakat ihlası bir kenara koyup “Ben, halka kabul ettireceğim!” sevdasına tutulursanız, dediğiniz ve ettiğiniz şeyler, hiç farkına varmadan, yüzünüze çarpılır.

“Hevâ-i nefsine uyma, sabrın sonu selamettir / Ne aldandın be hey gafil; bu can, sana emanettir!” İnsan, bir emanetçi olduğunu bilmeli!.. Sırtında taşıdığı her şey, emanet! Onun için, قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “(Ey Rasûlüm) de ki: Hepsi Allah’tan.” (Nisa, 4/78) diyor Kur’an, Efendimiz’e. قُلْ “Söyle!” diyor; كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi, Allah’tan!” Biz, Allah’tanız.. bu sistemin, bu mahiyette donanımı Allah’tan.. maddî anatomi, Allah’tan.. manevî anatomi diyebileceğimiz “iman-ı billah”, “marifetullah”, “muhabbetullah” veya vicdan sistemini harekete geçirme Allah’tan… Bir yönüyle, olması gerekli olan şeyleri tabiatınızın nurânî bir derinliği haline getirmeniz… Sizi idare eden, güden, yönlendiren, esasen o sistem olmalı; onu, o hale getirmelisiniz. Bu da işleye işleye olur, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bunlar, başka din mülahazasıyla ortaya atılan sistemlerde, vâki ve vârid değildir. Allah’ı seveceksiniz, Allah’a âşık olacaksınız!.. Hatta sizin dünyanızda bile, belki “usûl” diye bazı şeyler yazan kimseler dahi “Allah’a âşık olunmaz!” derler. Yahu, en küçük insanlar bile, yer yer O’nu (celle celâluhu) andıkları zaman, burunlarının kemiği sızlıyor. Siz neye “aşk” diyorsunuz ki?!. Âşık olduğunuz şeyler karşısında burnunuzun kemikleri hiç sızladı mı?!. Gözleriniz yaşardı mı?!. Ama “Allah!” dediğiniz zaman, çok defa burnunuzun kemiği de sızlar, gözleriniz de yaşarır, vücudunuzda bir ihtizâz da duyarsınız.

Âşıklar, o duygu ile bazen o tatlı uykuyu böler; Secde Sûresi’ndeki تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا “Teheccüd namazı kılmak için yataklarından kalkar; cezalandırmasından endişe ederek, rahmetinden ümit içinde olarak Rabbilerine dua edip yalvarırlar.” (Secde, 32/16) ayetine uyarak, o yumuşak döşekten, ısıtan yorganın altından, ısıtıcı daha başka faktörlerden sıyrılarak, havf ü recâ hissiyle Allah karşısında el-pençe divan dururlar. El-pençe divan dururlar ve titreye titreye bir teheccüd edâ ederler; o vakte bırakmışlar ise, bir vitr-i vâcib edâ ederler. Bu ibadetlerini, Hâcet namazı gibi kabul eder, sonra ellerini açar: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْعِصْمَةَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لَا تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Halîm ü Kerîm Allah’tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rabbim, Senden, rahmetinin gereklerini, merhametini celbedecek şeyleri, gerçekleşmesi muhakkak olan mağfiretini, günahtan korunmayı, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan da selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma ya Erhamerrâhimîn.” der, içlerini ona dökerler.

Başkalarında bu samimi ihtizazı, bu samimi duyuşu göstermek, mümkün değildir. Bu, kurallarıyla, disiplinleriyle bu dinde vardır. Din, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun, bütün müspet şeyleri câmî, menfi şeylere de mâni mübarek bir sistemin unvanıdır. “Evâmiri câmi, nevâhiyi nâfiy” (bütün kaide ve emirleri mahiyetinde toplayan, yasak edilmiş şeylerin hepsini de uzaklaştırıp çerçeve dışı bırakan) mübarek bir sistemin unvanıdır, “din” dediğimiz o şey. Dinin yaşanmasına, hayata hayat kılınmasına “diyanet” denir. “Onu yaşıyorum!” diyerek -esasen- onun adına yanlış şeyler ortaya koyma ameliyesine de “dinâyet” denir; bu, “denâet”ten gelir, dolayısıyla o işi o şekilde temsil eden insanlara da “denî” denir, “aşağılık mahlûklar” denir.

Kitâbü’l-Fiten ve’l-Melâhim’de de ifade buyrulduğu gibi, deccallar çıkar, peşi peşine Süfyânlar çıkar; birinin bıraktığı bir şeyi, bir başkası devam ettirir ama her biri şartlar ve konjonktür, hangi argümanları kullanmayı gerektiriyorsa, onu kullanır. Biri birilerine sırtını verdiğinden dolayı -diyelim- onlar tamamen “Din yok!” falan der; o argümanı kullanır. Millet azıcık dine yöneldiğinde ise, şeytan (aleyhilla’ne) bu defa o dini argümanları kullanabilecek Süfyânlar türetir/üretir. Onlar, şeytanın türetmeleri/üretmeleridir, en azından duyguları ve düşünceleri itibarıyla… Kim bilir, belki analarının karnında da… Hadis-i şerifin ifade buyurduğu gibi, “Dünyaya gelen her çocuğu, şeytan, sıvazlar!” “Benden ol! Bana biat et!” falan der. Biat var ya!.. Hani, biat etmeyince, “Karşı çıkıyorlar, ezilmeliler!..” diyorlar. Evet, şeytan “Bana biat et!” falan der. Onlar da doğup geliştikleri zaman, o gün almış oldukları o aşının tesiriyle, rehberlerine muhalefet etmeden, aynısını yaparlar.

Onların rehberi olan şeytan yemin etmiş: فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ “İzzetine yemin olsun ki ihlaslı kulların hariç, ben de onların hepsini baştan çıkaracağım.” (Sâd, 38/82-83) Muhlas; “ihlası otağ yapmış; ihlası, tabiatının derinliği haline getirmiş” kulların hariç. Bir-iki peygamber için kullanılıyor bu tabir ama -antrparantez- her mü’min için istenen/dilenen hedef olmalı: اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ، اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلَصِينَ، اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلَصِينَ “Allah’ım! Bizi muhlis (ihlâsı kazanmış), muhlas (ihlâsa erdirilmiş) kullarından eyle. Allah’ım, bizi muhlas kulların arasına kat. İhlası, tabiatımızın en canlı, en nurânî bir derinliği haline getir!” falan demeli.

Evet, şeytan da öyle diyor: “Ben, onlar (ihlasa erdirilmiş kullar) ile başa çıkamam, onları kandıramam; iğvâ edemem onları.” Neden? Çünkü onlar oturup-kalkıp, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقِ diyorlar; Rabbileri ile başbaşa kaldıkları zaman da hep O’nu diliyorlar.

   Bu müjde karşısında bütün dünya ve mâfîhâ verilse, değer!..

Her zaman Rab, onlar ile beraberdir; fakat insanî sıfatlar araya girince, insan için bir “uzaklaşma” meselesi söz konusu olur. Onun için, “Allah’a yaklaşma” derken de, bakın, yanlış anlamayın. Hâşâ, Allah (celle celâluhu) size uzakmış gibi bir yaklaşma bahis mevzuu değil; siz, kendi uzaklığınızı aşıyorsunuz. Nasıl uzaklık? Mâlâyâniyât ile iştigal ediyorsunuz. Dünyaya dalıyorsunuz. Hubb-i dünya, hubb-i civar, bir yönüyle sizin duygu ve düşüncelerinizi dağıtıyor. Dolayısıyla bu, zihin dağınıklığına, zihin kirlenmesine ve farklı şeylere konsantre olmaya bâdi oluyor. Bu itibarla da bunları aşmak suretiyle siz, açtığınız o mesafeyi, o uzaklığı kapamış oluyorsunuz. Yoksa O (celle celâluhu) buyuruyor ki: وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) “Ben, size, sizin atar ve toplardamarlarınızdan daha yakınım!” Yani, sizin beyninizde düşündüğünüz şeyleri siz düşünmeden, Ben, onları biliyorum; kalbinizin atışlarından, ne olduğunu Ben biliyorum. Size, ondan yakınım Ben!.. Kendi meydana getirdiğimiz uzaklığı aşmaya, Cenâb-ı Hak muvaffak eylesin!..

Allah’ı ve Rasûlü’nü sevip sevdirme konusu ile başlayıp geldik buraya. حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ تَعَالَى “Allah’ı, kullarına sevdirin ki, O da sizi sevsin!..” Ve bir de حَبِّبُوا الرَّسُولَ إِلَى أُمَّتِهِ يُحْبِبْكُمُ الرَّسُولُ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ “Rasûl-i Ekrem’i ümmetine sevdirin ki, O da sizi sevsin!..”

İstemez misiniz?!. Hatta böyle bir bişâreti rüyanızda görseniz! Rüyada veya yakazaten o müjdeyi alsanız!.. Bu mazlumiyete, mağduriyete, muzdarriyete uğrayan insanların çoğu, şimdilerde o bişâreti alıyorlar. Böyle belki yüzlerce hadise anlatılıyor; yüzlerce… “Efendimiz, yakazaten temessül buyurdu; ‘Merak etmeyin, Ben, sizin ile beraberim!’ dedi.” Kime? Haksız yere zindanlara atılanlara; beyinden koparılan bayanlara; bayanından koparılan beylere; yavrusundan koparılan annelere; annelerden koparılan yavrulara… “Gamlanmayın,, kederlenmeyin! Ben, sizinle beraberim!” O zaman, yalnızlık yok! Madem O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizim ile beraber, o beraberlik Berzah’ta da devam eder, Mahşer’de de devam eder. Cenâb-ı Hakk’a karşı şefaatçi olma adına, “Bunlar, Benden idi!” der. Bunun için canlar fedâ edilir mi, edilmez mi?!. Bütün dünya ve mâfîhâ, ayağın ucuyla itilir mi, itilmez mi?!. Bu… Rasûlullah’ı sevin ki, O da sizi sevsin! O (sallallâhu aleyhi ve sellem), sevdiklerini hiçbir zaman yüzüstü bırakmaz; günümüzde olduğu gibi, imdatlarına koşar, moralize eder onları.

O belaya ve musibete dayanmaya gelince, o da bir çeşit ibadettir. Namaz kılma nasıl insanı yükseltir; dişini sıkıp sabır ile musibetlere katlanma da öyle yükseltir. Şu kadar var ki, sabır aktif olmalı; durağan sabır değil, aktif sabır. Yapmak gerekli olan şeyleri yaparak bekleme; bağışlayın bir futbolcunun boşlukları bulup, topa tekme vurması gibi bir aktif sabır içinde bulunma. Bela ve musibetler karşısında böyle bir sabır, insana namazın kazandırdığını kazandırır.

   “Ey sabırsız nefsim, sen üç sabır ile mükellefsin!..”

Onun için Hazreti Pîr, sabrı da ifade ederken, üç kategoride mütalaa ediyor: “İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.” diyor.

Bir: İbadet ü tâate karşı sabır; ara vermeden, fâsılasız, her şeye rağmen ibadetleri eda etme. Hadis’te إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ “Bütün zorluk ve meşakkatlerine rağmen abdesti tastamam alma.” dendiği gibi… Mesela, abdesti, soğuk günlerde, tastamam almak ve Allah karşısında, kemerbeste-i ubudiyet ile kulluğa koşmak; işte bunda sabretmek. Namazgâhtan ayrıldığı zaman, adeta kalbini orada bırakmak; duyguları ile câmide kalmak, işinin başına öyle gitmek. “Bir ezan daha okunur mu acaba; ben bir daha Rabbimin huzuruna gideyim!” demek. Buna, “ribât” diyor, Hazreti Rasûl-i Zîşân (sallallâhu aleyhi ve sellem). Yani, cephede duruyorsun, düşmana karşı, bir yönüyle değişik sızmaları önlüyorsun. Kalbin -şayet- Allah ile böyle irtibatlı ise, şeytan, senin düşünce ufkuna sızamaz; çünkü sen, “ribât” içindesin.

İki: Ondan sonra, “günahlara karşı sabır”. Bu da bir yönüyle “negatif şeyler” konusunda tahammül; geçen maddede zikredilen hususlar pozitif şeylerde sabır idi, bu da negatif şeylere karşı sabır: Bohemliğe düşmeme, şehevânî hislere kapılmama, yeme-içme tutkusuna tutulmama; saraydır, villadır, filodur, istikbaldir, dünya muhabbetidir, dünya sevdasıdır; bunların hepsini elinin tersiyle itmesini bilme. Ona karşı sabır. Allah’ın verdiği şeyleri, tahdîs-i nimet nev’inden şükür ile karşılarsınız; o ayrı bir mesele. Fakat hırs ile o türlü şeylerin arkasına takılmanız, kalbî hayatınız adına “ölüm” demektir. Ve kalben ölen bir insan, müteharrik bir mezardır. Onun için onlara seslenirken Hazreti Pîr: “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin önünde durmayın, çekilin; tâ kâinat üzerinde hakâik-i Kur’âniyeyi temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd gelsin!”

Yeni bir nesil… إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer isterse sizi götürür ve cedid (yeni) bir kavim getirir.” (İbrahim, 14/19; Fâtır, 35/16) Her çöküntüden sonra, her fay kırılmasından sonra, her deformasyondan, dejenerasyondan sonra bir nesl-i cedid ile.. yeni, taze.. gül yapraklarına konmuş jâleler gibi terütaze.. orada bülbülü coşturan, şakıtan jâleler gibi terütaze… Bayatlamış, eskimiş, partallaşmış insanları götürür Allah, “cedîd”i getirir. إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer dilerse sizi götürür ve yeni bir nesil getirir.” Sonra, hiç tereddüde kapılmayın; وَمَا ذَلِكَ عَلَى اللهِ بِعَزِيزٍ “Bunu yapmak, Allah için hiç de zor değildir.” (Fâtır, 35/17) Allah’a karşı bu, çok ağır değildir. Zira Allah, Azîz’dir. Azîz’in manası da, “yegâne galip”tir; O’na kimse galebe çalamaz. O (celle celâluhu), “Ben!” dediği yerde, bütün “ben”ler, kuyruklarını kısar, inlerine girerler.

   “Mü’min erkeklere ve kadınlara gözlerini haramdan sakınmalarını, ırzlarını da korumalarını söyle.”

Evet, Hazreti Pîr’in zikrettiği sabır türlerinin ikincisi: Menhiyata karşı sabır; hususiyle günümüzde çok yaygın hale gelen bohemliğe karşı sabır. “Bir yetmedi, iki…”; “İki yetmedi, üç…” Göz, hep dışarıda… Oysa Allah buyuruyor: قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ “Mü’min erkeklere gözlerini haramdan sakınmalarını, ırzlarını da korumalarını söyle.” (Nûr, 24/30) Öbür taraftan, وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ “Mü’min kadınlara da de ki: Onlar da, (bakmaları haram manzaralar karşısında) bakışlarını kıssınlar ve mahrem yerlerini gayrı meşrû ilişkilerden korusunlar.” (Nûr, 24/31) Kadına da, erkeğe de söyle: Gözlerini haramdan kapasınlar, ırzlarını/namuslarını muhafaza etsinler!

Hayat-ı ictimâiyenin gereği, her yerde bulunma adına Hizmet mülahazası ile bir yerde bulunurken, belki o türlü şeylere elde olmayarak, gayr-ı iradî kaymalar olabilir. Yapacağınız işteki hâlisâne niyet; bunları siler-süpürür, götürür, Allah’ın izni ve inayetiyle. Evet, “Benim kulum, Manhattan’da dolaştı ama Beni soluklamak için dolaştı; ev ev dolaştı, kapı kapı zillere bastı, içeriye girmek istedi.  Bu arada bazen bu türlü şeyler bulaştı ona ama Benim için bulaştı!” der, Allah (celle celâluhu). Rahmeti, gazabına sebkat etmiş ve rahmeti her şeyden vâsi’ olan Allah (celle celâluhu), “Onlar, Benim için yaptılar; Ben, Benim için bir şey yapanları yüzüstü bırakmam!” der. Evet, çok iyi bildiğiniz sözler:

“Sen, Mevlâ’yı seven de, Mevlâ, seni sevmez mi?

Rızasına iven de, rızasını vermez mi?

Sen, Hakk’ın kapusunda, canlar feda eylesen,

Emrince hizmet etsen, Allah, ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan, Eyyûb gibi ağlasan,

Ciğergâhın dağlasan, ahvalini sormaz mı?!.”

Allah O; Erhamü’r-Râhimîn, Ekremü’l-ekremîn, A’delu’l-âdilîn, o tabir yok, Eşfakü’l-müşfikîn. Şefkatlilerin en şefkatlisi… Annenin şefkati onun yanında, kuyruğunu kısar, yorganı başına çeker. Şefkatlilerin en şefkatlisi… Ensene hafif tokat vururken, kulağını çekerken bile, onun altında esasen bir şefkat mülahazası vardır: “Yanlış tarafa yönelme, Bana bak, gölgene takılma; gözünü Güneş’ten ayırma, ışığa doğru yürü!” Bu, bir şefkat midir, değil midir?!. Allah’ım, böyle düşündür, bu türlü mülahazalar ile oturup-kalkmaya muvaffak eyle! Hep bu türlü mülahazaları vird-i zebân etmekle bizleri şerefyâb kıl! Gerçek şeref, O’ndandır.

Evet, ikincisi bu: Menhiyata karşı gözünü kapama, el uzatmama, adım atmama… Hadis-i şerifin mealine göre diyorum. Bütün bunlar, sizi o mevzuda realite planında o menhiyatı irtikâba taşıyan vesilelerdir. Göz, bakar; el, uzanır; ayak, adım atar.. o zaman -onu Efendimiz ifade buyurmuyor, eğer sevmeyeceğiniz bir tabir ise Kıtmîr’e ait- insan halt eder, hafizanallah.

Bütün bunlar karşısında, hatta menhiyata saik hususlar sizi sarsa ve bir yönüyle sizi kendi cenderesi içine alsa, yani öyle bir sarmal içinde bulunsanız ve onlar tarafından, Promete gibi, zincirlere vurulsanız dahi hemen “Yâ Allah!” deyip böyle titremek suretiyle sıyrılırsınız ondan, Allah’ın izniyle. Bu da sabrın ayrı bir türüdür Hazreti Pir-i Mugân’ın ifadesiyle.

   Dört bir yana zulüm yağar; tüm dünya mazluma ağyâr; masumların sığınağı; Mevla var, Allah yâr yâr!..

Üç: Sabrın diğer bir türü de -biraz evvel geçtiği gibi- belâlara/musibetlere karşı sabır. Çok defa tekerrür eden bir şeydir ama belalara/musibetlere karşı sabır da çok önemlidir. Günümüzde, günümüzün insanı, dünyanın dört bir yanında, baştan aşağıya her yerde, bir yönüyle cereyan farklılığı içinde, bu türlü belalara maruzdur. Cereyan farklılığı içinde… Suriye’de farklı cereyan ediyor; Myanmar’da farklı cereyan ediyor; Pakistan’da farklı cereyan ediyor; Malezya’da farklı cereyan ediyor; Kapadokya’da farklı cereyan ediyor. Fakat her yerde o zulüm cereyanı/çağlayanları mevcut. Aynı zamanda onu irtikâp edenler de -şair arkadaşımın ifadesiyle- “İsyan deryasına yelken açmışlar / Kenara çıkmaya koymuyor onları!” Sürüklenip duruyorlar. Ne liman tanıyorlar, ne sahil biliyorlar, ne de dışarıda/karada bir adım atacak bir yerden haberleri var! Adamlar, âvâre mi âvâre! Ağyâr mı ağyâr! Bilmiyorlar bir yâr! Aslında onlar, öyle zulüm ile kendilerini mahvediyorlar.

Onlar, bir taraftan kendilerini mahvediyorlar; bir de o zulüm paletleri altında ezilenler var! Fakat orada, “Tamamen -biz- yalnızlığa mahkûm olduk; artık kimse yok bizim yanımızda!” dememeliler. “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben, beni terk eyledim; gördüm ki ağyâr kalmadı!” Kendimizden sıyrılırsak, hiçbir şey “ağyâr” değildir; her şey yârdır.

