Posts Tagged ‘İmam Gazzalî’

Bamteli: KALBİN İKİ MERKEZİ VE ŞEYTÂNÎ OKLAR

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “İnsan kalbinde iki lümme (merkez) vardır; bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi için menfezdir.”

“Lümme-i Şeytâniyye” tabirini Hazreti Pîr de kullanıyor. “Lemme” de deniyor, “Limme” de deniyor, İhyâ’da ifade edildiği gibi; fakat Hazreti Pîr “Lümme-i Şeytâniyye” demeyi tercih ediyor. Bir hadis-i şerifte, “İnsan kalbinde iki lümme (merkez) vardır. Bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi içindir.” buyuruluyor. Demek ki, insan mahiyetinde iyi şeylere açık menfezlerin yanında, aynı zamanda kötü şeylere açık menfezler de, pencereler de, kale kapıları gibi açık noktalar da bulunabiliyor; herkes kendine açık o noktadan oraya nüfuz etmek istiyor. Şeytanın kalbe nüfuz mahalli, “Lümme-i Şeytaniye”; hak, hakikat ve amel-i sâlihe dair telkinlerin merkezi de “Lümme-i Melekiyye” olarak anılıyor.

Bizim gibi kimseler, bu meseleleri mâhiyet-i nefsü’l-emriyesine (işin hakikati ne ise, o şekle) uygun duyup hissedemiyorlarsa da en azından onların mevcudiyetine inanmalıdırlar. Nasıl imanda taklit var, İslamiyet’te taklit var; ihsan meselesini sadece telaffuz ediyoruz, yani kalb hayatı, ruhî hayat dendiği zaman onlara nazarî/felsefî meseleler gibi bakıyoruz. “Lümme-i Şeytâniyye” ve “Lümme-i Melekiyye” gibi hakikatlere de en azından böyle nazarî meseleler gibi bakarak, “Her şeye rağmen, ya bunlar doğru ise?!.” demeliyiz.

Hani, Hazreti Ali efendimize geliyor birisi; ona (radıyallahu anh) belki dinsizlikten, imansızlıktan bahsediyor. Hazreti Ali efendimiz dinliyor onu; diyor: “Sen böyle şeyler söyledin. Ben de diyorum ki, -mesela- ölüm var, öldükten sonra kabirde azap var, orada sorgu-sual var, berzah hayatı var, mahşer var, mizan var, sevabın veya günahın tartılması mevzuu var. Şimdi senin dediğin gibi olursa, ne olacak o? Ya mesele benim dediğim gibi ise şayet, ne kadar şey kaybettiğinin farkında mısın?!.”

Şimdi meseleye Hazreti Ali’nin bu mülahazasıyla yaklaşacak olursak, ya İmam Gazzâlî’nin dediği gibi ise!.. Hakikaten şeytanın insanın kalbine nüfuz edip, o “lümme” noktasını kale kapıları gibi değerlendirmesi veya oraya oklar yağdırması söz konusu ise…

Hazreti Üstad, zannediyorum kendi ufku açısından konuşuyor; belki arz edeceğim şu husus aklınıza gelmemiştir: “Ok atıyor” diyor. Demek ki şeytan, semt-i nâsutiyetine sokulamayacağı kimseler için uzakta pusuya yatıp uzaktan ok atıyor oraya. Siz, iyi bir şey düşünürken, mesela “Esmâ”, “Sıfât”, “Zât” hakikatlerini düşünürken, bunların her birisine dair bir şey atıyor. Mesela, siz “Esmâ”yı tefekkür ederken felsefecilerin bahis mevzuu ettikleri gibi, “Müsemmânın aynı mıdır, değil midir? Aynı ise, acaba taaddüd-i kudemâ lazım gelmez mi; gayrı ise, hâdis ile kadîmin ittisâli lazım gelmez mi?” gibi dürtülerde bulunuyor. Sıfât-ı Sübhâniye’ye gelince; “Sıfât, Zât’ın aynı mıdır, gayrı mıdır?” mülahazalarını tetikliyor. Sonra siz meseleyi “Zât-ı Baht”a götürdüğünüz zaman, orada da sizi değişik mülahazalara sevk ediyor: “Kâinat bütün vüs’atiyle bir nizam ve intizam içinde; trilyon galaksi var, galaksilerin içinde trilyonu aşkın sistemler var. Bütün bunları, insanın vücudundaki atomlar gibi, elektronlar gibi, nötronlar gibi, protonlar gibi ve bunların alt tabakasında olan eter gibi veya partiküller gibi nasıl idare ediyor?!.” Bu türlü düşüncelere götürüp orada dolaştırıyor, kafanızı karıştırıyor. Evet, şeytan derecesine göre herkese vesvese okları atıyor.

Bütün bunlara karşı bir şey söyleme durumunda olduğun yerlerde, bir şey söyleyeceksin; esasen, şeytana karşı koymaya çalışacaksın. Ama aklının yetmediği bu türlü meselelerde, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevâmiü’l-kelîminden تَفَكَّرُوا فِي آلاءِ اللَّهِ، وَلا تَتَفَكَّرُوا فِي اللَّهِ “Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhâr Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın; zira o, insan düşüncesini aşan bir mevzudur.” beyanına uyarak diyeceksin ki; “Zât mevzuuna gelince, orada makas gibi kollarımı açarım; ‘Arkadaş: burası çıkmaz sokak!’ derim.” Bu tabir, Necip Fazıl’a ait; “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! / Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak!..”

Evet, bizim dar mülahazamız, O’nu (celle celâluhu) idrak edemez. لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Basarlar/basiretler, O’nu (celle celâluhu) kuşatamaz, O’nu tamamiyetiyle ifade edemezler!.. O’nun bir tecellisi, cüz’î bir tecellisi, seyyidinâ Hazreti Musa’ya (aleyhisselam) gösterilince, o bayılıp düşmüştü; kalktığı zaman da “Sen’in kelâmın, yetmiş bin insan kelamına denk!” demişti.

O’nun kelâm u beyanı; vakıa, bu. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem), O’ndan (celle celâluhu) gelen o Kelâm-ı İlâhî’nin tecelli tayfları geldiği zaman, Efendimiz âdetâ kendinden geçiyordu; orada mübarek yüzünden -kış gününde bile- ter dökülüyordu. Evet, öyle bir şey!.. Kaldı ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem), o meseleye tahammül edebilecek güçte ve kuvvette yaratılmıştı. Allah (celle celâluhu), O’nu edâ edeceği misyona göre “mükemmel”, hatta “ekmel” bir varlık halinde -ki, Cîlî’nin ifadesiyle, “mutlak manada insan-ı kâmil olarak”- yaratmıştı. Bütün beşere âlemşümul bir peygamber mahiyetinde yaratmıştı O’nu, Allah (celle celâluhu). Ama yine de O’ndan (celle celâluhu) gelen o tayflar karşısında Allah Rasûlü âdetâ kendinden geçiyordu.

   “Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetlerle doludur; O’na ve rızasına kavuşmayı düşünüyorsan, kendini küçük gör ve amelinde ihlaslı ol!”

Bunun gibi, Zât-ı Ulûhiyete dair meselelere de şeytan yine bir şey sokuşturabilir. Yalancıların yalanı bir tarafa; bazıları “Bana şu geldi, bu geldi!” derler de onlar yalan olabilir. Fakat Hazreti Gazzâli gibi, İsmail Hakkı Bursevî gibi, Abdulkadir Geylânî hazretleri gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî gibi, Necmeddin-i Kübrâ gibi insanlar, bu mevzuda bir şey söylüyorlarsa, mutlaka onlar içlerine doğan varidatla söylüyorlardır. Hazreti Pîr “ihtâr” diyor; içlerine doğan gayr-ı metlûv bir ilham ile -esasen- dedikleri şeyleri söylüyorlar.

Bayezid-i Bistâmî hazretleri gibi bazıları da bu türlü meseleleri naklederken “Cenâb-ı Hak bana dedi ki!” diyorlar: “Ey Bayezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetlerle doludur. Şayet gayen O’na (celle celâluhu) yakın olmak veya O’nu memnun etmek ise, kendini küçük gör ve amelinde ihlaslı ol!” Kendini küçük görmek ve amelde ihlaslı olmak… Bu iki vasfa haiz olmayan bir insanın her sene -hatta iki defa- hacca gitmesinden, bütün ömür boyu oruç tutmasından ve hiç durmadan her gün bin rekât namaz kılmasından daha hayırlıdır kendini küçük görmesi ve ihlaslı olması.

Minnacık, karınca gibi görmek kendini ve amelini de emredildiği gibi yapmak… Yaparken de yine “Hâlisâne yapamadım!” demeli. Bir yerde bir tavır ve bir davranışı itibarıyla, “Falan da beni gördü!” mülahazasından fersah fersah uzak olmalı. Sesini duyururken, hiç öyle bir niyeti yoktu fakat sesini heyecandan dolayı gayr-ı ihtiyarî duyurduğu zaman, “O da duydu!” düşüncesi böyle aklının köşesinden geçti ise, bir şirk yapmış gibi “Estağfirullah!” demeli. “Estağfirullah! Her şeyi Sen’in duyman bana yeter; her şeyi Sen’in bilmen bana yeter!” demeli orada. İhlas, odur; her mülahazada sadece Allah için işleme, Allah için başlama, Allah için görüşme, Allah için konuşma; “lillâh”, “livechillâh”, “lieclillâh” rızası dairesinde hareket etme demektir. İşte bunun zerresi (atom kadarı) -İhlas Risalesi’nde dendiği gibi- batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. Evet, “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”

Sadede dönelim: O Hazret diyor, açıktan açığa, “Cenâb-ı Hak bana böyle dedi!..” Netâic’ini alın bakın İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin, neler var neler, ne türlü mülakatlardan bahsediyor!.. Aynen öyle de, Hazreti Gazzâli, açıktan açığa “Allah bana öyle dedi!” demiyor; fakat ufkunun enginliğine bakın, derleyip toparlayıp konuya dair hakikatleri serdediyor. Onun yaşadığı günlerde o kitaplar, böyle sizin bilgisayarlarınız ile hemen, çabuk ulaşılacak, hatta matbu şekilde alınıp fihristlerine bakılacak surette değildi! Efendim; mahtut, el ile yazılmış, hangisi nerede belli değil; hangisi nerede belli değil! Bütün onlardan -böyle- bahisler yapması ve aynı zamanda -esasen- meselenin kritiğini de yaparak ortaya koyması, çok önemli bir şey. Demek ki hakikaten şeytana ait bütün menfezler tıkalı onda ama meleklere ait bütün menfezler de açık! Sağanak sağanak vâridâtla, o ilham sağanağı ile sürekli boy atıp gelişiyor, mânen büyüyor, yükseliyor her gün kademe kademe, bir miraç ile O’na (celle celâluhu) yükselir gibi yükseliyor. Öbür taraftan da kemâl-i hassasiyet ile, onlara karşı koyuyor!..

   “Nefsini bilen, Rabbini bilir!”

Şimdi günümüzün insanına gelince: Hafizanallah! Evvelâ kendini doğru okuyamamış olma söz konusu. Bunu, Çağlayan dergisinde bir bölümü çıkmış olan yazı dizisinin konusuyla arz edeyim: Enbiyâ-ı ızâmın rehberliğinde insanın kendi ile yüzleşmesi, insanın kendi kendini keşfetmesi. Hadis diye rivayet edilir, kudsî hadis diye ri-vâ-yet e-di-lir: مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ Nefsini bilen, Rabbini bilir!” İnsan, kendini iyi keşfederse, yani bir yönüyle enfüste kendinin ârifi olursa, âfâkta da ârif olmaya doğru yürür; sonra bir gün gelir “ârif billah” olur. Evet, “ârif” değilse zaten, bir yönüyle, bildiği şeyler, onun bilgisi esas irfana dönüşmemiş demektir. Bu marifete, Frenkçe ifadesiyle “kalb kültürü” diyoruz veya bildiği şeylerin tabiatına mal olup, tabiatının bir derinliği haline gelmesi. Artık emirlere göre kendini sevk ve idare etmesi değil, doğrudan doğruya o iç dürtüler ile, iç ilhamlar ile, iç itmeler ile, vicdanında oluşan o iç itmeler ile hareket etmesi… Yemeğe, içmeye, daha başka beşerî mukteziyata elinde olmayarak yürüdüğü gibi yürümesi…

İşte İnsanlığın İftihar Tablosu, (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sizin, yemeden, içmeden ve başka şeylerden lezzet aldığınız gibi, Ben, ibadetten lezzet alırım!” buyuruyor. İbadeti, dünyevî lezâiz gibi duyuyor ve dolayısıyla da ayaklarının şiştiğinin farkına varamıyor, sabahlara kadar ayakta duruyor. Zaten her hali, maiyyet ve teveccüh-i İlahî altında, maiyyet sağanakları ile veya -bir yönüyle- ne manada ise şayet, “İlahî tecelliler ile postnişin olma” durumunda… -Öyle diyeyim, kaçındım “Zat ile” demekten.- “İlahî tecelliler ile postnişin olma” durumunda. O içten gelen istekler, arzular, sevkler, insiyaklar, O’nu çok ciddî bir iştiha ile ibadet u tâate, Allah’a karşı kulluğa sevk ediyor. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendini iyi keşfetmiş, kendini iyi okumuş, sonra kendi fihristinde bu defa Kitâb’ın muhtevasını görüyor. O mütalaada yanlışa/hataya düşmüyor:

Evet, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabbini bilir!” deniyor. Rabbini bilen, Rabbini arar; öyle bilen, arar. Rabbini arayan, O’nu bulur. O’nu bulan da artık başka şeyleri arama derdinden kurtulur. Bunların hepsi, derece derecedir. Bakın: Bir; nefsini bilme mevzuu, fihriste ıttılâ. İki; bütün eşya ve hadiseleri hallaç ederek, tekvinî emirler mevzuunda, O’nu (celle celâluhu) tam bilme. O tabir caiz ise O’nun hakkında, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesini bilme; “Zât-ı Baht’ı idrak” değil, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesiyle bilme. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Bir Mevcûd u Meçhul” olarak bilme; yani, “Var ama öyle bir var ki, şiddet-i zuhûrundan gizli!”, öyle diyor.

