Posts Tagged ‘Kast Sistemi’

Güç ve İmkân Sahiplerinin Hakkı Kabulü

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Gerek Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine ve gerekse Kur’ân-ı Kerim’de geçen peygamber kıssalarına bakıldığında, toplumsal statü açısından önde görünen ve yüksek hayat standartlarına sahip insanların hakkı kabulde daha inatçı ve katı oldukları görülmektedir. Böyle bir realite karşısında hak ve hakikate tercüman olmak isteyen inanan gönüllerin dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Her dönemde olduğu gibi günümüzde de kendileri gibi düşünmeyen ve kendilerinden olmayan insanları ezmeye çalışan, onları kapı kulu gibi kullanıp, sırtlarından geçinen oligarşik bir azınlık vardır. Bu oligarşik azınlık, dünyayı kendilerine göre dizayn etmek ister; her şeyi kendi çıkarlarına, heva ve heveslerine göre değerlendirir; dolayısıyla kendilerinden başka kimseleri görmez ve onlara kapıkulu nazarıyla bakar. Şirzime-i kalîl sözüyle ifade edecebileceğimiz, bu mağrur mutlu azınlık, ülkemizde var olduğu gibi İslâm dünyasının başka ülkelerinde de vardır ve gelecekte de olacaktır.

Tek Hak Sahibi “Hakkımı Vermem!” Diyendir

Ne var ki kast sistemindeki tabakalarda olduğu gibi kendilerini en üst basamakta gören bu insanların, toplumu her zaman kendi vesayet ve hâkimiyetleri altına alabileceklerini düşünmek de doğru değildir. Onlar, hususiyle gerçek mânâda dinî ve ahlâkî düşüncenin hâkim olduğu dönemlerde daralmış, büzüşmüş ve dar bir dairede kalmaya mahkûm edilmişlerdir. Fakat dar bir alana hapsoldukları, kuyruklarını kısıp inlerine çekildikleri dönemlerde bile onların, toplumu esir almaya yönelik düşüncelerini korudukları, üstüne üstlük tahrip adına yeni bir kısım proje ve planlar üretmeye devam ettikleri de bir hakikattir. Fırsatı tam ele geçirdikleri dönemlerde ise hayata ait bütün alanları işgal ettikleri; kaba kuvvete başvurup, kendilerinden olmayan herkesi ezdikleri de başka bir hakikattir.

Fakat bu duruma gelmelerini sadece onların temerrüt ve zulümlerine vermemek gerekir. Beri tarafta kitlelerin gafleti, zühulü ve onlarla mücadele edebilecek faziletli insanların birlik ve beraberlik ruhunu yakalayamamaları, hesapsız ve plansız hareket etmeleri bu neticenin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar. Diyebiliriz ki istihkak kesp etmeyen hiçbir toplum, bu zalimlerin tahakkümü altında ezilmez. Esasında maruz kaldığımız her türlü bela ve sıkıntıyı kendi hata ve kusurlarımızdan bilmek de bize Kur’ân-ı Kerim’in tavsiyesidir. Cenâb-ı Hak Yüce Beyan’ında وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah işlediklerinizin birçoğunu affeder.” (Şûrâ sûresi, 42/30) buyuruyor.

Aslında bir insan, bütün bütün aklını yitirmemişse bilerek kendisine zarar vermez. Fakat onun gafleti, ileriyi görememesi, nefis sevdasına düşmesi, makam ve paye peşinde koşması gibi bir kısım ihmal ve kusurları, “bile bile kendine zarar veriyor” dedirtecek ölçüde zarara sebebiyet verir. Eğer insan, irtikâp etmiş olduğu bunca hata ve günahına rağmen bir kısım güzelliklere mazhar oluyorsa, bütün bu güzellikleri Allah’tan bilmelidir.

Merhum Mehmet Âkif, dünyadaki tek hak sahibinin, “Hakkımı vermem!” diyen kişi olduğunu söyler. Bu açıdan oligarşik azınlığın zulüm ve haksızlıkları karşısında, sadece bağırıp çağırmak, yaygara koparmak müspet bir netice vermez. Bilâkis hakkını yedirmeme adına aklî ve mantıkî mücadele edilmeli, eğer gaflet edilip hak kaybedilmişse istirdat etme adına elden gelen her türlü gayret gösterilmelidir. Gerekirse bu uğurda Kur’ân ve Sünnet’in tavsiyeleri doğrultusunda her türlü fedakârlık yapılmalı, hukuka riayet çerçevesinde ve adalet dairesi içinde gayret ederek insanca yaşama hakları tekrar geriye alınmalıdır.

Çağın Mütekebbirleri ve Hakkın Gür Sesi

Dün olduğu gibi bugün de dünyada sermayeyi, gücü, iktidarı ve bir kısım makam ve mansıpları elinde tutan kişiler halka bakarken yere bakıyor gibi, kendilerine bakarken ise göklere bakıyor gibi bakarlar. Hatta günümüzde sayıları o kadar fazladır ki, onlara oligarşik azınlık demek bile yeterli olmayacaktır. Elbette ki Allah’ın havl ve kuvveti karşısında onların gücünün hiçbir kıymeti yoktur ve O’na sığınanlar için de esasen hiçbir anlam ifade etmemektedir. Fakat bizim gaflet ve zaafımız neticesinde ortaya çıkan boşluk, gücü anlamlı hâle getirmekte, oligarşik azınlık da o gücü bize karşı kullanmaktadır.
Milletin sırtından geçinen bu tür zümrelerin, hep bu hâl üzere kalacaklarını düşünmek de doğru değildir. Bir gün onların arasından da yaptıkları zulümlere pişman olanlar, “tevbeler tevbesi” diyenler, duygu ve düşüncelerini değiştirenler ve insanca yaşama yolunu tercih edenler çıkabilir. Nitekim Devr-i Risalet-penahi’de bunun birçok örneğini görmek mümkündür. Her ne kadar Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlangıçta inananların çoğunluğu Bilâl-i Habeşî, Ammar İbn Yâsir ve Abdullah İbn Mes’ud (radıyallahu anhum) gibi servet ve iktidar sahiplerinin yanında çalışan fakir insanlar olsa da, daha sonraki yıllarda Mekke’nin önde gelenleri de bu nurdan halkaya dahil olmuşlardır.

Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk iman eden ve merkezi teşkil eden insanların kimliğine bakarak psiko-sosyolojik açıdan bir kısım tahlillere girebilirsiniz. Meselâ ezilen insanların, içinde bulundukları kötü hayat şartlarından kurtulmak için bir halaskâr arayışı içinde olduklarını; Nebiler Nebisi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadakati, iffeti, yüksek fetaneti ve kararlılığıyla görünce kendileri için bir merci olabileceği düşüncesiyle O’na koştuklarını söyleyebilirsiniz. Veya bu insanların, dünya ile hiçbir alâkalarının bulunmaması ve kaybedecekleri pek fazla bir şeylerinin olmamasını göz önünde bulundurarak Allah yolunda hırz-ı can etmelerinin daha kolay gerçekleştiğini de düşünebilirsiniz. Veyahutta zulüm altında inleyen bu insanlara, Allah Resûlü’nün engin şefkatiyle muamelede bulunması, bağrını açması, destek olması ve sahip çıkmasının, onların İslâm’ı daha hızlı bir şekilde kabullerinin bir sebebi olarak da görebilirsiniz. Bütün bunların haricinde fakr u zaruret içinde bulunan insanların böyle ezelî bir nura yönelişini bir sevk-i ilâhî olarak da değerlendirebilirsiniz. Ancak bu neticeyi hangi faktöre bağlarsanız bağlayın, ilk saffı teşkil eden kahramanların büyük çoğunluğunun fakir ve toplumun önde gelenleri tarafından hakir görülen insanlardan oluştuğunu görürsünüz.