Yâr, yâr, yâr!.. Kimin böyle bir bestesi-güftesi vardı?!. Cem Karaca’nın. Evet, değişik bir dünyanın insanı idi ama bir diyalog toplantısında kucaklaştık, muânaka yaptık. Öyle yürekten sarıldı ki bana!.. Ve hiç unutmadı o sarılmayı da. Burada da telefonla beni aradı; halimi-hatırımı sordu, ben buraya geldikten sonra. İşte o bir sahnede, belki başkalarını, hiç o duyguya inanmayan insanları bile heyecana getirecek şekilde onu söylemişti. Hatta başka bestekârlar onu taklit de ettiler. Demek ki vicdanlara o kadar tesir etti “Yâr, Yâr!” deyişleri. “Allah, yâr; diğeri ağyâr!” Yârı bulmuş isen, sana zarar veremez ağyâr, Allah’ın izniyle. İnan bana, O’nu bulamamış isen, her yer sana dar. Ev manasına değil, sıkışma manasına bir “dar”. Dar, bir “in”. Günümüzde o genişlikten, “in”lere sığınan pek çok insan var! O inlere sığınınca da, gorilleşiyorlar. “Sûrete nazar eyler isen sen ile ben var / Ammâ ki hakikatte, ne sen var ne de ben var.”

Belalara ve musibetlere karşı dişini sıkıp aktif katlanmadan bahsediyorduk. Aktif katlanma… Sürgün yaşayabilirsiniz; böyle bir şeye “hicret” diyeceksiniz. Dillerine, dudaklarına kurban, ağızlarından dökülen lâl ü güher gibi sözlere kurban; arkadaşlarımız kendilerine “muhacir” diyorlar. Ve gittikleri yerlerde de bir sürü ensâr ile karşılaşıyorlar. Hıristiyanlar (Havariler), Roma İmparatorluğu içine girip orada Hazreti İsa’nın dinini anlatmaya çalıştıkları dönemde, vebanın ve tâûnun bulunduğu yerlere mahkûm ediliyor, onların ölmeleri sağlanmaya çalışılıyordu. Ama şimdi, siz, dünyanın değişik yerlerine, çok farklı dinlerde olan insanların ülkelerine, bir yönüyle “hicret” ediyorsunuz; orada ister sizden, isterse o yerin yerli insanlarından bir sürü yâr ile, ensâr ile karşılaşıyorsunuz; size ev veriyorlar, bark veriyorlar, bir de geçinecek kadar, bir miktar destek olacak şeyler veriyorlar.

   Allah, her sahadan arkadaşlarımızı dünyanın dört bir tarafına birer tohum gibi saçtı, ta ki kozadan kelebeğe yürüsünler, yeryüzünü bir baştan bir başa çiçek bahçesine çevirsinler!..

Arkadaşlar kendilerine “muhâcir” dediler; öyle ise meseleye şöyle bakmak lazım: Cenâb-ı Hak, bizi dünyanın dört bir yanına saçtı savurdu. Vakıa dünyanın dört bir yanına açılmıştık, okullar ile, eğitim ile. Savaşımız da bizim, eğitimde mürekkep, müzâaf, mük’ab olmamaya karşıydı; dar alanlı bir eğitime karşı idi.

Ya medresenin skolastik düşüncesi veya mektebin tamamen pozitivizme kaymış düşüncesi hâkimdi; buna karşı, o iki ruhu bir araya getirmek hedef idi. “Mektep, Fizik, Kimya, Matematik, Astronomi, Astrofizik, Astroloji!” derken; aynı zamanda “Din!” deme duygusuyla… Ve bir de insanların ufkunu açarak, aynı zamanda dünyayı da mamur etme adına, onları zenginleştirmeye matuf “fakirlik” ile mücadele yolunda bir cehd u gayret içindeydiniz.

Açıldınız; Allah da yolları açtı. Geçilmez gibi görülen deryalardan, köprüleri O (celle celâluhu) kurdu, siz de geçtiniz. Ne o kültürleri biliyordunuz, ne de o mevzuda bir rehabilitasyondan, bir eğitimden geçmiştiniz! Çoklarınız, çiçeği burnunda bir delikanlıydınız; mektepten yeni mezun olmuştunuz. Külah içinden kura çekerek, coğrafyada konumu neresidir bilmediğiniz yerlere gitmiştiniz ama hüsnükabul görmüştünüz.

Ve böylece dünyanın dört bir yanına açılma oldu. Neredeyse girilmedik yer -belki- iki yüzde bir kaldı; evet, o kadar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Fakat o başka bir zaviyeden bir “hicret” idi, bir “göç” idi. Ona da o zamanlar, “hicret” deniyordu.

Sizin ağabeylerinizden, size himmet eden -bir yönüyle- sizin mektepte okumanızı ve mektepte okumanız için kalacağınız yurt yapma işini, okul yapma işini derpiş eden, deruhte eden büyükleriniz, yaşlılarınız, duayenleriniz, defaatla Fakîr’e geldiler. Dediler ki: “Ne olur, bu mevzuda bir sistem oluşturun da bizim esnaflar, yatırımcılar da dünyanın dört bir yanına açılsınlar! Esas o yandan da meselenin bize ait olanını görsün âlem. Eğitim alanında gördükleri gibi, o alanda da görsünler!” Ama o mevzuda da işin merkezinde, sistemin oluşturulması lazımdı ki, gittikleri yerde, burada bozdukları çardağı, orada hemen kursunlar; “Bakın, böyle de oluyormuş!” desinler. Öbürü, mektepten mezun olan insanlara emanet, yapılıyordu rahatça. Fakat diğerinde, dışarıda bir iş yapmaya müsait insan, henüz ülke içinde o işin temel esprisini kavrayamamıştı. Bir gün gelince, o da olacaktı.

Allah (celle celâluhu) şimdi tohum gibi saçtı her alandaki insanı. Saçtı, saçtı; bütün hayat birimlerinde, herkesi saçtı, sağa-sola saçtı. Zâlim zannediyor ki, “Ben saçtım!” Sen, sebebiyet verdin; senin ettiğin şey, sadece sana vebal; öbür tarafta o vebal içinde iki büklüm olacaksın! O fiili yaratan Allah (celle celâluhu). Sen “Gitsinler de böyle hayırlara vesile olsunlar!” diye düşünmediğinden dolayı, kirli niyetinin cezasını göreceksin.

Fakat onlar, saçıldıklarından dolayı, gönül koymadan, ayrılıp gittiler dünyanın değişik yerlerine, elli türlü handikap ile karşı karşıya kalarak. Yok, “Tunca’dan mı geçeyim, Meriç’ten mi geçeyim, Yunanistan’a mı gideyim, Gürcistan’a mı gideyim?!. Hangi yollardan dolaşayım, döneyim; Kanada’ya ulaşayım, Amerika’ya ulaşayım, Kaliforniya’ya ulaşayım; ulaşayım…” diye değişik yollar aştılar. Pasaportu yok, vizesi yok, öyle sıkıntılı bir yol. Belki -işte- o yolda bile dişini sıkarak sabretmek âdeta ibadete gidiyor gibi insana kazandırır. O sıkıntılar, o belalar, o musibetler, insana namaz sevabı kazandırır, hac sevabı kazandırır, oruç sevabı kazandırır.

Bir de gittikleri yerlerde, onlar, “kâl” insanı değil, “makâl” insanı değil; “hâl” insanı, “temsil” insanı oldular/oluyorlar. Diyecekleri şeyleri sadece söze bağlamazlar, öyle lafazanlık bilmezler; demagojilere, diyalektiklere başvurmazlar. Hele Makyavelizm’den hiç anlamazlar onlar. “Hangi sebep meşru…” falan; akıllarının köşesinden bile geçmemiştir. Onu, onlar yapsınlar; makam ve koltuk kapmak için kullansınlar. Makyavelistçe, bütün gayr-ı meşru sebepleri, hedeflerine ulaşmak için kullansınlar; bu alanı onlara bırakın! Yaşayabildikleri gibi yaşasınlar; yan gelip kulakları üzerine yattıkları gibi -şeye benzer- yatsınlar! Yesin, içsin, yan gelip kulakları üzerine yatsınlar! Ee o kadar onların da hakkı!.. Çünkü ahiretteki haklarını dünyada yiyip bitirme yoluna Allah onları itmiş. İtilmiş insanlar!..

Size gelince, değişik sıkıntılarla, yürüdüğünüz yolun her güzergâhında, her faslında, kilometresinde, -burada “mil” kullanılıyor- her milinde, ayrı bir eltâf-ı Sübhâniye ile serfirâz kılınma meselesi vardır, söz konusudur, Allah’ın izni ve inayetiyle. Sonra, gittiğiniz yerde bir de sistemi tutturursanız… Kendi düşünce ufkunuz, donanımınız, alanınız itibarıyla neye açık iseniz… Bağışlayın, darı başkadır, arpa başkadır, buğday başkadır, çavdar başkadır, üzüm fidesi başkadır, zeytin fidesi başkadır. Kabiliyet ve donanımlarınıza göre, gittiğiniz yerlerde fide iseniz, fide gibi saplanırsınız bir yere, kısa zaman sonra ser çekersiniz semalara doğru. Bakarsınız, “Allah Allah! Ben buraya tırtıl gibi geldim; bu kelebek olma da nereden çıktı böyle?!. Kanat çırpıp şimdi uçuyorum, sağda solda!” Allah’ın izni ve inayetiyle, hiç tereddüdünüz olmasın!..

Şimdi Allah, sizin hakkınızda böyle bir şey takdir buyurmuş. O takdiri öpüp başımıza koyarak, konumun hakkını vermek ve mevcut imkanları rantabl değerlendirmek lazım.

اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ، وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ * اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ الْهُدَى، وَالتُّقَى، وَالْعَفَافَ، وَالْغِنَى * اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ * آمِينَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Allahım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Allahım, Sen’den hidayet, takva, iffet ve (gönül) zenginliği dileriz. Allahım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyoruz; bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz; lütfet! Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip bunu vesile kılarak talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..”

Bamteli: KALBE OKLAR SAPLANIRKEN

Herkul | | BAMTELI

  Soru: Muhterem Efendim! İhyâ-i Ulûm’id-Dîn okunurken, bir cümle dikkatimizi çekmişti. İmam Gazzâli hazretleri, İmam Şâfiî’nin civanmertliğini anlatırken, “Zühdün başı, cömertliktir!” diyor. Zühd ile cömertlik münasebetini lütfeder misiniz?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde yukarıdaki soruya cevap sadedinde şunları söyledi:

  Zühd, dünyayı, kesben değil, kalben terk etmektir.

“Zühd” kelimesi, lügat manası itibariyle de, sofilerin ıstılahı içinde de “dünyayı terk etmek” demektir; dünyayı terk edene de “zâhid” denir. Bazıları onu, “dünya ve mâfîhâ’yı bütün bütün kalbinden çıkarıp atmak” şeklinde yorumlamışlardır. Fuzûlî, o duygu ve o düşünceye tercüman olurken, enfes, altın gibi iki mısraında şöyle der: “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir!”

Zâhid de dünya ve mâfîha’yı bilmeyen, bir yönüyle, ihtiyaç ve zaruret ölçüsünde hayatını sürdüren insandır. “Ben bunu alırsam, esasen, müteveccih bulunmam gerekli olan âlem için şarj olmuş olurum, beni ayakta tutar bu!..” O kadar. Böyle düşünür ve onunla iktifa eder. “Fakat bir şey için benim ayakta durmam lazım. Ayakta durabilmem için azıcık bir şey almam lazım, azıcık istirahat etmem lazım, azıcık beşerî garîzelerin isteklerini yerine getirmem lazım, azıcık bazı cismânî duygularıma cevap vermem lazım!..” İnsan, bunlardan sıyrılmak suretiyle asıl vazifesine yoğunlaşabilir; ancak o zaman konsantrasyon tam olur.

Hazreti Pîr’in bu mevzudaki tarifi, zühd adına ortaya konulan tariflerin en enfesidir: Ona göre zühd, dünyayı, kesben değil, kalben terk etmektir. Bir yönüyle, esbaba riayet edersiniz; fakat olmuş-olmamış umurunuzda değildir.

  “Hamd olsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!..”

Hazreti Eyyûb’a (aleyhisselam) bir söz nispet edilir, mev’ize kitaplarında. “Dürretü’l-vâizîn” ve “Dürretü’n-nâsihîn” gibi kitaplarda Hazreti Pîr’in de “Sabır kahramanı” dediği o zâtın (aleyhisselam) genel durumu, sergüzeştisi anlatılırken, bütün musibetler ve dünyevî kayıplar karşısında اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَ “Hamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı.” sözünü tekrar ettiği belirtilir. Mal gider, dudaklarından dökülen söz odur; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!” (Antrparantez; sizin şu anda Türkiye’deki Hizmet’iniz açısından dillendirebileceğiniz bir mülahaza.) Evlâd u ıyâl gider, O yine aynı sözü söyler.

Belki şeytan vesvese vermeye çalışmıştır. Çünkü ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla. Hani o, Rabbine şöyle yalvarmıştı: Şurası bir gerçek ki, şeytan yüzünden bir bitkinlik ve büyük bir ızdıraba düçâr oldum.” (Sâd, 38/41) Orada da ona îmâda bulunuluyor, işârî tefsir açısından. Belki şeytan geldi, fısıldadı onu.

Nitekim böyle bir fısıldama, enbiyâ-i ızâm da ondan masûn değildir. Mesela, Hazreti Âdem (aleyhisselam) hakkında فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لاَ يَبْلَى “Fakat şeytan Hazreti Âdem’e vesvese verdi ve ‘Ey Âdem, seni sonsuzluk ağacına ve hiç son bulmayacak bir devlet ve saltanata götüreyim mi?’ dedi.” (Tâhâ, 20/120) buyurulmaktadır. Eğer şeytan, ona vesvese vermişse, demek ki başkaları için de bu söz konusudur. Şu kadar var ki, onu bizim maruz kaldığımız vesveselere benzetmemek lazımdır. O mukarrabîne göredir, bizim seviyemizde değildir. Artık nasıl süslü-püslü gösterdi, alladı pulladı yaptı ve Cennet’te Allah’a en yakın olmayı ona bağlayarak, “Şu şecereden ye!” dediyse?!. Ne ise o şecere?!.

Aynı şekilde, şeytan, Hazreti Eyyûb Aleyhisselam’a da diyebilir; başkaları da diyebilir, kavmi de diyebilir: “Hani sen Allah’a yakın insandın; çoluk-çocuğun da gitti, eşin de gitti, evladın da gitti, ıyâlin de gitti!..” Fakat o yine, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, verdi ve aldı!” der.

  “Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!..”

Bir zaman gelir ki, Hazreti Eyyûb’un tepeden tırnağa vücudu da yara-bere ve hastalıklar içinde kalır. Hazreti Pîr, menkıbeye bağlı keyfiyetiyle ifade ederken, esasen önemli iki unsuru nazara verir: Biri, inanma mahalli olan “kalb”i; ona da o isabet etti. Diğeri de O’nu (celle celâluhu) dillendirme unsuru olan dili-dudağı, ona da isabet etti. Bundan dolayı buyuruluyor ki: وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bu arada, önderler içinde Eyyûb’u da an, hatırla. Hani O, ‘Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!’ diye yalvarmıştı.” (Enbiyâ, 21/83) Şikâyet değil. “Gider!..” demek değil. Arz-ı hâl. Üns makamının gerektirdiği “temkîn”.

Rabbim, bana musibet isabet etti. Sen, Erhamü’r-râhimînsin!” Bakın bu sözde şikâyet yok. عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِيSen’in benim halimi bilmen; benim Sen’den bir şey istememden beni müstağni kılıyor!” Yine bir Hak dostu şâirin dediği gibi: قَدْ كَفَانِي عِلْمُ رَبِّي عَنْ سُؤَالِي وَاخْتِيَارِي “Rabbimin benim her şeyimi bilmesi, beni O’dan bir şey istemeden de, bir şey dilemeden de, ihtiyardan da alıkoyuyor!” O bildiğine göre, bana düşen şey, bir dilekçe ile -bir yönüyle, kalbin kompoze ettiği ve dilin de okuduğu bir dilekçe ile- halimi arz etmekten ibaret kalıyor. عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِي Zannediyorum, bunu başta Hazreti Şâh-ı Geylânî söylüyor, sonra da bir-iki Hak dostu, ondan mülhem tekrar edip duruyorlar: عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِيHalimi bilmen, Sen’den bir şey istememden beni alıkoyuyor!” Biliyorsun, Sana derdimi şerh etmemin manası yok!..

İşte Hazreti Eyyûb aleyhisselam, ihtimal, bu mülahazalarla halini arz ediyor ve her meselede اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!” diyor.

  Îsâr kahramanları, kendileri de muhtaç olsalar bile diğer mü’minleri nefislerine tercih ederler; bu tercihin tek istisnası ihlas, rıza, aşk u iştiyak konusunda olabilir.

Evet, siz İmam Şâfiî hazretlerinin civanmertliğinden hareketle, cömertlik ile zühd münasebetini sormuştunuz. Şimdi bir insan, kalben dünyadan alakasını kesmiş ise, aynı zamanda o, çok cömerttir. Bazı yerlerde, bunun karşılığı/zıddı olarak Arapça “buhl” (البُخْل) tabirini kullanırlar; “bahîl insan” (رجلٌ بَخِيل) derler cömert olmayan kimselere.

Zât-ı Ulûhiyete nispet edilen “Cevâd” ism-i şerifi var. Belki bizim bildiğimiz esmâ-i İlahiye içinde olmadığı halde, Ehlullah’tan bazıları mübalağa kipi ile de ifade eder, “Cevvâd” derler. Bu adeta, “Bildiğiniz gibi değil, çok cömert! O’nun vermesinin hadd ü hududu, sınırı yok! O, öyle biri!..” demektir.

Şimdi, bir insanın zühde açılabilmesi için -esasen- Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği her şeyi, çok rahatlıkla “bezl” etmesi lazımdır. Bundan neler doğar neler?!. Gönülleri ihyâ doğar. İnsanların şahsında “îsâr duygusu” meydana gelir. Ashâb-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak onlardaki îsâr ruhuna işaret edilmiştir: وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) Kendileri, açlık-susuzluk sıkıntısı içinde kıvranıp durdukları halde, başkalarını, kendilerine tercih ederler. Şu kadar var ki, sadece yemede-içmede değildir bu cömertlik. Bu cömertliği, Ehlullah, ehl-i Hak, ehl-i hakikat, aynı zamanda “makâmât-ı uhreviye” diyebileceğimiz şeylerde de nazara vermişlerdir.

Burada antrparantez arz edeyim: Cenâb-ı Hakk’ın rızasını dileme, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَالْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum, lütfet!” deme mevzuunda îsâr söz konusu değildir. Belki, “Kardeşlerime de lütfet bunu!” mülahazasıyla bu dua yapılabilir; fakat “Kardeşlerime olsun, benim olmasın (olmasa da olur)!” falan demek, Rabbimizle aramızdaki münasebete karşı saygısızlık olur. Bu itibarla, onun dışında, onu istisna tutarak diyorum. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَالْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı ve rızana ermeyi diliyorum, lütfet! Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyorum.”

  “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”

Allah’ım! Sen’den istediğim şey ihlastır; amelimde emre itaatteki inceliği anlayarak, sadece ihlas!” Amelde ihlas çok önemlidir. Evet, Üstad’ın ifadesiyle, “İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” İhlas, “rıza”ya sıçramanın çok önemli bir basamağıdır, merdivenidir, helezonudur, asansörüdür; ona bindiğiniz zaman, “rıza” ufkuna yükselirsiniz. وَرِضَاكَSen, benden hoşnut ol!” Burada O’nu hoşnut ettiğin takdirde, öteye kendisinden hoşnut olunan bir kul olarak gidersin. Nefs-i Râdiye, Mardiyye, daha üstü Sâfiye, Zâkiye. Allah’ın razı olduğu bir insan olmak… Allah razı ise, bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok; O, kabul etse, bütün dünya reddetse, tesiri yok!.. İhlas Risalesi’ndeki hâlisane ifadelerden dökülen şey bu: “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.

