Posts Tagged ‘M. Fethullah Gülen Hocaefendi’

Aşk, Cesaret ve Stratejik Akıl

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Çözülmez gibi görülen devasa problemlerin çözümü adına başvurulması gereken dinamikler nelerdir?

Cevap: Kalbleri ölmüş, hissiyatı sönmüş ve Allah’la münasebetlerini şekle emanet etmiş insanların, büyük problemlerin altından kalkması düşünülemez. Bu sebeple maruz kalınan problemlerin çözümünde en başta mefkûre aşk ve heyecanının olması gerekir. Evet, insan dinme bilmez bir aşk u iştiyakla hedefine kilitlenmeli, baskı ve zulümler karşısında yılgınlık göstermeden sürekli mücadele azmi içinde olmalı ve elli defa bozguna uğrasa, yine de hiçbir şey olmamış gibi doğrulup yoluna devam etme kararlılığı sergilemelidir ki, aşılmaz gibi görülen tepeleri aşsın; mağlubiyet yaşasa bile, hezimetten dahi zaferler çıkarmasını bilsin.

Sadakatle Aşkın Birleşik Noktası

Bu konuda Seyyidina Hazreti Âdem (aleyhisselâm) bizim için ne güzel bir misaldir. Allah (celle celâluhu) onun genlerine mukarrabine göre bir hata yüklemiş, o da nezd-i ulûhiyet ile kendi arasındaki münasebet açısından safiyyullah ufkunda hata sayılabilecek bir “zelle”de bulunmuştu. (Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/121) Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kendisine bir şey hatırlatıldığında o, bunu unutmuştu. (Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/115) Fakat önemli olan hata ettikten veya unuttuktan sonra ümitsizliğe kapılmadan hemen O’na yönelip, “Bana bir daha bu hatayı yaptırma Allah’ım!” diyebilmektir. Hazreti Âdem, işte bunu yapmıştı. Sıhhatli hadis kitaplarında yer almasa bile, yine de itimat edilebilecek kaynaklarda, onun, işlediği hatadan dolayı kırk sene başını semaya kaldırmadan hicap içinde Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardığı rivayet edilir. (Bkz.: es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 1/141-142) Hata eden bir insanın asâ gibi iki büklüm olması; “Ben O’nu bildiğim, her şeyimle O’ndan olduğum hâlde O’na karşı böyle bir hatayı nasıl yaparım! Neden her şeyimi O’na emanet etmedim!” deyip hatasını kabul etmesi ve daha sonra gözünün ağyara kaymasından dolayı Mahbub-u Hakikî’nin kapısında bağışlanma dileyip kendini affettirmeye çalışması çok önemlidir.

İnsanın gönlünde aşk ateşi tutuşmuş, benliğini de aşk bürümüşse, yaşanan çok değişik imtihan ve meşakkatlere rağmen o, maşukunun kapısından ayrılmayı asla düşünmeyecektir. Aşk, insanın Allah’la irtibatının unvanıdır; kalbinin sürekli O’nunla ittisalidir; vuslat arzusuyla burnunun kemiklerinin sızlamasıdır. Hele sadakatle taçlandırılan bir aşkta, insan, vuslat arzusuyla içten içe yanıp kavrulsa da her şeye rağmen emre itaatteki inceliği kavrayarak bir adım geriye atıp, “Sen, gel demediğin için ben şimdi gelmeyi talep etmiyorum. Senin yolunda Sana karşı olan sorumluluklarımı yerine getirmek istiyorum.” der ki, böyle bir ufuk aynı zamanda sadakatle aşkın birleşik noktasıdır.

Hezimetten Zafer Çıkarmanın Yolu

Aşkın yanında, onun farklı bir buudunu veya açılımını ifade eden cesaret de aşılmaz gibi görülen problemleri aşma adına önemli bir faktördür. Uhud’da baş döndüren bir cesaret örneği sergileyen Mus’ab İbn Umeyr Hazretleri, bir kolunun kesilmesi karşısında “Bir kolum daha var ya o bana yeter!” demiş, ona da bir darbe vurulduğunda, “Hâlâ boynum yerinde duruyor ya, şimdi de bir kalkan olarak onu kullanırım.” (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/121) diyerek ölümün ekşi yüzünü bile güldürmüştür. İşte cesaret timsali böyle bir zatın çözemeyeceği hiçbir problem yoktur. Evet, elbette ki ölümün yüzü ekşidir. Fakat siz ona gülerseniz o da size güler. Öyle ki Allah (celle celâluhû) alacağı emaneti aradaki vasıtalara bile vermeden doğrudan kendisi alır. Nitekim Şah-ı Geylânî ve Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî gibi büyük zatlar, “Allah’ım canımı kendi elinle al!” dileğinde bulunmuşlardır. (el-Kulûbu’d-dâria s.308)

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en önemli vasıflarından birisi de şecaat ve cesaretiydi. Meselâ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), stratejide hiçbir hata yapmamasına rağmen Uhud’da muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdafaa savaşı yapmak istemesi, okçular tepesine okçuları yerleştirmesi, uyguladığı taktikle düşmanı yanıltması, belki onları birbirine düşürmesi gibi stratejiler tastamam yerindeydi. Fakat Kur’ân-ı Kerim’in, إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا  “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaşanan bu muvakkat hezimeti zafere çevirmişti. Düşünün ki, Uhud’un hemen akabinde Ebû Süfyan, ordusunu toplamış ve Mekke’ye doğru yola koyulmuştu. Fakat bir ara müşrik ordusu içerisinde Müslümanları tamamen yok etmek için Medine’ye yeniden hücum fikri ortaya atılmıştı. Ancak bu arada Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’a katılan ashabıyla müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Arkadan yara-bere içinde Müslümanların geldiğini gören Ebû Süfyan ise, “Geriye dönüp de yeniden başımıza iş açmayalım. Elde ettiğimiz bu zafer gibi bir şeyle gidip Mekkelileri sevindirelim.” diyerek tekrar Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edememişti de Mekke’nin yolunu tutmuştu. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/54-55) İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun güzide ashabı, cesaret isteyen bu önemli hamleyle yaşanan hezimeti yeniden zafere çevirmişti.

Huneyn’de yaşananlar da bundan farklı değildir. Ok atmada çok başarılı olan Sakîf ve Hevâzin kabileleri, Müslümanları bir vadi girişinde ok yağmuruna tutmuş bunun sonucunda da Müslüman saflarında bir kısım kırılmalar olmuştu. Fakat böyle bir anda İnsanlığın İftihar Tablosu, atını düşman saflarına doğru mahmuzlamış ve O’nun أَنَا النَّبِيُّ لَا كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ “Ben Allah’ın Resûlü’yüm, bunda şüphe yok. Ben Abdülmuttalib’in torunuyum!” sesi duyulmuştu. Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), o anda O’nun bineğinin zimamını zor tuttuğunu ifade etmiştir. (Buhârî, cihâd 52; Müslim, cihâd 78-80) Daha sonra Efendimiz’in emrine binaen Hazreti Abbas, Huneyn’de sesini, yükseltebildiği kadar yükseltip o gür sesiyle “Ey Semure ağacının altında biat etmiş sahabiler! Neredesiniz?!” diyerek nida etmiş. Allah Resûlü’nün sesini ve çağrısını duyan bütün ashap da Allah Resûlü’nün etrafında toplanarak, düşman üzerine yürümüşlerdi. Netice itibarıyla mağlubiyet aşılmış ve zafere ulaşılmıştı. (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye 4/326 vd.)

Bu açıdan bir mü’minin yaşanan sıkıntılar karşısında asla yılgınlık göstermemesi, şecaat ve cesaretle problemlerin üzerine gitmesi çok önemlidir. Mü’min öyle bir metafizik gerilim içinde olmalıdır ki, “Murad-ı sübhanî tecelli ederse, Allah’ın izni ve inayetiyle, ben arzın yörüngesini bile değiştirebilirim.” diyebilmelidir. Evet, Allah’ın havl ve kuvvetini arkasına aldıktan sonra yüreği cesaretle dopdolu bir mü’minin üstesinden gelemeyeceği hiçbir problem yoktur.

Aşk ve Cesaret, Ortak Aklın Teminatı Altına Alınmalı

Aşk u iştiyak, şecaat ve cesaret gibi duygular devasa problemlerin hallinde çok önemli olsa da, bu ulvi duyguların daha baştan çok ciddî bir mantıkla stratejik bir zemine oturtulması, yerli yerinde kullanılması ve sağlam bir projeye bağlanması gerekir. Siz, yüreğinizden kopup gelen sımsıcak ve samimî nefesinizle, karşınıza çıkan buzdan dağları bile eritebilecek bir gerilime sahip olabilirsiniz. Fakat problemlerin çözülmesinde sadece bu da yeterli değildir. Bunun yanında karşı tarafı iyi tanımanız, onun sahip olduğu güç ve imkânları hesaba katmanız ve ona göre projeler üretmeniz de gerekir. Aksi takdirde, bütün zihnî, kalbî ve fikrî emeğiniz heba olur gider.

Hele bir de sizin etrafınızda mütedahil daireler şeklinde düşmanlıkla gümleyip duran insanlar varsa, siz, koskocaman hasım bir cephe ile karşı karşıya bulunuyorsunuz demektir. Her bir düşmanlık cephesinin kendilerine göre çok ciddî hesapları ve size karşı mahvedici projeleri varsa, bunların bazısı bazısıyla anlaşıyor, bu projelerin bir kısmı diğeriyle örtüşüyorsa, sizin çok daha temkinli olmanız ve teyakkuzla hareket etmeniz gerekecektir. Çünkü kendi aralarında bir saff-ı vahid teşkil eden iç içe geçmiş düşmanlık daireleri, siz farkına varmadan hiç beklenmedik şekilde balyoz gibi tepenize inebilir.

Bu açıdan aşk, heyecan, metafizik gerilim, şecaat ve cesaret, mutlaka muhakeme-i umumiye ile teminat altına alınmalıdır. Siz bunu bir binanın statiği gibi düşünebilirsiniz. Şayet siz inşa edeceğiniz bir binayı sağlam bir blokaj üzerine oturtmazsanız, çok küçük bir fay kırılması karşısında her şeyiniz altüst olur ve siz de yaptığınız şeylerin altında kalır ezilirsiniz. İşte bütün bu emeklerin zayi olmaması için, heyecan ve dinamizminizi mantık, muhakeme ve en önemlisi ortak akla müracaat ile teminat altına almalısınız. İki, üç veya dört tane mantık ve muhakemeleriyle dünyanın coğrafyasını değiştirecek dâhinin bulunmasındansa, meseleleri beş on kişi ile istişare eden insanların bulunması onun çok daha üstündedir.

Bir kere Cenâb-ı Hak, insanlara olan teveccühünü istişareye bağlamışsa, bunu değiştirmeye sizin gücünüz yetmez. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), istişare eden insanın pişmanlık yaşamayacağını ifade buyurmuştur. (et-Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr 6/365) Kaldı ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, belki de istişare etmediği hiçbir vak’a yoktur. Öyle ki gökteki meleklerden bile daha nezîh ve daha afif olan Hazreti Âişe Validemiz’e bir kısım şom ağızlar tarafından iftira atıldığında, hayatında paniğin rüyasını bile görmeyen İnsanlığın İftihar Tablosu bu meseleyi bile ashabından bazı kimselerle istişare etmiştir. Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşiyle alâkalı mahrem bir meseleyi bile, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali ve daha başkalarıyla görüşmüştü. Onların tamamı da iffet ve ismet abidesi Validemiz hakkında Allah Resûlü’nün temiz ve nezih mülâhazalarını takviye edici güzel beyanlarda bulunmuşlardı.

Aslında vahiyle müeyyed olan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük küçük hiçbir meseleyi başkaları ile istişare etmesine ihtiyacı yoktu. Eğer bunun aksini düşünürseniz, O’na karşı saygısızlık yapmış ve vahiy esprisini kavramadığınızı göstermiş olursunuz. Allah (celle celâluhu), hayatı boyunca hiçbir zaman O’na boşluk yaşatmamıştı. Hâşâ ve kellâ, fiyasko diyebileceğimiz bir duruma hiçbir zaman O’nu maruz bırakmamış, sürekli O’nun yanında olmuştu. لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe sûresi, 9/40) âyetinden de anlaşılacağı üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli bir teminat atmosferi içinde hayatını sürdürdü -O hayata canlarımız kurban olsun-. Buna rağmen O, en küçük meselelerini bile, hep istişare ederek çözmüş ve ümmetine de nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda rehberlik yapmıştır. Bu açıdan diyoruz ki, özellikle umumu alâkadar eden meseleleri ortak akla müracaat ederek çözüme bağlamak, dâhi olmanın kat kat üstündedir.

Bazen de siz üzerinize düşen her şeyi yaparsınız. Bir tek problem karşısında bile A’dan Z’ye alternatif planlar geliştirirsiniz. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen Z’nin ötesinde hiç hesaba katmadığınız problemler karşınıza çıkabilir ve kısmen kırılmalar yaşanabilir. İşte böyle bir durumda da asla ye’se düşülmemelidir. Şu an itibarıyla Müslümanların yaşadığı coğrafyada, maalesef hazımsızlık ve çekememezlikten kaynaklanan, her an kırılmaya müheyya bulunan faylar bulunmaktadır. Bu açıdan bazı durumlarda siz hesabınızı ne kadar sağlam yaparsanız yapın, yine de bir kısım beklenmedik olumsuzluklarla karşılaşabilirsiniz. İşte bu durumlarda asla ye’se düşmemeli, “Bundan öte yapılacak bir şey yok. Biz bittik artık.” gibi iradeyi felç eden menfi mülâhazalara girilmemelidir. Zira Hazreti Pîr’in ifadesiyle ye’s, mâni-i her kemâldir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.54 (İlk Hayatı))

Mehmet Akif de;

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar,

Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…

En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!”

ifadeleriyle bu hakikate dikkatleri çektiği şiirinin başında ümitsizliğe düşene şöyle hitap ediyor:

“Ey dipdiri meyyit! ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?”

Hâsılı, başı dönmüş, bakışı bulanmış bazı kimseler sizin en masumane hizmetlerinize engel olmak isteyebilir ve tekerleğe çomak sokabilirler. Fakat elli türlü komplo kurulsa da, Allah’ın izni ve inayetiyle, katiyen ümitsizlik yaşamamalı, sarsılmamalı ve hep elif gibi dimdik durmalıdır. Uhud’u, Huneyn’i yeniden zafere çevirmenin yolları aranmalı ve fevç fevç dehâletlere vesile olabilecek inanç Kâbe’sine, inanç Mekke’sine doğru yürümeye devam edilmelidir. Maruz kalınan komplolar karşısında yılmamalı; çıkan engeller, tıkanan yollar karşısında “Vira bismillâh!” deyip meselenin farklı alternatifleri aranmalıdır. Hak yolunda bulunuyor olsa ve samimiyetle talep etse de, insanın her istediği, her arzuladığı kendisine hemen verilmeyebilir. Yaşanan sıkıntıların hikmetini bilemeyiz. Fakat kim bilir belki de çekilen bu sıkıntılar neticesinde, Cenâb-ı Hak, bu necip Anadolu milletine daha önce lütfettiği güzelliklerin kat katını lütfedecektir. Gün doğmadan gecenin bereketli döl yatağında neler doğar, aktif sabır içinde bekleyip görelim!

“Sen tohum at, git!..”

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

İradenin hakkını ver ve sırf Hak rızası için gayret göster!..

*İnsanlar mefkûreleri uğrunda yapacakları şeyleri iradî olarak yapmalılar; yapmalılar ve şahısları adına semeresini dermeyi de düşünmemeliler, bırakıp gitmeliler. Sevap iradî olan şeylere terettüp eder. Gayr-ı iradî şeyler Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin farklı bir tecelli dalga boyuyla insana bir şey kazandırabilirse de asıl insana sevap kazandıran husus, amelin iradî yapılmış olmasıdır.

*Bu açıdan da iradî şekilde yapıp etmek, sonra da arkaya dönüp bakmadan çekip gitmektir esas olan. Sen tohum at git, kim hasat ederse etsin!.. “Semeresini ille ben dereceğim.. mükafatını göreceğim.. yapacağım şeyden dolayı alkış toplayacağım.. takdire mazhar olacağım.. yâd-ı cemil olarak anılacağım!..” demeden, hiç o türlü taleplerde bulunmadan vazifeni sırf Allah rızası için yap!..

“Benim mezarımı bir-iki has talebemden başkası bilmemeli!..”

*Bazı enbiya-i izâmın yâd-ı cemil olmayı dilemeleri kendi kutsiyetlerine yaraşır, yakışır ve ufuklarına uygun şekildedir. Bir ayet-i kerimede Hazreti İbrahim’in şöyle dua ettiği anlatılır:

وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي اْلآخِرِينَ

“Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!” (Şuarâ, 26/84) İbrahim Aleyhisselam ve diğer peygamberlerin bu türlü talepleri, onların misyonları icabıdır.

*Hazreti Pir-i Mugan, “Benim mezarımı bir-iki has talebemden başkası bilmemeli!..” diyor; yani ne gelip başımın ucunda dursunlar ne bir türbe sayıp oraya bir bez bağlasınlar ne de bir bardak su döksünler!..

*Allah’la irtibatın kuvvetli olarak ahirete gitmişsen, o senin için yeter ve artar; başkasının o mevzuda seni desteklemesine ihtiyacın yoktur. Bu itibarla da yâd-ı cemil olmayı bile talep etmemek, Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş adanmışlar için çok önemli bir husustur.

Cenâb-ı Hak, insan iradesine büyük değer veriyor

*Yaptığın şeyler sen yâd edilmeden de sana kazandıracağı şeyi kazandırır. Şu kadar var ki, sevaplar, iradeye terettüp eder.

*Allah (celle celâluhû), şart-ı adî planında, insanın iradesine çok değer veriyor. Mesela; “فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْBeni anın ki Ben de size anayım.” (Bakara, 2/152) buyuruyor: Beni ibadet ü tâatle anın, Ben de sizi lütuflarımla anayım. Beni, üzerinizdeki nimetlerimle anın; Ben de yeni nimetler vermek suretiyle sizi yâd edeyim. Siz, Beni yeryüzünde mükellefiyetler çerçevesinde anın; Ben de sizi mele-i âlânın sakinleri arasında anayım.

*Yine Allah Teâlâ, insanın vefasını bir sözleşme maddesi gibi kabul ediyor; “وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْBana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40) buyuruyor. Bu, insana ve onun iradesine değer verme demektir; onu, Kendi icraat-ı sübhâniyesi için âdeta bir esas kabul etmektir: Bana karşı verdiğiniz sözü tutun, Ben de mukabelede bulunayım! Söz tutma neymiş, onu size göstereyim. Biri, namütenahinin insana karşı va’di; diğeri, minnacık bir karıncanın ortaya bir şey koyması. Katiyen bir tenasüp söz konusu değil ama Allah öyle muamele yapıyor.

*O’nun öyle muamele yapacağına yürekten inanmalı. Başkalarına el açma ve dilencilikte bulunma zilletine düşmemeli. Zira insan mahlûkata el açmayacak kadar aziz yaratılmıştır. Mahlûkattan bir şey beklemek insanın şahsına karşı en büyük hakaret ve en büyük saygısızlıktır. Hatta insanın, sanat-ı ilahî olması itibarıyla, başkalarına el açması, Allah’ın sanatına karşı saygısızlık sayılır. O, âleme dilencilik yapmayacak kadar aziz yaratılmıştır; isteyeceğini yalnızca Allah’tan istemelidir.

Sen bir ağaç ol, etrafına gölgeler sal; o gölgeye sığınmayan sığınmasın!..

*Sen toprak ol, bağrına tohum atmayan atmasın. Sen su ol, ak mecranda; içmeyen içmesin. Sen güneş ol, şualarınla başları okşa; ondan istifade etmeyenler etmesin. Sen bir ağaç ol, etrafına gölgeler sal; o gölgeye sığınmayan sığınmasın. Asıl mesele, olmaktır, senin olmandır; sen öyle olunca, esas kazanmış sayılırsın. Bugün olmazsa yarın, bir kısım kadirşinas insanlar, o çağlayana dudaklarını uzattıkları, o ağacın gölgesinde oturdukları zaman “Allah sizden razı olsun!” derler.

*Bu ufuk, peygamberlerin ve Raşit Halifeler’in ufkudur. O ufka yönelmeyen insanlar kazanma yolunda hep kaybetmişlerdir. Öyleyse insan neye ne ölçüde teveccüh edeceğini iyi belirlemelidir.

*Dünyaya dünya kadar, ukbaya ukba kadar teveccüh etmeli. Birazı çocuklukta, bir miktarı uykuda geçen; bir kısmı da yaşlılıkta geçen mi, yoksa insanı sürüm sürüm eden mi, işte böyle bir dünya! Bu kaç para eder? Bunun karşısında öbür tarafı düşünün, ebediyet. Rakamlara sığmayan bir süre. Aslında süre sözü ifade etmez onu, belki ona süresizlik demek lazım. Evvel, âhir, zâhir, bâtın orada iç içe… Şu halde, dünyaya dünya kadar, ukbaya da ukba kadar… Şahsımıza nefsaniyet itibarıyla, şahsımız kadar; Kendisiyle şahısların mukayese edilemeyeceği o Zât’a karşı da namütenâhîliğine göre teveccüh içinde bulunmak lazım.

“Bu simada yalan yok!..”

*Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) her tavrında Hak nümâyandı. Bakışlarında, kulak kabartışında, ağzını açışında, dilini ve dudaklarını hareket ettirişinde dahi hep Allah’a inanmışlığın hakikatleri görülürdü. Bir şair, O’nun halini, كُلَّمَا سَجَدَ تَجَلَّي اللهُ فِيهِ “Her secde ettiğinde onda Allah mütecelli olurdu.” sözleriyle ifade etmiştir. Yani O’na bakan bir insan, O’nun silinip gitmesi karşısında adeta Allah’la karşı karşıya kalıyordu. Hâşâ bunun manası, zat-ı nübüvvette, Zat-ı Ulûhiyet tasavvur etme değildir. Bilakis O’nun her tavır ve davranışıyla Allah’ı ifade ettiğini vurgulamaktır. Dolayısıyla böyle bir Nebiyy-i Muhterem’in huzurunda bulunan sahabîler hiç şüphesiz ayrı bir insibağ yaşıyorlar; neye nasıl teveccüh etmeleri gerektiğini çok iyi belirleyip hayatlarını o çizgide sürdürüyorlar ve bu halleriyle sonraki nesillere de hüsn-ü misal oluyorlardı.

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun siması ve ahvâli öyle inandırıcıydı ki, Abdullah İbni Selâm Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in huzuruna gelince, sadece O’na bakmış ve başka bir şey arama lüzumu hissetmeden, “Bu simada yalan yok.” deyip kelime-i şehâdet getirerek İslam’a dehalet etmişti.

Öbür taraf aydınlıklar aydınlığı bir dünya; burası ise, görenler için fevkalade loş!..

*Öyle bir rehberin rehnümâlığı arkasında, öyle gayeler üstü bir gayeye ulaşma yolunda bulunanlar, onun karşılığında dünya sultanlığı bile olsa, ona dönüp bakmamalılar. Çünkü Aksaraylar, kara saraylar, Yıldızlar, Çırağanlar, Dolmabahçeler ve diğerleri O’nun teveccühünün  gölgesinin gölgesinin gölgesinin… gölgesi yanında sadece sineğin kanadı gibi kalırlar.

*“Sineğin kanadı” sözü şu hadisi hatırlattı: “Şayet dünyanın Cenâb-ı Hak nezdinde bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum su bile içemezlerdi.”

*Dünyanın kıymeti, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin bir aynası ve ahiretin tarlası olmasındadır. Gerisi boş!.. Öbür taraf aydınlıklar aydınlığı bir dünya; burası ise, görenler için fevkalade loş. Eğer o Rehber-i pişuvânın projektörü altında yol almaya bakmazsanız, bu loş dünyada yürüyeceğiniz yolu şaşırırsınız; Allah muhafaza, düz yolda şaşkınlığa düşer ve dökülür yollarda kalırsınız.

Beklentisizlik, insanın yükünü hafifletir

*Beklentisizlik, insanın yükünü azaltır. Celâl ve cemâli bir görmek, yükü hafifletir. Yunus’un ifadesiyle, “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş…”  Cenâb-ı Hak lütfettiği zaman, metafizik gerilimle gerilirsin; “Oh be, elhamdülillah!” der, şükre vesile olacak davranışlarına yenilerini ekler ve “Birkaç sarp yokuş daha aşmalıyım!” düşüncesiyle yola koyulursun. Kahrı da gördüğünde, “Galiba bazı imkanları rantabl değerlendirmediğimden dolayı şefkat tokadıyla kulağım çekiliyor!” diye düşünürsün; “Dikkatli ol, sen burada misafirsin, burası senin evin değil; misafir, bir yerde mukim gibi davranamaz!..” tembihini almış gibi olursun.

*Hâsılı, şu fâni dünyaya aldanmamalı. Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri ne hoş söyler: “Yalancı dünyâya aldanma yâhû / Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.” Alvarlı Efe Hazretleri de şöyle der: “Acib bir karûbân hane bu dünya / Gelen gider konan göçer bu elden / Vefası yok sefası yok fani hülya / Gelen gider konan göçer bu elden.”

Basiret Yâ Hû!

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Sohbet ve yazılarda sıklıkla üzerinde durulan basiretle hareket etme meselesini nasıl anlamalı ve hayatımıza nasıl tatbik etmeliyiz?

Cevap: Basiret; ilim ve tecrübe yanında meseleleri kalbin kadirşinas kıstaslarıyla ele alma, analiz ve senteze tâbi tutma ve böylece onları başı ve sonuyla, önü ve arkasıyla değerlendirebilecek idrak genişliğine ulaşma demektir. Basar, maddî gözle eşya ve hâdiseleri okumak ise, basiret kalb gözüyle eşya ve hâdiseleri kavrayıştır. Bu açıdan basiret, insanın hem hak ve hakikati bulmasında, hem de başkalarını hak ve hakikatle buluşturmasında ışıktan bir rehber konumundadır. Onun nurundan mahrum olan bir insanın, sağlıklı bir şekilde eşya ve hâdiseleri değerlendirebilmesi, terkip ve tahlillerde bulunması ve onlar hakkında doğru kararlara varabilmesi mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle böylelerinin kalbleri vardır ama onlarla idrak edemezler, gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır ama onlarla duyamazlar. (Bkz.: A’râf sûresi, 7/179) Hâlbuki her uzuv “mâ hulika leh’inde/ne için yaratılmışsa o istikamette” kullanılmalıdır. Göz, görmesi gerekli olan şeyleri görmesi, kulak işitmesi gerekli olan şeyleri işitmesi ve akıl da idrak etmesi gerekli olan şeyleri anlaması için yaratılmıştır. Fakat basireti olmayan insanlar kalb kapılarını vahiy nuruna ve peygamber mesajına kapattıklarından dolayı varlık içinde yokluk yaşarlar. Evet, onların gözleri, ağızları, kulakları, akılları, elleri, ayakları vardır fakat bunları yaratıldıkları istikamette kullanamazlar. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet, varlığın bağrındaki muammaları çözebilecek sırlı birer anahtardır. Fakat onlar, bu iki anahtarı ellerinde bulundurmadıklarından, ne kâinatın sırlı kapılarını açabilir ne de fert ve toplum hayatındaki problemleri çözebilirler.

Çok Alternatifli Çözüm Projeleri

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerindeki, كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ “Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlusunuz.” (Buhârî, cuma 11; Müslim, imâret 20) sözleriyle, insanların sorumluluklarına dikkat çekmiştir. Herkesin, şahsî, ailevî ve içtimaî hayatı itibarıyla farklı farklı vazifeleri vardır. Birisi aile, birisi mahalle, birisi nahiye, birisi şehir, bir diğeri de kocaman bir ülke genişliğinde sorumluluğa sahip olabilir. Bu açıdan her bir fert, derecesine göre farklı alanlarda sorumlu olduğu insanları idare etme, yönlendirme, onlara rehberlikte bulunma vazifesiyle karşı karşıyadır. Üstlenilen mesuliyetin hakkıyla yerine getirilmesi ise yukarıda bir nebze izah etmeye çalıştığımız basiret ışığını yanına alarak hareket etmeye bağlıdır.

Biraz daha açacak olursak, belli bir konumda bulunan insanlar, sahip oldukları bu konumun hakkını vermek ve işlerinde başarılı olmak istiyorlarsa, aldıkları bütün kararları akıl, mantık ve muhakemenin yanında, kalb ve vicdan süzgecinden geçirmelidirler. Onlar, düşüncenin hakkını vermekle beraber çevrelerine merhamet ve muhabbet nazarıyla bakmalı, hiçbir canlıyı şefkatten mahrum bırakmamalı, hiç kimsenin hakkını yememeli, insaf ve adaletten de asla ayrılmamalıdırlar.

Bizim için numune-i imtisal olan Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) hayat-ı seniyyeleri gözden geçirilecek olursa, O’nun tavır ve davranışlarında basar ve basirete aykırı hiçbir hususun bulunmadığı görülecektir. Hem bu hakikati bize bildirme, hem de bizim O Rehber-i Ekmel’i örnek almamız adına Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle demesini emrediyor: قُلْ هٰذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللهِ عَلٰى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي “De ki: İşte benim yolum! Ben, Allah’a –körü körüne değil– basiret üzere davet ediyorum.. bana tâbi olanlar da öyle…” (Yûsuf sûresi, 12/108)

Burada Allah (celle celâluhu), hem Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem de adım adım O’nun yolunu takip edenlerin davetlerini basiret üzerine yaptıklarını/yapmaları gerektiğini ifade buyurmuştur. Bunun anlamı ise, yapılacak çağrının bilerek, görerek, duyarak yapılması ve karşılaşılması ihtimal dâhilinde olan problemlerin hesaba katılarak bunların her birisi için alternatif çözümler oluşturulması demektir. Öyle ki ortaya çıkan bir problem için sadece bir çözüm üretmekle iktifa edilmemeli, duruma göre iki, üç, dört ve daha fazla alternatif çözümler bulunmalıdır. Zira çözüm yolları ne kadar çoğaltılırsa, mesele o ölçüde selâmetle ele alınmış, yani akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-u selim ve hiss-i selimin gereğine göre hareket edilmiş olur.

Sahabenin Basiret Ufku

Bu âyet-i kerime, Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanı sıra O’na ittiba edenlerin de, çağrısını basiret üzere yaptığını, yapması gerektiğini ifade buyurmaktadır. İttiba, birine uyma, adım adım onu izleme ve takip etme demektir. Efendimiz’e hakkıyla tâbi olanların başında ise Hulefa-i Râşidin efendilerimiz gelir. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların bu müstesna konumuna dikkat çekme adına şöyle buyurmuştur: فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ “Siz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6)

Ancak şunu da ifade edelim ki, yaşadıkları hayat itibarıyla Hulefa-i Râşidin ile diğer sahabe-i kiram arasında ciddî bir benzerlik vardır. Zaten onlar arasında uyum olmayacak şekilde ciddî bir farklılık olsaydı, içinde yaşadıkları heyet-i umumiye bünyesi Hulefa-i Râşidin’i hazmedemezdi. Demek ki, Hulefa-i Râşidin’le, aşere-i mübeşşere arasında olsun, onlarla ilk safı teşkil edenler arasında olsun ve sırasıyla diğer sahabe-i kiram arasında olsun ciddî bir gen uyumu söz konusuydu. Bu uyum da temelde, Allah’la irtibata, O’nun Peygamberini kabule, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’in emirlerini içe sindirmeye dayanıyordu.

Bu açıdan bakıldığında başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere daha sonra da ona ittiba eden sahabe-i kiram efendilerimizin hayatlarını ciddî bir basiret içinde geçirdiklerini söyleyebiliriz. Öyle olmasaydı gerek Asr-ı Saadet’te gerekse Hulefa-i Râşidin’in hilâfetleri döneminde ortaya çıkan onca problemin üstesinden gelmek mümkün olmazdı.

Basiretle Üstesinden Gelinen 11 İrtidat Hâdisesi

O dönemde ortaya çıkan problemlerin büyüklüğünü ve bunlarla nasıl başa çıkıldığını anlayabilmek için, günümüzle mukayeseler yapmak gerekir. Biz, bugün yılların ihmal ve gafletiyle ortaya çıkan bir terör hâdisesinin üstesinden gelemiyoruz. Fakat o gün, üç tanesi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında, sekiz tanesi de Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) döneminde olmak üzere tam on bir tane irtidat hâdisesinin üstesinden gelinmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde hayatta olan yüz bin sahabî olduğu ifade ediliyor. Fakat bunların da bir kısmını, çocuklar, hastalar, yaşlılar ve henüz İslâm’la yeni tanışmış insanlar oluşturuyordu. Nitekim en çok sahabî ismi zikredilen İbn Hacer’in el-İsâbe’sinde, on bin sahabîden bahsedilmektedir. O dönemin insanları, günümüzün terör problemi gibi tam on bir tane büyük problemi halletmişlerdir. Bu hakikati göremeyen kör gözler, işitemeyen sağır kulaklar, meselenin analiz ve sentezini yapamayan kalbsizler kendi idraksizliklerine yansınlar!

Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) ortaya koyduğu işlere bakıldığında, bunların yapılmasının en azından on beş, yirmi sene isteyeceği muhakkaktır. Fakat onun hilâfeti iki seneden biraz fazla sürmüş, bütün bu işleri de bu kısa zamana sıkıştırmıştır. Bu ne firasettir, bu ne basirettir ve bu ne kiyasettir Allah aşkına! Evet sahabe efendilerimiz, yüksek basiret erbabı olduklarından, hâdiseleri doğru görmüş, doğru değerlendirmiş ve -Allah’ın izniyle- onlar hakkında doğru karar vermişlerdir. Muhtemel bir problem karşısında bile on tane alternatif çözüm yolu oluşturmuşlardır. Dolayısıyla da sorumlu oldukları vazifelerini arızasız kusursuz yerine getirmişlerdir.

Ah Basiret! Nerdesin?

Elbette ki Efendimiz’e tâbi olanlar sadece sahabe ile sınırlı olmadığından, arkadan gelen ümmet-i Muhammed’in de, -âyet-i kerimede ifade buyrulduğu üzere- insanları basiretle Allah yoluna çağırmaları ve bütün işlerini basiretle ele almaları gerekmektedir. Zira meseleler, akl-ı selim, kalb-i selim ve hiss-i selim ile ele alınmadığı takdirde, problemlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Nitekim günümüzde, pek çoğumuz basiret nurundan mahrum bulunduğundan, çoğu zaman karşı karşıya kaldığımız problemlerin üstesinden gelemiyoruz. Çözüm diye yola çıkıyoruz fakat ele aldığımız meseleleri problemler yumağı hâline getiriyor ve âdeta çok bilinmezli bir denkleme dönüştürüyoruz. Mesela, fitne ve kaos ateşinin düştüğü bir bölgede, problemin üzerine balyoz gibi indiğimiz zaman insanları hizaya getireceğimizi zannetmiş ve aldanmışız. Zira biz onları balyozladıkça onlar daha da sertleşmiş. Bugün de iç içe girmiş, giriftleşmiş pek çok mesele üstesinden gelinmez, altından kalkılmaz noktaya doğru kaymaktadır.

Evet, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk ittiba edenler, bu ittibayı hakikî mânâsıyla realize etmişlerdir. Arkadan gelen bizlere de aynı hedef gösterildiğine göre, ferdî, ailevî, içtimaî problemleri halletmek istiyorsak, mutlaka basiretle hareket etmek zorundayız. Eğer biz, mütemadi basirete, mütemadi hassasiyete ve mütemadi teyakkuza sahip olursak, karşımıza çıkan problemler granitten bile olsa, Allah’ın izni ve inayetiyle, bunları yumuşatıp çözer ve yolumuza devam ederiz.

Hâsılı, Kur’ân-ı Kerim, bizi her bir hâdisede basiretle harekete davet ettiğine göre, bizler insanların tabiatlarını okuyarak, karakterlerinin tahlilini yaparak, bir yönüyle jeopolitik durumlarını iyi tespit ederek otuz sene sonra zuhur edebilecek hâdiseleri şimdiden görmeye çalışmalıyız. Gerekirse meseleleri think-tank kuruluşlarında, strateji merkezlerinde analiz ettirmeli ve onların bu mevzuda ortaya koydukları neticeleri mukayeseli okumaya tâbi tutmalıyız. Eğer biz, bu konuda beyin sancısıyla şakaklarımızı zonk zonk zonklatırsak, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle öz beynimizi burnumuzdan kusarsak, Allah da bizim bu gayretlerimizi karşılıksız bırakmayacak, bize en isabetli ve en doğru yolu gösterecektir.

Fitne Ateşi ve Dua

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Mümtehine Sûresi’nde yer alan,

رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Rabbimiz, bizi inkâr edenlerin elinde bir fitne, bir imtihan unsuru yapma (bizi onların baskı ve işkencesi altına düşürme), bizi bağışla. Rabbimiz, yegâne galip ve hikmet sahibi ancak Sensin, Sen!” (Mümtehine sûresi, 60/5) âyetinden almamız gereken dersler nelerdir?

Cevap: Bir önceki âyet-i kerimede Hazreti İbrahim’in isminin açıkça zikredilmesinden bu duanın Hazreti İbrahim’e (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) ait olduğunu anlıyoruz. Önceki âyette Cenâb-ı Hak, Hazreti İbrahim ve onunla beraber olan mü’minler hakkında şöyle buyurur:

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine sûresi, 60/4) Meallerle, hele düz, basit ve sathî şekilde verilen meallerle Kur’ân-ı Kerim’in gerçek derinlik ve enginliğinin anlaşılması mümkün değildir. Bu sebeple meseleyi biraz daha açarak âyetin muhtevasını şu şekilde idrak aynamıza yansıtmaya çalışalım: “Hazreti İbrahim ve onunla birlikte olanların sözleri, hâlleri, tavırları ve davranışları itibarıyla yaşadıkları o mükemmel hayatları içinde, yaşama adına arayabileceğiniz örneklerin hepsini bulabilirsiniz. Zira onlar, âdeta mücessem birer örnektirler.”

İşte Cenâb-ı Hak, önce Hazreti İbrahim’in müstesna konumunu vurguladıktan sonra, onun hayat-ı seniyyelerinden örnek alınabilecek davranışlardan bir tanesi olarak da sonraki âyette bu duayı nazara vermiştir.

Geniş Kapsamlı Bir Kelime: Fitne

Hazreti İbrahim’in duasının anlaşılması biraz da “fitne” kelimesinin iyi anlaşılmasına bağlıdır. Bu sebeple öncelikle “fitne” kelimesi üzerinde bir nebze durmak gerekmektedir. Arapların “altını taştan-topraktan ayırma” ameliyesi için kullandığı “fitne” kelimesi genel anlamı itibarıyla “deneme, test etme, potadan geçirme, hası hamdan tefrik etme” (Bkz.: İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab 13/317) manalarına gelmektedir. Ancak dinî literatürde fitne kelimesinin bu aslî manayla irtibatlı geniş bir kullanım sahası vardır. Meselâ kargaşa çıkarma, bozgunculuk yapma, hercümerce sebebiyet verme ve insanları birbirine düşürmeye fitne dendiği gibi, insanın ahiret hayatını kaybetmesine yol açabilecek bedenî ve cismanî arzuları, mal-mülk, evlâd ü iyal, sıhhat, gençlik, makam-mansıp gibi imtihan vesileleri de fitne olarak isimlendirilmiştir. Ayrıca inanan insanların, inandıkları değerlerden dolayı zulüm, işkence ve baskılara maruz kalması; değişik dayatmalarla dine-diyanete aykırı şeylere zorlanması; Müslümanca yaşamadan ötürü mahkemelerde süründürülmesi, zindanlara atılması, sürgünlere gönderilmesi de birer fitnedir. Söz konusu âyette geçen fitne kelimesinden anlaşılan işte bu son tarif çerçevesinde ifade edilen fitnedir.

Zaman zaman fitne kelimesinin yerine kullanılan “imtihan” kavramı da fitne mefhumunun anlaşılması adına önemlidir. Bilindiği üzere imtihan “mihnet”ten gelir. O da gümüşün ateşte eritilip saflaştırılması ameliyesi için kullanılmaktadır. (Bkz.: ez-Zebîdî, Tâcü’l-arûs 36/153) Bu açıdan meseleye bakıldığında, yüce bir mefkûreyi omuzlarına alan insanlar çeşit çeşit fitne ve mihnetlere maruz kalacak; din, diyanet, ahlâk ve fazilete savaş açanlar, onların kendi değerlerine bağlı bir hayat yaşamalarını istemeyecek, onları inandıkları yoldan geri döndürmeye ve kendileri gibi bir hayat yaşamaya zorlayacaklardır. Hazreti İbrahim ve onunla beraber olanlar da, ihlâs, samimiyet ve kararlı duruşlarından dolayı kâfir ve fâcirler tarafından zulüm ve işkencelere maruz kalmış, yurtlarından yuvalarından sürülmüş, ateşlere atılma gibi ağır tazyiklere uğramışlardır. Bütün bunlar karşısında Hazreti İbrahim, rehberliğinin bir gereği olarak ellerini açmış ve yanındaki mü’minlerle beraber رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ “Rabbimiz, bizi kâfirler için bir imtihan yapma (bizi onların elinde ateşe sokulan, dövülen, ardından örsler üzerine konulan ve sonra da üzerinde çekiçlerin inip kalktığı bir şey hâline getirme!). Rabbimiz bağışla bizi! Yegâne galip ve hikmet sahibi ancak Sensin, Sen!” diyerek Cenâb-ı Hak’tan zalimlerin zulmünden selâmet ve kurtuluş talebinde bulunmuştur. Böyle bir duayla esasen insanın fıtrat ve cibilliyetindeki âcizlik ve zayıflık dile getirilmektedir. Zira imtihan çok zordur. İnsan, örs üzerinde durmaya, çekiçler altında ezilmeye ve ateşin içinde kalmaya dayanamayabilir. Bu açıdan Hazreti İbrahim yüksek firasetiyle böyle bir belâ ve musibetten Allah’a sığınmıştır.

Hak Yolunun Cilvesi

Esasında hak yolunda bulunuyor olmanın değişmez kaderidir belâ ve musibetler, fitne ve mihnetler. Zira bir insan, Allah karşısındaki duruşunun sağlamlığı ve ciddiyeti ölçüsünde ehl-i dalâlet ve ehl-i küfrün hedefi hâline gelir. Şayet siz, sahip olduğunuz iman, dava düşüncesi ve ortaya koyduğunuz kıvam ile karşı taraf için endişe verici bir insan hâline gelmişseniz, onlar sizin yakanızı hiçbir zaman bırakmazlar.

Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ أَشَدُّ النَّاسِ بَلاءً “Yâ Resûlallâh! Belânın en şiddetlisine maruz kalan insanlar kimlerdir?” diye sorulduğunda O (aleyhissalâtü vesselâm), şöyle cevap vermişti: اَلْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Peygamberler, ondan sonra da derecesine göre diğer insanlardır.” (Bkz.: Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23) Bu hadis-i şeriften de açıkça anlaşılacağı üzere, belânın en şiddetlisi, en çetini, en altından kalkılmazı peygamberlere gelir. Ondan sonra da derecesine göre diğer mü’minlere. Bu açıdan diyebiliriz ki, eğer biz peygamberlerin maruz kaldığı imtihanların aynısına maruz kalsaydık, bunların altından kalkabilmemiz mümkün değildi.

İmtihanları Doğru Okuma

Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) fitneden kurtuluş ve selâmet talebinin hemen akabinde وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا “Rabbimiz bağışla bizi!” diyerek mağfiret talebinde bulunmuştur. Zira mü’min, sırf hak yolunda bulunuyor olduğundan dolayı hedef hâline gelse, belâ ve fitnelere maruz kalsa da, o, her türlü belâ ve musibet karşısında bunun kendi hata ve günahlarından kaynaklanma ihtimalini düşünür, bundan dolayı da Allah’tan (celle celâluhu) af ve mağfiret talebinde bulunur/bulunmalıdır.

Evet, insan, başına gelen belâ ve musibetlere bir Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) felsefesiyle yaklaşmalıdır. Bilindiği üzere o, yaşanan kıtlığı kendi günahlarına bağlamış, başını yere koymuş ve “Allah’ım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammedi mahvetme!” demiştir. İşte bu, kâmil mü’min tavrıdır. Bir yere bir yıldırım düşse veya bir yeri sel bassa insan, “Acaba benim günahlarım yüzünden mi bu oldu?” demelidir. Evet mü’min, maruz kaldığı bütün belâ ve musibetleri kendi günahlarından bilmeli, aynı zamanda bunların kendisi için bir keffâretü’z-zünûb (günahlardan arınma) vesilesi olduğunu düşünmelidir.

Diğer yandan mü’minlerin, Allah’ın ihsan etmiş olduğu bir kısım nimetleri kendilerinden bilme ve meydana gelen bir kısım güzellikleri kendilerine bağlama şirkine girmeleri de onların başına bir kısım musibetlerin gelmesine sebep olabilir. Zira Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yapılan hizmetlerin içine şirkin girmesini asla istemez. Tevhid adına yapılan işlerin içine şirkin girmesi kadar nezd-i ulûhiyette ağır bir günah ve çirkin olan başka bir davranış yoktur.

Şirk dediğimizde sadece taştan, odundan yapılan bir kısım putlara, totemlere Allah’ı ortak koşma; Lât, Menat veya Uzza’ya kulluk yapma aklımıza gelmemelidir. Bu açık olan bir şirktir. Bunun yanında bir de şirkin gizlisi vardır. Konuyla ilgili hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ اَلشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” demiş, sahabe-i kiram efendilerimizin وَمَا الشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Küçük şirk ne demektir?” sorusuna da اَلرِّيَاءُ “O, riyadır.” cevabını vermiştir. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/253)

Böyle bir şirk, başka bir hadiste ise şöyle bir benzetmeyle açıklanmıştır: “Şirk, karanlık bir gecede karıncanın taşın üzerinde gezinmesinden daha gizlidir.” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/403; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/70) Demek ki riya o kadar sinsi ve gizli bir şirktir ki, çoğu zaman insan onun farkına varamamakta, varamadığından dolayı da ibadet ü taati ve hak yolundaki hizmetleri berheva olup gitmektedir.

Allah (celle celâluhu) yolunda koşturan insanlar yaptıkları işlere şirk bulaştırdığı zaman Cenâb-ı Hak, cebr-i lutfî olarak onlara yer yer ehl-i dalâleti musallat edip kulaklarını çekebilir. Eserlere baktığımızda Hazreti Üstad’ın gerek “Şefkat Tokatları” bahsinde gerekse de Lâhikalarda bu konuyla alakalı çok sayıda misal serdettiğini görmekteyiz. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, maruz kalınan belâlar, işlenen cinayet ve cürmün büyüklüğüyle doğru orantılıdır. Hata ve günahın büyüklüğüne göre gelen tokatlar, şefkat tokadı olabileceği gibi, nıkmet/azap tokadı da olabilir.

Kader Adalet Eder

Bu itibarla yapılan işlere egosantristçe mülâhazalar karıştırılması, meselâ yazılan bir yazının beğenilmesi veya bânisi olunan bir inşaat karşısında takdir beklentilerine girilmesi tokat yenilmesine sebebiyet verebileceği gibi, onca emeğin, semeğin, terlemenin, yorulmanın hepsini uçurup götürebilir. Üstelik bütün bunlar neticesinde Allah, mü’minleri fitneye tâbi tutarak onları kâfirlerle te’dip edebilir. Her ne kadar ehl-i dalâlet zulüm işlese de, kader adalet eder. Böyle bir sıkıntıya maruz kalmak günahlara keffarettir. Fakat bilinmesi gerekir ki bu tür fitne ve imtihanların günahlara keffaret olması da belli şartlara bağlıdır.

Eğer mü’minler, maruz kaldıkları sıkıntıların kendi hatalarından kaynaklandığının farkına varır, tevbe ve istiğfarla Allah’a yönelir, “Tevbeler tevbesi yâ Rabbi! Milyon kere milyon estağfirullah!” diyerek ciddî bir pişmanlıkla O’na yalvarıp yakarırlarsa başlarına gelen fitneyi kendileri hakkında yararlı hâle getirebilir ve günahlarının affına vesile kılabilirler.

Nitekim Hazreti Pîr, ehl-i dalâlet ve ehl-i dünyanın kendisine yapmış olduğu zulümlerin sebebini anladığını ifade etmiş ve bunu, iman ve Kur’ân hizmetini, maddî ve mânevî terakkisine âlet etmesine bağlamıştır. (Bkz.: Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2, s.73-74) (Aslında onun, iman ve Kur’ân hizmetini maddî-mânevî terakkisine âlet ettiğine dair en ufak bir şey bilmiyorum. Ama o, kendi muhasebe ufku açısından meseleyi böyle değerlendirmiştir.) Demek ki insan, Allah yolunda yapmış olduğu hizmetler karşılığında ne dünyevî ne de uhrevî herhangi bir beklentiye girmemelidir. Evet o, ne takdir ve alkış beklentilerine, ne de “Ben şu işleri yapayım ki, seyr ü sülûk-i ruhânîde mertebe kat edeyim; bir basamak daha yukarıya çıkayım; Cennet’e gireyim; Firdevs’e nail olayım.” gibi uhrevî beklentilere bile girmemelidir.

Aksi takdirde çekilen çile, sıkıntı ve meşakkatler günahlara keffaret olmayabilir. Mesela fitneye maruz kalan bir insan, “Ben, Allah yolunda koşturup duruyorum. Ne yaptım ki bunlar başıma geldi.” der, bir taraftan kendisinde eksik ve kusur görmez, diğer yandan da hâlinden şikâyet ederse, bu defa çektiği sıkıntıları beyhude çekmiş olur. Üstelik böyle bir kişi –hafizanallah– kadere taş atma ve Allah’ın kazasına rıza göstermeme günahına girmiş olur.

Rabbim, son nefesimize kadar Kendi yolunda hizmet etmeyi, tevbe ve istiğfar şuuruyla hayatımızı nurlandırmayı, arınmış ve tertemiz bir hâlde ötelere yürümeyi hepimize nasip eylesin!

478. Nağme: Ramazan Ayına Veda ve Bayram Sabahı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Sevgili Dostlar,

Mağduriyetlerin son bulması ve mazlumların acılarının dinmesi duasıyla, Ramazan bayramınızı gönülden tebrik eder, iki cihan saadeti dileriz.

Bu seneki bayram videomuzu son teravihten başlattık. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi sair günlerde yatsının farzını cemaatle eda edip teravihi kendisi daha uzunca kılıyordu. Her sene yaptığı gibi bu yıl da son teravihte aramıza katıldı. Bu nağmede, Ramazan ayına veda manası da taşıyan o hüzünlü anlardan bir kesite de yer verdik. Ayrıca, mealli mukabeleyi tamamladığımız, hatim duası yaptığımız ve İhlas Suresi’ni müştereken okuduğumuz arefe gününden de bazı görüntüleri paylaşmak istedik.

Bayram gecesi her sene olduğu gibi özellikle ülkemiz, milletimiz, ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) ve genelde bütün insanlık için yaklaşık bir saat dua edildi.

Bayram namazı, hutbesi ve duası tamamlandıktan sonra kıymetli Hocamız misafirlerimizin bayramlarını kutladı; Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in yaptığı üzere kadınların namaz kıldığı yere de uğrayıp onları da selamladı. Akabinde çocuklara çikolata dağıttı, onların gönüllerini aldı.

Arefe ve bayram günkü programlarımıza ait bu özet görüntüyü arz ediyoruz.

Muhabbetle…

Sevinç Vaktine Doğru

Herkul | | BAMTELI

Sevgili dostlar,

Önceki yıllardan hatırlayacağınız üzere, Ramazan-ı şerif boyunca sohbetlere ara veriyor, bir ay Bamteli neşretmiyorduk.

Fakat bu sene sizlerden gelen yoğun talebe hürmeten hiç olmazsa birkaç “nağme” ve “Bamteli” neşretmeye karar verdik.

Ezandan iki saat önce mukabelemizin akşam faslıyla başlayan, dua vaktiyle devam eden, sonra şirin misafirlerimizle şenlenen ve “yiyip içebilirsiniz” komutuna kadar hasbihal ve niyazlarla süren “iftar programı”mızdan bir demet sunmak istedik. Bu niyetle, iki günlük kayıtlarımızdan bir kısım bölümleri seçip altyazı şeklinde bazı açıklamalar da ekleyerek bir video hazırladık.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurur:

“Oruçlu için iki sevinç (ânı) vardır; birisi iftar vakti, diğeri de oruç tutmanın verdiği huzurla Allah’a kavuştuğu zamandır.”

İşte bu hadis-i şeriften iktibasla “Sevinç Vaktine Doğru” dediğimiz videoyu Ramazan’a özel Bamteli olarak arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

477. Nağme: Pennsylvania’da Ramazan Mukabelesi (2)

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Mukabelenin 75 dakika süren akşam faslı.. dualarla karşılanan iftar.. ellerde hurma, kıpır kıpır dudakların eşlik ettiği ezan.. bir oruç vazifesini daha tamamlamanın huzuruyla eda edilen namaz.. her yiyeceğin ve nimetin kıymetinin idrak edildiği sofra.. iki rekatta bir dualar ve salavatlarla ikâme edilen teravih.. kitap okuma, derse hazırlık, gece ibadeti, hacet namazı.. bereketini derinden hissettiren sahur.. ruhları kanatlandıran atmosferde salât-ı fecr.. mukabelenin 80 dakikalık sabah faslı.. iç salonda muhterem Hocaefendi’nin duygu yüklü hasbihali.

İşte bu programın akabinde odalarımıza çekileli henüz on on beş dakika oldu. “Nağme” neşretmek için bilgisayarın başındayız.

Allah Teâlâ’ya kulluğu hissetmek ne azim bahtiyarlık!..

İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmak ne büyük talihlilik!..

İslam’la şereflenmek ne eşsiz nimet!..

Ramazan ne sevimli.. oruç ne iyi.. Kur’an ne güzel!..

Allah’ın rızasından başka muradı olmayan ve hayatını insanlığın saadetine adamış bulunan Hocaefendi’yi tanımak ne bihemta bir nasip!..

Gelecek nesiller için yaşayan hasbî ağabeyler ne hoş.. onlara benzemeye çalışan halis kardeşler ne şirin!..

Bir ders halkasında Ganj esintilerinin Nil meltemleriyle buluşması ve beraberce Sakarya nefhasına karışması ne tatlı!..

Haşyetle atan yürekler.. muhabbetle bakan gözler.. sevgiyle uzatılan eller.. ve şefkat konuşan diller ne latif!..

Bir de dünyanın hemen her yerinde bu duyguları paylaşabileceğiniz dost, arkadaş ve kardeşlerin bulunması ne lütuf!..

Evet, ekseriyetle hata, kusur ve günahlarımızın hacâletini taşıyoruz. Ümmet-i Muhammed’in (aleyhisselam) içler acısı haline ve iniltileri yürekler dağlayan mazlumların ahvaline ağlıyoruz. Sanki kapkaranlık bir asırda yaşıyoruz.

Fakat bütün olumsuzluklara rağmen hala şehr-i Ramazan’ın nazlı ikliminde neler neler duyup tadıyoruz.

Ya Rabbenâ!.. Sen cemîlsin; ne çok cemal cilvesi var etmişsin!..

Sana hakkıyla hamd ü sena etmekten ve usulünce tahdis-i nimetten aciziz. Aczimizi itiraf ediyor; “Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana hakkıyla şükredemedik.” diyoruz. Bununla beraber, bilhassa şu mübarek günlerde minnet ve şükran hisleriyle dopdolu bulunduğumuzu Senin her şeyi kuşatan ilmine havale ederek, Söz Sultanı’nın beyanlarıyla Sen’den dileniyoruz:

اَللَّهُمَّ زِدْناَ وَلاَ تَنْقُصْناَ، وَأَكْرِمْناَ وَلاَ تُهِنَّا، وَأَعْطِناَ وَلاَ تَحْرِمْناَ، وَآثِرْناَ وَلاَ تُؤْثِرْ عَلَيْناَ، وَارْضَ عَنَّا وَأَرْضِناَ.