Ne var ki, bir gün gelmiş her fırsatta Müslümanların karşısına çıkan ve onları ezmeye çalışan toplumun önde gelenleri de Müslüman saflarına katılmışlardı. Meselâ nübüvvetin altıncı senesinde Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı söylenen nâsezâ, nâbecâ sözler karşısında Hazreti Hamza’nın (radıyallahu anh) gayret-i insaniyesi coşmuş ve müşriklere karşı başkaldırmıştı. (Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 2/151-152; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/129) Demek ki onun ruhunda bu cevher ve potansiyel vardı. Yiğitlik timsali bu zat, başlangıçta muvakkat bir tereddüt yaşamış olsa da, Müslüman olduktan sonra kendisini İslâm’a öyle bir bağlamıştır ki, Uhud’da şehit olduktan sonra ismi göklerde “Allah’ın aslanı” mânâsında “Esedullah” şeklinde yazılmıştır. (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/149; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/149) Bir dönem temerrütte eşi emsali olmayan Ebû Süfyan, Mekke Fethi’nden sonra Allah Resûlü’nün yanında yerini almıştır. (Bkz.: el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 5/102; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 23/458) Onun gibi müşriklerin elebaşlarından olan nice kimseler, hakka teslim olup saf değiştirmişlerdir.

Hiç Kimse Güzelliklerden Mahrum Kalmamalı

Bu itibarladır ki bugün itibarıyla kendilerini kast sistemine göre en üst basamakta görüp, başkalarını ezmek haklarıymış gibi davranan oligarşik azınlık içinden kim bilir belki de nice servi revan canlar, nice gül yüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar çıkabilir, evrensel değerlerin ikame edilmesi konusunda size omuz verebilir. Hatta günümüzde yağmur gibi olmasa da yapraklara konmuş şebnemler gibi bunun emarelerinin görüldüğü söylenebilir. Zira dünyevî imkânları çok iyi olan, bazılarınca kast sisteminin üst basamaklarında görünen, dünya görüşleri itibarıyla kendilerini sizden uzak gören ve sizin de kendileriyle aynı mefkûreyi paylaşabileceğinize hiç ihtimal veremeyeceğiniz insanlar, güzelliklerle tanışınca insanlık ve barış yolunda yapılan faaliyetlere sahip çıkmaktadırlar. Bakıyorsunuz ki bunlardan bazıları bir yerde okul açmak istiyor, bir başkası farklı bir yerde bir üniversite yapmak istiyor, bir diğeri de açılacak bir eğitim yuvasının arsasını vermek istiyor. Bu türden hizmetleriyle aynı zamanda başkalarına da örnek olduklarından, onları görenler, “Bir okul da ben açayım; bir üniversite de ben yaptırayım.” demektedirler.
Dolayısıyla bize düşen vazife, aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin toplumun bütün fertleriyle ilgilenmektir. “Islah işi, sadece fakir fukara ile veya orta sınıf insanlarla götürülür.” düşüncesi doğru değildir. Belki bu insanlar yapılan olumlu işlere başlangıcından itibaren daha çok hüsnükabul göstermiş ve gönül kapılarını da ardına kadar açmış olabilirler. Siz de işin başlangıcında daha çok onlarla oturup kalkmış olabilirsiniz. Fakat günümüzde insanlık adına yapılması gereken işlerin çokluğundan dolayı himmetler âli tutulup, her yere ve herkese ulaşmaya çalışılmalıdır. Dünyevî imkânlara sahip olan ve başkalarına yukarıdan bakan insanları da işin içine dahil etme adına gayret gösterilmelidir. Ancak bu gayret ortaya konurken, inandığınız değerleri kabul etmeleri adına kimisi için bir gün, kimisi için bir hafta yeterli olsa da, kimisinin de ayağına bir ay, belki bir yıl gelip gitmeniz gerekebileceğini de unutulmamalısınız.

Kim bilir Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kaç defa Ebû Cehil’in kapısının tokmağına dokunmuş ve ona mesajını sunmuştu. Hiç kızmadan ve gönül koymadan her fırsatı değerlendirmiş ve iman hakikatlerini ona duyurmaya çalışmıştı. Çünkü Ebû Cehil, Benî Mahzûm kabilesinin önde gelenlerinden birisiydi. (Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 4/191; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/255-256) O, İslâmiyet’e girdiği takdirde, arkasından bütün kabilesinin de girme ihtimali vardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o gün itibarıyla sadece Ebû Cehil değil, Mekke’nin önde gelen bütün reislerinin kapılarının eşiklerini aşındırmış, gelmiş gitmiş, bıkmadan, usanmadan, gönül koymadan mesajını onlara sunmuştu. Belki iman etmek Ebû Cehil’e nasip olmamıştı. Fakat O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), o re’fet ve şefkati karşısında bir gün gelmiş Ebû Cehil’in oğlu İkrime iman etmişti. (Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 41/55-56) Hatta gün gelmiş Mekke’nin ileri gelenleri arasında O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim olmayan bir kişi bile kalmamıştı. Belki biraz da kitle psikolojisinin etkisiyle bütün Arap Yarımadası’nda fevç fevç İslâmiyet’e dehaletler olmuştu. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/248-249; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh 2/157-161)

Bu açıdan toplumun bütün kesimlerine ulaşabilme adına her vesile değerlendirilmeli, çok alternatifli yürünmelidir. Evet, bıkmadan, usanmadan, ümitsizliğe kapılmadan ve gönül koymadan herkesin kapısının tokmağına dokunulmalıdır. Belki bazıları, size hakaret edecek, “gerici”, “yobaz” diyecek veya daha değişik ad ve unvanlar takacaktır. Fakat bu, öyle bir meseledir ki, yapıldığında sizin için mutlak kazandırma, yapılmadığında da onlar için mutlak kaybetme meselesidir. Eğer sizin mesajınız, mutlak kazandırmanın sihirli ve sırlı bir anahtarıysa -ki Cenâb-ı Hak, kendi yolunda samimî koşturan herkese böyle bir sırlı ve sihirli anahtar vermiştir- bu anahtarı onların eline tutuşturmak için elli defa el-etek öpseniz değer. Evet, Kur’ân hadimleri, insanların ebedî mutluluk yoluna girebilmeleri için hiçbir cevr u cefaya, hiçbir kem söze ve hiçbir engellemeye asla takılıp kalmamalıdırlar.

Cahiliye Dönemine Ait Dört Özellik

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إِنَّ فِي أُمَّتِي أَرْبَعًا مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ لَيْسُوا بِتَارِكِيهِنَّ الْفَخْرُ فِي الْأَحْسَابِ وَالطَّعْنُ فِي الْأَنْسَابِ وَالِاسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ وَالنِّيَاحَةُ عَلَى الْمَيِّتِ

(Hâkim, el-Müstedrek, 1/539) sözleriyle, soyla övünme, neseplerinden ötürü başkalarını ta’n etme, yıldızlardan yağmur bekleme ve ölünün arkasından ağıt yakma şeklindeki dört cahiliye âdetinin ümmeti arasında bâki kalacağını ifade etmiştir. Bu hadisten çıkarılması gereken dersler nelerdir?