Evet, O, kabul ettikten sonra, isterse, muradının gereği oysa şayet, (“gerek” demek de doğru değil) murâd-ı Sübhânî o istikamette tecelli ediyorsa, siz istemediğiniz halde, halklara da, halka da, insanlara da kabul ettirir. Şahit isterseniz, Hizmet’teki muvaffakiyetlere bakabilirsiniz.

O mevzuda bir eğitim görmemiştiniz ne o meselenin pedagojik yönü, ne psikolojik yönü, ne psiko-sosyolojik yönü itibariyle. İnsanlığa açılacaksınız, okullar açacaksınız, yurtlar açacaksınız, üniversiteler açacaksınız; çok farklı kültür ortamlarında yetişmiş ayrı din mensuplarıyla, ayrı mizaç, ayrı mezak, ayrı zevk insanlarıyla karşı karşıya geleceksiniz. Bu mevzuda eğitimin zerresini görmeden dünyanın dört bir yanına açıldınız. Sermaye, şu idi: (O sermayeyi hafife alamam fakat yapılması açısından belki herkesin yapabileceği mahiyette bir şey idi.) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecek (ve onlar, şu anda az ve güçsüz de olsalar, her tarafta kabul görecekler)dir.” (Meryem, 19/96)

Sizin arkadaşlarınız da إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “yürekten Allah’a iman ettiler ve sonra da sâlih amelde kusur etmediler.” Her işlerini ârızasız yaptılar; riya karıştırmadılar, süm’a karıştırmadılar, dünya karıştırmadılar, saltanat karıştırmadılar, makam karıştırmadılar, pâye karıştırmadılar, ‘bir şey olayım’ mülahazasını karıştırmadılar… Kirletmediler. “Sâlih”, o demek. Ârızasız, kusursuz, sağlam ortaya koydular. Dolayısıyla bir “sâlih daire” süreci başladı, “doğurgan döngü”. Onlar, o yolda yürüdüler. سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا Ayetteki “Sin” harfinin, istikbale delalet etmesi açısından, “O yolda devam ediyorlarsa, bir süre sonra Allah, yerde ve gökte onlara hüsn-ü kabul vaz’ edecektir.

“Vüdd” kelimesi, “muhabbet”in ötesinde bir şeydir; ayette, kalblerin onlara karşı alaka duymasını ifade eder. Cebrail Aleyhisselam’ın, “Ben, onlara karşı alaka duyuyorum!”, Mikail Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!”, İsrafil Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!”, Azrail Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!” demesi gibi. Ve nitekim bir kudsî hadiste, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Cenâb-ı Hak, bir kulunu sevince…” Hangi kul? İman etmiş, sâlih amel yapmış kul. “Cebrâil’e nida eder: ‘Ben, falan kulumu seviyorum, sen de sev!’ Bunun üzerine, Cebrail, ‘Ben de seviyorum!’ der.” Ve sonra, nurânî vücuduyla, vücûd-u necm-i nûrânisiyle, bütün hususiyetleriyle, bütün semâvât ehlinin aynalarında kendine has hususiyetleriyle, tecelli keyfiyetiyle herkese seslenir: “Allah, falanı/falanları seviyor, siz de sevin!..” Onlar zâhidâne davrandı, cömertçe davrandı, her şeyi ellerinin tersiyle ittiler. Hatta çok defa arkada ağlayan anne-baba bıraktılar.. yeni evlenmiş eşler bıraktılar.. gözü yaşlı, minnacık çocuklar bıraktılar… İnşallah, siz de Allah’ın nâm-ı Celîli ve size ait aslî ve fer’î bütün kıymetler, halk nazarında hüsn-i kabul görsün diye, iradî hicrete niyet ettiniz; Allah da yerde ve gökte sizin için hüsn-i kabul vaz’etti; kalbler, size açıldı.

Düşünün ki Şeytan’ın avenesi, senelerden beri.. düşünün ki Şeytan’ın avenesi, senelerden beri.. düşünün ki nefs-i emmârenin kapıkulları, boynu tasmalı, âzâd kabul etmez bendeleri, senelerden beri.. âzâd kabul etmez bendeleri, senelerden beri, kafa karıştırmak için sürekli sizin sinyal âleminizin içine girerek, hep şerâre üretmeye çalıştılar, şifreleri bozmak istediler. Fakat Allah’ın vaz’ ettiği o “hüsn-i kabul”, o “vüdd” var ya!.. Sineler size açıldı. Elli defa gitti-geldiler, bazen tehditler savurdular, bazen tonlarla paralar döktüler, bazen kafaları karıştırmak için elli türlü yalan söylediler; fakat kalblerde Allah’ın koyduğu o “vüdd”ü söküp atamadılar.

Cebrail nidâ ediyor: “Allah, falan/lar/ı seviyor, ben de seviyorum, siz de sevin!” Beyanın sonu şu: “Onlara, yerde ve gökte hüsn-i kabul vaz’ edilir!” Herkes, bağrını/sinesini açar onlara.. Yollar, dar yollar, patikalar, onlar için şehrah haline, otobanlar haline gelir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Yürüdüğünüz yol, o.

  Dünyada îsâr ruhuyla yaşayanlar, hatta bütün bütün isârlaşmış olanlar Cennet’e girerken bile o istikamette davranırlar.

Şimdi, cömertliğin bir de bu türlüsü vardır. O yüksek îsâr ruhunun bu türlüsünü yerine getirmek bir hedeftir. Mesele sadece Hazreti Ebu Talha’nın, kendi aç olduğu halde birine yemek yedirmesinden ibaret değildir. O hadise münasebetiyle bir ufuk da gösterilmektedir. Bazen Kur’an ve Sünnet-i sahiha, en küçük şeyleri anlatırken, mesela bir ferde karşı îsâr ruhuyla hareket etme, onu kendine tercih etme mevzuunu nazara verirken, aynı zamanda -adeta- “Bir de siz onun büyüğünü hesap edin!” demektedir. Neyi hesap edeceksiniz? Hani ulemâ ile ağniyânın (âlimler ile zenginlerin) Cennet’in kapısında birbirlerine öncelik hakkı verecekleri bir hadis-i şerifte anlatılıyor; işte onu bu cümleden olarak hesap edebilirsiniz:

Ulemâ diyor ki, “Siz, bize evler açtınız, okullar açtınız, yurtlar açtınız, hocalar tayin ettiniz, bizim âlim olmamızı sağladınız. Burada önce sizin Cennet’e girmeniz gerekir!” Îsâr… Bakın, Cennet söz konusu.. arkada bıraktıkları Cehennem var.. dağlar cesâmetinde kıvılcımlar dışarıya fışkırıyor. Bir tarafta öyle bir dehşet; beri tarafta insanların içine inşirah salan Cennet’in o baş döndürücü manzarası. Böyle bir manzara karşısında ve öyle ürperten bir şey karşısında, “Hayır, siz girin!” Bu defa da ağniyâ diyorlar ki; “Biz, cömertliğin ne manaya geldiğini, zühdün ne manaya geldiğini sizden öğrendik. Siz, onları bize öğretmeseydiniz, biz böyle yapmazdık. Hak, sizin hakkınız; sizin önce girmeniz lazım!

Şimdi bir insana yemek yedirme îsârı nerede, böyle bir mesele nerede?!. Zannediyorum böyleleri, “Ya Rabbî! Evvelâ, sevabıyla benim bu kardeşimi mizandan geçir, ben biliyorum ki teraziye konduğu zaman, -kırılıyorsa o terazi- onun sevabı karşısında ‘küt’ diye kırılacaktır. Evvelâ, o!.. O!.. Sırat’ı evvela o geçsin.. Cennet’e evvela o girsin.. Sen’in rızanı evvela o kazansın. Ben de onun arkasından!..” Tâ bu ufka kadar uzanır o îsâr ruhu.. Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” isminden gelen, birilerinin kullandığı unvan itibariyle “Cevvâd” isminden gelen “çok cömert” olma.. başkalarını nefsine tercih edecek kadar başkaları için yaşama…

  Yaşatma duygusuyla yaşayıp sadece Hakk’a kul olanlar, asla kullara kulluk yapmazlar!..

Sizin, kendi hizmet felsefenizi ifade etme adına, terminolojiye kazandırdığınız bir kelime var: “Yaşatma duygusuyla yaşama”. “Âlem yaşasın diye yaşıyorum ben, âlem yaşasın diye!..” deme. Âlem, Allah ile münasebete geçsin; âlemin kalbi, Allah ile münasebete geçsin; kalb ile Allah arasındaki engeller bertaraf edilsin, latife-i Rabbaniye O’nunla buluşsun… Bana da ne olursa olsun! Zâlim gelsin, bir tekme atsın.. gaddâr gelsin, malıma-mülküme el koysun.. birileri “terörist” ilan etsin.. başka bir densiz kalksın, orada “firak-ı dâlle” desin… Varsın desinler. Herkes, kendi karakterinin gereğini sergiler; ne ise, onu mırıldanır.. ne ise, onu mırıldanır.. ne ise onu mırıldanır!.. Boş ver bunları, onlara bile gözünü yum! وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا “O has kullar, boş ve manâsız söz ve davranışlara rastladıklarında vakar içinde geçip giderler.” (Furkan, 25/72) Öyle densizlerin densizce ifadelerini duyduğun zaman, “Selam!” de, geç!.. Furkan sûre-i celîlesinde ifade buyrulduğu gibi. Bunların hepsi, o fevkaladeden cömertliğe ve îsâr ruhuna ircâ edilecek şeylerdir.

İşte koca Şâfiî hazretleri, elli beş yaşında ruhunun ufkuna yürüyor. Hayatının büyük çoğunluğunda bir derde mübtela. Onun o dertle müptela olduğunu söylerken, çok defa aklıma geliyor, o Hazret’e hakaret sayılır diye yüreğim de ağzıma geliyor. Çünkü onları o kadar seviyorum ki!.. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sahabe-i kiram, Aşere-i Mübeşşere.. ve Eimme-i erba’a veya Eimme-i sitte. Onları o kadar seviyorum ki!.. İmam Şafiî hazretlerinin hemoroidi vardı; kan akıyordu sürekli. O gün de yine Müslümanlar, Müslüman görünenler, onun Şam’da nüfuzunun arttığını, çevresinde halkalaşan insanların çoğaldığını görenler, ihtimale binaen, “Potansiyel tehlike olur mu?” diyenler, sonunda “Nemize lazım, en iyisi mi baştan biz ‘Potansiyel tehlikedir; bu, suç işleyebilir!’ diyelim ve cezalandıralım” düşüncesiyle ona zulmetmişler. Yok, suç yok ortada, yok. Hukuk mantığına göre, hukuk felsefesine göre, hukuk-adalet ilişkisine göre ortada bir suç yok. Günün gaddarlarının, zalimlerinin yaptığı gibi, ondan endişe duyanlar da ona gadretmişler. Hicret-i seniyyenin 150. senesinde dünyayı teşrif ediyor. Bağdat’ta Abbasîler hâkim, Müslümanlığı temsil adına. Hazret’i, zincirler içinde Şam’dan tâ oraya kadar götürüyorlar. Neden sonra, orada o Hazret’in inceliğini îsâr ruhunu, kendi için yaşamadığını görünce, tâzim u tekrim ile yerine iade ediyorlar, o haliyle.

Çekmişler, görmüşler ama kendileri için yaşamamışlar. Yaşatmak için hayatta kalmışlar. Eğer O’nu anlatma imkanı varsa,, tâbir-i diğerle, erkân-ı imâniye ve İslamiyeyi anlatma imkanı varsa.. örfünüzü-âdetinizi, o güzel geleneklerinizi dünyaya duyurma imkanı varsa.. insanda insan olarak bulunabilen bir kısım güzel şeyleri başkalarından alma ve öyle bir zenginliğe yürüme imkanı varsa… Yaşanacaksa, bunlar için yaşanır. Bu türlü şeyler yoksa, bence, yaşamaya değmez; insan, abes yaşıyor demektir o zaman.

İşte, Hazreti Gazzâlî, kadirşinas bir insan; kendi de Eş’arî olduğundan, Hazreti Şâfiî’ye fevkalade saygı duyar. Onun için, İhyâ’sında ona ayırdığı fasıl da çok geniş. Ondan sonra İmam Mâlik’e bir fasıl ayırıyor; o, ona göre biraz daha dar. Ebu Hanife’ye, onu da takdir etmenin yanında, daha kısa bir fasıl ayırıyor; o, öbürüne nispeten biraz daha dar. Fakat hiçbirine saygıda kusur etmiyor. Bizim saygıda bulunduğumuz zaman bile saygımız içinde döktürdüğümüz saygısızlıklar, onlar için kat’iyen söz konusu değil. Ta’zim u tekrimde zirvede insanlar. Hepsini anlatıyor fakat Hazreti Şâfiî’nin bu “cevâd”lığını vurguluyor; Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” isminin zılliyet planında tecelli ettiği bir âbide şahsiyet olarak, kendisi için yaşamayıp başkaları için yaşadığını, zühdünü nazara veriyor.

“İnsanlara el açmak, hep girân geldi bize,

Mihrabı Hak olana, bu türden girân azap..

Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan,

Vicdanı hür olana, minnetli ihsan azap…” (Kırık Mızrap / Azab)

Onun için kimseye yalaklık yapmadık, yalakalık yapmadık! Beklediler onu… Fakat biz, Allah’ın kuluyuz; başkalarına kulluğu, “Allah’a şirk koşma” saydık. Bütün dünyayı verseler, Allah’ın izni ve inayetiyle, çizgi değiştirme niyetinde değiliz. Çünkü o çizgi, değiştirilecek bir çizgi değil. Varsın binlercesi çizgi değiştirsin; bazıları bir villaya satılsın, bazıları bir filoya satılsın, bazıları yakın bir istikbale satılsın… Bırakın yarınsız, öbür günsüz o insanlar, sadece bugünü yaşasınlar!.. Siz, ebedî hayata müteveccihsiniz. Gelin, iman ile kanatlanın ve süzülün enginlere; sakın ruhunuza dar gelen eb’ada takılmayın!..

  Soru: Mâlumunuz “Zühd; dünya verilse sevinmeme, bütün dünya elden gitse üzülmeme halidir!” şeklinde bir tarif de mevcut. Günümüzde Hizmet gönüllülerinin bütün malları, mülkleri, müesseseleri gasp ediliyor. Umum mazlumlar için mutlaka hüzün duyuyoruz; bununla beraber, şahsî ve ailevî mağduriyetlerimiz sebebiyle de üzülmemek mümkün değil gibi görünüyor. Bu hali zühd açısından değerlendirir misiniz?

  Cevap: Estağfirullah… Şimdi, üzülmenin bir gayr-ı iradî olan yanı var; muktezâ-i beşeriyet olarak, insanın içinde öyle bir üzüntü olabilir. “Ben usanmam gözümün nûru cefâdan amma / Ne kadar olsa cefâdan usanır cândır bu…” diyor Hak dostu (Keçecizâde İzzet Molla). Belki kararlısınız siz, üzülmemeye kararlısınız fakat muktezâ-i tabiat, bir yönüyle. كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Bu tabiat, birilerinde asliyet planında tesirini icrâ ediyor, onları dünyanın kulu-kölesi haline getiriyorsa, onun şöyle-böyle -Alfa tesiri var, Beta tesiri var, Gama tesiri var- radyoaktif tesiri sizde de olabilir. Fakat o mevzuda, iradenin hakkını vererek, hemen bir kısım argümanları kullanıp Allah’ın izni ve inayetiyle o şeyi bastırmak lazım.

  Zâlimin zulmü karşısında, insanın içinin yanmaması, içsizliktir; fakat o yanan içinize, bir itfaiyeci gibi, yine siz su yetiştirmelisiniz!..

Şimdi çoğumuz derinden üzüntü yaşıyoruz. Belki, Kıtmir’in de aklına geliyor; o müesseselerin çoğunda amele gibi çalıştım ben. Yalan söylüyorlar, o arsaların hiçbirini onlar vermediler. Onları, bu iman ve Kur’an hizmetine, bizim temel kültür değerlerimize saygısı olan insanlar verdiler, katkıda bulundular. Bugün içeriye alınan insanlar, birer ırgat gibi, amele gibi çalıştılar; sa’ylerinin semeresini birer âbide olarak diktiler. Ve sonra bunu dünyaya açtılar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bugün onları ta’n u teşnîde bulunanların arpa kadar o işin içinde katkıları yoktur; “vardır!” diyorlarsa, şimdiye kadar bin tane yalanları tespit edilmiş, o yalancıların yalanlarından bin birincisi olur. Yalan!..

Evet, siz, emek vermiş, ter dökmüşsünüz; alışmış ve bir yönüyle gözünüzün nuru saymışsınız. Senelerce gitmiş, gelmiş, bakmışsınız. Çok güzel şeyler yaptığına şahit olmuşsunuz. O müesseselerden yetişenler, tıpkı Ashâb-ı kirâm gibi, hiç tereddüt etmeden -biraz evvel de geçtiği üzere- ağlayan anayı, ağlayan babayı, ağlayan eşi, ağlayan evladı bırakarak, îsâr ruhuyla dünyanın dört bir yanına açılmışlar. Önemli bir hizmet vermiş o müesseseler. Şimdi onlara gelip tepeden binmekle, tagallüple, tahakkümle, tasallutla, kayyım ile, kıyımcı tayin etmekle, o müesseseleri batırmakla, bir yönüyle kalbinize sürekli iğneler saplıyorlar gibi!.. Kalbinize iğne saplanırken acıyı duyacaksınız. Sizin iyiliğiniz için kan alırken, iğneyi saplıyorlar; acıyı duyuyor, ürperiyorsunuz. Bu, muktezâ-i beşeriyet; fizikî yapınızın gereği. Herhalde, o kadar bir sarsılma, o kadar bir titreme, o kadar bir “Uff-puff!” çekme, tabiatınızın muktezasıdır. Fakat Allah (celle celâluhu) size, iradesinin gölgesi, izafî bir “irade” vermiş; “meyelan” veya “meyelanda tasarruf” sözüyle tarif edilen bir şey vermiş. Onun hakkını kullanarak orada diyeceksiniz ki; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, vermişti, aldı!..

Ben, çoğu arkadaşlardan da bunu dinledim: “Ben esasen işe bir yerde ırgat olarak başladım. Sonra İstanbul’a geldim, bir arsa aldım, Allah’ın izniyle orada kazındığım şeyle. Arsa, arsa doğurdu; arsa, arsa doğurdu; bina, bina doğurdu… Ve ondan bankalar binası yapıldı.. ondan villalar yapıldı.. ondan, dünyanın başka yerinde Selimiye camileri yapıldı. O gün, Allah onları vermişti; bugün de aldı!” Gülerek anlatıyor; “O kadar çok rahatım ki, vermişti, aldı!” diyor. Aynı zamanda meselenin mantığının mesnedini de söylüyor: “Belki içlerinde bir şey vardı bu kazanımların; öbür tarafta hesabını vermemem için, verdiği gibi aldı!..” Bir de böyle babayiğitler var. “Verdi, aldı!” diyorlar.

Ben kendimi onlarla mukayese edemiyorum. Kur’an-ı Kerim’de, bazen tâ Bakara sûre-i celilesinden başlıyorum, o duyguları içimden atabilmek için. Hakikaten, inanın bana, çok defa o sûreden o sûreye, o sûreden o sûreye atlayarak, يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ قُمِ اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلاً “Ey örtüsüne bürünmüş olan! Kalk ve azı müstesna, geceyi ibadetle geçir.” (Müzzemmil, 73/1-2) veya يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ قُمْ فَأَنْذِرْ “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve insanları inzar et!” (Müddessir, 74/1-2) ayetlerinde buluyorum kendimi. “Kalk, Allah’a teveccüh et! İçini O’na dök! Ne diye elden-âlemden dert yanıyorsun!” Evet, içim yanıyor böyle, o olan şeyler karşısında!.. Aslında, zâlimin zulmü karşısında, insanın içinin yanmaması, içsizlik demektir, onun içi boş demektir. Ama o yanan içinize, bir itfaiyeci gibi, yine siz su yetiştireceksiniz; kendi kendinize şöyle sesleneceksiniz: “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var / Dedim: ‘Zâhirde mi âşık?’ Dedi: ‘İhfâda yangın var!” Kalbde yangın var, söndür onu iradenle. Madem sen bir itfaiye memurusun, söndür o yangını!.. Evet, söndür; öbür taraftaki yangını söndürmenin vesilesi, öbür taraftaki ateşi söndürmenin vesilesi, bu!..