“Bir Kitâb-ı âzâmdır, serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan, manası “Allah” çıkar.”

***

“Sen, Ol Zâhir’sin ki, ne idüğün bilinmez,

Ve Ol Bâtın’sın ki, hiç kimseden gizlenmez!..”

Şâir, “idüğün” diyor da, “idüğün” kelimesi Türkçemizde hakir şeylerde kullanılır; “Sen Ol Zâhir’sin ki… -Ben çeviriyorum, bozulmuyor vezin.- ne olduğun bilinmez!” Bakın, ters gibi geliyor; “Öyle bir Bâtın’sın ki, hiç kimseden gizlenmez!”.

   “Kalb, arş-ı Rahman’dır; onu yıkmak, tuğyandır ve hüsrandır!”

Evet, her şeyde Kendini hissettiriyor O (celle celâluhu). Dolayısıyla, bu da bir ufuk; bu ufka ulaşınca, dolayısıyla O’nu arıyorsun. O’nu arayan, O’nu buluyor. Doğru buluyor; artık taklitten sıyrılmış oluyor. Fakat günümüzün insanının ne o yol, o kalb, o ruh hayatı ve onu yaşayanlar ile alakası var, ne de böyle bir mülahazası var. Yetiştiği kültür ortamından aldığı şeyler ne ise, işte onun ile kulluk adına yatıp-kalkıyor. Ne şeytanın giriş noktalarından, “lümme-i şeytaniye”den haberi var; ne meleklerin girip-çıktığı latife-i Rabbaniye mahzeni “lümme-i melekiyye”den haberi var; ne de لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ kenz-i İlahîsinden, mahall-i tecellîsinden haberi var!..

Bu mahall-i tecellîyi, bazen Zât-ı Ulûhiyetin -bir yönüyle- “arş”ı şeklinde görmüşler. Biri, şöyle demiş: “Kalb, arş-ı Rahman’dır / Onu yıkmak, tuğyandır ve hüsrandır!” Bu, Alvar İmamı’na ait. İbrahim Hakkı hazretleri de “Dil, beyt-i Hudâ’dır.” Dil, Farsça “gönül” demek. “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde!” der. Tecelli, doğrudan doğruya… İşte o mest u mahmurluk içinde, onu Zât-ı Ulûhiyetin -hâşâ- orada konaklaması gibi ifade ediyorlar. O, bir “tecellî”dir; insanın kalbi, bir “meclâ”dır. İnsan, kalbini öyle parlak bir ayna haline getirirse, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, o zaman hep Hak tecellilerine ayna olur. Evet, “Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür dâim!” demiş Aziz Mahmud Hüdâî. Dolayısıyla ona bakan, hakikaten O’nu müşahede eder; varlık, O’nu okur. Bakın, bir, insanın kendinde kendini okuması var; bir de -hakikaten- ona baktıkları zaman, O’nu okuma meselesi var ki, bu, onun çok üstündedir.

Bakıldığı zaman, Allah’ı hatırlama… Hani Ricâl’de yine okuyoruz; bir zatı gördükleri zaman, içinden gele gele “Allah!” diyor herkes. Öyle mest u mahmur yaşıyor. Böyle Cehennem’e bakıyor gibi, tir tir titriyor; Allah’a hesap veriyor gibi tir tir titreme içinde. Bunu bizim gibi avam, düşe-kalka yürüyen insanlar, çok anlayamayabilirler; fakat olduğumuz yerde kalmak, “Bu da yeter!” demek de dûn-himmetliktir. Çünkü burada durma -esasen- kaymaya karşı açık durma, şeytanın mel’abesi (oyuncağı) haline gelmeye açık durma demektir.

   Şeytanlarla sürekli fısıldaşan kimseler, mukaddes değerleri, dünyevî emellerine ulaşmak için ayaklarının altına koydukları bir kerpiç gibi basamak olarak kullanıyorlar.

Evet, burada dinlendirmek için bir menkıbe arz edeyim; size, bahsetmiştim daha evvel: Bir zat, caminin önünden geçerken, birini görüyor. Elinde bir sürü zimam (gem, atın ağzına vurulan gemler) ile bekliyor orada. “Sen kimsin?!” diyor. O, böyle bazı Erzurumluların ağzıyla “Şaytan!” diyor; “Ben, Şaytan!” diyor. “Ee ne işin var burada, bu caminin hariminde, şadırvanın kenarında?” sorusu karşısında, “Şu içeride, Cenâb-ı Hakk’a dilbeste olmuş, zikr u fikirde bulunan insanlar var; bunlara gem vurmak için bekliyorum!” cevabını veriyor. Bakın, bir açık kapı bulursa, gem vuracak. Evet, o içeridekiler kadar elinde gemi var onun ve hepsine gem vurma niyetinde. -Latif bir varlık olduğundan dolayı, bir anda elli tane şeyi yapabilir, elli türlü vesvese şeraresi, sinyali gönderebilir. Bu sinyaller ile, doğrudan doğruya insanın kalbinin ilhama açık alıcılarını bozabilir; doğru frekansları o şerareler bozabilir.- O adam soruyor: “Benim gemim hangisi?!” Şeytan diyor ki: “Senin için geme lüzum yok ki; sen zaten benim arkamdan koşup geliyorsun!” Caminin önünden geçerken, namazın bile yok, zavallı!.. Evet bu, bir tehlikedir!..

Fakat bundan daha tehlikeli bir şey vardır: Caminin içine girdiği halde, Ramazan’a yetiştiği halde, hacca gittiği halde, bütün bu mukaddes şeyleri -bir yönüyle- dünyeviliğe ulaşmak için -ayağının altına koyacağı kerpiç gibi- basamak olarak kullanma denâeti vardır. Bu, ondan daha tehlikelidir. Müsaadenizle -belki- beni affetmeyeceğiniz bir tabirle söyleyeceğin bunu: “Meselenin daha kâfircesidir bu!” Dünyevî bir yere ulaşmak için, bir kısım maddî menfaatlere dilbeste olma, gönlünü onlara kaptırma, her şeyi bir çıkara bağlama… Oysa yaptığı şeyleri çıkara bağlayan insanların kalıcı bir eser ortaya koydukları görülmemiştir ve onlar başarılı da olamamışlardır! Dünyaya dair bu türlü şeylere dilbeste olmanın yanı başında, bir de o uhrevîliğe ait derinlikleri yine dünyevî basamak, hatta ayağının altında merdiven basamağı haline getirme!.. Abdest, bir basamak; ona basarsan, halk da sana bakar! Bir basamak da “namaz”; bir de namazı kullan bu mevzuda!.. Bir de “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah!” ikrarını bir basamak yap, onu da kullan, hafizanallah!

Kutsalı, nâ-kutsal olan şeylere ulaşmak için basamak yapma!.. Dünyadaki İslamî meselelere sahip çıkma, fakat zerre kadar el uzatmama!.. Atma, tutma; basamak yapma… Mü’mine yardım etmek, mü’minliğin gereğidir: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini onlarla paylaşmayan, onlardan değildir!” Fakat meselenin lafını etme.. blöf yapma.. halkı toplama; câhil, sürü mahiyetindeki halkı toplama.. şovlar ile kendini ifade etme… Bakın burada da kutsal, yine kirli bir kerpiç haline getiriliyor, ayağın altına konuyor, bir yere yükselme adına. “Bana bir şey desinler!” diye.. “Beni bir yere koysunlar!” diye.. “Din adına çok önemli bir şahsiyet, Selâhaddin!..” desinler diye..  “Fatih!” desinler diye ki bir kısım ahmaklar da diyor. “Desinler!” diye…

Dünya, bu türlü cebâbire ile dolu; toprak, bu çağda hep Firavun yetiştirmeye müsait; kuvve-i inbâtiyesi öyle güçlü ki, dünyanın ve İslam dünyasının neresine giderseniz gidiniz, daha çok da İslam dünyasında, her tarafta böylelerini görebilirsiniz. Maşallahı var; önceden şeytan tarafından serpilmiş tohumlar, birer Firavun halinde başağa yürüyor, birer fide halinde selvi olmaya doğru yürüyor! Ve bunlar, o kapkaranlık gölgeleri ile, insanlığın ufkunu karartıyor ve Allah’ı görmelerine mani oluyorlar.

Evet, bu, dinsizlikten gelen tehlikeden daha tehlikeli; çünkü kırmızı çizgiler silinip gidiyor ve kutsal, -bir yönüyle- nâ-kutsal olan şeylere vesile yapılıyor. Müslümanlık, görüntüye bağlanıyor. Riya, süm’a, ucub, hepsi şirk bunların; riya, süm’a, ucub, büyük görünme, fahir ve kibir… Tesbihâtınızda bunlardan Allah’a sığınıyorsunuz; her gün tesbihâtınızda, bunlardan Allah’a sığınıyorsunuz. Dolayısıyla, dinî argümanları -böyle- nâ-dinî olan şeylerde kullanma mevzuu, kâfirin kötülüğünden daha fenadır.

   “Rabbim, şeytanlarının her türlü kışkırtmalarından ve çevremde olumsuz bir atmosfer oluşturup beni tesir altına almalarından Sana sığınırım.”

Günümüzün insanı, şeytanı da, meleği de taklidî şekliyle anlamıştır. Söyler; أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Allah’a sığınırım lanetlenmiş ve kovulmuş şeytanın şerrinden!” diyebilir. رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım.” (Mü’minûn, 23/97-98) diyebilir. Veya sabah-akşam virdlerinde olduğu gibi: اللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِي، وَآمِنْ رَوْعَاتِي؛ اللهم احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ، وَمِنْ خَلْفِي، وَعَنْ يَمِينِي، وَعَنْ شِمَالِي، وَمِنْ فَوْقِي، وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْتِي “Allahım, ayıplarımı setret ve beni korktuklarımdan emin eyle. Allahım, önümden ve arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru ve ayağımın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırım.” diyebilir. Fakat bunlar, sadece bu vird kitaplarında, dua mecmualarında gördüğü şeyleri vird-i zebân etmekten ibarettir.

Asıl mesele o değildir; asıl mesele, tabye yapmış, size karşı mevzilenmiş bir şeytan karşısındasınız. Aynı zamanda yine gönlünüze nüfûz etmek üzere sizin için mevzilenmiş ruhânîler de mevcut; kalbini temiz tutanlara, kalbinin kapılarını onlara açık tutanlara varidât taşımak için onlar da mevzilenmiş. Ama birileri oraya girince, o kapılar yavaş yavaş kapanıyor; birbirine zıt kapılar gibi. Terazinin kefeleri gibi ki birine ağır bir şey basınca, öbürü yukarıya kalkıyor. Aynen onun gibi, kapılar, kale kapısı gibi şeytana açık olunca.. göz, kontrol altına alınamayınca.. kulak, kontrol altına alınamayınca.. dil, kontrol altına alınamayınca.. tavır ve davranışlar, ihlaslı ve rıza-i İlahî mülahazasıyla planlanmayınca.. ve bazıları dindar göründükleri halde, dini meseleleri dünyevîliğe âlet ettikleri takdirde şeytana ait bütün kapılar, menfezler ardına kadar açılmış olur.

Bu defa o insanlar, hiç farkına varmadan şu ayetin muhtevasına dâhil olurlar: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!” (En’âm, 6/112) Evet, bazen cinnî şeytanlar, insî şeytanlara sinyal gönderir. Ben askerde telsizciydim, telsiz operatörü idim. Onlar, size sinyal gönderirler, siz de alırsınız, “Di-da-dıt / da-da-dıt” F.G. demek bu. Evet, siz de ona gönderirsiniz, manzarayı haber verirsiniz. Dolayısıyla, يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا Bazısı, bazısına sözleri süsleyerek, yaldızlayarak ifade eder.

Öyle ki, şeytan bazen sağdan gelir: “Yahu namaz kıl işte, bu halkın içinde!.. Hem niye arka saflarda duruyorsun?” der. Bakın nasıl ikna eder: “Peygamber Efendimiz buyurmuyor mu; en önemli mesele, imam değilse, imamın arkasında durmak! Sen ne diye orada durmuyorsun?!.” Fakat onun maksadı başkadır. Sen, orada durduğun zaman, “Maşallah, herkesten evvel geliyor, ön safı ihraz ediyor, tam da imamın arkasında duruyor. Gökten inen on sevabın dokuzu ona ait oluyor, diğer bir tanesi de diğerlerine dağıtılıyor!” muhtevasını fısıldar. Bu, sağdan gelme, daha tehlikeli; fakat günümüzün insanı bundan gafil yaşıyor.

Evet, sağdan geliyor; önce iyi şeylere teşvik ediyor: “Hacca git yahu, defaatla git!.. Umreyi hiç kaçırma!” diyor; fakat insan giderken, “Yahu şimdiye kadar başkaları hiç gitmiyordu; onları, şöyle-böyle milletin kaderine hâkim oldukları dönemde, hiç bu incelikte görmedik; değerlerimize saygı duyduklarına şahit olmadık! Dünyevî zevkleri içinde yaşadı gittiler böyle. Bir gaflete yelken açtılar ki, kenara çıkmaya fırsat vermedi. Bak ne güzel işte!..” Sağdan geliyor: “Ne güzel! Sen hacca gidiyorsun, millet de görüyor böyle, ‘Böylesi görülmemişti, hakikaten onun ufkuna erilmemişti, bak neler gösteriyor neler?!.’ diyor.” Oruç tutarken de öyle: Konuşur bir yerde, oruç değildir esasen; önüne su koydukları zaman, elinin tersiyle iter. “Gafil misiniz siz? Benim gibi bir Müslüman, oruç tutuyor!..” Bu tavrıyla bile, yine orada dinin bir dinamiğini ayağının altına koyduğu bir kerpiç olarak kullandı demektir. Bütün bunlara, “istismar” diyoruz, “ona dayanıp tahribât yapma” diyoruz, hafizanallah.

