Posts Tagged ‘Konumun Hakkını Vermek’

Tarih Şuuru

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Geçmişte yaşanmış husumete sebep olacak konuları gündeme getirmeden nesillere tarih şuuru nasıl kazandırılabilir?

Cevap: Geçmişsiz bir gelecek inşa edilemez. Zira bir millet için geçmiş bir kök, bir temel gibidir. Gelecek ancak onun üzerine inşa edilebilir, onun üzerinde dal budak salabilir. Bu yüzden Ziya Gökalp’in, “Harabîsin, harabatî değilsin, Gözün mazidedir, âti değilsin!” şeklindeki sözlerine Yahya Kemal, “Ne harâbî ne harâbatîyim, Kökü mazide olan âtiyim.” veciz ifadeleriyle cevap verir. Yahya Kemal’in cevabı manidardır, çünkü sağlıklı bir gelecek inşa etmek isteyen nesillerin mutlaka kökleriyle irtibatlarını korumaları gerekir.

Bizi biz yapan, sahip olduğumuz değerlerimizdir, ruh ve mânâ köklerimizdir. Bunları bir blokaj olarak kullandığımız, sırtımızı bunlara dayadığımız dönemlerde gökdelenler gibi yükselmiş, devletler muvazenesinde denge unsuru olmuş, âleme sözümüzü dinletmişiz. İrlanda adalarından Fransa’ya, oradan Hint Okyanusu’na kadar yeryüzünde bir huzur döneminin yaşanmasına vesile olmuşuz. Üzerinde bir âbide gibi yükseldiğimiz çok sağlam köklerimiz, kendisiyle iftihar edeceğimiz bir mazimiz var. Bunu görmezden gelemeyiz.

Evet, geçmişi inkâr ederek, geçmişe sırt çevirerek bir gelecek inşa edemeyiz. Çünkü bizim değerler mecmuamızın nüveleri geçmiştedir: O nüveleri bizim gönüllerimize saçan da enbiya-i izam (aleyhimüsselam) ve enbiya-i izamın sultanı İnsanlığın İftihar Tablosu’dur (sallallâhu aleyhi ve sellem). Onlardan sonra ise Raşit halifeler, sahabe-i kiram, tâbiîn-i fiham, müçtehidîn-i izam, müceddidîn-i kiram… Bütün bu büyük zatlar bir yönüyle bizim köklerimiz sayılır. Onları görmezden gelme bizi bir çeşit köksüzlükle karşı karşıya getirir. Onlardan koptuğumuz zaman, köksüz ağaçlara veya rüzgârın önünde savrulup duran, dalından kopmuş yapraklara döneriz. Şiddetli bir rüzgâra maruz kaldığımızda ne zaman, nerede devrileceğimiz veya nereye savrulup gideceğimiz belli olmaz. En şiddetli fırtınalar karşısında bile yerimizde sabitkadem olmak, sonra da etrafa diriliş esintileri sunmak istiyorsak o sağlam köklere sıkıca tutunmalıyız.

Köklerinden uzaklaşmış ve mazisini kaybetmiş toplumlar istikrarlı ve kararlı bir şekilde yollarına devam edemezler. Ayaklarını sabit bir zemine basamadıkları için zıp orada zıp burada dolaşır dururlar. Bugün birinin ardından yarın öbürünün ardından giderler. Bu tür toplumlar tıpkı yerini yönünü belirleyememiş fertler gibi kararsızdırlar. Günün şartlarına ve konjonktüre göre hâlden hâle girer, bugün doğru dediklerine yarın yanlış derler. Bir gün bir felsefenin veya ideolojinin savunuculuğunu yaparlar, öbür gün bir başkasının. Bugün şu dünya görüşünü benimserler, yarın öbürünü. Çünkü zamanı bir dantela gibi üzerinde örebilecekleri sabit atkılardan, temel disiplinlerden yoksundurlar. Bir milli ruh dantelası örülecekse, bu ancak sabit bir kısım disiplinler üzerinde olabilir. Yeniden ruhumuzun heykelini ikame etmek istiyorsak bunu ancak ruh ve mânâ köklerimiz üzerinde, bizi biz yapan değerlerimiz etrafında yapabiliriz. Bizim kültür mirasımızın temel kaynakları; en başta edille-i şer’iyye-i asliyyeye (Kitap, Sünnet, icma, kıyas), ardından da yine selef-i salihînin safiyane ve samimane içtihatlarının kaynaklarından olan istihsan, ıstıshab, masalih-i mürsele, sedd-i zerâi gibi edille-i şeriyye-i fer’iyyeye, kelâm, tasavvuf gibi disiplinlere  dayanır.