“Allahım, üzerimizdeki nimetlerini artır, bizi noksanlığa maruz bırakma! İkramlarınla değerimizi yükselt, bizi zillete düşürme! Bol bol vererek bize ihsanda bulun, mahrumiyet yüzü gösterme! Bizi tercih et, başkalarını üzerimize tercih eyleme! Bizden razı ol ve bizi razı kıl!..”

***

Kıymetli arkadaşlar,

“Pennsylvania’da Ramazan Mukabelesi” başlıklı “nağme”ye gösterdiğiniz ilgi ve ziyadesine olan talebiniz üzerine bugün bir bölüm daha arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

475. Nağme: Yenilenme Mevsimi ve Ramazan Mukabelesi

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, kahır ile lütfu bir bilmek ve derdi dermanmış gibi değerlendirmek lazım geldiğini hatırlatarak sözlerine başladı.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurduğunu aktardı ve bu dört maddelik nasihatin manasını anlattı:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

Özellikle “ihlas” konusuna dikkat çeken Hocamız, Bayezid-i Bistâmî Hazretleri’nin şu sözünü nakletti: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bayezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım!”

Daha sonra, tevcih ettiğimiz bir sual üzerine, Hocaefendi, Ramazan ayının bereketi ve ona ayrı bir derinlik katan mukabele sünneti üzerinde durdu.

Bildiğiniz gibi, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibrîl (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’an âyetlerini Cibrîl Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.

İşte, Kâinatın İftihar Tablosu ile Cibrîl-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i sâlihîn efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terk etmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek Kur’an’ı çokça okumaya kendimizi alıştırabileceğimizi söyleyen Hocaefendi, bu kutsal ayın bizim için bir başlangıç sayılabileceğini ve yeniden Kur’an-ı Kerim’e dönüşe vesilesi olabileceğini vurguladı.

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahi maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”

diyen Hocamız, farklı bir “mukabele” teklifinde bulundu. Mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etti.

Kıymetli Hocamız özetle şu hedefi işaretledi:

Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can u gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Mevlâ-yı Müteâl, hepimizi Ramazan-ı şerifi hakkıyla değerlendirmeye muvaffak kılsın; bayrama kurtuluş beratını alarak kavuşan kullarından eylesin; bu kutlu zaman diliminde ümmet-i Muhammed’e inşirah versin; Hakk’a adanmış ruhlara nusret, ferec ve mahreç lütfetsin. Amin!..

Evlâtperestlik

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: A’râf Sûresi’nde yer alan, فَلَمَّا أٰتَاهُمَا صَالِحًا جَعَلاَ لَهُ شُرَكَاءَ فِيمَا أٰتَاهُمَا فَتَعَالَى اللهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ “Allah kendilerine kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü kaçırıp verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar. Tuttular, Allah’a birtakım şerikler yakıştırdılar. Hâlbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü ortaktan münezzehtir.” (A’râf sûresi, 7/190) âyet-i kerimesinden çıkarılması gereken dersler nelerdir?

Cevap: Cenâb-ı Hak, bir önceki âyet-i kerimede insanlığı bir tek nefisten yarattığını, sükûn bulsun diye ondan da eşini yarattığını ifade buyurduktan sonra eşinin hafif bir yük yüklendiğini ve hamileliği biraz ağırlaştığında ise her ikisinin ellerini kaldırıp, لَئِنْ أٰتَيْتَنَا صَالِحًا لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ “Eğer bize sâlih bir evlât verirsen mutlaka Sana şükreden kullardan oluruz.” (A’râf sûresi, 7/189) şeklinde dua ettiklerini haber vermiştir. “Sâlih” kelimesi, hem bedenen sağlıklı ve kusursuz insanlar hem de imanında derin, ibadet ü taatinde dikkatli, ihsan şuurunda engin insanlar için kullanılır.

Esasen doğacak çocuğun hem sağlıklı hem de müttaki olmasını istemek Allah’a ve ahirete imanın bir gereğidir. Çocuk bekleyen inanan bir gönül ellerini açıp, “Allah’ım! Sâlih bir evlât ver! Onun eli ayağı, gözü kulağı, dili dudağı, bütün âzâ ve cevârihi sâlih olsun! Onu imanda, İslâmiyet’te ve ihlâsta da sâlih eyle! Bedenî sağlığının yanında amelî yapısını, kalbî ve ruhî hayatını da arızasız ve kusursuz ihsan eyle!” diye dua eder.

Fakat bazen imtihan gereği insanın sakat ve engelli bir çocuğu dünyaya gelebilir. Bu durumda yapılması gereken sabretmek ve onun sıkıntılarına katlanmaktır. Zira engelli bir çocuğun dünyaya gelmesinde ne tür hikmetler olduğunu biz bilemeyiz. Cenâb-ı Hak, böyle bir hâdiseyle insanın hem değişik günah ve hatalardan arınmasını, hem de o çocuğun bakım ve görümüne katlanmak suretiyle mânevî olarak derecesinin yükselmesini murat buyurmuş olabilir.

Hitap, Peygamberin Zatında Onun Ümmetine

Önceki âyet-i kerimede ilk insanın yaratılışı anlatıldığı için, ilk bakışta burada söz konusu edilen kişilerin Hazreti Âdem ve Hazreti Havvâ oldukları anlaşılabilir. Fakat Allah’tan sâlih bir evlât isteğinde bulunanlar onlar olsa da, peygamberlerin ismet sıfatı göz önünde bulundurulduğunda bu âyette “şirke düşenler” olarak ifade edilenlerin peygamberler değil de onların dışındaki bir kısım benî-Âdem olduğunun bilinmesi gerekir. Elbette ki peygamberler kendi muhasebe ufukları açısından bu tür ikazları kendilerine hitap ediyormuş gibi değerlendirip hissement olabilirler, bu ayrı bir konudur. Ama asıl ikaz, peygamberlerin zatında onların ümmetlerinedir. Bildiğiniz gibi ümmetlerine ait bir kısım hususiyetlerin, peygamberlerin şahsına hitap edilerek ifade edilmesi Kur’ân’da değişik yerlerde karşımıza çıkan bir üslûp tarzıdır.

Meselâ Zümer Sûresi’nde Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben, لَئِنْ أَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ “Şirke girersen, amellerin boşa gider.” (Zümer sûresi, 39/65) buyrulmuştur. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şirke bulaşmayacağı müsellem olduğuna göre bu âyetin mânâsı, O’nun zatında bütün insanlığa, “Eğer şirke girerseniz, amelleriniz boşa gider.” demektir. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için Cenâb-ı Hakk’ın, hıfzı, inayeti ve riâyeti söz konusudur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) masûn ve masumdur. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayat-ı seniyyelerinin bidayetinde dahi, insanların gırtlaklarına kadar cahiliye günahlarına bulaştıkları bir dönemde bile zerre kadar şirk kirine bulaşmamıştır. Hatta bırakın şirki, âdaba ait meselelerde dahi O, kusur etmemiş, kimseye bir fiske vurmamış ve kıl kadar dahi incitmemiştir.

Bu açıdan hangi meseleyi ele alırsak alalım, en başta, peygamberlerin ismet sıfatına sahip olduklarını ve müzekka bulunduklarını kabul ve teslim etmek gerekir. O hâlde peygamberlere hitaben nâzil olan bu tür âyet-i kerimelerin hükmünün, evleviyetle onların ümmetleri hakkında olduğunun bilinmesi gerekir. İşte bu temel prensibi göz önünde bulundurduğumuzda buradaki hitap tarzını şu şekilde anlamak daha doğru olur: “Dikkat edin! Bu kadar masûn ve masum olan bir zat hakkında böyle bir tembih geliyorsa, ismet, iffet ve sıyanet teminatı olmayan insanların evleviyetle bu konuda dikkatli olmaları gerekir.”

İşte Hazreti Âdem’in bu âyette yer alan hitaptaki hissesine bu zaviyeden bakılmalıdır. Aksi takdirde -hafizanallah- Allah’ın (celle celâluhu) bütün insanlar, bütün milletler üzerine seçip tercih ettiği bir zat (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/33) hakkında nâsezâ, nâbecâ mülâhazalara girmiş olursunuz. Hâlbuki bize düşen, bütün enbiya-yı izam efendilerimiz hakkında düşüncelerimizi her zaman temiz tutmaktır. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, sâlih evlât talebi Hazreti Âdem’e ait olsa bile, evlât sebebiyle şirke bulaşma durumu onunla irtibatlı değildir, hitap bizedir.

Şirke Kapı Aralayan Evlâtperestlik

Evet, sâlih bir evlâda sahip olduktan sonra çocuk sevgisinde dengeyi koruyamayıp şirke düşme tehlikesi Hazreti Âdem’in evlâtları için her zaman söz konusudur. Bazı insanlarda bu duygu öylesine kuvvetlidir ki, onlar varsa da yoksa da “çocuğum” diyebilir. Mesela bir mecliste biri, başka bir konuyu dile getirmek üzere onların çocuklarının adının ilk hecesiyle başlayan bir söz söyleyecek olsa, onlar bunu fırsat bilip hemen kendi çocuklarından bahsetmeye başlayabilirler. Diyelim ki çocuklarının ismi Musa’dır. Birisi konuşurken söze “mu” diye başlar başlamaz onlar hemen, “Bizim Musa’nın başarıları da bizi öyle mutlu ediyor ki… O öyle başarılı bir çocuk ki..” şeklinde söze başlayarak, çocukları adına methiyeler düzebilirler. Evet, bazı insanlarda bu zaaf öylesine güçlüdür ki, her hâdiseden, her sözden, her beyandan mutlaka bir girizgâh bulup meseleyi kendi oğullarına, kızlarına çekmeye çalışırlar. Siz isterseniz bu tür insanlara, Farsçadan gelmiş bir kelimeyle “evlâtperest” diyebilirsiniz.

Çocuğa Düşkünlük Onun Ebedî Mutluluğuna Vesile Olmalı

Hâlbuki biz biliyoruz ki, ahsen-i takvimin küçük birer aynası olan çocuklar Allah’ın bize birer emanetidir. Eğer onları seveceksek, Sahib’inden, Sanatkâr’ından ötürü sevmeli ve bağrımıza basmalıyız. Daha da önemlisi bu sevgi ve şefkatimizi, potansiyel olarak ahsen-i takvime mazhar yaratılmış çocukların İslâmî terbiyeyi kazanmaları yolunda kullanmalıyız. Farklı bir ifadeyle bu sevgi, onların istikamet içinde yetişmesini, istikamet içinde yaşamasını, istikametin timsali birer insan olmasını sağlamalıdır. Anne baba çocuklarını severken, kâkül-ü gülberglerini okşarken onların kulağına hep bu hakikatleri fısıldamalıdır ki, çocuklar Allah’a başkaldırmasın, din tanımazlığa düçar olmasın ve neticede ebedî hayatlarını kaybetmelerine yol açacak isyan ve taşkınlığa girmesinler. Zira ebeveynler, tertemiz olarak dünyaya gelen bu çocukların, dünyaya geldiği gibi yine tertemiz bir şekilde Rabbilerine yürümesi adına lâzım gelen her şeyi tedarik etmekle ve uygun bir yetişme zemini hazırlamakla sorumludur. İşte bütün bunları yerine getirmek de onlara karşı duyulan sevginin farklı bir tezahürüdür ki bunda hiçbir mahzur yoktur.

Fakat bir insanın ajandasında bunların hiçbiri yoksa, o kişi sırf evlâdı olduğu için tapınırcasına ona bağlanmışsa, her mülâhazayı getirip ona dayandırıyor ve sürekli ondan bahsetmek istiyorsa, Allah’a ve Peygamber’e iman ettiğini söyleyen böyle bir kişi hiç farkına varmadan bir şirk davranışının içine girmiş demektir. Kelime-i tevhidi لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ “Allah’tan başka ilâh yoktur. Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) da Allah’ın elçisidir.” diyen bir insan müşrik olmaz. Fakat bu kişi çocuğuyla ilgili tutumundan ötürü üzerinde bir müşrik sıfatı taşıyor demektir. Bu hususa dikkat çeken bir beyanında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ اَلشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuş, sahabe-i kiramın وَمَا الشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Küçük şirk ne demektir?” sorusuna da اَلرِّيَاءُ “O, riyadır; görünme arzusudur.” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu’cemü’lkebîr 4/253) şeklinde cevap vermiştir. İnsan, çocuğu üzerinden kendini gösterme, duyurma gibi bir zaafa kapılabilir. İnsan kendi şekli, şemaili, güzelliği, malı ve servetiyle küçük şirk olan riyaya düşebileceği gibi, içindeki bu görünme arzusunu çocukları üzerinden de tatmin edebilir.

Söylediğimiz bu hususu somut misallerle ifade edecek olursak, mesela bir insanın mimikleriyle kendisini ifade etmesi bir görünmedir. Başkalarının yanında ibadet yaparken, kendi başına yaptığı ibadetlere göre daha bir hassasiyet göstermesi bir görünmedir. Yazma, çizme, konuşma gibi yaptığı bir kısım güzel işleri başkalarına duyurmaya çalışması bir görünmedir. Hele bir de sözlerine “âcizane, fakirane” şeklinde başlayarak bu görünme isteğini kadifeden kılıflara bürüyor ve kendisini bu şekilde ifade ediyorsa, bu, çok daha korkunç bir riyadır. Esasında bir insanın çocukları üzerinden kendini ifade etmeye çalışmasının da bunlardan bir farkı yoktur. Böyle bir kişi, ister kız ister erkek olsun, evlât sevgisini bir şirk sıfatıyla kirletiyor demektir. Bence bir mü’min, mü’minlik sıfatlarını koruma mevzuunda, namusunu koruma mevzuunda gösterdiği hassasiyet ölçüsünde bir hassasiyet göstermelidir. İster riya, ister süm’a, ister ucb, ister fahr, isterse de kibir adına olsun, duygu ve düşüncelerini her türlü şirk şaibesinden uzak tutmalıdır. Zira bunların her biri, birer müşrik sıfatıdır. Şirke ait bir sıfatın insanda bulunması ise, sağlıklı bir insanda bir virüsün bulunması gibidir. Bu virüslerin bazısı grip, bazısı kanser, bazısı da AİDS hastalığına sebebiyet verir. Bu açıdan insan, küfür ve şirk sıfatlarının hiçbirini küçük görmemeli, bu tür sıfatların, ruh ve kalbinde hayat bulmasına asla fırsat vermemelidir.

Tabii ki çoluk çocuğuna, yuvasına aşırı muhabbet gösteren bir insan her ne kadar üzerinde bir müşrik sıfatı taşıyor olsa da bu, onun müşrik olduğu anlamına gelmez. Böyle birisi imanıyla öldüğünde netice itibarıyla Cennet’e girer. Cenâb-ı Hak da -Allahu a’lem bissavab- ona müşrik muamelesi yapmaz. Ancak neticede bu müşrik sıfatı, bir virüs gibi olduğundan, onun çaresine bakılmalı ve bu konuda temkinli olunmalıdır. Çünkü bazen çaresine bakılmayan bir grip virüsü bile insanı yere serebilir veya öldürebilir. Öyleyse insan, fıtrat-ı asliyesine ve ahsen-i takvim keyfiyetine zıt olan hiçbir virüsün bünyesinde barınmasına meydan vermemelidir. Virüsler kapıyı çaldığı zaman, “Beyhude yorulma. Kapılar sürmelidir.” deyip kapıyı onun yüzüne kapatmalıdır.

İnsan şirke karşı niçin bu ölçüde hassas ve tetikte olmalıdır? Çünkü bazen olur ki şirk çok gizli veya çok küçük olduğundan insan bunun farkına varamaz veya onu önemsemez. Fakat unutmamak gerekir ki, bazen önemsenmeyen, küçük görülen, sürekli tekrar edilen küçük günahlar, büyük günahlardan daha büyük olur. Ehemmiyet verilmeyen küçük günahlar, bilinen büyük günahlardan daha tehlikeli olur. Bunun yanında kişi büyük günahlarını biliyor ve ciddiye alıyorsa, hemen iki büklüm bir hâlde tevbe, inabe ve evbe ile Allah’a döner. Bu da onda daha sonra, günahlara karşı mücadele etme duygusunu tetikler ve neticede günahlara karşı temkinli ve dikkatli bir hayat yaşar.

İşte anne babanın çocuklarına karşı alâka ve düşkünlüğü başlangıçta çok küçük olarak başlasa da, denge ve ölçüyü koruyamadıkları takdirde, zamanla büyüyerek çok ciddî bir problem hâline gelebilir. Burada konunun daha iyi anlaşılması adına Seyyidinâ Hazreti Nuh’un irşadıyla mükellef olduğu kavimden önce yaşayan insanların içine düştükleri bir hatayı misal olarak verebiliriz. Bildiğiniz gibi o kavim içinde bir dönem Vedd, Yağus, Ya’ûk ve Nesr gibi büyük zatlar yaşamıştır. Bir kısım fertler, tavır ve davranışlarıyla dillere destan olmuş bu insanların arkasından gitmişlerdir. Fakat onlardan sonra gelen insanlar, onların güzel hâllerini hatırlamak ve böylece çizgilerini bulmak için evlerine onların resimlerini asmışlardır. Başlangıçta masum gibi görünen bu düşünce, zaman içinde onlara karşı temenna durulmasına sebep olmuş, ardından da onların birer tanrı şeklinde algılanmasını netice vermiştir. Başlangıçtaki küçük bir açı, daha sonra çok geniş bir açı hâline gelmiştir. Bu itibarla da insan, ne evlâtları ne de daha başka sevdiği insanlar hakkında aşırıya gitmemeli, haddi aşmamalıdır.

Evlad Sevgisinde Denge

Günümüzde bazıları ailelerin çocuk merkezli olduğunu ifade ediyor. İşin doğrusu, yuva çocuk merkezli mi, yoksa heva ve heves merkezli mi, nefis merkezli mi, enaniyet merkezli mi; böyle olduğu da söylenebilir. Fakat bilinen bir şey var, o da insanların, dinin açık emir ve yasaklarının dışında bir hayat tarzını tercih ettiğinde çok merkezli hâle geldikleri, neticede de tevhide zıt değişik şirk türlerine kapı aralandığıdır.

Ayrıca evlilik ve ailelerin, çocuk üzerine bina edilmesi, çocuk olduğunda ailenin mutlu, -elde olmayan değişik sebeplerle- çocuk olmadığında ise mutsuz olması, hatta bu yüzden çatışmaların, ayrılmaların yaşanması mü’min ahlâkı açısından doğru değildir. Çünkü böyle bir tavır -hafizanallah- Cenâb-ı Hakk’ın kaza ve kaderine rıza göstermemenin, kadere taş atmanın, Allah’a isyan etmenin bir ifadesidir. Evet, kaderin bir hükmü olarak çocuk olmaması yüzünden yaşanan bu tür sıkıntılar, Allah’ın sevmediği fiillerdir. Dolayısıyla unutulmamalı ki, çocuk olması bir imtihan olduğu gibi, olmaması da bir imtihandır.

Çocuğu her şey görüp ona karşı aşırı muhabbet göstermenin ve onu ailenin merkezine oturtmanın bir zararı da, onun olumsuz bir kısım davranışlarını bile müsamahayla karşılayıp, herhangi bir çözüm arayışına girmeme şeklinde ortaya çıkar. Bu şekildeki bir davranış ise zamanla problemli çocukların yetişmesine sebebiyet verecektir. Hâlbuki bu konuda asıl hedef, ileride çocuğun sâlih, ahlâklı, temiz, dürüst ve iyi bir insan olmasıdır. Anne-babalar bu hedefe ulaşma adına ne gerekliyse onu yerine getirmeye çalışmalıdırlar. Fakat günümüzde maalesef büyük çoğunluğu itibarıyla ev cahil, sokak insafsız, mabet heyecansız, okul yetersiz olduğundan böyle bir atmosferde yetişen çocukların da heder olup gittiği acı bir gerçektir.

Salih Bir Çocuk İçin Öncelikle Anne-Baba Eğitimi

Bu açıdan iyi ve sâlih bir evlât için öncelikle yapılması gereken, anne-babaların iyi yetiştirilmesidir. En başta ebeveyne nasıl mükemmel birer anne-baba olacakları, çocuğa nasıl davranacakları öğretilmelidir. Hatta evlenecek çiftler evlilik öncesinde bir kısım kurslardan geçirilmeli ve bu kurslarda başarılı bir şekilde diplomasını/sertifikasını alanlar evlendirilmelidir. Bu eğitim sürecinde, evlenmekten maksadın ne olduğu, eşler arasında sağlıklı bir ilişkinin nasıl kurulması gerektiği, onların birbirini nasıl idare edeceği ve çocuk eğitimi gibi konular sağlam bir blokaj üzerine oturtulmalıdır. Zira evlenecek insanlar bu konuda sağlam bir donanıma sahip olurlarsa, bir araya gelerek oluşturacakları bu kutsal müessese de bir Cennet yuvası hâline gelecektir. Hiç şüphesiz böyle bir ailede yetişen çocuklar da, sâlih birer evlât olacaktır. Fakat anne-babalar, anne-baba olma liyakatine sahip değillerse, çocuklar da ârâfta kalacaklardır. Maalesef günümüz nesillerinin pek çoğu bu şekilde ârâfta yetişmektedir. Her ne kadar bazıları temiz bir cereyana katılarak özlerini bulup ahlâk ve karakter sahibi olsalar da, çoğunluğu böyle bir imkânı elde edemiyor.

Kime ve neye olursa olsun, gayr-i meşru muhabbetlere tevessül eden insanlar çok defa maksatlarının aksiyle tokat yerler. Bu açıdan ebeveynler, çocuklarını Allah’ın birer emaneti olarak görmeyip de sadece kendilerinin bir parçası olarak görüp bencilce severlerse, taparcasına onlara karşı düşkünlük sergilerlerse gelecekte onların eliyle imtihan olurlar, onlardan tahkir, tezyif ve nefret görürler. Zira her ifrat, başka bir tefrite sebebiyet verdiği gibi, her tefrit de bağrında bir ifratı geliştirir. Bu, anne-baba ile çocuk arasındaki münasebet açısından böyle olduğu gibi, başka muhabbetler için de aynıyla geçerlidir. Evet, kim olursa olsun, eğer bir insanı olduğunun üstünde makamlara koyar ve ona duyduğunuz sevgide aşırıya kaçarsanız, maksadınızın aksiyle tokat yersiniz. Bir gün gelir, deli gibi sevdiğiniz o insandan en olumsuz sözleri duyar ve karşılığında siz de onun hakkında en olumsuz beyanlarda bulunursunuz.

Nifakın Güdümündeki Marazlı Kalbler

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde -özetle- şunları söyledi:

Her Şeyi Cenâb-ı Hakk’ın Hoşnutluğuna Bağlamalı

*Asıl mesele, her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın muradına ve memnuniyetine bağlamaktır; bu, cihanların fethinden daha mualla bir meseledir. Bu açıdan, bir şey söylerken, anlatırken ve bir vesileyle insanlara faydalı olmaya çalışırken “Acaba murad-ı sübhanîsine uygun mu? İstediği ve dilediği de o muydu?” şeklinde çok ince ayarla meselenin üzerinde durmak ve değişik şerarelerden tecrid ederek o sinyali dosdoğru almaya çalışmak lazımdır.

*Nazarlarımız hep Efendimiz’de olmalı!.. Selef-i salihînden geri kalmamalı!.. Zılliyet planında, onları takip edenlerin daire-yi halkaları içinde bulunmaya çalışmalı; “Bu da o halkanın içinde vardı!” dedirtmeli: “İhlas diye inliyordu, rıza diye sızlanıyordu, iştiyak ilallah diye kendinden geçiyordu.” Cenâb-ı Hak müyesser kılsın.

Bir karadelik tarafından çekildiklerinin farkında değiller!..

*Enaniyetin, hodgamlığın, bencilliğin başını alıp gittiği günümüzde, nefisperestliğin, tenperverliğin, ikbal duygusunun esirip durduğu bir dönemde insanların bu saf, bu duru duygulara ulaşması çok zor. Güzergâhlar çok kirli, köprüler çok tehlikeli, karşımızdaki manzaralar çok kafa karıştırıcı, baş döndürücü, bakış bulandırıcı. Selamet-i kalbiye, selamet-i ruhiye, selamet-i hissiye Allah’ın inayeti olmazsa korunacak gibi değil.

*Görenek ve tiryakilikle, âlem ne yapıyorsa insanlar da şuursuzca onun arkasından sürükleniyorlar. Niceleri bu kıstasları ayarlayamamış, kalibre edememiş; bir yönüyle, sesin ve mesajın doğrusunu alamamış veya doğrusunu alıp tabiatına mal edememiş, aldığı şeyleri tabiatının bir derinliği haline getirememiş!.. Bunlar yığın yığın dünya zevk u sefası arkasından koşuyorlar ve bunun için bütün uhrevî varidatı harap ediyorlar, feda ediyorlar, ayaklar altına alıyorlar.

Derdimiz Dermandır Bize

*Bize, halimize razı olmak düşer. “Arifin gönlün Huda gamgîn eder şâd eylemez!” Allah’la azıcık münasebetiniz varsa ve O’nu, rızasını, rıdvanını az biliyorsanız, irfana adım atmış sayılırsınız. Onun için de gönlünüzü hep gamgîn eder şâd eylemez. “Bende-yi makbulunu Mevlası âzâd eylemez.” Efendinin hoşuna gitmişsen şayet, âzâd edip seni hürriyete kavuşturmaz. O sana bakar, sen de hep ona bakarsın. Bu karşılıklı bakış Cennet nimetlerinden, Cennet lezzetlerinden daha leziz, daha taravetlidir. Allah ona erdirsin.

*Onun için, çekilen şeylerden rahatsızlık duymamak lazım. Dertliyim dersen bela-yı dertten âh eyleme; ah edip nadanı ahından agah eyleme. Kendi içinde mağmalar gibi fokur fokur kayna dur, dert küpü ol fakat dışarıya hiçbir şey sızdırma; el-âlem “Ne zevkli, ne şevkli, ne ümitli, ne pür neşe insan!..” desinler.

Zulme Uğrayıp Ezilirken Dahi Aziz ve Üstünsünüz!..

*Ayet-i kerimede ifade edildiği gibi;

{وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَنْتُمُ الْأَعْلَوْنَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ}

“Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i Imrân, 3/139) Tasalanmayın, gevşekliğe kendinizi salmayın! Allah’a imanınız tamsa, üstün sayılırsınız. Ezilirken dahi, başına basılırken dahi, zulme uğrarken dahi, gadir yaşarken dahi, nefyedilirken dahi, istintaka tabi tutulurken dahi, mahkemeye gönderilirken dahi, tahkim emirleri verilirken dahi, olmadık şeylere muhatap olurken dahi, sen azizsin. Esas, senin başına basan Nemrutlar, Şeddadlar, Sezarlar, Napolyonlar, zelil olanlar onlardır. Zillet Allah karşısında zillettir. Allah karşısında O’na kul olma şeref ve itibarını koruyabiliyorsanız, O’na kulluk sayesinde değişik şeylere kulluktan sıyrılabiliyorsanız, zilletten sıyrılmış ve izzeti ihraz etmiş sayılırsınız. İzzet Allah’a aittir, Rasûlullah’a aittir ve O’na intisab etmiş mü’minlere aittir.

İzzet Allah’ın, Rasûlünün ve Mü’minlerindir; Münafıklar Her Zaman Zelildir

*Kur’an-ı Kerim, kendilerini aziz, mü’minleri zelil sayan münafıkları şöyle anlatır:

{يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ}

“Hem derler ki: ‘Medine’ye bir dönelim; göreceksiniz aziz olan, zelil olanı oradan dışarı atacaktır.’ Oysa, izzet, Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir. Ne var ki münafıklar bunu bilmezler.” (Münâfikûn, 63/8)

*Mü’minler azizdir; çünkü değişik kulluklardan sıyrılmışlardır; makama kulluktan, imkâna kulluktan, güce kulluktan, rahata kulluktan, korkuya kulluktan, dünyada ebedi kalmak gibi tul-i emele kapılma duygusundan sıyrılmışlardır. Allah’a gerçek kulluk, bütün kulluklardan sıyrılmaya bağlıdır. Bu türlü kulluklardan sıyrılmayanlar “Ene Abdullah – Ben Allah’ın kuluyum!” dedikleri zaman bile -hafizanallah- başka bir yalan söylüyorlardır.

*Cenâb-ı Allah sizi böyle bir izzetle aziz ve payidar kılmışsa bence alacağınız bir şey kalmamıştır. Allah’a intisaptan daha büyük paye, Hazreti Rasûl-ü Zişan’a intisaptan daha büyük bir mansıp yoktur. Varsın bu uğurda Cenâb-ı Allah sizi bir imtihandan başka bir imtihana, bir sürgünden başka bir sürgüne, Amerika’dan Çin’e, Çin’den Maçin’e.. nereye sürgün ederse etsin!.. Bu intisabı devam ettiriyorsanız, hep kazanma kuşağında yaşıyorsunuz demektir.

Dünyayı Sevgi, Merhamet ve Şefkat Alınıp Verilen Bir Pazar Haline Getireceksiniz

*Bir kısım ulvî değerlere sahipseniz ve kendi dininizden, ruh ve mana köklerinizden, örf ve adetlerinizden kaynaklanan bu değerlere yürekten inanıyorsanız, neden dünyanın bu gül bahçesinin güllerinden istifade etmesini sağlamıyorsunuz? Neden her tarafa birer gül atmıyorsunuz? Neden her tarafın ıtriyat çarşısı gibi gül kokmasını sağlamıyorsunuz? Belki de siz -bazılarınız itibarıyla- iradî olarak bunu yapmadığınızdan dolayı, cebr-i lutfî, yani yine bir lütuf, bir ihsan, lütuf tecelli dalga boyunda bir ihsan olarak hicrete zorlandınız. Cebr-i lutfî olarak gideceksiniz, oralara tohum olacaksınız. Dünyanın dört bir tarafına yayılacaksınız, ruhunuzda taşıdığınız değerleri saçacaksınız oralara!.. Alacağınız şeyler de olacak, vereceğiniz şeyler de olacak. Alışveriş yapacaksınız; sevgi, alaka, irtibat, şefkat adına bütün dünyayı adeta bu işlerin alındığı verildiği bir pazar haline getireceksiniz. Şefkat alacaksınız muhabbet vereceksiniz; muhabbet alacak şefkat vereceksiniz… Alacaksınız, vereceksiniz; dünyayı bir yönüyle sevginin, güzelliğin, aşkın, şevkin, kucaklaşmanın çarşısı, pazarı haline getireceksiniz.

*Burada çıkarılan o (kırmızı) bültenler var ya, öbür tarafta meleklerin ellerinde ahiret rengini alacak; “Arkadaş, biliyor musun, bunlar senin beraat fermanın; bu uğursuzluğa el uzatanların da mahkumiyet fermanıdır!..” diyecekler. Güzel mi bu alışveriş?!. Ona talip olalım o zaman!..

*Varsın birileri zebani gibi dünya hayatını bize cehennem yapsınlar!.. Şayet onun sonu Allah’ın teveccühü, Hazreti Rasûl-ü Zişan’ın teveccühü ise, bütün dünya bütün hayat boyu cehennem olsa bile, yine kazanan sizlersiniz, yine kazanan sizlersiniz, yine kazanan sizlersiniz!.. Keşke size kaybettirmek isteyen insanların da Allah gözlerini açarak onlara da kazandırsa, onlar da körü körüne yürümeseler o yolda!..

Demagoji ve Diyalektik Ustası Münafıklar

Soru: Muhterem Efendim! Kur’an-ı Kerim,

{وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللهُ وَرَسُولُهُ إِلاَّ غُرُورًا}

ayetinde olduğu gibi, münafıklarla beraber “kalblerinde maraz bulunanlar”dan da bahsediyor. Kalbî maraz nasıl anlaşılmalıdır? Nifak ehliyle aynı çizgide zikredilen bu gruba kimler dâhildir?

*Münafık, inanmadığı halde inanıyor ve müslümanların yaptıklarını yapıyor görünen; bir tehlike söz konusu olduğu yerlerde de belli bahanelerle oradan uzaklaşan kimselerdir. Bunlar demagoji ve diyalektikte çok profesyoneldirler. Öyle yalanlar uydururlar ki, inanan insanlar bile onlara kanarlar.

*Zannediyorum, Bedir’deki geriye çekilmede, Uhud’daki ihanette, Hendek’teki ayrı ayak oyununda ve daha benzer vakalarda nifakın güdümünde hareket edenlerin pek çoğu aynen münafıklar gibi ya da onların başı İbni Selûl gibi düşünmüyorlardı. Fakat mantıkları, muhakemeleri o ölçüdeydi. Diğerleri, güçlü demagoji ve diyalektik kabiliyetleriyle, ortaya bir yalan atınca kandırabiliyorlardı insanları. Günümüzde medyanın yaptığı yalanlar, iftiralar, tezvirler, karalamalar türünden şeylerde ısrar ediyorlardı. Şimdilerde Hitler’in yaptığı şeylerden bahsediliyor; yalanın daha büyüğü, iftiranın daha büyüğü; ne kadar büyük atar ve ısrar ederseniz, yığınlar ona inanırlar gerçekten. Onlar da benzer yollara başvuruyorlardı.

*Gerçi münafıklar zekiydiler, şartları çok iyi değerlendiriyorlardı ama bir Fetanet-i Azam karşısında, bir vahy-i semavi tayfları karşısında ne kadar zeki olurlarsa olsunlar işleri hep fiyaskoyla neticeleniyordu. Çetin bir durum ve bir badireyi aşma mevzuu söz konusu olduğunda onu yapmamak için bir kısım safderun kimseleri de kandırıyor, arkalarına alıyor ve oyunbozanlık yapıyorlardı. Esas, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Sahabe-i Kirâm’a hezimet yaşatmak istiyorlardı. Fakat her defasında hezimeti yaşayanlar da onlar oluyordu. Bazı müslümanlar tekme yemiş bir insanın hafif bir sarsıntı yaşaması gibi bir sarsıntı yaşasalar bile sonra kendilerine geliyor ve Allah’ın izniyle inayetiyle yollarına devam ediyorlardı.

*Çıkar ve menfaat kovalayan insanlardır münafıklar. Menfaat ve çıkar söz konusu olduğu yerde bulunurlar, orada bulunmak için dil dökerler; değişik diyalektiklerle makul bir yerde bulunduklarını ve bulunmaları gerekli olan yerde durduklarını anlatırlar. Kuvve-i maneviyeyi sarsacak her türlü demagojiye başvururlar.

Nifak Ehlinin Peşine Takılmış Hasta Ruhlar

*Bir de o ölçüde münafık değilse de onların arkasında imanları tabiatlarına mal olmamış kimseler vardır. Belki dünyevî ve maddî cihetle bir irtibatları da vardır: Onlardan geçiniyorlardır, ihaleleri alıyorlardır, onlar korunuyor kollanıyorlardır, KPSS’siz memur oluyorlardır; dolayısıyla o istikamette tercihte bulunuyorlardır.

*Kur’an-ı Kerim münafıkların kalblerinde de maraz bulunduğunu anlatır. Şöyle buyurur:

{فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ}

“Kalblerinde bir hastalık vardır. Allah, onların hastalıklarını daha da artırdı. Bu yalancılık (ve samimiyetsizlikleri) sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.” (Bakara, 2/10) Evet, kalblerinde maraz vardı; o marazın gereği temayüllerine uydular, onların arkasından sürüklendiler; bu sebeple, Allah marazlarını daha da artırdı.

*Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) mübarek bir hadis-i şerifiyle meseleye ışık tutabilirsiniz. Buyuruyor ki: İnsan bir günah işlediği zaman kalbde bir leke olur; istiğfar, tevbe, inabe, evbe ile çabuk onu silmezse, o günah başka bir günaha çağrıdır, davetiyedir; adeta “Burası müsait bir ortam, sahipsiz, burayı kapatabilirsiniz, gelseniz kapatsak burayı!..” falan der. Her bir günah arkadan gelecek bir günaha çağrıdır. Hazreti Bediüzzaman “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.” der. Günah işleyen bir insan, küfre doğru bir adım atmış demektir. Bu böyle çoğala çoğala kalbi bütünüyle karartır.

*Soruda okunan ayet-i kerimede münafıklar ve kalbinde maraz bulunanlar ayrı ayrı zikrediliyor. Mealen şöyle buyuruluyor: “Hani (hatırlayın o vakti ki) münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar, ‘Allah ve Rasulünün bize zafer vâd etmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş/aldatmaktan başka bir şey değilmiş!’ demişlerdi.” (Ahzâb, 33/12)

*Münafıklar.. ve bir de kalbinde maraz bulunanlar. Belli bir noktada bunların bir ortak paydaları oluyor. Ya bir çıkar, ya da kendilerince bir zarardan kaçınma adına bir ortak nokta oluyor. Bu itibarla ikisi de aynı mütalaayı paylaşıyorlar. Haşa ve kella, “Allah ve Rasûlü bize sadece gurur, bizi aldatabilecek şey vadetti.” diyorlar. Küstahlık zirve yapıyor burada; bir kısım sarsıntıları görünce, “Allah’ın vaadi -haşa- bir aldatmadan ibaret” deme küstahlığında bulunuyorlar. Belki her dönemde olmuştur, ama bazıları bunu ifade etmeyebilir. Mesela koşturur dururlar hep dünya için, başkalarını tahkir ve tezyif ederler, hemz u lemzde bulunurlar, tehcire, tenkile, ibadeye tabi tutarlar. Akıllı gibi davranırlar. Tam başarının zirvesine ulaşacakları bir yerde, Allah (celle celaluhu) tepe taklak getirir. İşte o zaman açıktan açığa söylemeseler bile, -haşa ve kella- “aldatıldık” derler.

“Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?”

*Kalblerinde maraz bulunanlar belki inanç açısından kâfir değildirler, fakat iman onların tabiatlarına mal olmamış, kalblerinin bir derinliği haline gelmemiştir. Aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmadıklarından dolayı zikzak çizerler. Üstad Necip Fazıl “zıp orada zıp burada” derdi onları tarif ederken. Ne orada ne de burada; kendileri için çıkar neredeyse işte orada.

*Aslında her bir mü’min böyle çıkar, menfaat, ikbal, makam, dünyevi imkan, güç ve kuvvet mülahazalarının söz konusu olduğu, bunlara bağlı düşüncelerin bakışı bulandırdığı, başı döndürdüğü yerde, “Acaba ben de nifak ehlinden ya da kalbinde maraz olanlardan mıyım?” diye endişe etmeli.

*Hazreti Ömer, geçmiş peygamberler döneminde olsaydı, vallahi de, billahi de peygamber olurdu. O (radıyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu. Hazreti Aişe validemiz gibi daha başka sahabiler de kendilerinde nifak alameti olmasından korkar, tir tir titrerlerdi.

*Her bir mü’min “Acaba ben, Rabbime verdiğim sözü tuttum mu? Acaba Elest bezminde verdiğim sözde sabit-kadem oldum mu? ‘Rabbimiz kalblerimizi kaydırma!..’ demek suretiyle sürekli tir tir titredim mi? Yoksa bir kısım muhalif rüzgarlar karşısında riyâha maruz birer tıbn-ı bîkarar gibi savrulanlardan mıyım?” endişesini taşımalıdır.

“Mü’min görünümünde pek çok münafık var!..”

*Eğer kadınların sultanı Hazreti Aişe validemiz, erkeklerin sultanı Hazreti Ömer efendimiz bu mülahazayı taşıyorsa, bence herkes tir tir titremeli. Hele o yalan söyleyenler, her gün farklı bir iftirada bulunanlar, gözlerini yummuş dünyanın arkasından koşanlar, dünyevî ikbali, makam mansıbı her şey sayanlar… Eğer şuurlarını bütün bütün yitirmemişlerse, tımarhanelik deliler haline gelmemişlerse, ciddi bir şizofren yaşamıyorlarsa, tir tir titremeli, “Allahım muhafaza et!” demelidirler.

*Yoksa evsâfa, denen şeylere, hal ve keyfiyete bakınca, tablo yeryüzünde pek çok münafığın bulunduğunu gösteriyor. Nitekim, yakın zamanda bir bacımız öyle dedi “Mü’min görünümünde pek çok münafık var!..” Hazreti Pir de diyor ki: “Bu dostlarım içinde çok münafık var!” Benim dost zannettiğim bu kimseler içinde pek çok münafık var. Münafık, kâfirden eşeddir, daha zararlıdır. Zira Kur’an mealen şöyle buyuruyor: “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisa, 4/145)

Dünyada Rıza, Ötede Rıdvan

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Rıza ve rıdvan arasında fark var mıdır? Rıdvana ulaşmanın en önemli vesileleri nelerdir?

Cevap: Rıza, insanın Allah’tan ve onun vaz’ etmiş olduğu din-i mübin-i İslâm’dan hoşnut olması, Cenâb-ı Hakk’ın her türlü takdirine gönülden boyun eğmesi, maruz kaldığı belâ ve musibetleri de itminan ile karşılaması demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًـــــا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولًا

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” (Ebû Dâvûd, edeb 100, 101) sözleriyle böyle bir rıza ufkuna dikkat çekmiştir.

Mü’minlere bakan yönüyle, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek beyanı, bir yandan kulun Rabbisiyle olan münasebetini gösterirken diğer yandan da bizim için bir hedef belirlemektedir. Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyet-i kerimelerde,

رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ

“Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı oldu.” (Mâide sûresi, 5/119 vb.) buyrulması da rıza ufkunu yakalamanın mü’minler için ulaşılması gereken en büyük gaye olduğunu göstermektedir.

Ayrıca bir insan, rızaya kilitlenir, hep rıza deyip oturur kalkar, sürekli rızayı hedefler ve bu konuda ölesiye bir gayret içinde bulunursa, bu, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın da ondan razı olduğunu gösterir. Çünkü Allah (celle celâluhu) bir insandan razı değilse, onun içinde böyle bir rıza duygusu hâsıl etmez. Bu açıdan denilebilir ki, Allah’tan hoşnut olmayan, onun kazasına rıza göstermeyen, başına gelen olumsuz hâdiseleri gönül rahatlığıyla karşılamayan bir insan için nezd-i ulûhiyette de bir rıza söz konusu değildir.

Rıdvan: Ebedî Hoşnutluk Müjdesi

Rıdvan ise, rızaya nail olma adına bu dünyada gösterilen cehd ü gayretlerin ahiretteki karşılığıdır. Zaten bilindiği üzere burada eda edilen ibadet ü taatlerin her biri, ahirette farklı bir Cennet nimeti olarak temessül edecektir. Hazreti Pir’in ifadesiyle burada “Sübhanallah” diyen bir insan, orada bir Cennet meyvesi yiyecektir. (Bediüzzaman, Sözler s.705 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)) Burada oruç tuttuğu için aç susuz kalan bir insan orada Reyyan’a nail olacak, yani insan içtiği zaman artık bir daha susamayacağı bir kaynağın başına ulaşacaktır. (Bkz.: Buhârî, savm 4; Müslim, zekât 85) Kısacası insanın buradaki inanç ve davranışları öbür tarafta farklı mânâlara bürünecek; bazen gözle görülür, elle tutulur bir nimet olarak, bazen de bir iç inşirahı, hoşnutluk esintileri meydana getirecek dalgalar hâlinde onun karşısına çıkacaktır.

Dolayısıyla rıdvan bu açıdan rızadan farklıdır. Rıza, dünyada insanın iradesinin hakkını vermesiyle mazhar olduğu bir lütuf ve ihsan ise; rıdvan öte dünyada Cenâb-ı Hakk’ın tecessüm ettirip mü’min kullarına sunduğu sonsuz bir lütuf ve ihsandır. Başka bir ifadeyle rıdvan, ebedî saadet yurdunda ruhlara işleyip onlarda bir zevk-i ruhânî hâsıl edecek şekilde Cenâb-ı Hakk’ın kullarına ihsan edeceği tasavvurları aşkın bir nimettir. Hem öyle bir nimet ki, ona nail olan mü’minler Cennet nimetlerini dahi unutacak şekilde mânevî bir haz ile dolacaklardır.

Rıdvan mı Yoksa Rü’yet-i İlâhî mi En Büyük Lütuf?

Bu noktada rü’yet-i ilâhî ve rıdvandan hangisinin daha büyük bir ilâhî lütuf olduğu konusu akla gelebilir. Zira Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’yı çok iyi bilen usûlüddin ulemasının ifadelerinden Cemâlullah’ı müşahedenin en büyük Cennet nimeti olduğu sonucu çıkartılabilir. Mesela Sirâceddin Ali İbn Osman el-Ûşî Ehl-i Sünnet itikadını mısralara döktüğü bir şiirinde bu hakikati şu ifadelerle dile getirir:

 يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

 وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

 فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

 فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54) Hazreti Üstad’ın ifadesiyle de, binlerce sene mesudane yaşanan dünya hayatı Cennet’in bir saatine mukabil gelmediği gibi, Cennet’in de binlerce sene hayatı Cemâlullah’ı rü’yetin bir dakikasına mukabil gelmeyecektir. ( Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam))

Bu ifadelerden rü’yet-i ilâhînin, Cennet nimetlerinin çok daha üzerinde büyük bir ilâhî lütuf olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’e giren kullarına,

أُحِلُّ عَلَيْكُمْ رِضْوَانِي فَلاَ أَسْخَطُ عَلَيْكُمْ بَعْدَهُ أَبَدًا

“Ben sizden ebedî olarak razıyım. Bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim.” (Buhârî, rikâk 51; Müslim, îmân 302) buyurması, bunu da unutturacak ve insanın içine inşirah salacak en büyük bir lütuftur. Bu, öyle bir lütuf ve ihsandır ki, insana nasıl bir zevk ve haz zemzemesi hâli yaşatır, bunu kestirmek mümkün değildir. Nitekim Cennet nimetlerinin en büyüğünün rıdvan olduğu Tevbe Sûresi’nde

وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ

“Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır.” (Tevbe sûresi, 9/72) ifadesiyle sarih olarak beyan buyrulmuştur.

Rızaya Talip Olanlar Rıdvana Mazhar Olurlar

Netice itibarıyla rıza ve rıdvan, dünya ve ahirete bakan yönleri itibarıyla farklı birer hakikat olsa da, birbiriyle irtibatlıdır. Bu irtibat, sebep-sonuç veya illet-malûl irtibatı gibi bir münasebete benzetilebilir. Siz, dünyada cüz’î iradenizin hakkını vererek bu konudaki talebinizi ortaya koyar, gayret gösterirsiniz, Cenâb-ı Hak da bu gayretinizin mükâfatı olarak sizi rıdvanla şereflendirir.

Ancak burada yanlış anlaşılmaması ve gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: Rıza ve rıdvan arasındaki “sebep sonuç”, “illet malûl” münasebeti maddî âlemdeki tenasüb-ü illiyet prensibine uygun değildir. Zira siz, âdeta burada bir damla atıyorsunuz; daha sonra o damla birdenbire buharlaşıyor, büyüyor, ötede büyük bir derya hâlinde karşınıza çıkıyor. Hâlbuki tenasüb-ü illiyet açısından bir damla bir deryayı netice vermez. Ancak sonsuz lütuf ve engin rahmetiyle Cenâb-ı Hak, sizin burada bir damla mahiyetinde Kendisi’nden hoşnut olmanızı, ahirette bir okyanus şeklinde karşınıza çıkarmaktadır.

Rıdvana Ulaştıracak İki Kanat: İ’lâ-i Kelimetullah ve İhlâs

Rıza ve rıdvanı elde etmenin vesilelerine gelince, insanı bu hedefe ulaştıran en kestirme yollardan, en büyük vesilelerden biri i’lâ-i kelimetullahtır. Evet, Nâm-ı Celil-i İlâhî’yi dünyanın bütün karanlık noktalarına kadar götürüp duyurma, ruh-u revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yorulma bilmeden küheylân gibi koşma, insanı Cenâb-ı Hakk’ın rızasına en hızlı götüren vesilelerden biridir. Bu açıdan esasında her ne kadar i’lâ-i kelimetullah rızaya erme adına bir vesile olarak tarif edilse de, onun gaye ölçüsünde bir vesile olduğu da söylenebilir.

Öyleyse insan, hep yaşatma duygusuyla oturup kalkmalı, insanlığın yeni bir âdab u erkân öğrenmesine vesile olma adına cehd u gayrette bulunmalı, her fırsatta insanlığı Allah’a yönlendirmeye çalışmalıdır. İnsan, bu vazifeye öylesine dilbeste olmalıdır ki onu yapamadığı takdirde yaşadığı hayatı kendisi için abes görmelidir.

Tabiî, i’lâ-i kelimetullah vazifesini yerine getirirken insanın muhlis olması gerekir ki, kazanma kuşağında kayıplar yaşamasın. Muhlis, ihlâsı temsil eden kişi demektir. Fakat insan bu konuda ihlâs şuuruna öyle bir kilitlenmelidir ki, ihlâsa ermeyi bile az görerek “muhlasîn”den olma peşinde koşmalıdır. Muhlas, Allah tarafından safvete ulaştırılma ve böylece mahz-ı ihlâs kesilme, ihlâslaşma, tamamen durulma, berraklaşma demektir. Bu, başta Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İdris (aleyhimüsselâm) gibi mustafeyne’l-ahyara mahsus bir mazhariyettir. (Bkz.: Bkz.: Sâd sûresi, 38/47) Fakat asliyet planında olmasa bile zılliyet planında bu hedefe ulaşmak için peygamberlerin dışındaki mü’minler de gözlerini bu yüce ufka dikmeli, sürekli murad-ı ilâhîyi takip etmeli, bütün ibadetlerini sadece emredildiği için yapmalı, ubûdiyetlerini/kulluklarını dünyevî hiçbir gayeye bağlamamalı, hatta rıdvan dışında uhrevî beklentilerden sıyrılmalı, neticeyi de Cenâb-ı Hakk’a bırakmalıdırlar.

Böyle bir şuura ulaşan insanın tabiatı, ihlâsın dışında kalan her şeye tepki vermeye başlayacaktır. Mesela böyle birisi, göz kamaştırıcı bir başarıya imza attığında, söylediği sözlerle kalblerde bir heyecan meydana getirdiğinde veya kalemini oynatmasıyla etkileyici mısralar döktürdüğünde, asla başkalarından takdir ve istihsan gibi bir beklentiye girmez. Sadece tasavvur veya taakkulüne değil, hayaline bile Allah’tan başka bir mülâhaza geldiğinde o hemen bir kenara çekilip “Estağfirullah yâ Rabbi, şirke girdim!” der, kendini yerden yere vurur, tevbe, inabe ve evbe kurnalarıyla onu tertemiz hâle getirir.

Ahirette rıdvana nail olmanın en önemli yollarından biri de işte bu ölçüdeki bir ihlâs mülâhazasıdır. Bu açıdan denilebilir ki, insan hulusta ne kadar derinleşirse, rıdvana da o ölçüde hızlı ulaşacaktır. Belki de böyle biri, kabrin dehşetini hiç görmeyecek, berzah zahmetini hiç çekmeyecektir. O, kendisi için açılmış çukura konulduğu andan itibaren vücud-u mevhibe-i rabbâniyesi ile amudî bir sıçrayışla yükselecek, o ufukta reftare dolaşmaya başlayacaktır. O hâlde her mü’min, hem i’lâ-i kelimetullah vazifesine talip olmalı, hem de bu vazifeyi yerine getirirken ihlâsı yakalama ve onu muhafaza adına olabildiğince hassas davranmalıdır.

473. Nağme: “Cihânda âdem olan bîgam olmaz!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu beyitle sözlerine başladı:

“Cihânda âdem olan bîgam olmaz / Anun’çün bîgam olan âdem olmaz” (Necâtî Bey)

Sonra Ziya Paşa’nın şu sözünü aktardı:

“Her âkîle bir dert bu âlemde mukarrer / Rahat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan.”

Nabî’nin ilgili beyanını hatırlattı:

“Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.”

Özellikle dine, imana ve insanlığa hizmet yolunun sıkıntı, meşakkat ve musibetlerle dolu olduğunu söyleyen Hocamız, içinde yaşadığımız dönemin zorlukları katladığını anlattı. Özetle şunları söyledi:

*Hakikatler eriyip gidince bizim Müslümanlığımız da kültür ortamına emanet edildi; babadan dededen gördüklerimizle iktifa edince, işin özü ve ruhu çoktan musallaya yatırıldı.

*Allah defaatle ba’s u ba’de’l-mevtler, öldükten sonra dirilmeler lütfeylemiş. Bu milletin de yoğun bakımdaki durumu, belki üç-dört asır ötesine gider; tamamen dıştan takviye ile surî canlılığını devam ettirmesi, bir-iki asırdır; fişin çekildiği dönem ise, bir asır diyebilirsiniz. Bir asırdan beri suretâ yattığı yerde insan gibi ama Hazreti Pîr “Mezar-ı müteharrik bedbahtlar” diyor. Canlanan mezarlar, yani mezardakiler; mahal zikrediliyor, hal murad ediliyor, belağattaki disipline binaen.

*Evet, Hazreti Üstad, “İşte, ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar ! Gelen neslin kapısında durmayınız ! Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, hakîkat-ı İslâmîyeyi hakkıyla kainat üzerinde temevvüc-saz edecek olan nesl-i cedîd gelsin.” diyor. Demek ki onlar gitmeyince, arkadan o işi, ruh derinliğiyle temsil edecek nesiller gelemeyecek. Gelemez de… Neden? Çünkü babanın, dedenin, annenin, ninenin kültür ortamında neş’et ediyor. Şuur altı müktesabâtı onların o karanlık veya sisli dumanlı atmosferinde besleniyor. Öyle birinden mutlak hayr beklenemez. Onun için kötü örnek olanlar çekilip gitmeli; Müslümanım dediği halde haram yemede, milletin malını çalmada, haramîlik etmede, iftirada, yalan söylemede ve hayâsızlıkta beis görmeyen insanlar…

*“Biz Müslümanız, yeryüzünde onu hâkim kılacağız!” deyip onu yeryüzünde devlet haline getirme hülyaları yaşayanların halleri bundan ibaretse, onlar Müslümanlık adına öyle kötü örnek olmuşlardır ki, o güne kadar ona azıcık sıcak bakanların bile sıcaklıkları sönmüş, kalbleri birer buz parçası haline gelmiştir.

*“Hayâ sıyrılmış gitmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!” Namaz kılıyor; öyle incecik perde ki hayasızlığın yüzünü setrediyor. “Lâilâhe illallah, Bismillah, Allâhu Ekber” diyor. Sen bu kelimelerle onu yorumluyorsun; peçe oluyor, perde oluyor. “Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!” Açığa çıkıyor tavırlarıyla, davranışlarıyla, mesâvîeriyle, bencillikleriyle, egoizmalarıyla, haram-helal tefrik etmeden -Tevfik Fikret ifadesiyle- “hopur hopur” yutmalarıyla…

*“Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bîmedlûl / Yalan râic, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhûl.” Dün omuz vermişsiniz, hayr ümit etmişsiniz, destek olmuşsunuz; vefanın zerresi yok. Ahde hürmete gelince hiç mi hiç… “Şunu yapacağız, bunu yapacağız; milleti, a’la-yı illiyyîn-i kemalâta çıkaracağız!..” Muasır medeniyet seviyesi; dillere pelesenk olan tabir bu idi. “Yaran râiç”, en çok peylenen şey; millet yarış yaparcasına yalan söylüyor, revaçta,

*Beyinler ürperir, yâ Rabb, ne korkunç inkılâb olmuş / Ne din kalmış, ne iman, din harâb, iman türâb olmuş.” “Ne korkunç tahribat olmuş” da diyebilirsiniz. Evet, serap, Kur’an-ı Kerim’in de ifade buyurduğu gibi, çölde giderken daha çok, önünüzde bir su varmış gibi bir şeye takılır gidersiniz, Nur Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, susuz bir insan onu su zanneder, yanına gittiği zaman da hiçbir şey bulamaz.

*“Mefâhir kaynasın gitsin de kesilsin vicdanlar lâl / Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!” Değil ileriye matuf vaadler, tatlı ümniyeler, kuruntular, idealler, şöyle böyle elde olan yarım yamalak istiklal bile bunca tahribat karşısında, tahribat tsunamileri karşısında tuz-buz olur gider hafizanallah.