  “Gerçek sabır, hâdisenin şoku yaşandığı ânda olandır!..”

Ama ben çoğu arkadaşımızdan onu duydum; “O vermişti, O aldı; Allah’a binlerce hamd u senalar olsun!” falan dediler. Bu açıdan da ilk defa aklımıza geldiğinde, o zaman sabretmek düşüyor. Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الأُولَىSabır, hâdisenin şoku yaşandığı ândadır!” buyuruyor. İğneyi batırdıkları zaman, dişini sıkacak, “Ufff!” demeyeceksin. Hani Urve b. Zübeyr hazretlerinin menkıbesinde anlatılır ya!..

Urve b. Zübeyr, oğlu Muhammed ile beraber Velid b. Abdilmelik’i ziyaret maksadıyla Şam’a gitmişti. Oğlu Muhammed atların bulunduğu yere girmiş, bir atın tekme vurmasıyla orada vefât etmişti. Az bir zaman sonra İmam’ın ayağında bir yara çıkmış, Velid’in doktorları ayağın kangren olduğunu, bunun ancak kesilmekle tedavi olabileceğini, yoksa bütün vücudu kaybetme ihtimalinin bulunduğunu söylemişlerdi. İmam ayağının kesilmesini kabul edince, doktorlar ameliyat için devrin şartlarına göre narkoz mahiyetinde uyuşturucu vermek istemişlerdi. Fakat İmam, onu kabul etmemiş; şuurunun muvakkaten de olsa izale edilmesini katiyen uygun görmemişti. Doktorlara “Siz böylece vazifenizi yapınız!” diyerek hazır olduğunu bildirmişti. Doktorlar kendisini bağlamak isteyince, “Herhangi bir harekette bulunmayacağım, endişe etmeyiniz.” deyip başlayın işareti yapmıştı. Doktorlar, kemiği testere ile kesmeye başlayınca İmam’ın Allah’ı zikre daldığını görmüşlerdi. Buna taaccüp eden doktorlar, kestikleri ayağı, kızgın yağa daldırıp yaktıkları zaman İmam’a küçük bir baygınlık gelmiş, uyanır uyanmaz yüzünün terini silerek şu mealdeki âyeti okumuştu: “… Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.” (Kehf, 18/62). Kesilen ayağı kendisine gösterilince de şu sözü söylemişti: “Beni senin üzerinde yürüten Zât’a yemin ederim ki, seninle hiç harama yürümedim.” Urve bin Zübeyr, o seferden sonra hep şöyle hamd edermiş: “Allahım! Sen bana yedi oğul verdin, birisini alsan da altısını bana bıraktın; bana dört âzâ verdin birisini aldın ama üçünü bana bıraktın. Sana hamd ü sena ederim!” Evet, hâdisenin şoku yaşandığı ân, dişini sıkıp sabretmek…

  Hadiselerin şiddet şokunu yaşarken, yalnızca Allah’a tevekkül ediyoruz.

Sonra, Hazreti Pîr-i Muğân’ı hatırlayın. Hani “Yirmi sekiz sene çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı; divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne gönderildim; aylarca ihtilattan men edildim…” diyor. Diyor, diyor, bunları diyor. Fakat sonunda, “Hepsine hakkımı helal ettim!” diye ekliyor. Şu ifadelerle, bir yönüyle sözün kafiyesini koyuyor ve aynı zamanda onların izahını yapıyor: “Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum; üzülüyordum, muzdarip oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi bildim. Ben kemal-i teessürle söylerim ki: Benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemalâta âlet etmekliğimmiş!”

Demek ki insan, yaptığı hizmet karşılığında “Veli olayım!” mülahazasına dahi girmemeli, onu bile düşünmemeli!.. “Parmakla gösterileyim! Vekil olayım! Başbakan olayım! Cumhurbaşkanı olayım!..” İnsan, bunları işin içine karıştırdığı zaman, karıştırmış olur; altını-gümüşü, fışkıya karıştırmış olur.

Dolayısıyla -bir yönüyle- Pîr-i Muğân hazretleri kendini sorguluyor orada; “… maddî-mânevî füyuzât hislerime âlet etmekliğimmiş!..” diyor. Eşref Edip ile son mülakatında da açıktan açığa “Hakkımı helal ettim!” diyor. Otuz beş sene, çektirmedik şey bırakmamışlar. Ben 19 defa biliyordum, geçenlerde kendisini daha iyi tanıyan birisi, “Tam 21 defa zehir verdiler, tam 21 defa zehirlediler!” dedi. Düşünün… Tecride koydukları zaman, helaya koydular. Kış gününde de pencereyi açık bıraktılar. Şimdiki zalimlerin yaptıkları gibi, aynen…

Evet, bundan sonra da dişimizi sıkıp o “sadme-i ûlâ”da, yani “başa gelenlerin ilk şoku yaşanırken” sabredecek ve şikâyet etmeyeceğiz. رَأَيْنَا شِدَّةَ الدَّهْرِ، عَلَى اللهِ تَوَكَّلْنَا “Dehrin hadiselerinin şiddet şokunu yaşarken, yalnızca Allah’a tevekkül ettik.” رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Rabbimiz, Sana güvenip dayandık, bütün varlığımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) dedik. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” (Âl-i Imrân, 3/173) ile soluklandık. نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ “O ne güzel Mevlâ, ne güzel Yardımcı’dır!” (Enfâl, 8/40) ile nefes aldık, verdik. حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah bana kâfîdir! O’ndan başka ilâh yoktur! (Ben) O’na tevekkül ettim ve O, büyük arşın Rabbidir!” (Tevbe, 9/129) diyerek, hatm-i kelâm eyledik!..

Amelin Ruhu: İhlas

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), أَخْلِصُوا أَعْمَالَكُمْ لِلهِ فَإِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ إِلَّا مَا خَلَصَ لَهُ “Her zaman amellerinizde Allah’ın rızasını gözetin. Zira Allah, amelin sırf Kendisi için olanını kabul eder.” (Bkz.: ed-Dârakutnî, es-Sünen 1/51; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/33) buyurmaktadır. Efendimiz’in hedef olarak gösterdiği “amellerde Allah’ın rızasını gözetme” şuur ve hassasiyetini nasıl elde edebiliriz?

Cevap: Allah’a (celle celâluhu) gönül vermiş hakikî bir mü’minin, bütün tavır ve davranışlarında Allah’ın rızasını gözetmesi, bir an bile kendini mülâhazaya almaması, “Ben konuştum, ben yaptım, ben ettim.” dememesi, hatta yapıp ettiklerini hafızasından bile silmesi gerekir. Mü’min, bilhassa hak ve hakikate çağırırken, asla gırtlak ağalığı yapmamalı; bir yerde hak ve hakikat adına sohbet edecekse, konuştukları mutlaka gönlünün sesi olmalıdır. Neticeye ulaştığında ise o, yapmış olduğu işlerin, elde ettiği başarıların bir santimini bile kendisine ayırmamalıdır.

 Kalbden Vizesiz Ölü Sözler

Elbette böyle bir şuura ulaşma bir anda elde edilecek bir şey değildir. İnsanın, “Ben, var mıyım, yok muyum?” diyecek ölçüde sürekli kendini silme temrinatı yapıp, zamanla kendini görmeyecek bir keyfiyete ulaşması gerekir. Aksi takdirde yapılan hayırlı işlerin tesiri çok dar bir daireye münhasır kalacaktır da doğurgan olmayacaktır. Muvakkaten bir hareketlenme olsa da, yapılan hizmetler kalıcılık vaat etmeyecektir.

Günümüzde camilerde tilâvet edilen Kur’ân’ların, okunan ezanların, o süslü kametlerin, cemaati farza hazırlama adına okunan İhlâs-ı Şeriflerin onda biri bile, ihtimal, Devr-i Risalet-penahi’de yapılmıyordu. Bugün minarelerden okunan ezanlarla âdeta her yer lerzeye geliyor. Cami kürsülerinde, televizyon ekranlarında sürekli konuşmalar yapılıyor, vaaz u nasihatler ediliyor. Fakat bütün bunlar kalblere tesir etmiyor, gönüllere girmiyor, insanlar Saadet Asrı’ndaki gibi Allah’a yönlendirilemiyor. Çünkü ağızdan çıkan sözler, kalbden vize almıyor. Eğer bir insan, اَللهُ أَكْبَرُ “Allah büyüktür.” derken bile kendi büyüklüğünden dem tutuyor, belli ses ve nağmelerle kendini ifade ediyorsa; Allah ve Peygamber’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bahsederken de onları ne kadar iyi anlatabildiğini gösteriyorsa, böyle birisi bütün bu sözlerinde zımnî bir yalana giriyor demektir.

 İmanda Derinlik

Böyle bir durum, iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar için çok ciddî bir tehlikedir. Eğer bugüne kadar hep meselenin kenarından köşesinden gidilmiş ve olması gerektiği şekilde bir türlü işin merkezine otağ kurulamamışsa, o hâlde öncelikle yapılması gereken içe yönelmemiz, imanda derinleşme mevzuunda kendimizi rehabiliteye tâbi tutmamızdır. Esasında sahabî ahlâk ve anlayışı da bunu gerektirir. Çünkü onlar, birbirleriyle karşılaştıklarında, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً “Hele gel, seninle bir saat Allah’a iman edelim.” derlerdi. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/265; İbn Hacer, el-İsâbe 4/83) Yani, “Şu ana kadarki imanımız bir şey ifade ediyordu. Ama bunun, yarın adına bir şey ifade edip etmeyeceğini bilmiyoruz. Bu yüzden onu bir kere daha gözden geçirelim.” Dikkat edilirse sahabîler, “Yeniden iman edelim.” değil de “bir saat Allah’a iman edelim” tabirini kullanmışlardır. Bunun anlamı da tıpkı Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr el-Gıfârî’ye (radıyallâhu anh), جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derindir.” (ed-Deylemî, el-Müsned 5/339) tavsiyesinde buyurduğu gibi, her gün yeni bir yolculuğa açılma demektir.

İnsan, yolculuğa çıkacağı zaman, “ne olur ne olmaz” diyerek arabasını gözden geçirdiği, motorundan tekerleğine onun parçalarını kontrole tâbi tuttuğu gibi, Allah karşısındaki sorumluluk ve vazifelerinde de restorasyona ihtiyacı olan yönlerini tamir etmeli, yeni bir konsantrasyonla imanını bir kere daha yenilemelidir. Çünkü çok derin olan bu hayat deryasına alelâde açılan bir insan, her an batabilir. Kaldı ki onun önünde berzahla başlayıp Cennet veya Cehennem’le noktalanacak upuzun bir yolculuk vardır. Dolayısıyla insan, bilmediği böyle bir yola çıkarken, çok iyi hazırlık yapmalıdır.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hemen akabinde, وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ “Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.” buyurarak upuzun bir yolculuğa işaret etmiştir. İnsanın hazır ettiği azık, onu sırat köprüsünden geçirecek ve Cennet’e girmesine vesile olacak enginlikte bulunmalıdır. Oradaki sırat köprüsü, dünya köprüleri gibi değildir. Bir hamlede, bir nefhada sıratın bir başından girip öbür başından çıkma imkânı olmayabilir. Bu mevzudaki hadis-i şeriflerin ifadelerine bakılacak olursa o, belki dünya hayatımız kadar uzun bir yolculuk olacaktır. İnsanın Cennet’e girebilmesi de bu köprüden geçmesine bağlıdır.

İnsan, bu uzun yolculukta ihtiyaç duyacağı azığı edinmenin yanında, kendisine yük olacak her türlü hata ve günahtan da uzak kalmalıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mânâyı da, وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ “Sırtındaki dünya yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp.” sözüyle ifade etmiştir. Yani insan, sırtında bir sürü hesapla kabre girmemeye, berzaha açılmamaya, mahşere düşmemeye ve sırattaki çengellere takılmamaya bakmalıdır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ebû Zerr’e yaptığı tavsiyesinde son olarak, وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ “Amelinde ihlâslı ol, sadece O’nu düşün. Zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in, senin yapıp ettiklerinden haberdardır.” buyurmuştur. Bunu Hazreti Pîr’in ifadesiyle açıklamak gerekirse şöyle diyebiliriz: “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.” (Bediüzzaman, Lem’alar s.21 (Üçüncü Lem’a, Üçüncü Nükte)) Zira sizin davranışlarınızı kritik edip değerlendiren, onları değerler hanesine kaydeden Zât, sizi her zaman görüyor. Sizin hiçbir davranışınız O’na kapalı değildir. O, her şeyinize nigehbandır.

 Sürekli Muhasebe

İşte dünya hayatının bu çerçevede ele alınması gerekir. Bu meselenin zühul, gaflet, nisyan ve vurdumduymazlığa tahammülü yoktur. Hak dostlarından Esved İbn Yezid en-Nehâî’nin ifade ettiği gibi, اَلْأَمْرُ جِدٌّ، اَلْأَمْرُ جِدٌّ “İş bildiğiniz gibi değil; çok ama çok ciddî!” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/104) Yani o, hafife alınacak, karambole havale edilecek, basit ve uluorta bir iş değildir. Çünkü burada sonsuz bir azaptan kurtulma veya kurtulamama meselesi söz konusudur. Dolayısıyla insanın, namazını, orucunu ve diğer ibadet ü taatini bu bilinçle değerlendirmesi ve sürekli kendisini muhasebe etmesi gerekir.

Bu itibarla insanın, herhangi bir meseleyi anlatırken, “Cenâb-ı Hak doğru konuştursun, doğru ifade ettirsin, sözlerimize tesir lütfeylesin, gönüllerde mâkes buldursun!” demesi işin bir yanıdır. Bunun yanında meselenin bencillikten kurtarılması ve ihlâsla yapılması da ayrı bir buududur. “Allah’ım, bütün sözlerim Senin rızana uygun cereyan etsin.” demeyi de hiçbir zaman ihmal etmemelidir. Farklı bir ifadeyle, Kur’ân’ın Hazreti Musa’nın yakarışıyla talim buyurduğu, رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي “Rabbim! Yüreğime genişlik ver, işimi kolaylaştır. Dilimden şu bağı çöz ki sözümü anlasınlar.” (Tâhâ sûresi, 20/25-27) duası, vird-i zebanımız olmalıdır. Fakat bununla birlikte, مَعَ رِضَاكَ يَا رَبِّ “Rabbim, Senin rızanla birlikte!” demeyi de ihmal etmemeliyiz.

 İhlâs Âbidesi Temsilciler

Biraz daha açacak olursak insanın her zaman, “Deyip ettiklerimi rızanla derinleştir, hoşnutluğunla taçlandır! Teveccühünle, nazarınla, inayetinle, riayetinle onlara sonsuz derinlikler kazandır! Yoksa ben fânîyim, ahiret yurduna gittiğim zaman her şey bitecek. Günde elli, yüz defa yapacağım, edeceğim şeyler içinde Sen yoksan ne çıkar, bir anlamı yok!” diyebilecek yürekliliği ortaya koyması gerekir.

Merhum Nureddin Topçu, mevlit, naat ve münacaat okumakla kendilerini ifade eden insanlara “gırtlak ağaları” derdi. Çünkü o, samimiyete çok açık durur ve ihlâsın önemini sürekli vurgulardı. Hazreti Pîr’in bu konudaki duruşu ise baş döndürecek ölçüde şayan-ı takdirdir. O, ihlâssız ve samimî olmayan hiçbir şeyi kabullenmek istememiş; kalbinin muhassalası olmayan her şeyi yere çalmış ve üzerinde raks etmiştir. Günümüzde işte böylesine birkaç düzine ihlâs âbidesine ihtiyaç vardır. Zira dünyanın çehresini onlar değiştirecektir. Ücrete, takdire, tebcile bağlı vazife yapanların, muvakkat bir kıpırdanışa vesile olmaları söz konusu olsa da kalıcı herhangi bir şey yaptıkları şimdiye kadar görülmemiştir. Evet, meseleleri dünyeviliğe, takdir ve tebcile, çıkar ve menfaate bağlı götüren insanlar, muvakkaten bir tesir icra etseler bile, şimdiye kadar kalıcı ve ciddî bir şey ortaya koyamadıkları gibi bundan sonra da koyamayacaklardır.

İnsanlığın İftihar Tablosu ve O’nun Râşid Halifeler’inden sonra gelen Emevîlerin, Abbasîlerin, Harzemlilerin, Eyyûbîlerin, Selçukluların ve Osmanlıların İslâm’a birçok hizmetleri olmuştur. Onlar hususiyle belirli dönemlerde gül devrinin birer temsilcisi olarak vazife yapmış, sonra da birer yâd-ı cemil olarak ruhlarının ufkuna uçup gitmişlerdir. Fakat onlar, hiçbir zaman Râşid Halifeler’in elde ettiği başarı ve muvaffakiyetleri elde edememişlerdir. İşte bunun sebebi Râşid Halifeler’in derinlerden derin o baş döndürücü ihlâs ve samimiyetleridir. Bugün insanlığın şekle, surete, popülizme, takdire, alkışlanmaya, büyük büyük iddialara değil, yeryüzünde hakikî Müslümanlığın ihlasla yaşanmasına, samimiyetle temsil edilmesine, hâl ile gösterilmesine ihtiyacı vardır.

Hâl ve Ümit

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Sadece Allah rızasını maksat yapanlar fırtınalar karşısında sabit-kadem olabilirler/olabildiler!..

*En büyük isteğimiz O (celle celaluhu) olmalı!.. İnancımızda, ibâdet ü tâatımızda, bir şey söylememizde, bir şey yazıp çizmemizde, bir yere gitmemizde hep ihlas!.. Hazreti Pîr diyor ki: “İhlaslı bir zerre amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”

*Evet, Allah’ın rızası en önemli, en yüksek, en zor ulaşılan bir hedeftir. Ona talip olma, ona kilitlenme, onun berisinde her şeyi bayağı görme!.. Sonra halis aşk ve iştiyak onun zirvesi; bu, büyüklerin, ekrabu’l-mukarrabînin talep ettiği ufuk; Hazreti Mevlana gibi, ruhunun ufkuna yürümeyi şeb-i arûs sayma.

*Her işimizi ihlas, rıza ve aşk u iştiyaka bağlamamız lazım. O zaman öyle bir şeyi peylemiş veya öyle bir şeyin arkasına düşmüş oluruz ki, dünyanın bütün zevkleri, lezzetleri bir araya gelse, onun yanında yine deryada damla kalır.

*Zannediyorum bu dönemde yerinde sabit-kadem olan insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın murad-ı Sübhânîsinden, ihlastan ve rıza-yı ilahîden başka bir şey düşünmüyorlardır. Düşünmesinler Allah’ın izniyle.. ve bu düşünmemede sabit-kadem olsunlar.

Hal Dili ve Peygamber Efendimiz

*İnsanlığın bugün beklediği bir şey var ki maalesef o bir iki asırdır bizim yitirdiğimiz şeydir: Hâl ve temsil! Hâl ile halledilmeyecek problem yoktur. Rasûl-ü Ekrem ve Sahâbe-i Kirâm efendilerimizin belki en müessir yanları, onların hâl ve temsilleriydi. Onları derinden derine tetkik eden insanlar, “Vallahi çehresinde, tavır ve davranışlarında yalan yok!” diyorlardı.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz söylediği her hakikati öncelikle kendi hayatına tatbik ediyordu. Mesela, zühd, tevazu ve mahviyet tavsiye buyuruyorsa, her güzel ahlakta olduğu gibi, önce kendisi o hususta zirveyi tutuyordu.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun!”

*Ayrıca Efendimiz şunu söyler:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.”

Günümüzün çoğu Müslümanları yüce dinimiz İslamiyet’e hüsuf küsuf yaşatıyorlar!..