Cevap: Öncelikle şunu ifade edeyim ki, cahiliye dönemine ait bu vasıfların ümmet-i Muhammed’in fertleri arasında aynen baki kaldığını/kalacağını düşünmek doğru olmaz. Çünkü cahiliye dönemi insanlarının sahih bir itikatları yoktu. Ümmet-i Muhammed ise sahih bir inanca sahiptir. Dolayısıyla cahiliye dönemine ait bu vasıflar daha sonra bazı Müslümanlar arasında görülse de, bu özelliklerin keyfiyet olarak birbirinden farklı olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Başka bir ifadeyle cahiliye insanlarının demine-damarına işlemiş bu özellikler onlarda hakikî mânâsıyla bulunmaktaydı. Bu vasıfların, bir kısım Müslümanlar arasında varlığını sürdürmesi ise mecâzî veya zıllî mânâda anlaşılmalıdır. Bu itibarla hadis-i şerifte yer alan, لَيْسُوا بِتَارِكِيهِنَّ “Onlar bu vasıfları terk etmeyecekler.” ifadesini, bu vasıfların bire bir cahiliyedeki şekliyle devam edecekleri şeklinde değil de; şöyle böyle değiştirilerek, tadil edilerek devam edecekleri şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.

Neseple Övünme Boş Bir Teselli ve Aldanmışlıktır

Dört vasıftan ilki olarak zikredilen الْفَخْرُ فِي الْأَحْسَابِ ifadesi, neseplerle övünme ve fahirlenme demektir. Esasında insan makam, mansıp, ilim, servet, güzellik, zeka vb. hangi husus ile fahirlenirse fahirlensin bu, Allah’a karşı saygısızlığın ifadesidir. Üstad Hazretleri’nin yaklaşımıyla Allah’ın lütuf ve ihsanlarını görmezlikten gelmek nankörlük; onları kendinden bilmek ise fahirdir. O halde insan, nankörlükten de, fahirden de uzak kalmak istiyorsa, öncelikle mazhar olduğu ilim, irfan, akıl, muhakeme, servet, sıhhat vb. bütün nimetlerin O’ndan olduğunu bilmeli, “Bütün bu güzellikler Güzeller Güzeli’ne ait.” demeli, daha sonra o nimetlerin zikredilmesini gerektiren bir durum olduğunda da, onları sadece bir “tahdis-i nimet” olarak zikretmelidir.

Biraz daha açacak olursak; insanın fahirlenmesi ve kendini beğenmesi Allah’ın sevmediği çok kötü bir vasıftır. Fahirlenen ve kibirlenen insanları Allah tepetaklak eder. İşte hadis-i şerifte insanı baş aşağı getirecek bu âfetin özel bir çeşidinden bahsediliyor ki, o da haseple, neseple, soyla, sopla, şecereyle iftihar etmektir. Bu açıdan insan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tertemiz şeceresinden gelmiş olsa bile, “Allah’ım böyle mübarek bir silsile-i zehebten (altın silsile) gelmek benim elimde olan bir şey değil. Biliyorum ki bunu bana nasip eden Sen’sin, bu güzellik Sana aittir ve bu durum aynı zamanda benim için ağır bir sorumluluktur. Ya Rab, bu güzelliği bahşettiğinden dolayı hem Sana hamd u senada bulunuyor, hem de bu sorumluluğun hakkını verebilmem için Senin yardımını diliyorum” demeli ama asla belli bir soydan gelmiş olmayı başkalarına karşı bir faikıyet (üstünlük) unsuru olarak kullanmamalıdır.

İnsanın, “Ben şöyle bir paşadan geliyorum; atalarım şöyle zengindi; bizim Boğaziçi’nde şöyle şöyle yalılarımız, villalarımız vardı.” türünden ifadeleri de soyla sopla fahirlenme kategorisi içine girer. Aynı şekilde bir insanın bakanın, başbakanın, cumhurbaşkanının oğlu olması fahirlenmesine, caka yapmasına sebep olabilir. Hâlbuki bunların hiçbiri nezd-i ulûhiyette bir kıymet ifade etmez; aksine bunlarla fahirlenmek Allah katında merduttur. Bu tür mülâhazalara giren insanın imanı varsa, dünyada bunun cezasını görür; imanı yoksa onun cezası mahkeme-i kübraya kalır ki, bu, çok daha ağırdır.

Bu itibarla insan ne seviyede olursa olsun, soyuyla sopuyla kendisini ifade etme gibi bir seviyesizliğe düşmemeli ve bunları bir üstünlük vesilesi olarak görmemelidir. Çünkü atalarının sahip olduğu meziyet ve üstünlüklerin insana hiçbir faydası yoktur. Asıl olan, insanın zatî kıymete sahip bulunmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ “Nezd-i ulûhiyette sizin en keriminiz, en muttaki olanınızdır.” (Hucurât sûresi, 49/13) yüce beyanıyla bu hususa dikkat çekmiştir.

Evet, insanın Allah katındaki kıymetinin ölçüsü; ibadet ü taatte nerede durduğu, Allah’la nasıl bir münasebet içinde bulunduğu, hayatını ihsan şuuru içinde sürdürüp sürdürmediği, yaptığı her işi Allah tarafından görülüyor, dahası Allah’ı görüyor olma mülâhazasıyla yapıp yapmadığıyla irtibatlıdır. Bu konularda durması gerekli olan yerde durmayan bir insan, kimin torunu olursa olsun ve hangi soydan gelirse gelsin, bunun ona hiçbir faydası olmayacaktır. Nitekim Hazreti Ömer, إِنَّا قَوْمٌ أَعَزَّنَا اللَّهُ بِالْإِسْلَامِ فَلَنْ نَلْتَمِس الْعِزَّ بِغَيْرِهِ “Şüphesiz ki biz, Allah’ın İslâm’la aziz kılmış olduğu bir kavimiz. Bu yüzden asla İslâm’ın dışında bir izzet vesilesi aramayacağız.” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/10; Hâkim, el-Müstedrek, 1/130) sözleriyle, İslâm’ın dışında fazilet ve üstünlük vesileleri aramanın beyhude olduğunu ifade etmiştir.

İnsanlığın Kurtulamadığı Kast Sistemi

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikinci olarak, وَالطَّعْنُ فِي الْأَنْسَابِ lafzıyla, neseplerinden ötürü başkalarının tan u teşniye tâbi tutulmasını zikretmiştir. Hâlbuki bir insanın fakir bir ailede neş’et etmesi, babasının koyun güden bir çoban olması ona bir şey kaybettirmeyeceği gibi, -yukarıda ifade edildiği üzere- onun falanın filanın soyundan gelmesi de ona bir şey kazandırmayacaktır. Önemli olan, insanın zatî değere sahip olmasıdır. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu beyitleri bu durumu ne güzel özetler:

Hakkı gel sırrını eyleme zâhir

Olayım der isen bu yolda mâhir;

Harâbat ehline hor bakma Şâkir

Defineye mâlik vîrâneler var.”

