Posts Tagged ‘i’lâ-yı kelimetullah’

Üns Billah

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Üns billah ne demektir ve ona nasıl ulaşılır?

‘Üns’ kelimesi Arapça’dır. Şimdilerde çok bilinmese de biz Türkçemizde daha çok aynı kökten gelen ünsiyet kelimesini o manada kullanırız. Birine ünsiyet etme; ona alışma, onu kendine yakın hissetme ve onunla arkadaşlık kurma gibi anlamlara gelir. Üns kökünden elde edilen enis kelimesi ise yakın dost manasındadır. ‘Celis’ kelimesi de aynı ortamda bulunmayı, dostluğu, yoldaş olmayı ifade eden Arapça bir kelimedir. Bundan olsa gerek aralarında samimiyet oluşan, birbirlerinin yâr-ı vefadârı olan insanların hâlini ifade etmek için enis ü celis (samimi dost) tabiri kullanılır.

Üns kelimesi, tasavvuf literatüründe daha özel bir anlam ifade eder. İnsanın maddeten olmasa da kalben, ruhen, hissen ve belki de aklen masivadan (Allah’tan başka her şeyden) uzaklaşarak, dünyevî bağlardan sıyrılarak bütün kalbiyle, varlığıyla Allah’a teveccüh etmesi, O’na yaklaşması, O’nun sevgisiyle dopdolu olması, sadece O’na güvenip dayanması, O’nunla huzur ve sükûnete ermesi gibi anlamlara gelir. Cenab-ı Hakk’ın mahlukata benzerlikten mukaddesiyet, münezzehiyet ve mübecceliyeti mahfuz, böyle bir kişi bir mânâda Zât-ı Ulûhiyet’in enisi olurken Zât-ı Ulûhiyet de onun enisi olur. Bu yüzden sözcük daha ziyade üns billah şeklinde kullanılır.

Üç Buutlu Mekânın Ötesi

Üns billaha erenlerin Cenab-ı Hak’la farklı ve derin bir münasebeti olur. Böyle bir münasebet, insanın duygu ve düşüncelerine, beyanına, tavırlarına, hâl ve hareketlerine tesir eder. Onun gözünde dünyanın, dünyanın fani yüzüne bakan cihetiyle bir önemi kalmaz. Ne yuva ne evlad ü ıyal ne de dünya serveti onu Allah’tan koparabilir. Bu mazhariyete eren biri, çok farklı bir ufkun insanı olmuş demektir; derecesine göre üç buutlu mekânın ötesine geçerek buutlar üstü âlemlerde seyran edebilir.

Ne var ki böyle bir makamı kazanmak kolay değildir. Bu, ciddi bir ceht ü gayrete bağlıdır. Öncelikle bir müminin üns billah ufkunda seyahat etme gibi bir hedefinin olması gerekir. Bu konumu elde edebilme adına o, iradesinin hakkını vermeli, sürekli kendini zorlamalı, duygu ve düşüncelerini sürekli gözden geçirmelidir. Her ne olursa olsun laubaliliğe prim vermemeli ve olabildiğince bu işe kilitlenmelidir. Duygularıyla, düşünceleriyle, latife-i rabbaniyesiyle, sırrıyla, hafisiyle, ahfâsıyla Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmeli, her daim O’na yakınlaşma yolları aramalıdır. Bunları yapana kapalı kapılar açılır da o kendisini “bî kem u keyf” Cenab-ı Hak’la beraber bulunuyor gibi hissedebilir. Allah’a inanan bütün müminler üns billaha namzet olsalar da böyle bir konumu ihraz etme sağlam bir imana, engin bir marifete, derin bir kulluğa bağlıdır.

“Müstevda” ve “Müstekar”

Üns billaha mazhar olmak, öncelikli olarak dünyanın gerçek mahiyetini kavramaya ve dünya sevgisini kalbden çıkarıp atmaya bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim, dünyanın gerçek yüzünü farklı yönleriyle anlatır. Onun bir oyun ve oyalanmadan ibaret olduğunu; zevklerinin, menfaatlerinin kısa ve gelip geçici olduğunu bildirir. İki yerde “müstevda” ve “müstekar” kelimeleri kullanılarak başka manaların yanında dünya ve âhirete de işaret edilir. (En’am Sûresi, 6/98; Hûd Sûresi, 11/6) Dünya insan için bir “müstevda”dır, yani emaneten durduğu geçici bir yerdir. Onun gideceği ve asıl karar kılacağı yer yani “müstekarrı” ise âhirettir. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisinin dünya ile alâkasını anlatırken, uzun bir yolculuğa çıkan, kısa bir süre bir ağacın altında gölgelenen, sonra yoluna devam eden kimsenin misalini verir.