*Bu açıdan da dünyayı, böyle gamsızlara, kasavetsizlere, dünyayı sadece dünyadan dolayı sevenlere, “din” derken bile esasen onu dünyaya karşı malzeme olarak kullananlara bırakmamak lazım. Onların talip olduğu şeylere zerre kadar talip olmadan… Zaten talip olması gereken şeye talip olanlar o türlü şeylere talebi kendileri için tezellül sayarlar. Allah’ın rızasına talip olmuş bir insan (maddî açıdan) İstanbul’un fethine gönlünü bağlıyorsa, birkaç adım geriye atmış, bir yönüyle komplekse girmiş, bir zillet gösteriyor demektir.

*Ne ifade eder idare adına bir yere gelmek, orada söz sahibi olmak! Böyle bir teklif tamamen Allah’a teslim olmuş, Üstad tabiriyle Kur’an şakirdi veya mefkûresinin hizmetkârı, idealine adanmış insanlara yapılınca, onlar o teklifi ellerinin tersiyle, ayaklarının ucuyla iterler. Çok defa tekerrür eden ifadeyle, ruh ve mana köklerini yeniden ikame etmeye kendini adamış ve adanmış olunca, o, vakıf demektir; beklentisizliğe kendini adamış, dünyevi uhrevi herhangi bir beklentiye gönlünü kaptırmamış. Fazl-ı ilahi çerçevesinde talebin dışında, Cennet’i bile bir gaye yapar, ona gönlünüzü kaptırırsanız, Allah’a ve rızasına karşı konsantrasyonunuzu kaybedersiniz.. Hazreti Rasûl-ü Zişan’a karşı konsantrasyonunuzu kaybedersiniz. “Saray” derseniz, “araba” derseniz, “makam” derseniz, “alkış” derseniz, “takdir” derseniz, Allah’ı kaybedersiniz.. “Allah” derken, Allah sizinle beraber değildir; yemin de edebilirim, yalan söylüyorsunuz.

*Allah’la münasebetin içine başka şey katmamak lazım. “Allah” demek lazım, “Rasûlullah” demek lazım, Onları gaye-i hayal yapmak lazım; en yüce mefkûre, ulaşılmaz ve hiçbir şeye feda edilmez.

*Bu harekete gönül vermiş insanların en önemli dinamiği adanmışlıktır. Henüz bunun kıymetine dair bir şey ortaya konamamıştır ki biz neye tekabül ediyor, onu mukayese yapalım! Zannediyorum, hiçbir şey adanmışlığın karşısında olamaz ve hiçbir şey onu karşılayamaz.

*Dünyaya ait her şey kuvve-yi inbatiyesi olmayan toprak gibidir.. güneşe kapalı toprak gibidir.. karbondiokside kapalı toprak gibidir; bir şey bitirmez, attığınız bütün tohumlar çürür gider. Esasen mahiyet-i insaniyeye dercedilen, bin başağa yürüyebilecek çekirdeği, dünyevi şeyler karşısında, kuvve-yi inbatiyesi olmayan toprağa vermemek lazım.

*Bîgam olmaz âdem olan!.. Sıkıntılara karşı bıkkınlık izhar etmeyin, şikâyet etmeyin. Dertliyim dersen bela-yı dertten ah eyleme, gök sakinlerini agâh eyleme… Melekler “Bu adam niye şikayet ediyor?” dememeliler. Demeliler ki “Bunca bela, musibet bize gelse!.. Cismaniyet varlıkları değiliz, bir yönüyle âlem-i emirden gelmiş bir vücuda sahibiz, bela ne eder bize?!. Fakat maşallahı var bu adamların!.. Sağanak sağanak bela geliyor başlarından aşağıya; iftiranın, yalanın, tezvirin, hümezenin, lümezenin bini bir para! Fakat maşallahları var; bu adamlar, hiç eğilmeden dimdik duruyorlar; çünkü eğilecekleri yeri çok iyi belirlemişler, onun dışında bir yerde eğilmiyorlar.

*Dakika boş geçirme!.. “Namaz kıldım, duasını yaptım, yeter!” deme!.. Oturduğun yerde hizmete müteallik meselelerin mütalaasıyla meşgul ol!.. Veya geziyorsun, bir odadan diğerine gidiyorsun, dudakların sürekli kıpırdasın, O’nun namına bir şeyler söyle!.. Değişik dualar sürekli vird-i zebanın olsun. Belki Cenâb-ı Hak bu üst üste sıkıntıları -ister dua, ister tazarru, ister niyaz ile o ızdırar halini yaşatmakla- Kendisine daha yürekten teveccüh edelim diye veriyordur. Bu da cebr-i kutfîdir; bizim için ayrı tecelli dalga boyunda bir rahmettir. Cenâb-ı Allah ne türlü olursa olsun, rahmet tecellilerini üzerimizden eksik etmesin.

Miskinliğin Doğru Anlaşılması

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir duasında şöyle buyuruyor:

اَللّٰهمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ

“Allah’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve miskinler zümresi içinde haşreyle!” (İbn Mâce, zühd 7) Efendimiz’in bu isteği nasıl anlaşılmalı ve bundan ne tür dersler çıkarılmalıdır?

Cevap: Arapça bir kelime olan “miskin”, “se-ke-ne” kökünden gelir ve lügavî mânâsı itibarıyla kendisini durgunluğa salmış, aktivitesini yitirmiş, çalışmayan, üretmeyen insan anlamına gelir. Şer’î ıstılahta ise “miskin” denildiğinde, hiçbir malı olmayan, bir yönüyle yatağı kum, yorganı da gök kubbe olan kimse demektir. Bu açıdan miskinin maddî durumu, fakirin daha altındadır. Zira fakir nisap miktarına (80 gram altın değeri) ulaşacak ölçüde malı olmayan kimse demektir. Yani fakirin az da olsa bir miktar malı vardır. “Miskin” ise buna dahi sahip değildir. Dolayısıyla miskin, zekât kabul eden, sadaka alan, ancak başkalarının yardımıyla geçinebilen insan demektir.

Kınanan ve Sakınılması Gereken Miskinlik

Öncelikle ifade etmek gerekir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), durağanlığı, pasif bir hayat yaşamayı, amelmanda olmayı ve elin-âlemin eline bakmayı asla istemez, böyle bir duruma rıza göstermez. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem), dilenciliğe savaş açmış, pek çok hadis-i şerifte onu zemmetmiş, ümmetini de dilencilik yapmaktan sakındırmıştır. Mesela bir gün fakir bir adam Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek bir şeyler istediğinde, o adama evindeki bazı eşyaları sattırmış, sonra bu parayla bir balta satın aldırarak onu ormana göndermiş, kesip topladığı odunları satmasını istemiştir. Adam, bir süre sonra alma durumundan verme durumuna yükselip kazandığı paralarla Efendimiz’in huzuruna geldiğinde, ona şöyle demiştir: “Bu, senin için kıyamet gününde yüzünde bir dilencilik lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvûd, zekât 26; İbn Mâce, ticârât 25)

Aynı şekilde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);

اَلْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى

“Yüksek el, aşağı elden daha hayırlıdır.” (Buhârî, zekât 18; Müslim, zekât 94-97) buyurmak suretiyle kinayeli bir tabir kullanmış, bununla veren elin alan elden daha hayırlı olduğuna işaret etmiş, “Başkalarına temennada bulunmak suretiyle insanî şeref ve haysiyetinizi aşağı düşürmeyin. Eliniz, ayağınız tuttuğu sürece çalışarak kendi maişetinizi kendiniz temin etmeye çalışın ve kimsenin eline bakmayın.” imasında bulunmuş, mü’minleri üst el olmaya teşvik etmiştir. Bununla birlikte insan hayatını tehlikeye atacak ölçüde açlık, susuzluk gibi bir zaruret durumunda ise dilenmeye cevaz verilmiştir. Zira Kur’ân-ı Kerim, hayatî tehlikeye maruz kalan kimsenin, hayatını devam ettirecek kadar domuz eti yemesine bile müsaade etmiştir. (Bakara Sûresi, 2/173)

Hadis-i şerifte anlatılan bu espriyi iyi kavrayan seleflerimiz, başkalarına zekât veya sadaka verirken ellerini aşağıda tutmak suretiyle, fakirin onurunu zedelememeye dikkat etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan sadaka taşları da fakirlerin izzet ve onurunu koruması açısından çok önemlidir. Zenginler, vereceği sadakayı bu taşlara koymuşlar, fakirler de sadece ihtiyacı olan miktarı buradan almışlardır. Bu uygulama aynı zamanda toplumun nasıl bir gönül saffetine sahip olduğunu, insanlar arasında ne ölçüde yardımlaşma ve dayanışma duygusunun hâkim bulunduğunu göstermektedir. Denilebilir ki, o dönemde âdeta gökteki meleklere eş bir toplum vücuda gelmiştir. Günümüzde onca polis, jandarma ve zabıta güçlerine rağmen bir yerde bile bu ölçüde bir asayiş temin edilemediğini acı acı müşahede ediyoruz. Çünkü kalblerde olması gereken yasakçı yok, ahiret nazarlardan silinmiş, hesap verme duygusu insanların içinde öldürülmüştür. Tabii bu arada asıl ölen de insanın kalbi ve vicdanı olmuştur.

İradî Miskinlik veya “Kul Peygamber” İsteği

Bütün bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkalarına el açıp dilenme mânâsında bir miskinliği istememiştir. O hâlde burada miskinlikten kastedilen, mütevazi bir hayat yaşamak veya acz u fakr şuuruna sahip olmaktır. Hazreti Bediüzzaman’ın da mesleğinin esası olarak zikrettiği fakr, hakikatte hiçbir şeye malik olmadığının farkına varma, Allah’a karşı ihtiyacını hissetme demektir. Bu duyguya sahip olan insan,

 يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

“Yâ Hayyu, yâ Kayyûm! (Ey gerçek hayat sahibi ve kâinatı ayakta tutan Yüceler Yücesi Zat), rahmetin hürmetine Sen’den yardım diliyorum; her hâlimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (Ebû Dâvûd, edeb 101; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/42) diyerek sürekli Allah’ın himaye ve görüp gözetmesine sığınır.

İşte Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duygularla yaşamayı, bu duygularla ruhunun ufkuna yürümeyi ve ötede de acz ve fakr kanatlarıyla kanatlanan, sürekli Allah’a iltica eden insanların içinde haşrolmayı diliyor. Bir başka ifadeyle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ahirette de bu duyguya sahip olan insanların rehber ve öncüsü olacaktır; olacaktır çünkü O (aleyhissalâtü vesselâm), hayatı boyunca hep insanlardan bir insan olarak yaşamış, hiçbir zaman mahviyet ve tevazudan ayrılmamıştır. Hazreti Âişe Validemiz’in (radıyallahu anhâ) ifadesiyle, bazen o kutlu hanenin üzerinden iki ay geçmiş üçüncü ay girmiştir de hâlâ orada ocak yanmamış, bir çorba bile pişmemiştir. (Buhârî, hibe 1,  rikâk 17; Müslim, zühd 26, 28) Kim bilir belki de bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) içinden biraz da sorumlu olduğu kişilerin hukukunu koruma endişesiyle, bu konuda bazı mülahazalar geçmiş olabilir. İhtimal ki işte böyle bir zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Cebrail’in yanında bulunurken bir ses duyulmuş, yanlarına farklı bir melek inmiş ve şöyle demiştir: “Allah sormaktadır: Melik bir peygamber mi yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?” Böyle bir sual karşısında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zaten tercihini doğru yapacaktır. Fakat Hazreti Cebrail, meselenin yanılmaya hiç tahammülü olmadığından, “Ey Allah’ın Resûlü! Rabbine karşı mütevazi ol!” demiştir. Bunun üzerine Efendimiz de, “Kul bir peygamber olmayı isterim!” buyurmuştur. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/231; Abdürrezzak, el-Musannef 3/183-184)

Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), fakir olarak yaşamış ve ruhunun ufkuna yürüdüğü esnada da arkasında hesabını veremeyeceği bir mal bırakmamıştır. O, elde ettiği bütün nimetlerin hakkını vermiş, Allah’ın kendisine ihsan buyurduğu malları yine O’nun yolunda harcamış, böylece de alnı açık yüzü ak olarak Huzur-u Kibriya’ya yürümüştür.

İffet Âbidesi ve İffet Kahramanları

Bununla birlikte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatı boyunca kendini hiç atalete salmamış, yaşadığı sıkıntılarla ilgili kimseye dert yanmamış, kimsenin eline bakmamış, dilenmemiş, kimseden sadaka ve zekât kabul etmemiştir. Zaten O’nun sadaka ve zekât alması haram kılınmıştı. (Buhârî, zekât 60, cihâd 188; Müslim, zekât 161) O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine gelen hediyeleri de hep başkalarına dağıtmıştır. (Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-vahy 5-6, zekât 50, rikak 20, savm 7; Müslim, zekât 124, fezâil 50) Efendimiz, aile fertlerinin iaşesini karşılayabilmek için bir Yahudi’den veresiye yiyecek satın almış, karşılığında da ona mübarek kalkanını rehin bırakmıştı. O, kalkanı rehin olduğu hâlde ruhunun ufkuna yürümüştür. (Buhârî, cihâd 89; Tirmizî, büyû’ 7; İbn Mâce, rühûn 1) Muhtemelen böyle bir hâdiseden sahabe-i kiramın haberi bile olmamıştır; olsaydı onlar bu konuda ne yapacaklarını çok iyi bilirlerdi. İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli infakta bulunarak elinde avucunda ne varsa Allah yolunda harcamış, iradî olarak ümmetinin en fakiri gibi hayatını yaşamış ama asla kimseye el açmamış, bu konuda en küçük imada dahi bulunmamıştır. İşte O’nun talep ettiği miskinliği, bir taraftan cömertlik ve civanmertlik sergileyerek en basit ve sade bir hayatı tercih etmek, diğer taraftan da bir iffet âbidesi olarak başkalarından en küçük bir beklentiye girmemek şeklinde anlamak gerekir.

O (aleyhissalâtü vesselâm) eşsiz bir iffet âbidesi olduğu gibi, adım adım O’nu takip eden ashab-ı kiram efendilerimiz de iffet kahramanları olarak hayatlarını geçirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, fakirlik ve zaruret içinde kıvranıp durdukları hâlde tekeffüf ve tese’ülde bulunmayan, elin âlemin eline bakmayan ve kendini dilenmeye salmayan İslâm’ın o ilk kahramanlarını,

 يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا

“Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hâllerini bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Ey Resûlüm, Sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler.” (Bakara sûresi, 2/273) buyurmak suretiyle takdir ve tebcil etmiştir.

Evet, sahabe-i kiramın hayatlarına baktığımızda onların, ciddî bir hassasiyet içinde başkalarından bir şey istemekten kaçındıklarını ve geçimlerini kendi el emekleriyle çalışarak karşıladıklarını görürüz. Mesela Aşer-i Mübeşşere’den Abdurrahman İbn Avf (radıyallahu anh) bütün servetini Mekke’de bırakmak zorunda kalarak Medine’ye hicret etmiştir. Fakat Medine’ye geldiğinde, eline bir ip alıp pazarın yolunu tutmuş, işe hamallıkla başlamış (Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 3) ama Allah’ın izni ve inayetiyle bir süre sonra yedi yüz deveyi infak edebilecek bir zenginliğe ulaşmıştır. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/115; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/129) Evet, dilenmenin çok ayıp bir davranış olduğunu bilen sahabe-i kiram efendilerimiz, ciddî fakr u zarurete rağmen hep kendi el emekleriyle geçinme ve helâlinden kazanma yollarını aramışlardır. Bu açıdan vaktini Allah yolunda harcayan, Allah yolunda hizmet eden insanların bile kanaatimce, başkalarından burs ve yardım beklemesi ayıptır. Keşke imkân olsa taş kırsak, apartmanlarda temizlik yapsak ama her zaman alnımızın teriyle kazandığımız parayı yesek. Fakat bazı konumlar, meşgul olunan bazı hizmetler vardır ki, insanın başka bir iş yapmasına müsaade etmez. İşte ancak bu durumlarda, o konumda bulunan insanın zaruret ölçüsündeki ihtiyaçlarının karşılanabileceği ruhsatı verilebilir.

Şahsen, kendi hayatımı da bu konuda sürekli sorgulama lüzumu duyuyorum. Mesela askerlikten önce üç sene imamlık yaptım ve maaş aldım. Gerçi aldığım maaşla -çoğunu kitaplara ve hizmetlere harcadığımdan- günde bir öğün karnımı ancak doyurabiliyordum. Daha sonra vaizlik görevi söz konusu olduğunda, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesini para karşılığında yapmanın caiz olup olmadığını birine sorma ihtiyacı duydum. Hazreti Pîr’in en yakın talebelerinden birine bu meseleyi sordum. O büyük zat, aynı sorunun Hazreti Pîr’e sorulduğunu, onun da, “Eğer seni vaiz tayin etmediklerinde sana vaaz ettirmeyeceklerse, bu vazifeyi kabul et. Eğer bu paraya ihtiyacın yoksa onu birisine verirsin. Fakat ihtiyacın varsa, ihtiyaç ölçüsünde onu kendin kullanırsın.” şeklinde cevap verdiğini nakletti. Ben de bunun üzerine vaizliğe intisap ettim. Vaizlik dolayısıyla takdir edilen maaştan ise sadece zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacak ölçüdeki kısmını aldım, geri kalanını Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine verdim. Kitaplardan gelen telif ücreti söz konusu olunca da, maaşa elimi sürmeden bir ihtiyaç sahibine verilmesini istedim.

Günümüzün hizmet erleri de, başkalarına el açmaktan kaçınmalıdırlar. Öyle ki, zarurî ihtiyaçlarının karşılanması için başkaları onların arkasından koşturmalı ve “Sizin başka alanlarda inkişaf etmeniz ve toplum için yararlı birer unsur hâline gelebilmeniz için buna ihtiyaç var.” demeliler. İşte böyle bir durumda siz de, onların takdir ettiği burs ölçüsündeki meblağı kerhen kabul edebilirsiniz. Bunun dışında bir kişinin, insanlardan gelen şeye bağlı olarak hayatını sürdürmesi kanaatimce, Kur’ân ve Sünnet’te ayıplanan miskinlik kategorisine girer.

İnsan Parayla Alınıp Satılacak Hakir Bir Varlık Değildir

Çağımızın inanan gönülleri bu konuda daha bir hassas olmalı ve hayatları boyunca onurlu ve izzetli yaşamaya çok dikkat etmelidirler. Onlar, hiç kimseden tek bir kuruş dahi olsa beklenti içine girmemeli ve hiç kimseye karşı diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdırlar. Evet, onlar, iffet kahramanları olarak her zaman dimdik durmasını bilmelidirler. Aksi takdirde değişik menfaat şebekeleri, din yolunda koşturan bu insanları kendilerine kul köle hâline getirirler, gün gelir onları dininden taviz vermek zorunda bırakırlar.

Maalesef günümüzde bunun çok acı misallerini müşahede ediyoruz. Evet, acı acı görüyoruz ki niceleri satın alınıyor, sonra da onlar değişik şekilde kullanılıyor. Hâlbuki insan, asla parayla alınıp satılacak bir varlık değildir, olmamalıdır. Onun fiatı, Cennet’tir, cemalullahtır, Allah’ın rızasıdır. Bunların dışında kalan hiçbir şey insana bedel olamaz. Evet, bedel olarak İstanbul’un fethi bile takdir edilse, insanın kendisini satması konusunda bu bir bedel olamaz. Yani birisi satıldığında İstanbul fethedilecek olsa, insan yine de buna razı olmamalıdır. Çünkü insanın izzet, haysiyet ve şerefi onların hepsinden daha yüksektir.

Bu kudsî daire içinde bazı kimselerin bu ölçüde bir ruh saffetine ulaştıklarını söylemezsek, nankörlük olur. Fakat biz, herkesi böyle bir ruh haletine ulaştırmaya çalışmalıyız. İnsanlara, el emeğiyle geçinmenin, itibarı korumanın, izzetli yaşamanın değerini anlatmalıyız. Çünkü Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), kul bir peygamber olmayı seçmesi, peygamberlik mesleğinin temsili olan bir hizmet yolunun her zaman aynı ruh haletiyle temsil edilebileceğini gösterir.

Dar-ı bekaya irtihalinden sonraki dönemde, Hazreti Pîr’in öndeki talebelerinin çoğunu gördüm. O günlerde Türkiye genelinde sadece birkaç ev vardı. Bu evlerde, sadelik hâkimdi. Oralarda çoğu zaman çorba pişerdi, onun da yağı olmazdı. Çayın yanında bir ekmek ve peynirle iktifa edilirdi. Fakat onlar, hakka hizmet adına ciddî bir şevk u tarab içindeydiler. Onların her biri hizmet aşkıyla bir küheylan gibi şahlanmıştı. Bu açıdan denilebilir ki, asıl hizmeti onlar yaptı, bugünkü zemini size onlar hazırladı. Toprağı sürdüler, tohumu saçtılar, sonra da onu tımar ettiler. Ardından hasat mevsiminde iş size düştü.

Bu ölçüde bir istiğna ve iffet içinde yaşamak bazıları için ağır gelebilir. Fakat ulvî bir düşünceye gönül vermiş mefkûre muhacirleri hep bu ufku yakalama gayreti içinde olmalıdır.

Asla unutulmamalı ki, bu yüce mefkûre devam ederse, ancak bu ahlâkla devam eder. Çünkü -Allah korusun- şatafatlı bir hayat içine girerseniz insanların size olan güvenleri sarsılır; sarsılır da sizi himaye eden ellerini üzerinizden çekerler. O zaman da, geniş bir coğrafyaya yayılmış çok güzel faaliyetler -Allah korusun- durur. Evet, bütün insanlığa öyle hizmetler sunuluyor ki, sayısız gönüllünün sayısız fedakârlıkları olmasa bu faaliyetlerin devam etmesi söz konusu olmaz. Günümüzde kimisi cehaletten, kimisi de çok iyi bildiği hâlde sırf kıskançlık ve hasedinden dolayı “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye itham edici sorular ortaya atabilir. Şurası muhakkak ki, bu değirmenin çarkları suyla veya rüzgârla değil; İstiklâl mücadelesinde baş döndürücü bir fedakârlık ortaya koyan civanmert Anadolu insanının bir kez daha fedakârlıkla şahlanmasıyla dönüyor. O hâlde bu civanmert insanların zihnini bulandıracak, onları suizanna sevk edecek en küçük bir yanlışlık içine girilmemelidir. Bu, altından kalkılamayacak bir vebaldir ve Allah bunun hesabını sorar.

Elbette ki bir iş adamı, bir tüccar ticarî hayata atılacak, çalışıp kazanacaktır. Rabbim onların ticaretlerine bin bereket versin. Onlar da çalışıp kazanmaya devam etsinler. Ancak konumu itibarıyla sade bir hayat yaşama mecburiyetinde olan hakka adanmış ruhlar, mefkûre muhacirleri son nefeslerini verinceye dek zâhidâne hayatı tercih etmeli, dünyaya karşı müstağni davranmalı ve duyguları, düşünceleri, akılları ve kalbleriyle kendilerini tamamen iman ve Kur’ân hizmetine adamalıdırlar.

468. Nağme: Ötede “Keşke” Dememek İçin!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbetine günümüzün insanlarının en önemli problemlerinden biri olan “iç bulanıklığı” marazına dikkat çekerek başladı. İç-dış bütünlüğüne mani olan bu bulanıklıktan dolayı bazı kimselerin düalizmden bir türlü kurtulamadıklarını belirtti.

Hazreti Mevlânâ’nın “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol. / Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. / Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol. / Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. / Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol. / Hoşgörülülükte deniz gibi ol. / Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!..” şeklindeki nasihatini hatırlatan Hocaefendi, bugün bazılarının bir taraftan derin mü’minlermiş gibi göründüklerini fakat diğer yandan münafıkların pabucunu dama attıracak ve şeytanları bile tiksindirecek işler yaptıklarını ifade etti. Daha sonra özellikle şu konular üzerinde durdu:

*Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَأَوْفُوا بِعَهْدِۤي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ

“Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun!” (Bakara, 2/40) Bu beyanda bir tenezzülât-ı ilahiyye ve bir mukabele söz konusudur; Cenâb-ı Hak, insana verdiği değeri adeta onunla bir anlaşma yaparak göstermektedir ki, insana düşen de o mukavelenin şartlarına riayet etmektir. İnsan, kendisine düşen yanıyla o mukaveleyi bozmazsa, Allah Teâlâ onu kat’iyen nakzetmeyecektir.

*Kur’an-ı Kerim tevehhüm-ü ebediyete müptela, gafil insanların bir özelliği olarak şu hususu nazara verir:

اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ

“Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler…” (İbrahim, 14/3) Hazreti Üstad, mezkûr ayetin bu çağa baktığını da ifade ederek şöyle diyor: “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara, bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.”

*Aliyyu’l-Kârî’nin ifadesiyle “Mü’minler keyfiyetsiz, idraksiz, ihatasız ve misalsiz olarak, her türlü tarifin üstünde “bî kem u keyf” O’nu müşahede edeceklerdir. O’nu görünce, artık Cennet’te olduklarını ve Cennet nimetlerini de unutacaklardır. Yazık o inanmayanlara, onlar öyle büyük hüsran içindedirler ki, mü’minler Cenâb-ı Hakk’ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken, onlar pişmanlık ve hasretle vurunup dövüneceklerdir.” Evet, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira yine Üstad’ın ifadeleri içinde, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli’ni bir dakika görmeye karşılık olamaz. Hele bir de, O’nun bizzat “Ben sizden hoşnutum!” demesi vardır ki, o hiçbir nimetle kıyas edilemez. Fakat, maalesef, işte bu büyük nimetleri görmezden gelip peşin dünya güzelliklerine gönlünü kaptıran nice insan var!..

*Merhum Mehmet Akif “Durmayalım” şiirinde der ki:

“Yazık ki yolda böyle düşen uyku derdine / Hep yolcular gider de kalır kendi kendine!” Evet, yol yorgunluğuna ve uyku derdine asla düşmemek lazım.

*Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولاً

“O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan, 25/27-29)

*Önemli bir hakikatin ifadesi ne güzel bir söz:

لَوْ كَانَتِ الدُّنْيَا تَدُومُ لِوَاحِدٍ  –  لَكَانَ رَسُولُ اللهِ فِيهَا مُخَلَّدَا

“Şayet bu dünya tek bir kişi için hiç bitmeden sürüp gidecek olsaydı, muhakkak Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onda ebedi kalırdı.” Bir insan dünyada baki kalsaydı, dünya bir insana ebedî olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu için söz konusu olurdu. O da bu güzergahtan gelip geçtiğine göre hiç kimse aldanmasın!..

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun!” Ayrıca Efendimiz şunu söyler:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.” (Tirmizî, Zühd 44)

*Hadisçiler arasında “Bitâka” (üzerinde bir not yazılı olan küçük kâğıt ya da kart) hadîsi olarak bilinen bir nebevî ihbarda Cenâb-ı Hakk’ın merhameti şöyle nazara verilmektedir: Bir insan (kıyamet günü) getirilir. (Terazinin) bir kefesine onun amellerinin yazıldığı doksan dokuz defter konulur; her biri göz alabildiğine uzundur. Diğer taraftan üzerinde kelime-i tevhid yazılı bitâka da getirilir. O kimse sorar: Ey Rabbim, bu defterlerle birlikte bu kâğıt nedir? Allah Teâlâ buyurur: Muhakkak ki sen haksızlığa uğratılmayacaksın! Sonra, o bitâka, terazinin bir kefesine konulur. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyurur ki: O kâğıdın karşısında defterler çok hafif kaldı.

İslâm’ın İnsan Tabiatı ile Bütünleşmesi

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İslâm’ın, insan tabiatının bir yanı ve derinliği hâline gelmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: İslâm’a ait nazarî bilgilerin, insan vicdanında mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun şekilde duyulup hissedilebilmesi ve onların zamanla insan tabiatının bir derinliği hâline gelmesi öncelikle nazarî bilginin amele dökülmesinin olmazsa olmaz bir şart olduğunun bilinmesine bağlıdır. Bazı felsefeciler “amelî akıl” ve benzeri mefhumlarla esasında bu meseleye dikkat çekmiş, sofiler de “seyr u sülûk-i ruhânî” gibi yol ve sistemlerle bu konu üzerinde durmuşlardır.

Mesela felsefecilerden Bergson, hakikatin ancak vicdanî duyuş ve sezişle bulunabileceğini ifade ederken; Kant da, Allah’ın amelî akılla bilinebileceği üzerinde durmuştur. Batı kültürü içinde yetişmiş bu filozofların hakikate ne kadar aşina olduğunun ve bizi ne ölçüde hakikate aşina kılacağının münakaşası her zaman yapılabilir. Bu, ayrı bir meseledir. Fakat şurası bir gerçek ki, Allah’ın bilinmesi mevzuunda çoğu zaman sizin ortaya döktüğünüz deliller sadece nazarî bilgi olarak kaldığında iman ve İslâm’a ait esasların koruma altına alınmasında bu durum yeterli olmayabilir. Evet, nazariyatta kalmış her türlü bilgiyi ve delili bir muhalif rüzgâr alıp götürebilir. Bu açıdan nazarî bilgilerin mutlaka amel blokajı üzerine oturtulması gerekir.

Kurtuluş Yolu: İman ve Salih Amel

Aslında Kur’ân-ı Kerim,

 لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ إِلَّا الَّذِينَ أٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

Andolsun biz insanı ahsen-i takvîme mazhar olarak yarattık. Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna…” (Tîn sûresi, 95/4-6) ifadeleriyle insanın hüsrandan ve esfel-i safiline gitmekten kurtuluşunu, iman ve salih amele bağlamıştır.

Âyette hem iman, hem de amel için fiil kalıbının kullanılması, kurtuluş için iman ve ameldeki sürekliliğe işaret etmektedir. Bu açıdan insan, hiçbir zaman dünkü imanını yeterli görmemeli ve tıpkı sahabe efendilerimiz gibi yanındakilere, “Hele bir gelin de Allah’a yeniden iman edelim.” (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/265) diyerek imanını sürekli yenileme gayreti içinde olmalıdır. Siz, daha önce imansızlığa ait bütün problemleri halletmiş ve onları idama mahkûm etmiş olabilirsiniz. Fakat iman adına elde ettiğiniz bu kazanımları kaybetmemek için hiçbir zaman ulaştığınız noktayı yeterli görmemeli ve imanınızı her gün bir kere daha yenilemenin yollarını aramalısınız.

İmanın ardından, arızasız, kusursuz, riyasız, süm’asız, süreklilik arz eden salih amel üzerinde durulmuştur. Salih amelin kapsamı çok geniştir. Allah’a imandan ibadet ü taate, ondan anne baba hukukuna riayete, ondan da mü’minlerin haklarının korunmasına kadar yapılması gereken bütün ameller, salihât kategorisi içinde mütalaa edilir. Salih amel için de fiil kipinin kullanılması, insanın bir kere salih amel yapmakla yetinmemesi, âdeta kendisini salih amel çağlayanına salması ve hayatını hep bu akıntı içinde sürdürmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Aynı mazmunu Asr Sûresi’nde de görebilirsiniz. Bu sûrede de, insanın hüsranda olduğu ifade edildikten hemen sonra, bundan kurtuluşu, iman ve salih amele bağlanmıştır. İnsan mahiyetinde “kuvve-i şeheviye”, “kuvve-i gadabiye” ve “kuvve-i akliye” gibi menfiliğe de açık bir kısım güç ve duygular bulunmaktadır ki, bunlar her zaman insanı hüsrana sürükleyip batırabilir. İşte zikredilen bu iki sûrede Cenâb-ı Hak, insanı zehirleyecek bu tehlikelere karşı panzehir olabilecek reçeteyi bizlere göstermiştir. Bu hakikati anlatma sadedinde İmam Şafiî, “İnsanlar, Asr sûresini, önünü, arkasını düşünüp değerlendirerek “tedebbür” etseler bu, onlara yeterdi.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/3) demiştir.

Acz u Fakr Şevk u Şükür

Sofîler de, Müslüman şahsiyetinin oluşması ve insanın yeni bir fıtrat kazanması adına seyr u sülûk-i ruhânîyi tavsiye etmişlerdir. Fakat bunun da kendine göre değişik yol ve yöntemleri vardır. Büyük zatlar, biraz da kendi yaşadıkları dönemde Müslümanları baskı altına alan faktörleri göz önünde bulundurmuş ve bunlara karşı mücadele etmeye müsait sistemler kurmuşlardır. Kimisi sistemini yedi nefis mertebesine bağlarken kimisi de sistemini letâif-i aşere (on latîfe) üzerine tesis etmiştir.

Hazreti Pîr ise, vaz’ ettiği sistemi, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak olmak üzere dört esasa bağlamış ve bir de bunların mütemmimi olabilecek iki esastan bahsetmiştir ki, bunlar da şefkat ve tefekkürdür. (Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.17 (Dördüncü Mektup); Sözler s.518 (Yirmi Altıncı Söz, Zeyl)). Bu sistem, potansiyel insanın hakikî insan olabilmesi ve kemale erebilmesi için takip edilmesi gereken bir yoldur. Fakat bir insanın bu esasları kabullenmesi ve içine sindirmesi ciddî bir cehd u gayrete vabestedir.

Bu esasların birincisi olan acz-i mutlak, insanın arzu ettiği her şeyi yapamamasının şuurunda olması demektir. Hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’ın belirlemiş olduğu plan ve programa göre meydana geliyor ve biz çoğu zaman bunlara müdahale edemiyoruz. Bu konuda iradenin fonksiyonunu inkâr etmesek de, neticeleri yaratanın Allah olduğu da muhakkak. Öyleyse insan, Sonsuz Kudret ve Sonsuz İrade karşısında kendisini deryada damla gibi görmeli ve O’nun karşısındaki yerini ve konumunu kabul etmelidir.

Fakr-ı mutlak ise insanın, her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Allah olduğu gerçeğini kavraması demektir. Sahip olduğumuz her şey O’ndan. Bizi varlığa erdiren, belli imkânlara mazhar kılan, Müslüman yapan, Nebiler Sultanı’nı (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıtan, hiçbir liyakatimiz olmadığı hâlde bize yüksek ufukları gösteren, bizi yüksek ideallere bağlayan ve bunları realize etmeye bizi sevk eden O’dur. Biz, Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini bir kenara bırakarak kendimiz adına bir tekmil vermeye kalksak, elimizde hiçbir şey kalmayacaktır. O hâlde bedenimiz, aklımız, hissimiz, fikrimiz ve sahip olduğumuz daha başka şeylerin hepsi O’ndansa, biz neyiz? Biz, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, O’nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesinin gölgesi, zıllî birer varlığız. O’nun karşısında bize, deryada damla bile denemez. (Bediüzzaman, Mektubat s.61-62 (On Beşinci Mektup, Altıncı Sual))

Tefekkür ve Şefkat

Zikredilen bu esaslar çok önemli olsa da, onlar sadece birkaç kez okuma ve üzerinde düşünmekle tam mânâsıyla insan tabiatıyla bütünleşemez. Bunların insanın tabiatının bir derinliği haline gelmesi, ciddî bir teemmül, tedebbür ve tezekküre bağlıdır. İnsan, Kur’ân ve kâinat üzerinde derinlemesine düşünmeli ve her sohbeti evirip çevirip bu mülahazaların açılımına bağlamalıdır. O, neye malik olduğunu, ne kadar sermayesinin bulunduğunu ve ne kadar gücünün var olduğunu sürekli düşünmelidir. Esasında insanın şevk ü şükür mülâhazalarına ulaşması böyle bir aktif düşünce sistemine bağlıdır.

Mesleğimizin esaslarından bir diğeri olan şefkat ise, insanlığa karşı merhametli olmak ve ölesiye başkalarını kurtarma gayreti içinde bulunmak demektir. Hatta insan, sahip olduğu şefkat duygusunu sadece insanlıkla da sınırlı tutmayarak onu bütün bir varlığa yaymalı ve hemen her fırsatta bu duyguyu derince sergilemelidir. Öyle ki o, yerde çırpınan bir arının karşısında ağlayacak ölçüde engince bir şefkate sahip olmalıdır.

Hiç şüphesiz böyle bir şefkat duygusunun kazanılması da, tefekkür ve tedebbürün yanında, güçlü bir ahiret inancına sahip olmaya bağlıdır. Zannediyorum enbiya-i izamdaki o fevkalâde heyecan ve helecan da, su-i akıbet endişesiyle, hüsn-ü akıbet iştiyakından kaynaklanmaktadır. Çünkü onlar, başıboş bırakılan insanların Cehennem’e yuvarlanacağını bilmekte ve öbür tarafta bütün debdebe ve ihtişamıyla salınıp duran bir Cennet’in varlığına da kesin olarak inanmaktadırlar. İşte bu sebepledir ki onlar, insanları böyle bir Cennet’e sevk edebilme adına bütün ceht ve gayretlerini ortaya koymuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de iki âyet-i kerimede az farkla, “İnanmıyorlar diye, neredeyse kendini öldüreceksin.” (Şuarâ sûresi, 26/3; Kehf sûresi, 18/6) hitabına muhatap olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hâli de, ondaki bu engin mülâhazalardan kaynaklanmaktadır.

Evet insan, gerek Hazreti Pîr’in ortaya koyduğu bu yolla gerekse daha başka yol ve yöntemlerle âdeta bir helezonda yükseliyor gibi yukarılara çıkmaya çalışmalıdır. O, bir taraftan bulunduğu makamın hakkını verirken diğer yandan da sürekli nazarlarını daha yüksek makamlara dikmeli ve doyma bilmeyen bir mârifetullah yolcusu gibi her zaman, “Daha yok mu?” demelidir. Eğer, bulunduğu makamda mazhar olduğu varid ve mevhibeleri iyi değerlendirebilirse bu, onun içinde yeni şeylere karşı iştiyak uyaracak ve böyle bir yolcu sürekli değişik kapılar çalacaktır.

İstikamet ve Kesintisiz Gayret

İçinde uyanan iştiyaklar istikametinde hareket eden böyle bir hak yolcusu sürekli çıtayı yükseltmeye çalışacak ve yükselttikçe de buna göre hareket etme imkânı doğacaktır. Böylece o, salih bir dairenin içine gireceğinden, sürekli içinde yeni iştiyaklar oluşacak ve bu iştiyaklarla da yeni mertebelere talip olacaktır. Yani insan şart-ı adi planında gayretini ortaya koyduğu zaman, asıl şart olarak ilâhî meşiet taalluk edecek ve onu arzu ettiği mertebelere ulaştıracaktır.

Elbette bütün bunların birdenbire içselleştirilmesi ve insanın tabiatı hâline gelmesi mümkün olmayacaktır. Bu, ciddî bir gayrete vabestedir. Gerçi bazı hususî durumlarda harikulâdelikler gerçekleşebilir ve insanlar birdenbire insanî kemalâtın zirvesine ulaşabilirler. Mesela Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda kısa bir süre kalan insanlar sahabî olma ufkuna ulaşmıştır. Çünkü O’nun huzuru, muhataplarını derinden derine etkileyen bir insibağ atmosferidir. O’nun hâli, tavrı, oturuşu kalkışı, sükûtu, konuşması, yüzündeki yer yer ürperti, zaman zaman da sevinç ifade eden çizgileriyle hep Allah’ı hatırlatır. O, yanındakilere her hâliyle Allah’ın huzurunda olduğunu hissettirir.

Aynı şekilde Nebiler Serveri’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra gelen bazı Allah dostları da, atmosferlerine giren insanları bazen bir nefhada insan-ı kâmil olma ufkuna ulaştırabilirler. Mesela Hazreti Pir-i Mugan’ın etrafında yer alan Tahiri Mutlu, Hasan Feyzi, Hafız Ali ve Hulusi Efendi gibi yüksek istidatlarda bu dikey yükselişi görebilirsiniz.

Fakat bütün bunlar ender-i nadirattandır, süreklilik arz etmez. Çünkü o, bir ikram-ı ilâhîdir. Bu ikram-ı ilâhî, enbiya-i izamda bir mu’cize şeklinde tezahür ederken, evliya-i kiramda ise bir keramet şeklinde ortaya çıkar. Bu meselenin objektif olanı yani herkes için her zaman başvurulabilecek şekli ise, bu konuda iradenin hakkını vermekten geçmektedir.

Biz, kendi değerlerimizi tabiatımızın bir derinliği hâline getirmek istiyorsak, beslenme kaynaklarımızla aralıksız bir iştigal içinde bulunmaya çalışmalı, oturup kalktığımız her yerde sohbet-i cânan demeli ve bütün konuşma ve sohbetlerimizi bunlar üzerinde örgülemeliyiz.

Bir de unutulmamalıdır ki, insan Allah’a kulluk konusunda ciddî cehd ü gayret sarf ederse, Allah da ona yardımcı olacaktır.

“Sen Mevlâ’yı seven de, Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de, Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında, canlar feda eylesen,

Emrince hizmet etsen, Allah ecrin vermez mi?”

Siz Allah’a teveccüh ederseniz, O da size teveccüh muamelesinde bulunur; siz, nazarlarınızı O’na yöneltirseniz, O da size bakar; siz kalbinizi O’na açarsanız, O da bu kalbi boş bırakmaz.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, insan, İslâm’ı yaşamayı tabiatı hâline getirebilirse, bir kısım ibadet ve mükellefiyetleri yerine getirme hususunda çok fazla zorlanmayacaktır. Mesela uykuyu bölerek gecenin bir vaktinde kalkma ve teheccüt namazını kılma, nefse ağır gelen bir ameldir. Fakat insan, bunu âdet hâline getirmiş, tabiatına mal etmiş ve âdeta Allah’la gizli bir vicdanî mukavele yapmışsa, yataktan kalkma konusunda çok rahatsızlık duymayacaktır. Belki ilk anda uykunun verdiği mahmurluğun etkisiyle bir sarsıntı yaşayacaktır ama kendisini namaza salıp da namazını duayla taçlandırdığı ve içini Allah’a dökmeye başladığı zaman kendi içinden, “Ne iyi ettim de uyandım ve gecenin bu tenha saatlerini Rabbimle münasebetim adına değerlendirdim!” diyecektir.

 

464. Nağme: Yangın ve Hüzün (Regâib Kandili Özel)

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Hak dostlarına göre, ızdırap en müessir bir duadır. Hüzün, duaları peyk süratiyle gökler ötesi âlemlere ulaştıracak en önemli bir faktördür. Evet, hüzün, ızdırap ve ızdırar ruh haleti kadar dualara hız kazandıran başka bir vesile yoktur.

Diğer taraftan, Sûzî’nin sûzîşî nağmelerle ifade ettiği gibi;

“Tulumbanı al yetiş imdada, yangın var.

Dedim: Zahirde mi âşık?

Dedi: İhfâda yangın var.

Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost

Bülend-âvâz ile dersin:

Bakın deryada yangın var!”

Evet, Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyada yangın var. Dünyada yangın var. Hayatî müesseselerde, evlerde, sinelerde yangın var.

Sebepler açısından, öyle görünüyor ki, bugün nifak ateşini, fitne alevini, küfür korunu hüzün ve ızdırap gözyaşlarından başkası söndüremez.

Keşke kalblerimiz hüşyar ve gözlerimiz yaşlı olsaydı.. olsaydı da bilhassa rüku ve secdedeyken yükselen ve en arka saflardan bile duyulan muhterem Hocamızın hıçkırıklarına birkaç damla ile mukabele edebilseydik!. Keşke ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) ve bütün insanlık için ağlayan büyüklerimize yanaklarımızdan süzülen birkaç katreyle dem tutabilseydik!. “Keşke falan filan ne der, şu bu ne yapar!..” kîl ü kâllerini ve sebepleri bütünüyle unutup Müsebbibü’l-esbâb’ın rahmet kapısını içli nefes alışverişlerimizle çalabilseydik.

Aczimizi her idrak ettiğimizde yaptığımız gibi davranıp himmetinize müracaat ediyoruz. Üç aylar, mübarek günler ve kutlu geceler hürmetine dualarınızı dileniyoruz.

Şayet bazı dostlarımız olsun, seccadeye koşar, “Ne olur Allahım, bahtına düştük!” diyerek Yüce Dergâh’a içlerini dökerlerse, kim bilir belki onların ızdırap ve hüzünleri bizim için de bir dinamo vazifesi görür ve gönüllerimizi harekete sevk eder. Biz de bir itfaiyeci gibi tulumbamızı alıp gözyaşlarıyla doldurarak yangını söndürmek üzere imdada koşarız.

Regâib Kandilini tebrik ederiz. Hürmetle…

461. Nağme: “Allah Bize Yeter!”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

İnsanın maruz kaldığı belâ ve musibetler karşısında

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

“Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.” diyerek Allah’a sığınması çok önemlidir. Zira, bu mübarek cümleyi yürekten söyleyen insan/lar şunu kastetmektedir: İşimizi O’na havale ettik. Vekilimiz yalnız O’dur. Kendisine gönülden teveccüh ettiğimiz takdirde O, asla bizi kendimizle baş başa bırakmayacak ve bizi yalnızlığa terk etmeyecektir.

Normal şartlarda insanın ürkeceği, korkacağı ve telaşa kapılarak ne yapacağını şaşıracağı yer ve hallerde bile Sahabe efendilerimizin

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

deyip metafizik gerilim içinde beklemeye durduklarını; iman kuvveti ve Allah’a teslimiyet sayesinde asla sarsıntı yaşamadıklarını Kur’an-ı Kerim şöyle anlatmaktadır:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun!’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallah ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ demişlerdir.”  (Âl-i İmrân, 3/173)

Hazreti Bediüzzaman da ehl-i dünyanın kendisini her şeyden tecrit ettikleri bir vakit iç içe beş çeşit gurbete düştüğünü, ümit meşalesinin sönmeye yüz tuttuğu bir hâlde başını önüne eğmişken

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

âyetinin birden imdadına yetişerek, “Beni oku!” dediğini, müteakiben bu âyeti günde beş yüz defa okumaya başladığını ve neticede iç dünyasında çok farklı inkişaflar yaşadığını ifade etmiştir. Öyle ki, o, bu âyetten aldığı dersle elde ettiği kuvve-i mâneviyeyi, “Değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettim.” ifadeleriyle dile getirmiştir. Zaten kalbi böyle bir inşiraha kavuşan bir insana, ne gam ne keder tesir eder, ne zindanlar ne de tazyikler onu yolundan alıkoyar. Artık onun için zindanlar bir Medrese-i Yusufiye hâlini alır ve o da vazifesini orada yapmaya başlar.

İşte, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 11:56 dakikalık bu hasbihalinde işaret edilen hakikatlerin açılımını bulacaksınız.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Hüsnüzan Surlarını Yıktılar!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bu sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

Hâl ile Hallolmayacak Mesele Neredeyse Yoktur; Yeter ki İstikâmet Üzere Olunsun!..

*Hal ile hallolmayacak mesele yoktur. Evet, temsil ile hallolmayacak mesele -çok azı müstesna- yoktur. Günümüzün insanının her şeyden daha ziyade -zannediyorum- ekmek kadar, su kadar, hava kadar hal görüntüsüne, hal resmine ihtiyacı var.

*Parlak laflar, edebî sözler, beliğâne beyanlar havada uçuşuyor. Fakat hepsi uçup gidiyor. Tesir edecek, gönüllerde mâkes bulacak bir şey varsa, o da istikamet, hal, temsil ve bunlarda devamdır. Zikzak çizmeme! Ortalama ömür elli sene, altmış sene, yetmiş sene, seksen sene.. ne derseniz deyin, bin sene olsa; bin sene nabzınızı tutsalar, bin sene kalbinize kulak verseler, inhiraf yaşamadan hep aynı şeyleri soluklama.. önemli olan budur!..

*Zikzaklar, gözleri sizin üzerinizde olan insanları şaşkınlığa sevk eder. “Acaba bunların hangi halleri doğru? Sözleri mi doğru, tavırları mı?” derler. “Bunların, ‘Müslümanız, milliyiz, geçmişten tevârüs ettiğimiz şeylere saygılıyız’ dedikleri halde, haramîlerden farkları yok. Bohemce yaşıyorlar. Dünyayı her şey görüyorlar. Bu tavırlardan, bu sözlerden hangisine inanacaksınız?” diye düşünürler.

*Devam ve temâdî; güven, itmi’nan ve kararlı durmaya vesile olur. İmam ne ölçüde namaz kılıyorsa, cemaat de o ölçüde ona uyar. Fatiha’yı okudu mu, okumadı mı? Rükûda bir kere “Subhâne Rabbiye’l-Azîm” dedi mi, demedi mi? Secdede bir kere “Subhâne Rabbiye’l-A’lâ” dedi mi demedi mi? Yıldırım hızıyla namaz kıldıran insanların arkasında olan kimseler de öyle namaz kılarlar. Ona kılma denir, ikâme etme denmez. Ona şekil denir, ibadet adına folklor denir; kültür ortamında elde edilen namaz şeklinde bir kısım beden eğitimi denir ona. Bunlar önemle üzerinde durulması gerekli olan şeylerdir: İstikamet, doğruluk, iffet, ismet, güvenilirlik…

En Can Alıcı Hasımlar Dahi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Emniyet ve Güven İnsanı Olduğunu İtiraf Ediyorlardı

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, o sıkıntılı dönemden sonra çevresinde daha ziyade müessir olan faktör, O’nun emniyet ve güven telkiniydi. Hiç kimse, “Siz bizi şu hususta aldattınız. Şu hususta dediğiniz gibi davranmadınız.” demedi. En can alıcı hasımları, O’nun kanını içmeye âmâde, teşne bulunan mütemerridler bile, O’nun bu mevzudaki fazileti, güven vaad ediciliği karşısında el pençe divan duruyorlardı.

*Alabildiğine mütemerrid, alabildiğine vahşi, alabildiğine “keyfe mâ yeşâ’” hareket eden o toplum birdenbire nasıl oluyor da, Nasr Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, fevc fevc İslamiyet’e dehalet ediyor? Gelip O’nun imamlığı karşısında Allah’a karşı kemerbeste-i ubûdiyet içinde kulluk vazifelerini îfâ ediyorlar; bu nasıl oluyor? Hâlbuki o insanlar adetlerinde fevkalade mutaassıp idiler; geçmişten tevârüs ettikleri şeyler tabiatlarının birer derinliği haline gelmişti. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç kimseyi zorlamıyor. Telkin ediyor; fakat daha ziyade temsiliyle, haliyle, iç derinlik ve enginliğiyle o insanların gönüllerine otağını kuruyor. “Bu adam doğru söylüyor!” diyorlar. Ebu Cehil bile Muğîre ibn Şu’be’ye, “Adam doğru söylüyor. Ben de biliyorum ki bu dedikleri doğru!” diyor.

*Mü’min öyle olmalı, dün başka, bugün başka değil! Her gün farklı renkte bir yalan, bir iftira ve bir tezvirle insanların karşısına çıkan kimseler, avazları yettiğince, “Ben Kâbe’ye bin cân ile kurbanım; ben Rasûlullah’a (aleyhissalâtü vesselam) bin cân ile kurbanım!” deseler bile -yemin edeyim- vallahi, billahi, tallahi bir kısım müdâhinlerden, kitle psikolojisiyle hareket edenlerden başkası onlara inanmayacak ve onları takip etmeyecek! Onlar tarihin sayfalarına da kirli birer leke halinde aksedeceklerdir. Lanet ile anılan cebâbirenin en küstahına rahmet okuttuklarını tescîl edeceklerdir; “Hakları.. müstehak bunlara!..” dedirteceklerdir.

Zift Bataklığını Zifte Bulaşmadan Aşan Kahramanlar

*Bundan daha önemli bir şey vardır: Bütün bütün güvenin sarsıldığı, yalanın râyiç, hıyanetin mültezem olduğu; her yerde hakkın meçhul gittiği, kurban edildiği; bohemliğin çok rahatça, serbestçe icrâ edildiği; dejenerasyonları dejenerasyonların takip ettiği bir dönemde istikameti koruma, emniyeti koruma, iffeti koruma, ismeti koruma ve zılliyet planında fetâneti koruma.. Peygamber yolunda olmayı koruma!..

*Şimdi dünyaya baktığınız zaman, Âkif’in ifadesiyle: “Beyinler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş / Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş / Mefâhir kaynasın gitsin de vicdanlar kesilsin lâl / Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!” Esas, fesadın fesadı takip ettiği, fesadın fesat doğurduğu, fesatlar fasit dairesinin toplumu sarmalı içine aldığı bir dönemde istikamet çok önemlidir! Bir yönüyle, zift kanallarından geçerken bile, üzerine bir şey bulaştırmadan geçmek. El-âlem yalan söylüyormuş, iftirada bulunuyormuş, sadece dünyayı düşünüyormuş, yaptığı her şeyi dünyası adına yapıyormuş; aynı zamanda dini de dünyayı kazanma adına, onun temel dinamiklerini yine dünya hesabına kullanıyormuş ve böylece zift içinde bir hayat sürüyormuş. İşte böyle bir toplum içinde istikameti korumak ve dünyaya ait bütün cazibedar güzellikleri elinin tersiyle itmesini bilmek.. Allah’a müteveccih olmak ve her zaman, “Allah’ım ihlas, rıza ve Sana kavuşmaya iştiyak ile kalblerimizi doldur!” demek.. bu mülahazaya bağlı dünyâ ve mâfîhâya ait her şeyi elinin tersiyle itmek… Zaten bunu itmediğiniz takdirde, insanî değerlere ait bir kısım şeyleri farkına varmadan ayağınızın ucuyla itmiş olursunuz.

*Böyle etrafa hep ziftin saçıldığı bir dönemde; medyayla saçıldığı, televizyonla saçıldığı, zift kanallarıyla saçıldığı bir dönemde, kafayı karıştırmadan, kalbi ve ruhu kirletmeden, hep “O” deyip hep “Hüve” ile soluklanıp hep O’na doğru yürüme oldukça zor bir meseledir. Fakat asıl başarı da, bu zorlukları aşarak başarıya ulaşma başarısıdır. (…) Önemli olan, böyle her tarafından zift fışkıran; ağızlardan zift taşan, bakışlardan zift dökülen, beyanlarda zift kaynayan bir dünyada, üzerine zift sıçratmadan, soyuna yakışır bir hayat tarzı.. onu koruyabilme.. İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan tevârüs ettiğin o hayat tarzını ve sistemini kirletmeden koruyabilme.. asıl yiğitlik odur!..

*Kararlı durmak lazım. Ayak ucuyla itilecek şeyi itmek ve dört elle sarılacak şeylere de sarılmak lazım.

Hüsnüzan Kalesinin Surları Yıkıldı

Soru: Hiç ihtimal vermediğimiz bazı insanların inhiraf ve hatta ihanetlerine şahitlik ettiğimiz bu dönemde hüsnüzan mekanizmamızın ciddi yaralar aldığını hissediyoruz. İbadetin güzelliğinden bir cüz olan hüsnüzan duygumuzu nasıl takviye edebiliriz? Bu konudaki mülahazalarınızı ve tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

*Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İbadetin en güzeli başkaları hakkında hüsnüzan etmektir.” buyuruyor.

*Hüsnüzan konusundaki ölçü o meselenin ruhunu, arka planını kavrayan büyükler ve bilhassa çağın Mürşid-i Azam’ı tarafından şöyle ortaya konuyor: “Hüsnüzan ve adem-i itimat” Denemediğiniz kimselere; yeme, içme, şöhret, korku, tenperverlik, dünyayı her şey sayarak ahireti unutma, hep dünya yörüngeli yürüme gibi beşerî zaaflar itibariyle test etmediğiniz insanlara sırtınızı dönerseniz hançerleyebilirler.

Nasıl Aldanmazsın; Nereden Bileceksin Bunca Yüzün Hangisi Gerçek?

*Hüsnüzanna binaen bizim aldandığımız da çok olmuştur. Çok aldanırız. Namaz kılıyorsa bir insan, nasıl aldanmayacaksınız ki?!. Bir yerde yalanını görünce “aldandık” dersiniz. Hani tespit edilmiş bunlar; bazılarının bir sene içinde konuştukları şeyler, sergiledikleri tavırlar ve uyguladıkları stratejiler itibariyle yüz tane resim karşınıza çıkıyor. Birbirinden farklı yüz tane resim. Çok iyi bir ressama -mesela tecrit resminde Picasso’dan bahsedilir, ona- deseniz ki, “Sen bir insana ait çok farklı, birbirine hiç benzemeyen yüz tane resim yap; fakat o tecritte, o soyut resimde biz o yüz farklı şeyi görelim. Yemin ederim, başaramaz bunu. Fakat insan şeytanın güdümüne girince, zimamı ona kaptırınca, aklın alamayacağı şekilde çok tuhaflıklar sergiler. Şimdi bunları görünce de Ziya Paşa gibi “Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık / Zîrâ ki ziyan ortada bilmem ne kazandık!” dersiniz.