Evet, sizin çok virane gördüğünüz öyle insanlar vardır ki o viranelerin bağrında defineler yatıyordur.

Bu açıdan yetiştiği kültür ortamına, maddî durumuna, içinde bulunduğu muhite, aile çevresine vs. bakarak insanları ta’n u teşniye tâbi tutmak kesinlikle doğru değildir. Esasında kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu, çok daha eski dönemlere dayanmaktadır. Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan’da doğduğu söylenen “kast sistemi” inancı aslında, enbiyâ-i izâmın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen pek çok toplumda varlığını sürdürmüştür. Günümüzde de böyle bir anlayışın açık-kapalı farklı tezahürleriyle, ülkemiz de dâhil, dünyanın pek çok yerinde olduğunu söyleyebiliriz. Eğer insanlık günümüzde bu kadar medenileşme, demokratikleşme ve insan haklarında ilerleme iddiasına rağmen, farklı şekil ve tezahürleriyle hâlâ kast sistemini devam ettiriyorsa, insanlık âlemi olarak durumumuzun yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Bu konunun hususiyle bizim toplumumuza bakan yanı ise şudur: Anadolu, memerr-i akdam’dır; yani pek çok kavmin gelip geçtiği, konup göçtüğü bir uğrak yeri olmuştur. Tarihin değişik dönemlerinde dünyanın muhtelif yerlerinden farklı ırklara, dinlere, kültürlere sahip olan kavimler Anadolu’ya yerleşmiş ve bunların birçoğu da Müslüman olmuştur. Bu açıdan herhangi bir insanın soyunu araştırmaya kalktığınızda birkaç kuşak sonra dedesinin, Yahudî, Ermenî, Musevî, Rum vs. olduğunu görebilirsiniz. İşte buradan yola çıkarak insanları ta’n etmeye hakkınız yoktur. Sahabe-i kiramın bile pek çoğunun babası Müslüman olamadan ahirete gitmiştir. Dolayısıyla insanları geçmişleriyle ve ait oldukları neseplerle değil de kendi durumları itibarıyla değerlendirmek gerekir.

Yıldız Falı ve Kalbteki Derin Boşluklar

Cahiliye işlerinden olduğu hâlde ümmet arasında mevcudiyetini devam ettirecek olan âdetlerden bir diğeri de وَالِاسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ şeklinde ifade edilen yıldızlardan yağmur bekleme ve yağan yağmuru yıldızlardan bilmedir. Hususiyle Mezopotamya’da yıldızlara hususî kutsiyet atfediliyordu. Oranın ahalisi, yıldızların insanların kaderi üzerinde doğrudan doğruya tesirli olacağına inanıyorlardı. Günümüzde bu tür inançlar yıkılmış olsa da onun birer gölgesi olan yıldız falına ve burçlara inanma devam etmektedir. Demek ki bu cahiliye âdeti hâlâ farklı şekillerde varlığını sürdürmektedir.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuyla ilgili bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu ifade etmiştir:

أَصْبَحَ مِنْ عِبَادِي مُؤْمِنٌ بِي وَكَافِرٌ فَأَمَّا مَنْ قَالَ مُطِرْنَا بِفَضْلِ اللَّهِ وَرَحْمَتِهِ فَذَلِكَ مُؤْمِنٌ بِي وَكَافِرٌ بِالكَوْكَبِ وَأَمَّا مَنْ قَالَ بِنَوْءِ كَذَا وَكَذَا فَذَلِكَ كَافِرٌ بِي وَمُؤْمِنٌ بِالكَوْكَبِ

“Kullarımdan bazıları Bana iman etmiş bazıları da Beni inkâr etmiş olarak sabahladı. ‘Allah’ın fazlı ve rahmeti sayesinde yağmura kavuştuk.’ diyenler Bana iman etmiş, yıldızları inkâr etmiş olanlardır. Yağmuru herhangi bir yıldızdan bilenler ise beni inkâr etmiş, yıldıza iman etmiş olanlardır.” (Buhârî, megâzî 37; Müslim, îmân 125)

Demek ki yağan yağmuru Allah’tan gelmiş bir rahmet eseri olarak görmek ve hamd u sena ile ona mukabelede bulunmak bir iman alâmeti iken, onu yıldızlar gibi basit sebeplere nispet etmek şirk alâmetidir. Eğer Cenâb-ı Hak yağmurun yağması adına yıldızları izzet ve azametine birer perde yapsaydı, onların bu konuda birer sebep olarak görülmelerinde bir mahzur olmayabilirdi. Fakat pozitif ilimlerin de ortaya koyduğu üzere yıldızlarla yağmurun yağması arasında sebepler dairesinde doğrudan bir münasebet dahi bulunmamaktadır.

Maalesef insanlar inanılması gerekli olan hakikatlere inanmayınca, yani Allah’a, peygamberlere, Kur’ân’a, ahirete sağlam bir iman bulunmayınca, insanların içinde bulunan inanma duygusu bu sefer onları bâtıla inanmaya sürüklüyor. Kimi gidiyor yogizmden medet umuyor, bir başkası meditasyondan keramet bekliyor, öbürü de yıldız fallarıyla tatmin olmaya çalışıyor. İşte bütün bunların sebebi insanın ruhundaki inanma kabiliyet ve istidadının inanılması gerekli olan hakikatlere kapalı tutulmasıdır. Evet, insan tabiatı, yaratılışı itibarıyla hakikat peşinde koşar, fakat bazen hakikati ararken bâtıl külâhı başına geçer de imana muhtaç kalbini gider aklı, şuuru dahi olmayan taşla, ağaçla, yıldızla tatmin etmeye çalışır.

Kadere İman ve Yas Kültürü

Hadiste وَالنِّيَاحَةُ عَلَى الْمَيِّتِ lafzıyla ifade edilen son husus ise ölen kimseler arkasından ağıt yakmaktır. Hâlâ ülkemizin bazı yörelerinde Kur’an ve Sünnet’in temel disiplinleriyle telif edemeyeceğimiz ağıt yakmalara şahit olmak mümkündür. Ölen kimse arkasından insanlar bir araya gelerek onun iyilik ve faziletlerini sayıp döker, hakkında, “kaşı şöyleydi”, “bakışı böyleydi” şeklinde methiyeler düzerken bilhassa kadınlar ellerini yüzlerine, dizlerine vurur, aktörlerin yaptığı gibi sun’î ağlamaya dururlar.

Hâlbuki abartı ve uydurma ifadeler katılarak dile getirilen bütün bu tazim, tebcil ve takdirlerin ölüye hiçbir faydası yoktur. Faydası olmak bir yana hadis-i şeriflerde ifade edildiği üzere onlar ölü üzerine ağıtlar yakarken melekler “Sen gerçekten böyle miydin?” diye onu hesaba çeker ve böylece o, ağıt yakanların eliyle bir çeşit azap çekmiş olur.