Kur’ân ve Sünnet’te dünyanın geçici bir yer olduğu, onu daimî bir mekan görüp ona takılıp kalmak suretiyle aldanmamamız gerektiği ısrarla beyan edilse de çokları, dünyayı daimî gibi görüyor, sımsıkı ona bağlanıyor ve bu yüzden asıl bağlanılması gereken şeyleri terk ediyor. Âhirete giden bu yolda yürüyen insanlar, buranın yalnızca bir yol ya da yolda uğranan bir uğrak yeri olduğunu unutup dünyanın bağlarına, bahçelerine, yeşilliklerine, güzelliklerine takılıp kaldıklarından, gidecekleri asıl yeri unutuyorlar. Kalbler dünya sevgisiyle dolunca hakiki sevgiye yer kalmıyor. Nihayet geçici dünya metaıyla ünsiyet edenler, üns billaha mazhar olamıyor.

Dünyevileşmenin sâri (bulaşıcı) bir hastalık gibi her tarafa yayıldığı günümüz dünyasında her ortamı bir sohbet-i Canan meclisi hâline getirmek, insanların ilgi ve dikkatlerini bir kere daha Ulûhiyet ve Rubûbiyet hakikatlerine çekmek ayrı bir önem arz ediyor. Bu işe öyle hasr-ı himmet etmeliyiz ki, ne kadar önemli olursa olsun O’nun dışındaki şeyleri unutmalıyız. Hatta i’lâ-yı kelimetullah adına bir kısım meseleleri görüşmek için bir araya geldiğimiz ortamlarda bile öyle bir sohbet-i Canan’a dalmalıyız ki tam kapıdan çıkacağımız esnada birileri bize niçin toplandığımızı hatırlatmalı. Bizim asıl derdimiz, asıl meselemiz, asıl hedefimiz bu olmalıdır. Ne kadar büyük işlerle meşgul olursak olalım, yaptığımız her şeyi Allah’a bağlamalı, dantelamızı O’na göre örgülemeli, nakşın merkezine O’nu yerleştirmeliyiz. Ülkeler fethetme, cihana hükmetme, insanları sevk ü idare etme gibi şeyler bizim asıl meselelerimiz olan bu işlerin yanında çok küçük kalır.

Evet, madem dünya bizim için bir müstevda’dır, geçici bir yerdir, biz de tavrımızı ona göre ayarlamalıyız. Dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında başımız dönmemeli, bakışımız bulanmamalı. Ebedî burada kalacakmış gibi dünyaya gönül vermemeliyiz. Zira dünya ve mafihadan geçmeyen, üns billah hakikatine ulaşamaz. Burada Fuzuli’nin şu mısralarını hatırlayabilirsiniz:

Hikmet-i dünya ve mafihayı bilen ârif değil;
Ârif odur, bilmeye dünya ve mafiha nedir.

Asıl Meselemiz ve İ’lâ-yı Kelimetullah

Evet, asıl mesele, insanın Allah’a bağlanması, gözünü hep O’na dikmesi, O’nun kapıyı aralayacağı ânı gözetlemesidir. Böyle birinin zaten dünyaya kanaat etmesi, dünyayla tatmin olması mümkün değildir.

Allah’a kulluğumuzun ifadesi olan ibadetler, üns billaha ulaşabilmenin önemli bir vesilesidir. Mesela insan namazla bu ufku yakalayabilir, Allah’a yaklaşabilir, O’na -tabiri caizse- enis ü celis olabilir. Namaz, mü’minin miracıdır. Fakat huşû ve hudûdan yoksun olarak gaflet içinde eda edilen, şekle ve alışmışlığa kurban giden, rükünleri derince duyulmayan bir namazın bunu kazandırması zordur. Allah, rahmetinin enginliğiyle bu namaza da değer atfeder, onu da zayi etmez fakat böyle bir namazla üns billah ufkuna seyahat edilemeyeceği açıktır.

Orucun da Rabbimizle münasebete geçme mevzuunda ayrı bir yeri vardır. İnsan, evrad u ezkârla da ayrı bir yere otağını kurabilir. Yeter ki zikir namına ağzından dilinden çıkanları duyarak, hissederek, ne söylediğini bilerek söylesin. Söylediği her kelime kalbinin sesi, duygularının tercümanı olsun. Kimin huzurunda durduğunun, kime yalvarıp yakardığının, ağzından çıkan kelimelerin kime yükseldiğinin şuurunda olsun. Bunların hiçbirini mülahazaya almayan, sadece ezberlerini tekrar eden bir kimsenin ünsle alâkası olamaz. Yaptığı ibadetle, evrad ile ezkâr ile kulluk vazifesini yerine getirmiş, Cennet’e ehil hâle gelmiş olabilir. Bunlar Allah’ın bileceği şeylerdir. Fakat biz farklı bir şeyden bahsediyoruz.