*Hakikaten bir kere daha aldandık. Bir kere daha o oyunda -tiyatro da diyebilirsiniz- çok oyunlara kandık. Bizi eğlendiren oyunlarla, hissiyatımıza hoş gelen oyunlarla karşımıza çıktılar; fakat niyetleri başkaymış onların! Niyetleri kendi dünyevî mutlulukları imiş.. kendi evlad u ıyallerinin mutluluklarıymış.. ama açık ama kapalı, müteselsilen kendi ailelerine bir silsile-i saadet kazandırma mülahazası imiş. İslam’ın içinden sergiledikleri bazı küçük şeylerle bizi aldatmışlar, biz de hüsnüzan etmişiz onlara. Şimdi de sergiledikleri yalanlar, tezvirler ve iftiralardan dolayı belki ah u vah ediyoruz.

*İstidradî (antrparantez) bir şey arz edeyim: Zannediyorum bundan sonra da başkaları bize hak dese, hakikat dese, adalet dese, evrensel insan hakları dese, dünya ile entegrasyon dese, kavgasız bir dünya dese, hele bir de vallahi billahi dese, biz yine inanırız. Onlar da öyle referanduma bir şey sundukları zaman ben yine “Mezardaki ölüler bile kalkıp gidip buna oy vermeli!” falan derim.

‘Harun’ diyorsun, ‘Karun’ çıkıyor!..

*Evet, hiç ihtimal vermediğimiz bazı insanların inhiraf ve hatta ihanetlerine şahitlik ettiğimiz bu dönemde hüsnüzan mekanizmamızın ciddi yaralar aldığını hissediyoruz. Burada bir noktalı virgül koyup şöyle demek lazım: Bazı kimselerdeki bu hal ve davranışlar, hakikaten hiç suizan etme niyetinde olmayan insanlarda dahi suizan sistemini tetikledi. Şimdiye kadar hiç suizan etmeyen insanlarda suizan mekanizması oluştu. “Allah Allah! Böyle bakıyorsun, şöyle çıkıyor. ‘Harun’ diyorsun, ‘Karun’ çıkıyor. ‘Hazreti Musa’nın ümmeti’ diyorsun, ‘Sâmirî’ çıkıyor, bu defa sizi puta tapmaya çağırıyor. ‘Allah’ diyorlar, karşına öyle çıkıyorlar; bir de bakıyorsun Allah değil de ‘altın, gümüş, zebercet, yakut’ diyorlarmış onlar.” düşüncesi yaygınlaştı. Dolayısıyla toplumda hüsnüzan sistemi yıkıldı büsbütün.

*Bakmayın sürüklenip giden kimselerin kendilerini sorgulamamalarına ve “Yanılmışız, aldanmışız!” dememelerine!.. Bir gün diyecekler bunu; bir gün dize gelecekler, ah u vah edecekler. Diğerleri de bu mevzuda itizar edecekler, “Aldattık başkalarını!” diyecekler ama iş işten geçmiş olacak; ahirette fayda vermediği gibi, dünyada da “keşke”ler fayda vermeyecek.

*Kur’an-ı Kerim ötede faydasız “keşke”lerle inleyecek olan bazı kimseleri şöyle anlatır: “Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan, 25/28-29) evet, öyle diyecekler: “Keşke falanı dost edinmeseydik, arkasından gitmeseydik. ‘Allah’ dedi aldandık fakat gördük ki dünyaya tapmış bir dünyaperestmiş o; dolayısıyla da o haliyle mü’minden daha ziyade ehl-i şirke yakın.”

Yıkılan Hüsnüzan Surlarının Tamiri Çeyrek Asır İster

*Ehl-i imanda hüsnüzan sistemi yıkıldı, daha doğrusu hüsnüzannın surları yıkıldı. Şimdi kime hüsnüzan edeceksin? Kimin hakkında mülahaza dairesini açık bırakacaksın ki, “Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık!” demeyesin? Belki bu işin en kötü yanı da o oldu. İnanan insanlar hakkında bile -halk ifadesiyle- “Bu da bir madik peşinde mi? Bu da topluma kendi çıkarları adına bir çelme atma fırsatı mı kolluyor? Bu da bir oyuncu mu?” İnsanlarda böyle bir duygu oluştu. İnsanlar her ne kadar şimdi onu örtbas etmeye çalışsalar bile kortekse öyle bir yerleşti ki hiç kimse korteksteki o dosyaları çıkarıp yakamaz. Zahiren bazı dosyalar yok edilebilir, yakılabilir fakat zihinlerdeki o kirli şeyleri yok edemezler. Yüz sene de geçse aradan, hep o kirli dosyalarla yâd edilecektir onlar. Bu açıdan en kötü şey, mü’minlerdeki hüsnüzan kalesinin surlarının yıkılması oldu. Bundan sonra insanlar çok defa hata ederek hep suizanda bulunacaklar.

*Bizde de o duyguyu yıktıklarından dolayı bu tahribatın tamiri belki çeyrek asır alacaktır. Öyle bir hıyanet yaşadı ki toplumumuz, bu tahribat çeyrek asırda tamir edilemez. Bir kısım vandalların bu mevzuda hala o hatalarda ısrarına bakmayın!..

Sızma Nedir; Gerçekte Sızanlar Kimlerdir?

*İbadetin güzelliğinden bir cüz olan hüsnüzan duygumuzu nasıl takviye edebiliriz? Biz bu tahribata ve her şeye rağmen, belki insanları yakından tanıyarak, evlerine giderek, evimize davet ederek, dinleye dinleye gerçek karakterlerini, düşüncelerini, yapılarını ve Allah’la münasebetlerinin, Efendimiz’le irtibatlarının ne ölçüde sağlam olduğunu doğru okuduktan sonra, diyecekleri edecekleri şeylere güven duymalı ve onlar hakkında güvenimizi ifade etmeliyiz. En önemli şey oy verme değil, güven oyu vermektir, güven. Böyle yapmak suretiyle hem tedbirli davranmış hem de başkaları hakkında mütemadi suizan hastalığından kurtulmuş oluruz.

*Suizanna hastalık da demişler; ondan uzak durmak lazım. Ne var ki, sırtınızda taşıdığınız yük bir emanettir. Bu türlü şeylere takılmak -hafizanallah- o emanete hıyanete müncer olabilir. Sırtınızdaki emanetin hatırına bu türlü şeylere takılmayacaksınız. Kanaat-i âcizanemce yine temkinli hareket etmek lazım. Birilerinin yıktıkları o hüsnüzan surlarını temkinle tamir etmeye bakmalıyız. “Yirmi beş sene gerekir!” dediğimiz tamiri, on senede yapmaya gücünüz yetiyorsa, o sürede tamir edersiniz.

*Bu tamiri yaparken de dünya adına bir talebiniz yok; parlamenter olma gibi, vali olma gibi, kaymakam olma gibi bir beklentiniz yok. El-âlem ne derse desin!. Siz kendi ülkenizde, kendi vatanınızda hizmet ediyorsunuz. “Falan yere sızdı, filan yere sızdı!” diyen kimseler, ahmaklıklarını ortaya koyuyorlar. Bir insanın kendi ülkesinde herhangi bir hayatî birim içine girmesine “sızma” denmez. Sızma; güneydekinin, kuzeydekinin Devlet-i Aliyye’nin içine sızmak suretiyle onun umumî havasını bulandıranların yaptığına denir. Onlar, Devlet-i Aliyye’nin kılcallarına sızmak suretiyle devletler muvazenesinde çok önemli bir devletin parçalanmasını sağlamışlardır. Dolayısıyla o vatanın, Anadolu’nun has evlatlarının hayatın değişik birimlerine girmelerine hiçbir zaman sızma denemez. Yabancının senin kılcallarına sızmasına sızma denir. Ve onu birileri şimdi hem güneyden, hem de kuzeyden yapıyor, devletin kılcallarına kadar sızıyor ve kendi düşünce tarzlarını, üsluplarını empoze ediyorlar; birileri de uyuyor hâb-ı gaflette.

Aktif ve Canlı Hizmet Hayatı

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Dinimizin ister fert, isterse toplum hayatında hedeflediği sürekli canlı kalma ve aktif olma ufkunu nasıl yakalayabiliriz?

Cevap: İslâm’ın ortaya koyduğu dünya görüşü ve hayat anlayışında durağanlığa yer yoktur; insandan toprağa, eşyadan zamana her şey aktiftir. Mesela İslâm, ferdin salih amel yapma konusunda sürekli canlı ve aktif olması gerektiğini emir buyurduğu gibi, paranın, toprağın, zamanın vb. rantabl değerlendirilmelerini; onlardan en fazla verim alacak şekilde kullanılmalarını da emreder.

Bir Müslüman’ın canlı ve aktif olması gereken en önemli konu ise imana ait esaslardır. Bunun için biz, dualarımızda her zaman, رَبَّناَ زِدْنَا عِلْمًا وَإِيمَانًا وَيَقِينًا “Rabbimiz! İlmimizi, imanımızı ve yakînimizi ziyadeleştir.” diyoruz. Bu itibarla bir mü’min, bazen kitaplara müracaat ederek, bazen selef-i salihînin bereketli hayatlarını mütalaa ederek, bazen tefekkürle, bazen sohbet-i Cânan’la, bazen de evrad ü ezkârla sürekli imanını canlı tutma ve yakînini arttırma peşinde olmalıdır. Kulûbu’d-dâria’daki dualara yoğunlaşma, onların derinliğine birazcık vâkıf olma bile insana çok farklı ufuklar açacaktır.

Esasında canlı, zinde ve aktif olma, İslâm âleminin son birkaç asırdan beri maruz kaldığı asırlık problemlerin çözülebilmesi, onlarla hesaplaşılması ve inanan gönüllerin ezilmeden, vesayete girmeden mevcudiyetlerini devam ettirebilmeleri adına çok önemlidir. Maalesef Müslümanlar, birkaç asırdan beri bu heyecan ve canlılığı kaybettiğinden, daha önce sahip olduğu dünya muvazenesindeki denge unsuru konumunu koruyamamış, dolayısıyla önce zimamdarlığı yitirmiş, sonra da siyasî, kültürel, iktisadî vb. değişik vesayetler altına girmiştir.

Kürek Mahkûmu Bir Toplum

Hazreti Pîr, “İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiye’yi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedit gelsin!” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.82 (İlk Hayatı)) sözleriyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Zira bu son ve evrensel din; partal insan, bayat düşünce ve dûn himmetle temsil edilemez. Bundan dolayıdır ki Hazreti Bediüzzaman, gelecek nesle kötü örnek olacak heyecan fakiri uyuşuk ruhların kenara çekilmelerini istemiştir. Tâ ki onlardan sonra gelecek olan aktif ve canlı nesil, almaları gerekli olan şekli alsın ve yapmaları gerekli olan işleri yapsınlar.

Evet, kötü örnek olmama çok önemlidir. Ben, burada atalarımızı mesâvileriyle yâd etme günahına girmek istemem. Fakat müsaadenizle bir hakikati dillendirme zaruretine binaen şu hususu ifade edeyim: Bizim bugünkü durağan ve pasif hâlimiz arkasında bir yönüyle babalarımız, analarımız, dedelerimiz ve ninelerimiz vardır. Onların hatalarının arkasında da onlardan önceki büyüklerin vebali vardır. Vâkıa onlar, Allah’a inanmaları ve ibadetlerini eda etmeleri açısından üzerlerine düşeni yapmışlardır. Fakat hâdiseleri değerlendirmede basit düşünce kalıplarını aşamadıkları ve çağı yorumlamada asrın idrak ufkunu yakalayamadıklarından ötürü hem düşünce hem de aksiyon hayatımız adına kupkuru ve kurak bir dönemin yaşanmasına sebep olmuşlardır.

Bu açıdan biz, kendimize bakarken bir yönüyle zâyi olmuş nesiller nazarıyla bakabiliriz. Zira kendi çağımızın idrak ufkuna göre yetiştirilmediğimizden, geleceğin emanetçileri olma vasfını kazanamadık, dümende olamadık. Dolayısıyla da bize hep kürek çektirdiler. Sosyolojik olarak meseleye bakıldığında, siz, devletler muvazenesinde ya dümende olursunuz ya da kürek mahkûmu olarak yaşarsınız. Ortası yoktur bu meselenin. Evet, hâkim değilseniz, mahkûm olarak hayatınızı sürdürmek zorunda kalırsınız. Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, siz ya yeryüzünde muvazene unsuru olursunuz ya da başkalarının çizdiği sınırlar içinde hayatınızı sürdürürsünüz. Muvazeneyi belirleyen siz olursanız, belirleyici olursunuz; aksi hâlde ise “belirlenen” damgasını yersiniz. Belirlenmek ise esaret demektir; yani boynu tasmalı, ayağı prangalı bir köle durumuna düşmek demektir. Esasında bu hâlin, Afrika’da derdest edilip Batı’ya götürülen kölelerin hâlinden bir farkı yoktur. Maalesef birkaç asırdan beri biz Müslümanların hâli işte budur.

Yeterli temsil ortaya konulamadığından ötürü böyle bir duruma düçar olma ise, esasında İslâm’ın itibar ve şerefini koruyamama ve Müslümanlığın küçük görülmesine yol açma demektir. Denilebilir ki, bu hâl-i pürmelâliniz yüzünden İslâm hor ve hakir görülüyorsa, böyle bir hakarete sebebiyet verdiğinizden dolayı siz de Allah nezdinde o ölçüde hakir sayılırsınız. Bu itibarladır ki, ne yapıp edip yeniden layık olduğunuz makamı ihraz etmeniz gerekir. Bunun için de insan hep şahikaları hedeflemeli, âli himmet olmalı ve sürekli çıtayı yüksek tutmaya çalışmalıdır.

İrade Kahramanları ve İslâm’ın İtibarı

Allah, insana bir irade vermiştir. İnsan, ne hayvandır ne de camit bir varlık. İnsan, şart-ı âdi planında iradesinin hakkını verdiği ve Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu güç ve kuvveti randımanlı olarak kullandığı vakit, -Allah’ın izniyle- bütün yeryüzüne diriliş solukları üfleyebilir. Nasreddin Hoca misali, iradesiyle bütün denizleri mayalayıp yoğurt hâline getirebilir. İradeler bilendiği ve başkalarının meşaleleri tutuşturulduğu zaman bütün dünya bir şölen yeri gibi aydınlatılabilir. İsterseniz Asr-ı Saadet’e bir de bu açıdan bakın: Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) birkaç asra sığmayacak işleri yirmi üç yıla sığdırmamış mıdır? Seyyidina Hazreti Ebû Bekir, yirmi bin insanla iki tane süper devletin hakkından gelmemiş midir? Ayrıca o, bu süre zarfında on bir tane irtidat hâdisesiyle yaka paça olmuştur. Öyle ki bunlardan sadece birisi olan Müseylimetü’l-Kezzab, ülkemizde senelerdir halledilemeyen bir terör örgütünün gücünün on katına sahiptir. İşte Hazreti Ebû Bekir, iradesinin hakkını vererek -Allah’ın izni ve inayetiyle- bütün bu problemlerin üstesinden gelmiştir ki, onun bu durumu, canlı ve aktif olmaya çarpıcı bir misaldir.

Zinde Kalmanın Esasları

Aktif ve zinde kalmanın esaslarına gelince hulâsa olarak şu hususlar zikredilebilir:

Herkese yürüyebileceği bir yol gösterilmesi, bir alan tanınması ve “Senin işin şudur.” denilmesi, insanları aktif tutma adına önemli faktörlerden birisidir. İnsan, enaniyetten sıyrılsa ve umum heyet adına hareket etse bile yine de psikolojik olarak kendi yaptığı işin çerçevesini ve ulaştığı noktayı bilmek ister. Ortaya koyduğu say u gayretle takdir edilme de, insandaki aşk u şevki kamçılar. Bazıları değişik başarılar elde ettikçe işin içine enaniyetlerini karıştırsalar bile burada yapılması gereken, usûlü ve üslûbunca onları ihlâs düşüncesine yönlendirmek olmalıdır.

Öte yandan başkalarının dirilişine yardım ederseniz, aynı zamanda diri kalmanıza da yardım etmiş olursunuz. Âlemi dirilten bir insanın, kendisinin ölü kalması düşünülemez. Çünkü siz, birilerini ayağa kaldırır, onlara start verir ve bir maratoncu gibi koşmalarını sağlarsanız, onlar koşarken siz geride durup onlara bakmazsınız.

İtibarî bir hattan ibaret olan zamanın gerçek kıymetinin bilinmesi de aktif ve canlı kalma adına çok önemlidir. Biz, uzun bir süre, zamanın kendisinin de bir kıymete tekabül ettiğinin farkına varamamışız. Fakat esasında o, iyi değerlendirilebildiği takdirde kendisiyle Cennet’in kazanıldığı eşsiz bir hazinedir. Evet, iyi değerlendirilebildiği takdirde kısa ve dar bir zaman aralığı içinde insan, zamansızlığa açılır ve onunla ebediyeti kazanır.  Bu açıdan zamanın zatî değerinin bilinmesi; bilinip onun her “ân”ına salih amel ve aksiyonla hayat üflenmesi aktif ve canlı bir hizmet hayatı için “olmazsa olmaz” bir esastır.

459. Nağme: Altın Kâse ve Sapan Taşı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

“Hoş gör.. en azından nahoş görme.. nahoş görüyorsan hiç olmazsa dillendirme!.”

Bu önemli ölçüyle sözlerine başlayan muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, hasbihaline “Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseye değse / Ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kâse.” (Sâ’di) beytinin hatırlattıklarıyla devam etti.

Tarih boyunca dine hizmet eden bütün enbiya, asfiya ve evliyanın eziyet ve işkencelere uğratıldıklarını anlatan Hocaefendi, misal olarak Hazreti Hüseyin efendimizin şehit edilişine değindi. Selef-i salihînin mazhar oldukları nimetlerle maruz kaldıkları musibetler kıyaslandığında günümüzün adanmış ruhlarının kendilerine lütfedilen ihsanlara nispetle çok az ve önemsiz kabul edilebilecek sıkıntılar çektiklerini söyledi.

Muhterem Hocamız, ortaya konan hizmetlerde vites yükseltirken temkin, tedbir ve yol güzergâhını emniyete alma hususlarında da azami dikkat gösterilmesi gerektiğini vurguladı. Kur’ânî bir esas olan “telattuf” yani başkalarını endişeye sevk etmeden, zihinlerde tereddüt oluşturmadan, hiç kimseye rahatsızlık vermeyecek şekilde, gürültü ve görüntüden uzak bir keyfiyette tedbirli hizmet etme düsturuna dikkat çekti; telattuf disiplinine esas teşkil eden şu ayet-i kerimenin mealini açıkladı:

…وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا إِنَّهُمْ إِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا

“…Bir de gayet nazik ve tedbirli davransın, varlığınızı ve bulunduğunuz yeri sakın hiç kimseye hissettirmesin.Çünkü onlar sizi ellerine geçirirlerse ya taşa tutar, ya da kendi dinlerine döndürürler, bu takdirde de ebediyyen felah bulamazsınız.” (Kehf, 18/19-20)

Hocaefendi, sohbetinin sonunda, insan karakterlerini çok iyi okuyan ve bilen şeytanın kimleri hangi tuzaklara düşürdüğüne dair örnekler üzerinde durdu.

36:32 dakikalık sohbeti ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

 

Üç Büyük Tehlike

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İnsanlığa hizmet yolunda koşturanların; “gıpta damarıyla kardeşlerini, aidiyet mülahazasıyla diğer mü’minleri, gelecek vaat ediyor görünmekle de düşmanlığa kilitli hasım cepheyi tahrik etme” tehlikesiyle karşı karşıya gelebileceği ifade ediliyor. Bu üç tehlikeden emin olabilmek için hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Cevap: Gıpta, şer’an mübah ve mahzursuz görünse de bu, mutlak mânâda değildir, belli ölçü ve esaslara bağlıdır. Mesela kişi, kardeşinin güzel bir meziyetini görür, ona gıptada bulunur ve aynı meziyetin kendisinde de olmasını ister. Böyle bir istek başlangıçta mahzursuz sayılabilir. Fakat zaman geçtikçe “Niçin ben de aynı meziyete sahip olamıyorum?” şeklinde zımnî olarak kaderi tenkit eder ve bunun neticesinde gıpta ettiği şahsa karşı içinde kıskançlık ve rekabet duyguları uyanmaya başlarsa artık o, mübah alandan çıkmış, mahzurlu ve şüpheli alanda dolaşıyor demektir. İşte bu tür bir gıpta mahzurlu olduğu gibi, kişinin çevresindeki insanların gıpta damarını tahrik edecek davranışlar içinde bulunması da mahzurludur ve şüpheli sahada dolaşmak gibidir. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),

إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشْتَبِهَاتٌ لَا يَعْلَمُهُنَّ كَثِيرٌ مِنْ النَّاسِ فَمَنِ اتَّقَى الشُّبُهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ

“Şüphesiz ki haramlar da helâller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da korumuş olur.” (Buhârî, iman 39; Müslim, müsâkat 107) buyurmak suretiyle şüpheli alanlardan uzak durulmasını istemiştir. Hasede dönüşebilecek gıpta hissi de helâl ve haram arasında böyle bir sınırda durmak gibidir ki, insan her an azıcık sola kaydığı zaman haset ve çekememezliğe girebilir. Dolayısıyla hem bu tür bir gıpta hissi, hem de onu tahrik edebilecek tavır ve davranışlar kendisinden uzak durulması gereken amellerdir. Üstad Hazretleri de İhlâs Risalesi’nde, kardeşler arasında gıpta damarının tahrik edilmemesini tavsiye etmek suretiyle bu hususa dikkatleri çekmiştir.

Tenafüs: Hayırda Yarış

Bir yönüyle gıptaya benzeyen tenafüs, masum bir ameldir. Tenafüs, hak ve hakikat istikametinde yarış yapma, Allah’ın (celle celaluhu) adını yüceltme yolunda kardeşlerinden geri kalmama niyet ve gayreti içinde olma demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak,

 وَفِي ذٰلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ

“İşte yarışacaklarsa insanlar, bu Cennet devletine konmak için yarışsınlar!” (Mutaffifîn sûresi, 83/26) ayet-i kerimesiyle mü’minleri ahiret amelleri konusunda böyle bir yarışa davet etmiştir.

Dünyevî yarışlarda birinin ipi göğüsleyip başarılı olmasına mukabil diğerleri kaybeder; dolayısıyla bu durum onların içinde bir rahatsızlık meydana getirir. Fakat ahirete yürekten inanan bir gönlün, Allah rızası hedefli tenafüs konusundaki mülâhazası şudur: “Dünyanın dört bir yanında, Allah’ın (celle celaluhu) yüce adını duyurma istikametinde cehd u gayret gösteren kardeşlerim inşaallah ahirette Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kevserinin başına koşacak ve doğrudan O’nun elinden kevser içecekler. Onlar bunu içerken onlardan geri kalmamam için benim de bu yarışta yer almam gerekir.” İşte kaybedeni olmayan böyle bir yarış mülahazası tenafüse irca edilebileceği gibi, gıptanın masum neticesi olarak da görülebilir.

Esasında hak adına yapılan böyle bir yarışta; takdir edilme, alkışlanma, belli makamlara layık görülme.. gibi adanmış bir ruhun -o, böyle bir beklenti içinde olmasa da-  nail olacağı mükâfatlarda fedakârlık ruhu ve başkalarını kendine tercih etme arzusuyla “Yarışı kazanan, ipi göğüsleyen varsın başkaları olsun.” demesi gerekir. Bildiğiniz üzere Üstad Hazretleri’nin idareciliğe talip olma mevzuunda verdiği ölçü, tâbiiyetin, sebeb-i mesuliyet ve hatarlı olan metbuiyete (amirlik ve idareciliğe) tercih edilmesi gerektiğidir. Zira önde bulunmak, imamete geçmek insanın içindeki değişik nefsanî arzuları uyandırır ve tetikler, dolayısıyla insan onlara karşı çok dikkatli ve temkinli olmalıdır. Bu açıdan en çok hak sahibi siz olsanız yani ahseni temsil etseniz bile, bir başkasını öne geçirme ve ona tâbi olma tercih edilmelidir.

Ötelere Uzanan Civanmertlik Ruhu

Bırakın bu dünyada alkışlanmayı, takdir edilmeyi, parmakla gösterilmeyi, mü’min öyle bir vicdan enginliğine sahip olmalıdır ki, o, öte dünyada ahiret nimetlerinden faydalanma mevzuunda bile kardeşini tercih civanmertliğini ortaya koyabilmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde âlimler ile zenginlerin Cennet kapısına geleceklerini ve her birinin diğerine öncelik vermek isteyeceğini haber vermiştir. Belki de bilemiyoruz böyle bir fedakârlık ve civanmertlikte Cennet-nümun bir zevk ve haz vardır. Evet, belki de bir insanın, imamın arkasında saf bağlayan bir cemaat gibi geriye çekilip önceliği başkasına vermesinde öyle ledünnî ve ruhanî bir zevk vardır ki o, imamete tereccüh eder.

Esasında îsar ruhunu yani başkalarını kendine tercih etme hasletini dar bir alana hasretmemek lâzım. Evet, îsarı sadece yeme, içme, giyme meselesine indirgerseniz, çok geniş alanlı fedakârlık mülahazasını daraltmış ve onun ruhunu öldürmüş olursunuz. Hâlbuki adanmış ruhlar olarak siz, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller)) diyecek kadar bu konuda yiğitçe ve dik bir duruş sergilemeli; kurtuluşunuzu başkalarını kurtarmaya bağlamalı ve böylece bu kısa hayatı başkaları için yaşamak suretiyle değerlendirmeye ve derinleştirmeye çalışmalısınız. Öyle ki, elinden tutup bataklıktan çıkmalarına vesile olduğunuz bin tane insanla öbür tarafta Cennet’in kapısı önünde karşılaşsanız, “Yâ Rabbi! Ben nail olduğum nimetlerin şükrünü tam olarak eda edebildim mi, yaptığım amellerde ihlâslı olabildim mi, bilemiyorum. Önce bu kardeşlerim Cennet’e girsinler.” diyecek kadar merdane davranmalısınız. Yani hem bu dünyada, hem de ötede, her hâdisede kendi üzerinize bir çarpı çekmeli ve sürekli başkasını nazara verebilmelisiniz.

Aidiyet Mülahazası veya Cemaat Enaniyeti

Aidiyet mülahazasına gelince o, insanların nefis ve enaniyetlerinden beslenir. Kendini ifade etmeye çalışan bazı insanlara ferdî enaniyet yetersiz gelir; gelir de onlar, bir heyetin içine karışıp onun gücünü arkalarına alarak o heyet içinde bir atkı, bir tel ve bir nakış olmak suretiyle kendilerini daha güçlü ifade etmek ister. Onlar, içine girdikleri cemaat, hareket veya cereyanın gücünü kendi adlarına bir propaganda vasıtası gibi kullanır; arkaya aldıkları cemaatle, enaniyetlerini daha bir pekiştirir; farklı tavır ve davranışlarla kendilerini göstermeye çalışır da böylece ferdî enaniyetten daha kuvvetli bir enaniyetle nefis ve şeytanın esiri hâline gelirler.

Her ne kadar bazıları tevazu ve mahviyet ambalajı içinde asıl niyetlerini gizlemeye çalışsa da, insan fıtratı, belli ölçüde enaniyetli insanları sezer. Bu açıdan enaniyet, bir taraftan insanın itibarını yer bitirir, diğer yandan da o insan, çevresi tarafından tahkir edilip dışlanır. İşte yakın daireden geniş daireye kadar cemaat enaniyeti diyebileceğimiz aidiyet mülâhazasıyla hareket eden insanlar çevrelerindeki başka cemaat ve harekete mensup insanların ya gıpta damarlarını tahrik eder ya da onlardaki haset duygularını harekete geçirirler. Maalesef günümüzde bunlardan her birinin örneğine rastlamak mümkündür.

Hele bazı muvaffakiyetlere ermiş belli bir harekete mensup olan insanların, kendilerini merkeze oturtmaları, bütün güzelliklere sahip çıkmaları, hep kendilerinin parmakla işaret edilmelerini istemeleri ve bu arada başkalarının hizmetlerini görmezden gelmeleri, söz konusu heyet, hareket veya cereyana karşı çok ciddî bir cephenin oluşmasına sebebiyet verir. Zira toplumun değişik kesimlerinde, farklı cemaat ve hareketler içinde öyle samimî, öyle akıllı, öyle gayretli Müslümanlar vardır ki, onlar öteden beri hak ve hakikati duyurma istikametinde çırpınıp durmalarına rağmen başkalarının yaptığı hizmetlerin öşr-ü mişarını (yüzde birini) ortaya koyamamış olabilirler. Dolayısıyla bu insanlar, değişik muvaffakiyetlere mazhar olmuş bir hareketin mensuplarının her yerde gürül gürül kendilerinden bahsetmesinden rahatsızlık duyarlar. Bu açıdan değişik başarılara mazhar olmuş bir hareketin mensupları, farklı hizmet şeritlerinde hareket eden insanların içinde oluşabilecek olumsuz duyguları aşağıya çekmek için fevkalade temkinli ve tedbirli olmalı, yapılan hizmetleri mümkün olduğu ölçüde geniş dairelere mâl ederek anlatmaya çalışmalıdırlar.

Mesela başka cemaatlerden insaflı ve kadirşinas insanlar gelip onların yapmış olduğu hizmetleri takdir ettiğinde bile onlara düşen şunu ifade etmektir: “Aslında ortaya çıkan bütün bu güzellikler sizin hülyalarınızdı, sizin gaye-i hayalinizdi. Siz, yıllar boyu hep bunların türküsünü söylediniz, destanını kestiniz ve bu uğurda ciddî gayret gösterdiniz. Bu hizmetleri ilk olarak başlatan da sizlersiniz. Fakat kader, sürecin belli bir kısmında bazı arkadaşları devreye soktu ve Allah (celle celaluhu) sizin gayretlerinizle başlamış bu mefkûrenin gerçekleştirilmesini şu an itibarıyla onlara tahakkuk ettirdi.”

Zaten, insaf ve vicdan sahibi her insan şunu kabul eder: Bu ülkede toplumun yeniden dirilişinde her bir cemaat, hareket ve cereyanın çok ciddî gayreti vardır. Onlardan bazıları, ülkeyi bir uçtan diğer bir uca Kur’ân kurslarıyla donattı. Evet, onlar Kur’ân’ın öğretilmediği bir dönemde, köy köy, kasaba kasaba dolaştı ve her yerde insanlara Kur’ân öğretmeye çalıştı. Bazıları imkân ve fırsat buldukları her yerde imam-hatip okulları açarak gençliğe sahip çıktı. Bazıları da İslâm enstitüleri, ilâhiyatlar, yurtlar, kurslar vs. açarak millete karşı sorumluluklarını yerine getirme gayreti içinde oldu. O hâlde bugün ülkemizde şu veya bu çapta bir diriliş yaşandıysa bu, saydığımız veya sayamadığımız cemaat, hareket veya cereyanların bütününün gayreti sayesinde gerçekleşmiştir.

Zannediyorum siz, meseleyi bu üslûpla ele aldığınız takdirde, insaf sahibi hiçbir kimse, kendisinin ademe mahkûm edildiğini, görmezden gelindiğini, yok sayıldığını düşünmeyecek ve böylece suizan, haset ve çekememezlik gibi günahlara girmeyecektir.

Düşmanlık Duygularını Tetikleyen Vehim ve Endişeler

Günümüzde basiretle hizmet etmeye çalışan adanmış bir ruh, sadece dost çevresine karşı değil, sırf aynı duygu ve düşünceyi paylaşmadığından dolayı ona karşı düşmanca tavır ve davranışlar içerisine giren insanlara karşı da onların vehim, korku ve endişelerini giderecek civanmertlikler sergileyebilmelidir. Hazreti Pîr, konuyla ilgili olarak Hafız-ı Şirazi’nin şu sözünü nakleder: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” (Bediüzzaman, Mektubat s.390 (Yirminci Mektup)) Eğer biz, mü’min isek ve bizim temel disiplinlerimizden birisi de şefkat ise, bizim herkese karşı merhamet ve mülâyemetle davranmamız gerekir. Ayrıca geleceğe dair korku ve endişelere kapılan insanların vehimlerini izale için, ileriye matuf hiçbir hesabınızın olmadığını ve rıza-ı ilâhîden başka hiçbir gayenizin bulunmadığını değişik vesilelerle ifade etmelisiniz. Öyle ki, yedi cihanın duyacağı şekilde gür bir sesle ve net bir dille şu hakikatler tekrar ber tekrar dile getirilmelidir:

Bizim, bırakın falan ülkenin filan beldenin idaresine talip olmayı, bir köyün muhtarlığına talip olma gibi bir mülahazamız bile yoktur. Bizim tek bir hesabımız var: Nâm-ı Celil-i Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında duyulması; eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanın, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) alabileceği bütün faziletleri alması ve Nâm-ı Celil-i İlâhî’nin gönüllere duyurulup o gönüllerde bir bayrak gibi dalgalanması. Biz, bunun dışındaki bütün düşünceleri kafamızdan yedi köy öteye kovarız. Ayağımızın ucuna kadar dünya saltanatı gelse, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısında temessül eden dünyayı elinin tersiyle ittiği ve “Sen, bana kendini kabul ettiremezsin.” (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/343, 345; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/344) dediği gibi, biz de Efendiler Efendisi’ni adım adım takip etmeye çalışan fertler olarak ayağımızın ucuyla o dünyevî saltanatı bir tarafa iteriz. Çünkü biz, bu yalancı ve fâni dünyanın cazibedar güzelliklerinden çok daha büyük olan Allah’ın rızasına talibiz. Zaten bugüne kadar çok farklı kültür ve farklı coğrafyalarda bazı kesimlerin endişe duydukları falana filana talip olma gibi hususlarda en küçük bir emare ve işaretin bulunmaması da, bizim bu düşüncemizi teyit etmektedir.

Fakat gerçek bu olmakla beraber, her fırsatta bu samimî mülahazaların vurgulanması gerekir. Yoksa hiçbir şey söylemediğiniz ve bu konuda sessiz kaldığınız takdirde, kötü niyet taşımayan en samimî insanlar bile, eğitim ve diyalog hizmetlerinin inkişaf ve büyümesine bakarak kendilerine göre yanlış bir kısım kanaatlere sahip olabilir ve endişeye kapılabilirler. Bırakın uzaktaki insanları, namazda sizin sağ veya sol tarafınızda duran insanlar bile kendilerine göre yanlış bir kısım düşüncelere kapılabiliyorlarsa, sizin iç dünyanızı, rıza-ı ilâhî mülahazasını bilmediğinden dolayı size cephe alan insanların ne ölçüde endişeye kapılacaklarını tahmin edebilirsiniz. Bu açıdan yedi yaşındaki çocuğundan, yetmiş yaşına gelmiş, yaşını başını almış büyüğüne varıncaya kadar adanmış gönüller, dünyevî saltanat ve onun sağlayacağı imkânlara dair ileriye matuf herhangi bir hesaplarının bulunmadığını sık sık sesli olarak dile getirmeli; dünyayı her şey gören ve hayatlarını sırf dünyaya bağlamış bulunan kimselerin dünyevî imkânlarını kaybetme korkusunu tetikleyecek söz ve beyanlardan, tavır ve davranışlardan uzak durmalıdırlar.

Kulluktaki Zaafiyet ve Kabaran Enaniyet

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Enaniyet ve benliğin kuvvet bulmasının en önemli sebeplerinden biri olarak ubûdiyet zaafiyetine vurguda bulunuluyor. Ubûdiyet zaafiyetiyle enaniyetin kuvvet bulması arasında nasıl bir ilişki vardır?

Cevap: Arapça “a-b-d” kökünden türeyen ubûdiyet, insanın Cenâb-ı Hakk’a karşı sorumluluklarını yerine getirip kulluk şuuru içinde olması demektir. İbadet de aynı kökten gelir; ancak bu iki kelime arasında bazı mânâ farklılıkları vardır. Kısaca ifade edecek olursak ibadet; imana ait nazarî bilgilerin belli bir disiplin ve sistem içinde amelîye dönüşmesinin ad ve unvanıdır. Ubûdiyet ise insanın, hayatını kulluk şuuru içinde yaşaması demektir. Başka bir ifadeyle ibadet; emredildiği şekliyle kulluk sorumluluklarının yerine getirilmesi; ubûdiyet ise kullukta derinleşe derinleşe hayatın ihsan mülahazası içinde, hep O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla yaşanması mânâsına gelir.

İbadetlerini vicdanında derinlemesine duyarak yerine getiren, temrin yapa yapa kullukta derinleşen, ubûdiyet mülahazasına kilitli bir kul başka kulluklardan sıyrılmış olur. Zaten başkalarına kulluktan sıyrılmanın tek yolu, Allah’a hakikî mânâda kul olmaktan geçer. O’na kul olmayanlar ise mahlûkatın sayısınca değişik güç ve kuvvet sahiplerine, totem, ikon ve putlara kul, köle olur.

Esasında kendisine karşı ibadet edilmeye layık olan tek varlık Allah’tır (celle celâluhû). Tasavvuftaki ifadesiyle O, Mâbud-u Mutlak ve Maksûd-u bi’l-İstihkak’tır. Yani ibadet edip hayatımızın her anında O’na karşı kulluk şuuruyla hareket etmemiz O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Farklı bir ifadeyle Allah, Allah olduğu için maksuttur; Allah, Allah olduğu için mahbuptur ve Allah, Allah olduğu için mâbuttur. Dolayısıyla hiçbir şekilde hakkı olmadığı ve layık bulunmadığı hâlde değişik inhiraf ve sapıklıklar neticesinde kendisine tapılan totem, mit, ikon, put gibi şeyler apaçık küfür ve dalalettir. Mâbud-u Hakikî ise tektir, o da Allah’tır (celle celâluhû).

İşte böyle bir ubûdiyet mülahazasına kilitli kul, Allah’tan başka hiç kimse karşısında bel kırmayı, boyun bükmeyi, baş eğmeyi düşünmediği gibi, kendisini de hiçbir zaman diğer insanlardan üstün ve farklı görmez, kul olmaktan öte kendine bir yer ve konum belirlemez. O, her zaman kendisinin Mâbud-u Mutlak karşısında boynu tasmalı, kulağı küpeli ve ayağı prangalı bir köle olduğunun idrakindedir. Böyle birisi nefsini, enaniyetini ve benliğini kulluk potası içinde erittiğinden, mazhar olduğu bütün güzellikleri ve elde ettiği bütün başarıları da hep O’na bağlar. Belki nefsinin aldatmasıyla bazen boyunu aşkın muvaffakiyetler karşısında bir baş dönmesi, bir bakış bulanması yaşayabilir; ama o, hemen her zaman ruhunda mündemiç bulunan ubûdiyet duygusuyla, içinde kabarabilecek bu tür menfi duyguları baskı altına alır.

Ters Orantı

Görüldüğü gibi kulluktaki derinleşme ile enaniyet ve benliğin kuvvetlenmesi arasında makûsen mütenasip (ters orantılı) bir durum vardır. Yani bir insan, Allah’a karşı kullukta ne kadar derinleşirse, nefis, enaniyet ve bencilliğine karşı o kadar temkinli davranıp içindeki menfi duyguları o ölçüde kontrol altına alabilir. Allah’a ubûdiyetten uzak duran kişi ise, kulluktan uzaklaşmanın derecesine göre bencilleşir, egoist ve hatta egosantrist olur. Çünkü o, kendini kendine hatırlatacak kulluk vazifesinden uzak bulunduğundan zamanla kim olduğunu unutur da elde ettiği bütün başarıları kendine mâl eder. Hatta başkalarının yaptığı güzel işlerin bile bir yönüyle kendisiyle irtibatlandırılmasını arzu eder. Dolayısıyla başarı, alkış ve takdirler bir girdap gibi sürekli onu kendi içine doğru çeker.

Hâlbuki Hak karşısında el pençe divan duran, hayatının her karesini böyle bir şuurla geçiren insan kim olduğunu hiçbir zaman unutmaz. O her zaman, boynu tasmalı, ayağı prangalı, âciz, zayıf, fâni bir varlık olduğu şuuruyla hareket eder; böyle bir acz u fakr duygusu onda ibadet ve ubûdiyet için sürekli “Daha yok mu?” arzusunu tetikler. Ne kadar ibadet yaparsa yapsın, isterse her gün bin rekât namaz kılsın, yine de onun ağzından, sürekli “Allah’ım! Sana hakkıyla ibadet yapamadım! Ey her şeyden daha açık daha seçik bilinen Zât! Seni hakkıyla bilemedim. Bilseydim zaten erir giderdim. Ey şükür hakkı olan Allah’ım! Sana hakkıyla şükredemedim.” cümleleri dökülür. Zira böyle bir kul bilir ki, yapmış olduğu ibadetler, mazhar olduğu nimetlerin yanında bir hiç hükmündedir.

Sınırsız Nimetler Sonsuz Şükür İster

Hakikaten bir insanın, cansız görülen varlıklar seviyesinde kalmayıp hayata mazhar olması, bitki ve hayvan değil de şuurlu bir varlık mazhariyetine ermesi, bunun da ötesinde Allah’ı bilip tanıması, iman gibi sırlı bir anahtarla ebediyetin kapılarını açma fırsatını elde etmesi, Cennet’e liyakat yolunu takip etmesi öyle büyük nimetlerdir ki, bunların dünyada bir bedeli yoktur. Bu sonsuz nimetleri ihsan eden ise, Cenâb-ı Hak’tır.

Eğer bir insan bütün bu nimetlerin farkında olur, O’na teveccüh eder, kullukta derinleşir, “hel min mezid/dahası yok mu” kahramanı kesilir, sürekli mârifet, muhabbet ve aşk u iştiyakını artırmaya çalışırsa, Allah da lütuf ve keremiyle onu enaniyet ve bencillik girdabından kurtarır. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle;

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?”

Aslında Allah (celle celâluhû), bin bir hâdise ile her an bize kendini ifade buyuruyor. Buna mukabil biz de, bu hâdiseleri sistemli ve disiplinli bir tefekkürle, dikkat ve teyakkuzla takip etmeye çalışır, ayrı ayrı kareleri yan yana getirerek bütününün birden ifade ettiği mânâyı anlamaya çabalar ve farklı farklı yollar araştırarak hep O’na yürüme gayreti içinde olursak, O da bizi yarı yolda bırakmayacaktır. Zira O, bugüne kadar kendisine yürüyen hiç kimseyi yolda bırakmamıştır.

Enaniyet Çağında Ubûdiyet İksiri

Tarih boyu gündüzler geceleri, geceler gündüzleri takip edip durmuştur. Kimi zaman toprak semaya inat; sema, “gözlerin kuruması murat” demiş, zemin bir baştan bir başa çöle dönmüştür. Ama kimi zaman da semadan sağanak sağanak rahmet yağmış, yer yediveren, yedi yüz veren başaklara beşiklik etmiştir. Evet, kimi zaman aydınlık karanlığa galebe çalmış, karanlık ise iyice büzüşmüştür. Ruhanilerin ve meleklerin atmosferi, şeytanların atmosferini hâkimiyet altına almış, farklı bir ifadeyle melekûtî durum, mülkî durum üzerinde hâkimiyet tesis etmiştir. Devr-i risalet-penahiyi bu aydınlık dönemlere birinci derecede örnek gösterebilirsiniz. O dönemde, âdeta şeytanların gezecekleri, oturup kalkacakları, yiyip içecekleri, yatacakları vs. müsait bir zemin ve atmosfer kalmamıştır. Daha sonraki dönemlerde de buna benzer parlak dönemler olmuştur.

Günümüzde de vücudunun bütün zerreleriyle Allah’a kul olduğunu duyan, hisseden, ihsaslarını aşkın ihtisaslarıyla sürekli O’nunla beraber olduğu şuuruyla yaşayan insanların sayısı az değildir. Zaten öyle olmasaydı, bu arz, yörüngesinde durmazdı. Zira Allah (celle celâluhû) kendisine halis kulluk yapan insanların adesesiyle yeryüzüne bakar; bizim gibi mücrim, günahkâr, düşe kalka yürüyen insanları da mânen görkemli olan o insanların hürmetine bağışlar; onların yüzü suyu hürmetine kâinata bir ömür daha biçer ve onlar hatırına onu yerle bir etmez.

Her ne kadar günümüz enaniyet çağı olsa da, inşallah ibadet ve ubûdiyet adına güzel bir dönem başlamıştır. Zaten karanlığın son noktası, aydınlığın başlamasına işaret eder. Şafaktan evvel ufukta bir kararma olur. Fakat bu, son kararmadır. Tabir caizse, gecenin kendisine has hususiyetlerinin son kez püskürmesi demektir. Evet, son hıncıyla karanlıklar bir kere daha bütün ufku sararlar; fakat bir de bakarsınız, arkadan bir fecr-i kâzip zuhur eder. O, her ne kadar yalancı bir fecir olsa da, aynı zamanda fecr-i sâdıkın en doğru şahididir. Zira o, şimdiye kadar hiç yanıltmamış, ne zaman fecr-i kâzip doğmuşsa kısa bir zaman sonra ardından fecr-i sâdık zuhur etmiştir.

Hâsılı, enaniyet çağında bile olsa insan, Cenâb-ı Hakk’a karşı ibadet ve ubûdiyette ne kadar derinleşirse, enaniyet o ölçüde ondan elini eteğini çekecek ve bencilliğin alanı yavaş yavaş daralacaktır. Nasıl ki, ışık dairesi genişledikçe zulmet dairesi daralıyor; aynen öyle de, ubûdiyetle enaniyet arasında böyle bir zıtlık vardır. Birisi, diğerinin rağmına gelişir. Bir insan ubûdiyette ne kadar derinleşirse, o ölçüde enaniyette sığlaşır. Zamanla o insan her şeyi kudret-i ilâhiyeye bağlar, ortaya koyduğu başarıların kıymetini ise, O’nun rıza ve teveccühünün bulunup bulunmamasına göre değerlendirir ve neticede enaniyet ve benlik itibarıyla tamamen erir, kendini görmez olur, hep O’nu söyler, gezdiği her yerde O’nu haykırır.

Efendimiz’in Kuşatıcı Bir Duası

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Mü’minûn Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil olduktan sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)

اَللّٰهُمَّ زِدْنَا وَلَا تَنْقُصْنَا وَأَكْرِمْنَا وَلَا تُهِنَّا وَأَعْطِنَا وَلَا تَحْرِمْنَا وَاٰثِرْنَا وَلَا تُؤْثِرْ عَلَيْنَا وَارْضَ عَنَّا وَأَرْضِنَا

“Allah’ım! Bizi artır, noksanlığa maruz bırakma; ikramlarınla değerimizi yükselt, bizi zillete düşürme; bol bol vererek bize ihsanda bulun, mahrumiyet yüzü gösterme; bizi tercih et, başkalarını üzerimize tercih eyleme; bizden razı ol ve bizi icraat-ı sübhaniyeden razı olan kullarından eyle!” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/34) şeklinde dua yapıyor. Bu dua, bilhassa günümüzdeki inanan gönüllere ne gibi mesajlar vermektedir?

Cevap: Öncelikle şunu ifade edelim ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahye bizzat muhatap olduğundan, bir başkasının bu yüce hakikatleri O’nun ufku seviyesinde duyup anlayabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple, söz konusu duanın mânâ ve muhtevasına dair burada ifade edilenlerin, onun gerçek derinlik ve enginliğini yansıtmaktan âciz kalacağının daha baştan bilinmesi gerekir.

Soruda da ifade edildiği üzere, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek duayı, Mü’minûn Sûresi’nin ilk âyetlerinin nâzil olmasından sonra yapmıştır. Söz konusu âyetlerin meâl-i münifi şu şekildedir: “Muhakkak ki mü’minler, felâha, mutluluk, başarı ve kurtuluşa erdiler. Onlar namazlarında tam bir huşû, saygı ve tevazu içindedirler. Onlar boş şeylerden uzak dururlar. Onlar zekâtı ifa ederler (hatta zekat vermek için çalışırlar.) Onlar ırzlarını, mahrem yerlerini muhafaza ederler. Yalnız eşleri ve sahip oldukları (cariyeleri) müstesna; çünkü bunu yapanlar ayıplanamazlar. Ama bu sınırın ötesine geçmek peşinde olanlar, işte onlardır haddi aşanlar! O mü’minler üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri sözleri tam tamına tutarlar. Onlar namazlarını vaktinde eda edip zayi etmekten korurlar. İşte vâris olanlar, ebedî kalacakları Firdevs cennetine vâris olanlar onlardır onlar!” (Mü’minûn Sûresi, 23/1-11)

Allah’ın (celle celâluhû) Peygamber Efendimiz’e ve O’nun ümmetine bir armağanı olan bu âyet-i kerimeler nâzil olduktan sonra, burada sayılan vasıfları haiz olan mü’minlerin kurtuluşa erecekleri müjdesini bütün derinliğiyle duyan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), değişik zamanlarda vahiy sağanağı karşısında ellerini açıp Cenâb-ı Hakk’a hissiyatını ifade ettiği gibi -sahabe efendilerimizin rivayetine göre- yukarıda zikredilen duayı yapmıştır.

İlk Talep: Bizi Artır, Noksanlığa Maruz Bırakma!      

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duada ilk olarak, اَللَّهُمَّ زِدْناَ وَلاَ تَنْقُصْناَ “Allah’ım! Bizi artır, noksanlığa maruz bırakma!” demiştir. Akla gelen ilk ihtimal olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadeleriyle Cenâb-ı Hak’tan ümmet-i Muhammed’in sayısını artırmasını talep etmiş olabilir. Zira ümmet-i Muhammed’in çokluğu, her zaman O’nun gaye-i hayali olmuştur. Nitekim konuyla ilgili rivayet edilen bazı hadislerde şu bilgiyle karşılaşıyoruz: O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) değişik topluluklar gösterilmiş, onlar arasında büyük bir karaltı gördüğünde, hemen onların kendi ümmeti olması ümidine girmiştir. Fakat kendisine onların Hazreti Musa’nın kavmi olduğu ifade edildikten sonra kendi ümmetini görmesi için ufka bakması söylenmiştir. Ufka baktığında ise daha önce gördüğü karaltıdan daha büyük bir karartının bütün ufku kapladığını görmüştür. Böyle bir manzaradan kalb-i Nebevî son derece memnun, mesrur ve mutmain olmuştur. (Bkz.: Buhârî, tıb 17, 41, rikak 50; Müslim, îmân 374)

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in ümmetinin çokluğu konusundaki tehalükünü (şiddetli talep), evlenme konusundaki tahşidatlarında da görebiliriz. Mesela O (aleyhi ekmelüttehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَإِنِّي أُبَاهِي بِكُمُ الْأُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

“Evlenin, çoğalın; zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar ederim.” (Abdurrezzak, el-Musannef 6/173)

Aslında evlenme bir açıdan, ferdî ve ailevî bir konu olması itibarıyla, dine ait büyük meselelerin yanında basit kalır ve denilebilir ki o büyük meselelere göre evliliğin izafi bir değeri vardır. Bununla birlikte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin evlenmesini ve çoğalmasını tavsiye etmiş ve bununla iftihar edeceğini beyan buyurmuştur. Antrparantez, ifade edelim ki buradaki iftihar, övünç duyma anlamındadır ve Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında minnet hisleriyle şahlanma demektir.

Sayıca Çokluk Esas Hedef Olmamalı

“Allah’ım! Bizi artır, noksanlığa maruz bırakma!” talebinde ikinci ihtimal olarak Cenâb-ı Hak’tan keyfiyet yönüyle bir artma ve çoğalma isteğinin olduğu söylenebilir. Zira kemmiyete kıymet kazandıran keyfiyettir. Keyfiyet bulunmadıktan sonra tek başına sayıca çokluğun bir önemi yoktur. Nice büyük topluluklar, on bin veya yirmi bin sahabenin yaptığını yapamamıştır. İslâm’ın o ilk ve eşsiz kahramanları, o gün itibarıyla dünyanın iki süper gücü olan Sasânî ve Bizans imparatorluklarının oyunlarını alt üst etmiş, onları dize getirmiş ve böylece dünyanın kaderini değiştirmişlerdir.

Bugün dünyada yaşayan Müslüman nüfusunun bir buçuk milyar civarında olduğu söylenmesine rağmen Müslümanların, nüfusları oranında bir fonksiyon eda ettikleri söylenemez. Çünkü onlar bugün Kur’ân’ın istediği seviye ve kıvamda değiller. Ayrıca birbirine düşmüş hâldeler; birbiriyle uğraşıyor, teâruz ve tesakutlar fasit dairesinde birbirini yiyip bitiriyorlar. Evet, Müslümanlar tam bir vifak ve ittifak ortaya koyamadıklarından enerjilerini teâruzların ağında yiyip bitiriyor, inayet-i ilâhiyeye mazhar olamıyor, sıçrayıp devletler muvazenesinde yerlerini alamıyorlar. Onların sayıca çokluğu devletler muvazenesinde gerçekleştirilmesi gereken bu azîm misyonu eda etmeye yetmiyor.

Esasında tarihe bu gözle baktığınızda kemmiyet karşısında keyfiyetin ehemmiyetini çok açık ve net bir şekilde, çarpıcı misalleriyle görebilirsiniz. Mesela tarihin belli bir döneminde samimiyetle yollara dökülmüş nice insan, çalımlı hamleler gerçekleştirmiş, doludizgin hareketler sergilemiş ve çok bereketli muvaffakiyetlere mazhar olmuştur. Fakat aynı insanlar ruhta, mânâda, duyguda, düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta kıvam kaybetmeye başlayınca eskiye nazaran sayıca daha fazla oldukları hâlde ilerleme ve inkişaf bir yana ihraz ettikleri konumu bile koruyamamıştır. Evet, onlar, kendilerini rehavete, tembelliğe, makam sevgisine ve korkuya salıp hicret ve ilâ-i kelimetullah mülahazasını unutunca sayılarının çokluğu kendilerine bir fayda vermemiş, güç, tesir ve ağırlıklarını kaybetmişlerdir. Bu açıdan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) اَللَّهُمَّ زِدْناَ وَلاَ تَنْقُصْناَ derken, kıvam, kredi ve kıymet-i harbiye açısından bir çoğalma isteğinde bulunduğu ve bu konuda nakîse yaşatmaması adına Allah’a dua dua yalvardığı söylenebilir.

Nimeti Nimet Olarak Bilme En Büyük Nimet

Duanın devamında وَأَكْرِمْناَ وَلاَ تُهِنَّا buyruluyor ki, bunun mânâsı “İkramlarınla değerimizi yükselt ve bizi zillete düşürme!” demektir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) burada, dünyevî imkânlar, güç ve kuvvet veya keşf u keramet değil de, ilâhi ikramlara mazhar olmayı istiyor. Demek ki, ikram-ı ilâhî talip olunması gereken çok önemli bir lütuf. Ayrıca bu ifade “if’âl” babından geldiği için mânâsı şöyle de olabilir: “Allah’ım bize ikramda bulun ve bu lütufların birer ikram olduğunu da bize her daim hissettir.”

İlâhî ikramın farkında ve şuurunda olması, insanın kayıp düşmekten korunmasına vesile olur. Çünkü ikramın farkında olan insan, sahip olduğu güzelliklerin O’ndan olduğunu, O’ndan geldiğini bilir. Eğer kişi, bunları kendi istidat ve kabiliyetlerinden bilir ve Karun gibi إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِنْدِي “O (servet) bana, sadece bendeki bilgi ve mârifet sayesinde verildi.” (Kasas sûresi, 28/78) derse, zillete maruz kalmaya bir davetiye çıkarmış olur. Bu açıdan insan ellerini açmalı ve sürekli “Allah’ım! İster kendi elimle yaptığım kötülükler sebebiyle isterse de Senin bir imtihanın olarak, beni herhangi bir zillete maruz bırakma!” diye sürekli yalvarıp yakarmalıdır.

Yâ Rab! Bizi Mahrumiyetle Cezalandırma!

Duanın devamında وَأَعْطِناَ وَلاَ تَحْرِمْناَ kısmı geliyor. Bunun mânâsı da, “Allah’ım! Bize sürekli, bol bol ihsanda bulun ve bize mahrumiyet yaşatma!” demektir.