Evet, eğer insan dünyada iken ibadet ü taatle Allah’a yaklaşamamış, iyi bir kulluk ortaya koyamamışsa ne cenazesinin kalabalık olmasının, ne hakkında dile getirilen methiyelerin, ne de cemaatin “iyi biliriz” demesinin kendisine bir faydası olmayacaktır. Ayrıca ifade etmek gerekir ki bile bile fâsık bir insan hakkında “iyi biliriz” demek yalan yere şahitlik etmek demektir. Dolayısıyla Allah, insana söylediği bu yalanın hesabını sorar. Elbette ki camiye gelen, namaz kılan, ahlaklı ve faziletli görünen bir insan hakkında hüsn-ü şehadette bulunabiliriz. Çünkü biz, zahire göre hükmederiz. Kalbleri bilen yalnız Allah’tır. Fakat apaçık din ve diyanet düşmanlığı yapan veya lafta dindarlığı kimseye bırakmadığı halde âdeta mübah görürcesine açıktan hırsızlık, yolsuzluk yapan, iftira ve tezvirde bulunan kişiler hakkında “iyi biliriz” demek hem korkunç bir yalan, hem Allah’a karşı büyük bir saygısızlıktır.

Ayrıca meseleye dinî nasslar açısından bakıldığında imamın, “Bu meyyiti nasıl bilirsiniz?” şeklindeki sorusuna karşılık cemaatin “İyi biliriz.” mukabelesinde bulunmasının Sünnet-i Sahiha’da bir yerinin olmadığını, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir uygulamasının bulunmadığını, bunun toplumumuzun bir icadı olduğunu görürüz. Hatta bazıları bu bid’ate yeni ilâvelerde bulunarak soruyu üç defa tekrar ediyor, sonra da buna, “Hakkınızı helâl ettiniz mi?” sorusunu ekliyor. Fakat bunların hiçbirisinin ne Kitab’ta ve Sünnet’te ne de kütüb-i fıkhiyede yeri yoktur. Dolayısıyla da bid’attir, ne ölüye, ne diriye faydası vardır. 

Bilinmesi gerekir ki, insan imanıyla, salih ameliyle öbür tarafa gitmişse isterse onun cenazesini iki insan kılmış olsun, bunun ona bir zararı yoktur. Nitekim benim de çok sevip takdir ettiğim bir insan olan Ahmed Naim’in cenazesini beş-on insan kılmıştır. Bir gün Yaşar Hoca’ya bu hadiseyi zikrettiğimde, “Allah bu günahkâr insanlara nasip eder mi Ahmet Naim’in cenaze namazını kılmayı!” demişti. Keza millet, Mehmet Akif’e karşı da vefasızlık yapmış ve onun cenazesine gitmemişti. Camide namaz kılındıktan sonra üniversiteli talebeler bayrakları alıp gelmişlerdi. Tarihte kıymet-i harbiyelerine göre muamele görmeyen daha nice insan vardır.

Firavun ve Tiranların Cenaze Merasimi

Diğer taraftan Huzur-ı Kibriya’ya giderken gerekli olan donanımı burada kazanamamış, öteye salih ve güzel amellerle gidememiş bir insanın cenazesinin kalabalık olmasının da ona bir faydası dokunmayacaktır. Nice firavunun, nemrutun, şeddadın cenazesini milyonlarca insan teşyi etmiştir; fakat bu durum onları, yaptıkları cinayet ve zulümlerin vebalinden kurtaramaz. Dolayısıyla onların cenazelerini milyonlarca insan teşyi etse, yer yerinden oynasa, bütün insanlık onların cenazesinin başında toplanıp hepsi birden avaz birliği yaparak “Biz, bundan razıyız.” deseler, bütün bunlar o kişi için hiçbir şey ifade etmeyecektir. Böyle birinin gideceği yer yine gayyadır, yine gayyadır, yine gayyadır.

Vakıa, hadis-i şeriflerde vefat eden bir insanın arkasından kırk kişinin hüsn-ü şehadetini ifade etmesiyle onun affolunacağı ifade edilmiştir. Fakat yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi bu şehadet, bile bile yalan söylemek suretiyle yapılan yalancı şahitlik değildir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölüm ve ölüm ötesiyle alakalı hatırlatmada bulunduğu bir yerde Ebû Zerr’e hitaben şöyle buyurmuştur:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.” (ed-Deylemî, el-Müsned 5/339)

İşte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzerinde durup değer verdiği hususlar bunlardır. Eğer böyle salih bir daire içinde kalarak Allah’a yürümüşseniz, tertemiz olan ruhunuzun ufkuna yürümüş sayılır ve إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ  “Biz hepimiz Allah’a aidiz ve mutlaka O’na döneceğiz.” (Bakara sûresi, 2/156) hakikatiyle serfiraz olursunuz. Aksi takdirde yakılan ağıtların, düzülen methiyelerin, -milyonlarca insan dahi olsa- cenazeye gelen kalabalıkların size hiçbir faydası olmayacaktır.

Haset ve Zulüm Karşısında İman, Ümit ve İtminan Solukları

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu sohbetinden bazı paragraflar:

Daima Ümit Soluklamalı, Hep Ümit Kaynağı Olmalı!:.

*Gamı-tasayı bırak iraden canlı ise! Ümit kaynağı ol, olabilirsen herkese. Öyle otur, öyle kalk, öyle düşün, öyle konuş, öyle davran ki, sana bakan insanlar ümitle şahlansınlar. Ümitleri kırıcı; geleceği karanlık gösterici düşüncelerden uzaklaş! En karanlık anlarda bile ümit solukla!

*Başkalarının da başvuracağı, kuyunuza kova salacağı bir “menhelu’l-azbi’l-mevrûd” (tatlı su kaynağı) olun! Herkes size kova salsın! Zaten kova salınmayınca kuyu kurur! Mutlaka bir şeyler vermesi lazım ki, ona bir şeyler verilsin. Hep vermenin yolunda olmak lazım. Verirseniz, verme lazım-ı gayr-ı müfârıkı, sıfat-ı sâbitesi olan Zât, O da size verir! Sürekli verene verilir. Elden tutanın elinden tutar. Başkalarını aydınlatanın yolunu aydınlatır. Siz bir mumla yola çıkarsınız, O hiç farkına varılmadık şekilde sizin önünüzde projektörler yakar; sizinle beraber başkalarının yolu da aydınlanır.

*Sırât-ı müstakîmde yürümek öbür tarafta sırâtı geçmenin referansı olur. Burada, sapmadan, devrilmeden, düşmeden, yola takılmadan o sırât-ı müstakîmde yaşıyorsanız, öbür tarafta da öyle küheylan gibi şahlanır geçersiniz. Hayır! Melekler gibi kanatlanır geçersiniz! Ve ateşteki zebâniler seslenir: “Çabuk geçin! Ateşimizi söndürüyorsunuz.” Burada ateş söndürmüşseniz, orada ateş söndürmeye namzetsiniz demektir. Uğradığınız her yeri güllük gülistanlık haline çevirirsiniz.

Birlik ve Beraberlikteki Güç

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletli, mükafatça daha üstündür.” Bir de doğrudan doğruya toplumun içinde kenetlenerek; onlarla beraber bir mefkûreyi, bir gaye-i hayali realize etmeye çalışmak vardır ki, bu çok büyüktür. İştirak-ı a’mâl-i uhreviye cihetiyle, sizinle beraber o mevzuda soluklanan, sizinle beraber koşan bir milyon insan varsa, siz o bir milyon insanın sevabına da mazhar olursunuz. 10 milyonla beraber hemdem, hemhâl iseniz; bir bünyân-ı mersûs gibi, kubbedeki taşlar gibi veya pırlantalar gibi başbaşa vermiş, orada ayakta duruyorsanız, 10 milyonun sevabı sizin defterinize de akar, 10 milyonun makbuliyetine göre Allah size bakar, 10 milyonun makbuliyetine göre mele-i âlânın sakinleri sizinle münasebete geçmek isterler; siz artık bir fert değilsiniz, 10 milyonsunuz!