İnsan, i’lâ-yı kelimetullah vazife-i mübeccelesini hakkıyla ifa etmesi sayesinde kalbinden dünyaya ait her şeyi söküp atabilir. Bu açıdan tamamıyla Zât-ı Ulûhiyet’in nam-ı celilini duyurmaya kilitlenen bir insana üns billaha giden kapılar ardına kadar açılır. Burada antrparantez şunu ifade etmek gerekir: Üns billah meselesi izafiyet içinde ele alınmalı, onun da kendi içinde kademeleri, dereceleri olduğu unutulmamalıdır. Özellikle dini temsil ve tebliğ etmenin olabildiğine zorlaştığı dönemlerde bu işe omuz veren insanlar, sofilerin uzun yıllar seyr ü sülûk-i ruhanî sayesinde elde edebildikleri mertebe ve makamları kısa bir zamanda elde edebilirler. Hadisin ifadesiyle nasıl ki sınır boyunda bir saat nöbet tutan kimse bir sene ibadet yapmış gibi sevap elde ediyor; şehit, niyetinin hulûsuna göre belki de bir dakikalık sürede evliya ve asfiyânın önüne geçiyorsa, şartların olabildiğine ağırlaştığı dönemlerde Allah davasına sahip çıkan insanlar da amûdî (dikey) olarak birdenbire yükselebilir, terakki basamaklarını çok hızlı bir şekilde çıkabilirler.

Üns billah gibi büyük bir mazhariyete ermek isteyen, şekilciliğe savaş açmalı, ihlas ve ihsan ufkunu yakalamaya çalışmalıdır. Kur’ân-ı Kerim, birçok âyetinde bizlere bu ufku hedef olarak gösterir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِن قُرْآنٍ وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ Herhangi bir işte bulunsan, onun hakkında Kur’ândan herhangi bir şey okusan, Sen ve ümmetinin fertleri her ne iş yapsanız, siz o işe dalıp gittiğinizde, mutlaka Biz her yaptığınızı görürüz.” (Yunus Sûresi, 10/61)

Allah her halimize nigâhban, her sözümüzü işitiyor, bu sözlerin ne kadar tavır ve davranışlarımıza aksettiğini, bizde nasıl bir tesir meydana getirdiğini görüyor. Dilimizden dökülen zikirlerin kalbimizle ne kadar alakası olduğunu biliyor. Bu sebepledir ki bir mümin, riyaya, süm’aya, sûri ve şeklî davranışlara baş kaldırmalı, ilan-ı harp etmelidir. Bilmelidir ki; insana nispeten cansız bir heykelin durumu neyse, hakikî ibadete nispeten ruhsuz ibadetlerin durumu da odur. Bu açıdan bir müminin Allah’a yönelttiği her söz, onun kalbinin derinliklerinden kopup gelmelidir. Öyle ki, ibadet ü taat esnasında âdeta kalbi çatlayacak hâle gelmelidir. Bununla birlikte, hâl bilmez, yol bilmez insanlara sır vermeme adına da kalbini baskı altına almalıdır.

İşte üns billaha giden yol…

Allah Karşısındaki Duruşuyla Mü’min

Herkul | | KIRIK TESTI

Mü’min; inanan, güvenen, emin bir geleceğe namzet olan, çevresine emniyet vaad eden ve iç içe farklılıkları bulunan özel konumlu bir âbide insandır. O, bütün bir ömür boyu her işini Allah tarafından görülüyor olma mülâhazasına bağlar ve her zaman imrendiren bir incelik ve nezaket içinde bulunur. Bu engin ve derin duyuş ve duruşuyla o, halk karşısında da Hak karşısında da hep nazik, terbiyeli, hatırnaz ve incedir. Öyle ki, hayatıyla tehdit edilse, değişik baskılara maruz kalsa ve iftiraya uğrasa da, meşru müdafaanın dışında herhangi bir kabalığa asla tenezzül etmez. Evet, o, Allah’a kul olmanın benliğinde hâsıl ettiği zarafet ve derinlikle bütün tavır ve davranışlarında fevkalâde kibar, olabildiğine temkinli, dediklerinin-ettiklerinin farkında, her konuda ciddî mi ciddî, aynı zamanda rahat, mülâyim ve herkese sinesi açık müstesna bir insandır.