   Cennetin sekiz kapısı var, dünyada kalb kapılarını maneviyata açanlar için; Cehennem’in de yedi kapısı var, şeytanın dört bir yandan nüfuzuna mani olmayanlar için.

Şeytanın bir de soldan gelmesi vardır ki, günümüzde o da var, o da tehlikeli. Çoklarının hayatına baktığınız zaman, menâhî irtikâp ediliyor, gırtlağa kadar. İbadet ü tâat, böyle kirlendiği gibi, öbür taraftan da onların ruh dünyaları bütün bütün yıkılıyor; esas mevzilenmiş şeytanlara kale kapıları gibi kalbde kapılar açılıyor. Bohemce yaşıyorlar, harama bakıyorlar, haramı dinliyorlar, yalan söylüyorlar. Büyük serkârlardan bir tanesinin söylediği yalanların “bin”e bâliğ olduğunu söylüyorlar; iftiralarının, bine bâliğ olduğunu söylüyorlar. Ve bunları bir kere söyleyince, “günah-ı kebâir” olur, istiğfar ile buz gibi erir gider; fakat bunları önemli bir şey değilmiş gibi sürekli söylüyorsa, insan kâfir olur. Sürekli, mahzursuz bir meseleymiş gibi iftira ediyorsa, hususiyle Müslümanlık adına yalandan itiraflarda/iftiralarda bulunuyorsa, hiç farkına varmadan, bunu da masumca bir tavır ve davranış olarak görüyorsa, kâfir olur bunlar, isterse namaz kılsın, isterse oruç tutsun. Bunlar da soldan gelme işleridir esasen.

Bir de para ile, mahluk gibi, hayvan gibi satılıp-alınan insanlar var. Yine şeytan soldan geliyor. Birisini bahsediyor bir dost, benim hemşehrim bir dost bahsediyor. Yine “önemli, otuz insandan bir tanesi” dersem, siz anlarsınız. “Siz niye bu olumlu şeylerin, pozitif şeylerin bu kadar aleyhindesiniz?” O, “Ee, şakır şakır para yağdırıyorlar!” diyor. Dedim: “Şimdiye kadar ne kadar verdiler sana?” Unuttum ben, “İki yüz milyon Euro!” dedi galiba. “Evet, ne yapıyorsun bununla?” “İngiltere’de her ihtimale karşı, bir kısım tesisler, villalar yapmaya çalışıyorum!” Geçen de bir arkadaşımız, bunun şerhi/haşiyesi mahiyetinde dedi ki: “Bir sürü insan, kaçma faslı başlayınca kaçabilecekleri yer için dünya kadar yatırım yapıyorlar!”. Soldan gelen şeytan, ruhlara nüfuz etmek suretiyle -çünkü kapılar açık esasen- oradan da vuruyor…

Önden geliyor: İleriye matuf bir kabir var, Münkir-Nekir suali var. Evet, burada yine bir ara vererek bir şey arz edeyim; arz etmiştim bunu, mahzur görmüyorsunuz değil mi? Bir kadıncağız varmış, kabirden çok korkuyor. Allah’a inanıyor, Münkir-Nekir’e de inanıyor. مَنْ رَبُّكَ؟ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ Tabii Münkir-Nekir Arapça bilirler, ona (kadına) söylerken: مَنْ رَبُّكِ؟ وَمَنْ نَبِيُّكِ؟ derler herhalde; “Rabbin kim, Nebin kim, dinin ne?” falan derler. Kadın vasiyet olarak demiş ki: “Beni mezara gömdüğünüz zaman, mezar gibi bir yer de yanımda kazın. Ondan sonra birisi, Allah rızası için, o sual bitinceye kadar orada dursun; yalnızlığın gurbetini yaşamayayım orada. Bir sinerji olur benim için, Hazreti Münkir ve Nekir’e ben de doğru cevap veririm, kem-küm etmeden!”

Hakikaten -Menkıbe bu, menkıbelerin aslına bakılmaz, faslına bakılır.- gömüyorlar ve sonra bir tanesinin de paraya ihtiyacı varmış. Hani şimdikilere bir çuval vermek suretiyle satın aldıkları gibi… On beş milyon verince, bir adam, bakın, itibarını, şerefini, onurunu, gururunu, aileye ait izzetini ayaklar altına aldı. Maşallahı var, ticarette aklı eren birisi; vakıa, bu çağda olan. Onun da gözü -işte- paraya takılıyor, “Olsun!”; veriyorlar, “Gömün beni oraya!” diyor. Giderken oraya, yine de dalgın, mezara girecek diye. Komşularından birisinin kapısının önünden geçerken, komşusu orada balta ile odun kesiyormuş, kıymıklardan biri sıçrıyor buraya; o da eline alıyor onu. Menkıbe öyle diyor. Böyle kıymık gibi parçayı elinde o yana bu yana oynatarak gidiyor kabristana. Mezara da tam öyle koyuyorlar. Gömüyorlar, kapatıyorlar; onun üstünü de -herhalde nefessiz kalmaması için ona göre bir şey ile- kapatıyorlar.

Münkir-Nekir hazretleri kadını sorguya geliyorlar; kendi aralarında konuşuyorlar, “Bu nasıl olsa elde bir. Hele bir şu diri adama soralım!” diyor ve başlıyorlar. “O kıymık nereden sana?!” Şaşırıyor. “Geçerken komşunun kapısından aldım” “Ee var mı ona sormadan almak? Vur şuna bir topuz!..” “Aldıktan sonra geriye dönüp itizarda bulundun mu?” “Yok, bulunmadım!” “Vur bir topuz!..” Bir kıymık için otuz tane topuz vuruyorlar. “Aman bunların paraları da, bilmem neyi de yerin dibine batsın!” diyor; yıkıyor üstündeki toprak yığınını, dışarıya çıkıyor.

Evet, bir kabir var burada, bir berzah hayatı var; ondan sonra bir mizan var, terazi var orada. Kıldan ince, kılıçtan keskin bir Sırat var, geçemeyecek ve dökülecek kimseler için bir Cehennem var. Bir, Cennet kapıları var, dünyada kalbinin kapılarını meleklere açanlar için. Bir de Cehennem’in yedi tane kapısı var; şeytana kapıları aralayanlar için onlar da. Bütün bunlar, ileride insanın görmesi/bilmesi gerekli olan şeyler.

   “Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.”

Yine, şeytan “Adam!” diyor, “Sen sadece bugünün adamısın. Ye, iç, yaşamana bak!” Mesela bir tanesi -yine namaz kılanlardan- ona yakın olan arkadaşlardan bir tanesinin anlattığına göre… “Sâhib-i merâtipten bir tanesi!” diyeyim de siz bir yere koyun onu lütfen! Arkadaşımız, “Allah var, Peygamber var, hesap var, Cennet’e girme var!” deyince, “Yahu siz çok öteleri düşünüyorsunuz!” diyor. Vallahi bu laf da küfürdür, küfür!.. Öteleri!..

Öteleri düşünmeyeceğim de ne olacak?!. آمَنْتُ بِاللهِ، وَمَلاَئِكَتِهِ، وَكُتُبِهِ، وَرُسُلِهِ، وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan geldiğine, öldükten sonra yeniden dirilmenin hak olduğuna iman ettim. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hak mabud yoktur ve yine şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed O’nun kulu ve rasûlüdür.” Yahu, şeklî ve sûrî dahi olsa, bu sözleri her gün camilerde imamlar, kültür olarak ifade ediyorlar, sen de duyuyorsun!.. Allah’tan kork, hiç olmazsa Allah’tan kork; utan, böyle deme!..

Fakat işte, Müslüman görünür, “Bu sistemi İslamî bir çizgiye getireceğiz!” der ama hali bu onun. “Çok ileriye matuf şeyleri düşünüyorsunuz!” Bunlar, bugünün kuşluk öncesinin zavallı çocukları… Haa, öğlenin de değil, ikindinin de değil, akşamın da değil, yarının hiç değil, öbür günün hiç değil, öbür âlemin hiç değil; alakaları yok. Hayatlarını tamamen dünyevî gelirlere göre planlamışlar. “Ben şöyle davranırsam, şöyle düşünürsem, kendimi şöyle ortaya koyarsam, ne kazanırım!” ona bakıyorlar. Dolayısıyla bu defa da şeytanın önden vurması…

Şeytan, bazen de arkadan gelir. “Geçmiş-gelecek masal hep; eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!” Bu da mazi ile alakanı koparıyor senin. Oysaki mazi, bir fideliktir; mazi, toprakta bir kuvve-i inbatiyedir; “gelecek” ancak onun bağrında inkişaf eder; aynı zamanda tarih şuuru o sayede gelişir ve siz o irtibat ile -Allah’ın izni ve inayeti ile- geçmişteki o ulvî duygularınızı, gaye-i hayallerinizi yeniden ihyâ edebilir, bir ba’s ba’de’l-mevt yaşayabilir, yaşatabilirsiniz. Şeytan, arkadan geliyor.

Ve şeytan hiç bilemediğiniz şekilde tepeden de gelir, nöronlarınızı bozar; bilemediğiniz şeylere, kafa karışıklığına sebebiyet verir. Öyle şoklar yapar ki?!.

Bazen de alttan gelir şeytan. Alttan gelmesi, hiç bilemediğiniz şekilde bir şeydir, bilemediğiniz şekilde, tepe-taklak getirir. Buna karşı İnsanlığın İftihar Tablosu, sabah-akşam -az bile olur, bizler için- şöyle der ve denmesini tavsiye buyururdu: اللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِي، وَآمِنْ رَوْعَاتِي؛ اللَّهُمَّ احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ وَمِنْ خَلْفِي، وَعَنْ يَمِينِي، وَعَنْ شِمَالِي، وَمِنْ فَوْقِي، وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْتِي “Allahım, ayıplarımı setret ve beni korktuklarımdan emin eyle. Allahım, önümden ve arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru ve ayağımın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırım.”

Düşünün!.. Kur’an, Allah kelamı; onu okurken, أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Recmedilmiş, Allah tarafından tard edilmiş, kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığınarak, Senin kelamına başlamak istiyorum!” diyoruz.

Son olarak, Şeytan’dan Allah’a sığınmanın yanı başında, her şeyi siyasetine âlet eden siyasîlerin şerrinden de Allah’a sığınmak lazım. Tam mevsimi… أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ، أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ، أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ “Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım. Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım. Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım!..” Vesselam.

Bamteli: KALBE OKLAR SAPLANIRKEN

Herkul | | BAMTELI

  Soru: Muhterem Efendim! İhyâ-i Ulûm’id-Dîn okunurken, bir cümle dikkatimizi çekmişti. İmam Gazzâli hazretleri, İmam Şâfiî’nin civanmertliğini anlatırken, “Zühdün başı, cömertliktir!” diyor. Zühd ile cömertlik münasebetini lütfeder misiniz?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde yukarıdaki soruya cevap sadedinde şunları söyledi:

  Zühd, dünyayı, kesben değil, kalben terk etmektir.

“Zühd” kelimesi, lügat manası itibariyle de, sofilerin ıstılahı içinde de “dünyayı terk etmek” demektir; dünyayı terk edene de “zâhid” denir. Bazıları onu, “dünya ve mâfîhâ’yı bütün bütün kalbinden çıkarıp atmak” şeklinde yorumlamışlardır. Fuzûlî, o duygu ve o düşünceye tercüman olurken, enfes, altın gibi iki mısraında şöyle der: “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir!”

Zâhid de dünya ve mâfîha’yı bilmeyen, bir yönüyle, ihtiyaç ve zaruret ölçüsünde hayatını sürdüren insandır. “Ben bunu alırsam, esasen, müteveccih bulunmam gerekli olan âlem için şarj olmuş olurum, beni ayakta tutar bu!..” O kadar. Böyle düşünür ve onunla iktifa eder. “Fakat bir şey için benim ayakta durmam lazım. Ayakta durabilmem için azıcık bir şey almam lazım, azıcık istirahat etmem lazım, azıcık beşerî garîzelerin isteklerini yerine getirmem lazım, azıcık bazı cismânî duygularıma cevap vermem lazım!..” İnsan, bunlardan sıyrılmak suretiyle asıl vazifesine yoğunlaşabilir; ancak o zaman konsantrasyon tam olur.

Hazreti Pîr’in bu mevzudaki tarifi, zühd adına ortaya konulan tariflerin en enfesidir: Ona göre zühd, dünyayı, kesben değil, kalben terk etmektir. Bir yönüyle, esbaba riayet edersiniz; fakat olmuş-olmamış umurunuzda değildir.

  “Hamd olsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!..”

Hazreti Eyyûb’a (aleyhisselam) bir söz nispet edilir, mev’ize kitaplarında. “Dürretü’l-vâizîn” ve “Dürretü’n-nâsihîn” gibi kitaplarda Hazreti Pîr’in de “Sabır kahramanı” dediği o zâtın (aleyhisselam) genel durumu, sergüzeştisi anlatılırken, bütün musibetler ve dünyevî kayıplar karşısında اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَ “Hamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı.” sözünü tekrar ettiği belirtilir. Mal gider, dudaklarından dökülen söz odur; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!” (Antrparantez; sizin şu anda Türkiye’deki Hizmet’iniz açısından dillendirebileceğiniz bir mülahaza.) Evlâd u ıyâl gider, O yine aynı sözü söyler.