İnsan, kendisini baştan çıkarmayacak dünyevî bazı nimetler isteyebilir. Hatta insanın istediği her şeyi Cenâb-ı Hak’tan istemesi çok önemlidir. Peygamber Efendimiz  (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin.” buyurmuştur. ( Ebû Ya’lâ, el-Müsned 6/130) Bu açıdan insan, ister cennet köşesi gibi sımsıcak bir yuva, isterse salih bir çocuk, her ne isterse istesin, isteyeceğini Allah’tan istemelidir.

Bununla birlikte istenilecek şeylerin kıymetini belirleyecek olan esasen insanın ufku, konumu ve gaye-i hayalidir. Elbette huzurlu bir aileye, salih evlâtlara, kimseye muhtaç bırakmayacak geçim imkânlarına vs. sahip olma Allah’tan istenmesi gereken nimetlerdir. Fakat yaşamadan ziyade yaşatma sevdasıyla oturup kalkan, ihya düşüncesine kendisini adayan ve bütün insanlığa karşı çok ciddî bir şefkat hissiyle dolu olan birisinin gözü, bunların hiçbirisini görmeyebilir. Onun ufkunu dolduran şudur: “Rabbim! Ben hayattayken vesile olduğum veya vesile olduğum zannedilen herhangi bir fütuhat ve inşirahı görmek istemem. Fakat ne olur yâ Rabbi! Öldükten sonra kabrimin bir köşesinden din-i mübin-i İslâm’ın fütuhat ve inkişafını, her tarafta şehbal açan ruh-u revan-ı Muhammedî’yi, her yanda okunan ezanları, bütün kalblerin Seninle alâkalı olarak çarpmasını temaşa etmeyi bana lütfeyle!”

Bu açıdan denilebilir ki, وَأَعْطِناَ وَلاَ تَحْرِمْناَAllah’ım! Bize sürekli, bol bol ihsanda bulun ve bize mahrumiyet yaşatma!” derken herkes kendi himmetine göre Allah’tan bir şeyler ister. Birinin istediği beş kuruşla sınırlı kalırken bir diğeri milyonları isteyebilir. Bir başkası ise bununla da yetinmez ve namütenahiye, sonsuzluğa talip olur. Bazıları dünyevî nimetlere kavuşmayı isterken, Hazreti Gazzâlî, İmam Rabbânî ve Pîr-i Mugan gibi engin ufuklu insanlar sürekli O’nun rızasına ermeyi ve insanlara Cennet’e giden yolu açmayı dilerler. Evet, onlar her zaman, “Allah’m benim günde elli defa canımı al! Ama ne olur bahtına düştüm Rabbim! Var olduğu günden bu yana hiç bu kadar derbeder ve perişan vaziyete düşmeyen ümmet-i Muhammed’i bu sefalet ve rezaletten kurtar!” mülâhazalarıyla oturur kalkarlar. Bu açıdan denilebilir ki, ellerini açıp duaya duran insanlar biraz da bulundukları basamağın kendilerine ilham ettiği mülahazaları seslendirirler.

Müslümanların Vesayet Altına Girmesi En Büyük Âfet

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) duanın devamında, وَآثِرْناَ وَلاَ تُؤْثِرْ عَلَيْناَ diyor. Bunun mânâsı da, “Allah’ım! Tercih edilecekse bizi tercih buyur ve kimseyi bizim üzerimize tercih etme!” demektir. Bu ifadeyi biraz daha açacak olursak Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hak’tan, başkalarının gelip ümmet-i Muhammed’in üzerine hâkim olmasına, onu gütmesine, vesayeti altına almasına fırsat vermemesini istiyor.

Allah’ın başkalarını bize tercih etmesi değişik şekillerde olabilir. Mesela biz, kulluğun hakkını veremez, emanete riayet edemez ve dinden gerisin geriye dönersek Allah da devletler muvazenesinde bizi götürüp yerimize başkalarını getirebilir. Bu yüzden Allah’tan O’nun nezd-i ulûhiyetinde makbul olan insanların vasıflarına sahip olmayı istemeliyiz. “Allah’ım bize bedel başkalarını getirme! Burada neyin yapılmasını murad buyuruyorsan, bizimle yap!” demeliyiz. Çünkü O’nun bizi kaldırıp partal bir eşya gibi bir yere atması ve bizim yerimize başkalarını getirmesi, bizi kendi kıymetsizliğimize mahkûm etme demektir.

İmtihanın Diğer Bir Nevi: Adam Kayırmacılık

Öte yandan tercih edilmenin olumsuz bir şekli olan adam kayırma hakkında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إنَّكُمْ سَتَلْقَوْنَ بَعْدِي أَثَرَةً فَاصْبِرُوا حَتَّى تَلْقَوْنِي علَى الْحَوْضِ

“Sizler benden sonra adam kayırmalara rastlayacaksınız. (Kabullenmesi çok zor olan bu tür tavırlar karşısında) sabredin ki Cennet’te havzımın başında bana kavuşabilesiniz.” (Buhârî, fiten 2; Müslim, imâre 48) buyurmak suretiyle farklı bir hakikate dikkatlerimizi çekmiştir. O’nun ruhunun ufkuna yürümesinden sonra, bu tür hâdiseler ortaya çıkmıştır. Kur’ân-ı Kerim “sâbikûn-u evvelûn” yani öne geçen ilkler)den olan sahabe-i kiram hakkında adeta başlarımızı döndürecek ölçüde takdirler üstü takdirlerde bulunduğu (Bkz.: Tevbe sûresi, 9/100) hâlde, arkadan gelen insanlardan bazıları bunu anlayamamış; anlayamamış ve Allah ve Peygamber nezdinde çok kıymetli olan bu kahramanlardan bazılarına apaçık zulmetmiş, haksızlıkta bulunmuştur. Mesela Hariciler Şah-ı Merdan, Haydar-i Kerrar ve Damad-ı Nebevî ünvanlarına layık olan Seyyidina Hazreti Ali’nin kıymetini bilememişlerdir. Aynı şekilde yaşadıkları dönem itibarıyla çokları tarafından Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in kıymeti takdir edilememiştir.

Daha sonra gelen yöneticilerden bazıları da Râşid Halifeler dönemindeki adaleti muhafaza edememiş ve adam kayırmışlardır. Mesela onlar, bir yere bir idareci tayini veya ganimet taksimi söz konusu olduğunda hemen kendi yakınlarını tercih etmişlerdir. Hâlbuki Râşid Halifelerden hiçbirisi sırf kendilerine yakın oldukları gerekçesiyle akrabalarını belli makamlara getirmemiş, çevrelerine ayrıcalık tanımamış ve adam kayırmaya gitmemişlerdir. Çünkü bir ümmet içinde emanet, ehline verilmediği ve yakınlara iltimas geçilmeye başlandığında, o ümmetin işi bitmiş demektir.

Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra kayırmaların olacağını ifade ediyor ve ümmetine kendisine kavuşuncaya kadar sabretmelerini tavsiye buyuruyor. Çünkü sabrın sonu selâmettir. Böyle bir tavsiye çağımız mü’minleri için de çok önemli bir mesajdır. Zira bugün de zimamı elinde tutan ve işe vaziyet edenler değişik engellemelerle işin ehli insanlara haksızlıkta bulunabilirler. Varsın onlar zulmetsin!  Önemli olan sizin bütün bunlara aldırmadan hak bildiğiniz istikamette, Allah yolunda hizmetinize devam etmenizdir. Evet, adanmış ruhlar günümüzdeki bu tür adam kayırmalar karşısında istiğna felsefelerini korumalı, Cenâb-ı Hakk’ın bu mevzudaki takdirini intizar etmelidirler. Çünkü O, bugüne kadar hep güzel şeyler eyledi. Eyledikleri, eyleyeceklerinin en inandırıcı referansı olduğuna göre, bundan sonra da güzel şeyler eyleyecek demektir. Yeter ki biz, O’na karşı sadakat, emniyet ve bağlılıkta kusur göstermeyelim.

Kullukta Zirve: Rıza Ufku

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasının sonunda ise وَارْضَ عَنَّا وَأَرْضِناَ “Bizden razı ol ve bizi Senden razı olan kullarından eyle!” ifadeleriyle, Cenâb-ı Hak’tan razı olmayı ve O’nun da bizden razı olmasını istiyor. Bu ikisi birbirinden hiç ayrı düşmemiştir. Zira Allah, bir insandan razı ise, insan da O’ndan razı olur. Aynı şekilde kulun, Rabbisinden gelen şeylere karşı rıza göstermesi, Rabbisinin de ondan razı olması demektir. Bunlardan hangisinin sebep, hangisinin sonuç olduğu hakkında ehlullahın farklı mütalaaları vardır. Bazıları insanın iradesinin hakkını verip rıza yoluna talip olmasının rıza-i ilâhiye vesile olacağını söylemiş ve bunu Efendimiz’in şu hadis-i şerifleriyle irtibatlandırmışlardır: “Cenâb-ı Hakk’ın nezdindeki yerinizi bilmek istiyorsanız, Allah’ın nezdinizdeki yerine bakın!” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 6/176) Yani siz O’na ne kadar değer veriyorsanız, nezd-i ulûhiyetteki değeriniz de odur. O’nu her şeyden daha çok seviyor, dünya ve içindeki her şeyden daha çok O’na değer veriyorsanız, nezd-i ulûhiyette ve mele-i âlânın sakinleri nezdinde de o ölçüde değer görürsünüz. Bazıları ise, Allah razı olmayınca, kulların da O’ndan razı olamayacağını ifade etmiş ve bunu âyet-i kerimelerde “Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı oldu.” (Mâide sûresi, 5/119; Tevbe sûresi, 9/100; Mücadele sûresi, 58/22; Beyyine sûresi, 98/8) denilerek önce Allah’ın hoşnutluğunun zikredilmiş olmasıyla açıklamışlardır. İmam Kuşeyrî’nin de içinde bulunduğu diğer bir kısım kimseler ise onun, başlangıç itibarıyla iradî ve kulun kesbine bağlı olduğunu, nihayeti itibarıyla da bir tecelli ve hâlden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.

Meseleye Mâturîdî akidesi açısından bakılacak olursa Allah’ın rızasını elde edebilme adına, şart-ı âdi planında insanın iradî olarak rıza istikametinde bir gayretinin olması gerekir. Bu da insanın kendisini ve varlığı doğru okumasına, hakaik-i hâkka-i İslâmiye’yi doğru yorumlamasına bağlıdır. Evet, insan, Allah’tan razı olunca, Allah da (celle celâluhû) kendisine mahsus engin rızasıyla o kuluna teveccühte bulunacaktır.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek duasında talep ettiği hususların her birisinin inananların hayatında tesirleri ehemmiyetli olduğundandır ki bizim de dualarımızda sürekli bu hususları Cenâb-ı Hak’tan istememiz gerekmektedir.

452. Nağme: Ağla ey gözlerim!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli Arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, hassas sineleri yakıp kavuracağını zannettiğimiz dünkü sohbetini günün nağmesi olarak arz ediyoruz:

Sohbetten seçtiğimiz bazı cümleler:

Gözyaşları Fitne Ateşini de Söndürebilir!..

*Keşke muttasıl teheccüde kalksa ve ağlasalar. Seccadelerini ıslatsalar o gözyaşlarıyla, sonra da kalksa sıksalar; onu bir yönüyle vasıta yapsalar!.. Eğer cehennemin kıvılcımlarını söndüren de gözyaşları ise, onların dünyada söndüremeyecekleri hiçbir fitne ateşi yoktur.

*Fakat bunu insanlardan nasıl istersiniz ki?!. “Ne olur kalkın, ağlayın, dövünün. ‘Allahım başımıza gelenler bizim dikkatsizliğimizden, meseleyi teyakkuz içinde götürmeyişimizden, gafletimizden, verdiğin nimetlerin kadrini bilmeyişimizden ise, Sana sığınırız, n’olur Allahım!’ deyin!..” şeklindeki bir talebi nasıl seslendirirsiniz?!. Teklif etmedim fakat çent defa, bugün bile aklımdan geçti.

*Dilhun olunsa, gözyaşları ceyhun haline gelse, kim bilir ne fitne ateşlerini söndürür o. Cehennem ateşlerini söndüren, fitne ateşini söndürmez mi? Ama o dahiyeler karşısında konumumuzun, durumumuzun farkında değiliz. Nerede duruyoruz, neler oluyor, bu konumda olan insanların neler yapması lazım geliyor, onu bilemiyoruz.

Aman, Tesbihinizin Taneleri Yanıp Kapkara Olmasın!..

*Şayet Cenâb-ı Allah’ın sana olan mevhibelerini ve varidatını, emanette emin bir emanetçi gibi koruyup seninle O’nun arasında bir sır olarak saklayamıyorsan, “Allahım onu bana verme!” demelisin. “Söylet.. sancıyla söyleyeyim, hep bir kıtlığın insanı gibi söyleyeyim.. fakat hiçbir zaman bir damla yağmur üzerime düşmesin.. çünkü ben emanette emin değilsem, fâş ederim onları.. fâş edince, haylûlet vâki olur.. başkaları Seninle benim arama girmiş olur.. dolayısıyla ben hüsuf-küsuf yaşarım!..” diye inlemelisin. Bu konuda çok yiğit, mert olmak lazım ki Allah’a karşı yapılan şeylerde farklı mülahazaları nazar-ı itibara almak nâmertliktir.

*Bir Hak dostu büyük vecd içinde tesbih çekiyor; Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber dedikçe kâinatın zerrelerinin de kendisiyle beraber zikrettiğini duyuyormuş. Bir aralık yanındaki talebe aklına gelmiş ve ona da işittirircesine sesini yükseltmiş. Tam o esnada Hazretin önünde manevi bir perde açılıvermiş, başka bir buud aralanmış. Bakmış ki elindeki tesbihin her tanesi bir yıldız gibi ışık saçıyor, parıl parıl parlıyor; sadece bir tesbih tanesi ise adeta simsiyah, yanık ve kupkuru görünüyor. Hazret hayretle meseleyi anlamaya çalışırken bir ses duymuş: Yıldız gibi olan taneler sırf Allah rızası için yaptığın zikirle çekilmiş olanlar; o kupkuru ve simsiyah tane ise “duysunlar, desinler, görsünler” düşüncesiyle nurunu kaçırdığın zikirden geriye kalan.

*Duaya, evrâd ü ezkâra alıştırma adına bazen toptan, beraber okuma tercih edilebilir. Fakat zannediyorum onun esası kendi kendimize evin duvarlarıyla başbaşa kaldığımız zaman, sadece O’nun duyduğu bir yerde okumaktır. Hatta içimizden geçmeli: “Allahım Sana teveccüh ettiğim şu dakikada, şu kiramen kâtibini de al, onlar da duymasınlar; Seninle aramdaki sırra onların da muttali olmasını istemiyorum.” Bu elimizde değil, onlar kenara çekilseler bile yazarlar halimizi fakat o kadar kıskanç olmak lazım.

*Allah’la münasebetimizi çok canlı tutmalıyız. Bununla beraber, O’nunla münasebetimizin aramızda kalması konusunda da o kadar hassas olmalıyız.

Gençlik de nimet yaşlılık da!..

*Hazreti Üstad, “İhtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem.” diyor. Kanaatimce, ona itimat etmek lazım. Yaşlılık bir yönüyle çok avantajlıdır. Bir yönüyle de şayet ülfet ve ünsiyet perdeleri yırtılamamışsa, meselenin ayne’l-yakînine, hakka’l-yakînine ulaşılamamışsa, iman marifetle bezenememişse, ihtiyarlık yol yorgunluğunu netice verebilir.

*Mümin için yaşlılık da Allah’ın bir nimetidir. Çünkü bir yönüyle inanan insan, mezara ne kadar yaklaşmışsa, öteye iştiyakı da o derece artar. Üstad’ın ifadesiyle, “…başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.”

Liyakat ve İstihkak

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İman hizmetinin gerektirdiği sorumluluk ve liyakati ortaya koyamayanların âdet-i ilâhiye açısından dairenin dışına itilmeye müstahak hâle geldikleri ifade ediliyor. Bu kötü akıbete müstahak olmamak, diğer taraftan liyakat sahibi olabilmek için gerekli vasıfları izah eder misiniz?

Cevap: Liyakat, insanın üzerine aldığı vazifeye ehil olması ve o işi hakkıyla yerine getirmesi; istihkak ise, insanın yaptığı olumsuz ve kötü işlerden dolayı cezayı hak etmesi ve buna maruz kalması demektir. Fakat hemen ifade edelim ki, insan liyakat sahibi olsa da, Cenâb-ı Hakk’ın fazl u rahmeti herkes için ve her zaman çok önemlidir. Bu açıdan yüksek istidat ve kabiliyetlere sahip olan insanlar, üzerlerine aldıkları vazifeye layık olduklarını ortaya koysalar bile, yine de onların bu muvaffakiyetlerinde fazl-ı ilâhî esastır. Bununla birlikte meseleye âdet-i ilâhiye açısından bakıldığında liyakatin, çok önemli kazanımların vesilesi, istihkakın ise bunların kesilmesinin önemli bir sebebi olduğu görülür.

Nifak Şebekeleri ve İstihkak

Öteden beri ehl-i dalâlet ve nifak şebekeleri, inanmış gönüller tarafından tesis edilen bir kısım olumlu ve faydalı hizmetleri tersyüz etmek için hemen her dönemde akla hayale gelmedik değişik komplolar kurmuş, entrikalar çevirmişlerdir. Bu komplo ve entrikalarda sadece zaman ve şartlara göre değişen renk ve desen farklılığı vardır. Hatta aynı nifak şebekesi, belli bir dönemde kullandığı argümanla hâl-i hazırda arzu ettiği neticeye ulaşamayacağını anladığında, bu sefer daha başka argümanlar geliştirmiş ve bu argümanlarla bu hayırlı faaliyetlerin önünü kesmeye çalışmıştır.

İşte bu nifak şebekelerinin maksatlarına ulaşıp ulaşamayacakları biraz da mefkûre yolcularının bulundukları konumun hakkını verip vermediklerine, sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine ve bu konuda ortaya koydukları liyakate bağlıdır. Eğer onlar emanette emin emanetçiler olarak vazifelerini layıkıyla yerine getiriyor ve birer uyûn-u sâhire (uyanık gözler) olarak değişik menfezlerden, boşluklardan gelebilecek tehlikelere karşı vazifelerini) hakkıyla ifa ediyorlarsa Allah, nifak ehlinin bu tuzaklarını boşa çıkaracaktır. Ama eğer onlar liyakat keyfiyetinde sürekli kan kaybı yaşıyor, renk atıyor ve matlaşıyorlarsa -hafizanallah- o ölçüde istihkaka doğru kayıyorlar demektir. İstihkak gerçekleştiğinde ise Allah o emaneti alır ve onu emanette emin kimselere verir. Bu açıdan iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar, kendilerine kurulan komplolardan salim olmak ve bulundukları konumu muhafaza etmek istiyorlarsa, durdukları yerin hakkını vermeli ve sürekli liyakat peşinde koşmalıdırlar.

Liyakatin Önemli Bir Şartı: Yenilenme Cehdi

Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bazı âyet-i kerimelerden yola çıkarak liyakate vesile ve istihkaka sebep olan vasıfların neler olduğunu anlayabiliriz. Mesela Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:

إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ

“Eğer isterse sizi götürür ve cedid (yeni) bir kavim getirir.” (İbrahim sûresi, 14/19; Fâtır sûresi, 35/16) Burada seçilen “cedid” kelimesinden anlaşılıyor ki Allah yoluna omuz veren insanlar, duydukları her şeyi taptaze, gökten inen semavî bir sofra veya turfanda bir Cennet hurması gibi duymalıdır. Evet, onlar, Kur’ân âyetlerini ağızlarına alıp okumaya başladıklarında, henüz o an inmiş gibi, şimdiye kadar duyduklarının çok ötesinde bir zevk ve lezzetle kendilerinden geçmelidir. Aynı şekilde onlar, içinde bulundukları çağı çok iyi okumalı ve Müslümanlığa hizmeti de kendi yeniliği içinde yapmalıdırlar. Hatta onların ruhî hayatları da bu yenilikten payını almalıdır. Zaman akıp gitse, yıllar geçse bile onlar ülfet ve ünsiyete yenik düşmemeli, eskimemeli ve partallaşmamalıdır. Çünkü “cedid” olma, liyakatin olmazsa olmaz bir vasfı olduğundan, eğer bir topluluk bu özelliğini kaybederse, değiştirilmeye müstahak hâle gelir demektir.

Hizmet Mürtedlerinin Akıbeti

Konuyla alakalı üzerinde durulması gereken bir başka ilahi beyan ise Mâide Sûre-i Celîlesi’nde yer alan şu âyettir:

يَۤا أَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُۤ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَ اللهُ وَاسِعٌ عَليمٌ

Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide sûresi, 5/54)

Âyet-i kerimede öncelikle “irtidat” tehlikesine dikkat çekilmektedir. İrtidat, bir insanın içinde bulunduğu önemli konumdan sıyrılıp tekrar geldiği yere dönmesi demektir. Böyle bir kişiye mürted denilir. Mürted denildiğinde ilk akla gelen ise itikadî mürteddir. Böyle biri İslâm dinini bırakıp gerisin geriye döndüğünden küfre düşmüş olur. Bunun yanında bir de dine hizmet mürtedleri vardır. Bunlar bir mefkûreye, belli bir dönem gönül vermiş olsalar da, bir müddet sonra sinek kanadı kadar küçük şeylere takılır kalır; kalır da hizmet aşk u şevkini, eski heyecan ve aktivitesini kaybeder ve ardından da içinde bulunduğu dairenin dışına çıkarlar. Esasında bu tür insanlar genelde bütün işlerin kendi heva ve heveslerine göre yapılmasını isteyen, böyle olmadığını gördüğünde bulundukları yerde ihtilâf ve iftirakların oluşmasına sebebiyet veren ve bunun neticesinde de gerisin geriye dönen akılzede ve kalbzede bir kısım zavallılardır.

Cenâb-ı Hak bu tür insanları önce şefkat tokadıyla uyarır fakat onlar ihtilâf ve iftirak ateşini körüklemeye devam ederse bu sefer nıkmet tokadına müstahak hâle gelirler. Bunun üzerine de Allah (celle celâluhû) “Madem siz ihtilâf ve iftiraktan medet umar hâle geldiniz, Ben de sizi götürüp birlik ve beraberliği esas alanları, vifak ve ittifak ruhuyla hareket edenleri getireceğim.” diyerek onların bulundukları alanı başkalarına bırakır. Bu açından din-i mübin-i İslâm’a hizmet etmeye dilbeste olmuş mü’minlerin hizmet mürtedi olmaktan çok endişe duymaları ve böyle bir duruma düşmemeleri adına pek çok şahsî haklarından feragatte bulunabilmeleri gerekir. İşte bu bir liyakat arayışı olduğu gibi aynı zamanda kötü akıbete müstahak olmaktan da sıyrılma yol ve yöntemidir.

Liyakatin Esası Allah Sevgisi

Âyette Allah (celle celâluhû) فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ Allah öyle bir kavim getirecek ki,” ifadesiyle konumunun hakkını vermeyen insanların yerine başka bir topluluk getireceğini ifade buyuruyor. Bilindiği üzere fiilin başında gelen “sevfe” edatı, uzak geleceğe işaret eder. Bunun anlamı şudur: Cenâb-ı Hak, iman eden insanları yapmış oldukları bir kısım olumsuzluklardan dolayı hemen cezalandırmaz. Onların imanlarına bir değer atfettiğinden ötürü, öncelikle onlara mehil üstüne mehil verir. Eğer onlar hata ve yanlışlarında ısrar ederlerse, bu defa Allah onları götürerek yerlerine başka bir kavim getirir. قَوْمٍ kelimesinin nekre olmasından, bu kavmin hem meçhul bir topluluk, hem de kıymet-i harbiyesi yüksek bir topluluk olduğunu anlıyoruz.

Evet, o topluluğun şanı o kadar yücedir ki, siz bunu tasavvur ve tahayyül edemezsiniz. Bununla birlikte âyet-i kerime diyor ki, onları tanımanız için size bir kısım ipuçları vereyim: يُحِبُّهُمْ Allah (celle celâluhû), kıymetini ihata edemeyeceğiniz kadar belirsiz olan o kavmi sever.” Yani şanına yakışır şekilde, rahmetinin enginliği ve muhabbetinin vüs’ati nispetinde onlara teveccüh eder ve sevmenin lazımını onlara ihsan eder. Daha sonra bu ilâhî sevgi onların kalblerinde Allah sevgisine inkılâb eder ve وَيُحِبُّونَهُ Onlar da Allah’ı severler.” Bu fiil “if’al” bâbında gelmiştir. Bilindiği üzere bu bâbın ifade ettiği mânâlardan birisi de kesrettir. Bu açıdan şöyle denilebilir: “Onlar da Allah’ı delice severler.”

Âyetin devamında  أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ buyrulmaktadır. Yani onlar, mü’minlere karşı “zillet” denecek ölçüde tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmişlerdir. Fakat yanlış anlaşılmasın, onların bu tevazuu kesinlikle aşağılık kompleksi değildir. Çünkü onlar أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ Kendi değerlerine sımsıkı bağlı olduklarından o değerleri inkâr edenlere karşı fevkalâde aziz ve onurludurlar.” Yani onlar, kibir, gurur, zulüm, bakış açısındaki inhiraf yüzünden veya âbâ u ecdadına intisabını ileri sürmek suretiyle inkâra saplananlar karşısında el etek öpmezler, Yine onlar, mü’minlerin ortaya koyduğu mesajlara karşı kat’î tavır alan muannit ve mütemerritler karşısında asla bel kırmaz, boyun bükmez, temennada bulunmaz, el ve etek öpmezler.

Allah Uğrunda Mücadele Ruhu

Onların diğer bir vasıfları da يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ Allah yolunda mücahede  ederler.” ifadesiyle anlatılmıştır ki, bunun mânâsı da Allah yolunda mücadele etmektir. Mücahedenin keyfiyet ve kapsamı çok geniştir. Tarifler çerçevesinde mücahede; insanlarla Allah arasındaki, imana mâni olan nefsanî, cismanî ve hayvanî bir kısım engellerin bertaraf edilip kalblerin Allah’la buluşmasının sağlanmasıdır. Bu tarife göre, çağın hayat felsefesi, idrak ve ilim seviyesi nazar-ı itibara alınarak ve buna uygun argümanlar kullanılarak insanlara el uzatılmalı; zulüm, kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları taklit gibi Allah’la insanlar arasındaki engeller de bertaraf edilmelidir.

Mücahedenin diğer bir şekli ise, dur-durak bilmeden emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğü engellemeye çalışma) vazifesini yerine getirmektir. Gerek cami kürsülerinde, gerek konferans salonlarında, gerek seminerlerde, gerek meclis kürsülerinde ve gerekse mekteplerde, her nerede size hak ve hakikate tercüman olma imkânı verilirse orada hak ve hakikati dile getirmektir.

Fakat bir gün gelir de, düşmanlığa kilitli mütecavizler -değişik zamanlarda olduğu gibi- kapınıza dayanır, ülkenize saldırır, ırz ve namusunuza göz diker ve sizi ayaklar altına almaya çalışırlarsa, elbette o zaman mücadelenin şekli değişecektir. Bu durumda kınına girmiş maddî kılıç kınından sıyrılıp devreye girecek ve Çanakkale’de, Sırpsındığı’nda, Yemen’de, Bingazi’de olduğu gibi yeniden cepheye koşulacak ve orada verilmesi gereken mücadelenin hakkı verilecektir. Tabii ki milletçe yapılacak böyle bir mücadele de ancak devletin karar vermesiyle ve onun gözetiminde yapılabilir. Bu da cihadın maddî türlerinden bir türüdür. Fakat çok yerde ifade ettiğimiz hakikati bir kez daha ifade etmek gerekirse, “cihad” denildiğinde mücahedenin sadece bir yönünü teşkil eden maddî cihadın türlerinden biri olan “sıcak savaş”ın anlaşılması kesinlikle doğru değildir. Çünkü hak ve hakikatin insanlarla buluşturulması adına veya zulüm ve haksızlıkları engelleme adına mücadele ve mücahedenin pek çok değişik şekli vardır. Ayrıca “fîsebilillâh/Allah yolunda Allah için” kaydının da ifade ettiği üzere yapılacak eylem tamamen ve halisen Allah için olmalı; Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ortaya koyduğu kural ve disiplinler gözetilerek hakperestçe yapılmalı; asla cihad kılıfıyla şahıs veya grup menfaati ya da gazabı uğruna hareket edilmemelidir.

Hâsılı, Cenâb-ı Hak, her ne şekliyle olursa olsun burada يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ buyurmak suretiyle umumî mânâda Allah yolunda mücadele etmeyi, İslâm dinine sahip çıkan insanların önemli bir vasfı, liyakatin de önemli bir esası olarak zikretmiştir.

Kınayanın Kınamasından Korkmama

Âyet-i kerimede son olarak وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ Kınayanın kınamasından korkmazlar. buyrulmak suretiyle ilâ-i kelimetullah ve ruh-u revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması için mücadele eden insanların, başkalarının kınamasından da korkmayacakları ifade ediliyor. Evet, mefkûre yolcuları, hayatı, yaşadıkları dünyadan ibaret gören ve onun keyfini sürmek isteyen insanlar tarafından her zaman kınanabilirler. Mesela onlar, hizmet yolcularına “Bu dünyanın tadını çıkarmak varken ne diye kendinize hayatı zehir ediyorsunuz? Niye ehl-i dalâlet ve ehl-i dünyayı tahrik edip arkanıza takıyorsunuz?” şeklinde güya akıl verebilirler.  Maalesef her dönemde, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin şehbal açmasından rahatsız olan insanlar olmuştur. Fakat iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar vazifelerini yaparken başkalarının haksızca kınamalarına aldırış etmezler, tehditler karşısında korkup geri durmazlar, hak bildikleri yolda önlerine çıkan engellere takılıp kalmadan hep yürürler.

İstihdam Allah’ın Fazl u İhsanı

Âyetin sonunda, ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. buyrulmak suretiyle, bütün bu vasıfların çok önemli olduğu ve onları Allah’ın herkese değil, dilediği seçkin kullarına vereceği ifade ediliyor. Yani Allah (celle celâluhû) sırf unvan ve kariyer için doktora yapan, post-doktora yapan, post-der-post-doktora yapan hatta mük’ab doktoralar yapan insanlara değil, gönlünü Allah’a vermiş samimî mü’minlere hizmet etmeyi nasip etmiştir/edecektir. Bakıyorsunuz bir dönemde şarkın yalçın kayaları arasından bir zat çıkıyor, altı ay veya bir sene gibi kısa bir süre medrese eğitimi görüyor ve ardından dini, diyaneti ve Kur’ân’ı anlatma adına insanlığa bir ders veriyor ve düşüncede yeniliğe giden kapıları aralıyor. Ama o, böyle bir misyonu eda ederken, hiçbir zaman iddiada bulunmuyor ve bütün bunları sadece Allah’ın fazl u ihsanına bağlıyor. İşte âyetin sonundaki ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ “İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. fezlekesi liyakatin bir başka olmazsa olmaz vasfını ifade ediyor ki, o da; hiçbir zaman iddialı olmamak, hangi büyük vazife eda edilirse edilsin bütün bunları hep Allah’ın fazl u ihsanı olarak bilmektir.

Kötülüklerden Sakındırmada Denge

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Topluma zarar vermeyen çirkinliklere göz yumma, adanmışların önemli bir vasfı olarak zikrediliyor. İslâm’da nehy-i ani’l-münkerin (kötülüklerden sakındırma) önemli bir esas olduğu zaviyesinden meseleye bakılacak olursa, günahlara göz yumma ve yapılan kötülükleri affetmenin sınırları nelerdir?

Cevap: Öncelikle ferdî kusur ve günahlarla, toplum hukukuna tecavüz sayılan suç ve kötülüklerin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü bunların her birine karşı alınması gereken tavır farklıdır. Şahsın kendisiyle sınırlı kalan günahların görmezden gelinmesi ve bu tür günah işleyen kişilere karşı mümkün olduğunca afv u safh ile muamele edilmesi esas iken, başka bir şahsa veya kamu hukukuna zarar veren kötülüklerin ise imkânı varsa elle, elle mümkün değilse dille ortadan kaldırılması, hiç olmazsa o kötülüklere karşı kalbî bir tavır ortaya konulması gerekir.

Ferdî Haklarda Afv u Safh Yolu

Şahsın sadece kendisini ilgilendiren günahların neler olduğunu saymaya gerek yoktur. Zira bâtılın anlatılması, safi zihinleri bulandırır; dolayısıyla faydadan daha çok zarara yol açar. Umumî mânâda İslâm’ın yasaklamış olduğu bütün söz ve fiilleri bu kategoride düşünebilirsiniz. Bir insan bunlardan birini, ikisini veya daha fazlasını irtikâp etmiş olabilir. Eğer böyle birisi, başkalarına kötü örnek olmuyor, dinin emirlerini hafife almıyor, dinî değerlerle alay etmiyor ve umumun hukukunu çiğnemiyorsa, böyle bir kişiye karşı afv u safh ile muamele edilebilir.

Zira Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede insanlara müsamaha göstermenin ve onlardan kötülük görülse de onlara karşı iyilikle muamelede bulunmanın önemi üzerinde durulmuştur. Mesela bir âyet-i kerimede,

وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

“Kızdıklarında öfkelerini yutkunurlar, insanların kusurlarını affederler. Allah, böyle iyi davranan ihsan ehlini sever.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/134) buyrulmak suretiyle, öfkeyi yutma, affetme ve iyilik yapma takva sahiplerinin (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/3) önemli vasıfları arasında sayılmıştır. Bu sebeple mü’minlerin, başkalarının ferdî hata ve günahları karşısında ilk olarak bu Kur’ânî düsturlara uygun şekilde hareket etmeleri ve mümkün olduğunca bunlara göz yummaları bir esastır.

Bununla birlikte hususiyle cahil kişilerin ortaya koyduğu bazı muamele ve davranışlar karşısında alınması gereken tavır ise, yüz çevirme ve onlardan uzak durmadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim,

خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ

“Sen her zaman af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerle uğraşmaktan uzak dur!”  (A’râf sûresi, 7/199);

وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا

“(Rahmân’ın has kulları), cahiller kendilerine sataşınca ‘selâm’ der geçerler.” (Furkan sûresi, 25/63);

وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

“(O mü’minler), her türlü boş, faydasız ve mânâsız söz ve davranışlardan yüz çevirir ve uzak dururlar.” (Mü’minûn sûresi, 23/3) gibi âyet-i kerimeleriyle mü’minlere bu şekilde davranmayı emretmektedir.

Kötülükten Sakındırırken Günahı Fâş Etmeme

Bununla birlikte eğer bir insan, hata ve günahlarında ısrar ediyor, onları hafife alıyor, işlediği çirkinliklerle başkalarına kötü örnek oluyor veya toplum hukukuna tecavüz ediyorsa, bu durumda usûlünce bu kötülüğe mâni olunması gerekir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşılaşılan bu tür fenalıklar karşısında takip edilmesi gereken nehy-i ani’l-münker yöntemini şu ifadeleriyle beyan buyurmuştur:

مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ وَذٰلِكَ أَضْعَفُ الْإِيمَانِ

“Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse dil ile irşad ve ikazda bulunsun. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona tavır alsın. Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir.” (Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11)

Buna göre bataklığın içine düşmüş bir insana karşı yapılması gereken ilk iş, elinden tutup onu bir kenara çıkarmaktır. Eğer sizin onun elinden tutup kenara çekecek bir gücünüz yoksa, bunu yapmaya gücü yeten birisinden yardım almalısınız. Fakat bunu yaparken de hata ve günah fâş edilmemeli, yayılmamalı, bir kusur tellalı kesilmemeli, söz konusu kişi mahcup edilmemeli ve toplum içinde onun yüzü yere baktırılmamalıdır. Çünkü burada asıl gaye, onun içine düştüğü fenalıktan kurtarılmasıdır.

Elle müdahalenin mümkün olmadığı durumlarda yapılması gereken ise, nasihat etmektir. Burada nasihatin üslûbu çok önemlidir. Mesela ikazda bulunurken, bütün alternatifler hesaba katılmalı ve reaksiyona sebebiyet vermeyecek bir üslûp tercih edilmelidir. Bunun için de kardeşini o kötülükten kurtarmak isteyen kişi, bir sözü, on defa düşündükten sonra ifade etmelidir. Hatta kendisinin konuşması muhatapta tepki uyandıracaksa, konuşmasından rahatsızlık duymayacağı birisinin ona nasihat etmesi temin edilmelidir. Hatta bazı hassas durumlarda ikazda bulunacak kişinin tamamen devre dışı kalması, yüz yüze gelmeden muhatabını uyarması gerekebilir. Mesela siz, gördüğünüz bir yanlışı düzeltme adına iki satırlık bir yazı yazar, yazdığınız bu yazıyı halim ve selim mülahazalarınızla elli defa gözden geçirir, sonra da bunu muhatabınızın kapısının altından atar veya onun posta kutusuna bırakırsınız. Böylece hatasını doğrudan yüzüne söyleyerek onu utandırmamış dolayısıyla da onun itibarını korumuş olursunuz.

Burada asıl gaye bir insanı bir fenalıktan vazgeçirmektir. O hâlde atılacak adımlar da çok iyi hesap edilmeli, söylenilen sözle kesinlikle muhatabın başına vurulmamalıdır. Mârifet, ne kötülüğün kötülük olduğunu söylemek ne de suç ve günaha bulaşmış kişiyi mahcup etmektir. Mârifet, bir şekilde o insanı kötülükten uzaklaştıracak en tesirli ve en yumuşak yolu bulmaktır.

Bir Acı Tebessümle İrşad ve İkaz

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kötülük ve çirkinlikleri dil ile izale etmenin mümkün olmadığı durumlarda, kalbî tavır ortaya koymak suretiyle bunun değiştirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Hadisçiler genel itibarıyla bu ifadeden, münkere karşı kalb ile tavır alınması gerektiğini anlamışlardır. Bununla birlikte daha farklı yorumlara da gidilebilir. Mesela bu ifadeden, kötülükleri işleyip duran insana karşı kalbî alâkanın kesilmesi gerektiği anlaşılabilir. Öyle ki siz böyle bir kişiyle karşılaştığınızda, yüz işmizazlarınız, acı bir tebessümünüz veya ondan yüz çevirmenizle onun, yanlışının farkına varmasına ve bundan vazgeçmesine vesile olabilirsiniz.

Ayrıca tavrınız şahsa değil onun kötü davranışlarına olduğundan dolayı ellerinizi açar, “Allah’ım! Ne olur benim bu kardeşimi içine düştüğü bu fenalıktan kurtar ve onu bu günahtan tiksindir!” diyebilirsiniz. Hatta bununla da yetinmez ve kardeşlik hukukunun bir gereği olarak onun fenalıktan sıyrılabilmesi adına dualarınızda bin defa,

اللَّهُمَ حَبَّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ

“Allah’ım! İmanı bize sevdir, onunla kalblerimizi tezyin et; küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster. Bizleri rüşde erenlerden eyle!” (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/424; el-Bezzâr, el-Müsned 3/175) dersiniz. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gaibin gaibe yaptığı duanın kabul buyrulacağını haber vermiştir. (Ebû Dâvud, vitr 29; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.134)

Geçmiş dönemde bir arkadaşın bir inhirafından bahsetmişlerdi. O günden beri onun adını anarak dua etmediğim bir gün olmadı. Aynı şekilde önceki yıllarda sağlam karakterli bir arkadaş itikadî bir probleme maruz kalmıştı. Rabbim şahit, kendime yaptığım her duada muhakkak ona da dua ettim. Bu konuda ihmalkârlık göstermeyi kardeşlik hakkına, hukukuna karşı bir saygısızlık ve vefasızlık olarak gördüm. Bu şekilde kalben dua da hadisin ifadesinden anlaşılan bir mânâdır. Dolayısıyla hadis-i şerifte geçen فَبِقَلْبِهِ lafzını, sadece kalben buğz etme, alâkayı kesme ve sırtını dönüp gitme şeklinde anlamak eksik olacaktır. Burada önemli olan Allah’ın sevmediği kötü vasfa karşı bir çeşit tavır alma, onun izalesi için elinden gelen her şeyi yapma ve böylece kardeşini o kötülükten kurtarmadır.

Kamu Hakkı Allah Hakkıdır

İster geniş isterse dar dairede şöyle böyle topluma zarar verebilecek fuhşiyat ve münkerata karşı ciddî tavır alınması ve böylece onun izalesine çalışılması millî ve dinî bir vazife olduğu gibi aynı zamanda Allah hakkına saygının bir gereğidir. Zira bilindiği üzere İslâm’da kamu hakları aynı zamanda Allah hakkı kabul edilmiştir. Yani verdiği zarar ve neticesi itibarıyla bir güve gibi içten içe toplumu çürütecek fenalıklar, ferdin kendisiyle sınırlı kalan günahlar gibi değildir. Dolayısıyla bu tür fenalıklara göz yumulamaz ve onlar karşısında sükût geçilemez. Kanun gücünü uygulamakla vazifeli kişiler kendilerine verilen bu yetkiyle kötülükleri önlemeye çalışmalı, mü’minler de yerinde ilgili mercilere müracaat ederek, yerinde bu mevzuda yetkilileri yüreklendirerek, kimi zaman da şahitlik hakkını kullanarak onlara yardımcı olmalıdır. Bir kez daha ifade edelim ki bütün bunlardan maksat kötülüğe düşmüş bir insanı mahcup etmek değildir. Bilâkis bu, toplumu içten içe yiyip bitirecek fenalıklara karşı tavır alma, toplumu bu fenalıklardan sıyanet etme ceht ve gayretidir.

Konumuzla irtibatlı olarak, Benî İsrâil’den bir grupla alâkalı zem makamında inen fakat bizim için de önemli bir disiplin olan şu âyet-i kerimeyi hatırlayabilirsiniz. Allah (celle celâluhû) buyuruyor ki:

كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ

“Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı. Ne çirkin davranıştı bu tutumları!” (Mâide sûresi, 5/79) Burada geçen لَا يَتَنَاهَوْنَ fiil kipinin ifade ettiği mânâyı biraz daha açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Bu âyete konu olan insanlar, irtikâp edilen münkerlere engel olacak müşterek bir akıl geliştirmemişlerdi. Bu konuda kolektif şuura müracaat edilmiyordu. Aralarında bir koordinasyon yoktu. Bu yüzden kötülükten nehyetmeyen bu kişiler lânetlenmiş, meshe maruz kalmışlardı. (Bkz.: Mâide sûresi, 5/78)

O hâlde kötülüğe şahit olan insanın vazifesinin ne olduğu, gücü elinde bulunduranların bu konuda ne yapması gerektiği ve bu mevzuda umumî olarak topluma ne gibi sorumlulukların düştüğü konularında ortak bir aklın geliştirilmesine ihtiyaç vardır.

Hâsılı insan, kendisine karşı söylenen ve sadece kendisini alâkadar eden nâsezâ nâbecâ sözleri affetmeye çalışmalıdır. Nasıl ki bir insanın mide ve bağırsaklarında yenilen gıdaları sindiren sıvılar ve asitler varsa, mü’minlerin de kalb ve ruh dünyasında bu tür mesavileri, kötülük ve haksızlıkları hazmedip eritebilecek sistemleri olmalı ve böylece onlar kendilerine yapılan bed muameleleri rahatlıkla hazmedebilmelidir. Fakat bir kişinin şahsında bir grup veya bir cemaat hedef alınıyor ve onlar karalanıyorsa, mesele ferdî olmaktan çıkmış demektir. Böyle bir zulüm karşısında kişinin hazm-ı nefs etmesi doğru değildir. Bilâkis orada yapılması gereken, tavzih, tashih ve tekzip gibi yollarla zulmü savmaya çalışmaktır. Hatta zulüm ve haksızlıkta temerrüdün devam etmesi durumunda mütecavizlerin seslerini kesme ve zulümlerine engel olma adına daha başka hukukî yollara başvurulmalı, tazminat davaları açılmalıdır. Nitekim Hazreti Pîr de, kendisini hapishane hapishane gezdiren, tecrid-i mutlaklara mahkûm eden, zindan zindan dolaştıran, defalarca zehirleyen insanlara hakkını helâl ettiğini söylemesine rağmen hizmet-i imaniye ve Kur’âniye söz konusu olduğunda asla susmuyor, gürül gürül konuşmalarıyla zalimlerin sesini kesiyor ve böylece hakkın,  Kur’ân’ın ve umumun hukukunun müdafaasını yapıyor.

Yenilenme Ruhu ve İlâhî İnayet

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Dinî duygu ve düşüncede yenilenme sevdalısı insanların belirgin özellikleri nelerdir?

Cevap: Yıllardır Müslümanların yaşadığı coğrafyada ruhî hayatın büyük ölçüde söndürülmesi, aşk u vecdin bütün bütün unutturulup gönüllerin diline zincir vurulması, düşünen ve okuyan aydınların gidip kaskatı bir pozitivizme aborde olmaları, salâbet ve hakta sebat yerine kaba softalığın ikâme edilmesi; hatta ahiret ve Cennet istenirken bile, dünyada alışılagelen mutluluğun devamı mülâhazasıyla istenmesi gibi pek çok tahribâtı onarma cehdi ortaya koymadan, çarpık düşünce ve telakkileri tashih etmeden toplum olarak ruhta ve manada dirilmemiz mümkün değildir.

Tabii ki, son birkaç asırdan beri ruhlarımızı saran levsiyat Allah’ın izni ve inayetiyle sökülüp atılabilir. Ne var ki, öncelikle milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duygulardan sıyrılmamız; sonra da İslâm’ın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergâmlık, ruhanîlik ve rabbanîlik ruhuyla hakka yönelmemiz ve gönüllerimizi hak duygusuyla arıtıp şekillendirmemiz gerekmektedir. İşte bu anlayışla işe koyulmadan ve ona muvafık bir gayretle çalışıp çabalamadan düze çıkmamız imkânsızlık ölçüsünde zor demektir. Bununla beraber, eğer içimizde, öze sadık kalmanın yanı sıra çağı da kucaklayabilecek tecdid ve ıslah iradesine sahip bir kısım yiğitler varsa –ki vardır– bu tamir ve yenilenme mutlaka gerçekleşecektir.

Göz Açıp Kapayıncaya Kadar Dahi Olsa

Bir misal olması açısından, kendisine Hüccetü’l-İslâm denilen İmam Gazzalî’nin hayatına bu perspektiften bakabilirsiniz. O, öncelikle ilm-i zahirde yüksek bir ufku yakalamıştır. Öyle ki, kendi dönemi itibarıyla ulaşılabilecek bütün kaynak eserlere ulaşmış, kütüphaneler dolusu kitabı hallaç etmiş ve neticede daha sonraki nesillere çok bereketli eserler bırakmıştır. Zaten yetiştiği dönem olan beşinci asır, bir açıdan, bizim rönesansımızın zirveye ulaştığı bereketli bir çağdır. İşte İmam Gazzalî zahirî ilimlerde zirveleri tuttuktan sonra o ilimlerin dar kalıpları içine sıkışıp kalmamış, onlara ayrı bir kıymet ve derinlik kazandıran rabbanilik ve ruhanilik ufkuna yönelmiştir. Zira ona göre manevî ve metafizik buudu olmadığı takdirde âlimlerin kitaplarda söyledikleri sözler, nazarînin ötesine geçmemektedir. Hakikat bilgisine ulaşılması nazarînin amelîye çevrilmesi ve kalb ufkunda yaşanan bir hayat tecrübesiyle mümkündür. Dolayısıyla kalb ve ruh yörüngesinde bir hayat yasayanlar diğer ilim ehline göre kırılma ve dökülmelere daha az maruz kalmaktadırlar.

İşte kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselen, nefsî arzularından sıyrılan, kendinde fena bulup Allah’ta bakî olan bir insanı, rahmet-i ilâhînin, düşüncelerinde, mülahazalarında ve hissiyatında kendisiyle baş başa bırakması düşünülemez. Evet, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, Allah bu tür insanları nefisleriyle baş başa bırakıp yanlışlığa kaymalarına müsaade etmez.

Bildiğiniz gibi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem);

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

Yâ Hayyu, yâ Kayyûm! Rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah buyur ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; el-Bezzâr, el-Müsned 13/49) duasını ümmetine bir hedef olarak talim buyurmuştur. Efendiler Efendisi’nin dualarını kendilerine en yüksek hedef olarak belirleyen ve o istikamette cehd u gayret içinde bulunan ıslah erleri de Allah’ın izni ve inayetiyle hep maiyyet-i ilâhiyenin nurdan tayfları altında yol almışlardır.

Cenâb-ı Hak, Hiçbir Emeği Zayi Etmez

Bu itibarla denilebilir ki asırlara damgasını vurmuş bu büyüklerin içtihat, istinbat ve tecdit mülahazalarını Cenâb-ı Hak onların içine ilka etmiştir. İsmail Hakkı Bursevî’nin Netâic’ine bakacak olursanız onun, “Sabah vakti kalbime şöyle tulû etti; içime şöyle geldi.” gibi sözlerine şahit olursunuz. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Cenâb-ı Hak, bu büyük zatların yollarını aydınlatıyor ve önlerini açıyor, böylece onlar da her şeyi doğru görüp doğru yorumluyorlar. Sonra da zamanın şartlarına, toplumun karakterine ve sahip oldukları  vazifeye göre yapılması gerekli olan işleri yapıyorlar.

Cenâb-ı Hak, Zilzâl Sûre-i Celilesi’nde:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

“Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlemişse mutlaka onun karşılığını görür; kim de zerre ağırlığınca bir şer irtikâp etmişse mutlaka onun karşılığını görür.” (Zilzâl sûresi, 99/7-8) buyuruyor. Bu âyet-i kerimenin mânâsını, sadece “insanın burada işlediği iyilik ve kötülüklerin karşılığını ahirette alması” şeklinde anlamak eksik olur. Kanaatimce konuya şöyle bakmak gerekir: Atom ağırlığınca bile olsa yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığı belli ölçüde dünyada da görülecektir. Zerre ağırlığı kadar küçük hayırların bile karşılığı görülecekse şayet, mefkûre uğrunda, küre-i arz ağırlığında yapılan hayırların karşılığı öncelikle görülecek, çok defa ilahi inayet şeklinde tecelli edecek, demektir.

Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın, himmeti milleti olan, kendisini insanların dirilişine adayan, şahsî zevklerinden fedakârlıkta bulunup hiçbir şekilde kendi ikbal ve istikbalini düşünmeyen bir ihya erini kendi nefsiyle baş başa bırakması düşünülemez! Allah (celle celâluhû) kim bilir bazen açıktan açığa, bazen da şahsın hiç farkına varmayacağı şekilde onu sevk-i ilâhî ve insiyaklarla yönlendirir. İşte böyle bir diriliş kahramanı ne kadar dolambaçlı yollara girerse girsin, hangi derin vadilerde dolaşırsa dolaşsın, Allah’ın izni ve inayetiyle hep doğru yolda yürümeye devam eder.

Allah tarafından ufukları açılan bu tür hakikat kahramanları kimi zaman daha işin başında her şeyi ayan beyan o kadar net bir şekilde görürler ki karşılaştıkları hâdise ve problemler karşısında hemen çok rahat,

فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ

“Hakkın ötesinde ancak dalâlet vardır.” (Yûnus Sûresi, 10/32) deyip doğruyu işaret eder, hakikati seslendirirler. Kimi zaman da karşılaştıkları hâdisenin muğlaklığı ve müphemliği karşısında, “Allah’ım sadece Senin rızanı diliyor, bu insanların Sana yönelmesi için rızana en muvafık tercih ne ise beni ona muvaffak kılmanı istiyorum.” diyerek samimiyet, ihlas ve gayretle O’na sığınırlar. Neticede onlar, Allah’ın izniyle doğruyu görür, doğruyu seslendirir ve insanları doğru yola yönlendirirler.

Hiç Kimse O Kapıdan Eli Boş Dönmemiştir

Eğer siz sürekli dualarınızda, “Allah’ım! Dayanamayacağım, güç yetiremeyeceğim musibet ve belalar karşısında Senin kapının tokmağına dokunuyor ve ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum. Allah’ım! Hata ve günahların ağır baskılarından kurtulma hatta tasavvur ve tahayyüllerimin kirlenmesi karşısında tertemiz bir hayat yaşayabilme adına yine Senin kapının tokmağına dokunuyor ve bir kere daha ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ talebinde bulunuyorum. Allah’ım! İnsanların dirilmeleri adına ortaya koyduğum bütün söz ve fiillerimde beni benimle baş başa bırakma! İrşad tecellilerini benim üzerimden hiçbir zaman eksik etme! Beni her daim doğru yola hidayet buyur! Bütün tavır ve davranışlarımda beni samimiyet ve ihlasla serfiraz kıl! Sazımın sözümün insanlara tesir etmesi için inayetini, görüp gözetmeni üzerimden eksik etme! Allah’ım! İrşad ve tebliğ yolunda mücadele ederken biliyorum ki ehl-i dalâlet beni rahat bırakmayacak; çok küçük şeyleri dahi bahane ederek üzerime gelecek. Onlardan gelecek her türlü belâ ve musibet karşısında eğilmeden, bükülmeden, kırılmadan, taviz vermeden dimdik ayakta durabilmek ve sadece Senin karşında eğilebilmek için yine Senin inayetine, koruyup kollamana sığınıyor, bir kere daha kapının tokmağına dokunuyor ve ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum. Allah’ım! Kalbimi duru tutamıyor ve hakkıyla hukukullaha riayet edemiyorum. Kalbimin, yarattığın günkü gibi dupduru olabilmesi adına tekrar Senin kapının tokmağına dokunuyor ve bir kez daha ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum.” şeklinde sadakat ve samimiyetinizi ortaya koyarsanız Cenâb-ı Hak sizin bu teveccüh ve yakarışlarınızı boş çevirmez; sizi içtihat, istinbat ve tercihlerinizde göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsinizle baş başa bırakmaz.

Evet, eğer siz hayatınızı bu mülahazalara bağlı götürüyor, sabah-akşam hep O’nun kapısının tokmağına dokunuyor ve isteklerinizi birer dilekçe gibi hep o kapıya arz ediyorsanız, arz-ı hâlinizi duyan, bilen, gören Allah (celle celâluhû) mutlaka icabet edecek ve sizi asla karşılıksız bırakmayacaktır. Hak dostlarının yürekleri yakan o derin ve dokunaklı virdlerinde çok defa ifade edildiği gibi, şimdiye kadar O’nun kapısına gidenlerden hiç kimse eli boş dönmemiştir. Hata ve günahlar içinde düşe kalka yürüdükleri hâlde niceleri o kapının tokmağına dokunmuş, O’nun afv u mağfiretine sığınmış ve neticede O’nun rahmet, lütuf, ihsan ve inayetiyle sarılıp sarmalanmışlardır.

Hâsılı, Cenâb-ı Hak, fenâ fillah, beka billâh ve maallaha mazhar olamamış, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerinden geçerek Zât-ı Baht’a ulaşamamış, bu yolda ciddî bir sermayesi bulunmayan; fakat son derece samimî ve ihlâslı olan, sürekli “Allah’ım! İman-ı kâmil!” “Allah’ım! İslâm-ı etemm!” “Allah’ım! İhlâs-ı tam!” “Allah’ım! Samimiyet!” diyerek Allah’a teveccüh eden ve tam bir sadakatle o kapının tokmağına dokunan tamir, ıslah ve tecdit yolcularını yalnız bırakmamış; ilahi koruma, görüp gözetme ve kollamasıyla onları hep muhafaza altına almıştır.

 

Ahirete Ait Zevk ve Lezzetleri de Feda Etme Ufku

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Hazreti Üstad’ın, “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de!” cümlesini nasıl anlamalıyız?

Cevap: Çağın devasa kâmetinden önce yaşayan Hazreti Ebû Bekir Efendimiz (radıyallahu anh) Hallac-ı Mansûr, İmam Rabbanî ve daha başka Hak dostları da buna benzer sözler söylemişlerdir. Onlar, adeta cehennem kapısında duran sıyanet meleği gibi davranmış ve insanların oraya yuvarlanmaması adına sürekli çırpınıp durmuşlardır. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, kollarını makas gibi açmış ve “Burası çıkmaz sokak!” demişlerdir.