O, bir yandan, imanın iç dünyasında oluşturduğu genişlik ve zenginlikle karşılaştığı hemen herkesi kucaklar, onlara kâse kâse sevgi sunar ve şefkatle bağrına basar; Allah’a yakın olmanın bütün güzelliklerini rast geldiği herkese gösterir ve elinden geldiğince onların ruhlarına duyurmaya çalışır; diğer yandan da, Hak’la karşılaşacağı günün hülyalarıyla yer yer sevinir, kendinden geçer, zaman zaman da derin bir mehâbet hissiyle ürperir ve böyle bir müthiş buluşma heyecanıyla râşeler yaşamaya durur: Görmez çevresindeki kin, nefret sisini-dumanını.. duymaz haset ve iftira fırtınalarının ruhuna çarpıp kırılan esinti ve dalgalarını.. ve bütün bu olumsuzlukların hâsıl ettiği/edeceği stresleri, hafakanları. Zira o artık öyle bir huzurdadır ki, durduğu o muallâ yer itibarıyla silinir gider düşünce ve tasavvur dünyasındaki bütün münasebetsizlikler ve pırıl pırıl bir hâl alır kalb, ruh ve his dünyası. Aslında, her gün birkaç defa nâsezâ-nâbecâ ve yakışıksız şeylerden arınan birinin başka türlü olması da düşünülemez. İç dünyası ötelerden gelen mevhibelerle dopdolu, tavırları her zaman böyle bir zenginlik ve derinliğe ayarlı, yürüdüğü yol belli, hedefi hiçbir şeyle becayiş edilemeyecek ölçüde müteâl, inancı tastamam, nazarında büyükler hep büyük, küçükler şefkatle koklanan birer gül ve değerler cetvelinde de her şey yerli yerinde ise, yok demektir bu incelerden ince ruh yapısında en küçük bir yırtık ve sökük…

Zaten o, mefkûresini ifade etmeyen her türlü plan ve projeden, netice itibarıyla Allah’a götürmeyen dağınık düşüncelerden, lağv u lehv sayılan davranışlardan ve boş lakırdı, boş mülâhazalardan uzak mı uzak; sükûtu fikir, konuşması zikir, zâhir ve bâtın hâsseleriyle hep O’na kilitli, melekler kadar teveccühü derin ve arı duru, her zaman yüksek uçmaya hazır ve gerilimi baş döndürücü, fakat aynı zamanda kendi plan ve projelerini gaye ölçüsünde öne çıkarmayacak kadar da yöneldiği Yüce Dergâh’a saygılı, gözleri hep ufuk ötesinde, himmeti dağları delecek kadar yüce, hayatının gerçek deseni kabul ettiği inançlarını yedi cihana duyurma gayretiyle tam bir metafizik gerilim içinde, yaptığı ve yapacağı işlerin gerektirdiği nezaketin de farkında kusursuz bir basiret insanıdır.

Yetirir o dapdaracık ömrünü hem dünyayı imar etme­ye hem de ukbâyı peylemeye; boşuna zayi etmez kendine ilk bahşedilen mevhibelerin en küçüğünü ve meşgul olmaz dünya ve öteler adına bir şey vaad etmeyen “mâlâyâniyât”la.. rahatlıkla bağışlayabilir kendine lütfedilenlerin bütününü Hak rızası yolunda.. bağışlar ve bir pulunun boşa gitmemesi konusunda da olabildiğine titiz davranır. Çalışıp kazanırken hak ölçülerine ve haram-helâl mülâhazalarına fevkalâde dikkat ettiği gibi, edip eylediği işlerin birer çağlayana dönüşüp ötede Cennet ırmaklarını oluşturması için de her zaman rıza hedefli, “i’lâ-yı kelimetullah” yörüngeli hareket eder, dikkatli ve hesaplı davranır; damlasını deryalara çevirme yollarını araştırır, zerre ile güneşleri peylemeye çalışır ve bir ömür boyu gelip geçici şeyleri ebedîleştirmek için çırpınır durur.