Belki şeytan vesvese vermeye çalışmıştır. Çünkü ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla. Hani o, Rabbine şöyle yalvarmıştı: Şurası bir gerçek ki, şeytan yüzünden bir bitkinlik ve büyük bir ızdıraba düçâr oldum.” (Sâd, 38/41) Orada da ona îmâda bulunuluyor, işârî tefsir açısından. Belki şeytan geldi, fısıldadı onu.

Nitekim böyle bir fısıldama, enbiyâ-i ızâm da ondan masûn değildir. Mesela, Hazreti Âdem (aleyhisselam) hakkında فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لاَ يَبْلَى “Fakat şeytan Hazreti Âdem’e vesvese verdi ve ‘Ey Âdem, seni sonsuzluk ağacına ve hiç son bulmayacak bir devlet ve saltanata götüreyim mi?’ dedi.” (Tâhâ, 20/120) buyurulmaktadır. Eğer şeytan, ona vesvese vermişse, demek ki başkaları için de bu söz konusudur. Şu kadar var ki, onu bizim maruz kaldığımız vesveselere benzetmemek lazımdır. O mukarrabîne göredir, bizim seviyemizde değildir. Artık nasıl süslü-püslü gösterdi, alladı pulladı yaptı ve Cennet’te Allah’a en yakın olmayı ona bağlayarak, “Şu şecereden ye!” dediyse?!. Ne ise o şecere?!.

Aynı şekilde, şeytan, Hazreti Eyyûb Aleyhisselam’a da diyebilir; başkaları da diyebilir, kavmi de diyebilir: “Hani sen Allah’a yakın insandın; çoluk-çocuğun da gitti, eşin de gitti, evladın da gitti, ıyâlin de gitti!..” Fakat o yine, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, verdi ve aldı!” der.

  “Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!..”

Bir zaman gelir ki, Hazreti Eyyûb’un tepeden tırnağa vücudu da yara-bere ve hastalıklar içinde kalır. Hazreti Pîr, menkıbeye bağlı keyfiyetiyle ifade ederken, esasen önemli iki unsuru nazara verir: Biri, inanma mahalli olan “kalb”i; ona da o isabet etti. Diğeri de O’nu (celle celâluhu) dillendirme unsuru olan dili-dudağı, ona da isabet etti. Bundan dolayı buyuruluyor ki: وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bu arada, önderler içinde Eyyûb’u da an, hatırla. Hani O, ‘Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!’ diye yalvarmıştı.” (Enbiyâ, 21/83) Şikâyet değil. “Gider!..” demek değil. Arz-ı hâl. Üns makamının gerektirdiği “temkîn”.

Rabbim, bana musibet isabet etti. Sen, Erhamü’r-râhimînsin!” Bakın bu sözde şikâyet yok. عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِيSen’in benim halimi bilmen; benim Sen’den bir şey istememden beni müstağni kılıyor!” Yine bir Hak dostu şâirin dediği gibi: قَدْ كَفَانِي عِلْمُ رَبِّي عَنْ سُؤَالِي وَاخْتِيَارِي “Rabbimin benim her şeyimi bilmesi, beni O’dan bir şey istemeden de, bir şey dilemeden de, ihtiyardan da alıkoyuyor!” O bildiğine göre, bana düşen şey, bir dilekçe ile -bir yönüyle, kalbin kompoze ettiği ve dilin de okuduğu bir dilekçe ile- halimi arz etmekten ibaret kalıyor. عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِي Zannediyorum, bunu başta Hazreti Şâh-ı Geylânî söylüyor, sonra da bir-iki Hak dostu, ondan mülhem tekrar edip duruyorlar: عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِيHalimi bilmen, Sen’den bir şey istememden beni alıkoyuyor!” Biliyorsun, Sana derdimi şerh etmemin manası yok!..

İşte Hazreti Eyyûb aleyhisselam, ihtimal, bu mülahazalarla halini arz ediyor ve her meselede اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!” diyor.

  Îsâr kahramanları, kendileri de muhtaç olsalar bile diğer mü’minleri nefislerine tercih ederler; bu tercihin tek istisnası ihlas, rıza, aşk u iştiyak konusunda olabilir.

Evet, siz İmam Şâfiî hazretlerinin civanmertliğinden hareketle, cömertlik ile zühd münasebetini sormuştunuz. Şimdi bir insan, kalben dünyadan alakasını kesmiş ise, aynı zamanda o, çok cömerttir. Bazı yerlerde, bunun karşılığı/zıddı olarak Arapça “buhl” (البُخْل) tabirini kullanırlar; “bahîl insan” (رجلٌ بَخِيل) derler cömert olmayan kimselere.

Zât-ı Ulûhiyete nispet edilen “Cevâd” ism-i şerifi var. Belki bizim bildiğimiz esmâ-i İlahiye içinde olmadığı halde, Ehlullah’tan bazıları mübalağa kipi ile de ifade eder, “Cevvâd” derler. Bu adeta, “Bildiğiniz gibi değil, çok cömert! O’nun vermesinin hadd ü hududu, sınırı yok! O, öyle biri!..” demektir.

Şimdi, bir insanın zühde açılabilmesi için -esasen- Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği her şeyi, çok rahatlıkla “bezl” etmesi lazımdır. Bundan neler doğar neler?!. Gönülleri ihyâ doğar. İnsanların şahsında “îsâr duygusu” meydana gelir. Ashâb-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak onlardaki îsâr ruhuna işaret edilmiştir: وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) Kendileri, açlık-susuzluk sıkıntısı içinde kıvranıp durdukları halde, başkalarını, kendilerine tercih ederler. Şu kadar var ki, sadece yemede-içmede değildir bu cömertlik. Bu cömertliği, Ehlullah, ehl-i Hak, ehl-i hakikat, aynı zamanda “makâmât-ı uhreviye” diyebileceğimiz şeylerde de nazara vermişlerdir.

Burada antrparantez arz edeyim: Cenâb-ı Hakk’ın rızasını dileme, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَالْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum, lütfet!” deme mevzuunda îsâr söz konusu değildir. Belki, “Kardeşlerime de lütfet bunu!” mülahazasıyla bu dua yapılabilir; fakat “Kardeşlerime olsun, benim olmasın (olmasa da olur)!” falan demek, Rabbimizle aramızdaki münasebete karşı saygısızlık olur. Bu itibarla, onun dışında, onu istisna tutarak diyorum. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَالْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı ve rızana ermeyi diliyorum, lütfet! Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyorum.”

  “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”

Allah’ım! Sen’den istediğim şey ihlastır; amelimde emre itaatteki inceliği anlayarak, sadece ihlas!” Amelde ihlas çok önemlidir. Evet, Üstad’ın ifadesiyle, “İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” İhlas, “rıza”ya sıçramanın çok önemli bir basamağıdır, merdivenidir, helezonudur, asansörüdür; ona bindiğiniz zaman, “rıza” ufkuna yükselirsiniz. وَرِضَاكَSen, benden hoşnut ol!” Burada O’nu hoşnut ettiğin takdirde, öteye kendisinden hoşnut olunan bir kul olarak gidersin. Nefs-i Râdiye, Mardiyye, daha üstü Sâfiye, Zâkiye. Allah’ın razı olduğu bir insan olmak… Allah razı ise, bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok; O, kabul etse, bütün dünya reddetse, tesiri yok!.. İhlas Risalesi’ndeki hâlisane ifadelerden dökülen şey bu: “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.

Evet, O, kabul ettikten sonra, isterse, muradının gereği oysa şayet, (“gerek” demek de doğru değil) murâd-ı Sübhânî o istikamette tecelli ediyorsa, siz istemediğiniz halde, halklara da, halka da, insanlara da kabul ettirir. Şahit isterseniz, Hizmet’teki muvaffakiyetlere bakabilirsiniz.

O mevzuda bir eğitim görmemiştiniz ne o meselenin pedagojik yönü, ne psikolojik yönü, ne psiko-sosyolojik yönü itibariyle. İnsanlığa açılacaksınız, okullar açacaksınız, yurtlar açacaksınız, üniversiteler açacaksınız; çok farklı kültür ortamlarında yetişmiş ayrı din mensuplarıyla, ayrı mizaç, ayrı mezak, ayrı zevk insanlarıyla karşı karşıya geleceksiniz. Bu mevzuda eğitimin zerresini görmeden dünyanın dört bir yanına açıldınız. Sermaye, şu idi: (O sermayeyi hafife alamam fakat yapılması açısından belki herkesin yapabileceği mahiyette bir şey idi.) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecek (ve onlar, şu anda az ve güçsüz de olsalar, her tarafta kabul görecekler)dir.” (Meryem, 19/96)

Sizin arkadaşlarınız da إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “yürekten Allah’a iman ettiler ve sonra da sâlih amelde kusur etmediler.” Her işlerini ârızasız yaptılar; riya karıştırmadılar, süm’a karıştırmadılar, dünya karıştırmadılar, saltanat karıştırmadılar, makam karıştırmadılar, pâye karıştırmadılar, ‘bir şey olayım’ mülahazasını karıştırmadılar… Kirletmediler. “Sâlih”, o demek. Ârızasız, kusursuz, sağlam ortaya koydular. Dolayısıyla bir “sâlih daire” süreci başladı, “doğurgan döngü”. Onlar, o yolda yürüdüler. سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا Ayetteki “Sin” harfinin, istikbale delalet etmesi açısından, “O yolda devam ediyorlarsa, bir süre sonra Allah, yerde ve gökte onlara hüsn-ü kabul vaz’ edecektir.

“Vüdd” kelimesi, “muhabbet”in ötesinde bir şeydir; ayette, kalblerin onlara karşı alaka duymasını ifade eder. Cebrail Aleyhisselam’ın, “Ben, onlara karşı alaka duyuyorum!”, Mikail Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!”, İsrafil Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!”, Azrail Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!” demesi gibi. Ve nitekim bir kudsî hadiste, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Cenâb-ı Hak, bir kulunu sevince…” Hangi kul? İman etmiş, sâlih amel yapmış kul. “Cebrâil’e nida eder: ‘Ben, falan kulumu seviyorum, sen de sev!’ Bunun üzerine, Cebrail, ‘Ben de seviyorum!’ der.” Ve sonra, nurânî vücuduyla, vücûd-u necm-i nûrânisiyle, bütün hususiyetleriyle, bütün semâvât ehlinin aynalarında kendine has hususiyetleriyle, tecelli keyfiyetiyle herkese seslenir: “Allah, falanı/falanları seviyor, siz de sevin!..” Onlar zâhidâne davrandı, cömertçe davrandı, her şeyi ellerinin tersiyle ittiler. Hatta çok defa arkada ağlayan anne-baba bıraktılar.. yeni evlenmiş eşler bıraktılar.. gözü yaşlı, minnacık çocuklar bıraktılar… İnşallah, siz de Allah’ın nâm-ı Celîli ve size ait aslî ve fer’î bütün kıymetler, halk nazarında hüsn-i kabul görsün diye, iradî hicrete niyet ettiniz; Allah da yerde ve gökte sizin için hüsn-i kabul vaz’etti; kalbler, size açıldı.

Düşünün ki Şeytan’ın avenesi, senelerden beri.. düşünün ki Şeytan’ın avenesi, senelerden beri.. düşünün ki nefs-i emmârenin kapıkulları, boynu tasmalı, âzâd kabul etmez bendeleri, senelerden beri.. âzâd kabul etmez bendeleri, senelerden beri, kafa karıştırmak için sürekli sizin sinyal âleminizin içine girerek, hep şerâre üretmeye çalıştılar, şifreleri bozmak istediler. Fakat Allah’ın vaz’ ettiği o “hüsn-i kabul”, o “vüdd” var ya!.. Sineler size açıldı. Elli defa gitti-geldiler, bazen tehditler savurdular, bazen tonlarla paralar döktüler, bazen kafaları karıştırmak için elli türlü yalan söylediler; fakat kalblerde Allah’ın koyduğu o “vüdd”ü söküp atamadılar.

Cebrail nidâ ediyor: “Allah, falan/lar/ı seviyor, ben de seviyorum, siz de sevin!” Beyanın sonu şu: “Onlara, yerde ve gökte hüsn-i kabul vaz’ edilir!” Herkes, bağrını/sinesini açar onlara.. Yollar, dar yollar, patikalar, onlar için şehrah haline, otobanlar haline gelir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Yürüdüğünüz yol, o.

  Dünyada îsâr ruhuyla yaşayanlar, hatta bütün bütün isârlaşmış olanlar Cennet’e girerken bile o istikamette davranırlar.

Şimdi, cömertliğin bir de bu türlüsü vardır. O yüksek îsâr ruhunun bu türlüsünü yerine getirmek bir hedeftir. Mesele sadece Hazreti Ebu Talha’nın, kendi aç olduğu halde birine yemek yedirmesinden ibaret değildir. O hadise münasebetiyle bir ufuk da gösterilmektedir. Bazen Kur’an ve Sünnet-i sahiha, en küçük şeyleri anlatırken, mesela bir ferde karşı îsâr ruhuyla hareket etme, onu kendine tercih etme mevzuunu nazara verirken, aynı zamanda -adeta- “Bir de siz onun büyüğünü hesap edin!” demektedir. Neyi hesap edeceksiniz? Hani ulemâ ile ağniyânın (âlimler ile zenginlerin) Cennet’in kapısında birbirlerine öncelik hakkı verecekleri bir hadis-i şerifte anlatılıyor; işte onu bu cümleden olarak hesap edebilirsiniz:

Ulemâ diyor ki, “Siz, bize evler açtınız, okullar açtınız, yurtlar açtınız, hocalar tayin ettiniz, bizim âlim olmamızı sağladınız. Burada önce sizin Cennet’e girmeniz gerekir!” Îsâr… Bakın, Cennet söz konusu.. arkada bıraktıkları Cehennem var.. dağlar cesâmetinde kıvılcımlar dışarıya fışkırıyor. Bir tarafta öyle bir dehşet; beri tarafta insanların içine inşirah salan Cennet’in o baş döndürücü manzarası. Böyle bir manzara karşısında ve öyle ürperten bir şey karşısında, “Hayır, siz girin!” Bu defa da ağniyâ diyorlar ki; “Biz, cömertliğin ne manaya geldiğini, zühdün ne manaya geldiğini sizden öğrendik. Siz, onları bize öğretmeseydiniz, biz böyle yapmazdık. Hak, sizin hakkınız; sizin önce girmeniz lazım!