*Peygamber Efendimiz ve selef-i salihîn tarafından ortaya konan hal ve temsil bugünün müminlerince de gerçekleştirilirse, Allah’ın izni ve inayetiyle, adeta bir yerde ütopik bir dünya oluşmuş gibi başkaları ona koşup gelecektir. Yoksa İslam’ın mübarek çehresine zift saçan şer odakları varken ve Müslümanlık çoklarınca kötü temsil ediliyorken kimsenin ona karşı imrenme duyması mümkün değildir.

*Müslümanlığın aynası ve bir yönüyle temsilde onun figüranı olan bizler, onu mükemmeliyet içerisinde, gerektiği gibi temsil edemediğimizden ve hâl ile ortaya koyamadığımızdan dolayı, onun o dırahşan çehresini, pırıl pırıl güneşlerden aydın imrendiren çehresini karartmış oluyoruz. İslamiyet’e hüsûf ve küsûf (ay ve güneş tutulması gibi tutulma) yaşatıyoruz. İslamiyet ile insanlar arasında biz bulunduğumuzdan dolayı, bize bakıyor, bizimle İslamiyet’i değerlendiriyorlar.

*Hakk’ı anlatmak ve i’lâ-yı kelimetullah mülahazası içinde yaşamak gibi bir mefkûre ve gâye-i hayal, insanın kendi benliğinden uzaklaşması ve bencilliğinden kurtulması için de çok önemlidir. Çünkü insan, bir gâyeyi bütün varlığıyla sahiplenirse, artık hareket, tavır ve davranışlarını o gâye istikametinde değerlendirmeye çalışır. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” Demek ki, benlikten tecerrüt etmenin, her şeyi bencilliğe bağlamaktan kurtulmanın yolu, O’na bağlanmak ve her şeyi O’nunla alakalı bir hususa bağlamaktır.

“Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?”

*Şayet siz, “Allah’ın izniyle Nam-ı Celil-i Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) güneşin doğup battığı her yere ulaştıracağız. Bir stratejiye, bir plana, bir projeye mukabil on tane alternatif yol oluşturacağız. Oturup kalktığımız her yerde “bismillah” der gibi sohbet-i Canan deyip meseleleri O’nunla başlatıp O’nunla noktalayacağız.” mülahazasına bağlı olur ve o istikamette gayret gösterirseniz, Allah da (celle celaluhu) yolunuza su serpecektir.

*Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi hazretleri ne hoş söyler:

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi? / Rızasına iven de /Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen / Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan / Eyyub gibi ağlasan / Ciğergâhı dağlasan / Ahvalini sormaz mı?

Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed / Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?”

*Hele bir “Allah” de yürekten, bak nasıl cevap veriyor!.. Sen “Ya Rab!” deyince, “lebbeyk” diyor. Oysaki aşağıdan yukarıya doğru tazim ifadesi olarak, biz gönüllerimizin heyecanını bu kelimeyle O’na karşı ifade ediyoruz. Allah kuluna tenezzül tecelli dalga boyunda “lebbeyk” diyor. “Kulcağızım bir isteğin mi var?” Böyle bir Rab sizin o güzel isteklerinizi intizar buyuruyorsa şayet, hep O’na karşı dilekte bulunmak lazım. Zaten, bir hadis-i şerifte ifade edildiği üzere; bir kimse, Allah’tan bir şey istemezse, isteklerini Allah’a sunmazsa, gazab-ı ilahîye maruz kalır. Kur’an-ı Kerim’de de -Hazreti Üstad’ın mealiyle- “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” buyurulmaktadır; yani, ne yazarsınız ki duanız olmazsa?!.

İnsanın ümidi inancı nispetindedir

*Ümit her şeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nispetindedir. Hazreti Üstad, ümitsizliği çok büyük bir engel olarak anlatmış; “Yeis, mani-i her-kemaldir” demiş; “Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabatı içerisinde en yüksek ve gür seda İslam’ın sedası olacaktır.” şeklindeki beyanlarıyla hep ümidin sesi soluğu olmuştur.

*Ümit, Allah’a güvenin ifadesi olduğu gibi, iradenin hakkını vermek de demektir. Allah bir irade vermişse, niye ye’se düşelim ki?!. M. Akif ifadesiyle:

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.”

*Denebilir ki insan imanda ne kadar derinleşirse ümidi de o ölçüde pekişmiş olur. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Ashâb-ı Kirâm’ın, en çetin hadiseleri bile yolun kaderi olarak gördükleri, diğer insanların telaşa kapılıp panikleyecekleri şartlarda dahi onların ümitle şahlandıkları ve hep dimdik bir duruş sergiledikleri anlatılmaktadır. Mesela, Hendek Vakası münasebetiyle indiği rivayet edilen bir ayet-i kerime şöyledir:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlünün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz!..

*Ümit denilince genellikle,

وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

“Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü kâfirler güruhu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez. ” (Yusuf, 12/87) ayet-i kerimesi akla gelmektedir.

*Aslında daha pek çok ayet-i kerime ümit zaviyesinden ele alınabilir: Mesela; Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ

“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah, hep iyilik peşinde koşan ehl-i ihsanla beraberdir.” (Ankebut, 29/69) Mücahede, kalblerin Allah’la münasebeti için aradaki engelleri bertaraf etmek demektir. Bu, iktiza ettiğinde müdafaa harpleri gibi bir savaşla da olabilir. Fakat esas olan, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “büyük cihad” dediği cihaddır; nefisle mücahede, Allah’a yönelme işi.

Ashab-ı Kirâm’ın İman ve Ümidi

*Allah Rasûlü’nün hayat-ı seniyyeleri ümit tablolarıyla doludur. Mesela, Hendek Müdafaası. Mü’minler karşısında teker teker tutunamayacaklarını anlayan kavim ve kabileler, Hicret’in 5. senesinde bir araya gelip tek vücut olmaya ve bu defa bütün güçlerini bir merkezde toplayıp Medine’ye öyle hücum etmeye karar vermişlerdi. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, durumdan haberdar olunca, ashabını toplamış, harp tekniği hakkında onlarla istişare etmiş, değişik teklifler arasında Hazreti Selman-ı Farisî’nin fikri Peygamber Efendimiz’in düşüncesine muvafık gelince düşmanın taarruz etmesinin muhtemel olduğu yerlere hendekler kazılmasına ve böylece müdafaa harbi yapılmasına karar verilmişti.

*Rehber-i Ekmel Efendimiz, ashabıyla beraber hendek kazmaya başlamıştı. Bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram’dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü’ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O’na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen’in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.”

*Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, asla parçalanmaz gibi görülen büyük devletlerin fethini müjdelediği o esnada karşısındaki 24.000 kişilik tam donanımlı düşman ordusuna karşı sadece 3.000 Müslümanla müdafaa harbine hazırlanıyordu. Fakat dünyevi ölçüler açısından insanı dehşete düşürmesi beklenen o anki şartlar Peygamber Efendimiz’i tesiri altına alamadığı gibi, mü’minlerin de ancak imanlarını artırıyordu. İman ve ümit idi bu. Böyle bir atmosfer içerisinde, İnsanlığın İftihar Tablosu, dünyanın iki süper gücünün tarumar olacağı bişaretini veriyordu, Allah’ın bildirmesiyle. O yüksek imanıyla, o bütün insanlığa dağıtılsa herkesin Firdevs’e girmesine yetecek kadar mükemmel imanıyla bişaret veriyor ve sahabe-i kiram efendilerimiz de o iman ve ümitle şahlanıyorlardı.

Sen mi yoksa ümidin mi yüreksiz!..

*Ümitle uzun yollar aşılır; ümitle kandan irinden deryalar geçilir ve ancak ümitle dirliğe ve düzene erilir. Ümit dünyasında mağlup olanlar, pratikte de yenilmiş sayılırlar. Kim bilir, belki de hasımlarınız sizi ye’se atıp ellerinizi kollarınızı bağlamak için uğraşıyorlardır. İnşaallah, siz Kur’an’ın ve evrensel insanî değerlerin elmas düsturlarına sarılarak, insanların gönüllerini fethetme mevzuunda sarsılmayan bir ümitle, hep ileriye doğru yürüyeceksiniz. Allah’ın izni ve inayetiyle, içteki hasetçileri aşacaksınız; dıştaki muhtemel tehlikelere ve badirelere de takılmadan yol alacaksınız.

*Merhum M. Akif’in ifadeleriyle noktalayalım:

“Ey dipdiri meyyit! ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?”

475. Nağme: Yenilenme Mevsimi ve Ramazan Mukabelesi

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, kahır ile lütfu bir bilmek ve derdi dermanmış gibi değerlendirmek lazım geldiğini hatırlatarak sözlerine başladı.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurduğunu aktardı ve bu dört maddelik nasihatin manasını anlattı:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

Özellikle “ihlas” konusuna dikkat çeken Hocamız, Bayezid-i Bistâmî Hazretleri’nin şu sözünü nakletti: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bayezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım!”

Daha sonra, tevcih ettiğimiz bir sual üzerine, Hocaefendi, Ramazan ayının bereketi ve ona ayrı bir derinlik katan mukabele sünneti üzerinde durdu.

Bildiğiniz gibi, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibrîl (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’an âyetlerini Cibrîl Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.

İşte, Kâinatın İftihar Tablosu ile Cibrîl-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i sâlihîn efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terk etmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek Kur’an’ı çokça okumaya kendimizi alıştırabileceğimizi söyleyen Hocaefendi, bu kutsal ayın bizim için bir başlangıç sayılabileceğini ve yeniden Kur’an-ı Kerim’e dönüşe vesilesi olabileceğini vurguladı.

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahi maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”

diyen Hocamız, farklı bir “mukabele” teklifinde bulundu. Mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etti.

Kıymetli Hocamız özetle şu hedefi işaretledi:

Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can u gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Mevlâ-yı Müteâl, hepimizi Ramazan-ı şerifi hakkıyla değerlendirmeye muvaffak kılsın; bayrama kurtuluş beratını alarak kavuşan kullarından eylesin; bu kutlu zaman diliminde ümmet-i Muhammed’e inşirah versin; Hakk’a adanmış ruhlara nusret, ferec ve mahreç lütfetsin. Amin!..

Dünyada Rıza, Ötede Rıdvan

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Rıza ve rıdvan arasında fark var mıdır? Rıdvana ulaşmanın en önemli vesileleri nelerdir?

Cevap: Rıza, insanın Allah’tan ve onun vaz’ etmiş olduğu din-i mübin-i İslâm’dan hoşnut olması, Cenâb-ı Hakk’ın her türlü takdirine gönülden boyun eğmesi, maruz kaldığı belâ ve musibetleri de itminan ile karşılaması demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًـــــا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولًا

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” (Ebû Dâvûd, edeb 100, 101) sözleriyle böyle bir rıza ufkuna dikkat çekmiştir.

Mü’minlere bakan yönüyle, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek beyanı, bir yandan kulun Rabbisiyle olan münasebetini gösterirken diğer yandan da bizim için bir hedef belirlemektedir. Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyet-i kerimelerde,

رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ

“Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı oldu.” (Mâide sûresi, 5/119 vb.) buyrulması da rıza ufkunu yakalamanın mü’minler için ulaşılması gereken en büyük gaye olduğunu göstermektedir.

Ayrıca bir insan, rızaya kilitlenir, hep rıza deyip oturur kalkar, sürekli rızayı hedefler ve bu konuda ölesiye bir gayret içinde bulunursa, bu, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın da ondan razı olduğunu gösterir. Çünkü Allah (celle celâluhu) bir insandan razı değilse, onun içinde böyle bir rıza duygusu hâsıl etmez. Bu açıdan denilebilir ki, Allah’tan hoşnut olmayan, onun kazasına rıza göstermeyen, başına gelen olumsuz hâdiseleri gönül rahatlığıyla karşılamayan bir insan için nezd-i ulûhiyette de bir rıza söz konusu değildir.

Rıdvan: Ebedî Hoşnutluk Müjdesi

Rıdvan ise, rızaya nail olma adına bu dünyada gösterilen cehd ü gayretlerin ahiretteki karşılığıdır. Zaten bilindiği üzere burada eda edilen ibadet ü taatlerin her biri, ahirette farklı bir Cennet nimeti olarak temessül edecektir. Hazreti Pir’in ifadesiyle burada “Sübhanallah” diyen bir insan, orada bir Cennet meyvesi yiyecektir. (Bediüzzaman, Sözler s.705 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)) Burada oruç tuttuğu için aç susuz kalan bir insan orada Reyyan’a nail olacak, yani insan içtiği zaman artık bir daha susamayacağı bir kaynağın başına ulaşacaktır. (Bkz.: Buhârî, savm 4; Müslim, zekât 85) Kısacası insanın buradaki inanç ve davranışları öbür tarafta farklı mânâlara bürünecek; bazen gözle görülür, elle tutulur bir nimet olarak, bazen de bir iç inşirahı, hoşnutluk esintileri meydana getirecek dalgalar hâlinde onun karşısına çıkacaktır.

Dolayısıyla rıdvan bu açıdan rızadan farklıdır. Rıza, dünyada insanın iradesinin hakkını vermesiyle mazhar olduğu bir lütuf ve ihsan ise; rıdvan öte dünyada Cenâb-ı Hakk’ın tecessüm ettirip mü’min kullarına sunduğu sonsuz bir lütuf ve ihsandır. Başka bir ifadeyle rıdvan, ebedî saadet yurdunda ruhlara işleyip onlarda bir zevk-i ruhânî hâsıl edecek şekilde Cenâb-ı Hakk’ın kullarına ihsan edeceği tasavvurları aşkın bir nimettir. Hem öyle bir nimet ki, ona nail olan mü’minler Cennet nimetlerini dahi unutacak şekilde mânevî bir haz ile dolacaklardır.

Rıdvan mı Yoksa Rü’yet-i İlâhî mi En Büyük Lütuf?

Bu noktada rü’yet-i ilâhî ve rıdvandan hangisinin daha büyük bir ilâhî lütuf olduğu konusu akla gelebilir. Zira Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’yı çok iyi bilen usûlüddin ulemasının ifadelerinden Cemâlullah’ı müşahedenin en büyük Cennet nimeti olduğu sonucu çıkartılabilir. Mesela Sirâceddin Ali İbn Osman el-Ûşî Ehl-i Sünnet itikadını mısralara döktüğü bir şiirinde bu hakikati şu ifadelerle dile getirir:

 يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

 وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

 فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

 فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54) Hazreti Üstad’ın ifadesiyle de, binlerce sene mesudane yaşanan dünya hayatı Cennet’in bir saatine mukabil gelmediği gibi, Cennet’in de binlerce sene hayatı Cemâlullah’ı rü’yetin bir dakikasına mukabil gelmeyecektir. ( Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam))

Bu ifadelerden rü’yet-i ilâhînin, Cennet nimetlerinin çok daha üzerinde büyük bir ilâhî lütuf olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’e giren kullarına,

أُحِلُّ عَلَيْكُمْ رِضْوَانِي فَلاَ أَسْخَطُ عَلَيْكُمْ بَعْدَهُ أَبَدًا

“Ben sizden ebedî olarak razıyım. Bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim.” (Buhârî, rikâk 51; Müslim, îmân 302) buyurması, bunu da unutturacak ve insanın içine inşirah salacak en büyük bir lütuftur. Bu, öyle bir lütuf ve ihsandır ki, insana nasıl bir zevk ve haz zemzemesi hâli yaşatır, bunu kestirmek mümkün değildir. Nitekim Cennet nimetlerinin en büyüğünün rıdvan olduğu Tevbe Sûresi’nde

وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ

“Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır.” (Tevbe sûresi, 9/72) ifadesiyle sarih olarak beyan buyrulmuştur.

Rızaya Talip Olanlar Rıdvana Mazhar Olurlar

Netice itibarıyla rıza ve rıdvan, dünya ve ahirete bakan yönleri itibarıyla farklı birer hakikat olsa da, birbiriyle irtibatlıdır. Bu irtibat, sebep-sonuç veya illet-malûl irtibatı gibi bir münasebete benzetilebilir. Siz, dünyada cüz’î iradenizin hakkını vererek bu konudaki talebinizi ortaya koyar, gayret gösterirsiniz, Cenâb-ı Hak da bu gayretinizin mükâfatı olarak sizi rıdvanla şereflendirir.

Ancak burada yanlış anlaşılmaması ve gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: Rıza ve rıdvan arasındaki “sebep sonuç”, “illet malûl” münasebeti maddî âlemdeki tenasüb-ü illiyet prensibine uygun değildir. Zira siz, âdeta burada bir damla atıyorsunuz; daha sonra o damla birdenbire buharlaşıyor, büyüyor, ötede büyük bir derya hâlinde karşınıza çıkıyor. Hâlbuki tenasüb-ü illiyet açısından bir damla bir deryayı netice vermez. Ancak sonsuz lütuf ve engin rahmetiyle Cenâb-ı Hak, sizin burada bir damla mahiyetinde Kendisi’nden hoşnut olmanızı, ahirette bir okyanus şeklinde karşınıza çıkarmaktadır.

Rıdvana Ulaştıracak İki Kanat: İ’lâ-i Kelimetullah ve İhlâs

Rıza ve rıdvanı elde etmenin vesilelerine gelince, insanı bu hedefe ulaştıran en kestirme yollardan, en büyük vesilelerden biri i’lâ-i kelimetullahtır. Evet, Nâm-ı Celil-i İlâhî’yi dünyanın bütün karanlık noktalarına kadar götürüp duyurma, ruh-u revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yorulma bilmeden küheylân gibi koşma, insanı Cenâb-ı Hakk’ın rızasına en hızlı götüren vesilelerden biridir. Bu açıdan esasında her ne kadar i’lâ-i kelimetullah rızaya erme adına bir vesile olarak tarif edilse de, onun gaye ölçüsünde bir vesile olduğu da söylenebilir.

Öyleyse insan, hep yaşatma duygusuyla oturup kalkmalı, insanlığın yeni bir âdab u erkân öğrenmesine vesile olma adına cehd u gayrette bulunmalı, her fırsatta insanlığı Allah’a yönlendirmeye çalışmalıdır. İnsan, bu vazifeye öylesine dilbeste olmalıdır ki onu yapamadığı takdirde yaşadığı hayatı kendisi için abes görmelidir.

Tabiî, i’lâ-i kelimetullah vazifesini yerine getirirken insanın muhlis olması gerekir ki, kazanma kuşağında kayıplar yaşamasın. Muhlis, ihlâsı temsil eden kişi demektir. Fakat insan bu konuda ihlâs şuuruna öyle bir kilitlenmelidir ki, ihlâsa ermeyi bile az görerek “muhlasîn”den olma peşinde koşmalıdır. Muhlas, Allah tarafından safvete ulaştırılma ve böylece mahz-ı ihlâs kesilme, ihlâslaşma, tamamen durulma, berraklaşma demektir. Bu, başta Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İdris (aleyhimüsselâm) gibi mustafeyne’l-ahyara mahsus bir mazhariyettir. (Bkz.: Bkz.: Sâd sûresi, 38/47) Fakat asliyet planında olmasa bile zılliyet planında bu hedefe ulaşmak için peygamberlerin dışındaki mü’minler de gözlerini bu yüce ufka dikmeli, sürekli murad-ı ilâhîyi takip etmeli, bütün ibadetlerini sadece emredildiği için yapmalı, ubûdiyetlerini/kulluklarını dünyevî hiçbir gayeye bağlamamalı, hatta rıdvan dışında uhrevî beklentilerden sıyrılmalı, neticeyi de Cenâb-ı Hakk’a bırakmalıdırlar.

Böyle bir şuura ulaşan insanın tabiatı, ihlâsın dışında kalan her şeye tepki vermeye başlayacaktır. Mesela böyle birisi, göz kamaştırıcı bir başarıya imza attığında, söylediği sözlerle kalblerde bir heyecan meydana getirdiğinde veya kalemini oynatmasıyla etkileyici mısralar döktürdüğünde, asla başkalarından takdir ve istihsan gibi bir beklentiye girmez. Sadece tasavvur veya taakkulüne değil, hayaline bile Allah’tan başka bir mülâhaza geldiğinde o hemen bir kenara çekilip “Estağfirullah yâ Rabbi, şirke girdim!” der, kendini yerden yere vurur, tevbe, inabe ve evbe kurnalarıyla onu tertemiz hâle getirir.