O, En Başta Dünyasını Feda Etti

Hazreti Pîr, bu sözünde ilk olarak başkalarının imanını kurtarmak için dünyayı terk ettiğinden bahsediyor. Hakikaten onun hayatına göz atan bir insan, baştan sona bütün bir ömrün bu sözü tasdik ettiğini görecektir. Zira onun seçmiş olduğu hayat tarzı normal bir insan için yaşanabilecek, dayanılabilecek gibi değildir. Onun bütün hayatı sürgünler, hapishaneler, zindanlar, baskılar ve mağduriyetlerle doludur. Kimi zaman hapishane hücresini bile yeterli bulmamış ve onu -o pak ruh beni mazur görsün- kendilerince helâ gibi bir yere tıkmışlardır. Üstelik soğuk ve dondurucu kış günlerinde bu hücrenin pencerelerini de açmış ve adeta onu ölüme terk etmek istemişlerdir. Hatta bunlarla da yetinmeyerek onu tam on dokuz defa zehirlemişlerdir. Hapishanelerdeki maddi işkence ve zulümler bir yana, bu devasa kâmet, dışarıda da peşine takılan mahalle bekçileri tarafından takip edilmiştir.

Hâlbuki Hazreti Pir, eğer isteseydi, başkaları gibi makam ve mevki sahibi olabilir, herkes gibi rahat ve lüks içinde yaşayabilir ve dünya zevklerinden faydalanabilirdi. Zira o, çok erken dönemden itibaren büyük plan ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahipti. Konuştukları ve yazdıklarıyla kitlelere tesir ediyordu. Daha meşrutiyet yıllarındayken yaşanan kargaşalarla ilgili Sünûhat isimli eserini yazmış ve bu eserinde problemlere çözüm olabilecek pek çok disiplin ortaya koymuştu. Aynı şekilde Muhakemât isimli eserini yazdığında ulemanın bile ezberini bozmuştu. Anadolu’yu gezerek isyana hazırlanan aşiretleri ikna etmiş; meydanlarda yaptığı konuşmalarla da asi zümreleri yatıştırmıştı. Divan-ı Harp’te yargılandıktan sonra duygu ve düşüncelerinden hiç taviz vermeyerek avazı çıktığı kadar, “Yaşasın zalimler için cehennem!” diye bağırabilecek ölçüde de bir cesarete sahipti.

Eğer böyle muhteşem bir dimağ azıcık dünyayı düşünseydi ve çevresindekilere mümaşat yapsaydı elde bir gülde bir yaşardı. İstiklâl mücadelesini takip eden yıllarda mecliste bir koltuk da o kapar, orada uslu uslu oturur ve böylece sürekli iltifat görürdü. Kendisine aidât-ı mestûre yani günümüz ifadesiyle örtülü ödenekten bir kısım servetler, imkânlar tahsis edilirdi. Başkaları gibi onun da bağları, bahçeleri, yalıları, villaları olurdu ve böylece refah içinde, dünyevi hayat itibarıyla bir şekilde gül gibi yaşayıp giderdi. Fakat o, davası uğruna bunların hepsini elinin tersiyle itmesini bildi ve başkalarının imanını kurtarma adına kendisi katlanılmaz bir hayata talip oldu.

Ahireti Feda Ne Demek?

Öte yandan Hazreti Bediüzzaman, milletin imanını kurtarmak için ahiretini de feda ettiğini ifade ediyor. Bu hususta bile nefsini düşünmüyor. Yani o, Allah’la münasebetini güçlendirme adına bir köşeye çekilerek inziva hayatı yaşama, erbaînlere girme, şahsî terakkisini gerçekleştirme, zevk-i ruhaniye açılma, keşif ve kerametler izhar etme, el ve etek öptürme gibi yollara da girmiyor. Milletinin imanını selamette görme meselesi onun biricik gaye-i hayali haline geldiğinden, dünyeviliğe talip olmadığı gibi uhreviliğe de talip olmuyordu. Peki, onun ahirette Allah’tan bir beklentisi yok muydu? Vardı elbette. Fakat bunu Allah’ın fazlından, kereminden, hususi rahmetinden bekliyordu.

Burada şunu da hemen belirtmek gerekir ki Hazreti Pîr ve onunla aynı duygu ve düşünce çizgisini paylaşan insanlar, milletiyle bütünleşmiş ve umumî bünyenin bir parçası haline gelmişlerdir. Onlar adeta o bünyenin kafasının içinde yer alan nöronlardan bir tanesi olmuşlardır. Dolayısıyla onlar, acısıyla tatlısıyla bünyede olup biten her şeyi derinden derine duyar ve bundan çok ciddi manada etkilenirler. İşte böyle bir insan Hazreti Ebû Bekir gibi, “Vücudumu öyle büyüt ki, cehennemi ben doldurayım ve oraya başkaları girmesin!” diyebileceği gibi “Milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” da diyebilir.

Fakat Üstad’ın sahip olduğu bu vicdan enginliğine sahip olmayan birinin bu sözleri hakiki manada anlaması mümkün değildir. Evet, bir insanın bu fedakârlık ufkunu anlayabilmesi için, insanların bugün çektikleri muhakkak azabın yanı sıra daha sonra çekecekleri mukadder ve muhtemel azabı da kendi içinde bir yangın gibi hissedebilmesi gerekir. Bu ise bütün insanlığı kucaklayan engin bir vicdana sahip olmaya bağlıdır. Siz isterseniz buna evrensel vicdan da diyebilirsiniz. İşte böyle bir vicdana sahip insanlar, başkalarının elemleriyle üzülür, lezzetleriyle de sevinirler. Öyle ki dünyanın neresine ateş düşerse düşsün, onları da yakar. Zira onlar bu ateşin acısını vicdanlarında duyarlar.

Bu itibarladır ki, herkes için diyemesek de bizim gibi sıradan insanların bu engin mülahazaları tam manasıyla anlayabilmeleri mümkün değildir. Biz belli ölçüde varsa çocuğumuzun, eşimizin, arkadaşımızın elemlerini duyabilsek de, bütün insanlığı kucaklayabilecek bir engin vicdana sahip değiliz. Böyle bir marifet ufkuna ve vicdan enginliğine açılmadığımız için de çok defa o büyük zatların çektikleri ızdırabı anlamakta güçlük çekiyoruz.

Bir zaman tanıdığım birisini Yaşar Hoca’nın bir vaazına götürmüşlerdi. Merhum her zamanki gibi vaazında derin bir heyecanla ve gözyaşlarıyla konuşmuştu. Ben, misafir arkadaşın bundan etkilendiğini düşünürken onun, “Bu adam niye böyle pis pis hıçkırıp duruyor!” dediğini işitmiş, hayret etmiş ve çok üzülmüştüm. Bir tarafta anlama ve hissetme kabiliyetinden mahrum kaba bir düşünce, öbür yanda ise dışa akseden inceliğin numunesi engin bir vicdan vardı. Böyle engin bir vicdanın duyup hissettiklerini anlamak ise onunla aynı ufku paylaşmakla mümkündü.

Allah Hakkı Her Şeyin Önünde Olmalı

İşte Şah-ı Geylanî, Hazreti Gazzâlî, İmam Rabbanî ve Hazreti Bediüzzaman gibi zatlar çok geniş bir daireye kilitlendiklerinden ve çok geniş bir alanla alâkadar olduklarından dolayı kendilerini düşünmemişlerdir. Böyle bir abide şahsiyeti tanıma bahtiyarlığına ermiş olanlara gelince onlar da, aynı fedakârlık ufkunu paylaşma peşinde koşmalıdır. Evet, adanmış ruhlar hiçbir zaman, hayatın tadını çıkarmak için, yaz günlerinde dağların tepelerine çıkıp kış bastırdığı zaman sahile inerek yalılarda keyif sürme gibi düşünceler arkasında koşmamalıdır. Onlar akıllarına gelebilecek bu tür mülahazaları çok rahatlıkla ayaklarının ucuyla itmesini bilmelidir. Ama bunun yanında onlar keşif ve keramet gösterme, insanların içini okuma, metapsişik mülahazalar içinde dolaşma, ruhanilerle beraber kanat çırpma gibi manevî füyuzât hislerinden de fedakârlık göstermeli ve kendilerini sadece milletin imanını kurtarmaya adamalıdırlar. Talip olunmadığı halde gelen bu tür manevi füyuzât hisleri karşısında ise “Acaba Allah beni bununla imtihan mı ediyor?” endişesini taşımalı ve aynı zamanda “Allah’ım eğer bunlar istidraç değil de Senin birer lütfun ise Sana hamd ederim. Fakat ben bunlara talip değilim.” diyecek kadar da bu konuda mert bir duruş sergilemelidirler. Esasında böyle temkinli bir yaklaşım aynı zamanda Allah hakkını her şeyin önünde görme demektir.

Burada yanlış anlaşılabilecek bir noktaya dikkat çekmekte fayda olabilir: Ahiretini feda veya manevî füyuzat hislerinden fedakârlık, ibadet ü taati, evrâd u ezkârı terk veya ihmal etmek demek değildir. Bilakis bunları mümkün mertebe en üst seviyede yerine getirmekle beraber, hedefte keşf u keramet, ruhanî zevk ve lezzetler değil, kulluk vazifesini yerine getirme ve duyup tattıklarını başkalarına da duyurup tattırma vardır. Hem zaten ibadet ü taat, evrâd u ezkâr ile kendi imanını muhafaza altına almayan birinin başkasının imanını kurtarması mümkün değildir.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, insanın kendisini düşünmeyerek sürekli yaşatma duygusuyla oturup kalkması, hep O’nu hecelemesi, insanlığı düşünerek gecelemesi bir peygamber vasfıdır. Ötede insanlar belirli kategorilere ayrılırken din, iman, Allah, Kur’an ve insanlık için çırpınıp duranlar da inşallah peygamberlerle birlikte haşr olacaktır. Bu yüzden himmetler âli tutulmalı, yaşama duygusu bir kenara bırakılıp hep yaşatma ideali peşinde koşulmalıdır.

Cins Dimağlar ve Kabiliyetlerin İnkişafı

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Yazı ve sohbetlerde cins dimağlardan bahsediliyor. Cins dimağdan maksat nedir? Bu tür insanların kabiliyetlerinin inkişafı adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Cins dimağ dediğimizde, içinde yaşadığı çağı, toplumu, insanı, kâinatı, eşya ve hâdiseleri, kısaca her şeyi anlamaya çalışan, anladığı nazarî bilgileri pratiğe dökme gayreti içinde olan ve bu istikamette sürekli düşünen, sorgulayan, araştıran dimağları kastediyoruz. Bu tür insanlar, hakikat aşkına, ilim sevdasına ve araştırma tutkusuna kilitlendikleri için, arkasına düştükleri problemleri, Allah’ın izniyle çözebilir, çok sürpriz başarılar ortaya koyabilir, düşüncelerdeki tıkanıklıkları açabilir ve böylece içinde yaşadıkları toplumun aydınlanmasına vesile olabilirler.

Kabiliyetler Bir İmtihan Vesilesidir

Ne var ki, böyle bir seviyeyi ihraz etmiş insanların potansiyel bir kısım tehlikelerle karşı karşıya olduklarını da ifade etmek gerekir. Mesela onlar, yeteneklerini göz önünde bulundurarak farklılık mülahazasına girip karşılaştıkları her problemi kendi zekâ ve kabiliyetleriyle çözebilecekleri ve her sorunun üstesinden gelebilecekleri vehmine kapılabilirler. Böyle bir psikoloji içinde “dediğim dedik” mülahazasıyla hareket edebilir veya kendi faikıyetlerini vurgulamak istediklerinden ötürü farklı düşünce ve kanaatlere karşı müstağni ve katı bir tavır sergileyebilirler. Başka bir ifadeyle bazı konularda yüksek ufuklara açılmaları, çevrelerindeki insanlara tepeden bakmaya ve onların mülahazalarını hafife almaya sebebiyet verebilir. Hatta zamanla kendilerince bir isyan ahlâkı geliştirerek, ciddî bir tefekkür muhassalasının ürünü olan çok makul düşüncelere bile hemen itiraz etme yoluna girebilir ve Hakk’ın hatırının âli olduğunu unutabilirler.

Bu tür inhirafların temelinde esasında terbiye eksikliği vardır. Eskiden talimde bulunan insanlar aynı zamanda çok iyi eğitimciydiler. Yani hakikî mürebbiler, oturuşları, kalkışları, duruşları, inanç, düşünce ve dünya görüşleriyle çevrelerindeki insanlara her yönüyle örnek oluyor ve onları hâl diliyle terbiye ediyorlardı. Fakat bugünkü tedrisat sisteminde eğitim ve öğretimin at başı gittiğini söylemek oldukça zordur. Öğretimde çok ileri noktalara gidildiğini düşünsek bile bu durum, eğitimdeki boşluğu doldurmayacaktır. Eğitim, potansiyel insanın hakikî insanlığa yükseltilmesi demektir. İdeal eğitimciler ise, mahir bir heykeltıraş gibi insan abidesini ortaya koyabilecek kabiliyette olmak zorundadır. Eğer cins dimağlar, iyi eğitimcilerin elinden geçmiyor ve onların tesirinde yetişmiyorlarsa, “her şeyi en iyi ben bilirim” psikozundan sıyrılmaları ve başka insanlardan istifade edecek bir anlayışa kavuşmaları oldukça zordur.

Benliğinin Altında Kalıp Ezilenler

Bu konuyla irtibatlı olarak, Hazreti Pîr’e ömür boyu hizmet etmiş saff-ı evveli teşkil eden kahramanlardan birisinin bir tavrını daha önce size birkaç defa nakletmiştim. Bir müzakere esnasında bu kahraman zatın yanında bulunanlardan birisi onun düşüncesine muhalif bir beyanda bulunuyor. Fakat o büyük insan ona karşı “Öyledir kardeşim. Belki de doğru söylüyorsun.” deyip tebessümle mukabelede bulunuyor. Çünkü o, muhatabının o anki halet-i ruhiyesi itibarıyla, hakikati kabullenip söylediklerini anlayacak seviyede birisi olmadığını hissediyor. Fakat itiraz eden kişi bir süre sonra kendi mülahazalarının falsosunu birkaç yerde yaşayınca tekrar o büyük insanın yanına geliyor ve bu sefer, “Efendim! Ben şu düşüncemde yanılmışım. Sizin söylediğiniz doğruymuş.” diyor. Hazret, tavrını hiç değiştirmeden yine, “Öyledir kardeşim.” diyor.

Ben de belki yüz defa benzer hâdiseler yaşadığımı ve her defasında bunları geçiştirdiğimi söyleyebilirim. Geçiştirmişimdir çünkü bu tür insanlar kendi akıllarının her meseleye erdiğini zannedip her söze itiraz edebilirler. Bu durumda siz, problemin büyümemesi adına meseleyi zamana bırakırsınız. Aksi takdirde bu insanlar çok farklı noktalara savrulabilirler. İnsanlık tarihi boyunca bunun pek çok acı örneği vardır. Mesela bir Hitler, bir kısım kabiliyetleri olmakla birlikte, kendisini hep üstün görme gibi bir hastalığa tutulduğundan hiçbir kalıba girmemiş, hiçbir söze kulak asmamış ve neticede koskocaman bir milleti bir macera uğruna hezimete uğratmıştır. Öyle ki günümüzde bile hâlâ kendi toplumu içinde ona lanet okunmaktadır.

Cins Dimağların Topluma Kazandırılması Ayrı Bir İhtimam İster

İnsanları böyle yanlış bir isyan ahlakından korumanın tek çaresi, terbiye ve rehabilite etmek suretiyle onların heyete uyumlarını sağlamaktır. Değişik üslûp ve metotlarla ama mutlaka bir yolu bulunup onlara vifak ve ittifakın önemi anlatılmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan gelecek teveccüh ve inayetinin buna bağlı olduğu ifade edilmeli; insanın şahsî düşüncesi ne kadar isabetli olursa olsun, genel ahengi bozmama adına onlardan vazgeçebilmenin bir fazilet olduğu vurgulanmalıdır.

Ne var ki, umumun hukukuna taalluk etmeyen şahsî meselelerde, terbiye maksadıyla, kimi zaman, bu tür insanları kendi falsolarıyla baş başa bırakma da faydalı bir yol olabilir. Gidebildiği kadar bir yere gitsin, toslasın ve sonra gelip “Sizin dediğiniz doğruymuş.” desinler. Çünkü kişilerin kendi tercih ve hür iradeleriyle yanlışlıklarını görmesini temin etme, insanın yetiştirilmesi adına çok önemlidir.

Benlik uğrunda, heva ve heves peşinde ömür tüketen kabiliyetli insanları görünce insan bir “keşke” çekmekten kendini alamıyor: Keşke kapasitesi yüksek, aklı farklı meselelere eren, problem çözme yeteneği olan, cesur ve atılgan insanlar, bu güç ve potansiyellerini kendilerini ispat etmeye, şuna buna itiraz etmeye kullanacaklarına din-i mübin-i İslâm’ı i’lâ etme, milli kültürümüzü anlatma yolunda kullansalardı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği kabiliyetleri, içinde bulunduğu heyetle uyumlu hâlde, yüce bir mefkûre istikametinde kullanabilen cins dimağlar pek çok yararlı iş ve faaliyete vesile olabilirler.

Bu noktada onları sevk ve idare etme konumunda bulunan insanlara çok ciddî sorumluluk düşmektedir. Evet, idarî konumda bulunanlar, bu tür insanları kazanma, onların içinde bulundukları toplumla uyumlu çalışmasını sağlama ve böylece onların kabiliyetlerinden istifade etme adına ciddî gayret göstermelidir. Eğer bu tür insanlar on kişinin yaptığı hizmeti yapacaklarsa, baştakiler de gerekirse on kişiye ayıracakları zaman ve emeği böyle bir kişiye harcamalıdır. Zira bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Halid İbn Velid, Amr İbnü’l-Âs, Muğîre İbn Şu’be gibi müstesna fıtratların Müslüman olması adına ciddî gayret göstermiştir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) cahiliye toplumu arasında yer alan bu tür kabiliyetleri, ayrı bir ihtimamla yoğurmuş, şekillendirmiş ve sonra da dinin emrine vermiştir. Tabiî, netice itibarıyla bu sahabe efendilerimizin her biri, İslâm adına çok büyük hizmetlere vesile olmuştur.

Osmanlı tarihine baktığınızda da sultanların, deha seviyesinde bir kabiliyet sezdikleri an hemen onu kazanma adına ciddî gayret içine girdiklerini görürsünüz. O devrin idarecileri, firaset ve sezgileriyle, farklı din ve kültürlerden bile olsa bu kabiliyetleri keşfetmiş ve onları kazanmanın yollarını aramışlardır. Bu sayede Zağanoslar, Evrenoslar, Gazi Mihaller, Mimar Sinanlar, Sokullular (Allah hepsinden razı olsun) Müslüman olmuş, Osmanlı Devleti’nin emrine girmiş ve hayatları boyunca insanlığa hizmet etmişlerdir. Bunların içinde kimisi komutan, kimisi sadrazam, kimisi de mimar olmuş ve neticede milletimiz adına çok yararlı hizmetler yapmışlardır.

Dengesizlik ve aşırılığa girmeden, yerinde gönüllerini alarak, yerinde alkışlayarak, yerinde de ödüllendirerek cins dimağları kazanmanın yolları aranmalıdır. Esasında böyle davranmak da ilahî bir ahlâktır. Zira icraat-ı sübhaniyesinde görüyoruz ki, O (celle celâluhû) hiçbir başarıyı mükâfatsız bırakmıyor. Bu açıdan yapılması gereken, bir taraftan farklı kabiliyet ve istidatların inkişafı adına cins dimağları takdir edip mükâfatlandırmak, diğer taraftan da onların ruhunda insanlığa faydalı olma duygu ve düşüncesini uyarmaktır.

Mesai Tanzimi ve Aile Hayatımız

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik ve devlet başkanlığı vazifesinin yanı sıra aynı zamanda bir baba, bir eş ve ashabının da en yakın dostuydu. O, zamanını öyle tanzim ediyordu ki, bunların hiçbirisinin hakkını ihlâl etmiyordu. Buna göre bir mefkûre insanı, üzerindeki haklarda dengeyi kurma adına nasıl bir zaman tanzimi yapması gerekir?

Cevap: Zamanın tanzimi, yapılması gerekli bütün işleri nazar-ı itibara alıp önem sırasını belirleyerek hayatın ona göre planlanması demektir. Öyle ki, bu plan içerisinde,  namaz, zikir, dua gibi ibadet hayatımız da olmalı; aile, çoluk-çocuk gibi bire bir mesul olduğumuz insanlara karşı yapmamız gereken sorumluluklar da yer almalıdır.

Mesela mü’min, hizmet ediyorum diye gece ibadetini terk edemez, etmemelidir. Evet, inanan bir gönül iki rekâtlık namazla da olsa gecenin ihyasına mutlaka katkıda bulunmalıdır. Esasında geceleyin kalkıp 10-15 dakikasını teheccüd namazına ve duaya ayıran bir insan hizmet hayatından hiçbir şey kaybetmez; bilâkis çok şey kazanır. Zira geceyi değerlendiren bir insan, bir diriliş yoluna girmiş demektir. Gece ibadeti, mele-i âlânın sakinlerinin alkış tutacağı bir ameldir. Orada yapılan dua, başka dualarla kıyas edilemeyeceği gibi, gecenin derin sessizliği içinde alnı yere koyma, seccadeyle buluşma, Rabbin huzurunda iki büklüm olma, iki damla gözyaşı dökme de başka zamanlarda yapılan ibadetlerle kıyas edilemeyecek kadar büyüktür. Bu açıdan, bir gün tanzim edilirken gece ibadeti asla ihmal edilmemelidir.

Her Hak Sahibine Hakkını Verin!

İnsan, kalbî ve ruhî hayatını besleyen ibadetleri asla ihmal etmemesi gerektiği gibi, sosyal hayatındaki umum hakları birden nazara alarak bunları ağırlıkları ölçüsünde sıraya koymalı ve her birisinin hakkını vermeye çalışmalıdır. Bilindiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendilerini ibadete adadıklarından ötürü ailelerini ihmal eden sahabilere hitaben şöyle buyurmuştur: “Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı var, ailenizin sizin üzerinizde hakkı var, Allah’ın sizin üzerinizde hakkı var.. her hak sahibine hakkını veriniz.” (Buhârî, edeb 86) Hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere, ibadetle meşgul olma dahi insanın; nefsinin, eşinin, çocuklarının vs. kendisi üzerindeki haklarını ihmal etmesine yol açmamalıdır.

Esasında namazın beş vakte tahsis ve tayini, mü’minlere zamanın tanzimi konusunda önemli dersler verdiği gibi, gece ve gündüzün yaratılış hikmetlerinin anlatıldığı âyet-i kerimeler de onlara bu konuda bir kısım doneler vermektedir. Mesela Kasas Sûresi’nde şöyle buyrulmuştur:

وَمِنْ رَحْمَتِهِ جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

“O, rahmetinin eseri olarak gece ile gündüzü var etti ki, geceleyin istirahat edesiniz, gündüzün de hayatınız için çalışıp Allah’ın lütfundan nasibinizi arayasınız ve O’nun nimetlerine şükredesiniz.” (Kasas Sûresi, 28/73) Bu ve benzeri âyet-i kerimelerle Kur’ân-ı Kerim zaman tanzimi konusunda rehberlikte bulunup bize şu mesajı vermektedir: Eğer hayatınızı tanzim eder, gündüz, gündüz yapılması gerekenleri, gece de gece yapılması gerekenleri yapar; geceyi ayrı bir derinlikte, gündüzü de ayrı bir ufukta değerlendirirseniz karışık yaşamaktan kurtulur, plansızlık ve programsızlıktan kaynaklanan engellere takılmaz ve çok daha bereketli bir hayat yaşarsınız.

Yirmi Dört Saatin Planlanması

Disiplinli ve verimli bir zaman tanzimi için yirmi dört saatlik zaman dilimini yazıya dökebilirsiniz. Bu yapılabildiği takdirde sohbet-i cânan yörüngesinde arkadaşlarla bir araya gelmeden kitap okumaya; odamızı düzenlemeden evrad u ezkârla meşgul olmaya; eş ve çocuklarımızla belli meseleleri meşveretten istirahat etmeye kadar günün hangi saatinde hangi işin yapılacağı net bir şekilde tespit edilmiş olacaktır. Hatta oturup içilecek bir çaya, yenilecek bir yemeğe ayrılacak süre bile bu tanzimin içinde mütalaa edilebilir. Mesela yemek için yirmi dakika yeterliyse bununla iktifa etmeli ve yemek sonrası yapılacak lakırdılarla zaman israf edilmemelidir. Hatta mesai tanzimi yapılırken, ekstra ortaya çıkabilecek meşguliyetlerin programımızı aksatmaması için ihtiyatî zaman dilimleri de 24 saatlik planlamanın içine konulmalıdır.  

Usûlünden fürûuna yapılacak bütün işler bu şekilde detaylandırılmak suretiyle tanzim edilebilirse, zamanın ayrı bir berekete ulaştığı ve yapılan işlerde ortaya çıkan neticenin birden ona yükseldiği görülecektir. Zira hayat böyle muntazam bir hâle getirildiği takdirde, insan zaman içerisinde tam disiplinli olacak, belli bir program dâhilinde hareket etmeye alışacak ve sahip olduğu motivasyonla yapacağı işleri zorlanmadan yapacaktır. Yanlış anlaşılmasın, böyle bir hareket tarzı, makineleşme demek değildir. Bilâkis bu, disiplin insanı olma ve hayatı disiplin içinde götürme demektir. Böyle disiplinli bir insan ise, ne ibadet ü taatinde boşluk yaşar, ne evrad u ezkârından taviz verir, ne üzerine düşen vazifeleri aksatır, ne de aile fertlerinin haklarını ihlâl eder.

Beraber Yol Yürünen İnsanları İkna

Zaman tanziminde dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta ise şudur: İnsan, uygulamayı düşündüğü zaman tanzimini öncelikle hayatını paylaştığı insanlara açmalı, onların düşünce ve görüşlerini almalı, sonra da, yapması gereken vazifelerin ehemmiyetini onlara anlatıp aklen ve kalben onları ikna etmelidir. Yani eşinin, çoluk-çocuğunun, anne-babasının hakları yanında kendisi üzerinde Allah’ın, dinin, Kur’ân’ın hakkı olduğunu ve her hak sahibine hakkının verilmesi gerektiğini dili döndüğünce izah etmeye çalışmalıdır. İnsan, aynı haneyi paylaştığı kişilerle bu konuda bir mutabakata varabilirse üzerine terettüp eden işleri aile çevresinin olumsuz söz ve tavırlarına takılmadan, daha rahat ve kolaylıkla yapabilir.

Bir insan düşünün ki, zamanının önemli bir kısmını ilâ-i kelimetullah (Allah’ın adının yüceltilmesi) yolunda kullanması gerektiği hususunda nefsini ikna etmiştir ve buna yürekten inanmaktadır. O, bu vazifeyi, hiçbir fedakârlıktan çekinmeden yerine getirebilecek şekilde içine sindirmiş ve içselleştirmiştir. Fakat hayatı beraber paylaştığı insanlar, Allah hakkının büyüklüğünü, O’nun adının âfâk-ı âlemde (dünyanın dört bir tarafında) şehbal açmasının önemini, bu dinin bir emanet olduğunu ve bu emanete karşı sürekli gerilim içinde bulunulması gerektiğini, asırlardan beri rahnedar olmuş bir kalenin usûlünden fürûuna kadar restorasyon görmesinin çok hayati bir vazife olduğunu bilmiyorlarsa, onun yanında beraber yol yürümek istemezler. Dolayısıyla onlarla beraber yol yürüyebilmek için ekstra gayret ortaya koyması gerekir. Bu ise bir müddet sonra o kişide yol yorgunluğu hâsıl edecektir.

Hâlbuki insan, sahip olduğu inanç ve mefkûreyi hayatı paylaştığı insanlara, inandırabilir, onlarla aynı duygu ve düşünceyi soluklar ve yapmış olduğu hizmetlere sahip çıkma duygusunu onların gönüllerinde uyarabilirse, işlerini tanzim etme mevzuunda işini ciddî mânâda kolaylaştırmış olacaktır. Hatta yapması gereken vazifeleri aksattığında, mesela gitmesi gereken toplantıya gitmediği veya katılması gereken bir okuma programına katılmadığında ilk tepkiyi hayatı birlikte paylaştığı insanlardan alacaktır. Bu da kendisi için teşvik edici bir unsur olacaktır.

Aksi takdirde eğer eşiniz, çocuklarınız veya birlikte yaşadığınız diğer insanlar sizin kafanızda kurguladığınız mesai tanziminden ve bunu uygulamanın öneminden habersizse, bir süre sonra duygu ve düşüncede bir kısım ihtilâf ve iftirakların yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Bu da ilâhî inayetin kesilmesine yol açacaktır. Zira Allah’ın tevfik-i sübhanîsi vifak ve ittifaka gelir. Şayet siz Allah’ın muvaffak kılmasına namzet olmak istiyorsanız, hangi dairede olursa olsun, öncelikle aranızdaki vifak ve ittifakı temin etmeniz gerekir.

Mesai Himmeti

Burada üzerinde durulması gereken diğer bir mevzu da, yüce bir mefkûre istikametinde harcayacağımız mesaiye ayrılacak zamanın süresidir. Bir memur veya işçi mantığıyla sadece günün yedi sekiz saatlik bir kısmını mesaiye ayıran bir insanın mefkûre adına yapacağı iş, o mantığın darlığıyla sınırlı olacaktır. Eğer insan yüce bir mefkûre istikametinde üzerine 3-4 iş aldıysa ve bunların yapılması 13-15 saatlik bir zamanı gerektiriyorsa, insan iyi bir mesai tanzimiyle bunu yerine getirmeye çalışmalıdır. Yani bir taraftan saniyesini boşa geçirmeksizin harcayabildiği kadar zamanını Allah yolunda harcamalı, diğer yandan da işlerini düzene koymak suretiyle bu zamanını en verimli bir şekilde değerlendirmeye gayret göstermelidir.

Özellikle günümüzde asırlardan beri rahnedar olan mânevî bir kalenin tamiri mevzubahis olduğundan, Kur’ân ve iman hizmetine gönül vermiş insanlar şimdiye kadar gösterilen fedakârlıktan daha fazlasını gösterme ve bu konuda daha hassas hareket etme mecburiyetindedirler. Bunu sağlama adına aralarında “mesai himmeti”nde bulunabilirler. Mesela birisi gününün on iki saatini milletine hizmet yolunda ayırabileceğini söyler, bir başkası on üç saatlik bir sorumluluğun altına girer, bir diğeri ise on dört saat Allah yolunda çalışma vaadinde bulunur. Hâsılı herkes gönüllü olarak ne kadar mesai himmetinde bulunmuşsa, o vakti hizmet yörüngeli tanzim edip değerlendirmeye çalışır. Hakikî bir mü’mine düşen mesai anlayışı işte budur. Günümüzde mesai kavramı böyle anlaşılmıyorsa, Müslümanlığın bu yönü anlaşılamıyor demektir.

Eğer bazıları, imkânı olmasına rağmen beklenilen ölçüde mesai himmetinde bulunmuyorsa, zihinlerin bu mevzuda ikna edilmesine ihtiyaç var demektir. Bu konuda muhataplarla bir mutabakata varma çok önemlidir. Fakat böyle bir mutabakattan sonra da hiç kimsenin hak ihlâli yapmaması gerekir. Herkes sahip olduğu sorumluluğu yerine getirme konusunda o kadar titiz olmalıdır ki, ne eşler birbirinin hukukuna tecavüz etmeli, ne çoluk çocuğun hakkına girilmeli, ne amir memur arasında bir haksızlık yaşanmalı ne de işyerindeki sorumluluklar ihlal edilmelidir.

Yoksa biz mesai derken, bir memur mantığıyla hareket etmeyi, yedi sekiz saat çalıştıktan sonra yan gelip yatmayı, yiyip içmeyi, keyfimizce gezmeyi, miskin insanların otağı sayılan kahvehanelerde oturmayı, oyun oynamayı, cismanî ve şeytanî bir kısım aktivitelere katılmayı vs. anlıyorsak, meseleyi yanlış anlıyoruz demektir. Bu zihniyetle hareket eden birisi, günümüzde insanlık için yapılması gereken işlerin onda birini bile yapamayacaktır. Hatta böyle sakat bir mesai anlayışına sahip insan, kendisine en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda tatile gitmekten çekinmeyecek, çok önemli meselelerin yapılması gerektiği bir yerde izin alacak ve böylece yapılması gereken hayatî işleri aksatacaktır.

Hizmet ehlinin mesai anlayışı ise böyle değildir. Onlar hakka hizmet için üzerlerine aldıkları sorumluluğu mutlaka yerine getirmeye çalışır ve başladıkları bir işi asla yarım bırakmazlar. Bu arada eşlerine, çocuklarına, ailelerine karşı ihlal ettikleri haklar olduğunda da, onları telafi etmek için gayret gösterir, hakkına girdiğini düşündüğü insanların gönüllerini almaya çalışırlar. Mesela yeri gelir, bir buket gülle onların karşısına çıkar, geç kaldıkları için özür beyan eder ve sonra da ilk fırsatta, onlara verdikleri sözü yerine getirir, kasdi olmayan hata ve ihmallerini telafi ederler.

Bu arada mutlaka yapılması gerekli olan bir işten dolayı meydana gelen gecikmeler karşısında da eşler birbirine müsamahalı davranmalıdır. Asla unutulmamalı ki, böyle bir bekleme süresindeki saatler, dakikalar, hatta saniyeler bile bekleyenler açısından ibadet hükmüne geçer. Çünkü böyle bir bekleyiş ciddî bir fedakârlık sayılır. Bir yuvayı paylaşan eşlerden her birisinin diğerine ihtiyacı vardır. Onunla paylaşması, dertleşmesi gereken belli meseleler vardır. İşte kendi ihtiyacı olduğu hâlde, hizmet adına bir yerde koşturan hayat arkadaşını bekleyen bir insanın saniyeleri hiç farkına varmadan seneler hükmünde ibadet şeklinde kabul edilebilir. Zira mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.(Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186) Eğer eşlerden biri hayır peşinde koşarken diğeri de maddî-mânevî ona destek oluyorsa, Allah’ın izniyle, her ikisi de o salih amelden hâsıl olan sevabı paylaşırlar.

Kötülüklerle Mücadelede Mü’mince Tavır

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Zulüm ve haksızlıkları engellemede mü’mince mücadele tarzı nasıl olmalıdır?

Cevap: İslâm, bütün aşırılıklara karşı evrensel ahengi tesis edecek denge ve adalet mesajıyla gelmiştir. Kötülüklerle mücadelede de o, ne zulmü hoş görecek, ona boyun eğecek pasif ve miskince bir tavrı benimser, ne de zalimlerle mücadele ediyorum diye ayrı bir zulüm ve haksızlığa yol açacak şiddet ve aşırılığa müsaade eder. Yeri geldiğinde mü’min sarsılmaz bir kale, bükülmez bir bilek hâlinde zulüm karşısında dimdik durur, korkmadan ve geri durmadan hakkın ikamesi için elinden gelen gayreti ortaya koyar. Ama umumî mânâda o, fevkalade mahviyet ve tevazu içerisindedir, herkese karşı şefkat, merhamet ve mülayemetle muamele onun genel tavrıdır.

Mesela, ırzına, namusuna, haysiyetine, şerefine, vatanına, ülkesine, istiklaline, devletine taarruz eden mütecaviz düşmanlarla karşı karşıya geldiği zaman mü’mine düşen bükülmez bir bilek, eğilmez bir baş hâlinde orada işin hakkını vermektir. Fakat o, savaşın bitirilip sulhun talep edilmesi durumunda, hemen bir hilm ü silm insanı olarak sulhu esas alır; barış atmosferi içerisinde İslam’ın güzelliklerini yaşamaya ve yaşatmaya çalışır. Zira Kur’ân-ı Kerim’in bu konudaki emri şudur:

وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ

“Karşı taraf sulh ve barışa yönelirse, sen de yönel ve Allah’a tevekkülde bulun!” (Enfâl Sûresi, 8/61)

Mâide Sûre-i Celilesi’ndeki bir âyet-i kerimede de bir başka açıdan mü’minlerin bu özellikleri şu ifadelerle anlatılır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar.” (Mâide Sûresi, 5/54) Yani onlar, mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirir, “zillet” denecek ölçüde kardeşlerine karşı alçakgönüllülük ve mülayemetle muamele ederler. Fakat küfür ve küfran içinde olanlara karşı da onlar aziz mi azizdirler. Kat’iyen onlar karşısında serfüru etmez, asla boyun eğmezler. Akif’in şu mısraları bu mazmunu ne güzel seslendirir:

“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!”

İşte bu, izzet açısından tam prototip bir insandır. Fakat bir kere daha ifade etmek gerekirse, bu iki tavrın sergileneceği yerin çok iyi belirlenmesi gerekir.

“Yarıp da Kalbine mi Baktın?”

Meselâ kahramanlık çok güzel bir haslettir. Hazreti Halid’in (radıyallahu anh) kahramanlığına hayran olmayan yoktur. Daha üç günlük Müslüman iken sergilediği kahramanlık ile herkese dudak ısırtmıştır. Ne var ki İslam’la ilk tanışma günlerinde “Müslüman olduk!” demeyi beceremeyip, “Sâbiî olduk! Sâbiî olduk!” diyenlerin bir kısmını öldürmüş ve bir kısmını da esir etmişti. Hâdise Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) intikal edince Allah Resûlü, mübarek ellerini kaldırmış ve “Allah’ım! Halid’in yaptığından sana sığınıyorum!” (Buhârî, meğâzî 58) demiş, bu durumdan çok teessür duymuştur. Benzer bir vakada da yine O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kelime-i tevhidi söyleyen bir düşmanını öldüren Hazreti Üsame’ye (radıyallahu anh), “Yarıp kalbine mi baktın!” (Buhârî, meğâzî 45) diyerek çok ciddî ikazda bulunmuştur. İşte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadelerinde, sıcak savaş ortamında, harp meydanında bile Müslüman’ın mutlak adalet düsturuyla davranması gerektiğini anlıyoruz.

Kaba Kuvvet Yerine Akıl ve Diplomasi

Öte yandan mü’min, düşmanla mücadele adına bile olsa, her zaman kılıçla, topla, tüfekle meselenin halledilemeyeceğini hesaba katmalıdır. Bazen olur ki, siz kaba kuvvetle meselenin üzerine gittikçe, kin ve nefretleri körüklemiş, düşmanlarınızı mağdur ve mazlum durumuna düşürmüş ve böylece onlara bir sürü yandaş kazandırmış olursunuz. Neticede mevcut problem, daha da büyür ve başa çıkılmaz hâle gelir. Hâlbuki kaba kuvvetle değil de diplomasiyle işin üzerine gidildiğinde, çok daha güzel neticeler elde etmek her zaman mümkündür.

Mesela şahsen, Yavuz cennetmekânı çok severim. Hatta onu, bir ikisi müstesna, bütün padişahların önünde görürüm. Fakat kendi dar mantığımla onun bazı askerlik stratejilerini sorgulamaktan da kendimi alamam. Hazretin kendisi güçlü kuvvetli olduğu gibi, arkasında da hakikaten bükülmez bilekler vardı. O, “Ölüme gidin!” emrini verdiği zaman, gözünü kırpmadan bu emri yerine getirecek bir orduya sahipti. Karşısında da, İslâm dünyası için fitne unsuru hâline gelmiş ve Pers hırsıyla oluşmuş bir fitne devleti vardı. O da, İslâm birliği ve nizam-ı âlem mülâhazası hatırına onların üzerine gitmiş ve muzaffer olmuştu. Ama acaba kaba kuvvete başvurulacağına alternatif bütün aklî, mantıkî, diplomatik yollar kullanılsaydı günümüze kadar gelecek bazı fitne unsurlarının önü alınamaz mıydı? Bu beyanlar, benim bu konudaki tereddüdüm. Ben bu mülahazamda hata ediyorsam, o büyük ruhtan özür dilerim. Günah işliyorsam “Allah (celle celâluhû) beni affetsin!” derim. Fakat aklın, mantığın, muhakemenin ve diplomasinin önemine vurguda bulunmayı da kendi hesabıma gerekli görüyorum.

Bakın yıllardır ülkemizdeki terör hâdisesiyle başa çıkılamıyor. Otuz senedir, şiddet ve hiddetle üzerine gidilmesine rağmen problem devam edip gidiyor. Acaba bu işi önlemenin başka bir yolu olamaz mıydı? Öğretmeniyle, polisiyle, imamıyla, doktoruyla, kaymakamıyla bu insanların gönüllerine girebilseydik, iç dünyalarına açılabilseydik; onlara dağın patika yoluna mukabil liseye, üniversiteye giden şehrahları gösterseydik ve aynı zamanda başkalarının her fırsatta önlerine döktüğü paralara tamah etmeyecek ölçüde onlara imkân ve fırsatlar verseydik, problemi halledemez miydik? İşte bu da, diplomasi dilinin kullanılması demektir. Fakat çok defa kaba kuvvet, akıl ve mantığın mükemmel işlemesine mâni oluyor. “Nasıl olsa, güç kullanarak onları hizaya getiririm.” mülahazası, alternatif politika ve strateji takip etmenin önüne geçebiliyor.

Menfaat Beklentisi İçindeki “Zillet” Tevazu Değildir

Kötülüklerle mücadelede akıl, muhakeme, diplomasi, yumuşak dil ve yumuşak üslûp meselenin bir kanadını teşkil ediyorsa, meselenin diğer kanadını da güç ve kaba kuvvet karşısında hiçbir zaman eğilmemek, hep dimdik bir duruş sergilemek oluşturmaktadır. Bu açıdan zulüm ve haksızlık irtikâp edenlere karşı menfaat endişesiyle zillet tavırları içine girmek mahviyet ve tevazu ile karıştırılmamalıdır. Bu tamamen farklı bir durumdur. Maalesef hak ve hakikate çağrı adına çok önemli birer dinamik olan, kavl-i leyyin, hâl-i leyyin ve tavr-ı leyyin (yumuşak söz, yumuşak hâl, yumuşak tavır) bazı durumlarda kaba kuvvetin temsilcilerine yaranmak ve şirin görünmek amacıyla bir kılıf olarak kullanılmaktadır. Evet, bazı zayıf karakterlerin, yumuşak söz ve tavır sergilemekten maksadı, kendi itibar ve kredilerini yükseltmek, iltifat görmek veya hubb-u cah (makam arzusu) mülahazasıyla hareket ederek bir koltuk kapmaktır. Elbette ki, “Sen bu konuda riyakârlık veya münafıklık yapıyorsun!” diyerek hiçbir kimse hakkında su-i zanda bulunamayız. Hatta firaset sahibi bazı insanlar, bu zayıf karakterlerin tavır ve davranışları arkasındaki gerçek niyeti sezseler bile bunu objektif bir hükümmüş gibi ortaya koyamazlar. Aksi takdirde günaha girmiş olurlar ve bu günahın hesabını da Allah sorar. Fakat herkes ortaya koyduğu davranışları kendi vicdanında ölçüp biçip tartmalı ve kendi muhasebesini yapmalıdır.

Toplumun farklı kesimleri arasında uzlaşma, kaynaşma, paylaşma adına gösterilen bütün gayret ve çabaların insana sevap kazandıracağında şüphe yoktur. Fakat kimi zaman şahsî çıkar sağlama, makam ve mevki elde etme, değişik payeler kazanma, alkış ve takdir toplama, dünyada refah ve konfor içinde yaşama ve rahatını sağlama maksadıyla yüz yere sürülüyor, iki büklüm olunuyor ve başkaları karşısında temenna duruluyorsa bunun adı zillettir.

Toplumun Maslahatı Adına Mümaşat

Ancak problemlerin çözümünde mümaşat ve müdarat dediğimiz yol ve üslûbun da tezellülle karıştırılmaması gerekir. Mümaşat ve müdarat, insanları idare etmek, belli bir sulh zemini oluşturmak ve düşmanla kavga çıkarmamak adına takınılan tavırlardır. Hâfız-ı Şirazî, iki cihanın asayişini iki kelimenin tefsir ettiğini söyler. Bunlardan birisi, dostlara karşı mürüvvetkârâne davranmak, diğeri de düşmanları idare etmektir.(Hâfız Şirazî, Dîvân-ı Hâfız Şirazî s.4 (5. gazel)) Bu perspektife göre düşmana karşı izzetli olmak demek, her fırsatta onlarla kavga ve savaşa tutuşmak demek değildir. Hele hasım iki millet arasında güç dengesinin bulunmadığı bir yerde böyle bir maceraya kalkışmak, zayıfın kendi eliyle kendisini tehlikeye atması demektir. Bu sebeple de, kuvvet dengesinin olmadığı yerde bütün bir toplumun hukukunu koruma gayesiyle düşmanları idare etme adına yumuşak davranmada maslahat olabilir. Çünkü her türlü zararı verebilecek haset, kin ve düşmanlığı tahrik etmenin hiçbir faydası yoktur. Hem Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla meseleye bakılacak olursa, doksan dokuz tane düşmanı bulunan bir insan eğer akıllı ise herhalde bunu yüz yapmak istemeyecektir; bilakis yüz düşmanı varsa, bunu doksan dokuza indirmenin hesaplarını yapacaktır. İşte bütün bunlar müdarat kategorisi içinde mütalaa edilebilir.

Dünden Bugüne Fitneler ve Değerbilmez Kimseler

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bu sohbetinde şu konuları açıklıyor:

*Kur’an-ı Kerim’de Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e şöyle buyurulmaktadır:

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلَّا خَلَا فِيهَا نَذِيرٌ

“Şüphesiz Biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24)

Değişik Kulluklardan Sıyrılmanın Tek Yolu Allah’a Kul olmaktır!..

*Evet, beşer tarihinin değişik dönemlerinde, “Şimdiki insanlara şöyle seslenilmesi lazım! Onların problemleri ve dertleri üzerinde böyle durulması lazım! Dertlerin analizi şu şekilde yapılması lazım! Dertlere reçete veya derman analizi de böyle yapılması lazım!” denircesine peygamberler ve ilahi emirler gönderilmiştir. Fakat bir Peygamber gelmiş, aradan üç-dört asır geçmiş, insanlar onun izini, sözünü unutmuşlardır. İzini unutmuş, onu takip edememişlerdir; sözünü unutup bir yönüyle onunla kalbî ve ruhî hayata erememişlerdir. Çünkü insan kalbî ve ruhî hayata ancak o ilahî nefhalarla, vahy-i semâvî ile, Peygamber soluklarıyla erebilir. Dolayısıyla da bazıları çok çabuk, hemen putperestliğe sapmış, totemler oluşturmuşlardır… Kendi günlerinde şöyle böyle -şişen kabaran hindiler gibi- tiranlaşan insanlar ilahlaştırılmış; “Dokunan cennetlik olur; koklayan cennetlik olur.” denmiştir. Bakarsınız meseleyi daha ileriye götürenler olur; “sana tapıyorum” diyen kefere ve fecere zuhur eder. Peygambere bile böyle dense, diyen kâfir olur. Cebrail’e böyle dense, onu söyleyen kâfir olur. Tapma dediğimiz kulluk, yani ibadet, ubûdiyet ve ubûdet ancak Allah’a yapılır.

*Seyyid Kutup’un ifade ettiği gibi, “Değişik kulluklardan sıyrılmanın, kurtulmanın bir tek yolu vardır; o da Allah’a kul olmak!” Kur’ân’ın ifadesiyle, o yoldan sapılınca, çok farklı, abuk sabuk yollara sapılmış olur. İnsan bir daha da hedefine varamaz hafizanallah.

“Yarıp Kalbine mi Baktın?..”

*Merhamet-i ilâhî, inâyet-i ilâhî, fazl-ı ilâhî hiçbir çağı boş bırakmamıştır. Ne var ki, bazıları erken sapmış, bazıları biraz sonra sapmışlardır. Hatta bazıları dinleri adına sapmışlardır günümüzde din adına cinayetler işleyen, canlı bombalar halinde intihara teşebbüs eden, başkalarının ölümüne sebebiyet veren kimseler gibi… Bir insan diliyle bile olsa “Lâ ilâhe illallah, Muhammedu’r-Rasûlullah” diyorsa, ona ilişilmez. “Kalbinden dememiş!” Kalbini bilmiyoruz ki biz! “Falan günahın başında gördüm, filan günahın başında gördüm onu!” Bir insan “Lâ ilâhe illallah” diyorsa, “Muhammedu’r-Rasulullah” diyorsa, ona ilişen kendi dinine ilişmiş olur.

*Bir savaşta Üsâme b. Zeyd Hazretleri, düşman saflarında bulunan birisiyle savaşırken, tam onu öldüreceği esnada o kişi, kelime-i şehâdet getirir. Ancak Hazreti Üsâme, adamın içinden gelerek değil de kılıç korkusuyla bunu söylediğini düşünerek onu öldürür. Hazreti Üsâme gibi büyük bir sahabînin hislerine kapılıp gayz ve nefretle bir insanı öldüreceğine ihtimal verilemez. Demek ki, meselenin temel esprisini bilemiyordu. Çünkü o dönemde her şey ter ü taze olarak bildiriliyor ve sahabe tarafından da hemen hayata geçiriliyordu. Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm) bildirmeyince onlar nereden bileceklerdi ki! İşte bu durum haber verildiğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yarıp kalbine mi baktın?” diyerek Hazreti Üsame’ye öyle itap etmişti ki, Allah Rasûlü’nün bu cesur komutanı ve Hazreti Zeyd b. Harise’nin mahdumu olan Hazreti Üsame, “Keşke şu ana kadar Müslüman olmasaydım.” demişti. Bunun mânâsı şuydu: “Keşke bu hâdiseden sonra Müslüman olsaydım da Efendim’in bu itabına maruz kalmasaydım.”

*İslâmî disiplin: “Biz işin zâhirine, dış yüzüne göre hükmederiz.” Bir insan dış yüzüyle kelime-i tevhîdi veya kelime-i şehadeti diyorsa, onun Müslümanlığına hükmedilir ve kılına dokunulmaz onun. Ona dokunmak dine dokunmak demektir. Ona dokunmak, Cenâb-ı Hakk’ın o mevzudaki emirlerine dokunmak demektir. Ona dokunmak, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) disiplinlerine dokunmak demektir.

“Dini Biliyor Görünen İnsanların Haramîlikler Karşısındaki Sessizlikleri Günahların Yaygınlaşması İçin Referanstır!..

*Günümüzde hüsn-ü zan meselesi yıkılmış. Falanın filanın hevâ ve hevesine uymayınca, tam bir vesâyete girmeyince, biatler tahakkuk etmeyince, çok rahatlıkla “Bunların gıybeti edilebilir! Bunlara iftira savrulabilir! Bunlara zift atabilirsiniz!” denilircesine en çirkin şeyler mübah görülüyor, öyle yaygınlaştırılıyor! (…) Medenî cesareti olan birinin de “Yahu bu kadarı fazla!..” falan dediğine şahit olmadım! Böyle bir dönemde yaşıyoruz.

*Hem öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, kalkıp böyle bir yalana yalan diyen, böyle bir serikaya sirkat diyen, böyle bir iftiraya iftira diyen çıkmıyor. Dahası camilerde “Sözler şöyle söylenecek! Hutbeler şöyle okunacak! İfadeler şu şekilde olacak!” filan denircesine, bir yönüyle hutbe karakteri belirleme gibi şeylere girişiliyor. Ve bu ne yapıyor? O mesâvîyi, o günahı mübah haline getiriyor, yaygınlaştırıyor! Dini biliyor gibi görünen insanların bu mevzuda sessizliği bir referanstır; o haramların irtikâp edilmesine bir referanstır. O günahları işleyen insanların vebâli onların da sırtına binecektir. Ve o günah, bir camiaya karşı, birkaç camiaya karşı, insanlara karşı işleniyorsa şayet, bütün bunların vebâli aynı zamanda onların sırtına bir yük halinde yüklenecektir. Zira Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, günahlara sebebiyet verenler, bir yönüyle azdırdıkları, şirazeden çıkardıkları insanların veballerini de -sebebiyetleri yüzünden- sırtlarına alacaklardır.

*Evet, böylesine her şeyin şirazeden çıktığı, İslamî düşüncenin bir endâzesizliğe mahkûm edildiği bir dönemde, en azından bir camia dilini sağlam tutmalı, kalbine hâkim olmalı, duygu ve düşüncelerini her zaman gözden geçirmeli. Elin âlemin günah işlemesi, bizim günah işlememizi mubah kılmaz! Herkesin günahı kendine; kimse kimsenin günahını yüklenemez! Enbiyâ-ı İzâm gelmiş, akı karayı birbirinden tefrik etmiş; inzârını yapmış, eğri yolun encâmından sakındırmış; tebşirini yapmış, doğru yolun encâmıyla bir yönüyle kalblere inşirah salmış, sevindirmiş, şahlandırmış, metafizik gerilime sevk etmiş. Boş bırakmamış Allah (celle celalühu). İnşaAllah boş bırakılmadığımızın şuurunda olarak, istikamet duygusunu bir daha gözden geçirip, Allah karşısında durulması gerekli olduğu şekilde durmaya çalışmalıyız.

*Günümüzde -geçmişte olduğu gibi- türlü fitneler var. Kimileri ikbal hırsıyla yanıp kavruluyor. Kimisi saltanatını devam ettirmek için bir yönüyle secde etmediği kimse bırakmıyor, herkesin karşısında eğiliyor; “rükû yetmez, eğilme yetmez” diye ta yerlere kadar kapanıyor. “Tapıyorum” diyor. “Elini dokunduran kurtulur, cehennem görmez o” diyor. Böyle iğfaller, idlâller, kandırmalar… Bir de bir yere koydukları, “karşı taraf” dedikleri, “ötekiler” dedikleri insanlara veryansın ediyorlar.. ve o zavallı güruh, şuursuz güruh; onlar da bütün bu mesâvîyi dilsiz şeytan hissiyle sessizce temaşa ediyorlar. Dinliyorlar değil; dinleseler tepki verirler. Toplu iğneyle bile olsa birine dokunulsa tepki verir; fakat öyle bir ölüm sessizliği yaşanıyor ki yok tepki, yok reaksiyon: “His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin? / Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin. / Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz? / Kendin mi senin, yoksa, ümidin mi yüreksiz? (M. Akif Ersoy)

Nedamet ve Özür Dileme Mevsimi de Gelecek!..

*Şimdi böyle bir dönemde Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali (radıyallahü anhüm elfe merrâtin), Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin (radıyallahu anhuma) gibi, fitneler karşısında istikameti korumasını bilen -en azından- bir camia olması lazım.. sövene dilsiz, dövene elsiz, hakaretlere karşı gönülsüz bir camia olması lazım. Mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesine gitmeden, problemi büyütmeden; elin-âlemin deşelediği, zaten yara haline getirdiği şeylere bir de sterilize edilmemiş hançerlerle dokunmadan, yarayı onulmaz hale getirmeden; elini, dilini -Hacı Bektaş Veli’nin ifadesiyle, o iffet adına uçkuru da diyor- koruması lazım.

*Azıcık fırtınalar dindiğinde, azıcık bahar meltemleri esmeye başlayınca, hatta geceyse şayet, bir fecr-i kâzip zuhur ettikten sonra -daha şimdiden başlamış bazıları- nedamet ve özür dileme faslı gelecek Allah’ın izni ve inayetiyle. O zaman o örnek hareketin, o örnek camianın duruşu takdir edilecek. Böyle davranmanın güzelliği ve sövüp saymanın milletimize hiçbir şey kazandırmadığı anlaşılacak.

*İçinde bulunduğumuz toplum açısından Orta Asya ile bir irtibatımız var, Orta Doğu’yla bir irtibatımız var; Uzak Doğu’yla bile irtibatımız var, Hindistan’la, Pakistan’la, Bangladeş’le, Endonezya’yla bir irtibatımız var. İslam’a dayalı kardeşlik irtibatı var.. ve belki bütün dünya ile insanî çerçevede bir irtibatımız var. Bu irtibatlar sayesinde zannediyorum ütopya gibi gördükleri böyle bir camia, böyle bir hareket örnek olarak ele alınacak, bu bir nüve gibi olacak. Bir yönüyle, bir dönemde Söğüt’teki o söğüdün dal budak salması, çok geniş bir gölge hâsıl etmesi ve herkesin onun gölgesine koşması gibi örnek alınacaksınız Allah’ın izni ve inayetiyle.