Herkesi ve her şeyi O’ndan dolayı sever, her zaman sevgi soluklar ve çevresinde sevgiden bir atmosfer oluşturur. Koşar ağlamaları dindirir, âh u vâhları keser, ızdıraplara panzehirler çalar ve gülmeye çevirir feryâd u figânları.. hamd ü senâlara döndürür çaresiz sinelerden yükselen iniltileri.. rıdvan meltemleri hâline getirir etrafta esip duran alevden fırtınaları. Âlemin inlememesi için hep inler durur ve başkalarının ağlamaması için de gözyaşlarını ceyhun eder. O kendine, başkaları için bir şey ifade etme durumuna göre değer verir ve onun nazarında “ben” değil her zaman “biz” söz konusudur. Hodgâm değil diğergâmdır; beden insanı değil bir ruh ve mânâ eridir. Çiğnetmez kalbini cismine ve ruhunu da bedenine. Peygamberâne bir iffet ve ismet peşindedir. Meşru dairenin zevk ve lezzetlerini yeterli bulma mevzuunda öyle bir disiplin kahramanıdır ki, nefis ve cismaniyetle mücadelede iradesinin hakkını vererek –Allah’ın izniyle– bir hamlede her engeli aşar ve gider ta ruhunun ufkuna ulaşır.

Böyle biri, iyilikleri ve güzellikleri temsilde, fenalıkları ve çirkinlikleri aşmakta öylesine ciddî, öylesine azimli ve öylesine kararlıdır ki, ihtimal bu tavrıyla o çok defa meleklerle atbaşı hâle gelmekte ve bir kere daha onlara “Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ”[1] dedirtmektedir. Zira o, ilk mevhibe olarak Hakk’ın lütfettiği şeylerin hiçbirini yaratılış gayesine (mâ hulika leh) aykırı kullanmamış ve her zaman emanette emin bir emanetçi gibi davranmıştır; Allah da onu maiyyetiyle şereflendirmiştir.

Evet, her fert için vücud bir emanet, onun yüksek insanî değerlerle donanımı ayrı bir emanet; Cennet arzusu ve oraya girebilme istidadı, yöntemi, daha ötesinde Hak cemâlini müşâhede edebilme kabiliyeti apayrı birer emanettir.. ve bunların hepsi de Yaratan’ın belirlediği çizgide kullanılmaları gayesine bağlı olarak insana bahşedilmişlerdir. Bu itibarla, günahlar, hatalar, beden ve cismaniyetin güdümünde yaşama gibi bayağılıklar, bu ilk mevhibelere karşı öyle saygısızca şeyler, öyle hıyanet ve cinayetlerdir ki, bunların her biri şeytanları sevindirse de “Mele-i A’lâ”nın sakinlerini utandıracaktır.

Onun içindir ki, gönülden O’na inanmış her mü’min, O’nun bu ilk armağanlarını, daha sonraki lütuflarına erme adına önemli birer vesile bilir ve değerlendirir.. ve bunlarla gerçek kimliği olan Hakk’a kulluğu, O’nun yakınlığını ve O’nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışır. Aksine, tam inanamadığından dolayı ilk mevhibeleri görmeyen ve onları iman, mârifet ve muhabbet yolunda değerlendiremeyenler ikinci ve sermedî lütuflardan da mahrum kalırlar.

Aslında böyleleri, bütün bütün ahiret hayatlarını ihmal ettikleri gibi, dünyada da hiçbir zaman tam mutlu olamazlar; inkâr kaynaklı bir sürü problem altında hep inim inimdirler ve kat’iyen streslerden, hafakanlardan kurtulamazlar. Depresyonlar yaşar, cinnet nöbetleri geçirir, paranoyalarla kendi huzurlarını dinamitler ve öteki âlemlerin aydınlık bir koridoru sayılan bu güzel dünyayı kendileri hakkında Cehennem’e çevirirler.. evet bunlar, diğer insanları sevemez, hatta farklı mülâhazalarla kendilerinden başka herkesten nefret eder, nefret ettiklerinden nefret görür; her zaman hırsla kıvranır durur, umduklarını elde edememenin inkisarıyla inler; ölüm korkusuyla tir tir titrer; daha çok yaşama arzusuyla nelere nelere katlanır; çok defa bu karmakarışık hislerle sıhhatlerini bozar ve zihnî teşevvüşlere girerler. Akı kara, karayı ak, iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye başlarlar. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman ve hain görür, sürekli hıyanet kâbuslarıyla yatar-kalkar ve vicdanlarındaki Cehennem zakkumundan dolayı daha Cehennem’e gitmeden Cehennem ızdıraplarıyla kıvranır dururlar.

Hakikî mü’mine gelince o, Allah’ın kendisine lütfettiği her şeyi yedi, yetmiş ve yedi yüz veren başaklara çevirir.. bunları O’na yükselmenin merdivenleri hâline getirir, Hak hoşnutluğuna (rıza ufku) ulaşmada birer rampa gibi kullanır.. ve yürür Cennet mirasçılarıyla beraber inşirahla tüllenen akıbetine doğru…

***

[1]   Meleklerin, “Sübhansın yâ Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin.” mealindeki sözlerine işaret edilmektedir. (Bakara Sûresi, 2/32).