Elbette bizim geçmişimizi, kültürümüzü, değerlerimizi oluşturan başka zenginliklerimiz de vardır. Aklın ürünü olan, vicdanın enginliğiyle keşfedilen, tecrübelerle ortaya çıkarılan, bilimin imkânlarıyla elde edilen kazanımlar; geçmiş ümmetlerden, atalarımızdan bize miras kalan geleneklerimiz, örflerimiz, âdetlerimiz bulunmaktadır. Bütün bunlar bir yandan zamana göre yorumlanmış diğer yandan da temel prensipler diyebileceğimiz “ümmühât” ve “muhkemât”ın filtresinden geçirilmiştir. Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olan, zamanın ruhuna uymayanlar elenmiştir.

Ruh ve mânâ köklerimiz derken, mazi şuurundan bahsederken, geçmişle irtibatın korunmasını tavsiye ederken işte bütün bunları ve bunlar üzerinde şekillenen bir kültür ve medeniyetin temel değerlerinin korunmasını, günümüzü ve geleceğimizi kurarken bunları bir temel ve zemin olarak kullanmayı kastediyoruz. İşte bu anlamda tarih şuuruna sahip, aynı zamanda yaşadıkları çağı da idrak eden fertler ve toplumlar gelecek vadederler. Onlar, yerin derinliklerine kök salan ve semalara doğru dal budak veren ihtişamlı ağaçlar gibidirler. Kökleri sağlam olduğu için ne fırtınalardan etkilenirler ne de tsunamilerden. En şiddetli kasırgalar bile onları yerlerinden söküp atamaz. Aradan geçen asırlar, kökü sağlam böyle bir ağaca zarar veremez. Zamanın değişmesi, asırların başkalaşması onu kurutamaz. O, Kur’ân’da zikredilen “şecere-i tayyibe (güzel ağaç)” (İbrahim sûresi, 14/24-25) misali dönemin şartlarına, konjonktürün gereklerine, zamanın yorumuna ve insanlığın ihtiyaçlarına göre her mevsim farklı farklı meyve verir.

Mazilerinden kopan kişi ve toplumlara gelince onlar köksüz ağaçlar gibidirler. Yerlerinde sabitkadem duramazlar. Bugünlerini zayi ettikleri gibi geleceklerini de karartırlar. Her şeyi bugüne göre yaşarlar. Onlara bir yönüyle âtisiz insanlar gözüyle bakılabilir. Çünkü sağlam bir geçmişe bina edilmeyen hamlelerin geleceği de olmaz.

Geçmişteki Düşmanlıkları Eşelememe

Soruda, nesillere tarih şuuru verelim derken geçmişte yaşanan kavgaların tekrar hortlatılmamasına dikkat çekiliyor ki bu son derece önemlidir. Kendimizi ister haklı ister haksız görelim, geçmişte yaşanan olumsuzluklar günümüze taşınmamalı, taşınıp yeni düşmanlıklara yol açılmamalıdır. Farklı sebep ve saiklerle geçmişte büyük savaşlar patlak vermiş, büyük içtimai hadiseler yaşanmış ve bunlar ağır trajedilere yol açmıştır. Yer yer kitle psikolojisi harekete geçirilmiş, yer yer kin ve nefretler hortlatılmış, yer yer farklılıklar kavga sebebi yapılmış ve neticede nice çatışmalar ve bu çatışmaların sonucunda da nice mağduriyetler, mazlumiyetler, mahkûmiyetler yaşanmıştır.

Bugün bize düşen, bunları eşelemek suretiyle yeni düşmanlıklar oluşturmamaktır. Mümkün mertebe geçmişte yaşanan olumsuz hâdiseleri yeni kavga vesilelerine dönüştürmemeliyiz. Bir dönemde birileri sizin canınızı, ırzını, malınızı tehdit etmiş, yerinizi yurdunuzu işgal etmiş, sizi arkadan vurmuş olabilir. Bunları dillendirmek suretiyle atalarının yapmış olduğu bir kısım hatalardan ötürü bugünün insanlarını suçlamanın kimseye bir faydası yoktur. Aksine bu tür ithamlar, atf-ı cürümler insanlardaki kin ve nefret duygularını tetikleyecek, onları husumete sevk edecektir. Kinlerin, gayzların, düşmanlıkların ortaya çıkmasına sebep olacak ne kadar husus varsa bunların tamamını tarihin bağrına gömmeli ve üzerine de kocaman kocaman kayalar koymalıyız.