Ahirette rıdvana nail olmanın en önemli yollarından biri de işte bu ölçüdeki bir ihlâs mülâhazasıdır. Bu açıdan denilebilir ki, insan hulusta ne kadar derinleşirse, rıdvana da o ölçüde hızlı ulaşacaktır. Belki de böyle biri, kabrin dehşetini hiç görmeyecek, berzah zahmetini hiç çekmeyecektir. O, kendisi için açılmış çukura konulduğu andan itibaren vücud-u mevhibe-i rabbâniyesi ile amudî bir sıçrayışla yükselecek, o ufukta reftare dolaşmaya başlayacaktır. O hâlde her mü’min, hem i’lâ-i kelimetullah vazifesine talip olmalı, hem de bu vazifeyi yerine getirirken ihlâsı yakalama ve onu muhafaza adına olabildiğince hassas davranmalıdır.

Mukaddes Çile ve İnfak Kahramanları

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

Allah’a kul olmak ne güzel!.. Sadece O’nun karşısında eğilmek ne hoş!..

*Allah ile münasebetimize bakınca, bu karınca halimizle diyoruz ki: “Ne kadar bahtiyar insanlarız! Bu küçük halimizle O’nunla bir çeşit münasebet içindeyiz. Bunun lezzetine, halavetine, zevkine doyulmaz!” Kim bilir o meseleyi zirvede duyanlar daha neler duyuyordur neler! Çobanlar meseleyi böyle duyuyorsa, kim bilir sürü sahibi meseleyi nasıl duyuyordur! Tabii İnsanlığın İftihar Tablosu bu mevzuda her sözden vârestedir. O, duyuşu, hissedişi, ihsası ve ihtisaslarıyla adeta semâvîdir. O, belki bazı hususları melâike-i kirâmın bile duyamayacağı seviyede duyuyordu. Evet, O müstesna!..

*Bir de zılliyet planında Hakk’ın mükerrem ibâdı var. Onlar da bize göre müstesna insanlar. Ne var ki, hemen her seviyede insan, O’nun ile münasebeti açısından çok şey duyar, çok şey hisseder; böyle âvâre, sergerdân kimselerin durumunu nazar-ı itibara alınca, kendi bahtiyarlığına tebessümler yağdırır. “Oh be!.. Müslümanlık ne güzelmiş! İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında Allah deyip kemerbeste-i ubudiyet içinde ayakta durmak ne latifmiş! İki büklüm olup tevazuun birinci faslını eda etmek, Allah karşısında eğilmek ne zevkli bir şeymiş! Yüzünü yerlere sürmek ne derin haz kaynağıymış!..” der. Cenâb-ı Hak o zevki derinlemesine duymaya muvaffak eylesin!

“O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?”

*İnsanın, küçük çapta, zıllıyet/gölge planında, çok küçük nispetler perspektifinde bile olsa, böyle bir mazhariyet ve zevk hemhemesi, demdemesi -iradelerinize ait yönüyle hemheme, öbür taraftan, O’nun vâridâtına mazhariyeti itibarıyla demdeme- içinde bulunması çok önemlidir. Bu açıdan da bu arada başımıza ne gelirse gelsin, onun yanında hafif kalır.

*Madem O’nu bulduk, bir yönüyle artık bulacağımız bir şey yok ve kurtulduk!.. “Seni buldum ve kurtuldum!” diyebilirsiniz.“O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu Ataullah İskenderânî?!. Evet, O’nu bulan ne kaybetmiştir?!. O’nu kaybeden, yani kendi düşünce dünyasında kendini uzaklara atan, kendini O’nun yokluğuna, daha doğrusu O’nsuzluğa, “ene”sini “Hüve”sizliğe salan kimse ne bulmuştur ki?!.

*Binaenaleyh, böyle cevheri bulmuş bir insan huzur, mutluluk, şâd ve hürrem olma gibi şeylere hiç gönül kaptırmaz. Bunlar, bakırcılar çarşısında bile elde edilebilecek şeylerdir; cevherlerin alış-verişinin yapıldığı, sarrafların bulunduğu yerde olan şeyler değildir. Bu itibarla da bazı şeylere katlanmalı!.. Ve katlananlar bu mülahaza ile katlanmışlardır. O katlanma işi de tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hiç eksik olmamıştır.

Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım!

*Bütün tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek başında dönüp durmuştur. Kur’an-ı Kerim, Müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz’e tahsis etmiş ve şöyle demiştir:

وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُاللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ

“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30) Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef’ul Efendimiz’dir; bütün planlar O’nun üzerine yapılmıştır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz hicret esnasında Sevr sultanlığından ayrılıp yola revân olacağı an, yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve “Ey Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.” buyurmuşlardı.

*Şayet en mübarek insanlar hırpalanmışlarsa, preslerden geçmişlerse, dibeklerde adeta dövülmüşlerse ve siz bundan âzâde, vâreste tutuluyorsanız, bence kendi durumunuzdan şüphe duymanız lazım.

“Allahım, medrese-i Yusufiye misafirlerini salıver ve onları en çabuk zamanda sevdiklerine kavuştur!..”

*Bazılarınız çeker, bazılarınız da onların çektiğini paylaşır, onların ızdıraplarını ruhunda duyar; yapılması gerekli olan şeyler mevzuunda bir küheylan gibi şahlanır, bir üveyk gibi kanatlanır Allah’ın izni inâyetiyle; işte o zaman paylaşıyor demektir.

*Evet, birileri içeride medrese-i Yusufiye yaşarlar; berikiler de dışarıda oturur kalkar onlara dua ederler: “Onları en çabuk zamanda, çok rahatlıkla salıver Allahım! Salıver ve onlarla beraber bir sürü aileyi, kırk bin tane aileyi, elli bin tane aileyi, yüz bin tane aileyi; belki on milyon aileyi sevindir Allahım!” Bu on milyon ailenin sevinmesi, mele-i âlânın sakinlerinin de sevinmesi demektir. Bu arada bir şirzime-i kalîl “Niye böyle oldu?” diye üzülecekler. İnşaallah, iman ediyorlarsa Allah’a, o üzülme de onların günahlarına kefaret olur. Biz onu da düşünürüz: Allah onların da günahlarına kefaret olabilecek şeylere onları hidayet eylesin. Genel ahlakımız bu!..

*Bazı densizler bir mülâaneyi, bir mübâheleyi, bir muhâveleyi beddua kabul edip böyle bir meseleden dolayı, incir çekirdeği nevinden meseleleri dava mevzuu yaparak, “Acaba bununla bunlara bir örgüt diyebilir miyiz?” düşüncesine daldılar. Bu yaptıkları mesâvîden dolayı bize düşen şey “Allahım bunlara da hidayet eyle!” demektir. Bir de sabredemediğimiz takdirde “Allah Allah, cinnetin bu seviyesi de varmış!.” demektir. Ama ben bu mülahazaya girmenizi de istemem.

Mukaddes Çile Nöbeti Sizlerdeyse…

*Dünden bugüne sizin çizginizde hareket eden insanlar hep çekmişlerdir. Yüce mefkûrelerini, gaye-i hayallerini, dünyanın dört bir yanında bir bayrak gibi dalgalandırmaya odaklanmış insanlar hep musibetlere maruz kalmışlardır. Başka mülahazaları olmayan, dünya adına bir kazanım peşinde koşmayan, ölürken “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı.” (Ahmedî) diyerek Allah’a yürümeyi planlayan, farklılığını fark etmeyen; el-âlem hizmetini alkışlarken “Allah Allah bunlar neyi alkışlıyor?” diyen, kendini tamamen bu işe adamış, başkalarının başka şeyleri sıfırlamalarına mukabil o kendini sıfırlamış; el-âlem göklere çıkarsa bile kendisini yeryüzünde debelenen bir “dâbbe” ve Cenâb-ı Hakk’ın küçük, hakîr, zavallı, kıtmir bir varlığı olarak gören insanlar… Cenâb-ı Hak kendimizi öyle görmeye muvaffak eylesin; bu Allah’ın büyük bir hidayetidir. Başka türlü görme, Allah’ın, insanın firavunlaşmasına fırsat vermesi demektir.

*Evet, insanın, kendini diğer insanlardan büyük görmesi ve “ben şuyum, buyum” demesi bir mekr-i ilahidir; Allah’ın o insanın firavunlaşmasına müsaade etmesi demektir. Verdiği imkânların onda istidraç şeklinde tesir göstermesi demektir. İstidraç, nimet şeklinde gelen, insanı Allah’tan uzaklaştıran nıkmettir.

*Madem Hak yolun en kıymetli yolcuları enbiya, mukarrebin, asfiya ve evliya hep musibetlere maruz kalmış ve çileler çekmişler, bizim de başımıza gelenleri tabii kabul etmemiz, öfkelenmememiz ve hale rıza göstermemiz lazım.

“Biz Uhud’u Severiz Uhud da Bizi Sever”

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Ashabıma sebbetmeyiniz. Sizden birisi Uhud Dağı kadar altın infak etse, ashabımdan birinin verdiği yarım müdd sadakaya ulaşamaz.” buyuruyor. Asr-ı Saadet’te infakı bu kadar değerli kılan hususlar nelerdir? Sonraki dönemlerde de dinî gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi?

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih hadis-i şerifte ashabı için öyle buyuruyor. Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez. Onlar O’nun kâmetini biliyorlardı; O da ashabının kadr u kıymetini ve kıvamını biliyordu. Allah’ın izniyle, insanlığın idbârını ikbâle çevirebilecek bir kadro olduğunu çok iyi biliyordu; Allah’ın bildirmesiyle biliyordu; o yüksek firasetiyle, fetanetiyle ve okumasıyla biliyordu. Yüzlerinden ve kalbî heyecanlarından onları okuyordu. Bu açıdan da mezkûr ifade -haşa- onlara bir iltifatta bulunma adına değildi, bir realiteyi ifade ediyordu. Çünkü O’nun lal ü güher beyanları içinde katiyen riyanın, süm’anın, şunu bunu hoşnut etmenin zerresi yoktu. Ne konuşuyorsa, milimi milimine doğruydu; söylediği sözler neye dairse şayet, onun numarasına ve drobuna fevkalade uygun ve vakıa mutabıktı.

*“Sizden birisi Uhud Dağı kadar altın infak etse…” O gün Medine-i Münevvere’de en yüksek gibi görünen dağın Uhud Dağı olmasının yanı başında bir de Uhud Dağı’nın kıymeti var. Bu kıymet değişik vesilelerle vurgulanıyor. Uhud Harbi’nde o mübarek dağın eteklerinde Müslümanlar kutsal, muvakkat bir hezimet yaşıyorlar. Uhud’da böyle bir hadise yaşandığından dolayı ihtimal bazılarının kafalarına “Bu dağ uğursuz galiba!” şeklinde bir düşünce gelebilirdi. Bundan dolayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yerde şöyle buyuruyor: “Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz o da bizi sever.” Bu açıdan da Uhud, Ağrı ve Everest gibi büyük değilse de kıymet-i maneviyesi itibariyle çok büyük. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’in vurgulamak istediği hususlardan biri budur: Uhud Allah Rasûlü’nü seven ve Allah Rasûlü’nün sevdiği bir dağdır.

*Başlangıçta Ashab-ı kiram efendilerimiz de vermeyi, infak etmeyi çok bilmiyorlardı. Hâşâ onlara bilmiyorlardı demek, bilmeme sözünü onlara nispet etmek saygısızlık olur fakat onlar bildikleri her şeyi dinle öğrendiler, o Muallim-i azamla, o Mürşid-i azamla öğrendiler.

İlk Himmet ve Ashab-ı Kiram’ın Cömertliği

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabının gönüllerindeki verme kapılarını aralamada kim bilir ne zorluklar çekmişti. Meselâ, bir gün Arab’ın aslı olan Mudar kabilesinin Müslümanları gelmişlerdi. Giyecek başka bir şey bulamadıklarından dolayı üzerlerinde yün elbiseler olduğu için daha onlar içeri girer girmez mescidi ter ve yün kokusu sarmıştı. Yorgun, aç ve susuz olan bu fakir insanları görünce Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in gözleri dolmuştu. Onları öyle ızdırap içinde gördüğü için neredeyse ağlayacaktı. Hemen infakla alâkalı ayetleri okumuş; ashabına, insanlara yardım etmenin faziletlerini anlatmıştı. (Benzer hadise Tebük Seferi’ne çıkılırken de ordunun teçhiz edilmesi esnasında yaşanmıştı.) Fakat Sahabe Efendilerimiz henüz başkalarına yardım etmeye alışmamışlardı; dolayısıyla, hiç kimse bir coşkunluk ve bir heyecan ortaya koymamıştı. Allah Rasûlü’nün yüzünde hüzün emareleri belirecekti ki, O’nun halinden çok iyi anlayan ve işin nezaketini kavrayan bir sahabi yerinden fırlayıp evine gitmiş, parmaklarının arasından dökülecek kadar ellerini doldurmuş ve getirdiklerini Rasûlullah’ın huzuruna dökmüştü. Onu görünce diğerleri de ne yapılması lazım geldiğini anlamış ve herkes infak için koşmuştu. Nitekim Peygamber Efendimiz’in önünde bir oğlak büyüklüğünde yardım malzemesi birikmişti. İşte o zaman, yüzündeki hüzün bulutları birer birer sıyrılan Şefkat Peygamberi ashabına tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu: “Bir işe delâlet edip o hususta yol gösteren onu yapmış gibidir.” Evet, Ashab efendilerimiz o gün verme kapısını açmış ve zamanla da sahip oldukları her şeyi vermeye âmâde hale gelmişlerdi. Onlardan kimisi malının tamamını, bazısı servetinin üçte ikisini, bir başkası bir anda yedi yüz deveyi ve bir diğeri de en çok sevdiği bahçeyi Allah yolunda tasadduk edecek kadar cömertleşmişlerdi.

*Öyle bir katılığın yaşandığı dönemde, işin başlangıcında henüz rehabilite görmemiş bu insanların birdenbire balmumu gibi yumuşamaları ve ihsanda bulunmaları çok önemlidir. Sonra o iş bir nevi sünnet olmuş, bir güzergâh oluşmuş; arkadan gelenler de zekat, sadaka, ikram, ihsan ve himmet adı altında din ve iman hizmetine destek vermişlerdir.

*Meselenin bir de manevi yanı vardır. Neden onların bir müdd sadakası başkalarının dağına tekabül ediyor? Sahabe idraki, sahabe imanı, sahabe anlayışı, sahabe ihlası, sahabe rıza düşkünlüğü, sahabe iştiyakı başkalarıyla mukayese edilmeyecek bir seviyededir. Onu verirken öyle bir mülahazaya bağlanıyorlardı ki, “Allah’ın izni ve inayetiyle bu öbür tarafta dağlar cesametinde olacak!” diyor ve buna yürekten inanıyorlardı. Bir de katiyen bunu bir minnet vesilesi yapmıyorlardı. İşin daha mebdeinde bu mülahazayla vermeleri öyle bir enginlik ve derinlikti ki Hazreti Pir-i Muğan’ın “Bir zerre ihlaslı amel batmanlarla halis olmayana müreccahtır.” dediği hakikat zuhur ediyordu. Halisane verme dolayısıyla bir ölçek infak Uhud Dağı kadar kabul ediliyordu.

Bugün de gayret, himmet ve infakla şahlanan nice babayiğitler var!..

*Günümüze gelinirken yeniden bir fetret dönemi oldu. Bir dönemde öyleydi, insanlar adeta dilencilik yaparak o Kur’an kurslarını açmak için koşuyorlardı. Allah ebeden razı olsun, Süleyman Efendi Hazretleri ve talebeleri, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ve taraftarları, Çarşamba Cemaati ve taraftarları… Hepsinden Allah razı olsun. Çok zor elde ediyorlardı ve o zoru Allah’ın izniyle işler hale getiriyorlardı.

*Sonra Allah Teâla günümüzde Hizmet ve Hareket şeklinde ifade edilen, öyle algılanan, öyle kabul edilen ve artık bir dünya meselesi haline gelen Camia’yı da istihdam buyurdu. Batılı bütün devletlerin iki-üç yüz senede gerçekleştiremedikleri işleri, ekonomik durumu orta ölçekte olan Türkiye, Allah’ın izniyle realize etmesini bildi; Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Abazasıyla Anadolu insanı bunu başardı.

*Sizin o koskoca devletiniz, milleti idare eden insanlar, sizin mefkûre dünyanız, gaye-i hayaliniz, ruh ve mana kökleriniz adına kazandırdığınız şeylerin yüzde birini kazandırmamışlardır. Boş iddialara bakmayın. Kuruntularının arkasından koşuyorlar. Allah bunları yapmaya sizi muvaffak kılmıştır ve bundan sonra da çok daha büyük şeyler yapmaya inşaallah muvaffak kılacaktır. Onun için sinek ısırması nev’inden maruz kaldığınız şeyleri nazar-ı itibara almayarak, Allah’ın izni ve inayetiyle, dökülün, saçılın!.. Bir dönemde arkadaşların yaptıkları ve hâlâ yapıyor oldukları gibi himmetle şahlanın!.. Şimdiki bin üç yüzü, iki bin altı yüz yapmaya bakın!.. Durmadığını gösterin bu işin!..

*Sonraki dönemlerde de dini gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi? Günümüz de işte öyle bir zaman dilimidir. Fakat o kapı da aralandı, insanlar alıştılar ona. Bu noktada bir ölçü olması adına bugünkü gibi hatırladığım bir hatıramı nakletmek istiyorum: İzmir Bozyaka’da insanların yardımına başvurulmuştu. Orada meselenin ehemmiyetiyle ilgili bir konuşma yaptıktan sonra emaneten yatıp kalktığım odama doğru yönelmiştim. Utanıyordum da.. kendime istemiyordum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Ben odaya girerken birisi merdivenlerden hızlı hızlı yukarıya doğru çıkarak yanıma geldi. Astsubaylıktan emekli olmuş o zatı tanıyordum. Elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını getirdim!” dedi. Emeklilik parasıyla satın almış olduğu evinin anahtarlarını elime attı. Bu göz yaşartıcı tablo karşısında ben ona dinde böyle bir mükellefiyet olmadığını söyleyip anahtarları iade ettim. Daha sonra da “Git, çoluk çocuğunla evinde otur. Rabbim sana verdikçe, sen de infakta bulunursun.” dedim. Ben bugün de bu coşkun duygu ve heyecanın yaşandığı ve bundan sonra da yaşanacağı kanaatini taşıyorum.

Dirilişin Esasları ve Sevgi İksiri

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu sorumuza cevap sadedinde aşağıda özetlediğimiz konuları anlattı:

Soru:

Hakiki dirilişin, hemen her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelerek, inançta yakîn, amelde ihlas ve duyguda düşüncede ihsan ufkuna ulaşmakla gerçekleşebileceği ifade ediliyor. Bu mücmel hususların izahını lütfeder misiniz?

Ebedî Dirilik Dünyadaki Diriliş Vesilesiyle Elde Edilir

*Diriliş, hakiki manada öldükten sonra dirilmeye denir. Fakat orada dosdoğru, ayaklarının üzerine dirilme, burada din adına dirilmeye bağlıdır. Şayet insan burada dinî düşünce adına ba’sü ba’de’l-mevte mazhar değilse, öyle bir diriliş yaşamıyorsa, öbür taraftaki dirilişine diriliş denmez. Ona sadece yaptığı mesâvinin cezasını görmek üzere boynuna zincir vurulmuş, idama mahkûm edilmiş bir varlık denir. Onun için diriliş bir yönüyle burada başlıyor. Burada dirilenler, gerçek manada diriliş diyebileceğimiz şeyi orada da hakikatiyle yaşayacaklar. Allah burada öyle diriltsin, öyle bir ba’sü ba’de’l-mevte mazhar kılsın. Öbür tarafta da bizi “Hakikaten bu bir dirilişmiş!” dedirtecek şekilde, neşve ile ebedî hayata uyarsın.