Şimdi bir insana yemek yedirme îsârı nerede, böyle bir mesele nerede?!. Zannediyorum böyleleri, “Ya Rabbî! Evvelâ, sevabıyla benim bu kardeşimi mizandan geçir, ben biliyorum ki teraziye konduğu zaman, -kırılıyorsa o terazi- onun sevabı karşısında ‘küt’ diye kırılacaktır. Evvelâ, o!.. O!.. Sırat’ı evvela o geçsin.. Cennet’e evvela o girsin.. Sen’in rızanı evvela o kazansın. Ben de onun arkasından!..” Tâ bu ufka kadar uzanır o îsâr ruhu.. Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” isminden gelen, birilerinin kullandığı unvan itibariyle “Cevvâd” isminden gelen “çok cömert” olma.. başkalarını nefsine tercih edecek kadar başkaları için yaşama…

  Yaşatma duygusuyla yaşayıp sadece Hakk’a kul olanlar, asla kullara kulluk yapmazlar!..

Sizin, kendi hizmet felsefenizi ifade etme adına, terminolojiye kazandırdığınız bir kelime var: “Yaşatma duygusuyla yaşama”. “Âlem yaşasın diye yaşıyorum ben, âlem yaşasın diye!..” deme. Âlem, Allah ile münasebete geçsin; âlemin kalbi, Allah ile münasebete geçsin; kalb ile Allah arasındaki engeller bertaraf edilsin, latife-i Rabbaniye O’nunla buluşsun… Bana da ne olursa olsun! Zâlim gelsin, bir tekme atsın.. gaddâr gelsin, malıma-mülküme el koysun.. birileri “terörist” ilan etsin.. başka bir densiz kalksın, orada “firak-ı dâlle” desin… Varsın desinler. Herkes, kendi karakterinin gereğini sergiler; ne ise, onu mırıldanır.. ne ise, onu mırıldanır.. ne ise onu mırıldanır!.. Boş ver bunları, onlara bile gözünü yum! وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا “O has kullar, boş ve manâsız söz ve davranışlara rastladıklarında vakar içinde geçip giderler.” (Furkan, 25/72) Öyle densizlerin densizce ifadelerini duyduğun zaman, “Selam!” de, geç!.. Furkan sûre-i celîlesinde ifade buyrulduğu gibi. Bunların hepsi, o fevkaladeden cömertliğe ve îsâr ruhuna ircâ edilecek şeylerdir.

İşte koca Şâfiî hazretleri, elli beş yaşında ruhunun ufkuna yürüyor. Hayatının büyük çoğunluğunda bir derde mübtela. Onun o dertle müptela olduğunu söylerken, çok defa aklıma geliyor, o Hazret’e hakaret sayılır diye yüreğim de ağzıma geliyor. Çünkü onları o kadar seviyorum ki!.. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sahabe-i kiram, Aşere-i Mübeşşere.. ve Eimme-i erba’a veya Eimme-i sitte. Onları o kadar seviyorum ki!.. İmam Şafiî hazretlerinin hemoroidi vardı; kan akıyordu sürekli. O gün de yine Müslümanlar, Müslüman görünenler, onun Şam’da nüfuzunun arttığını, çevresinde halkalaşan insanların çoğaldığını görenler, ihtimale binaen, “Potansiyel tehlike olur mu?” diyenler, sonunda “Nemize lazım, en iyisi mi baştan biz ‘Potansiyel tehlikedir; bu, suç işleyebilir!’ diyelim ve cezalandıralım” düşüncesiyle ona zulmetmişler. Yok, suç yok ortada, yok. Hukuk mantığına göre, hukuk felsefesine göre, hukuk-adalet ilişkisine göre ortada bir suç yok. Günün gaddarlarının, zalimlerinin yaptığı gibi, ondan endişe duyanlar da ona gadretmişler. Hicret-i seniyyenin 150. senesinde dünyayı teşrif ediyor. Bağdat’ta Abbasîler hâkim, Müslümanlığı temsil adına. Hazret’i, zincirler içinde Şam’dan tâ oraya kadar götürüyorlar. Neden sonra, orada o Hazret’in inceliğini îsâr ruhunu, kendi için yaşamadığını görünce, tâzim u tekrim ile yerine iade ediyorlar, o haliyle.

Çekmişler, görmüşler ama kendileri için yaşamamışlar. Yaşatmak için hayatta kalmışlar. Eğer O’nu anlatma imkanı varsa,, tâbir-i diğerle, erkân-ı imâniye ve İslamiyeyi anlatma imkanı varsa.. örfünüzü-âdetinizi, o güzel geleneklerinizi dünyaya duyurma imkanı varsa.. insanda insan olarak bulunabilen bir kısım güzel şeyleri başkalarından alma ve öyle bir zenginliğe yürüme imkanı varsa… Yaşanacaksa, bunlar için yaşanır. Bu türlü şeyler yoksa, bence, yaşamaya değmez; insan, abes yaşıyor demektir o zaman.

İşte, Hazreti Gazzâlî, kadirşinas bir insan; kendi de Eş’arî olduğundan, Hazreti Şâfiî’ye fevkalade saygı duyar. Onun için, İhyâ’sında ona ayırdığı fasıl da çok geniş. Ondan sonra İmam Mâlik’e bir fasıl ayırıyor; o, ona göre biraz daha dar. Ebu Hanife’ye, onu da takdir etmenin yanında, daha kısa bir fasıl ayırıyor; o, öbürüne nispeten biraz daha dar. Fakat hiçbirine saygıda kusur etmiyor. Bizim saygıda bulunduğumuz zaman bile saygımız içinde döktürdüğümüz saygısızlıklar, onlar için kat’iyen söz konusu değil. Ta’zim u tekrimde zirvede insanlar. Hepsini anlatıyor fakat Hazreti Şâfiî’nin bu “cevâd”lığını vurguluyor; Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” isminin zılliyet planında tecelli ettiği bir âbide şahsiyet olarak, kendisi için yaşamayıp başkaları için yaşadığını, zühdünü nazara veriyor.

“İnsanlara el açmak, hep girân geldi bize,

Mihrabı Hak olana, bu türden girân azap..

Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan,

Vicdanı hür olana, minnetli ihsan azap…” (Kırık Mızrap / Azab)

Onun için kimseye yalaklık yapmadık, yalakalık yapmadık! Beklediler onu… Fakat biz, Allah’ın kuluyuz; başkalarına kulluğu, “Allah’a şirk koşma” saydık. Bütün dünyayı verseler, Allah’ın izni ve inayetiyle, çizgi değiştirme niyetinde değiliz. Çünkü o çizgi, değiştirilecek bir çizgi değil. Varsın binlercesi çizgi değiştirsin; bazıları bir villaya satılsın, bazıları bir filoya satılsın, bazıları yakın bir istikbale satılsın… Bırakın yarınsız, öbür günsüz o insanlar, sadece bugünü yaşasınlar!.. Siz, ebedî hayata müteveccihsiniz. Gelin, iman ile kanatlanın ve süzülün enginlere; sakın ruhunuza dar gelen eb’ada takılmayın!..

  Soru: Mâlumunuz “Zühd; dünya verilse sevinmeme, bütün dünya elden gitse üzülmeme halidir!” şeklinde bir tarif de mevcut. Günümüzde Hizmet gönüllülerinin bütün malları, mülkleri, müesseseleri gasp ediliyor. Umum mazlumlar için mutlaka hüzün duyuyoruz; bununla beraber, şahsî ve ailevî mağduriyetlerimiz sebebiyle de üzülmemek mümkün değil gibi görünüyor. Bu hali zühd açısından değerlendirir misiniz?

  Cevap: Estağfirullah… Şimdi, üzülmenin bir gayr-ı iradî olan yanı var; muktezâ-i beşeriyet olarak, insanın içinde öyle bir üzüntü olabilir. “Ben usanmam gözümün nûru cefâdan amma / Ne kadar olsa cefâdan usanır cândır bu…” diyor Hak dostu (Keçecizâde İzzet Molla). Belki kararlısınız siz, üzülmemeye kararlısınız fakat muktezâ-i tabiat, bir yönüyle. كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Bu tabiat, birilerinde asliyet planında tesirini icrâ ediyor, onları dünyanın kulu-kölesi haline getiriyorsa, onun şöyle-böyle -Alfa tesiri var, Beta tesiri var, Gama tesiri var- radyoaktif tesiri sizde de olabilir. Fakat o mevzuda, iradenin hakkını vererek, hemen bir kısım argümanları kullanıp Allah’ın izni ve inayetiyle o şeyi bastırmak lazım.

  Zâlimin zulmü karşısında, insanın içinin yanmaması, içsizliktir; fakat o yanan içinize, bir itfaiyeci gibi, yine siz su yetiştirmelisiniz!..

Şimdi çoğumuz derinden üzüntü yaşıyoruz. Belki, Kıtmir’in de aklına geliyor; o müesseselerin çoğunda amele gibi çalıştım ben. Yalan söylüyorlar, o arsaların hiçbirini onlar vermediler. Onları, bu iman ve Kur’an hizmetine, bizim temel kültür değerlerimize saygısı olan insanlar verdiler, katkıda bulundular. Bugün içeriye alınan insanlar, birer ırgat gibi, amele gibi çalıştılar; sa’ylerinin semeresini birer âbide olarak diktiler. Ve sonra bunu dünyaya açtılar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bugün onları ta’n u teşnîde bulunanların arpa kadar o işin içinde katkıları yoktur; “vardır!” diyorlarsa, şimdiye kadar bin tane yalanları tespit edilmiş, o yalancıların yalanlarından bin birincisi olur. Yalan!..

Evet, siz, emek vermiş, ter dökmüşsünüz; alışmış ve bir yönüyle gözünüzün nuru saymışsınız. Senelerce gitmiş, gelmiş, bakmışsınız. Çok güzel şeyler yaptığına şahit olmuşsunuz. O müesseselerden yetişenler, tıpkı Ashâb-ı kirâm gibi, hiç tereddüt etmeden -biraz evvel de geçtiği üzere- ağlayan anayı, ağlayan babayı, ağlayan eşi, ağlayan evladı bırakarak, îsâr ruhuyla dünyanın dört bir yanına açılmışlar. Önemli bir hizmet vermiş o müesseseler. Şimdi onlara gelip tepeden binmekle, tagallüple, tahakkümle, tasallutla, kayyım ile, kıyımcı tayin etmekle, o müesseseleri batırmakla, bir yönüyle kalbinize sürekli iğneler saplıyorlar gibi!.. Kalbinize iğne saplanırken acıyı duyacaksınız. Sizin iyiliğiniz için kan alırken, iğneyi saplıyorlar; acıyı duyuyor, ürperiyorsunuz. Bu, muktezâ-i beşeriyet; fizikî yapınızın gereği. Herhalde, o kadar bir sarsılma, o kadar bir titreme, o kadar bir “Uff-puff!” çekme, tabiatınızın muktezasıdır. Fakat Allah (celle celâluhu) size, iradesinin gölgesi, izafî bir “irade” vermiş; “meyelan” veya “meyelanda tasarruf” sözüyle tarif edilen bir şey vermiş. Onun hakkını kullanarak orada diyeceksiniz ki; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, vermişti, aldı!..

Ben, çoğu arkadaşlardan da bunu dinledim: “Ben esasen işe bir yerde ırgat olarak başladım. Sonra İstanbul’a geldim, bir arsa aldım, Allah’ın izniyle orada kazındığım şeyle. Arsa, arsa doğurdu; arsa, arsa doğurdu; bina, bina doğurdu… Ve ondan bankalar binası yapıldı.. ondan villalar yapıldı.. ondan, dünyanın başka yerinde Selimiye camileri yapıldı. O gün, Allah onları vermişti; bugün de aldı!” Gülerek anlatıyor; “O kadar çok rahatım ki, vermişti, aldı!” diyor. Aynı zamanda meselenin mantığının mesnedini de söylüyor: “Belki içlerinde bir şey vardı bu kazanımların; öbür tarafta hesabını vermemem için, verdiği gibi aldı!..” Bir de böyle babayiğitler var. “Verdi, aldı!” diyorlar.

Ben kendimi onlarla mukayese edemiyorum. Kur’an-ı Kerim’de, bazen tâ Bakara sûre-i celilesinden başlıyorum, o duyguları içimden atabilmek için. Hakikaten, inanın bana, çok defa o sûreden o sûreye, o sûreden o sûreye atlayarak, يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ قُمِ اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلاً “Ey örtüsüne bürünmüş olan! Kalk ve azı müstesna, geceyi ibadetle geçir.” (Müzzemmil, 73/1-2) veya يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ قُمْ فَأَنْذِرْ “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve insanları inzar et!” (Müddessir, 74/1-2) ayetlerinde buluyorum kendimi. “Kalk, Allah’a teveccüh et! İçini O’na dök! Ne diye elden-âlemden dert yanıyorsun!” Evet, içim yanıyor böyle, o olan şeyler karşısında!.. Aslında, zâlimin zulmü karşısında, insanın içinin yanmaması, içsizlik demektir, onun içi boş demektir. Ama o yanan içinize, bir itfaiyeci gibi, yine siz su yetiştireceksiniz; kendi kendinize şöyle sesleneceksiniz: “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var / Dedim: ‘Zâhirde mi âşık?’ Dedi: ‘İhfâda yangın var!” Kalbde yangın var, söndür onu iradenle. Madem sen bir itfaiye memurusun, söndür o yangını!.. Evet, söndür; öbür taraftaki yangını söndürmenin vesilesi, öbür taraftaki ateşi söndürmenin vesilesi, bu!..