*Bir ve beraber olma çok önemlidir. “Vifak ve ittifak tevfîk-i İlâhiyenin en büyük vesilesidir!” yine o Sultan’a ait bir söz. Birlik ve beraberlik içindeyseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi muvaffak kılmasına bir dilekçe vermişsiniz demektir. O da Kendi kapısına giden dilekçelerin hiçbirisini boş çevirmez. Ellerinizi açmışsanız, soluklarınız da birleşmiş, bir koro halinde semalara doğru yükseliyorsa, ona cevap farklı olur! Böyle bir isteğin geriye dönüşü de çok farklı olur! Öyle bir isteğe çok farklı cevap verirler.

Kötülükte Yardımlaşanlar ve Vebal İskeletleri

*Meselenin müsbet/pozitif yanında bu böyle olduğu gibi, şirretlik, anarşi, tiranlık yanında, bir yönüyle narsisizm yanında da öyledir. İnsan, ferden ferdâ bu negatif şeyleri yaşıyorsa, o kadar zararlıdır. Bir tek insandır o; bir tek insanı zehirleyecek kadar negatif potansiyele sahiptir. Bir tek insanı şirazeden çıkaracak kadardır. Bu da o negatif cephede halvetîliktir, tek başına olmaktır.

*Fakat bir de konumu, makamı, müessiriyeti ve çevresi olan biri, kitle psikolojisiyle kendisini takip eden insanları arkasına almış, o da binlere, milyonlara, milyarlara ulaşmışsa şayet, hafizanallah, bir sürü insanı kör kütük arkasından sürüklemiş olur; onun da vebali o kadar olur. İnsanları körleştirme, kütük haline getirme, herhangi bir mefkûresiz arkasından koşturma, yalanına da doğru gibi baktırma! Böyle bir vebali irtikap ettiğinden dolayı onların içindeki o fertler, adeta o vebali temsil ediyor gibi olurlar. Onlar da bir vebal şahsı, âbidesi veya vebal iskeleti haline gelirler.. vebal iskeleti, günah iskeleti, hacâlet iskeleti, rezalet iskeleti haline gelirler. Ne mırıldanılıyorsa onu mırıldanırlar. Ortaya ne atılıyorsa, onun arkasından sürüklenir giderler. Kendilerini geriye dönülmez bir ırmağa salmışlardır ki, hafizanallah, birkaç adım ötede helâket, felaket kendilerini bekliyordur. Bu da o meselenin negatif yanıdır.

*Meselenin pozitif yanında bulunmamız gerekir. Kendimizi onların o -bağışlayın- densizce tavırları, densizce beyanları, densizce mütalaaları içine salmamak, onlarla meşgul olmamak, dağılmaya meydan vermemek lazım. Derlenip toparlanıp esas kendi dünyamızı ihyâ etmeye, kendi ruh âbidemizi ikâme etmeye bakmalıyız Allah’ın izni ve inâyetiyle.

Yürüdüğünüz Yolda Şüpheniz Yoksa…

*Büyük ölçüde öyle de olmuştur Allah’ın izniyle. Siz burada nasıl kendinizi diğer arkadaşlarınızla beraber hissediyorsunuz, dışarıda esen o bâd-ı hazanın hiç tesirinde kalmamış gibi bir tavır içindesiniz, inanın bana, dünyanın değişik yerlerindeki o adanmışların, okul, üniversite, kültür lokalleri, okuma salonları, imam hatipler açmak üzere, irşad adına dünyanın değişik yerlerine giden arkadaşların hiçbirinde en küçük bir sarsıntı müşahede edilmedi. Belki sizin ülkenizde, o mübarek ülkede fırtınalar şiddetli esebilir. O fırtınaların tesiriyle -alfa, beta, gama tesiriyle- sarsıntı yaşayanlar olabilir. Bazen arzu ettiğiniz tabloyu göremeyebilirsiniz. Beklediğiniz potansiyeli bulamayabilirsiniz. Evinizde, yurdunuzda, üniversiteye hazırlık kursunuzda, üniversitenizde, değişik tehditler karşısında, baskılar karşısında -herkesin immun sistemi o kadar baskıya mukavemet edecek durumda değildir- sarsıntılara şahit olabilirsiniz. Fakat dünyanın hiç umurunda değil o mesele, herkes bildiği gibi yapıyor.

*Girdiğimiz ve yürüdüğümüz yolun doğruluğuna inanıyorsak, bize, Allah’ın izni ve inayetiyle, hiç sarsılmadan o yolda yürümek düşer. Allah’ın nâm-ı celîl-i İlâhîsini ilan etme mevzuunda şüpheniz var mı? Bunun olumlu bir şey olduğu mevzuunda şüpheniz var mı? Hazreti Rasûl-ü Zîşân’ın, Rûh-u Revân-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasının çok önemli bir hadise olduğunda şüpheniz var mı? Herkes, Allah’ın size olan mesajı, şu mübarek Kur’ân-ı Kerîm’i tanısın, duysun, öğrensin; bunun isabetli bir iş olduğunda şüpheniz var mı? Tarihten tevârüs ettiğiniz, ruh ve mana köklerinden size akıp gelen o usarenin insanlık için yararlı bir şey olduğunda şüpheniz var mı? Şayet bu hususlarda şüpheniz yoksa, Allah sizinle beraberdir! Bunlara inanıyorsanız, gevşekliğe düşmeyin, tasalanmayın, Allah sizinle beraberdir! Ve Allah (celle celaluhu) taşıdığınız o şehbâli düşürmeyecektir izn-i sübhânîsiyle, kudret-i kâhiresiyle ve irâde-i bâhiresiyle!

İnanıyor ve Ahiret Yörüngeli Yaşıyorsanız, Tasalanmayın; Allah Sizinle Beraberdir!..

*Bir can yakmasına maruz kaldıysanız, başkaları da kaldı! Bugün size saldıranlar, sizin aleyhinizde olan insanlar, inanın bana, yemin bile edebilirim, sizden daha fazla ızdırap çekiyorlardır. Çünkü sizin, dünyayı kaybetseniz bile ahiretiniz var! Allahınız var! Peygamberiniz var! Yalanınız yok, iftiranız yok, isnadınız yok, intikam duygunuz yok, kininiz yok, nefretiniz yok, fezâzetiniz yok, gayzınız yok, toplumun içine iftirak ve ihtilaf atmanız yok! Dolayısıyla öbür tarafta böyle reftâre yürüyor gibi cennet bahçelerinde yürüyeceksiniz, dünyayı bütün bütün kaybetseniz bile. Ama inanın, yürüdüğünüz yolda halisane yürüyorsanız, Allah dünyada bile sizi yalnız bırakmayacaktır.