*Diriliş, her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelmekle başlar. Hazreti Pîr-i Mugan da, “Madem hakikat budur; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel” diyor. Demek insan cismaniyete takıldığı; yeme, içme, uyuma ve hayvanî duygularla oturup kalkmaya bağlı şekilde dünyada adeta ölümsüzmüş gibi yaşadığı sürece kalb ve ruh ufkuna yükselemez.

“Vallahi, billahi, tallahi mızrap yemiş bir tel gibi onu her an tın tın vicdanımda duyuyorum!”

*Evet, hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel. O zaman insanca hayatın ne demek olduğunu duyacaksın. O zaman Allah ile arandaki muâhedeyi de duyacaksın. “Elest bezmi”ni, yani, Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara; أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların, بَلٰى “Evet, Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diye cevap verdiği anı duyacaksın. “Kalû belâ” (Evet, Rabbimizsin dediler) beyanındaki sırrı vicdanında tın tın duyacaksın. Belki başkaları diyecek: “Benim böyle bir ahd-u misaktan haberim yok!” Fakat sen, “Vallahi, billahi, tallahi ben her an tın tın, mızrap yemiş bir tel gibi onu hep vicdanımda duyuyorum!” diyeceksin. Mahiyetin itibarıyla duyacaksın! Öyle bir “latîfe-i rabbâniye ufku” hedef olarak gösteriliyor.

*Kalb ufkunun üstünde -sofiler de öyle görmüşler- ruh ufku var. Nefha-yı ilâhî. Bir yönüyle doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfâtına teveccüh ediyor. Neden? Allah (celle celâluhu) Hazreti Adem’e (ala seyyidina ve aleyhisselam) Kendi ruhunu nefhettiğini bildiriyor. O zaman bütün insanlardaki ruh da nefh-i ilâhîdir. Embriyolojik süreç içinde belli bir fasla geldikten sonra, hayvânî ruhun, canlılığın yanı başında, ilâhî nefha olarak insanî ruh üfleniyor. Bu defa sen, dünyaya geldiğin andan itibaren, insan olarak kendini duyuyorsun. Çok farklı, daha mürekkep düşünüyorsun, daha engin bakıyorsun, hadiseleri daha mahrûtî (bütüncül) şekilde ele alıyorsun; sebep sonuç arasında, bir yönüyle tığını oynatmak suretiyle çok farklı gergefler örgülüyorsun. Bu da belki bir yönüyle “ruh ufku” oluyor.

*Bunlar güzergâhın gerekli esasları.. yolun erkân ve  âdâbı.. hatta âdâb ötesi ferâizidir. İnsan bunları vicdanında derinlemesine duymadan dünyada gerçek dirilişi söz konusu değildir. Hazreti Pîr böylelerine, “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..” diyor. Demek ki hâlihazırdaki müteharrik cesetler, esasen o dirilişi temsil edecek mahiyette değiller.

Mevlâ razı ise, bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur!..

*Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek manalarına gelir. Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u âzamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka’l-yakîn denir.

*Bütün bu hususlara ulaşma adına çok önemli bir kanat da “ihlas”tır. Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. buyuran Hazreti Bediüzzaman ihlasın ehemmiyetine dikkat çekiyor: Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlas öyle bir iksirdir. Onun için amel ederken sadece rıza hedefli olmak ve ihlaslı davranmak lazım. Bu açıdan, günde bin defa “Allahümme el-ihlâse ve rıdâke – Allahım ihlaslı olmayı ve rızana ermeyi lütfet!” deseniz, yine de bu mevzudaki talebin hakkını vermiş sayılmazsınız. Talebin kıymeti, tâlibin kıymetini aksettirir. Evet, hayatınızın her saniyesini nurani, pırıl pırıl birer yıldız haline getirmeyi düşünüyorsanız “el-ihlase ve rıdâke” deyin, günde belki bin defa O’ndan ihlas ve rıza dileyin.

*Duygu ve düşüncede ihsan. Allah’ı görüyor gibi ya da en azından Allah tarafından görülüyor olma şuuruyla kulluk yapmak.. hareketini hep ona göre tanzim etmek. Rica ederim, Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına kendinizi bağlamamış veya Allah’ı görüyor gibi değişik işlere koyulmamış iseniz, eğrilik büğrülükten sıyrılamazsınız.. villadan, yalıdan kurtulamazsınız.. yattan, gemiden kurtulamazsınız.. makamdan, koltuktan kurtulamazsınız.. parmakla işaret edilme arzusundan sıyrılamazsınız.. Allah belası bu gâileler sarmalı içinde hayatınızı sürdürür, toprağa öyle girer ve oraya sadece çürümüş kemikler bırakırsınız!

Dinin ruhunu öldürdüler!..

*Diriliş yolunun “elif-bâ”sı iman-ı billah.. bir üst faslı marifetullah.. daha bir üst faslı muhabbetullah.. sonra da onun tarafından esip gelen bir bâd-ı saba gibi aşk ve “iştiyak ilâ likâillah”. Zirveye talip olmalı; fakat yol adabını ve geçilmesi gerekli olan köprüleri de göz ardı etmemeli.

*Belki üstûredir ancak Mecnun’un Leyla’ya alakasından bahsedilir. Ferhat’ın Şirin’e delice sevgisi anlatılır; Şirin için hayatını vermiş; dağı delecek, su götürecek; mahbubuna, matlubuna ulaşacak, onu elde edecek. Kalbde ve ruhta diriliş yolunda da en azından öyle bir aşk delisi olmak hedeflenmeli. “Allahım oraya ulaşmam için daha ne yapmalıyım?” heyecanız. Halbuki hedeflenmesi gereken zirve O’na karşı delice aşk u alaka…

*Aslında böyle bir aşk u alakaya talip olursanız, Allah’ın izniyle sonunda ona ulaşırsınız. Bir insan bir şeyin arkasına ciddi, yürekten düşerse, o mevzuda ciddiyet sergilerse, işi şakaya boğmazsa, mutlaka talip olduğu şeyi elde eder. O’nu yürekten sevebilmek için böyle bir azim, böyle bir cehd lazım ki bizim en çok ihtiyacımız olan şey de budur. Bizi bizden uzaklaştıranlar bizi bu duygulardan ve dinin ruhundan ettiler. Bizi dinin şekliyle teselliye ittiler ve dinin ruhundan ettiler. Dinin ruhunu öldürdüler.

Ya Rabb, bu ne tatlı pazarlık!..

*Hakiki mü’min, kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir..

حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ

“Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” İşte bu yüce ufka talip olmak lazım.

*Siz Mevla’yı severseniz, Allah da (celle celâluhu) sizi bırakmaz; fakat ısrar etmek lazım. “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Sen seveceksin. Sen sevmezsen başkalarına nasıl sevdireceksin ki?!. Sen sevmeyince, o muhabbeti içinde duymayınca, O’nun başkaları tarafından da delice sevilmesi arzusu olmaz ki içinde. Evvela sen delice seveceksin O’nu.

*“Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Buna isterseniz bir mukavele diyebilirsiniz. Cenab-ı Hakk -bir yönüyle- rahmet ve tenezzül tecelli dalga boyunda size diyor ki: “Bakın kullarım! Siz Beni kullarıma sevdirirseniz -anlaşalım sizinle- Ben de sizi severim.”

*Hadis-i şerifteki fiil-i muzari kipinden de anlaşılacağı üzere, Allah’ın sevmesi bir kereye mahsus kalmaz. O hayatı sizin için bir cennet hayatı haline getirir. Dünya mü’minin nazarında bir cennet koridorudur; Esma-i ilahiyenin mecâlisi ve Sıfat-ı sübhaniyenin mezâhiridir. Sen cennete doğru yürüyor gibi bir neşve içinde yürürsün; dünya bile bir cennet haline gelir. “İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor.” diyor Hazreti Pir-i Mugan Şem-i Tâbân. Kalbinde o iman varsa, senin içinde sürekli bir cennet var demektir.

Aşk gözyaşları cehennem ateşini dahi söndürür!..

*Evet, Allah’ın sevmesi, her fasılda bir başka güzellikte tecelli eder. Mesela, berzah hayatına girersiniz, sanki tatlı rüya iklimlerine açılıyor gibi bir hayat sürersiniz. Sevgisini bu defa önünüze öyle serer. Mizana gittiğiniz zaman herkesin korktuğu bir dönemde bişaretlerle sizi öyle bir sevindirir ki böylece sevgisini yine ortaya koyar. Sırattan geçerken herkes korkuyla titrer. Kimileri takılır çengellerde kalır. Kimileri aşağı yuvarlanır. Fakat siz oradan geçerken cehennemin alttan bağırdığını duyarsınız; hadisin ifadesiyle “Çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!..”

*Muhabbet, cehennem ateşini söndüren bir iksirdir. Sevmiş ve O’nun için gözyaşı dökmüşseniz… Yine bir hadis-i şerifte ifade buyuruluyor: Cibril’in (aleyhisselam) elinde kâse gibi bir şey, içinde bir mâî (sıvı). Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) soruyor, “Bu nedir?” diye. O da, “Bu mü’minlerin gözyaşlarıdır!..” diyor. Herhalde aşk ile dökülen gözyaşından daha kutsal bir gözyaşı yoktur. Cehennemin dağlar veya aysbergler cesametindeki o kıvılcımlarını söndürecek iksir de budur.

İmanın Tadını Duymanın Üç Şartı

*Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde,

ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهِنَّ حَلاَوَةَ اْلإِيمَانِ: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُما، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ

“Üç haslet vardır, bunlar kimde bulunursa, o, imanın tadını duyar: Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” buyurmaktadır.

*Allah ve Rasûlü’nun dünyada her şeyden daha sevimli hale gelmesi… Onları öyle seveceksin ki, onların söz konusu olduğu her yerde, her şey, karşında bir anda siluete dönüşecek. Tabiî karşındakinin hakkına da tecavüz etmeyeceksin. Erkek kadının hakkına, kadın erkeğin hakkına, baba evladının, evlat babanın hukukuna tecavüz etmeyecek. Çünkü onlar senin Allah ile münasebetini pekiştirmende birer unsurdurlar. O hukuka da riayet edeceksin. Kendini zorlayacaksın. “Allah bir de eşimin, evladımın hesabını bana sormasın!..” diye tir tir titreyeceksin. Bu hukuka riayetin yanı başında, Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık seveceksin.

Nerede Hazreti Ömer’in Peygamber sevgisi ve nerede bizim alakamız?

*Diğer peygamberler de nur neşreden birer yıldızdılar ama güneşi görünce, ışıklarını toparlayıp sinelerinde sakladılar. Çünkü gelen güneşler güneşi ve varlığın ilk mâyesi olan gerçek nurun sahibiydi. Bûsîrî ne güzel der:

فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا             يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ

“O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır / Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.” İşte, hakikat güneşinin zuhur etmesiyle nasıl ki yıldızlar görünmez olurlar, onlar yok değildir, vardır ama görünme hakları güneş zuhur edinceye kadardır; aynen öyle de Allah ve Rasûlü’nün sevgisi söz konusu olduğunda diğer bütün alaka ve muhabbetler görünmez olur. Bu açıdan, neyi nereye koyacaksınız, bunu iyi bilmelisiniz!..

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bir gün, “Yâ Rasûlallah! Seni nefsimden başka her şeyden daha çok seviyorum!..” der. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer’in elini tutar ve “Beni nefsinden/canından çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamazsın ey Ömer!” buyurur. O da hemen, “Seni canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlallah!” der. Bunun üzerine Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şimdi oldu.” buyurur. Nerede bu hakikat ve biz nerede duruyoruz?!.

Bu öz değerlerimizi yitirdiğimizdendir ki şeklî insanlığa takılıp kaldık!..

*Biz bunları yitirdik. İçinizde bunları derinlemesine yaşayan insanlar vardır. Fakat yeryüzündeki İslam toplumlarına ve zavallı Türk toplumuna baktığınız zaman bu duyguların yitik olduğunu göreceksiniz. Bir zamanlar önemli bir misyon eda eden o mübarek Devlet-i Aliyye’nin âlî fertleri o uğurda nasıl hırz u can ediyorlardı?!. Birileri bizdeki o aşkı, o heyecanı, o ruhu çaldılar. Onu mevcut sistemlerin, siyasi idarelerin vesayeti altına verdiler; meseleyi onların güdümünde götürdüler ve işin doğrusu dini üç-beş kuruşluk dünyaya sattılar.

*“Kişiyi, herhangi bir insanı, Allah’tan dolayı sevmedikçe, imanın tadını tatmış olamazsınız!..” Herkese seviyesine göre, Allah’tan ötürü bir kalbî alaka duyma. Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.” Saniyeyi sene yapmak istiyorsanız, bu her şeyi Allah sevgisine ve Rasûlullah muhabbetine bağlamaktan geçer.

*“Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” İnsan, Allah onu imana hidayet buyurduktan sonra, küfürden, dalaletten sıyrıldıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi, cehenneme atılıyor gibi kerih görmedikçe, imanın tadını tatmış olmaz. Küfürden, dalaletten, nifaktan, yalandan, şikaktan, iftiradan, gıybetten, bühtandan, dünyaperestlikten, ikbal sevdasından, hakimiyet sevdasından vazgeçmedikten sonra imanın tadını tatmış sayılmazsın. Başka tat seylaplarına, akıntılarına kendini salmışsan ve geriye dönmeye de fırsat bulamıyorsan, senin Allah’ı sevdiğinden, Peygamberi sevdiğinden de söz edilemez.

*Gerçek insanlık bu duyguları hayata hayat kılmaktan geçer. Yoksa insan, şeklî insanlıktan -Müslümanlık demiyorum, zaten ondan fersah fersah uzaktır- kurtulamaz.

Heyetin Sevabına Nail Olmanın Şartları

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Bediüzzaman Hazretleri, müşterek yapılan ahirete yönelik iş ve amellerde elde edilen sevapların bütününün, onlara ortak olan her bir ferdin hasenat defterine eksiksiz bir şekilde kaydedileceği hususu üzerinde duruyor. Bu mükâfat ve müjdeye nail olmanın şartları nelerdir, izah eder misiniz?

Cevap: Hazreti Pîr, Risale-i Nur’un değişik yerlerinde iştirâk-i â’mal-i uhreviye meselesini net bir şekilde ortaya koymuş; hizmet-i imaniye ve Kur’âniye dairesi içinde yer alan kişilerin her birinin, umumun kazandığı sevaplara ortak olacağını da ifade etmiştir (Bkz.: Lem’alar, s.206 Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstûr; Kastamonu Lâhikası s.67). Hazreti Üstad’dan önce bu meselenin ne tasavvuf ne tefsir ne de diğer İslâmî eserlerde bu ölçüde açık ve sarih şekilde ele alındığını hatırlamıyorum. Her ne kadar geçmişten bugüne bazı büyük zatlar bu hususa değişik ima ve işaretlerde bulunmuş olsalar da, Üstad’ın konuyla ilgili yaklaşımları çok açık ve nettir.

Esasında onun bu yaklaşımı nuranî olan metafizik âlemin letafetine de çok uygun düşmektedir. Çünkü nuranî şeyler, aynıyla akseder. Mesela, dört duvarında ayna olan bir odada bulunan lambanın sureti, aynı anda hepsinde aynıyla tezahür eder. Aynen onun gibi uhrevî nuranî işlerdeki sevaplar da bölünmeksizin o işe iştirak eden her bir şahsın amel defterine fazl-ı ilâhî olarak kaydedilir.

Kur’ân ve Sünnet Temelli Bakış Açısı

Hazreti Pîr’in bu yaklaşımının Kur’ân ve Sünnet’in temel düsturlarından süzülmüş bir tespit olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan ve Sünnet-i Sahiha’ya bakıldığı zaman pek çok yerde Cenâb-ı Hakk’ın muvaffakiyet lutfetmesinin vifak ve ittifaka vabeste olduğu; birlik ve beraberlik ruhu içinde gerçekleştirilen amellere apayrı bir bereket ve mükâfat vaat edildiği görülecektir. Mesela Kur’ân-ı Kerim’de yer alan,

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَۤاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, (yapışın, sonra da) ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/103) kavl-i kerimiyle

وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَۤا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Ve onların kalblerini birbiriyle uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine de onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın; ancak Allah’tır ki, onların arasını buldu ve uzlaştırdı. Çünkü O, daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl sûresi, 8/63) âyet-i kerimesi bu hususa işaret etmekte; bir yönüyle umumun menfaatine bakan zafer, hâkimiyet ve muvaffakiyetlerin Müslümanların vifak ve ittifakına bağlandığını göstermektedir.

Bir işte ortak hareket etme, dünyevî işlerde büyük başarılara vesile olmaktadır. Hazreti Üstad’ın verdiği misalle meseleye bakılacak olursa, on kişi ayrı ayrı dikiş iğnesi üretimi yapmaya çalıştıklarında günde ancak üç iğne yapabilirken, teşrik-i mesai ve taksim-i a’mâl düsturuyla hareket edip her birisi iğnenin imalatı adına gerekli olan ocak yakma, demir getirme, delik açma ve uç sivriltme gibi bir işi yaptığında her birine günlük üç yüz iğne düştüğü görülür. Yine Üstad Hazretleri’nin verdiği bir misalle, dört beş kişiden birisi lamba, birisi gazyağı, birisi fitil, birisi şişe, bir diğeri de kibrit getirip lambayı yaksalar, onlardan her birisi ondan çıkan ışıktan tamamıyla istifade ederler. İştirak-i â’mâlin maddî olan dünyevî işleri bu ölçüde kolaylaştırdığını ve ona bereket kazandırdığını gören bir insan, zannederim ortaklık düsturunun şeffaf ve nuranî olan uhrevî işlerde nasıl bir feyiz ve bereket kazandıracağını daha iyi anlar.

Bu açıdan meseleye bakıldığında şunu söyleyebiliriz: Günümüzde Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve lütfuyla dünyanın dört bir yanında ve hayatın değişik katmanlarında gerçekleştirilen güzel hizmetlerden hâsıl olan sevabın bütünü, iştirak-i â’mâl-i uhreviye sırrıyla bu uğurda koşturan her bir ferdin amel defterine eksiksiz bir şekilde aksedecektir. Yani bu geniş daire içinde bulunan her bir fert, milyonların say u gayretinin neticesinden istifade edecektir. Her birinin amel defterine yazılan sevaplar, diğerlerine de yazılacaktır. Durum böyleyken bir insanın böyle küllî bir mükâfatı bırakarak, ferdî mülâhazalara takılıp kalması, bencilliğinin altında ezilip “Ben, kendi kendime bir şeyler yapabilirim.” demesi o engin mükâfattan mahrum kalması demektir. Çünkü insan ne kadar kabiliyetli ve istidatlı olursa olsun, isterse elli tane deha çapında kabiliyete sahip bulunsun, yine de tek başına ne dünyada insanlığa faydalı ve kalıcı bir hizmet ortaya koyabilir, ne de ahirete müteveccih böyle büyük bir mükâfata nail olabilir.

Amelin Özü: İhlâs

Hazreti Pîr’in konuyla ilgili açıklamalarına bir bütün hâlinde baktığımızda böylesine büyük ve küllî bir semereye mazhariyetin kendine göre bir kısım şartlarının bulunduğunu görmekteyiz. O hâlde kendimize sormamız gereken soru şudur: Biz, sahip çıkmaya çalıştığımız bir hareket içerisinde nasıl bir duruş ortaya koymalıyız, birlikte nasıl yol yürümeliyiz ve nasıl kaynaşıp bütünleşmeliyiz ki söz konusu mazhariyetleri elde edebilelim? İşte böyle bir mazhariyeti elde etme adına Hazreti Pîr ilk şart olarak “sırr-ı ihlâs ile iştirak” esasını zikrediyor.