  “Gerçek sabır, hâdisenin şoku yaşandığı ânda olandır!..”

Ama ben çoğu arkadaşımızdan onu duydum; “O vermişti, O aldı; Allah’a binlerce hamd u senalar olsun!” falan dediler. Bu açıdan da ilk defa aklımıza geldiğinde, o zaman sabretmek düşüyor. Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الأُولَىSabır, hâdisenin şoku yaşandığı ândadır!” buyuruyor. İğneyi batırdıkları zaman, dişini sıkacak, “Ufff!” demeyeceksin. Hani Urve b. Zübeyr hazretlerinin menkıbesinde anlatılır ya!..

Urve b. Zübeyr, oğlu Muhammed ile beraber Velid b. Abdilmelik’i ziyaret maksadıyla Şam’a gitmişti. Oğlu Muhammed atların bulunduğu yere girmiş, bir atın tekme vurmasıyla orada vefât etmişti. Az bir zaman sonra İmam’ın ayağında bir yara çıkmış, Velid’in doktorları ayağın kangren olduğunu, bunun ancak kesilmekle tedavi olabileceğini, yoksa bütün vücudu kaybetme ihtimalinin bulunduğunu söylemişlerdi. İmam ayağının kesilmesini kabul edince, doktorlar ameliyat için devrin şartlarına göre narkoz mahiyetinde uyuşturucu vermek istemişlerdi. Fakat İmam, onu kabul etmemiş; şuurunun muvakkaten de olsa izale edilmesini katiyen uygun görmemişti. Doktorlara “Siz böylece vazifenizi yapınız!” diyerek hazır olduğunu bildirmişti. Doktorlar kendisini bağlamak isteyince, “Herhangi bir harekette bulunmayacağım, endişe etmeyiniz.” deyip başlayın işareti yapmıştı. Doktorlar, kemiği testere ile kesmeye başlayınca İmam’ın Allah’ı zikre daldığını görmüşlerdi. Buna taaccüp eden doktorlar, kestikleri ayağı, kızgın yağa daldırıp yaktıkları zaman İmam’a küçük bir baygınlık gelmiş, uyanır uyanmaz yüzünün terini silerek şu mealdeki âyeti okumuştu: “… Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.” (Kehf, 18/62). Kesilen ayağı kendisine gösterilince de şu sözü söylemişti: “Beni senin üzerinde yürüten Zât’a yemin ederim ki, seninle hiç harama yürümedim.” Urve bin Zübeyr, o seferden sonra hep şöyle hamd edermiş: “Allahım! Sen bana yedi oğul verdin, birisini alsan da altısını bana bıraktın; bana dört âzâ verdin birisini aldın ama üçünü bana bıraktın. Sana hamd ü sena ederim!” Evet, hâdisenin şoku yaşandığı ân, dişini sıkıp sabretmek…

  Hadiselerin şiddet şokunu yaşarken, yalnızca Allah’a tevekkül ediyoruz.

Sonra, Hazreti Pîr-i Muğân’ı hatırlayın. Hani “Yirmi sekiz sene çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı; divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne gönderildim; aylarca ihtilattan men edildim…” diyor. Diyor, diyor, bunları diyor. Fakat sonunda, “Hepsine hakkımı helal ettim!” diye ekliyor. Şu ifadelerle, bir yönüyle sözün kafiyesini koyuyor ve aynı zamanda onların izahını yapıyor: “Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum; üzülüyordum, muzdarip oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi bildim. Ben kemal-i teessürle söylerim ki: Benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemalâta âlet etmekliğimmiş!”

Demek ki insan, yaptığı hizmet karşılığında “Veli olayım!” mülahazasına dahi girmemeli, onu bile düşünmemeli!.. “Parmakla gösterileyim! Vekil olayım! Başbakan olayım! Cumhurbaşkanı olayım!..” İnsan, bunları işin içine karıştırdığı zaman, karıştırmış olur; altını-gümüşü, fışkıya karıştırmış olur.

Dolayısıyla -bir yönüyle- Pîr-i Muğân hazretleri kendini sorguluyor orada; “… maddî-mânevî füyuzât hislerime âlet etmekliğimmiş!..” diyor. Eşref Edip ile son mülakatında da açıktan açığa “Hakkımı helal ettim!” diyor. Otuz beş sene, çektirmedik şey bırakmamışlar. Ben 19 defa biliyordum, geçenlerde kendisini daha iyi tanıyan birisi, “Tam 21 defa zehir verdiler, tam 21 defa zehirlediler!” dedi. Düşünün… Tecride koydukları zaman, helaya koydular. Kış gününde de pencereyi açık bıraktılar. Şimdiki zalimlerin yaptıkları gibi, aynen…

Evet, bundan sonra da dişimizi sıkıp o “sadme-i ûlâ”da, yani “başa gelenlerin ilk şoku yaşanırken” sabredecek ve şikâyet etmeyeceğiz. رَأَيْنَا شِدَّةَ الدَّهْرِ، عَلَى اللهِ تَوَكَّلْنَا “Dehrin hadiselerinin şiddet şokunu yaşarken, yalnızca Allah’a tevekkül ettik.” رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Rabbimiz, Sana güvenip dayandık, bütün varlığımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) dedik. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” (Âl-i Imrân, 3/173) ile soluklandık. نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ “O ne güzel Mevlâ, ne güzel Yardımcı’dır!” (Enfâl, 8/40) ile nefes aldık, verdik. حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah bana kâfîdir! O’ndan başka ilâh yoktur! (Ben) O’na tevekkül ettim ve O, büyük arşın Rabbidir!” (Tevbe, 9/129) diyerek, hatm-i kelâm eyledik!..

Bamteli: Aman Zehirlenmeyin!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Peygamber Efendimiz bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz defa istiğfar ederdi; biz de hiç olmazsa günde yedi veya on defa gönülden bağışlanma dilesek!..

*Günümüzün insanı genel tavırları itibariyle her şeyi halletmiş gibi ciddi bir emniyet içinde yaşıyor; istiğfar ve tevbe gibi çok önemli dinamiklere uzak bulunuyor.

*Bağışlanma talebinin sözle yapılanına “istiğfar” denir. İstiğfar; insanın, içine düştüğü bir hatanın pişmanlığıyla kıvranarak Cenâb-ı Hak’tan kusurlarının affedilmesini ve günahlarının bağışlanmasını istemesi, afv ve mağfiret dilemesi demektir. İstiğfar, bir başlangıçtır; onun devamı ve müntehası ise, tevbe, inâbe ve evbedir.

*Tevbe; hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmektir. Hakikat ehlince tevbe; duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhalefetten kurtulup O’nun emirleri ve yasakları zaviyesinden, yeniden O’nunla muvafakat ve mutabakata ulaşma gayretidir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibariyle, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Bu haliyle de bize nasıl davranmamız gerektiğini talim buyururdu.

Ne kadar değişik zehir ve ne çok zehirlenen insan var!..

*Nefsini sık sık sorgulamayan, istiğfar ve tevbe ihtiyacı hissetmeyen bir insan bütün mesâvîye karşı kapıları aralamış sayılır ve hiç olmayacak şeylerle çarpılır. Çarpıldığı her şey de onu felç eder, hafizanallah. Dünyanın cazibedar güzellikleri zehirler, felç eder. Basit bir aile muhitinden, bir gecekondudan bir gündüz-konduya gelince saltanat zehirlenmesine maruz kalır.

*Basit bir muhitten biraz daha alımlı çalımlı bir muhite gelme.. basit bir takdirden herkes tarafından takdir edilir bir duruma yükselme.. acz, fakr ve kuvvetsizlikten birden bire hiç ummadığı şekilde bir kuvvet ve bir iktidarı elde etme.. Cennet’in kenzi olan “Lâ havle ve lâ kuvvete”yi tamamen kendinde görme.. “istediğimi yaparım, istediğimi işlerim” mülahazasına kapılma.. biraz okuyup yazınca kendini her şeyi bilir zannetme… Bunlar kendisini sık sık kontrol etmeyen/edemeyen, günde birkaç defa ister istiğfar, ister tevbe, ister inâbe, ister evbe havuzunda arınmaya çalışmayan kimselerin zehirlenmeleridir.

*Meseleyi nefis muhasebesine bağlı götürmeyen, nazarı sürekli kalbî ve ruhî hayatta olmayan, günde bir kaç defa “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum, lütfet!..” demeyen insanlar, sayılan hususlardan biriyle zehirlenmekten kurtulamazlar.

Yollar yürünerek alınabilir; azim, irade ve gayretle bugün olmazsa yarın zirvelere ulaşılabilir.

*Marifet, muhabbet ve hal Müslümanlığının oluşma süresi, istidat ve kabiliyetlere göre farklılaşabilir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri gibi inkişafa açık müstaid bir fıtrat bile bazı şeyleri altmış yaşından sonra duyup hissettiğini söylemiştir. Hazreti Cüneyd’in bu sözünü, onun altmış yaşına kadar ciddi bir şey duymadığı, görmediği, tatmadığı şeklinde anlamak elbette ki doğru değildir ve böyle bir anlayış o mümtaz ruha karşı saygısızlık olur. Demek ki o büyük insan, gözünü insan-ı kâmil ufkuna dikmiş hep oraya bakıyordu ama o ufka dair bir kısım esintileri duymak belli bir zamana vâbesteydi. Belki de o, bu sözüyle insanlardaki istidat farklılıklarına dikkat çekmek istemişti.

*Her mefkûre insanının, hayatının gayesi bildiği dâvasını ve vazifesini üstün bir gayretle ele alması, kulluğa dair sorumluluklarını derin bir mesûliyet şuuruyla ve fedakârca yerine getirmesi gerekir.

*“Men câle nâle – Yollar yürünerek alınabilir, zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar.” ve “Men talebe ve cedde, vecede – Bir şeyi gönülden dileyen ve onu elde etmek için azim ve iradesinin hakkını vererek çalışıp çabalayan insan mutlaka istediği o şeyi bulur.” hakikatleri hep hatırda tutulmalıdır.

“Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

*İnsan, kusurları ve günahları açısından kendisine derin ve kuşatıcı bir bakışla bakmalı; en küçük olumsuzluklarını Everest Tepesi kadar büyük görmelidir. Hani bir Hak dostu diyor ya, “Beni günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan” Mü’min, kendine öyle bakmalıdır.

*Esved b. Yezîd hazretleri bütün hayatını dini omuzunda taşımakla ve halis kullukla geçirmiş. Her zaman dini hecelemiş, hep dinle gecelemiş, başka hiçbir şey düşünmemiş. Ruhunun ufkuna yürüme mevsimi gelince, iki büklüm olmuş, ağlamaya durmuş; endişesi yüz kıvrımlarında, gözünün irisinde okunuyormuş. Demişler ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” cevabını vermiş.

*Vakıa, ümidini yitirmemek ve reca hissini hep canlı tutmak da bir esastır. “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gam ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) Evet, bu reca hissini de yitirmemek lazımdır.

*İmam Gazzali hazretlerinin yaklaşımıyla, insan hayattayken hep havf yörüngeli yaşamalı, Allah karşısında mehabet duygusuyla oturup kalkmalı; fakat can hulkuma gelip el el ile, ayak ayak ile “elveda, elfirak” dedikleri zaman da hep reca soluklamalıdır. İmam Şafii’nin dediği gibi demelidir:

وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي     جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا

تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ       بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

Kimisi makam, kimisi servet, kimisi iktidar ve kimisi de maharetle zehirlenmiş.

*Evet, zehirleyen faktörler pek çoktur. Mesela, biraz evvel ifade edildiği gibi, gecekondudan, Eşrefpaşa’dan veya Kasımpaşa’dan bir yerlere sıçrayan külhaniler farkına varmadan öyle zehirlenirler ki, kendilerini bir şey görmeye başlarlar. Bir yerde okuduğumu hatırlıyorum: Esasen Hâmân mezar bekçiliği yapıyormuş. Mezar bekçiliğinden Amnofis’in yanına yükselince ve orada şeytânî dehasıyla artık her dediğini dedirtip yaptırınca zehirlenmiş.

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmiş. Hakk’ın, kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin asıl sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve ifsada başlamış. O da mal, mülk ve servetle zehirlenmiş.

*Amnofis, halkı ezmek, zayıflatmak, tesirsiz kılmak, sonra da ezikliği kabul ettirerek kitleleri küçük olmaya ve küçük kalmaya alıştırmak suretiyle herkese boyun eğdirmiş. O da karşısında tasmalı ve prangalı halayıklar görmesi sebebiyle zehirlenmiş.

*Samirî ise marifetiyle zehirlenmiş. O aklı eren, konuşmasını bilen, el ve ayak hareketleriyle değişik beceriler sergileyebilen bir insanmış. Fakat o da kendisine bahşedilen bu mârifet ve kabiliyetleri bir buzağı heykeli/putu yapmada kullanmış ve bu sebeple tepetaklak devrilip gitmiş.

*Demek ki, sanatla veya bir başarı ortaya koymakla da zehirlenme oluyor. İnsan, sürekli kendisini kontrol altına almazsa ve dini disiplinlerle kendisini rehabilite etmek suretiyle ahsen-i takvime mazhariyetinin gereklerini yerine getirmeye çalışmazsa, hafizanallah, kendini salmış sayılır. Dolayısıyla da o türlü sebeplerden biriyle zehirlenmesi kaçınılmaz olur.