*Hicret esnasında Allah Rasûlü’nün yolu Sevr’e uğramıştı. Kendisini takibe koyulan Mekke müşrikleri bir aralık gölgeleri içeriye düşecek ve tehditleri Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılanacak kadar yaklaşmışlardı. Arada bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu ve Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Rasûlü’nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve O’nun adına endişe ediyordu. Hâlbuki Allah Rasûlü’nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itminan ve emniyet insanı, dostunu teselli ederek, “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” diyor ve ekliyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” Siz artırarak söyleyebilirsiniz: Üç iseniz, dördüncüsü -unutmayın- sizi gözeten Allah’tır, dört iseniz, beşincisi Allah’tır… İnsanlığın İftihar Tablosu, orada kendi yakîn, tevekkül, teslim ve tefvizini ifade etmenin yanı başında, aynı zamanda rehberliği açısından bize düşünmemiz, dememiz, etmemiz gerekli olan hususlar mevzuunda da bir ders veriyor: Böyle deyin:

لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا

“Tasalanmayın! Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe, 9/40)

وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَنْتُمُ الْأَعْلَوْنَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

“Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i Imrân, 3/139)

إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ

Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. (Âl-i Imrân, 3/140)

*Şayet size bir yönüyle bir yaralama, ajite eden bir şey geldi, dokunduysa, sizden evvel onu size reva görenlere daha acısı gidip musallat oldu. Uykuları kaçıyordur, yastıkları da, yorganları da, döşekleri de yılan, çıyan yuvası haline gelmiştir. Başlarını koydukları zaman uyuyamazlar, “Acaba ne yapsak, daha ne uydursak, ne desek de teselli olsak!” diyorlardır. Bu da sizin daha avantajlı olduğunuzu gösteriyor. Çünkü öyle bir kulvarda yürüyorsunuz ki, o kulvarda yürüyenlere hiçbir zaman kaybetme yok; düştüğünüz yerde bile kendinizi ayakta, dimdik görüyorsunuz Allah’ın izni ve inayetiyle.. bu yol peygamberler yolu, nâm-ı celil-i ilahiyi duyurma yolu, millet ruhunu ikame etme yolu, ruh ve mana köklerimizden akıp gelen usareleri değerlendirme yolu.

Kast Sisteminin “Sen kimsin?” Nakaratlı Zavallıları Hasetle Kıvranıp Duruyorlar!..

*Negatif yanıyla meseleyi karşılaştırdığınızda nerede durduğunuzu daha net göreceksiniz. Elhamdulillah, Allah bizi böyle bir yolda istihdam buyuruyor elimizde olmayarak. Allah’ın sevkidir, insiyakıdır. Biz kendimizi daima belli yerlerde bulmuşuzdur, bulduğumuz yerde de dört yanımıza bakmış, “Burada da şu avantajlı şey var, burada da şu avantajlı şey var.. Allah Allah! Bunlar hazırlanmış birisi tarafından.” Kader Risalesi’nde ifade edildiği gibi, “Şu daha güzel” falan demek kadar bir meyelan… Şimdiye kadar yapılan şeyler bunlardan ibaret. Ve şimdiye kadar bu şekilde, bu çizgide yapılan şeyler, inanın en büyük devletlerin bile yapamadığı şey haline gelmiştir.

*Meselenin başkalarını rahatsız eden yanlarından bir tanesi de budur: “Allah Allah! Bu ne idüğü belirsiz (!) insanlar, yani çoluk çocuk bunlar… Bazılarımızın kariyeri var, bazılarımızın siyasi tecrübeleri var, bazılarımızın arkasında da şuursuzca sürüklenen kitleler var; biz dünyanın değişik yerlerinde otuz tane okul açamadık, bunlar dünyanın yüz altmış küsur ülkesinde bin üç yüz okul açmışlar!” derler. Ne kadar lokal var, onların sayısını bilmiyorum. Ne kadar okuma salonu var, onları da bilmiyorum. Aynı zamanda bu heyetin ne kadar ticari yatırımlar mevzuunda rehberlikleri var, onları da bilmiyorum. Ne kadar geldilere sebebiyet vermişlerdir, ne kadar gittilere sebebiyet vermişlerdir, onları da bilmiyorum.

*Bu, Cenâb-ı Hakk’ın sizi sevk etmesiyle, iç insiyaklarla, bir yönüyle vicdanın güdümünde yaptığınız şeylerdir. Bunu Allah’tan bilmek lazım. Allah’tan bilirseniz, bu bir şükür olur, Allah da size olan bu nimetini artırır. “İyilik yaptığından dolayı insanlara teşekkür etmeyen, -teşekkür ahlakı yok demektir- Allah’a da teşekkür etmez.” “Az şeye şükretmeyen, çok şeye de şükretmez.” Teşekkürü bir huy, bir ahlak, bir tabiat derinliği haline getirmek lazım. Ondan dolayı da Allah’a binlerce hamd u sena olsun, “Nefis cümleden edna, vazife cümleden a’lâ” “Herkes yahşi ben yaman, herkes buğday ben saman” şeklinde söylendiği gibi dûnhimmet olmamıza rağmen, çok farklı insiyaklarla hiç farkına varılmadık şekilde çok değişik hizmetlerin başında kendimizi bulduk, Allah da bunları lütfetti. Böyle bir mülahaza şükürdür Allah’a karşı. “Biz yaptık, biz ettik, biz evirdik, biz çevirdik” mülahazası Cenâb-ı Hakk’ın o mevzudaki tasarrufunu görmezlikten geldiğinden dolayı, ona da nankörlük (nimeti görmeme) denir. Siz nimeti görmüyorsanız, Allah da nimeti, görmeyenlerin elinden alır, görenlerin eline verir. Bu açıdan sürekli metafizik bir gerilimle, şükürle gerilmeli, Allah’a hamd u senâda bulunmalı.

*Sizi ümmi, değersiz, kast sistemine göre onuncu basamakta görüyorlar, size tepeden bakıyorlar. Nitekim birisi “Lan sen kimsin, sen kimsin, sen kimsin!..” diyordu. Şimdi size böyle bakan insanlar, esas, kendi karakterlerini ortaya koyuyorlar, yani ne ise onu ifade ediyor, zavallı. Size böyle bakan insanlar, sizin elinizle Allah’ın ortaya koyduğu şeyleri sizden gördüklerinden dolayı, küfrün de ötesinde korkunç tahrip yapan hasede sapıyorlar, kıskançlığa sapıyorlar, hafizanallah.

Mazluma En Çok Benzeyen Zalimler

*Haset, çekememezlik… “Niye bunlar da biz değiliz.. neden bunlar da ben değilim.. neden dünyanın yüz altmış ülkesinde bana şöyle bakılmıyor, böyle bakılmıyor, hep bunların yaptıkları işlerden bahsediliyor?” Haset bazen öyle şeylere sebebiyet verir ki küfür ona sebep olmamıştır. Küfrün ötesinde insanlara nankörlükler işlettirir, hafizanallah.

*Şimdi bu kadar şeye Allah’ın izni ve inayetiyle muvaffakiyetiniz karşısında çekememezlikler olabilecektir. Bunlar da Hasan Basri hazretlerinin buyurduğu gibi “Ben haset edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zalim görmedim.” Kendine ediyor, kendi uykularını kaçırıyor. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ الْحَسَدَ يَأْكُلُ الْحَسَنَاتِ كَمَا تَأْكُلُ النَّارُ الْحَطَبَ

“Haset etmekten sakının! Zira ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” buyurur. Evet, haset insanın amelini, hatta emellerini, beklentilerini cayır cayır yakar, yok eder; tıpkı ateşin odunu yaktığı gibi. Dolayısıyla da haset o odun gibi insanları cayır cayır yakar. İnsan odun olmuşsa, yakılmaya namzet demektir, hafizanallah.