Tarihte yaşanmış bazı olayları unutup hazmetmek elbette kolay değildir. Bir kısım tali’siz hâdiseleri düşündüğümüzde tabiî olarak içimiz sızlar, yüreğimiz burkulur. Bazı kötülükleri, ihanetleri, işgalleri sorgulamaktan kendimizi alamayız. İster istemez bunların faillerine karşı öfke duyar, neden şunları yaptılar, neden bunları yaptılar, deriz. Fakat bunların dedikodusuyla meşgul olup âlemi tahrik etmek ve yeni düşman cepheler oluşturmak yerine, yaşananlardan ders alıp aynı şeylerin tekrar etmemesi adına bugünün dünyasında bize düşen şeyleri yapmalıyız.

Evet, tarih şuuruna sahip olmakla, tarihte yaşanan hâdiseleri yeni kavga vesilelerine dönüştürmemek birbirine karıştırılmamalıdır. Derlenip toparlanabilmemiz, yeniden ruh ve mânâ köklerimizin üzerinde doğrulabilmemiz adına tarih şuuruna sahip olmamız çok önemli olsa da, geçmişten günümüze getireceğimiz şeylerin bize ve başkalarına faydalı olmasına riayet etmek de bu yolun erkânındandır. 

Öte yandan, hâl ve tavırlarımızla, söz ve düşüncelerimizle güzergâh emniyetini de tehlikeye atamayız. Yürüdüğümüz yollarda karşılaşacağımız insanları birer canavar hâline getirmek ve üzerimize saldırtmak hiç akıllıca olmayacaktır. Zira kinlerin, nefretlerin, gayzların, öfkelerin şimdiye kadar insanlığa bir şey kazandırdığı görülmemiştir.

Bizler geleceğin dünyasında kavga değil huzur istiyor ve bu istikamette hareket ediyoruz. Bunun için herkesle iyi geçinmek zorundayız. Yeni hasımlar oluşturma bir yana, bir şekilde bize husumeti olan insanları bile dost hâline getirmenin yollarını aramalıyız. Bağrımız herkese açık olmalı. Öyle bir engin vicdana sahip olmalıyız ki oraya giren kimse ayakta kalacağı endişesine kapılmamalı. İnsanlarda bu hissi uyarma adına ne yapılması gerekiyorsa yapmalıyız. Korkunç silahlarla insanlığın farklı canavarlıklar sergilediği bir dönemde bir barış dünyası kurulamaz; sevgi, hoşgörü, kardeşlik, sulh gibi değerler tesis edilemezse insanlık, içinde yaşadığı şu güzelim küre-i arzı kendi başına yıkabilir, kendi kıyametini kendi eliyle koparabilir.

Cenab-ı Hak, bütün bunları realize etmeyi bize nasip eder mi etmez mi, bilemiyoruz. Esasen bu bizim vazifemiz de değil. Biz yaşadığımız sürece konumumuzun hakkını vermekle, sırtlandığımız emanetin sadık bir emanetçisi olmakla mükellefiz. Bu emaneti götürebildiğimiz yere kadar götürür, sonra da arkadan gelecek nesillere teslim ederiz. Bugüne kadar herkes nasıl kendi ufkunun enginliği ölçüsünde hayır adına ortaya bir şeyler koymuşsa biz de aynısını yaparız. İnsanlığın huzur içinde yaşamasına giden yoldaki engelleri bertaraf etmeye, bela ve musibetleri minimize etmeye çalışırız. Elimizden gelen her şeyi yaptıktan sonra da Rabbimize tevekkül eder, O’nun inayetine sığınır, “Görelim Mevlâ neyler.. neylerse güzel eyler!” diyerek Mevlâ-yı Müteâl’in icraat-ı sübhaniyesini seyre dururuz…

***

Not: Bu yazı, 7 Haziran 2015 tarihlerinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Emanette Emin miyiz?

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: “İlk hak başka, temsil ile gelen hak başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa her zaman geriye alınabilir.. alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.” ifadesi ne gibi mesajlar içermektedir?