*En tehlikeli mesh (suret değiştirme, hayvan şekline bürünme) nedir biliyor musunuz? İnsanın, mesh olduğunun farkına varamamasıdır; hâlâ kendini Müslüman zannetmesi ve hala “onu getireceğim” iddiasında bulunmasıdır. Böyle bir gafletin zararı, sadece -bağışlayın- o ferdi küstahlaştırması, şirazeden çıkarması ve meshe maruz bırakması değil, aynı zamanda o yanlış İslamiyet telakkisiyle bir toplumu korkunç bir badire içerisine atmasıdır. Maalesef, günümüz İslam dünyasında böylesine bir fecaat, böylesine bir şenaat, böylesine bir denaet yaşanmaktadır.

“Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma!..”

*Dünyevî beklentilere bağlı olan herhangi bir hizmet akîm kalmaya mahkûmdur. Ancak “Varım ol Dost’a verdim hânümanım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı” mülahazasıyla, yürüdüğünüz yolda sonuna kadar yürürseniz, sizin karşınızda bütün kuvvetler, aysbergler bile olsa, tuz-buz olur erir gider Allah’ın izni ve inayetiyle.

*Allah’ın lütfettiği hizmet ve muvaffakiyetleri O’nun lütfu olarak bilmek lazımdır. Allah Teâlâ’nın kendi büyüklüğünü göstermesinin vesilelerinden birisi de çok küçük unsurları kullanarak çok büyük neticeleri halk etmesidir. O dilerse, çok küçük ve sıradan insanlara, dâhi ve güçlü kuvvetli kimselerin başaramayacağı işleri gördürür.

*Mazhar olunan başarılar ve güzellikler illa bir sebep ve vesileye bağlanacaksa, şöyle demeli: “Demek arkadaşlar arasında ciddi bir vifak ve ittifak var ki Cenâb-ı Allah tevfikini yâr ediyor. Hizmet gönüllüleri arasındaki kardeşliği bir vesile ve teveccüh kabul ediyor; o teveccühe teveccühle mukabelede bulunarak muvaffakiyetler lütuf buyuruyor.”

*Her fert, bir yönüyle kendi sa’yinin de işin içinde olması itibarıyla, “Ya Rabbî, bana lütfettiğin bu nimetlerin birer istidraç olmasından Sana sığınırım!” demelidir. Alvar İmamı nasıl diyor: “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” Hazreti Pir de bu düşünceyi farklı bir ifadeyle şöyle dile getiriyor: “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” Yine, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini, fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor. Kim diyor bunu? Doğduğu günden itibaren gözünün içine günahın girmediği bir insan söylüyor. Niye söylüyor bunu? Talebelerine ders vermek için: İşte böyle düşünün, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarını sahibinden bilin!..

“Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar!..”

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konuları vurguladı:

Rüya, Yakaza ve Tefeül Objektif Birer Delil Değildir Ama…

*Elektronik tabloda salât-ı tefriciye çıktı. Böyle tevâfukî şeylere hüküm bina etmek objektif değildir. Fakat her şey Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufu ile olduğundan, böyle küçük bir mana yüklemede de mahzur yoktur. Biz inanıyoruz: “Sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır.” (Saffat 37/96) Siz bütün bütün işin dışındasınız demek değil! İradenizin çapı ile işin içindesiniz. Kevn u mekanları yaratan, var eden, sevk ve idarede bulunan Kudret-i Kâhire yanında sizin kudretiniz ne ölçüde ise; O’nun iradesine nispeten sizin iradeniz ne ölçüde ise; kevn u mekanları ihata eden, Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahlûklar ise O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.“ (Bakara, 2/255) hakikatiyle kendini anlatan Zât-ı Ulûhiyetine nispeten, ilim ve idrakiniz ne ölçüde ise, sizin davranışlarınıza terettüp eden fiillerin de içinde işte o kadarsınız. Daha ileriye giderek, daha ilerideki iddialarla -hafizanallah- kendinizi O’na eş ortak gibi görmeyin. Farkına varılmadık şirk, şirk-i hafî denir ona.

*Olup biten her şey O’nun iradesiyle ve O’nun meşîetiyle gerçekleştiğinden, o tevafukların da hiçbiri abes değildir. Ne mana âlemindeki te’vil-i ehâdîs ne de yakaza âlemindeki te’vil-i ehâdîs, hiçbiri boş değildir. Fakat objektif olarak bunlara hüküm bina edilmez. Objektif olarak hükmün bina edileceği esaslar Allah’ın vaz’ ettiği disiplinlerdir. Kitap, Sünnet ve hususiyle üzerinde icma vaki olan hususlar; o sağlam kaynaklardan sağlam istinbatlar. Diğerleri tâlidir. Diğerleri de onlar kadar bağlayıcı olsaydı zaten, onlarda da mutlak bir mutabakat olurdu.

Allah hiçbir toplumu rehbersiz bırakmamıştır!

*Allah (celle celaluhu) hiçbir dönemi peygambersiz bırakmamış; hiçbir zaman dilimini Peygamberân-i Izâm efendilerimizin envârından mahrum etmemiştir. Kur’an-ı Kerim bu hususu şöyle ifade buyurmaktadır:

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلَّا خَلَا فِيهَا نَذِيرٌ

“Şüphesiz biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24) Demek, hiçbir ümmet yoktur ki, onların arasında eğri yolun encâmından, dalalete giden yoldan, cehenneme giden yoldan sakındıran bir nezîr bulunmasın.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile peygamberlik şiirinin kâfiyesi konunca artık peygamber gelmemiştir. Fakat, o mübarek manzûme tamamlanıp nübüvvet şiirinin kâfiyesi konduktan sonra da Allah (celle celaluhu) ümmet-i Muhammedi sahipsiz bırakmamıştır. Sonraki her dönemde de Peygamberin vârisleri gelmiştir. O vârislerin başında ise, Hulefa-i Râşidin efendilerimiz vardır. O Dört Halife’nin hilafetlerinde şüphe yoktur. Hatta onların bir tanesinin hilafetini görmezlikten gelmek ve istihkar etmek, dalalettir; yani küfür ile hemhudut kocaman bir günahtır. Kâfir dememeyi sadece temkin ifadesi olarak ele alırız; yoksa onunla aynı sınırdadır hafizanallah.

Güneşin Ziyasını, Suyun Lezzetini İnkâr Eden Hastalar

*Dört Halife’den sonra ise, Allah, müçtehidler ve müceddidler sayesinde o ilâhî nurunu temsil ettirmiş; insanların ebediyyen karanlıkta kalmalarına meydan vermemiştir. O yüce kâmetler arasında ihtilaflı olanlar vardır, ittifaklı olanlar vardır, büyük çoğunluğun “evet” dediği vardır ya da azınlığın “evet” dediği insanlar vardır. Fakat gözünü yumanlar kendilerine gece yapmışlar ve onların nurlarından istifade edememişlerdir. Zira, gözü kapalı olanlar, günün göbeğinde, güneşin bütün şualarını gönderdiği öğle vaktinde bile onu göremezler.

*Aynen bunun gibi bazı körler o devasa insanları göremeyebilirler. Hazreti Üstad’ın da Kaside-i Bürde’den iktibas edip değerlendirdiği şu söz bu hakikati çok güzel ifade eder:

قَدْ يُنْكِرُ الْعَيْنُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ

وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَۤاءِ مِنْ سَقَمٍ

“Bazen, gözü iltihaplanıp rahatsız olan kimse, göremediği için güneşin ziyasını inkâr eder; vücudu hasta olup ağzının tadı bozulan kimse de suyun lezzetini alamaz.” Bundan dolayıdır ki, İmam Gazzalî, Mevlânâ Halid-i Bağdadî ve Hazreti Bediüzzaman gibi yüce kâmetler bile kendi devirlerinde tenkit, tahkir ve işkencelere maruz bırakılmışlardır.

*Rahmetinin vüs’ati açısından Cenâb-ı Hak hiçbir dönemi ziyasız, ışıksız ve nursuz bırakmamıştır; fakat insanlar kendilerini nursuzluğa, ziyasızlığa ve ışıksızlığa salmışlardır. Bir kere o ziyasızlık çağlayanına yelken açtıktan sonra da o karanlık bir daha oradan sıyrılmalarına fırsat vermemiştir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşerin efendisi olduğu gibi, O’nun sözleri de insan sözlerinin efendisidir. “Söz Sultanı’nın beyanı sözlerin sultanıdır.” şeklinde de diyebilirsiniz.

Peygamber Vârisleri

*Söz Sultanı (aleyhissalâtü vesselam) şöyle buyurur:

اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلأَنْبِيَاءِ

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” Evet, ilim enbiyânın mirası, âlimler de bu peygamber terikesinin vârisleridir ve Hazreti Allah, her dönemde bu mübarek mirasçılar vesilesiyle insanların yollarını aydınlatmıştır.

*Miraç’ta karşılaştıkları zaman, Hazreti Musa (aleyhisselam), Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e, “‘Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarına gelen peygamberler gibidir.’ buyuruyorsunuz. Onlardan birini bize gösterir misiniz?” der. Peygamber Efendimiz, “İşte şu!” diyerek manen İmam Gazzali’yi çağırır. Hazreti Musa, “Senin adın ne?” deyince, Hazreti İmam, “Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Mustafa bin Adem…” der. Musa Aleyhisselam, “Ben bir şey sordum, sen on şeyle cevap verdin; oysa cevabın soruya mutabık olması gerekir.” buyurur. İmam Gazzali, “Efendim, Allah size ‘Elindeki nedir?’ diye sorduğunda, bunun cevabı sadece ‘Bu asamdır’ şeklinde olması gerekirken, ‘O benim asamdır. Ona dayanır ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Ayrıca onunla daha pek çok ihtiyacımı gideririm.’ (Tâhâ, 20/18) demiştiniz. Maksadınız Allah Teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi? Ben de sizin gibi ululazm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için dedelerimin de isimlerini söyledim.” der. Bu cevap üzerine, Hazreti Musa, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselam) “Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrail’in peygamberleri gibiymiş.” buyurur. (bk. Busrevî, Ruhu’l-Beyan, Bakara, 2/143. ayetin tefsiri/ 1/249)

*Bu, bir Hak dostunun müşahedesine dayanan bir menkıbedir; fakat menkıbelerde asla değil fasla bakılır. İmam Gazzali öyle birisidir. İmam Rabbani ondan geri değildir. Hazreti Pir-i Muğan geri değildir, belki de ileridir. Çünkü o misyonu eda eden insanların kıymetleri biraz da zamanın dehşetine ve eda edilen vazifenin keyfiyetine göre olur.

Allahım ne korkunç yalandır bu, ne müthiş riyadır bu!..

*Allah onlarla cihanları aydınlatmış. Allah görenlerden eylesin; o ziya iklimine koşanlardan eylesin. Onu istismar edip, onunla dünyevi bazı şeyler kazanma gibi densizliğe, komplekse, aşağılığa düşmekten Allah bizi muhafaza buyursun. Kitabını elinde tutacaksın, istismar edeceksin fakat o kitaplardan bir iki tanesini bile okumamış olacaksın!.. Allahım ne korkunç yalandır bu, ne müthiş riyadır bu!.. Şeytanı bile utandırır bu; iblis “Ben hayatımda hiçbir zaman böyle bir sahtekârlık yapmadım. Beğenmediğim, takdir etmediğim, sevmediğim ve kabul etmediğim şeyi kabul ediyormuş gibi görünmedim hiçbir zaman!” der.

*“Bazen melekler bizim nezaket ve inceliğimize imrenirler; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperirler.” diyen; “Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağının tozuyum. Biri benden bundan başkasını naklederse; ondan da bîzarım, o sözden de bîzarım (şikâyetçiyim).” diye inleyen;  “Kul oldum, kul oldum, kul oldum… Her köle, hürriyete erince mesut ve bahtiyar olur. Ben Sana kulluğumla saadet ve sevinci buldum!” nağmelerini terennüm eden Hazreti Mevlana da o ışık saçanlardan bir tanesidir. Fitne ve fesadın gemi azıya alıp kol gezdiği bir dönemde, kalbleri yumuşatmak, insanları birbirleriyle barıştırmak ve dünyada eşi emsali görülmedik peygamberane bir örnek sergilemek adına nûrefşân zatlardan bir tanesidir. O da kendi çağının argümanlarını kullanarak, o dönemde insanlara o peygamber mesajını sunmaya çalışmış bir kâmet-i bâlâdır.

Sözde Değil Özde, Gerçek Müslümanlık.. Aksine Asla İnanmam!..

*Kurban olduğum o Müslümanlık, o Muhammedî ruh sözde değil, özdedir. O’nun gibi yaşamak, O’nun gibi hayatı değerlendirmek ve O’nun gibi ruhunun ufkuna yürümek!.. Gerisine inanmam ben, ne derseniz deyiniz! Benim için mikyas şudur: Hazreti Ebu Bekir gibi, giderken insanın çoluk çocuğuna beş kuruşluk miras bırakmadan gitmesine bakarım. İki süper gücü yerle bir eden Hazreti Ömer gibi, torununu tanımayacak kadar kendi dünyasına yabancı ama gözü ümmet-i Muhammed’in i’tilasında (yücelmesinde) olmasına, ondan başka bir şey düşünmemesine bakarım. Türkiye kadar yirmi devletin başında olmasına rağmen şahsı adına yazlık ve kışlık elbiseyi bulamayan Hazreti Ali gibi olmada görürüm müslümanlığı. Öbür türlüsü sadece sözden ibarettir. Onlara benzeme gayreti göstermeden “Ben şu kadar Müslümanın, bu kadar Müslümanım.” diyene ben de derim ki: Vallah da yalan, billah da yalan, tallah da yalan.