*Allah’a binlerce hamd u senâ olsun ki, sizi o derekeye düşürmedi, başkalarına böyle bakmadınız hiçbir zaman, bir kast sistemi mülahazasına girmediniz. “Onlar halayık, kapıkulu, tasmalı insanlar; bizler de onları yetmeye ve gütmeye müvekkel melekler gibiyiz!” Kendinize hiçbir zaman öyle bakmadınız. Böyle bir bakış batırır insanı, hafizanallah.

*Hazreti Pîr, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” diyor. Hangi mülahazadan dolayı “Dine hizmet ettim diye fahirlenme!” diyor. Dine elhak hizmet etmiş. Çağımızda onun kadar hizmet felsefesini bilen, tutarlı hizmet yapan ikinci bir insan çıkmamıştır. Çok büyük zatlar vardır; veliler vardır, kutuplar vardır; fakat Allah kime dilerse ona hizmet ettirir. Çok büyük insanlar var, etraflarına insanları toplayıp onları irşad eden, o insanların kalblerini Allah’a yönlendiren.. o insanların hepsinin ayağının altına başımı koyarım, o ayrı bir mesele fakat o zata Allah (celle celalühu) o iç içe karanlıklar, zulmetler olan çağda öyle bir hizmet yaptırmıştır ki… Belki günümüzün nesilleri bunu tam anlayamadılar, tanımadılar ama gelecek nesiller ona karşı yabancı kalmayacaklardır, onu tanıyacak ve arkasından gideceklerdir.

*Cenâb-ı Hak inayet-i tâmmesini üzerimizden eksik etmesin.. sizleri bizleri iki cihanda aziz etsin.. taksiratımızı af buyursun.. size haksız yere saldıran, haset eden, çekememezliğe giren insanları da hidayetiyle, ıslahıyla serfiraz kılsın; cennet mahrumu haline, değerler mahrumu haline, değerler yetimi haline getirmesin.

338. Nağme: Yeni Bir Dünya ve Hizmet’in Selameti

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye

“Toplumu siyah beyaz diye çok koparmışlar. Bunu ancak dipten gelen hareketler tamir edebilir.” buyurdunuz. Bu tesbit, dünyanın değişik toplumları arasındaki münasebetler için de söz konusu mudur? Türkçe Olimpiyatları’yla sergilenen eğitim faaliyetleri dünya açısından “dipten gelen hareket” fonksiyonunu eda edebilir mi?

sorusunu tevcih ettik. Kıymetli Hocamız verdiği cevapta şu hususlara değindi:

*Kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu eski medeniyetlere dayanmaktadır. Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan’da doğduğu söylenen “kast sistemi” inancı, aslında, Enbiyâ-i izâmın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen bütün insanların tabiatında vardır. Vahyin ışığına sırt dönen bütün toplumlarda havas ve avam, zenginler tabakası ve ayaktakımı sınıfı ya da soylular ve köleler şeklindeki ayırımlar mutlaka olmuştur/olmaktadır. İlahi mesajın gölgesinde nefsini dizginleyememiş kimseler bazen soya-sopa, bazen mala-mülke, bazen de şana-şöhrete bağlı olarak kendilerine bir nevi kudsiyet, bir fevkalâdelik ve bir farklılık atfetmişlerdir. Kendilerinin dışındakileri de hep ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görmüşlerdir. Tabiat-ı beşerde bir virüs olarak saklı bulunan farklılık ve üstünlük mülahazası, hemen her fırsatta ortaya çıkmıştır; maalesef, günümüzde de her toplumun içinde sorgulanamaz zümreler mevcuttur.

*Türkçe Olimpiyatları’nda bir kısmı sahnelenen eğitim faaliyetleri Cenâb-ı Hakk’ın sevkiyle başlayıp bugünlere gelmiştir ve hem ülkemiz hem de dünya sulhu açısından çok önemlidir. Fakat, yapılan hizmetlerin dünyanın kaderini değiştireceği, insanlara yeni bir mahiyet kazandıracağı ve onları birbirleriyle sarmaş dolaş hale getireceği şeklindeki iddialara girmemek lazım. Bu türlü iddialar, bazı şahıslar itibariyle enaniyet işmam eder; bazıları itibariyle de aidiyet mülahazalarına sebebiyet verir. Oysa ki, bir kobradan kaçıyormuşçasına enaniyetten fersah fersah kaçmamız icap ettiği gibi, -ci, -cu, -ca misillü aidiyet ifade eden mülahazalardan da kaçmamız gerekir.

*Herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşamalı, fakat katiyen başkalarını hor hakir görmemeli; başkalarına karşı tenâfüs, haset ve düşmanlık duygusu beslememeli.

*Türkçe Olimpiyatları’yla çok küçük bir bölümü sergilenen hizmetlere şafak emaresi nazarıyla bakılabilir. Bu fecir, yalancı şafak bile olsa, unutmamak lazımdır ki, Üstad Hazretleri’nin yaklaşımıyla, fecr-i kazib, fecr-i sadığın en sâdık emaresidir.

*(Türkçe Olimpiyatları’na katıldıktan sonra ülkelerine dönmek üzere vedalaşan öğrencileri) birbirlerine sarılıp ağlarken görünce ben de ağlıyorum. Siyah beyaza sarılmış ağlıyor. Bunlar birbirlerini düne kadar farklı görüyorlardı. Fakat, Anadolu insanı dünyanın dört bir yanında bambaşka bir beyazlık ortaya koydu ve bu her renkten öğrencinin sarmaş dolaş hale gelmesine vesile oldu.

*Güzel şeylerin güzelliği bir kıymettir, fakat o güzelliklerde temadi ondan daha derince bir kıymettir; işte o derinceye talip olmak lazım.

*Adanmış ruhlar, hizmetlerini dünyanın hiçbir yerinde siyasî cereyanlar içinde götürmemeliler. Elden geldiğince onlarla vuruşmamaya, sürtüşmemeye ve iyisi hakkında kendilerine göre kanaatlerini ortaya koymaya özen göstermenin yanı başında, meseleyi onlara bağlı götürmemeye de dikkat etmeliler. Meseleyi halkın halkla münasebeti şeklinde ele almalılar ve böylece o meseleye kalıcılık kazandırmalılar.

*Tepeden, dinamik güçle başlarına vurmak suretiyle insanları hizaya getirme anlayışından sakınmak lazım. Meseleyi dipten, genç nesillerden, insanların şuuraltı müktesebatının beslendiği dönemlerden ele almak ve statik gücü hakim kılmak lazım. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyurmuştur. İşte o “Nasıl iseniz..” blokajına bakmak, zemin yoklaması yapmak ve temel dinamikleri sağlam kurmak lazımdır ki ancak bu şekilde bina edeceğiniz şeyler kalıcılık vaad eder.

Bu çok yeni ve ehemmiyetli hasbihali 15:51 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunuyoruz.

Hürmetle…