*Fitne ve fesatlar da bu sayede yatışacaktır Allah’ın izni ve inayetiyle. Fakat bunun için kendimizi sık sık gözden geçirmemiz lazım; sefinemizi bu uzun yolda gözden geçirmemiz lazım; yolun çok engebeli olduğunu gözden geçirmemiz lazım; çok ciddi zâd u zahireye ihtiyacımız olduğunu gözden geçirmemiz lazım.. ve bütün bu gözden geçirmelerin ötesinde, en önemli mesele, Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu gözden geçirmemiz lazım.

Soru: Değişik ayet-i kerimelerde Zât-ı Ulûhiyyete, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e ve Kur’an-ı Kerim’e karşı kadirnâşinaslık yapıldığı anlatılıyor. İster meâliye isterse de insanî ve içtimâî münasebetlere bakan yönleriyle, imanın derinliği ile kadirşinaslık arasında nasıl bir münasebet söz konusudur?

*Kur’ân-ı Kerim’de “Zât-ı ulûhiyeti hakkıyla takdir edemediniz.” manasına gelen değişik ayet-i kerimeler vardır. Bir yerde şöyle buyurulmaktadır:

وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَالْأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّماوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

“Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tazimi göstermediler. Halbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun kabza-yı tasarrufunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak kudret elindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” (Zümer, 39/67) Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbede okuduğu ayetlerin bazılarında çok ciddi heyecan duymuşlardır; onlardan bir tanesi de budur.

“Allahım, Seni hakkıyla takdir edemedik!..”

*“İnsanlar Zat-ı ulûhiyeti azamet ve ulûhiyetine yakışır, şayeste şekilde takdir edemediler. Edememeden dolayı da esasen O’nun karşısında bulunmaları gerekli olan tavrı bihakkın alamadılar, düz duramadılar, istikametlerini koruyamadılar” diyor. Mutlaka o istikameti -imkân ölçüsünde- koruyan insan vardır ve bunların başında insanların sertâc-ı ibtihâcı sayılan enbiya-ı izam, enbiya-ı izamın da sertâc-ı ibtihâcı sayılan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelir. Cenâb-ı Hakk’ı O’nun kadar bilen, Zat-ı ulûhiyet karşısında O’nun kadar temkin, teyakkuz sergileyen bir ikinci insan göstermek mümkün değildir.

*İnsan, Zât-ı Ulûhiyeti azamet ve ulûhiyetine yakışır şekilde takdir etme ve ona göre bir kulluk ortaya koyma mevzuundaki eksik ve kusurlarını kabullenmelidir. “Allah’ım, Seni hakkıyla takdir edemedik! İçinde bulunduğumuz durum, neşet ettiğimiz ortam, çevre, biraz da bizim kabiliyetsizliğimiz ve Sana yürekten teveccüh edemeyişimizden Seni hakkıyla takdir edemedik. Şekilde kaldık, çok defa surette kaldık, kulluktaki mükemmelliği yakalayamadık.” demelidir.

*Vakıa Cenâb-ı Hak böyle diyenleri alıp çok ileriye götürebilir. Hiç farkına varmadan insan kat-ı meratib edebilir. Mesela; Hazreti Üstad diyor ki: Arkadaşlarımızdan -Allah Rahmet etsin- iki genç vardı. Biri İlâmalı Sabri, diğeri İslâmköylü Vezirzade Mustafa. Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve îman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki; her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair gafil ve feraizi terkeden gençlere bedel, en mühim bir takva ve en kıymettar bir hizmette ve âhirete nâfi bir vaziyette bulundular. İnşâallah iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medâr oldu. Ben onların sıhhati için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum dünya itibariyle beddua olmuş. İnşâallah o duam, sıhhat-ı uhreviye için kabul olunmuştur. İşte bu iki zat, benim itikadımca, on senelik bir takva ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip, gaflet ve sefahate atılsaydılar; ölüm de onları tarassud edip tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı; o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.”

*İnsan hangi seviyeye varırsa varsın, hep o meselenin dertlisi olmalı, o dertle oturup kalkmalı; hiç farkına varmadan, Allah alıp bir yere götürebilir onu, hiç farkına varmaz. Öbür tarafta gözlerini açtığı zaman bakar ki, oh ne güzel, başı Efendimiz’in ayaklarının altında. Ondan daha büyük paye mi olur? Bakar böyle kendine, üfül üfül Ebu Bekir kokuyor.. Ömer kokusu geliyor.. Osman kokusu geliyor.. Ali kokusu geliyor. Allah Allah. Hiç farkına varamazsın. Yürüdüğün yolda yaptığın güzel şeylerle ve şu temiz, nezih mülahazalarla -kendini debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurarak- yaşadığın takdirde, seni alır, öyle bir yere koyar ki!.. Gururlanmayasın diye, iç beğeni diyebileceğimiz o ucba düşmeyesin diye, kendini bencilliğe salmayasın diye, egoizmaya salmayasın diye, Allah (celle celaluhu) ayrı bir rahmet tecelli dalga boyunda seni sıyanet eder, himaye buyurur, bir yere kor. Öbür tarafa gözlerini açtığın zaman, bir de bakarsın, “Allah Allah, sofranın başında Efendimiz oturuyor, ben de yanında aynı çanağa kaşık çalıyorum.” Ya orada çanak mı var, kaşık mı var ama işte benim gibi işi çanakla kaşıkla olanın sözleri böyle olur, kusura bakmayın.

*Bilinme ve kendi makamını bilme gibi harikulade şeylere talip olmamak lazım. Sadece ve sadece Allah’ın rızasına talip olmak lazım. Hazreti Rasûl-ü zîşanın yolunda sâdıkâne yürümeye talip olmak lazım. İşte bu, Hakk’ı hak ile takdir yolunda takdiri takip ederek, takdir ederek takdir arkasında koşmak demektir. Sen koştun da hedefine ulaşabildin mi? O maratonda başarılı oldun mu, olamadın mı? Onu bilme seni çok alakadar etmemeli. Sen sadece kendi içinden bir derinlik namzedi olmalısın, hep derinlikten derinliğe, derinlikten derinliğe… Bütün bunları yaparken de kendini hep sığ görmelisin. Kendini derin gören insanlar, çok sığ insanlardır. Derinliğine rağmen kendini sığ görenler de çok derin insanlardır. Büyük insanlarda tevazu, onların büyüklüğünün emaresi; küçüklerde küçüklük, tekebbürdür onun emaresi.

“Tanımadıklarından mı İnkar Ediyorlar?”

*Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin ve özellikle Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in kadirnâşinaslıkla karşı karşıya kaldığını işaretleyen ayet-i kerimeler vardır. Mesela, şöyle buyurulmaktadır:

أَمْ لَمْ يَعْرِفُوا رَسُولَهُمْ فَهُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ

Yoksa Peygamberlerini henüz tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar? (Mu’minûn, 23/69) Dünyalarını aydınlatmak üzere hak mesaj ile gelmiş o Hak Peygamberi irfan ufkuyla tanıyamadılar mı? Tanıyamadılar da mı bu sebeple O’nu inkâr ediyorlar, inanmazlıktan geliyorlar, nankörlük ediyorlar?!. Allah’ın insanlığa en önemli armağanı Rasûl-ü zîşandır (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bu nimeti görmüyorlar, nankörlük ediyorlar.

*Kendisine güven duyulan, katiyen hilaf-ı vaki beyanda bulunmayacağına inandıkları bir insan, bir gün bir vahiyle karşılarına çıktığında, bu defa onu tanımazlıktan geliyorlar. O güne kadar söyledikleri, ettikleri, kabullendikleri şeylerin hepsini ellerinin tersiyle itiyorlar. Bir yönüyle, aynı kaderi yaşıyorsunuz. Yirmi senedir “Bunların yaptıkları, hizmet. Bizim kırk senelik bu idari, siyasi hayatımız bunun bir zerresi kadar, deryada damlası kadar bile olamaz!.” deyip takdir ettikleri, sena ettikleri, “milletimizin bu çağda açılımı” dedikleri mesele birdenbire her nasılsa “yerin dibine batsın” tel’inlerine maruz kalıyor. Elçiye söylüyor, doymuyorlar; konsoloslara söylüyor, doymuyorlar. Cibilli olarak milletimize şöyle böyle bakışı az miyopça olan bir millete belki on defa şikâyette bulunuyorlar, yakın tarihte de yine şikâyette bulunuyorlar. Farkı var mı bunun? Nebi’yi de (O nebiye canımız kurban) tanıyamadılar ve tanımak şöyle dursun kalktı, nankörlük yaptı, o güne kadar dedikleri şeylerin hiçbiri olmamış gibi onu görmezlikten geldiler, nimet nankörlüğü yaptılar.. Allah’ın en büyük nimetiydi o.

“Ya Rabbî, halkım bu Kur’ân’ı terk ederek ondan uzaklaştılar!”

*Kur’an-ı Kerim de kadirnâşinaslığa maruzdur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ إِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هَذَا الْقُرْآنَ مَهْجُورًا

“O gün Rasûl dedi ki: Ya Rabbî, halkım bu Kur’ân’ı (mehcur ittihaz edip) terk ederek ondan uzaklaştılar!” (Furkan, 25/30) Bu ayet-i kerimede, sitemde ve şikayette bulunan Rasûl, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olabileceği gibi, başka peygamberler de olabilir. Bazı müfessirler, ayetin metnindeki “rasûl” ifadesini öncesi ve sonrasıyla değerlendirip, her peygamberin karşısında ilahî mesajı yalanlayıp onunla alay eden bir kısım düşmanların bulunduğunu ve dolayısıyla bütün peygamberlerin kendi kavimlerindeki adâvete kilitli bu kimselerden şikâyetçi olduklarını/olacaklarını söylemişlerdir. Hepsi Allah nezdinden geldiğinden, tamamı öz itibarıyla aynı mesajı getirdiğinden ve bütünü Cenâb-ı Hakk’a kurbete vesile olduğundan dolayı Hazreti Adem’den Seyyidü’l-Mürselîn’e (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselam) kadar bütün râsullerin suhuflarının ve kitaplarının “Kur’ân” olarak anılması da mümkündür.

*Evet, Kur’an-ı Kerim’de Zât-ı Ulûhiyyete, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e ve Hak Kelam’a karşı kadirnâşinaslık yapıldığı anlatılıyor. İster meâliye isterse de insanî ve içtimâî münasebetlere bakan yönleriyle değerbilmezliğin çirkinliği vurgulanıyor. Bunların takdir edilmemesi nankörlük ve kadirnâşinaslıksa, o takdiri adım adım takip etmek, doyma bilmeyen bir hisle Allah’ı takdir arkasında koşmak lazım. Ciddi bir irfan hissiyle Nebi’nin arkasına takılıp o Zat’ı bütün enginlikleriyle tanımaya ve o münkirinden olmamaya, kadirnâşinas değil de kadirşinas olmaya bakmak lazım. Hatta kadirşinaslığı takip etmenin yanı sıra onu da yeterli görmeyip “Daha yok mu? Daha yok mu benim Efendim’le duyacağım, diyeceğim şeyler?” demeli ve hep onun arkasında koşturup durmalı.

*Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz. Allah’ı tanıma adına hep koşturup duruyorsanız, kendinizi orada tanınmışlığın kucağında bulursunuz. Rasûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıma adına koşturup duruyorsanız, kendinizi onun sofrası başında bulursunuz. Onca inkar eden insana rağmen… O inkarın karşılığı, imandır; imanda zirve sayılan irfandır.. o irfanın mükafatıyla Allah (celle celaluhu) sizi rü’yetiyle, rıdvanıyla taçdar eyler, başınıza taç kor, kral eyler sizi. Dünya sultanlığı, öyle bir krallığın yanında deryada damla kalmaz.

*“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bütün kainatı beraber isterim.” İşte yüksek ufuk insanının düşüncesi!.. İşte talip olunacak şey.. arkasından ölesiye koşulacak şey.. yorulmadan, kalb duruncaya kadar maraton yapılacak şey.

Başarıyla Gelen İmtihan: Zafer Sarhoşluğu

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Güzel bir netice veya başarı elde edildiğinde mü’mince mülâhaza nasıl olmalıdır?

Cevap: Hakikî bir mü’min, bütün iyilik, güzellik ve başarıların Allah’tan geldiğini, kötülük ve başarısızlıkların ise nefsinden kaynaklandığını bilir. Zira çok açık ve net bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisâ sûresi, 4/79) Öyleyse inanan insan hiçbir zaman vesile olduğu iyilik ve güzelliklere, yaptığı iş ve hizmetlere katiyen sahip çıkmamalıdır. Aslında biz, bütün namazlarımızda Allah’ı tesbih etmek suretiyle O’nun icraatında, şuunatında, rubûbiyetinde eşi, menendi, naziri, zıddı ve niddi olmadığını söylemiş oluyoruz. İşte dilimizle söylediğimiz bu hakikati bütün derinliğiyle içimizde de duyar ve onu düşüncelerimize hâkim kılabilirsek, Allah’ın izniyle, vesile olunan iyilik, güzellik ve başarıları, yapılan hizmetleri kendimize mâl etme gibi büyük bir günah içine düşmeyiz.

Ne Mutlu O İnsana ki Haddini Bilir

Allah’a inanan bir insanın, ne tür başarılara imza atarsa atsın, haddini bilmesi gerekir. Hazreti Pîr, eserlerinde,

طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ

“Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddini aşmaz.” (Bkz.: el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 3/338; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 5/71) hakikatine dikkat çeker. İnsanın haddini bilmesi ve kendi çerçevesini aşmaması ise, etten kemikten yaratıldığının ve mahiyetinin acz u fakr ile yoğrulduğunun idrakinde olmasına bağlıdır. Dahası insan, mülâhazalarını biraz daha derinleştirerek, kirli bir toplum içinde neş’et ettiği için çoğu zaman belva-yı amm (herkesin karşı karşıya kaldığı, kaçınılması pek mümkün olmayan sıkıntı ve zorluk) sayılabilecek kirlere bulaştığını hatta bazen gırtlağına kadar günahlara daldığını göz önünde bulundurmalı ve demeli ki, “Esasında benden hiçbir şey olmazdı. Demek ki Allah, engin rahmetiyle muamelede bulunduğundan mazhar olduğum ihsan ve lütuflar O’ndan geliyor.” Eğer insan böyle düşünür ve halis bir tevhid ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederse, bâlâpervazâne iddialara girmez. Bütün güzellikleri O’ndan bildiğinden dolayı da Allah (celle celâluhû) ona olan nimetlerini devam ettirir.

İnsanın, nefsine itimat edilemeyeceğini anlaması adına günahlarını hatırda tutması da çok önemlidir. Zira insan, cürmünün farkında olduğu müddetçe, iddiaya girmez. İddialı olmak bir yana, kendisine hep günahkâr bir insan nazarıyla bakar, başarılı görünen faaliyetler karşısında da Cenâb-ı Hakk’ın bazen mücrimlere de iş yaptırabileceğini düşünür; “Benden bir şey olmazdı ama Allah (celle celâluhû) yoklukta varlık cilvesi gösteriyor.” der; değişik vesilelerle sürekli kendini hesaba çeker.

Bununla birlikte insan, bu tür iddialardan kaçınmak için ille de günah işlemesi gerektiği şeklinde bir mülahazaya girmemelidir. Çünkü bir bakıma, bir günaha kulak kabartma, bir yanlışa doğru adım atma gibi hiç farkına varmadan işlediğimiz hatalar bile, nefse itimat edilemeyeceğini anlamamız adına yeterli bir sermayedir. Önemli olan bunları çok iyi değerlendirebilmektir. İnsan bir hatanın akabinde bin kere tevbe etmiş olsa dahi, o yanlışını sürekli mülâhazasında canlı tutabilirse ancak o zaman Cenâb-ı Hakk’ın sa’y ve gayrete lütfettiği neticeleri kendinden bilmez ve bunların Allah’ın birer lütfu olduğunu gönlünde derinlemesine hissedebilir.

Böyle ulvi bir nefis muhasebesinde dikkat edilmesi gereken husus ise şudur: Kimi zaman şeytan, insana günahlarını bahane olarak gösterir ve “bu günahkâr hâlinle Allah’a yönelemezsin.” diyerek onu aldatmaya çalışır. İnsan, böyle durumlarda bir taraftan arınma yollarına tevessül ederken diğer yandan da Allah’ın rahmetini düşünmeli ve “Gerçi cürmüm çok ama gönlüm Sana hayran.” demelidir. İşlenen günahlar, Cenâb-ı Hakk’ın icraat-ı sübhaniyesine, lütuf, inayet ve ihsanlarına hayranlığa ve teveccühe mâni olmamalıdır. İşlemiş olduğu cürümler insana kendini Cenâb-ı Hak’tan çok uzakta gösterse de o, duygu ve düşünceleri itibarıyla hep yakınlarda dolaşmaya çalışmalıdır. Bir insan, bırakalım paçalarına veya dizlerine kadar kirlenmeyi, gırtlağına kadar levsiyat içine batsa bile yine ulûhiyet ve rubûbiyet dairesinin biricik sultanı olan Allah’a ve o dairenin en büyük çağrıcısı olan Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) teveccüh etmeli, onları deli gibi sevmeli ve asla bu kapıdan ayrılmamalıdır. Bu, bir yönüyle çelişki sayılır. Fakat mü’min, hayatını bu zıtlıkların ve çelişkilerin ahengi içinde götürmek zorundadır.

Şeyh Uçmaz Mürid Uçuruma Yuvarlar

Asıl konumuza dönecek olursak; başarılar karşısında insanın düşebileceği en önemli tehlikelerden birisi muvaffakiyet neticesinde kendisine yönelen teveccüh ve iltifatlara layık olduğunu düşünmesidir. Oysaki Allah, imtihan unsuru olarak liyakatin çok üstünde lütuflarda bulunabilir. O hâlde insan bir taraftan mazhariyetleri karşısında Allah’a şükürde kusur etmemeli, diğer yandan da bunları sahiplenmemelidir. Zaten cürmünün farkında olan insan, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühlerini kendisinden bilmez. O, bir taraftan ortaya çıkan gülistana, diğer yandan da kendisine bakar, kendisiyle yüzleşir ve çorak bir arazide güllerin neşv u nema bulması karşısında sadece şaşkınlık ve hayretini dile getirir. Hakikaten Cenâb-ı Hak, bazen çok kırılmış, dökülmüş ve çatlaklar yaşamış insanların sa’yine bile ekstra teveccühte bulunabilir. Bunu gören bazı insanlar da o şahsın etrafında toplanarak takdirlerini ifade edebilirler. Hatta birisi kalkıp onun veli bir zat olduğunu söyleyebilir. Bir başkası bunu bile az görüp; “Ne velisi? O, ortaya koyduğu âsâr-ı bergüzidesiyle gavs gibi görünüyor.” diyebilir. Başka biri ise daha ileri gidip onun kutbiyet ve gavsiyeti cem ettiğini iddia edebilir. Bu kadar iltifat ve teveccüh karşısında o kişi de, hüsnüzannın verdiği bu makamlara gönlünü kaptırıp “Acaba ben hakikaten gavs veya kutup muyum?” şeklinde düşünebilir.

Bazen içinde bulunduğu bu duruma makul mahmiller de bulabilir. Mesela der ki, “Allah’ın insana en büyük ikramı, ikramını hissettirmemesidir. Demek ki ben bugüne kadar bu durumun farkına varamamışım. Etrafımda halkalanan bunca insan yalan söyleyecek değil ya!” Hani halk arasında, “Şeyh uçmaz, mürid uçurur.” şeklinde bir söz vardır ya, işte etrafındaki insanlar, o kişi uçmasa da onu uçurmaya başlar. Aslında bu bir uçurma değil, -hafizanallah- o kişiyi uçuruma yuvarlama demektir. Çünkü bir zaman gelir ki, karşı tarafın aşırı teveccüh ve medh u senalarını gören böyle biri gavsiyet ve kutbiyetle de yetinmez ve gözünü mehdilik ve mesihlik gibi makamlara dikmeye başlar. Hele bir de çevresindekiler onun Mehdi veya Mesih olduğuna dair ima ve işaretlerde bulunursa, bu sefer o zavallı, hüsnüzannın verdiği makamlara dilbeste olur (gönlünü kaptırır) ve kendisini buna iyice inandırmaya başlar. Bazen yapmacık tevazularla bu düşüncesini izhar ederken bazen da konuyla ilgili bazı âyet ve hadisler okuyarak bunlardan kendisine pay çıkarır. O, belki de isyan ve günahlarıyla düz yolda bile yürüyemiyor iken, kendisini göklerde uçuyor görür. İşte böyle biri, kendini uçuruma sürükleyecek çok tehlikeli bir yola girmiş demektir. Hâlbuki Hazreti Pîr-i Mugan’ın mülahazasıyla, insan sevdiklerine fevkalade makamlar vereceğine, davada fevkalade sadakat göstermelidir. Kardeşlerini, dünyaya değiştirmeyecek ölçüde çok sevmeli, fakat onların boynunu kıracak mübalağalı övgülerden de her zaman kaçınmalıdır.

Dericinin Elindeki Deri Misali

Tarihimize baktığımızda, sultanlardan şairlere, onlardan Hak dostlarına kadar pek çok büyük zatın kendilerini hep yerden yere vurduklarını görürüz. Her biri ayrı bir yüce kamet olmasına rağmen onlar kendilerine hiçbir zaman bir kıymet-i harbiye takdir etmemişlerdir. Zaten iddiada bulunan bencil insanların bir şey olması da mümkün değildir. Onlar, fantezilerden bir türlü sıyrılamazlar. Zira onlar sürekli kendilerini ifade etme lüzumunu duyarlar. Bunu gerçekleştirebilmek için de hakikatleri yeterli görmez, fantezilere girer, riya ve süm’a (başkasına gösterme ve duyurma) gibi daha başka yollara tevessül ederler.

Mesela bir gün birisi kalkar, İmam Buhârî üzerine konuşmaya başlar. Fakat bakar ki, söylediklerine çok da iltifat edilmiyor. Zira bunlar, bütün hadisçilerin bildikleri bilgilerdir. O, sözleriyle dikkatleri kendi üzerine çekemediğini görünce daha orijinal bir şeyler söyleme ihtiyacı duyar; ardından âhiretin varlığıyla ilgili farklı bir mülâhazada bulunur ve klasik bir monist gibi ifadeler kullanarak dikkat çekmeye çalışır. Esasında o söylediklerinin de, Şeyh Bedrettin Simavî’nin Varidat isimli eserinde söylediklerinden bir farkı yoktur. Hatta Aristo’nun öteki âleme ve ruha dair ileri sürdüğü düşüncelere baktığınızda da benzer tenakuzlarla karşılaşabilirsiniz. Orijinal diye ortaya koyduğu bu telakkilerin kendisinden önce nice insan tarafından seslendirildiğini anlayınca bu sefer ne diyeceğini düşünmeye başlar ve farklı bir fantezi adına ruhların devr-i daiminden bahisler açar. Ne var ki o şahıs, hakikatleri bulma ve duyurma arayışında olmadığı için nefsini tatmin adına sahnelediği orijinallik gösterileri hep hüsranla neticelenir.

Oysaki Allah, bizi kul yaratmıştır ve insan için kulluk payesinden daha büyük bir paye yoktur. Neden Cenâb-ı Hakk’ın bizi kul olarak yaratmasıyla iktifa etmeyelim, bunu yeterli bulmayalım? Bize düşen vazife, O’na gönülden teveccüh etmek ve O’nun rubûbiyet ve ulûhiyetine karşı ciddî bir ubûdiyetle mukabelede bulunmaktır. Kaldı ki Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla ubûdiyet, bize daha önce lütfedilen nimetlere karşı bir şükürdür; daha sonra verilecek nimetler için bir mukaddime değildir. (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.384 (Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal)) Bundan dolayıdır ki sırf belli mazhariyetlere ulaşmak niyetiyle Allah’a kullukta bulunmak doğru değildir. Allah dilerse karşılıksız lütuflarda bulunduğu gibi kulluk karşılığı olarak da engin rahmetinden lütuf ve ihsanlarda bulunabilir. Fakat bu, beklenmez. Ücret ve mükâfatını baştan almış bir kul olarak bize düşen, Allah’a karşı sürekli hamd ve şükür duyguları içinde olmaktır.

Allah’a kul olmayan bir insan nefsine kul olur. Nefsine kul olan insan ise sadece kendisi için yaşar ve kendini dünyanın merkezi olarak görür. Böyle bir insana egosantrist denir. Sürekli kendisiyle meşgul olan, kendi ufku, kendi düşünceleri, kendi mülahazaları hatta kendi kamet-i bâlâsı, edası ve endamı karşısında hayranlık duyan bir insana da narsist denir. Böyleleri sadece kendi yaptıklarını ve ortaya koyduğu başarıları beğenir ve bunlarla övünür, başkalarını beğenmesi ise mümkün değildir. Bu tür insanların övgü ve senalarla tatmin oldukları da görülmemiştir. Onlar sürekli hep daha fazlasını ister. Tabii böyle bencil ve narsist kişiliklerin, insanlığa faydalı herhangi bir iş ve icraatları da olmaz.

Mütevazı insanlardır ki, Allah (celle celâluhû) onları nice hayırlı işlere vesile kılar. Şairin dediği gibi,

“Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebat.

Mütevazı olanı rahmet-i Rahman büyütür.

Yani tohum toprağın bağrına düşmeyince feyze mazhar olamaz. Yüzü yerde olanları da Allah (celle celâluhû) ekstra lütuflarla kamet-i bâlâ hâline getirir. İşte Şâh-ı Geylânî, işte Muhammed Bahauddin Nakşibend, işte Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, işte Hazreti Pîr-i Mugan. Aradan asırlar geçmesine rağmen hâlâ onların evradını okuyor ve eserlerinden istifade ediyoruz. Onların her birisi unutulmayan simalar hâline gelmişler. Çünkü onlar, mahviyet, tevazu, hacalet ve kendini nefyetmenin kahramanları olmuşlar. Kendilerini yok sayıp bütün himmetlerini Allah’ı ispata vermişler. O’nun varlığını nazara verip, kendilerini sıfırlamışlar. Başka bir ifadeyle onlar kendilerini vücud-u ilâhinin gölgesinin gölgesi olarak görmeye hasretmiş, Allah da onlara öyle bir vücud-u cavidani vermiş ki, hâlâ içimizde yaşamaya devam ediyorlar. Hem içimizde öyle bir yaşıyorlar ki, bazen odama girdiğimde, mesela bir Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî Hazretleri veya bir Abdülkadir Geylânî Hazretleri’yle karşılaşacağım gibi geliyor bana. Gönlümde o kadar canlı yaşıyorlar. Evet, onlar Allah’ı ispata koşmuş, Allah da onları öyle bir tespit buyurmuş ki, onların her biri, asırlar geçmiş olmasına rağmen, bize yol gösteren birer rehber gibi vazife görüyor. Yedi sekiz asır sonra bile biz hâlâ onların evradına müracaat etmek suretiyle günümüzün problemlerine çare arıyoruz. Bundan daha güzel tespit mi olur?

Hâsılı, tekebbür, büyüklenme, maalesef günümüzün en yaygın hastalıklarından biridir. Zafer ve muvaffakiyet neticesinde ise bu hastalık insanı helake sürükleyecek ölçüde tehlikelidir. O hâlde başarı ve güzel neticeler karşısında bize düşen, bütün bunları Rabbimizden bilmek ve O’na karşı hep hamd u sena duyguları içinde iki büklüm olmaktır.

 

Hizmetlerin Anlatılmasında Makul ve Objektif Çizgi

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Yapılan hizmetlerin hissîlikten uzak, makul ve objektif bir şekilde anlatılması gerektiği üzerinde duruyorsunuz. Bu hususu izah eder misiniz?

Cevap: Öncelikle ifade etmek gerekir ki, insan, hakkında yapılan eleştiri ve tenkitlere açık olmalı ve yapılan hizmetleri anlatırken iddiadan uzak durmalıdır. Zira insan, mahiyeti itibarıyla kusura açık bir varlıktır. Onun en doğru zannettiği iş ve amellerinde bile bir kısım yanlışlıklar bulunabilir. Mesela insan, ilmihallerde anlatılan hüküm ve şartlara riayet ederek kıldığı namazında bile dünya kadar kusuru bulunabileceğini hiçbir zaman nazardan uzak tutmamalıdır. Aynı şekilde bir orucun, zekâtın, haccın kendilerine göre o kadar çok esası vardır ki, mü’minin bunların tamamını arızasız ve kusursuz ortaya koyması çok zordur. Hele yapılan amellerin içselleştirilmesi, ihlâs ve samimiyete bağlı eda edilmesi, riya ve süm’adan (başkasına gösterme ve duyurma) ayıklanması gibi meselenin içe bakan yönleri göz önünde bulundurulacak olursa meselenin zorluğu daha iyi anlaşılmış olur.

İnsan, Hata ve Kusurlara Açık Bir Varlıktır

Şayet her zaman yapageldiğimiz ibadet ü taatte bile bu kadar kusur ihtimal dâhilindeyse çok farklı buutları ve derinlikleri olan insanlık yolundaki hizmete ait işlerde hata yapmak kaçınılmaz olacaktır. Vakıa hak yolunda yapılacak hizmetlere dair Kur’an ve Sünnet-i Sahiha’nın bize bildirdiği temel disiplinler elimizdedir ve bunlar zaman ve mekân üstüdür. Ancak bu disiplinlerin sabit düsturları yanında farklı zaman ve mekâna bakan farklı yönleri de vardır. İşte bu noktada insanın her zaman tam bir isabetle tercihte bulunması bir hayli zordur. Bununla beraber ortaya konulan açılımlar bir taraftan temel disiplinlere bağlı olmalı, diğer yandan da zaman, mekân ve konjonktüre uygun bir şekilde hayata taşınmalıdır. Bu ölçüde zor ve çetrefilli bir işte ise her zaman hata yapma ihtimali bulunduğundan daha baştan bunun kabullenilmesi bir hakşinaslıktır.

Aksi ise insanın, yaptıklarının hepsini doğru görmesi, eleştiri ve tenkitlerden rahatsız olması, sürekli takdir beklentileriyle yaşaması hatta yapmadığı işlerden dolayı bile övülmekten hoşlanır hâle gelmesidir. Bunların her biri birer münafık sıfatıdır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Âl-i İmrân Sûre-i Celilesinde, Cenâb-ı Hak münafıklarla ilgili şöyle buyurur:

وَيُحِبُّونَ أَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا

“(Onlar) yapmadıkları işlerden dolayı bile övülmek isterler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/188)

Bu açıdan insan, hata ve kusurlara açık bir varlık olduğunu asla unutmamalı, daha baştan eksikliklerinin farkında olmalı ve bunların dile getirilmesinden rahatsızlık duymamalıdır. Bilakis kusurlarının hatırlatılıp onlardan kurtuluş yolu gösterildiği için memnun olmalıdır.

Tenkide açık olma ve eleştirilerden rahatsızlık duymamanın gerekliliğini kısaca ifade ettikten sonra makul ve objektif bir çizgide hizmetlerin anlatılması adına şu ölçüleri sıralayabiliriz:

Temel Disiplinlere Bağlı Hizmet Etme Gayreti

Muhataplara, yapılan hizmetlerin dinin ortaya koyduğu disiplinlere ve evrensel insanî değerlere bağlı götürülmeye çalışıldığı ifade edilmelidir. Zira Kur’ân ve Sünnet nasslarıyla telif edilmeyen ve yüzüp gezen düşüncelere bağlı götürülen meselelerin kalıcı olması mümkün değildir. Evet, külli kaidelere bağlı olmayan insanlar sürekli zikzak çizer. Onların bugünkü davranışları öncekilerden farklı olduğu gibi, yarın ortaya koyacağı davranışların da bugünkülerle çelişmesi kaçınılmazdır. Bu açıdan insanın düşüncelerinin, hislerinin, beyninin bütün nöronlarının dinin temel disiplinlerine ve evrensel ahlakî değerlere bağlı kalması lazımdır ki, tavır ve davranışlarında da istikamet olsun.

Esasında âlemşümul bir dinin müntesipleri olarak bizim temel disiplinlerimiz herkesi kucaklamaya açıktır. Önemli olan, kendimiz olarak kalınması gereken çizginin doğru tespit edilmesidir. Bunu yapabildikten sonra çok rahatlıkla, muhataplarımıza “Biz, vermeyi vazife bildiğimiz gibi, sizin vereceklerinizi almayı da tamamiyet adına çok önemli görüyoruz. Eğer gördüğünüz bir eksiğimiz ve yanlışımız varsa, onları lütfen ifade edin, biz de oturup müzakeresini yapalım.” demek suretiyle, sorgulama ve tenkite açık olduğumuzu göstermeliyiz.

Şayet siz, açılımlarınızı temel disiplinlere bağlı gerçekleştiriyorsanız, zamanlar, mekânlar, şahıslar değişse de Allah’ın izniyle siz merkezle irtibatınızı hiçbir zaman kaybetmezsiniz. Hazreti Mevlânâ’nın ifadesiyle, bir ayağınız yetmiş iki millet içinde olsa bile, diğer ayağınız merkezde ise ve siz bütün açılımlarınızı sabit olan ayağınıza göre test ediyorsanız istikametinizi muhafaza edersiniz.

Hiçbir Fert veya Grup Yapılan Hizmetlere “Benimdir” Diyemez

İkinci olarak üzerinde durulması gereken husus, yapılan hizmetlerin içinde başkalarının da hakkı olduğunu unutmamak ve onu sadece belli bir kesime ait bir mesele gibi ele almamaktır. Dünden bugüne gerek bizim toplumumuzda gerekse değişik İslâm toplumlarında hizmet eden farklı grup ve hareketler olmuş ve bunlar size ışık tutacak, sizi yüreklendirecek, size rahat hareket etme zemini hazırlayacak çok önemli gayretler ortaya koymuşlardır. Onlar meseleyi bir yere kadar getirmişler ve adeta “Bu işi biraz da siz devam ettirin.” demişlerdir. Şöyle de düşünebilirsiniz: Siz kendi imkânlarınızla devreye girdiğiniz zaman, bu iş, tam semere verecek hâle gelmiştir. Şöyle ki, birileri zemini hazırlamış, birileri tohum ekmiş, birileri onun filizlenip bir ağaç hâline gelmesi adına gerekli olan hizmetleri görmüş ve daha sonra kaderin sevkiyle sizlere de çiçek açacak, meyve verecek mevsimde hizmet etme imkânı doğmuş. O halde işin sadece sizin sa’y u gayretinize terettüp eden kısmını görüp diğerlerinin hakkını yemek apaçık nankörlük olacaktır.

Evet, Anadolu insanının ruhunda, cevherinde fedakârlık ve diğerkâmlık duyguları bulunduğundan, şimdiye kadar çokları bu cevheri değerlendirmişlerdir. Fakat öyle bir devre gelmiştir ki, bu devrede artık toplumun bütün katmanları kendisini ifade edecek insanlar yetiştirmiş ve dünyanın dört bir yanına açılmıştır. Yapılan hizmetlerin faydalı olduğuna inanan esnaflar, rehberler, muallimler bir yerde bir dikiş tutturduklarında, başkalarını da çağırmış “Gelin, bir dikiş de siz tutturun.” demiş ve böylece yapılan hizmetler katlanarak büyümüştür. Bu da tamamen Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve keremiyle gerçekleşmiştir. Yoksa bunları sebeplere bağlayıp değerlendirdiğinizde, yapılan hizmetlerin ortaya çıkması ihtimal hesapları içinde milyonda bir ihtimal bile değildir.

Hizmet adına yapılan açılımları belli bir grubun sa’y u gayretine bağlamak doğru olmadığı gibi onu, şahıslara mâl etmek de doğru değildir. Bazı arkadaşların önde bulunmaları tamamen kaderin bir cilvesidir. Bu açıdan mesele ele alınırken şahısların adlarının öne çıkarılmaması gerekir. Bunun yerine yapılan hizmetler, hareketin kendisine, milletin bu konudaki müstakim heyecanına, tükenmeyen azmine, sağlam iradesine ve insan sevgisine bağlanmalı ve bunların topyekûn bir milletin eseri olduğu izah edilmelidir. Milletin bu gayreti neticesinde, Cenâb-ı Hak da, insanımıza kendi kültür değerlerini bütün dünyaya gösterme ve tanıtma imkânını bahşetmiştir. Tabii bu arada sahip olduğumuz güzellikleri dünyanın farklı yerlerinde başkalarına aktarırken, onlardan da bazı güzellikleri almış ve böylece zenginliğimize zenginlik katmışızdır.

Biz inanıyoruz ki yapılan işler, Allah’ın sağanak sağanak üzerimize yağan lütuflarına karşı bir mukabelede bulunma cehdinden ibarettir. Eğer bu mesele doğru bir şekilde muhataplara izah edilebilirse, ehl-i gafletin yaptığı gibi, koskocaman bir milletin mücadele ve mücahedesi neticesinde elde edilen başarıları önde görülen birkaç kişiye mal etme zulmü irtikâp edilmemiş olacaktır. Savaşta bile elde edilen ganimet, ona iştirak eden bütün fertler arasında eşit olarak taksim edilir. Bunun aksi bir davranış şahısları putlaştıracağından onlar açısından da çok tehlikeli olacaktır. Zira bu takdirde onlar, yapılan hizmetleri kendilerinden bilmeye başlayacak, alkış ve takdir beklentilerine girecek ve böylece ahirete ait meyveleri burada tüketeceklerdir.

Yılandan Çıyandan Kaçar Gibi Gıpta Damarını Tahrikten Kaçınma

Meselenin bundan daha tehlikeli yönü ise şudur: Belli şahısların öne çıkarılması başkalarının kıskançlık hislerini tahrik edecektir. Herkesin tabiatında kıskançlık ve haset duygusu vardır. Hususiyle siz, akademisyenlerin, teologların, yüksek ilim adamlarının yanında kalkıp da bir iki adamı öne çıkarırsanız, hiç farkına varmadan onlardaki bu damarı tetiklemiş olursunuz. Bu defa kendi elinizle dostlarınızı düşman haline getirirsiniz. Öyle ki onca gayret ve çabasına rağmen böyle bir muvaffakiyeti elde edemeyen bir kısım ehl-i iman bile haset duygusuna kapılabilir. Bu defa siz, dolaylı yoldan dahi olsa, günaha sebebiyet vermiş olursunuz. Ayrıca sizin böyle bir kıskançlık ve haset hissine kilitlenmiş bir insana daha sonra bir şeyler anlatmanız da çok zor olacaktır. Bu açıdan şahıslar öne çıkarılmadan hareketin kendisi nazara verilmek suretiyle kısmen de olsa bu tür menfi duyguların önüne geçilmeye çalışılmalıdır. Yani bir taraftan yapılan hizmetler arka planıyla birlikte anlatılarak muhatapların hissiyatları yatıştırılmalı; diğer yandan da kullanılan üslup itibarıyla kimsenin gıpta damarı tahrik edilmemeli, yeni rakip ve hasetçiler icat edilmemelidir.

Yapılan Hizmetler ve Sorumluluk Şuuru

Bazıları bu hizmeti, ehl-i dünyanın farklı hedefleri gerçekleştirmek için bir araya gelerek kurdukları bir organizasyon şeklinde düşünebilir. Hatta hareketin belli siyasi hedeflere yöneldiğini de tevehhüm edebilir. Hâlbuki yapılan bütün hizmetler kültür mirasımızın temel disiplinlerinden kaynaklanmakta ve bununla Allah’ın bize yüklediği bir vazife eda edilmektedir. Diğer bir ifadeyle bu, insanlığa ait sorumluluklarımızı yerine getirme çabasıdır. Hatta biraz daha derinlemesine meseleye bakıldığında, bunların insana artı değer kazandıran birer amel olmadığı, bilâkis temel kulluk görevi ve önceden verilmiş nimetlere karşı bir şükür ve hamd vazifesi olduğu anlaşılacaktır. İşte insanlar yapılan bu hizmetleri, dinin kendilerine yüklediği sorumluluklar çerçevesi içinde gördüğünden ve aynı zamanda takip edilen metodun mantık ve makuliyet çizgisinde birleştiğinden ötürü bu iş katlanarak büyümeye devam etmektedir.

Hizmeti, hak ve hakikatin anlatılması mevzuunda ortaya konulan bir tenafüs mülâhazasına bağlamak da mümkündür. Zira yapılan iş, Cenâb-ı Hakk’ın, فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ “Hayırlı işlerde yarışınız.” (Bakara Sûresi, 2/148) beyan-ı sübhanisi gereğince, hayırda yarışmaktan ibarettir. Hizmette önde koşan adanmışları gören insanlar, onlardan geri kalmama düşüncesiyle üzerlerine düşen hizmetleri yapmaya çalışıyorlar.

Niyette Masumiyet, Faaliyetlerde Makuliyet

Her şeye rağmen bazıları yapılan hizmetlerden rahatsız olabilir, endişeye kapılabilirler. Bu durumda bize düşen vazife, şüpheye sebebiyet teşkil edecek hususları birer birer izah etmek, yani niyetimizdeki masumiyeti ve faaliyetlerdeki makuliyeti göstermektir. Zira biz biliyoruz ki, ortaya konulan hizmetler Cenâb-ı Hakk’ın milletimizin himmetine bir teveccühünün ifadesidir. Hizmet erleri vifak ve ittifak düşüncesiyle belli fedakârlıklara katlandıklarından dolayı Allah da inayetini sağanak sağanak onların üzerine yağdırıyor.  Yoksa ortaya konulan bunca faaliyet, pek çoğu itibarıyla birbirinden habersiz olan insanların yapacağı bir iş değildir.

Bazıları, yapılan hizmetlere bir türlü akıl erdiremediklerinden dolayı daha da ileri gidip ‘gizli ajanda’ türü vehimlere kapılabilir. Onlara da şu hususun ifade edilmesi gerekir: Biz, Allah rızasından başka herhangi bir mülahazaya bağlı davranmayı, şahsî hayatımız adına haram sayıyor; insanî değerlerle bütün insanlığı kucaklamayı dünyanın bütün güzelliklerine tercih ediyoruz. Zira ahirette Cenâb-ı Hakk’ın bize karşı, “Siz, bir insanın elinden tutup onun hakikatle tanışmasına vesile oldunuz. Ben de sizi mükâfatlandırıyorum.” demesini bütün dünyalara bedel sayıyoruz. Bunun dışında daha başka mülâhazalara açılmayı ise, kuyumcular çarşısında altın alışverişi yapan bir tüccarın, bakırcılar çarşısına gidip bakırlara talip olması olarak değerlendiriyoruz.

İşte bu düşüncelerle dolup boşalmalı, rencide edici söz ve tavırlar karşısında bile darılmamalı, küsmemeli, sabır ve sükûnetle vehim ve kuruntuları izale etmeye çalışmalıyız.

İnsanı Hakikate Ulaştıran Nurdan Helezon: Tefekkür

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Mesleğimizin çok önemli bir esası olan tefekkür ameliyesinin istenen seviyede gerçekleştirilebilmesi hangi esaslara bağlıdır?

Cevap: Tefekkür, insanın kendi iç dünyası hakkında kendini düşünmeye zorlaması, eşya ve hadiseleri sürekli hallaç etmesi ve bütün bunları tekrar ber tekrar mütalaaya alarak engin ve derin düşüncelere açılması demektir. Aslı itibarıyla Arapça bir kelime olan tefekkür, “tefe’ul” babından gelir. Bu babın özelliği ise, tekellüftür. Yani insanın bir işi gerçekleştirmek için ciddi bir gayret ortaya koyup kendini zorlaması, bu istikamette iradesinin hakkını vermesidir. Dolayısıyla rahatlıkla diyebiliriz ki tefekkür kelimesi türediği kip itibarıyla basit bir düşünce ameliyesinden ziyade, sistemli, derin ve süreklilik arz eden bir düşünme faaliyetini ifade etmektedir.

Kur’an Aktif Aklı Nazara Veriyor

Mesleğimizin önemli bir esası olan tefekkür aynı zamanda Müslümanlığın da temel disiplinlerinden birisidir. Zira Kur’ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimede, semalardan, yağmurun yağışından, bitkilerden, bulutlardan, rüzgârdan, yıldızlardan, atmosferden, canlıların yaratılışından, insanların rızıklarından… kısaca âfâk ve enfüse dair (dış ve iç âlemler) nice delillerden bahsettikten sonra meseleyi hep tefekküre bağlamıştır. Mesela Cenâb-ı Hak, yer ve göklerin yaratılışını, gece ve gündüz sürelerinin değişmesini, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin yüzdürülmesini, semadan indirilen yağmurla ölmüş yeryüzünün diriltilmesini ve orada pek çok canlı yaratılmasını, rüzgârların hareketini, yeryüzü ve sema arasında emre âmâde duran bulutları zikrettikten sonra لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ buyurmak suretiyle, bütün bunlarda tefekkür eden insanlar için Allah’ın varlık ve birliğine âyetler bulunduğunu zikretmiştir. (Bakara, 2/164)

Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer çok sayıda âyet bulunmaktadır. Bu ayetlerin bazısı meseleyi akla, bazısı fikre, bazısı ise ilme bağlıyor. Bunların arasında nüans bulunsa da temelde hepsinin aynı noktaya işaret ettiği görülecektir ki bu da Allah’ın âfâk ve enfüste yaratmış olduğu deliller üzerinde insanın düşünmesi, aklını kullanması ve tefekküre dalmasıdır.

Pek çok ayet-i kerimenin sonunun, لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ şeklinde hitama ermesi bize şu hususu da hatırlatmaktadır: Kur’an-ı Kerim tefekkürü geniş zamana delâlet eden bir kiple ifade ederek nazarlarımızı sürekli aktif akla çevirmektedir. Evet, Kur’ân-ı Kerim, bir tek defa bile pasif akıldan bahsetmediği gibi, sadece maziye yönelik bir aklî ameliyeden de bahsetmez. Bilâkis Kur’ân-ı Kerim, geniş zamanda sürdürülecek bir tefekkürden bahsetmek suretiyle, geçmişin yanında bugünün ve yarınların da tefekkür edilmesini ister. Dolayısıyla insan, geçmişle aklî ve mantıkî irtibatlar kurmanın yanında, yaşadığı çağı ve gelecek zamanı da tefekkür imbiklerinden geçirmeli ve her adımını makuliyet zemininde atmalıdır. Ayrıca söz konusu ayet-i kerimelerin aktif akla işaret etmesi, tefekkürdeki sürekliliği vurgulaması açısından da çok önemlidir.

Burada istidradi olarak bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Kur’ân’da yer alan bu tür âyet-i kerimelere meal verirken, genellikle “akletme” kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Fakat bu kelime, يَعْقِلُونَ lafzının mânâsını tam olarak ifade etmemektedir. Her ne kadar alternatif başka bir tabir bulunamadığından dolayı bu kelime ile iktifa edilse de, bunun zayıf bir karşılık olduğunu da belirtmek gerekir. Belki bunun yerine, “aklı yürüterek eşya ve hadiseleri okuma”, “tefekkür yoluyla akıldan hâsıl olabilecek ürünlere ulaşma”, “aklı değerlendirmek suretiyle varlığı sağma” vs. denilebilir.

İnsan Ancak Tefekkürle Kendini Keşfeder

Allah (celle celaluhu) pek çok yerde dikkatleri aklı kullanmaya ve tefekkür etmeye çektiğine göre, mü’minlerin de gerek âfâkî gerekse enfüsî tefekkürde derinleşmeleri gerekmektedir.

Enfüsî tefekkür mevzuu olarak insanı, -Alexis Carrel’in de “İnsan Denen Meçhul” isimli kitabında tahlil ettiği üzere- sadece fizyolojisi ve anatomisi itibarıyla ele alacak olsanız bile o, hakikaten saygı duyulması gerekli olan bir abide şeklinde karşınıza çıkacaktır. Evet, insan iç-dış yapısıyla o kadar mükemmeldir ki, muhalfarz eğer Allah’tan başka birisine secde etmek caiz olsaydı, insana secde edilirdi. Fakat Allah (celle celaluhu) kendisinden başka hiç kimseye secde edilmesine müsaade etmemiştir. Meleklerin Hazreti Âdem’e secdeleri ise, emre itaatteki inceliğin anlaşılması adına bir imtihan ve ibtilânın gereğidir.

Bununla birlikte Allah’a yapılan secdede Hazreti Âdem’in bir mihrap olması, böyle bir konum, faikiyet ve hususiyeti ihraz eden başka bir varlık olmadığını göstermektedir. Zira Âdem, bir yönüyle madde ve mananın, fizikî ve ruhanî âlemlerin birleşik noktası gibidir. Farklı bir ifadeyle o, Cenâb-ı Hakk’ın bütün esma-i hüsnasının cami bir aynasıdır. İşte böylesine mükemmel bir varlık olan insanı, maddî ve manevî buutlarıyla okumaya başladığınızda, derin derin tefekküre dalmamanız mümkün değildir. Evet, insanı ister el, ayak, göz, kulak, burun, dil, dudak gibi maddî yanıyla ele alın, isterseniz mahiyet-i nefsi’l-emriyesi (hakiki mahiyeti) itibarıyla ele alın, doğru okunabildiği takdirde o, insanı derin derin düşünceye sevk edecek mükemmel bir kitap gibidir.

Hususiyle nefsi, kalbi, duyguları, şuurunun şuurunda olması, iradesini yönlendirmesi itibarıyla insana bakıldığında, onun hiçbir boşluğa rastlanmayacak nasıl muhteşem bir mekanizmaya sahip olduğu görülecektir. İnsan, böyle bir sistemin dümeninde bulunması, onu işletmesi ve onun merkez noktasına tahtını kurması itibarıyla onun en yakınında durduğundan dolayı, onu en iyi anlayan da kendisidir. Eğer insan enfüse açılabilir, onun maddi ve manevi yanı üzerinde düşüncelerini derinleştirebilirse, tıpkı yeryüzünde başarılar elde ettikten sonra uzaya açılan insanlar gibi, âfâka da açılabilir. Farklı bir ifadeyle enfüs üzerinde iç âlemlerde gerçekleştirdiği sistemli bir tefekkürle, Allah’ın abes bir şeyi yaratmadığının farkına varan bir insan, nazarlarını dış âlemlere tevcih ettiğinde de, tıpkı çiçeklere konan bir arı gibi farklı bal usareleriyle geriye dönecektir.

Sohbet Mekânları Tefekkür Meclisleri Olmalı

Evet, insana düşen vazife âfâkî ve enfüsî her iki tefekkür kanadını da çok iyi değerlendirerek oturup kalktığı meclisleri derinlemesine Allah’ın teşriî ve tekvinî âyetleri üzerinde durulan ve kalbin zümrüt tepelerinde dolaşılan yerler haline getirmesidir. Bu yapılmadığı takdirde meclisler laubaliliklerden kurtulamayacaktır. Laubaliliğin hüküm sürdüğü yerlerde ise insanlar sürekli dudu nineler gibi falanı filanı eleştirmekten, başkalarının kabahatleriyle meşgul olmaktan ve onun bunun gıybetini yapmaktan kurtulamazlar. Bu tür dedikodularla meşguliyet ise hem zamanı hem mekânı hem de atmosferi kirletir. Böyle kirli bir atmosferde ise tefekkür çimlenmesi gerçekleşmez. Esasen nefis ve hevasının akıntılarına kendisini kaptıran bir insan, varlığı doğru okuyup doğru yorumlamasını sağlayacak tefekkür mekanizmasının eline kement vurmuş ve onu felç etmiş demektir.

Söz buraya gelmişken, Medet Efendi’nin anlatmış olduğu bir hadiseyi nakletmek istiyorum. Kendisi, İkinci Abdülhamid’in yaveri bir binbaşı imiş. Bir zaman kendisiyle beraber olmuştuk. O zaman ben on iki – on üç yaşlarında idim. O da, yetmiş beş yaşında idi. İbadet ü taatinde çok hassas, sakallı, nurani bir zat idi. Ayrıca tam bir Osmanlı beyefendisiydi. 1908 yılında Sultan Abdülhamid (cennetmekân) hal’ edilince, ittihatçılar başkaları gibi onu da tımarhaneye atmışlar. Delilerin içinde kala kala kendisi de bir nebze aklî dengesini yitirmişti. Zaten mecnunlarla aynı mekânı paylaşmak zorunda kalan biri onlarla aynı çizgiyi paylaşmaz ve onlara uyum sağlamazsa, problem haline gelir ve oradaki deliler tarafından “deli” ilân edilir. İşte, bir süre delilerin içinde kalan Medet Efendi, zaman zaman onların hâl ve tavırlarını naklederdi. Onlardan kimi eline bir ayna alıp Erzurum’u sel bastığından bahsedermiş, bir başkası soba deliğinde hazine yer aldığını anlatırmış, bir başkası da gazetede çıkan yazılara küfreder dururmuş.

Delilere dair Medet Efendi’nin naklettiği bu hadiseden şu noktaya gelmek istiyorum: Şayet biz de oturup kalktığımız yerleri nurani birer meclis haline getirmezsek dünyevî-uhrevî faydası olmayan mevzuları konuşur durur ve sürekli gevezelikle zamanımızı heba ederiz. Tıpkı tımarhanedeki insanlar gibi, birisi kalkar gereksiz bir söz eder, öbürü başka bir boş mevzuu dillendirir, başka birisi de kalkar bir başkasına verir veriştirir. Bunun sonucunda meclislerimizi verimsiz, bereketsiz çorak bir arazi haline getirmiş, isyan deryasına yelken açmış ve -halk ifadesiyle söyleyecek olursak- eften püften meselelerle vaktimizi israf etmiş oluruz. Meclislerimizi iman meclisi haline getirme dururken, niye onu ruhtan, manadan yoksun bir kabristana çevirelim ki! İtaat vadilerinde dolaşma varken niye geriye dönüşü zor bir deryaya açılalım ki! Niye meclislerimizde fırsatları değerlendirip değişik menfezler bularak oradan Kur’ân’ın değişik enginliklerine açılmayalım ki!

İşte meclislerimizi bereketli kılmanın yolu sözlerin hep Allah ve Resûlü’nü düşüneceğimiz tefekkür zeminine çekilmesi, muhavere ve müzakerelerin hep sohbet-i canana getirilmesidir. Gevezeliğe dalmak isteyen olursa, usulünce ona da müdahale edilmeli ve “Kardeşim! Allah adına, Efendimiz adına söyleyeceğin bir söz varsa söyle, dinleyelim; yoksa bir kitap getir, onu okuyalım.” demeli ve yürekleri hoplatacak, gözleri yaşartacak ve bize yeniden insanlığımızı hatırlatacak bir konu müzakere edilmelidir. Mesela orada bulunanların birisinden Kur’an okumasını ister, şayet okunan ayetleri izah edecek birisi varsa, ondan da okunan kısmın tefsirini yapmasını rica eder ve böylece içimize inşirah salmış oluruz. Tefsir yapabilecek salahiyette birisi yoksa getireceğimiz bir meal ve tefsirle okunan ayetleri anlamaya çalışırız. Zira anladıkça, tefekkür ettikçe, seviyesizlikten, düşüncede sığlıktan kurtulacak ve engince mülahazalara açılacağız.

Hasılı, tefekkür dinamiği sayesinde, aczimizi, fakrımızı ve şükre istihkakımızı daha derinden anlayacak, mahlûkatı daha engin bir şefkatle kucaklayacak ve Allah’ın izniyle şevk içinde hizmetimize devam edeceğiz.

 

Musibetler Karşısında Mü’min ve Münafık

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) mü’mini ekine, münafığı ise sedir ağacına benzetmiştir. Bu hadisi nasıl anlamalıyız?