   Cevap: Esasında bütün haklar, bir ismi de “Hak” olan Cenab-ı Hakk’a aittir. Zatî olarak insanın hiçbir hakkı yoktur. Allah, büyüklüğünün ayrı bir tecelli dalga boyu olarak insanlara emaneten bazı haklar vermiş, onları çeşit çeşit nimetlerle donatmıştır. İnsan, hiçbir ceht ve gayret göstermeksizin bir kısım hak ve imtiyazlara sahip olarak dünyaya gelir. Bunlara “bahşedilmiş haklar” diyebilirsiniz. Çünkü bunlar insanın kendi iradesini kullanarak elde ettiği haklar değildir. İnsan olarak yaratılmadan Müslüman beldesinde hayata gözlerini açmaya, yüksek istidat ve kabiliyetlerle donatılmadan münasip bir ortamda neş’et etmeye kadar sahip olunan pek çok hak ve imtiyaza bu gözle bakılabilir.

İnsana düşen vazife, iradesinin hakkını vererek ve sahip olduğu istidat ve kabiliyetleri sonuna kadar inkişaf ettirerek Allah’ın cebr-i lütfî olarak ihsan etmiş olduğu bu haklara layık olmaya çalışmasıdır. Hiç şüphesiz bu konuda peygamberlerin her birisi bizim için önemli birer rehberdir.

Bu hakikati ifade sadedinde, Allah Teâlâ, bu hakları kullarına karşılıksız olarak vermiştir denebileceği gibi, onların hayatları boyunca ortaya koyacakları yüksek performansa binaen bunları ihsan etmiştir de denebilir. Mesela bir insanın nübüvvetle serfiraz kılınması çok büyük bir ayrıcalıktır. Allah, dilediği kulunu böyle bir nimetle şereflendirebilir. Fakat O (celle celâluhu), çocukluklarından itibaren hayatları boyunca ortaya koyacakları ceht ve gayreti ezelî ilmiyle bildiği bazı kullarını böyle yüksek bir payeyle şereflendirmiş de denebilir.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına bakan hangi insan, başta nübüvvet olmak üzere O’nun sahip olduğu iffet, ismet ve fetanet gibi nimetleri hak etmediğini düşünebilir! Zira O, iradesini son haddine kadar kullanmak suretiyle kendisine bahşedilen ilk hakları çok verimli şekilde değerlendirmesini bilmiştir. Hayat-ı seniyyeleri boyunca öyle isabetli kararlar vermiş, öyle yerinde tercihler ortaya koymuştur ki, akl-ı selim sahibi hiçbir ferdin bunlara karşı çıkması, itiraz etmesi mümkün değildir. Beden ve cisimden ibaret olan bir insan, meleklerin yaptığı amellerin ötesinde şeyler yapmıştır.

   Konumun Hakkını Verme

Hayatı süzerek yaşayan bir insan, Allah’ın doğuştan bahşetmiş olduğu hak ve nimetlerin, hayatının daha sonraki safhalarında da devam ettiğini görür. Mesela kaçımız düşünerek, taşınarak, işin felsefesini kavrayarak hizmet-i imaniye ve Kur’aniye davasına gönül vermişizdir? Çoğumuz kendisini bir anda işin içinde bulmuştur. Sanki elli kişiyle birlikte sokakta yürürken bir kapı aralanmış ve içlerinden üç beş tanesi içeriye alınmıştır. Bu yönüyle insanın, “Ben düşündüm, ben planladım, ben ortaya koydum.” demesi çok zordur. Bizden daha akıllı nice insanlar aynı caddeden gelip geçmişler fakat aralanan kapıdan içeriye girmeyi düşünmemişlerdir. Hatta bunların bir kısmı, kapının yanından geçmesine rağmen onu görmemiş, kendisini çağıran sesi dahi duymamıştır.

İşte asıl mesele de bahşedilen bütün bu hak ve nimetlerin çok önemli birer emanet olarak görülmesi ve hakkının verilmeye çalışılmasıdır. İnsan, ne sahip olduğu nimetleri görmezden gelerek küfran-ı nimete (nankörlüğe) girmeli ne de bunlar ile övünmek suretiyle gurura düşmelidir. Öncelikle nimet ve mazhariyetleri asıl sahibine yani Cenab-ı Hakk’a vermesini bilmeli, sonrasında da bunlara lâyık olmaya çalışmalıdır.