*Ümmet-i Muhammed’in başında olanlar Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Osman gibi, Ali gibi (radiyallahu anhüm ecmaîn) yaşadıkları zaman, öyle bir hayat tarzı sergiledikleri zaman…  Hazreti Ömer devrinde Pers’in ganimeti taksim edilirken, oradaki insanlar “Oğlunuz Abdullah’a da verelim!” dediklerinde, Hazreti Ömer efendimiz “Ne diyorsun sen Allah’ını seversen?!. Ben falan kimseyi Allah Rasûlü’nün önünde cansiperane savaşırken gördüm; onu bırakıp da Abdullah’a vermek de ne demek?!.” diyor. Gerçek Müslümanlık, babayiğitlik budur. Kimler Allah yolunda, i’lâ-yı kelimetullah yolunda, Din-i Mübin-i İslam’ı afaktan afaka götürme yolunda ise, elinden tutulması gerekenler de onlardır. Yoksa yakının kayırılması, karunlaştırılması ve onların şuna buna malik kılınması mülahazası, İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan da, O’nun Raşit Halifelerinden de fersah fersah uzaktır, uzaktır, uzaktır. Onlardan uzak olan da şeytana yakındır, yakındır, yakındır. Efendimiz’in, Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin Allah’a yakın olduğunda şüpheniz var mı? Eğer Onlar Allah’a yakınsa, Onlardan uzak olan Allah’tan uzak demektir. Hafizanallah, Allah’tan uzak olan da, ne derse desin, ne ederse etsin, ne türlü ideolojilerden bahsederse etsin, ne türlü sistemlerden bahsederse etsin, Allah’tan uzak ve şeytana yakındır.

Peygambere Kusur İsnad Eden Küstahlar ve Dilsiz Şeytanlar

*Ve inanmam, o yalanlara hiç inanmam; ayı, güneşi, dünyayı yan yana getirseler elleriyle, yine inanmam. Çünkü ölçü O’dur. Bir kısım densizler kalkıp haşa ve kella Onlar’ı da hafife alabilirler. Hatta bazı terbiyesizler, küstahlar İnsanlığın İftihar Tablosu’na günah nispetinde bulunabilirler.. bazı terbiyesiz, mü’min göründüğü halde o sözle, o düşünceyle kafir olan münafıklar.. “Falan filan dönemde olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yaptığı o hata yapılmazdı!” diyecek kadar küstahlık sergileyen insanlar.. ve bütün bu kafirâne sözler karşısında sessiz kalan dilsiz şeytanlar!..

*Kur’an çeşit çeşit mücevheratla dolu derin bir denizdir ama gavvas olanlar, dalgıçlık bilenler bu mücevherlere ulaşabilirler. Evet,

“Gavvas olana Kur’ân / Mücevher dolu umman / Nasipsizdir Kur’an’dan / Her müstağni davranan.”

 

 

Yenilenme Ruhu ve İlâhî İnayet

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Dinî duygu ve düşüncede yenilenme sevdalısı insanların belirgin özellikleri nelerdir?

Cevap: Yıllardır Müslümanların yaşadığı coğrafyada ruhî hayatın büyük ölçüde söndürülmesi, aşk u vecdin bütün bütün unutturulup gönüllerin diline zincir vurulması, düşünen ve okuyan aydınların gidip kaskatı bir pozitivizme aborde olmaları, salâbet ve hakta sebat yerine kaba softalığın ikâme edilmesi; hatta ahiret ve Cennet istenirken bile, dünyada alışılagelen mutluluğun devamı mülâhazasıyla istenmesi gibi pek çok tahribâtı onarma cehdi ortaya koymadan, çarpık düşünce ve telakkileri tashih etmeden toplum olarak ruhta ve manada dirilmemiz mümkün değildir.

Tabii ki, son birkaç asırdan beri ruhlarımızı saran levsiyat Allah’ın izni ve inayetiyle sökülüp atılabilir. Ne var ki, öncelikle milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duygulardan sıyrılmamız; sonra da İslâm’ın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergâmlık, ruhanîlik ve rabbanîlik ruhuyla hakka yönelmemiz ve gönüllerimizi hak duygusuyla arıtıp şekillendirmemiz gerekmektedir. İşte bu anlayışla işe koyulmadan ve ona muvafık bir gayretle çalışıp çabalamadan düze çıkmamız imkânsızlık ölçüsünde zor demektir. Bununla beraber, eğer içimizde, öze sadık kalmanın yanı sıra çağı da kucaklayabilecek tecdid ve ıslah iradesine sahip bir kısım yiğitler varsa –ki vardır– bu tamir ve yenilenme mutlaka gerçekleşecektir.

Göz Açıp Kapayıncaya Kadar Dahi Olsa

Bir misal olması açısından, kendisine Hüccetü’l-İslâm denilen İmam Gazzalî’nin hayatına bu perspektiften bakabilirsiniz. O, öncelikle ilm-i zahirde yüksek bir ufku yakalamıştır. Öyle ki, kendi dönemi itibarıyla ulaşılabilecek bütün kaynak eserlere ulaşmış, kütüphaneler dolusu kitabı hallaç etmiş ve neticede daha sonraki nesillere çok bereketli eserler bırakmıştır. Zaten yetiştiği dönem olan beşinci asır, bir açıdan, bizim rönesansımızın zirveye ulaştığı bereketli bir çağdır. İşte İmam Gazzalî zahirî ilimlerde zirveleri tuttuktan sonra o ilimlerin dar kalıpları içine sıkışıp kalmamış, onlara ayrı bir kıymet ve derinlik kazandıran rabbanilik ve ruhanilik ufkuna yönelmiştir. Zira ona göre manevî ve metafizik buudu olmadığı takdirde âlimlerin kitaplarda söyledikleri sözler, nazarînin ötesine geçmemektedir. Hakikat bilgisine ulaşılması nazarînin amelîye çevrilmesi ve kalb ufkunda yaşanan bir hayat tecrübesiyle mümkündür. Dolayısıyla kalb ve ruh yörüngesinde bir hayat yasayanlar diğer ilim ehline göre kırılma ve dökülmelere daha az maruz kalmaktadırlar.

İşte kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselen, nefsî arzularından sıyrılan, kendinde fena bulup Allah’ta bakî olan bir insanı, rahmet-i ilâhînin, düşüncelerinde, mülahazalarında ve hissiyatında kendisiyle baş başa bırakması düşünülemez. Evet, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, Allah bu tür insanları nefisleriyle baş başa bırakıp yanlışlığa kaymalarına müsaade etmez.

Bildiğiniz gibi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem);

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

Yâ Hayyu, yâ Kayyûm! Rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah buyur ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; el-Bezzâr, el-Müsned 13/49) duasını ümmetine bir hedef olarak talim buyurmuştur. Efendiler Efendisi’nin dualarını kendilerine en yüksek hedef olarak belirleyen ve o istikamette cehd u gayret içinde bulunan ıslah erleri de Allah’ın izni ve inayetiyle hep maiyyet-i ilâhiyenin nurdan tayfları altında yol almışlardır.

Cenâb-ı Hak, Hiçbir Emeği Zayi Etmez

Bu itibarla denilebilir ki asırlara damgasını vurmuş bu büyüklerin içtihat, istinbat ve tecdit mülahazalarını Cenâb-ı Hak onların içine ilka etmiştir. İsmail Hakkı Bursevî’nin Netâic’ine bakacak olursanız onun, “Sabah vakti kalbime şöyle tulû etti; içime şöyle geldi.” gibi sözlerine şahit olursunuz. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Cenâb-ı Hak, bu büyük zatların yollarını aydınlatıyor ve önlerini açıyor, böylece onlar da her şeyi doğru görüp doğru yorumluyorlar. Sonra da zamanın şartlarına, toplumun karakterine ve sahip oldukları  vazifeye göre yapılması gerekli olan işleri yapıyorlar.

Cenâb-ı Hak, Zilzâl Sûre-i Celilesi’nde:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

“Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlemişse mutlaka onun karşılığını görür; kim de zerre ağırlığınca bir şer irtikâp etmişse mutlaka onun karşılığını görür.” (Zilzâl sûresi, 99/7-8) buyuruyor. Bu âyet-i kerimenin mânâsını, sadece “insanın burada işlediği iyilik ve kötülüklerin karşılığını ahirette alması” şeklinde anlamak eksik olur. Kanaatimce konuya şöyle bakmak gerekir: Atom ağırlığınca bile olsa yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığı belli ölçüde dünyada da görülecektir. Zerre ağırlığı kadar küçük hayırların bile karşılığı görülecekse şayet, mefkûre uğrunda, küre-i arz ağırlığında yapılan hayırların karşılığı öncelikle görülecek, çok defa ilahi inayet şeklinde tecelli edecek, demektir.

Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın, himmeti milleti olan, kendisini insanların dirilişine adayan, şahsî zevklerinden fedakârlıkta bulunup hiçbir şekilde kendi ikbal ve istikbalini düşünmeyen bir ihya erini kendi nefsiyle baş başa bırakması düşünülemez! Allah (celle celâluhû) kim bilir bazen açıktan açığa, bazen da şahsın hiç farkına varmayacağı şekilde onu sevk-i ilâhî ve insiyaklarla yönlendirir. İşte böyle bir diriliş kahramanı ne kadar dolambaçlı yollara girerse girsin, hangi derin vadilerde dolaşırsa dolaşsın, Allah’ın izni ve inayetiyle hep doğru yolda yürümeye devam eder.

Allah tarafından ufukları açılan bu tür hakikat kahramanları kimi zaman daha işin başında her şeyi ayan beyan o kadar net bir şekilde görürler ki karşılaştıkları hâdise ve problemler karşısında hemen çok rahat,

فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ

“Hakkın ötesinde ancak dalâlet vardır.” (Yûnus Sûresi, 10/32) deyip doğruyu işaret eder, hakikati seslendirirler. Kimi zaman da karşılaştıkları hâdisenin muğlaklığı ve müphemliği karşısında, “Allah’ım sadece Senin rızanı diliyor, bu insanların Sana yönelmesi için rızana en muvafık tercih ne ise beni ona muvaffak kılmanı istiyorum.” diyerek samimiyet, ihlas ve gayretle O’na sığınırlar. Neticede onlar, Allah’ın izniyle doğruyu görür, doğruyu seslendirir ve insanları doğru yola yönlendirirler.

Hiç Kimse O Kapıdan Eli Boş Dönmemiştir

Eğer siz sürekli dualarınızda, “Allah’ım! Dayanamayacağım, güç yetiremeyeceğim musibet ve belalar karşısında Senin kapının tokmağına dokunuyor ve ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum. Allah’ım! Hata ve günahların ağır baskılarından kurtulma hatta tasavvur ve tahayyüllerimin kirlenmesi karşısında tertemiz bir hayat yaşayabilme adına yine Senin kapının tokmağına dokunuyor ve bir kere daha ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ talebinde bulunuyorum. Allah’ım! İnsanların dirilmeleri adına ortaya koyduğum bütün söz ve fiillerimde beni benimle baş başa bırakma! İrşad tecellilerini benim üzerimden hiçbir zaman eksik etme! Beni her daim doğru yola hidayet buyur! Bütün tavır ve davranışlarımda beni samimiyet ve ihlasla serfiraz kıl! Sazımın sözümün insanlara tesir etmesi için inayetini, görüp gözetmeni üzerimden eksik etme! Allah’ım! İrşad ve tebliğ yolunda mücadele ederken biliyorum ki ehl-i dalâlet beni rahat bırakmayacak; çok küçük şeyleri dahi bahane ederek üzerime gelecek. Onlardan gelecek her türlü belâ ve musibet karşısında eğilmeden, bükülmeden, kırılmadan, taviz vermeden dimdik ayakta durabilmek ve sadece Senin karşında eğilebilmek için yine Senin inayetine, koruyup kollamana sığınıyor, bir kere daha kapının tokmağına dokunuyor ve ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum. Allah’ım! Kalbimi duru tutamıyor ve hakkıyla hukukullaha riayet edemiyorum. Kalbimin, yarattığın günkü gibi dupduru olabilmesi adına tekrar Senin kapının tokmağına dokunuyor ve bir kez daha ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum.” şeklinde sadakat ve samimiyetinizi ortaya koyarsanız Cenâb-ı Hak sizin bu teveccüh ve yakarışlarınızı boş çevirmez; sizi içtihat, istinbat ve tercihlerinizde göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsinizle baş başa bırakmaz.

Evet, eğer siz hayatınızı bu mülahazalara bağlı götürüyor, sabah-akşam hep O’nun kapısının tokmağına dokunuyor ve isteklerinizi birer dilekçe gibi hep o kapıya arz ediyorsanız, arz-ı hâlinizi duyan, bilen, gören Allah (celle celâluhû) mutlaka icabet edecek ve sizi asla karşılıksız bırakmayacaktır. Hak dostlarının yürekleri yakan o derin ve dokunaklı virdlerinde çok defa ifade edildiği gibi, şimdiye kadar O’nun kapısına gidenlerden hiç kimse eli boş dönmemiştir. Hata ve günahlar içinde düşe kalka yürüdükleri hâlde niceleri o kapının tokmağına dokunmuş, O’nun afv u mağfiretine sığınmış ve neticede O’nun rahmet, lütuf, ihsan ve inayetiyle sarılıp sarmalanmışlardır.

Hâsılı, Cenâb-ı Hak, fenâ fillah, beka billâh ve maallaha mazhar olamamış, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerinden geçerek Zât-ı Baht’a ulaşamamış, bu yolda ciddî bir sermayesi bulunmayan; fakat son derece samimî ve ihlâslı olan, sürekli “Allah’ım! İman-ı kâmil!” “Allah’ım! İslâm-ı etemm!” “Allah’ım! İhlâs-ı tam!” “Allah’ım! Samimiyet!” diyerek Allah’a teveccüh eden ve tam bir sadakatle o kapının tokmağına dokunan tamir, ıslah ve tecdit yolcularını yalnız bırakmamış; ilahi koruma, görüp gözetme ve kollamasıyla onları hep muhafaza altına almıştır.