İhlâs, bir ameli sırf Allah emrettiği için yapmak, neticesini rıza-i ilâhîye bağlamak, semerelerini de ahirete bırakmak demektir. Bu açıdan ahirete müteveccih her türlü iş ve amelde ihlâsı esas alan bir kimseye göre önemli olan, bir kısım hayırlı hizmetlerin yerine getirilmesidir; bunları falan veya filanın yapması değildir. Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, asıl olan, kimi zaman toplu çarpan dertli yüreklerle bir ney sesi gibi inleyip insanları mest etmek; kimi zaman da koro hâlinde gür bir sesle insanlara hak ve hakikati duyurmak, onlara hayret, kalak ve heyman yaşatmak ve böylece onları huzur-u kibriyaya ulaştırmaktır. Hedef ve maksat bu ise, böyle bir gayeyi kim gerçekleştirirse gerçekleştirsin, insan, kendisi yapmış gibi bundan memnuniyet duymalıdır. Üstad Hazretleri, bu konuya misal verirken, talebelerinden birisine, “Falanın hattı senin hattından daha güzel.” dediğini, o talebesinin bu sözden memnun olduğunu ifade ediyor. Hatta Üstad hazretleri o talebesinin kalbine baktığını, kalbinin de aynı duygularla çarptığını belirtiyor (Bkz.: Barla Lâhikası, s.119). İşte bu, sırr-ı ihlâs ile iştirake çok çarpıcı ve güzel bir misaldir.

Aynı şekilde Hazreti Pîr, bu meseleyi ağır bir defineyi taşıma ve muhâfaza etmeye benzetmiş defineyi omuzunda taşıyanların kendilerine yardıma koşan kuvvetli ellerin iştirakinden sevinmesi ve memnun olması gerektiğini ifade etmiştir. Evet, bu taşınan definenin bir ucundan ben tutacağım, bir ucundan sen tutacaksın, bir ucundan da öbürü tutacak ve hiç kimse kendisine hangi ucun rast geldiğine bakmayacak. Madem götürülen definede, ona iştirak eden herkese ait bir hisse vardır; herkesin kendi payına düşen işi hakkıyla yerine getirmesi ve bunu yaparken de kimseyle rekabet ve münakaşaya girmemesi gerekir.

Bir insanın bu ölçüde ihlâs sırrına muvaffak olabilmesi ise, kendi renginden sıyrılıp heyetin rengini alabilmesi ve kardeşlerinin meziyetleriyle iftihar etmesiyle mümkündür. Zaten hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’ye gönül vermiş bir insanın, değişik nam u nişanları, ad ve unvanları geride bırakacak şekilde çok önemli bir vazife ve sorumluluğa talip olduğunu asla unutmaması gerekir. Bu açıdan yürüdüğü yolun şuurunda olan bir insana, “Sen, şunu yaptın, bunu yaptın.” dense onun vereceği cevap şu şekilde olacaktır: “Hatırlamıyorum, çok ihtimal de vermiyorum. Arkadaşlar çalıştı, gayret ettiler. Belki o esnada ben de aralarında bulunmuş olabilirim.” İşte Üstad Hazretleri’nin ifade ettiği sırr-ı ihlâs ile iştirakin ölçüsü budur.

Tam Bir Kardeşlik ve Dayanışma Ruhu

Üstad Hazretleri, iştirâk-i â’mâl-i uhreviyeden istifade edebilmenin ikinci şartı olarak ise “sırr-ı uhuvvet ile tesanüd”ü nazara vermiştir. Uhuvvet, kardeşlik demektir. Bir yerde kardeşlik varsa, orada birbirine dayanma ve dayanışma da olur. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mü’minler arasındaki kardeşliği anlatırken, bir vücudun uzuvları arasındaki münasebete dikkat çekmiştir. Nasıl ki bu uzuvların birinde rahatsızlık hâsıl olduğunda, diğer uzuvlar da ateş ve uykusuzluk ile buna ortak olurlar. Aynen öyle de mü’minler kendi aralarında öyle samimî ve ciddî bir uhuvvet bağı tesis etmelidirler ki, heyet-i İslâmiye’de bir arıza olduğu zaman her biri bundan müteessir olup ızdırabını çekmelidir (Bkz.: Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66). Evet, kendini hakka adamış inanan gönüller kubbedeki taşlar gibi düşmemek için baş başa vermeli, birbirlerine destek olmalı ve yol boyu hiçbir arkadaşının yolda takılıp kalmasına meydan vermemelidir. Eğer hizmet erleri bu anlayış çerçevesinde yekvücut olur, böyle bir ruh haletini paylaşır,  hakikî birlik ve beraberliğe ererlerse, milyonların hasenatı ayrı ayrı her birinin defterine noksansız bir şekilde akacaktır.

Ortak Akılla Uyum İçinde Hareket Etme

Bu konuda ileri sürülen üçüncü şart ise sırr-ı ittihat ile teşrikü’l-mesaidir. Yani birlik ve beraberlik ruhuyla mesailerin, yapılacak işlerin, vazife ve sorumlulukların taksim edilmesidir. Başka bir ifadeyle münferit hareket etmekten sakınarak müşterek mesai yapma ve birlikte hareket etme alışkanlığının kazanılmasıdır. Bunun için de herhangi bir işe başlarken öncelikle vazife taksimi yapılmalıdır. Herkes elinden ne geliyorsa, neyi güzel yapıyorsa onu yapma gayreti içinde olmalıdır.

İfade ve izah etmeye çalıştığımız bu üç şart yerine getirildikten sonra, hizmet erleri kafa kafaya vererek meseleleri müşterek akla emanet ederlerse -Allah’ın izni ve inayetiyle- ferdî aklın düştüğü hatalara düşmeyeceklerdir. Çünkü ihtimal hesapları içinde bir araya gelmiş on tane aklın, bir meselede yanlış bir neticeye varması belki milyonda bir ihtimaldir. Baş başa vermiş akıl sayısı yirmi olduğu takdirde ise ihtimal oranı o ölçüde düşecektir.

Bu açıdan meselelerin kolektif şuura bağlı götürülmesi çok önemlidir. Öyle ki, bir insan dâhiyane tedbirlere sahip olsa bile, umum heyetle alakalı meselelerde tek başına asla karar vermemelidir. Şimdiye kadar insanlık tarihi boyunca tek başına hareket edip, tek başına karar verip de kalıcı bir muvaffakiyet ortaya koyan tek bir kişi dahi bilmiyorum. Evet, ne Sezar’ın ne Napolyon’un ne Hitler’in ne Mussolini’nin ne de ondan sonra gelen diğer tiranların muvaffakiyetleri kalıcı olmamış, başta saman alevi gibi parlamış ama kısa bir zaman sonra sönmüş ve hazin bir enkaz yığını hâlinde orta yerde kalakalmıştır. Kolektif şuura müracaat eden gerçek liderler ise, meseleleri meşverete bağladıkları ölçüde muvaffak olmuş, ortaya koydukları hizmetlerle içinde bulundukları toplumun geleceğini inşa etmişlerdir.

Hâsılı, hem dünya hem de ukbada, iştirak-i â’mâl-i uhreviyenin vaat ettiklerine nail olabilmek için dupduru bir niyet ve samimiyete, kardeşlik ve dayanışma ruhuyla ortak akıl ve kolektif şuura ihtiyaç vardır.

Diriliş Süvarileri ve İhlası Kırmanın Büyük Vebali

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Dirilişin Erkânı

*Ruhî ve kalbî hayatımız adına yitirdiğimiz şeyler nelerse -ihyâ hareketi, ihyâ hamlesi adına belki en önemli mesele odur- yeniden yitirdiğimiz o şeyi bulmak; onu bütün canlılığıyla tabiatımızın bir yanı haline getirmek; başkalarına gösterme niyetiyle değil fakat başkalarına rehberlik yapma adına onu çok parlak olarak sergilemek… İnsanlığın şeklî müslümanlıktan, sûrî müslümanlıktan kurtulması buna bağlıdır.

*Namaz kılan insan değil; namaz delisi olan insanlar!.. Hadis-i şerif ifade ediyor: Mescitten çıktıktan sonra kalbini mescitte bırakan.. “muallak” tabiriyle.. kalbi takılmış, mescidin bir yanında kalmış: “Ya biz öğleyi kıldık, bu müezzinler niye ikindi ezanını okumuyorlar ki? Koşa koşa gidelim, bir defa daha Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde el pençe divan duralım. Eğilelim, azametini ifade edelim; küçüklüğümüzü ifade edelim; başımızı yerlere sürelim: ‘Allah’ım, büyüklüğün adına bunları yapıyor ve bunlarla kendi küçüklüğümüzü haykırıyoruz.’ diyelim!..” İnsanlığın İftihar Tablosu, fazilet sıralaması içinde zikrettiği şeyler arasında, “Mescitten ayrıldıktan sonra kalbi mescide takılı kalan insan” diyor. Bu da namaz delisi olmaya bağlı; oruç delisi olmaya bağlı; teheccüd delisi olmaya bağlı; her şeyi şuurluca yerine getirme delisi olmaya bağlı. En azından buna talip olmaya bağlı!..

*Kalbinizi Cenâb-ı Hakk’a tevcîh ettiğinizde, kirlenmemiş kalblerinizle O’na yöneldiğinizde, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün, öbür gün olmasa daha sonraki gün siz onu duymaya namzet bulunuyorsunuz. Aslında bu duyduğunuz şeyleri başkalarına da duyurma, gerçek bir ihyâ hareketi mimarlarına düşen vazifedir: İnsanları şeklîlikten kurtarma; sûrîlikten kurtarma; hakîki müslümanlığa, yani kalbî ve rûhî hayata yönlendirme; onların günlük siyasetin dedikodusundan sıyrılmalarını sağlama; Allah ile münâsebet mevzuunda kavî hale getirme…

*Bu açıdan öyle bir heyet oluşturmaya ihtiyaç var: Zannediyorum sadece kendi ülkeniz değil veya daha geniş dairede kendi dünyanız değil; İslam dünyası diye, şeklen belli bir coğrafya ile belirlenmiş İslam dünyası değil; belki belli ölçüde, dostlara dost seviyesinde, taraftara taraftar seviyesinde, kardeşe kardeş seviyesinde, beyne beyneye beyne beyne seviyesinde… “Yahu meğer insanlık buymuş! Bizim ütopyalarda aradığımız şeyi meğer bu insanlar yaşıyormuş!” derler. Bir yerde böyle maya mahiyetinde oluşturacağınız bu keyfiyet, bu engin hal, dalga dalga bütün dünyaya yayılacak, bütün dünyadan beklediğiniz şeyleri o zaman Allah’ın izni inâyetiyle bulacaksınız. İnsanlığın böyle bir dirilişe ihtiyacı var.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Her Zaman Diriliş Erenlerinin Arasındadır

*İnsanlığın, dini, sahabi gibi duymaya ihtiyacı var.. dini, Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Osman gibi, Ali gibi (radiyallahu anhüm ecmain) duymaya ihtiyaç var.

*O Zât aramızdan silinip gitmemiştir; şahs-ı manevi olarak aramızdadır. Namaza durduğumuz her zaman imamın önünde de O’nu mülahaza etmek suretiyle “Evet, Sen varsın Allah’ın izniyle ve her zaman içimizdesin!.. Aslında bir referans olarak rüyalarımıza girip durmakla da bizim içimizde dolaştığını Sen ifade ediyorsun ey Allah’ın şanı yüce nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem)” der gibiyiz. Kalbi temiz insanların rüya ufkunda tecelli ediyor, “Beraberim, ben sizin içinizdeyim!” diyor. O’nun içimizde olması bizi şereflendiriyor. Biz de bir yönüyle O’na liyakat peşinde koşmak suretiyle liyakatimizi korumalıyız. Yoksa O’na karşı saygısızlık yapmış oluruz.

*Bunun dışındaki şeyler hep tali şeylerdir. Şöyle Müslümanlık, böyle Müslümanlık.. onu aksatarak, bunu aksatarak, elli türlü yalanla-dolanla kendini farklı göstermeye çalışma, öyle bir gayret içinde bulunma.. bu bizim gibi saf-derun insanları aldatsa bile mele-i alanın sakinlerinin karnı toktur buna ve ilm-i ilahide hiçbir ifadesi olmaz.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm da sadece ona karşı yüzünü ekşitir.

Soru: Eserlerde “(…) bazı hissiyât-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakâik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” deniliyor. İhlassızlığı şahsî bir kusur olmaktan çıkaran bu üç hususun şerhini lütfeder misiniz?

“Allahım, ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyoruz!..”

*İhlas, insanın, yaptığı her şeyi Allah emrettiğinden dolayı, O’nun rızasını hedefleyerek, başka mülahazalara takılmadan işlemesi demektir. Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.Bu mülahazaya bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’a karşı arz-ı ubudiyette bulunma, ihlastır.

*Ellerinizi kaldırdığınızda günde bir milyon defa “Allahümme el-ihlasa ve rıdâke – Allahım ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyorum!” deseniz, meselenin büyüklüğü açısından yine kadrine uygun bir teveccühte bulunmuş sayılmazsınız.

*İbadette saf olma, dupduru olma, sadece onu hedefleme ve onu hedeflerken de başka beklentiye girmeme.. hatta cennet varmış, huri varmış, gılman varmış; o mevzuda bir talebimiz olursa, onu da Efendimiz’in şefaatiyle ve ehl-i beytinin delalet etmeleriyle Allah’ın fazlı, bize ekstradan bir armağanı olarak isteme. Kullukta asıl gaye ihlasla yapmak ve neticede sadece meseleyi Allah’ın rızasına bağlamaktır.

İhlas’ın Güveleri

*İhlası yiyen, delik deşik eden, bir güve gibi kemiren şeyler vardır. “Hissiyât-ı süfliye” diyor Bayağı bir kısım hisler; garîze-i beşeriye ve hayvaniye gibi şeyler. Rahatlık duygusu, şöhret arzusu, korku ve bohemlik gibi hisler. Ve “menâfi-i cüz’iye” diyor. Bütün bir dünya da olsa eğer uhrevîlik ve melekûtîlik adına size bazı şeyleri kaybettiriyorsa, onların hepsi cüz’î şeylerdir, menâfi-i dünyeviyedir; size büyük şeyleri kaybettiriyor.. ihlas kırılıyor bunlarla.

*Hissiyât-ı süfliyye ve menâfi-i cüz’iyeyle ihlas kırılırsa -hafizanallah- insanlar “Allah yolu” derler, “hizmet yolu” derler çıkarlar da sonra halkın teveccühü olur, imrenir bir yere girerler.. ondan sonra dün fakirdiler, gecekondularda oturuyorlardı; bugün “Hazır böyle bir fırsat doğmuşken -insanlar da şakır şakır imkanlarını bizim önümüze döküyorsa şayet- bu bizim hakkımız. Söz de bizde bitiyor. Biz niye böyle gemisiz, villasız, yalısız yaşayalım ki, bizim de olsun.” derler. Bunlar irtişâ bile olsa… Zaten diyenler de var: “Hediyedir aslında bunlar. Hediye veriyorlar, dolayısıyla siz de onlara mukabelede bulunuyorsunuz; Efendimiz’in hadisine uyarak: Size birisi hediye verdiği zaman, siz de ona bir hediyeyle mukabelede bulunun!” Böyle ancak Dümbüllü İsmail’i güldürecek şeylerle onlara payanda olursanız, destek olursanız, onlar da -maşallahı var zaten- o mübarek başlarını alır balıklamasına girerler o işe. Allah öyle bir sukuttan sizi, sizin neslinizi, sizin gibi düşünenleri muhafaza buyursun. Sukuttur, kazanma yolunda kaybetme demektir; şehrahta, otobanda trafik kazası yapmak demektir.

*Bazı kimseler böyle şirazeden çıkarlarsa, endazesiz yaşarlarsa, ölçüleri görmezlikten gelirlerse, izan bilmezlerse ne olur? Hizmetteki kardeşlerimizin hukukuna tecavüz olur. Bir tek fert bile yapsa, “bunlar da böyle” derler. Hani şimdi demiyorlar mı? Bazılarımızın bazı yanlışları, bazı hatalarıyla herkesi karalıyor, bir yönüyle Hizmet hakkında olumsuz bir algı oluşturuyorlar. Bir diğer taraftan da kendileri gırtlaklarına kadar günaha giriyorlar. Yahu bir insan yapmıştı onu, iki insan yapmıştı onu, yapmıştıysa şayet. Fakat koskocaman bir camiayı karalıyorlar. Hukukun temel disiplinleriyle de beraat-i zimmet esastır. Sonra suç şahsidir; kusuru varsa bir insanın, kusur şahsidir; onunla bir cemaatin, bir hareketin umum efradını kusurlu görmek meselesi öyle bir vebaldir, günahtır ve su-i zandır ki küfre denk sayılır o, hafizanallah.

Dünya Karşısında Rükûa Varan Bir Gün Ona Secde de Eder!..

*Bir insan, iki insan bu mevzuda nizamı, ahengi koruyamaz, inhiraf ederlerse, hissiyât-ı nefsaniyelerine yenik düşerlerse, menâfi-i cüz’iyye karşısında rükûa varırlarsa.. rükûa varan insanın secdeye kapanması mukadder demektir; rüku, secdenin en inandırıcı referansıdır. Dünya karşısında rükûa varan insanlar, er geç bir gün dünya karşısında secdeye de varırlar. Marifet kahramanının “Hel min mezid” ufku, Allah adına marifetini artırma istikametindedir. Ehl-i dünyanın o mevzudaki ufku da “daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da işarette bulunuyor: “İki dağ cesametinde altını olsa, üçüncüsünü ister!” diyor. İnsandaki bitip tükenme bilmeyen tûl-i emele dikkati çekiyor. Hazreti Pir de tûl-i emelin temeline vurguda bulunuyor, “tevehhüm-ü ebediyet” diyor: Sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşama!.

*Halbuki, yarın öbür gün vefat edip gittiğin zaman “Ne kendi eyledi rahat / Ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubur!’’ dedirtmek var!.. Bir de “Bizim yıkılmış gitmiş ruhlarımızı ikâme etti, bize doğruyu gösterdi, bizim için endaze oldu, o sayede mizanlı hayata ulaştık; Allah ebeden ondan razı olsun!..” dedirtme var. Temkinli yaşamak lazım.

*Birileri dünya çapında, sizin hakkınızda, “Bunlar da böyleymiş!” dedirtme peşinde koşuyor. “Bunlar da böyleymiş; bunlar da insanın gafletinden istifade etmek istiyorlarmış, bunlar da fırsat bulup insana çelme takmak istiyorlarmış, bunlar da insanı kündeye almak istiyorlarmış!..” gibi hiç olmadık şeylerle karalıyorlarsa şayet -hafizanallah bir de düşünün- olmuş şeylerle diyecekleri şeyler öyle bir sıvanır ki hiçbir deterjanla o lekeyi silemezsiniz, gideremezsiniz. Hüviyet-i asliyenize kendi halinizi irca edemezsiniz. “Kur’an talebesi ama bakmayın, adları öyle; onlar da aynı haltları karıştırıyorlar, onlar da yalı peşinde, villa peşinde, para peşinde, milleti sağma peşinde…” Bunu dedirtmeyelim.

*İhlasın bir derinliği de yapmadıklarını Allah’tan dolayı yapmamak, O’nun rızasına uygun olmayan işlerden sakınmaktır.

450. Nağme: O Yâr Değilse, Bütün Dünya Alkışlasa Ne Fayda?!.

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Bir talebesi, Bediüzzaman Said Nursî hazretlerine hitaben yazdığı mektubunda ona ve eserlerine karşı duyduğu hayranlık ve medyuniyet hislerini ifade ederken diyor ki:

“Aziz Üstad, hizmetin göklerde gezsin ve siz destanlarda geziniz.”

Hazreti Bediüzzaman, bu risaleyi Lahikalara dâhil ederken mezkûr cümleye şu hâşiyeyi (dipnotu) ekliyor:

“Bu kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, her şey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek, Cenâb-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki, “وَاجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلاٰخَرِينَ – Bana, arkamdan hayırla yâd edilmeyi nasip et.” (Şuarâ Sûresi, 26/84) buna işarettir. Said”

Hazreti Üstad, bu dipnotta ihlas hakikatiyle alakalı çok hayati bir problemi hallediyor. Ortaya konulan bir amel karşısında insanların takdir ve alkışlarına nasıl bakmak lazım geldiğini illet, müreccih, müşevvik ve alâmet-i makbuliyet kavramlarını kullanarak açıklıyor.

İşte günün nağmesi olarak neşrettiğimiz bu sohbette, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye Hazreti Üstad’ın yukarıdaki sözlerinin şerhini sorduk.

Aldığımız cevabı 26:11 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.