Evet, bizler öncelikle Allah’ın lütuf ve ihsanlarının farkına varmalıyız, bunları kendimizden bilmek suretiyle gurur ve kibre kapılmamalıyız. Sonrasında da Cenab-ı Hakk’ın bizi koymuş olduğu yerin, makamın ve statünün hakkını vermeliyiz. Bütün tavır ve davranışlarımızı bulunduğumuz yere göre ayarlamalıyız. Eğer yüce hakikatlere karşı belli ölçüde ufkumuz açılmışsa, bunları çok önemli birer nimet olarak görmeli ve bütün muhtaç sinelere duyurabilme istikametinde koşmalıyız. Zira benlik girdabına düşmemenin yegâne çaresi, yüksek bir mefkûreye dilbeste olmaktır. Şayet batmamak ve boğulmamak istiyorsak, çok sağlam bir kulpa veya kopmayan bir urgana yapışmalıyız.

Allah’ın bize emanet olarak verdiği bütün hakları, nimetleri, ihsanları âdeta verimli bir toprağın bağrına atılmış tohum gibi değerlendirip nemalandırmaya çalışmalıyız. Sürekli “Acaba ne yapmalıyım ki elimdeki tek bir tohumdan iki tane başak, iki başaktan elli tane buğday çıksın?” demeliyiz. Kur’ân-ı Kerim’in ifade buyurduğu gibi tek bir habbeyi yetmişlere, yedi yüzlere ulaştırmanın yollarını aramalıyız. (Bakara sûresi, 2/261) Sahip olduğumuz bütün istidat ve kabiliyetlere bu mantık ve felsefe ile bakarak onları son milimine kadar değerlendirmeye gayret etmeliyiz.

Konumun hakkını verebilmenin veya durulması gerekli olan yerde durabilmenin yolu, meseleye bu mantıkla bakabilmektir. İnsan, durduğu yer ile durması gerekli olan yer arasındaki mesafeyi sık sık kontrol etmelidir. “Allah bana şu lütuflarda bulunduğuna, bana böyle güzel bir atmosferde yaşama imkânı bahşettiğine göre, acaba benden istediği şeyler nelerdir?” demeli ve sahip olduğu nimetlerin şükrünü eda etmeye bakmalıdır.

İlk bahşiş, avans ve mevhibe Allah’ın bir lütfudur. Onda bizim dahlimiz yoktur. Allah bizi getirip belli bir makama koymuştur. Fakat daha sonra ortaya koyacağımız performansla, gayret ve ciddiyetle Allah’a karşı öyle bir kulluk ortaya koymalıyız ki melekler bile şunu demeli: “Ya Rabbi, Senin bu zatı açılan kapıdan içeri almanda ne büyük hikmet varmış!”

Bu konuda sahabe-i kiram efendilerimiz bizim için çok önemli birer örnektir. Allah, onları Peygamber Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı çağda dünyaya getirmiş, onlara sahabe olma yollarını açmış ve onlar da bunun hakkını vermişlerdir. Cahiliyenin karanlıklarında diri diri çocuklarını toprağa gömen, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan, elli tür vahşet içinde bocalayan, kadınlara hak tanımayan insanlar, Kur’ân’ın bir mucizesi olarak cihanı idare edebilecek, beşerin aklını terbiye edebilecek bir kıvam kazanmışlardır. Yani onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği konum ve makamın hakkını vermiş, kısa süre içerisinde insanlığa medeniyet dersi vermiş, yeryüzünü ilim, adalet, hakkaniyet ve merhametle doldurmuşlardır.

   Dava İnsanlarının Özellikleri

Şayet Allah’ın ilk hak olarak vermiş olduğu lütuflar gereği gibi değerlendirilmezse, Allah bunları ehil olmayanlardan alır ve ehillere teslim eder. Zira O, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir, Allah onları sever, onlar da Allah’ı. Onlar, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta hiç kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi bilir).” (Mâide suresi, 5/54)

Allah, burada dininden geri dönen, yani irtidat eden veya yapması gerekli olan mükellefiyetleri gereği gibi yapmayan kimselerin yerine başka bir topluluk getireceğini ifade buyuruyor. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Mesela Emeviler, zulmetmeye, gaddarlığa, kan dökmeye başlayınca Allah onların yerine Abbasileri getirmiştir. Abbasiler sarsıntı yaşamaya başlayınca Selçuklular işe vaziyet etmiştir. Haçlı ve Moğol istilalarına karşı koymak onlara kalmıştır. Onlar da bu büyük misyonu eda edemez hale gelince, bu sefer Allah, onların yerine Osmanlıları getirmiş ve onlar sayesinde İslam dünyası dört asır huzur içinde yaşamıştır.

Demek ki bir topluluk Allah’ın istediği kıvamı ortaya koyamaz, konumunun hakkını veremez, durması gerekli olan yerde durmayarak gerisin geriye gitmeye başlarsa, Allah da bu işi onlardan alıyor, başkalarına tevdi ediyor ve davasını onlara temsil ettiriyor.

Peki, Allah’ın dinine sahip çıkacak, onu etraf-ı âlemde neşredecek insanların özellikleri neler olmalı? İlk olarak Allah’ın onları, onların da Allah’ı sevdikleri ifade ediliyor. Esasında bu sevgi karşılıklıdır. Şayet siz Allah’ı andığınız zaman burunlarınızın kemiği sızlıyorsa, Allah tarafından sevildiğinize inanabilirsiniz. Allah nezdindeki konumunuzu öğrenmek istiyorsanız, Allah’ın sizin nezdinizdeki yer ve konumuna bakmalısınız. Allah’a karşı ne kadar alakanız varsa, Allah’ın size karşı alakası da o kadardır. Bu sebeple bu iki sevgi peş peşe zikrediliyor.

Âyetin devamında yeni bir inşa hareketi başlatacak, umumî bir diriliş peşinde koşacak bu topluluğun mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirecekleri ifade ediliyor. Yani onlar kendilerini herkesten dûn görürler. Hz. Ali’nin ifadesiyle insanlar içinde sıradan ve sade bir insan gibi yaşarlar. Buna karşılık küfür sıfatlarına karşı çok aziz bir duruş ortaya koyarlar. Yani yeryüzünde herkesin insanca yaşaması, doğru düşünüp doğru karar vermesi adına küfür sıfatlarını izale etmeye çalışır, insanların küfür girdabından kurtulması adına ellerinden geleni yaparlar. Farklı bir ifadeyle, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek kalbleri yeniden Allah’la buluşturmaya çalışırlar.

Ayrıca bunlar, hak bildikleri yolda sürekli mücahede ederler. İnsanların olumsuz sıfatlardan sıyrılmalarını ve arınmalarını temin etmeye, onları Allah’a ulaştırmaya çalışırlar. Bu yolda karşılaşacakları hakaretler, ayıplamalar, iftiralar ve eziyetler karşısında da korkuya kapılmaz, paniklemez ve paranoya yaşamazlar. Âlemin uygunsuz sözleri, kaba tavırları, saldırgan davranışları onları yürümeye azmettikleri yoldan alıkoyamaz. Hiç şüphesiz bunların her biri Allah’ın birer fazlı ve ihsanıdır ki O, bunları dilediğine lütfeder.

   Daimi Emanetçiler Olabilmek

Herkes meseleye rasyonelce bakarak kendisini Cenab-ı Hak tarafından ortaya konulan bu yüce vasıflar zaviyesinden tartabilir. Hak davanın, kıvamında insanlar tarafından temsil edilip edilmediğini gözden geçirebilir. Fakat bunu yaparken kimse hakkında suizanna girmemeye dikkat edilmelidir.

Soruda zikredilen, hakikî temsilcilerin bulunmadığı zamanlarda, hakkın, nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşıp duracağı konusuna gelince, günümüzde hak davasının hakiki temsilcilerinin bulunmadığını söyleyecek olursak, herkes hakkında suizanna girmiş oluruz. Fakat herkes kendisine bakarken böyle bakabilir. “Biz, olsa olsa birer emanetçiyiz. Bu işin hakiki temsilciliği bize düşmez.” diyebilir. “Ben, bu bayrak yere düşmesin, değerler bütün bütün unutulmasın, çeşit çeşit vesayetler yaşanmasın diye bu işe sahip çıkmaya çalışıyorum.” şeklinde düşünebilir.

Fakat asıl önemli olan, her bir mü’minin muvakkat değil, daimi emanetçi olmaya çalışmasıdır. Bunun getirisi başka şeylerle mukayese edilemeyecek kadar büyüktür. Böyle yüksek bir hedef varken daha berisindeki şeylere dilbeste olmak dûnhimmetliktir. İnsan her zaman himmetini âli tutmalı, sürekli çıtayı yükseltmeli ve buna göre bir liyakat ortaya koymaya gayret etmelidir. Diğer yandan da sürekli, “Allah’ım, emanetini alacağın güne kadar bizi emanette emin kıl!” diye dua dua yalvarmalıdır.

***

Not: Bu yazı 21 Mayıs 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.