Cevap: Söz konusu hadis-i şerif manen rivayet edildiği için, rivayetler arasında bazı lafız farklılıkları bulunmaktadır. Hadisin Müslim’de geçen lafzı şu şekildedir:

مَثَلُ الْمُؤْمِنِ كَمَثَلِ الزَّرْعِ لَا تَزَالُ الرِّيحُ تُمِيلُهُ وَلَا يَزَالُ الْمُؤْمِنُ يُصِيبُهُ الْبَلَاءُ وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ شَجَرَةِ الْأَرْزِ لَا تَهْتَزُّ حَتَّى تَسْتَحْصِدَ

“Mü’minin misâli ekin gibidir. Ekini rüzgâr sallar durur. Mü’min de sürekli bela ve musibetlere maruz kalır. Münafık ise sarsılmaz (gibi duran) ‘erze’ ağacı gibidir. O, bir kere sarsıldığında kökünden sökülür, (bir daha doğrulamaz).” (Müslim, Sıfatü’l-münâfikîn 58)

Burada ilk olarak, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’mini ekine benzetmesinden mü’minin bela ve musibetler karşısındaki halini anlatabilmek için verilebilecek en güzel misalin ekin olabileceğini anlıyoruz. Bildiğiniz gibi rüzgâr, ekini kimi zaman sağdan gelip sola, soldan gelip sağa; kimi zaman önden gelip arkaya, arkadan gelip öne meylettirir, sallar durur. Bu durum karşısında ekin yere yatar ama rüzgâr, fırtına dindiğinde tekrar ayağa kalkar. İşte mü’min de, belâ ve musibetlerle sürekli ırgalanır, hayat boyu çeşit çeşit imtihanlara maruz kalır ama o, bütün bunlar karşısında, sarsılsa bile Allah’ın izni ve inayetiyle asla devrilmez. Evet, mü’min manen yülselmesi, saflaşıp özüne ermesi, kötülüklerle mücadelede metafizik gerilimini sürekli canlı tutması ve daha bildiğimiz/bilemediğimiz nice hikmetlere binaen bu dünyada sürekli imtihanlara maruz kalır. Arapçaya uydurulan bir sözde de “el-Mü’minü beleviyyun.” denilerek bu hakikate dikkat çekilmiştir ki, bunun mânâsı; “Mü’min, sürekli belâya maruz kalan ve her zaman başına bela yağan insandır” demektir. Arapça dil yapısı itibarıyla cümle yanlış olsa da, mânâsı doğrudur. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla yakın olan insanlara gelir.” (Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23)

Bu hadis zaviyesinden meseleye baktığımızda mesela ehl-i beytin maruz kaldıkları belâ ve musibetlerin başkalarına göre çok daha fazla olduğunu görürüz. Onlar türlü türlü işkencelere maruz bırakılmış; değişik iktidar ve güç odakları tarafından âdeta kolları kanatları koparılmış, hatta kimileri asılmış, kesilmiş ve şehadet şerbetini içerek Hakk’a yürümüştür. Fakat bununla beraber onların başına gelenler, sâbikûn-u evvelînin başına gelenlerin yanında çok küçük kalır. Sabikûn-u evvelînin başına gelenler de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) başına gelenlerin yanında çok küçük kalır. Çünkü herkes seviyesine ve kamet-i kıymetine göre belalara maruz kalmıştır.

Kar, Bora, Fırtına Zirvelerde Olur!

Yüksek ruhlar hep zirvelerde olduklarından dolayı, kar çarpacaksa ilk defa onlara çarpar, dolu vuracaksa ilk defa onları vurur ve aynı şekilde öncelikle onların tepesi buz bağlar. Bir yönüyle her şey ilk soluğunu onların tepesinde alır. Mesela bir Hazreti Gazzâli’yi düşünecek olursanız o, içinde bulunduğu toplum açısından belli bir dönem anlaşılmadığından, tehcire maruz bırakılmış, o da başını almış gitmiş, ıssız yerlere çekilmiş, mezarlarda tek başına dolaşmak zorunda kalmıştır. Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin münacatlarındaki serzeniş ve şikâyetlerine bakacak olursanız, nelere maruz kaldığını çok daha iyi anlarsınız. Aynı şekilde Ebu’l-Hasan eş-Şazilî Hazretleri’nin maruz kaldıkları da diğerlerinden farklı değildir.

Günümüze gelip çağın fikir mimarının çektiği sıkıntılara baktığınızda da, hayatında adeta ona gülmenin hiç nasip olmadığını görürsünüz. O, çok genç yaşta bugün bile rüyasının görülemediği çok önemli projelerle İstanbul’a gelmiş; fakat mabeyn-i hümayunun bu yüksek projelere aklı ermediği için, onu, delice konuştuğu gerekçesiyle tımarhaneye attırmışlardır. O güzel proje ve teklifler gelip mabeyn-i hümayuna takıldığından dolayı, o günün basiretli insanları bile onun sözlerini anlayamamışlardır. Esasında “Bir mü’mine imanından dolayı ‘deli’ denilmedikçe, o kişi imanda kemale ermiş sayılmaz.” İşte o kamet-i bâlâya da imanda kemale erdiğinden dolayı “deli” denilmiştir. Arkasından harbe iştirak etmiş, çok ağır şartlar altında günlerini geçirmiş, esir düşmüş ve esarette yine cefa görmüştür. Sonra sefa bulacağım diye kendi memleketine dönmüş fakat bu defa da ayrı bir cefayla karşılaşmıştır. Van’da mağaraya çekildiğinde bile rahat bırakılmamış, orada tek başına yaşarken derdest edilerek batıya sürülmüştür. Bundan sonraki otuz beş senelik hayatında da kimi din düşmanlığından, kimi kıskançlığından, hasedinden katiyen onu iflah etmemiştir; etmemiş ve sürgünler, zindanlar, tecritler, zehirlemeler, hapisler, muhakemeler, idam hükümleriyle yargılamalar hep birbirini takip edip durmuştur.

“İnsanlar neler çekmiş. Bizimkine de çekmek mi denir?”

Hâsılı, belâ ve musibetlerin en ağırı peygamberlere ve ardından derecesine göre diğer insanlara isabet etmiştir. Bunun en önemli hikmetlerinden birisi ise şudur: Şayet bir davayı omuzlayan ve önde yürüyen insanlar bu tür büyük musibetlere maruz kalmazlarsa, arkadan gelen ve onları takip edenler başlarına gelen çok küçük sıkıntılardan bile şikâyet ederler. Bir sinek ısırması, bir arı sokması bile onlara ağır gelir. Akrep veya yılan gördüklerinde ise daha ısırılmadan feryat etmeye başlarlar. Fakat böyle durumlarda öndekilere bakar ve onların çok daha büyük sıkıntılara katlandıklarını görürlerse, bununla teselli olur ve “Yahu insanlar neler çekmişler. Bizimkine de çekmek mi denir? Onların çektiklerine bakınca bizimkinin sözünü etmek bile ayıp olur.” derler. Bu itibarladır ki, temsil konumunda bulunan insanların hâlleri, arkadan gelenler için çok şey ifade eder. Onlara bakan insanlar, hayatlarını zehir zemberek hale getirecek hadiseleri farklı görmeye, farklı duymaya, farklı okumaya başlar ve netice itibarıyla yaşadıkları acıların bile tatlılaştığını görürler.

Münafığa gelince o;

وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ شَجَرَةِ الْأَرْزِ

ifadeleriyle erz ağacına benzetiliyor. Söz konusu ağaç, ister selvi, ister çam, ister sedir, isterse çınar ağacı olsun, önemli değildir. Önemli olan, hadis-i şerifte münafığın لَا تَهْتَزُّ حَتَّى تَسْتَحْصِدَ vasfıyla anlatılmasıdır. Yani sarsılmaz gibi görünen o ağaç bir kere şiddetli bir fırtınaya maruz kalınca kökünden sökülür, devrilir ve bir daha doğrulamaz hale gelir. Evet, münafık çalımlı çalımlı salınıp hiç devrilmez zannedildiği anda şiddetli bir rüzgâra maruz kalınca öyle bir devrilir ki, bir daha ayağa kalkamaz. Ekin ise rüzgâr ne kadar şiddetli eserse essin, yattıktan sonra tekrar doğrulur, ayağa kalkar.

İşarî olarak hadis-i şerifle ilgili şöyle bir mülahaza da akla gelmektedir: Bazen tek bir fert olarak mü’mini sarsan, onun başını döndüren, bakışını bulandıran hadiseler olabilir. Böyle bir fert kendini günaha salmış, muvakkat bir sarsıntıya maruz kalmıştır. Siz, bu şahsın elinden tutar, ona nasihat eder, doğru yolu gösterir ve böylece onu düştüğü yerden kaldırırsınız. Fert için bunu yapmak kolaydır. Fakat bir de umumi bir bela olarak bir toplumun kendini günaha salması, içten içe karbonlaşması ve devrilmesi vardır ki, işte bu, o koca çınarların devrilmesi gibi bir devrilmedir. Dolayısıyla onu tutup kaldırmanız, ona yeniden hayatiyet kazandırmanız ferde nispetle çok daha zordur.

Fakat günümüzde kendilerini din-i mübin-i İslâm’ı ikame etmeye adamış ruhların gayesi işte bu yüce ve yüksek ufuk olmalıdır. Yani onlar toplumun her kesimine kucak açmalı, her yerde bir nabız gibi atmalı ve içinde bulundukları topluma yeniden diriliş yollarını göstermelidir. Zira asıl büyük vazife, adanmışlara düşen asıl sorumluluk, devrilmiş olan böyle bir çınarı yeniden ayağa kaldırma ve bir kere daha ona canlılık kazandırmadır.

Sabır Çeşitleri Arasındaki Münasebet

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Eserlerde ibâdete, günahlara ve musibete karşı üç tür sabırdan bahsediliyor. Bu sabır çeşitleri arasında nasıl bir münasebet vardır?

Cevap: İnsanları, kalb ve ruh ufkuna yönlendiren geçmiş asırlardaki büyük zatlar gibi Hazreti Pir de, eserlerinde bu üç sabır çeşidi üzerinde durmuştur. Bu sabır türlerinin arasında ciddi bir münasebetin olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi isterseniz ana hatlarıyla aralarındaki bu münasebeti görmeye çalışalım:

İbadette İstikamet, İnsanı Günaha Düşmekten Korur

İnsanın ibadetlerini arızasız ve kusursuz bir şekilde yerine getirmesi ve özellikle bu konuda devamlılık peşinde olması ciddi bir sabrı gerektirir. Çünkü insanın bir işi hiç aksatmadan başlangıcından sonucuna kadar götürmesi çok zordur. Ancak insan, bu sabrı sayesinde Allah’ın sevgisine mazhar olabilecektir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

أَحَبُّ الْأَعْمَالِ إِلَى اللهِ تَعَالَى أَدْوَمُهَا وَإِنْ قَلَّ

“Amellerin Allah’a en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî, rikâk 18; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 216-218) Nafileler bir yana, insanın, Allah’ın takdir buyurduğu farz ibadetleri kesintisiz olarak yerine getirmesi bile, tam bir kulluk ortaya koyması açısından çok kıymetlidir. Bu itibarla Üstad Hazretleri’nin “makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor” ifadesiyle nazara verdiği ibadete karşı sabır ile insan nezd-i Ulûhiyet’te apayrı bir kıymet kazanır.

Eğer siz, farz olduğu andan itibaren, hatta alıştırma faslını da düşünecek olursak yedi-sekiz yaşından itibaren vefat edeceğiniz ana kadar hayatınızın her faslında namazınızı, orucunuzu, zekâtınızı ve diğer ibadetlerinizi hiç aksatmadan yerine getirebilmişseniz, rıza-i ilahiye nail olma adına çok ciddi bir kulluk ortaya koymuşsunuz demektir. İşte bir insan, bu ölçüde ibadet ü taate kilitlenmişse, onun kıldığı namazlar, tuttuğu oruçlar, verdiği zekâtlar vs. bir yönüyle masiyete karşı bir kalkan vazifesi görecek ve onu büyük günahların ağına düşmekten koruyacaktır.

Mesela, günümüzde bazı geceler bahane edilerek zararlı meşrubatın çokça kullanıldığını, hatta bu yüzden bazılarının komaya girdiğini ve neticede bu insanların dünya ve ahiret hayatlarını karartacak şekilde kötü duygu ve tutkuların esiri olduğunu görüyoruz. Şimdi hiçbir zaman ibadetini aksatmayan bir insanın böyle bir gecede, yine camiye gideceğini ve ibadet ü taatini yerine getireceğini düşünecek olursak, onun camiden çıktıktan sonra -çevresindeki insanların teşvik ve baskısı olsa da- dinin açıkça yasakladığı böyle büyük bir günahı irtikâp etmesi pek düşünülemez. Çünkü kıldığı namaz, okuduğu evrad u ezkar Allah’ın lütuf ve inayetiyle onun için bir sütre ve bariyer vazifesi görecek ve hayat güzergâhında onun herhangi bir trafik problemi yaşamadan sağ salim yoluna devam etmesini temin edecektir. Ayrı bir husus olarak şunu da söyleyebiliriz: Sürekli akan suyun mermerleri aşındırması ve eritmesi gibi, böyle bir insanın da ibadet ü taatte sebatı nefsinin günaha meyillerini eritecektir.

İbadet, Düşüncede İstikameti Sağlar

Bir insanın, ibadetlerini hassasiyetle yerine getirmesi, aynı zamanda, belâ ve musibetler karşısında takınması gereken tavır konusunda da ona yardımcı olacaktır. Zira ibadet ü taat, insana her zaman Cenab-ı Hakk’ın rızasını, kaza ve kaderini hatırlatır. Dolayısıyla böyle bir mü’min mübtelâ olduğu sıkıntılar karşısında müstakim düşünür ve Allah’ın izniyle isyana düşmez, kaderi tenkit etmez. Bilakis Allah’la irtibatı kavi olduğundan dolayı, “Bütün bunlar, benim kemerbeste-i ubudiyet içinde karşısında el pençe divan durduğum Zât tarafından geliyor.” şeklinde düşünerek kadere rıza gösterir. Başkalarının sarsıldığı hatta devrildiği zamanlarda bile o sürekli, “Hoştur bana Senden gelen / Ya hil’atu yahut kefen / Ya taze gül yahut diken / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” diyerek sürekli rıza ufkunda yaşar.

Evet, ibadet, ubudiyet ve ubudetle Mabud-u Bi’l-Hak ve Maksud-u Bi’l-İstihkâk’a yönelip O’na karşı tam bir kulluk ortaya koymanın hem bir sera gibi insanı koruyucu yönü vardır hem de insanı bela ve musibetler karşısında düşüncede istikamete çeker. İşte bütün bunları nazar-ı itibara alacak olursak, sabır çeşitleri arasında ciddi bir münasebetin olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Öte yandan bu sabır çeşitleri arasında zorluk ve kolaylık açısından da bir sıralamanın bulunduğu söylenebilir. Zira bir insanın ömür boyu arızasız ve kusursuz bir kulluk tavrı ortaya koyabilmesi çok zordur. İşte bu zorluğu aşabilen bir insanın diğer sabır çeşitlerini aşması daha kolay olur. Çünkü kandan irinden deryaları geçmiş bir insanın önüne bir ırmak çıktığında, o, Allah’ın izni ve inayetiyle orayı daha kolay bir şekilde aşıp karşı tarafa geçebilir. Dolayısıyla burada öne alınan sabır çeşitleri bir yönüyle sonrakileri kolaylaştırmakta ve desteklemektedir.

Soru: Bu üç sabır türüne ilave edilebilecek daha başka sabır çeşitleri var mıdır?

Cevap: Hazreti Bediüzzaman’ın ifade ettiği bu sabır çeşitlerine yenilerini eklemek mümkündür. Mesela belirli bir vakte bağlı bulunan hususlar karşısında zamanın çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmek çok önemlidir. Meselâ siz herkesin inanmasını, sevgi dalgalarının bütün insanların içinde yayılmasını, her yerde sulh ve huzurun hüküm sürmesini, herkesin birbiriyle sarmaş dolaş olmasını, bütün ırkî mülahazaların ayakaltına alınmasını vs. düşünebilir ve bu istikamette soluk soluğa gayret gösterebilirsiniz. Fakat bilinmelidir ki, bütün bu güzelliklerin yaşanması adına yeni bir neslin yetiştirilmesi ve meselenin dipten ele alınması gerekir. Hiç şüphesiz bunun gerçekleşmesi de en az çeyrek, hatta bazen belki yarım asır ister. Bu da aceleci ruhların sabr u sebat gösterebileceği bir iş değildir. Zira şairin dediği gibi bu konuda acele edenin pâyine dâmen (ayağına etek) dolaşır, temkinli bir şekilde aheste yürüyen ise menzile ulaşır.

Ayrıca idareye talip olup dinamik gücü ele geçirenler çoğu zaman birden bire hemen toplumun rengini, şeklini, desenini ve şivesini değiştirebileceğini düşünür ve bu anlayışa göre toplumu dizayn etmeye kalkışır. Hâlbuki meseleyi dipten ele almaz, insanların hür iradelerine saygı duymaz ve güzel bir ortamın oluşması adına gerekli olan sabrı göstermeyip acele ederseniz, hiç farkına varmadan zaman ve hadiseleri kendi aleyhinize çevirmiş olursunuz. Başardığınızı zannettiğiniz bir kısım işlerde bile kurduğunuz temelsiz bina bir anda başınıza yıkılıverir. Çünkü acelecilik ve tepeden inmecilik insanî ve içtimaî tekâmül sürecine terstir. Bu itibarla kendi toplumuna ve hatta bütün insanlığa barış ve sevgi iklimi getirmeye çalışan karasevdalılar şuna hazır olmalı; belki siz bu konuda göbek çatlatıp ölesiye gayret ettiğiniz halde görmek istediğiniz bir kısım güzellikleri hiçbir zaman göremeyeceksiniz. Onları görmek arkadan gelen nesillere nasip olacak. Esasen “vazifemizi yapıp şe’n-i rububiyetin gereğine karışmama” prensibi hayat boyu bağlı kalmamız gereken temel bir disiplin olmalıdır.

Bir diğer sabır çeşidi de, mubah çerçevede görünse de dünyanın cazibedar güzelliklerine karşı sabırdır. Evet, dünya göz kamaştırıcı şualarıyla gözümüzün içine yöneldiği zaman, ona karşı kararlı ve dimdik durabilme de çetin sabırlardan bir tanesidir. Hazreti Pîr’in de bahsettiği üzere birisi, “sanki yedim” diyerek bir camiyi yememiştir. Yani canının çektiği bir kısım yiyecek ve içecekler karşısında dişini sıkıp sabretmiş, “sanki yedim” diyerek onlara vereceği parayı bir yerde biriktirmiş ve neticede biriken bu paralarla çok güzel bir cami yaptırmıştır.

Bu sabırlardan daha öte bir sabır da mukarrabînin, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâline ve Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a kavuşma adına iştiyakla yanıp kavrulmalarına karşı, ruhlarının ufkuna yürüyecekleri ana kadar dünyada kalmaya sabretmeleridir. Bu ufkun önemli temsilcilerinden Mevlâna, “Sine hâhem şerha şerha ez firak; tâbe-gûyem şerh-i derd-i iştiyak!” (Parça parça olmuş bir sine isterim ki, bu iftirak derdini ona anlatayım.) der. Yani bir insanın dertli olması lazımdır ki, dertten anlasın. Dertten anlamayanlara derdinizi anlatamazsınız. Esasen Hazreti Mevlâna, bir insan olarak yitirilmiş bir cennetin çocuğu olduğu ve Allah’tan gelmiş ve buraya atılmış bir zavallı konumunda bulunduğunu söylüyor ve sürekli iştiyak ateşiyle yanıp tutuşuyor. O, vefat edeceği ana kadar şeb-i arus diyor. Fakat o, “vuslat ne zaman” diyerek yanıp kavrulsa, burnunun kemikleri sızlasa da, hiçbir zaman, “Allah’ım bir an evvel canımı al ki, Sana kavuşayım” şeklinde bir hissiyatı seslendirmiyor, iradesinin hakkını verip vuslat iştiyakına karşı sabrediyor.

Çünkü bizi buraya gönderen O’dur. Emir edebin hatta aşkın da üstündedir. Aşk, insanı çıldırtsa da, O, “gel” demeden, gelme talebinde bulunma, O’na karşı saygısızlıktır. Bizi burada asker yapan O olduğuna göre, terhis tezkeremizi dolduracak da O’dur. O halde bize düşen, O’nun bu tezkereyi dolduracağı ana kadar dişimizi sıkıp burada kalmaya katlanmaktır. İşte bu da aşk u iştiyak karşısında sabırdır. Ne var ki, böyle bir sabır gerçekten inanmış, inanmanın ötesinde marifette derinleşmiş; derinleşip marifetten muhabbete, muhabbetten aşk u iştiyaka kanat açmış çok büyük zatların işi olduğundan bizim boyumuzu aşkındır.

 

Fânî İmkânları Ebedî Güzelliğe Dönüştürmenin Yolu

Herkul | | KIRIK TESTI

 Soru: Dünya hayatının fani imkânlarını ebedî hayatın sonsuz güzelliklerine dönüştürebilmek için müminin dünyaya bakış açısı nasıl olmalıdır?

Cevap: Ebed için yaratılan, ebede namzet bulunan ve sonsuz saadet hülyalarıyla oturup kalkan insanoğlu, dünyaya dünyanın faniliği kadar, ahirete ise ahiretin sonsuzluğu ölçüsünde kıymet vermelidir. Şayet mukteza-i beşeriyet müsait olsa ve dinî hükümler de buna “evet” deseydi, zannediyorum öte dünyanın sonsuzluğunu düşündüğümüzde kendi kendimize şöyle diyecektik: “Dünya ile bütün bağlarımızı koparıp yüzümüzü sadece ahirete döndürelim.” Ne var ki, insanın sahip olduğu fıtratı, cismanî arzuları, beşerî zaafları ve nefsanî boşlukları böyle bir söz söylemeye cevaz vermediği gibi, insan fıtratını nazar-ı itibara alarak hükümler vazeden Kur’an ve Sünnet de böyle bir yaşam tarzını tasvip etmemiştir. Bu açıdan insan, bir taraftan Sahib-i Şeriat’ın insan tabiatına yerleştirdiği kanunları görmezden gelmemeli, diğer yandan da neye namzet olduğunun ve ötede kendisini ne gibi sürprizler beklediğinin farkında olmalıdır. Yani o, Kur’an’ın kendisine gösterdiği istikamette Allah’ın ona verdiği her şeyle ahiretin arkasında olmalı, onu yakın takibe almalı; ama dünyadan da nasibini unutmamalıdır.

İşte bu noktada insan dünyaya ait istek ve arzularını, -söyleyeceğim yakışıksız bir ifade olsa bile- nefsinin önüne atılan bir kemik veya bir lokma ekmek şeklinde görmeli ve böylece dünyanın cazibedar güzelliklerine takılıp kalmadan yoluna devam etmesini bilmelidir. Ne var ki, insanoğlu için dünya ve ukbanın kendine has renk ve deseniyle tam olarak duyulup sezilmesi, çok ciddi bir marifet duygusuna bağlıdır. İmanını marifetle bezeyemeyen bir insan Müslüman da olsa, ebediyeti kazandıracak yolun zorluklarındaki güzellikleri duyamaz ve dolayısıyla yürüdüğü yolda yol yorgunluğundan kurtulamaz.

Marifet, kendi bağrında, engin deryaların birbirine çarpışan dalgaları gibi muhabbetler oluşturur. Muhabbet ise insanın nazarını Hazreti Mahbûb-u Hakîki’ye yönlendirir ki, işte bu sayede insan cismaniyetin dağdağasından sıyrılır, nefsin isteklerine ve dayatmalarına karşı bir kemik atar ve yoluna devam eder. Ne kadar cazibedar görünse de o, dünyaya bel bağlamaz. Böyle bir insana göre dünyada önem verilecek tek şey, dünyanın dört bir yanında Nam-ı Celil-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açması, yitirilmiş ve payimâl olmuş İslâmî itibarın yeniden yüksek burçlarda bayraklar gibi dalgalanmasıdır.

Böyle yüce bir mefkûreye dilbeste olduktan sonra, dünyada kalmanın bir değeri olur. Allah’ın adını ilâ etme, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlığa ruh olmasını sağlama ve O’nu bütün gönüllere duyurma istikametinde yürüdükten sonra, insan dünyada Hz. Nuh gibi dokuz yüz elli sene yaşasa, değer. Çünkü bu takdirde dünya, çok verimli bir şekilde değerlendirilmiş olur. Böyle bir gaye-i hayal bulunmadan geçirilen bir hayat ise, iflasla burun buruna götürülen bir aldanmışlığın ifadesidir.

Eyvah Aldandık! Gösteriş ve Alkışa Kandık!

Maalesef çoklarının bu dünyada aldandığı bir gerçektir. Esasen neye ne kadar önem verileceği belirlenmediği takdirde isabetli karar verilemez. Dolayısıyla insan son noktaya gelindiğinde umduğunu bulamayabilir. O zaman Şeyh Gâlib gibi, “Vardık der-i saâdetine yâri görmedik / Girdik behişte, hayfâ ki dîldârı görmedik.” (Saadet yurduna vardık, cennete erdik ama heyhat ki sevgili yâri göremedik) der. Yani dünya ukba dengesini kuramamış bir insan bazen burada din adına bir şey yapıyorum zannederek bir ömür boyu didinir durur. Fakat öte tarafa gittiğinde insan orada yârı bulamaz, dildârla hemdem olamaz, gönüllerin etrafında pervaz ettiği Hazreti Mahbûb’u göremez.

Bazen de yapılan iyi işler riyaya, süm’aya, ucba, fahre, takdire ve alkışa bağlandığından aldanmalar olur. Böylelikle insan ömür boyu ortaya koyduğu pozitif işlerini, negatif hale getirir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ

“Nice oruç tutanlar vardır ki, yanlarına kâr kalan sadece açlık ve susuzluktur. Nice namaz kılanlar da vardır ki, yanlarına kâr kalan sadece yorgunluk ve zahmettir.” (İbn Mâce, sıyâm, 21; Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned, 2/373)

Bu örnekleri çoğaltabilir, mesela şöyle diyebilirsiniz: Hak yolunda koşan niceleri vardır ki; yolun öbür ucuna gittikleri zaman ne yârı ne de dildârı görebilirler. Çünkü onlar yolda yapmaları gerekli olan işleri kirletmişlerdir. Onlar yolda yürümenin adabına riayet etmemiş, istikameti bulamamış ve hep düşe kalka yürümüşlerdir. Burada düşe kalka yürüyenlerin, yani istikametsiz yaşayanların orada başlarına gelecek şey de, -hafizanallah- bütün bütün kapaklanmadır. Nitekim Yüce Allah,

إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ يَوْمَ يُسْحَبُونَ فِي النَّارِ عَلَى وُجُوهِهِمْ ذُوقُوا مَسَّ سَقَرَ

“Mücrimler tam bir sapıklık ve çılgınlık içindedirler. O gün onlar yüz üstü cehenneme sürüklenir ve kendilerine, ‘Tadın cehennemin dokunmasını!’ denilir.” (Kâmer Sûresi, 54/47-48) ferman-ı sübhanisiyle, burada heva ve heveslerine takılarak sürüm sürüm bir hayat yaşayanların, öbür tarafta yüzleri üstüne sürüm sürüm cehenneme gireceklerini haber vermiştir. Evet, burada heva u heveslerine esir olmuş, nefsin tasmalı köleleri haline gelmiş ve hayatlarını böyle sürdüren insanlar öbür tarafta öyle bir kapaklanırlar ki, hiçbir şefaat onlara kâr etmez. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın,

فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ

“Artık onlara şefaat edenin şefaati fayda vermez.” (Müddessir Sûresi, 74/48) kavl-i kerimi de böyleleri içindir.

İşte böyle bir kötü akıbete maruz kalmamak için, Allah’a müteveccih yaşamak gerekir. İnsandan Allah’a giden bir şey olması lazım ki, O’ndan da insana bir şey gelsin. Eğer burada Allah’a karşı saygı, ta’zim ve tebcil duygularıyla dopdolu bir hayat yaşanırsa, orada da insana Allah’tan inayet adına uzanan bir el olur ve en muhtaç olduğu bir zamanda onu sürüm sürüm olmaktan kurtarır.

Bu açıdan elden geldiğince hayat dolu dolu yaşanmalı, boş bırakılan yerler de niyetin enginlik ve duruluğuyla doldurulmalıdır. Zira niyetin boşlukları doldurmada öyle bir sırlı genişliği vardır ki, onun bir damlası deryaları doldurabilir. Bundan dolayı insan niyetlerini çok geniş ve engin tutmalıdır. Mesela demelidir ki, “Allah’ım bana öyle bir fırsat ve imkân ver ki, şu küre-i arzın yörüngesini değiştireyim; değiştireyim de nam-ı celil-i Muhammedî bütün yeryüzünde dalgalansın.” İşte insanın bu mevzudaki bir damla niyeti ona deryalara denk sevap kazandırabilir. Yani insan bir taraftan yapması gereken işleri şakakları zonklayasıya, göbeği çatlayasıya yapacak, takatini aşan bir yere geldiğinde de, “Allah’ım! Ben bu işi yapmaya kararlıydım. Fakat gücüm buraya kadar yetti. Bundan fazlasını götüremiyorum.” deyip niyetini şefaatçi kılacaktır. İşte o zaman Sonsuz Kudret, Sonsuz Meşiet ve Sonsuz İrade “Kulum! Senin götüremediğini Ben götürürüm.” diyecektir.

“Dünya Seven, Ahireti Bulamaz”

Meseleyi Alvar İmamı’nın sözlerine bağlayarak şöyle diyebiliriz

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan / Eyyub gibi ağlasan,

Ciğergâhı dağlasan / Ahvalini sormaz mı?

Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed,

Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?” Evet, sözün özü budur.

İnsanın ruhen, hissen ve fikren duyduğu buradaki beraberlik, orada realite planındaki beraberliği netice verecektir. Burada beraber yaşayanlar, orada beraber olacaklardır. Bu sebeple de, sürekli maiyyete dilbeste bulunun. Dualarınızda, tazarrularınızda ve niyazlarınızda sürekli,

اللَّهُمَّ مَعِيَّتَكَ اللَّهُمَّ مَعِيَّةَ حَبِيبَكَ صَلَّي اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allah’ım ne olur maiyyetin, Allah’ım ne olur Habibinin maiyyeti” deyin. Hep O’nunla oturun kalkın, hep O’nu heceleyin ve hep O’nu sayıklayın. Ta ki oraya gittiğiniz zaman bu maiyyet karşınıza çıksın. Eğer burada O’nunla olursanız, oraya gittiğinizde karşınıza çıkan sürprizler karşısında arkada bıraktığınız bu yalan ve aldatan dünyayı unutursunuz. Fakat ne acıdır ki, günümüzde kafalar bozulmuş, duygu ve düşünceler dağılmış, insanlar sonsuz hayat ve Ebedî Zât’ı düşünmeden daha çok dünyayı düşünüyorlar.

Esasında büyük insanların sözlerine baktığınızda onların bile dünyadan ne kadar şikâyet ettiklerini görürsünüz. Mesela Yunus Emre şöyle der:

Aciz kaldım zalim nefsin elinden

Şol dünyanın lezzetinden doyamaz.

Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleğin

Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.

 

İlâhî gaflet gömleğin giyene,

“Müslüman” der misin nefse uyana?

Kazanıp kazanıp verir ziyana

Hak yoluna bir pulunu kıyamaz.

 

İlâhî, gafletten uyar gözümü,

Dergâhında kara etme yüzümü

Yunus eydür, gelin tutun sözümü

Dünya seven, ahireti bulamaz.

Evet, yârı görmeye, dildarla hemdem olmaya hazır olmak lazım. Burada hep aşk mektupları yazmışsanız, orada bunların hiçbirisi zayi olmaz. Oraya gittiğinizde, “Bu mektup senden gelmişti.” derler. Orada insanın muhatap olacağı, “Bana Hak’dan nida geldi / Gel ey âşık ki mahremsin / Bura mahrem makamıdır / Seni ehl-i vefa gördüm.” türünden iltifatlar yanında, dünyevîlerin iltifatlarının ne ehemmiyeti olur ki! Allah’ın bahşettiği sultanlığın yanında, “Bin canım olsa, ona kurban olsun.” dediğim Fatihlik ne olur ki! Bunlar güneşin yanındaki zerreler bile olamazlar.

Hülâsa, ellerindeki sermaye ile burada dünyayı peyleyen insanların, öbür tarafı peylemeye sermayeleri kalmayacak ve oraya eli boş olarak gideceklerdir. Fakat ellerindeki imkânları orayı peyleme istikametinde kullanan kimseler, oraya gittiklerinde çok farklı sürprizlerle karşılaşacaklardır. Yüce Allah, Kıyâme Sûresi’nde insan tabiatına işarette bulunduktan sonra her iki grubun ahirette karşılaşacağı akıbeti şu şekilde beyan etmiştir:

كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآَخِرَةَ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ تَظُنُّ أَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ

“Gerçek şu ki, siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terk edip durursunuz. Yüzler vardır o gün pırıl pırıl.. O güzel ve Yüce Rabbi’lerine bakakalır.. bir kısım yüzler de o gün pek ekşi bir haldedir. Belini kıran darbeyi yediğini hisseder.” (Kıyâme Sûresi, 75/20-25)

Rabbim hepimizi, o dehşetli günde yüzleri pırıl pırıl, apak olanlardan eylesin!

 

Hak Yolunun Cilveleri ve Mümince Duruş

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Haset ve kıskançlık duygularından kaynaklanan amansız ve insafsız saldırılar karşısında inanmış gönüllere düşen sorumluluklar nelerdir?

Cevap: En başta ifade edilmesi gerekir ki, çekememezlik ve kıskançlıktan kaynaklanan zulüm ve haksızlıklar, dünden bugüne eksik olmadığı gibi, bundan sonra da eksik olmayacaktır. Hazreti Âdem’in oğlu sağanak sağanak vahyin yağdığı bir hanede neşet etmiş olmasına rağmen kıskançlık ve çekememezlikle başı dönmüş, bakışı bulanmış ve neticede kardeşinin kanına girmiş ve onu katletmiştir. Esasında şeytan bununla ilk oyununu oynamış ve insandaki bu zayıf damarı kullanarak ona dediğini yaptırmıştır.

Kavminin öldürdüğü peygamber olarak ilk akla gelen Hazreti Zekeriyya’dır. Fakat bildiğiniz gibi insanları Allah’a davet eden daha nice peygamber kendi halkı tarafından boğazlanmıştır. Seyyidina Hazreti Davud, hem de ayaklar altında ezilmeden kurtardığı kavmi tarafından iki ayağı bir pabuç içine sıkıştırılmıştır. O büyük peygambere, sıradan bir insana bile isnatta bulunmaktan çekineceğimiz yüz kızartıcı bir amelle iftirada bulunulmuş ve bunun sonucunda o, tabuta el basıp yemin etmeye zorlanmıştır. Yalan ve iftiralarla Hazreti Süleyman (aleyhisselam) hakkında -hâşâ ve kellâ- cinci, ifritçi ve büyücü gibi bir algı oluşturulmuştur. İnsanlığın İftihar Tablosu’na da (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlikle serfiraz kılınmasını hazmedemeyen haset ve kıskançlığın zebunu insanlar tarafından -hâşâ ve kellâ- sâhir ve kâhin denmiştir. Hâsılı, peygamberler, beraberlerindekiler ve onlardan sonra gelenlerden hak ve hakikat adına gayret gösteren niceleri bu yolda değişik iftira, tahkir ve saldırılara maruz kalmıştır. Bundan sonra da benzer sıkıntılar olacak ve hak yolunda hizmet eden insanlar çeşit çeşit eziyet, işkence ve iftiralara maruz kalacaklardır.

İmtihanın Süresini Zamanın Sahibi Belirler

Bütün bunlar karşısında hak erlerine düşen vazife, başlarına gelen musibetleri gönül rahatlığı ile karşılama, şikâyet etmeme, hatta kendilerine bütün bunları reva görenlere küsmemedir. Nakledildiğine göre, Hallac-ı Mansur, istiğrak halinde söylediği “enelhak” sözünden dolayı mahkûm edilip elleri kesilince, kanlar içindeki kesik kollarını yukarıya doğru kaldırıp “Allah’ım! Bana bunu reva görenleri Sen affetmeden ruhumu teslim etmek istemiyorum.” der. İşte bu söz, büyük insan sözüdür. Bu sözün, kendisinden sekiz asır sonra dile getirilen, “Beni memleket memleket gezdirenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.” ifadesinden bir farkı yoktur.

Evet, bu yolun yolcuları bundan sonra da farklı farklı sıkıntılara düçar olacaklarını bilmeli ve bunlar karşısında asla küsmemeli ve darılmamalıdır. Bazı şairlerin yaptığı gibi dertlere destan kesmemeli, kaderden ve ilâhi icraattan şikâyetçi olmamalı ve arkalarında daha sonra gelen nesiller için birer şikâyetname bırakmamalıdır. İnsan maruz kaldığı sıkıntılar karşısında kat’iyen “ne zamana kadar” demek suretiyle kaderi tenkit etmemeli, feryad ü figan etse bile duygularını sinesine hapsetmesini bilmeli, tenha yerleri kollayarak oralarda içini dökmeli fakat asla bu feryatlarını başkalarına duyurmamalıdır. Zira imtihanın süresini Zamanın Sahibi belirler. Siz O’nun işine karışırsanız, kendi işinizi karıştırmış olursunuz. Asıl olan O’nun her icraatını saygıyla karşılamasını bilmektir.

Bazen celalden cefa bazen de cemalden safa gelebilir. Önemli olan bunların her ikisini de bir bilmektir. Yani ne cemalden gelen safa ile sevinmeli ne de celalden gelen cefa ile yerinmelidir. “Ne yaptım ki bütün bunlar başıma geldi? Neden bu tür ızdırap ve sıkıntılar hep beni buluyor? Neden bu güft ü gûlar? Neden bu çekememezlik ve hazımsızlıklar?” demek, Sünnetullah’tan habersiz yaşamak demektir. İnsanlar enbiya-i izamı, evliya-i fihamı çekememişler. Sizi çekemeseler ne olur?

Aldırmayın Söylenenlere, Doğru Bildiğiniz Yolda Hızınızı Katlayın!

Bir söz sultanı ne hoş söyler:

“Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseye değse;

Ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kâse!”

Şayet siz altın kâseyseniz varsın başkaları size taş atsın, varsın sizi olmadık şeylerle kınasınlar. Aklı ermeyen bazı kimselerin edip eyledikleri karşısında hak erlerine düşen vazife, bütün bunlara aldırmama ve doğru bildikleri yolda yürümeye devam etmektir. Onlar kendilerine yöneltilen nâseza nâbeca sözlere ve tenkitlere takılmamalı, bunlarla zihinlerini dağıtmamalı, bilakis bütün himmetlerini yapmaları gerekli olan işe teksif etmeli, vazifelerini hakkıyla ifa etmeye çalışıp neticeyi Allah’a bırakmalıdırlar. Zira Cenâb-ı Hak, gelecek olan nesl-i cedidin özelliklerinden birisi olarak,

وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لائِمٍ

“Onlar kınayanın kınamasına aldırış etmezler.” (Mâide Sûresi, 5/54) buyurmuştur.

Bütün bunlar bana Alvar İmamı’nın şu sözünü hatırlattı:

“Âşık der inci tenden;

İncinme incitenden;

Kemâlde noksan imiş;

İncinen incitenden.”

Eğer sizin ötede bir kemâl beklentiniz varsa, burada kemâl iddiasında bulunmamalısınız. Zira bu, kemâlsizlik emaresidir. İnsanın kendisini büyük görmesi, halkın alkış ve takdirini beklemesi ötede karşılaşacağı kayıplar adına bir iflas yatırımıdır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği güzel şeyleri dünyada yiyip bitiren bir insan,

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا

“Bütün iyi işlerinizin semerelerini dünya hayatınızda tükettiniz!” (Ahkâf Sûresi, 46/20) âyetinin tokadına müstahak olacaktır. Bu itibarladır ki mü’minler, Allah’ın lütfedeceği kemâlatı öteye bırakmalı, orada hiçbir şeyin eksik olmaması adına burada dişini sıkıp katlanmalıdır. Bu yapılabildiği takdirde Allah’ın izniyle hayırlı iş ve faaliyetleri hiç kimse engelleyemeyecektir. Yeter ki kendilerini milletinin ikbal yıldızını parlatmaya vakfetmiş adanmış ruhlar, hayatlarını adanmışlık yeminine bağlı bir çizgide sürdürsünler. Aksine onlar, ev alma, servet sahibi olma, şahsî rahat ve istikbali için yatırım yapma gibi dünyevî arzulara kendilerini kaptırdıkları an Allah hizmet imkânlarını ellerinden alır ve bu işi yıpranmamış, aşınmamış, dünya karşısında diş kırmamış yeni bir nesle teslim eder. Bu açıdan adanmışlar, adanmışlıklarını son kerteye kadar korumalıdırlar.

İstiğna En Büyük Kredi

Buhârî ve Müslim gibi muteber hadis kitaplarının muhtelif rivâyetlerinde nakledildiğine göre; Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yahûdiden veresiye yiyecek satın almış ve borcuna mukabil zırhını rehin bırakmıştı. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), bu borcu ödeyemeden âhirete irtihal buyurmuş; ne zaman sonra, Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) bedelini vererek Nebî yadigârı bu mübarek zırhı rehin olmaktan kurtarmış ve onu Hazreti Ali’ye (radıyallahu anh) emanet etmişti. Nezâhetin Hülâsâsı (aleyhissalâtü vesselam) ashabından borç almayı istiğna anlayışına muvafık bulmamış; onlardan herhangi bir dünya malı istememeyi, risâlet vazifesine karşılık ücret beklememe esasının icabı saymıştı. Din-i Mübîn’i tebliğ ve temsil etmesine, insanlara iki cihanın saadet vesilelerini bildirmesine ve hususiyle Sahabe’ye Cennet yolunu göstermesine mukabil en küçük bir menfaat talep etmediğini bu vakıayla bir kere daha ortaya koymuş ve peygamberlik davasının vârislerine yine güzel misal olmuştu.

Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine, cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi. Âhirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir küp bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan küpten küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

Yanlış Yorumlanan İzzet ve Onur Anlayışı

Bazı mağrurlar, “Mütekebbire karşı tekebbür…” sözünü yanlış yorumluyorlar. Oysaki Hazreti Ömer, tevazu ve sadeliği içinde kendi olarak başkalarını dize getiriyordu. Hazreti Ömer (radıyallahu anh) döneminde, bugünkü Suriye ve Filistin toprakları da Müslümanların eline geçmişti. Fetihten sonra, ordu kumandanları Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını isteyince, oranın ileri gelenleri, “Biz, Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını alacak zatın vasıflarını çok iyi biliyoruz; bu anahtarları ondan başkasına veremeyiz.” demişlerdi. Daha onlar, aralarında bu konuyu müzakere ederlerken, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) hazineden bir deve almış, hizmetçisini de yanına katarak yola koyulmuştu. Mü’minlerin halifesini karşılamak için nehrin kenarına koşanlar onu görünce hayretler içinde kalmışlardı. Çünkü dünyanın o dönemdeki en büyük devletinin hükümdarı, ayağındaki mestleri çıkarıp koltuğunun altına koymuş, hizmetçisini taşıyan devenin yularını eline almış, sıradan bir insan gibi başı önde yürüyordu. Dahası, üzerinde de giysi olarak basit bir elbise vardı ve bu elbise yol boyu devenin üstündeki semere sürtüne sürtüne birkaç yerinden yırtılmıştı. Hazreti Ömer bu yırtık yerleri -birer şeref nişanesi ekler gibi- yeniden yamamıştı. Bazıları kendisine bu halinin küçük görüleceği imasında bulununca, o “Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir. Mademki bizi aziz eden İslam’dır; izzeti ve şerefi onun dışında aramayız ve istemeyiz.” diyerek sesini yükseltmişti. Bütün bu olup bitenleri bir köşeden seyreden Kudüs’ün ruhânî reisleri, “İşte, biz, anahtarları ancak bu zata veririz. Çünkü kitaplarımızda haber verilen vasıfların hepsi bunda mevcuttur!” demiş ve onları Hazreti Ömer’e teslim etmişlerdi.

“Devletin Malı Deniz…” Diyenler Kimi Örnek Alıyor?

Hazreti Osman (r.a.) zengin birisiydi. Fakat o, dünyayı kesben terk etmese de kalben terk etmişti. Zira o, Tebük seferinde ordunun teçhizatı adına sahabe-i kiram infaka çağrıldığında, beş yüz deveyi yüküyle birlikte hem de kalbi “cızz” etmeden verecek kadar cömert birisiydi. Zannediyorum İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, “Osman’ım! Sen her şeyini ver!” deseydi, o gözünü kırpmadan sahip olduğu bütün mal varlığını Allah yolunda infak ederdi.

Damad-ı Nebi, Haydar-ı Kerrar Hazreti Ali (radıyallahu anh) halife olduğu dönemde İslam devleti, şimdiki Türkiye’nin yirmi katı büyüklüğündeydi. İslam orduları bir taraftan Mâverâünnehir’e, diğer yandan Çin Seddi’ne ulaşmış; beri taraftan da tâ Cebelitârık’a dayanmışlardı. Sınırları böylesine geniş ve adeta o zamanın süper devleti sayılan bu büyük gücün başında bulunan Hazreti Ali (radıyallahu anh), kış gününde yazlık elbise giyiyor ve bunun sebebi sorulunca da “Ben, kendi imkânlarımla ancak bu kadarını temin edebiliyorum!” cevabını veriyordu. Seyyid Kutup’un ifadeleriyle onun bu tavrı içtimaî adalet, yüksek insan ruhu, toplumla bütünleşme, herkesi kendine tercih etme veya başkaları için yaşama diyeceğimiz gerçek adalet düşüncesiydi.

Hazreti Hasan Efendimiz de, Hazreti Hüseyin Efendimiz de, Hazreti Fâtıma Validemiz de, Hazreti Âişe Annemiz de aynı duygu ve düşüncelere sahip idiler. Onlar ve onların yolunda gidenler hep bu beklentisizlik ve adanmışlık ruhuyla yaşadılar. O halde öyle olmayanlara sormak lazım: Örneğiniz kim sizin? Allah aşkına, yazlığınızla kışlığınızla örneğiniz kim sizin? “Çocuğum.. torunum..” derken, “Devletin parası deniz..” düşüncelerini seslendirirken siz kimi örnek alıyorsunuz Allah aşkına? Eline geçirdiği imkânları haram helal demeden kullananlar Kârunların, Ramseslerin, Amnofislerin hazin sonunu görmüyorlar mı? Allah’tan korkup hicap etmek lazım!

Evet, seleflerinin yolunda giden adanmışlar, adanmışlığın haysiyet ve şerefini korumalıdırlar. Onlar gönüllere girmek istiyorsa, tevazu, mahviyet ve hacalet ile muhatapların karşısına çıkmalı ve kibrin her türlüsünü yerin dibine gömmelidir. Ve yine onlar kendilerinden sonra evlatlarını, torunlarını, dünyevi rahatlarını, yazlık ve kışlıklarını düşünmemeli; sadece mefkûreleri istikametinde yürüyerek yıkılmış ruhumuzun abidesini yeniden ikame etmeye çalışmalıdır. Aksi takdirde kesinlikle bilinmeli ki, istiğna ruhuyla hareket etmeyenler Hazreti Dâvut gibi ortaya çıksa da Tâlut gibi hasede düşecek; Hazreti Harun gibi meydana çıkacak fakat Karun gibi yuvarlanıp gideceklerdir. Zira dünyaya talip olmuş ve ona yenik düşmüş insanlardan şimdiye kadar yıkılmadık kimse kalmamıştır. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar ve nice tâcdarlar” dünya denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir.

Bu itibarladır ki mefkûre yolcuları, kendileri için önemli bir güç kaynağı olan adanmışlık ruhunu hiçbir şeye feda etmemeli; sıfır olarak dünyaya gelip, sıfır olarak öbür âleme yürüme yüksek mefkûresini hiçbir zaman kaybetmemelidir. Allah’tan dilerim ki, bu yüce davaya gönül vermiş insanlar dünya karşısında çelmeye gelmesin, bir el enseyle devrilmesin ve bir kündeyle yıkılıp gitmesinler.

Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safada / Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belada.” Biz bela girdabının merkezinde yüzelim ama kat’iyen başkalarının şatafatlı hayatlarına imrenmeyelim. Allah’ın huzuruna giderken kabirde Münker ve Nekir melekleri, “Dünyada ne bıraktın?” diye sorduklarında, biraz düşündükten sonra, “Vallahi bir şey gelmiyor aklıma!” diyecek kadar öbür tarafa yiğitçe yürümeye bakalım. Mesleğimizin esası işte budur.

Elbette ki hayatlarına ticaretle başlamış, onu ticaretle sürdüren insanların hali farklıdır. Onlar çalışıp kazanacak, kazanıp hayır faaliyetlerinin destekçisi olacaktır. Ama unutmayın sizin istiğnanız hayırsever insanların size teveccüh edip tavsiyelerinizi yerine getirmeleri adına en büyük kredinizdir. Eğer siz de onlar gibi olma sevdasına tutulursanız, Rabbim muhafaza buyursun, devrilip gidersiniz. Devrilmemek için dünyevî sevdaya düşmemek lazımdır. Öyle ki, dünya bütün saltanatıyla ayağınızın ucuna kadar gelse, onu bir levsiyat gibi görerek ayağınızın ucuyla itmesini bilmeniz gerekir. Bizim yolumuz budur. Bu açıdan öteye giderken, “Ne dünyadan safa bulduk ne ehlinden recâmız var. Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” mülahazalarıyla gitmeliyiz. Eğer böyle olursanız, böyle kalırsanız, ömür boyu hür yaşar ve hiç kimseye diyet ödeme mecburiyetinde kalmazsınız. Dolayısıyla başkalarının sizi bitirmek için kurduğu entrika ve ayak oyunlarına düşmezsiniz. Yoksa paçayı bir kere kaptırdınız mı, paçayı kaptırdığınız kişilerin kukla ve piyonu olur, size güvenip bel bağlamış insanların ümit ve itimadını yıkar, kendinizi kurtarmak için yalan ve aldatmalara girersiniz ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara yapılacak en büyük kötülüktür.

Bir Ömür Boyu Adanmışlık Ruhu

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Adanmışlık ruhunun gönüllerde canlılığını sürekli koruyabilmesi için göz önünde bulundurulması gereken temel disiplinler nelerdir?

Cevap: Her şeyden evvel adanmış gönüllerin güven kredilerini zedeleyebilecek her türlü tavır ve davranıştan uzak durmaları gerekir. Samimi hislerle, herhangi bir beklenti içine girmeksizin bir mefkûreye gönül vermiş, bir davaya kendini vakfetmiş insanların, içinde bulundukları daireye bilerek zarar vereceklerini, beraber oldukları insanların lekedâr olmasına yol açacak davranışlar sergileyeceklerini zannetmiyorum. Fakat bazen düşünülmeden atılan adımlar, iyi hesap edilmeden girişilen işler, bir kısım falsoların yaşanmasına, dolayısıyla itibar yıpranmasına yol açabilir. Böyle bir durumda yapılması gereken aynı duygu ve düşünceye sahip insanların ortak akıl ve müşterek hareketle hemen o yanlışlık ve falsoyu telafi edecek bir ceht ve gayret ortaya koymalarıdır. Böyle yapıldığı takdirde hata yapan insan mahcubiyetten kurtarılmış olacağı gibi, içinde bulunulan daire adına da bazı olumsuz düşüncelerin zihinlerde yer etmesine fırsat verilmemiş olur.

“Allah’ım arkadaşlarımı benimle mahcup etme!”

Mevlana Halid-i Bağdadî’nin istiğna konusundaki hassasiyeti bizim için çok güzel bir örnek teşkil eder. O, kendi döneminde, olumsuz bir kısım mülahazaların önüne geçme adına talebe ve müritlerine daha baştan şu manada ikazlarda bulunur: “Sakın zenginlerle, hükümdarlarla, idarecilerle senli benli olmayın. Onlar yemek yedirmeyi, iltifat-ı şahanede bulunmayı, hatta tebessümlerini bile rüşvet vasıtası olarak kullanmak isteyebilir. Eğer onların tesiri altına girerseniz ömür boyu diyet ödeme mecburiyetinde kalırsınız. Bu itibarla elinizdeki imkânlarla yetinin, hiç kimseye el açmayın. Şayet evliyseniz, ikinci evliliğinizi yapmayın. Unutmayın hükümdar ve idareciler elinize ve kolunuza vuracakları prangalarla sizi kontrol altında tutmak ister.” Bu açıdan, hayatını hizmet önceliğine bağlamış insanlar bence haklarında suizan oluşmasına sebebiyet verebilecek her türlü muameleden uzak durmalı ve töhmet mahallerine hiç mi hiç yaklaşmamalıdır. Mesela “Acaba oradan mı çıktı?” dedirtmemek için bir meyhanenin önünden bile geçmemeye dikkat etmelidir. Hususiyle birisinin ayıbının başkalarına mâl edilmesi söz konusuysa, fevkalade hassas hareket edilmelidir.

Fakat ne kadar hassas davranılırsa davranılsın, her zaman eleştiri ve tenkit oklarına maruz kalınabileceği de unutulmamalıdır. Hep birlik ve beraberlik solukladığınız, hep sevgi deyip inlediğiniz, herkese bağrınızı açtığınız ve kimseyi karşı cephe kabul etmediğiniz halde şayet hınçla gerilmiş, gayzla köpüren insanlar varsa, onlar size el uzatmayacak, bağrını açmayacak, tebessümünüze yüz işmizazlarıyla karşılık vereceklerdir. Bu takdirde hâlinizi Allah’a arz etmekten, el açıp O’na dua dua yalvarmaktan başka yapacağınız bir şey yoktur. Unutulmamalı ki, Hazreti Âdem’den bugüne bütün bunlar hep olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Burada önemli olan hak erlerinin gerek şahsî, gerek ailevî, gerekse içtimaî hayatlarında içinde bulundukları hareketi mahcup edecek hâl ve hareketten uzak durmalarıdır. İrademizin hakkını vermekle beraber dualarımızda her zaman, “Allah’ım bizimle arkadaşlarımızı, arkadaşlarımızla da bizi mahcup etme!” demeli, Allah’ın himayesine sığınıp inayetinden yardım istemeliyiz. Yoksa insan için her zaman bir yerde nefsine yenik düşme ihtimali vardır. Çünkü mühlikât denilen ve neticede insanı helâkete götürebilecek heva u heves kaynaklı yüzlerce zaaf ve günah vardır. Ayrıca şeytan sürekli bunları süsleyip püsleyip insanın karşısına çıkarmakta, her zaman günahları insan için cazip göstermektedir. Bütün bu tehlikelere karşı uyanık ve teyakkuz halinde olmayan insan hiç farkına varmadan kendini bu tür felaketlerden birisinin içine salarak -hafizanallah- bir yüz karası haline gelebilir.

 Bu sebepledir ki, milyonların gözünün içine baktığı bir harekete mensup olan insan, iffet ve ismetlerine dokunacak şeylerden fevkalade uzak durmalı, şeytan ve nefsin zorlamalarına karşı metin durmalı, sadakat ve emanetlerinden de asla ödün vermemelidir. Beraber yürüdükleri arkadaşlarının hukuklarına tecavüz etmiş olmaktan öyle korkmalıdır ki,  çok rahatlıkla ellerini kaldırıp, “Allah’ım ben arkadaşlarımın yüzünü yere baktıracaksam, bin can ile yerin dibine batmayı arzu ederim.” diyebilmelidir. İşte bu, davaya vefanın ve sadakatin ifadesidir. Aleyhte bir söz söyletmemek ve en küçük bir yanlışlığa meydan vermemek için adanmış her ruh daima birer güven, sadakat ve ismet memuru gibi gayret göstermelidir. Evet, her zaman müstağni olmalı, kimseye el açmamalı, yüzsuyu dökmemeli, açgözlü olmamalı, Allah’ın verdiğine kanaat etmeli ve itibara dokunacak her türlü işten uzak durulmalıdır.

Temsil Tebliğin Önünde Olmalı

Ayrıca Hak ve hakikatin sesi olmaya çalışan insan, söylenilen sözlerden ziyade samimi tavır ve davranışlarıyla inandırıcı olabileceğini unutmamalıdır. Zira hakikatin ifadesi olmayan veya maksadı aşan, mübalağaya giren bir sözün geçici bir süre muhatabı büyüleme ihtimali vardır. Fakat bütün bunlar kalblerde kalıcı bir tesir bırakma bir yana, inandırıcılığın önüne geçen engellerdir. Mütemadi davranışlarda ise yalan olmaz. Onlar sürekli doğru bir mecrada akıp durur. Daima sadakat sergileyen, her zaman vefalı davranan, asla iffetinden taviz vermeyen, sürekli çevresine emniyet ve güven vaat eden bir insan inandırıcı olur. Bu açıdan rahatlıkla diyebiliriz ki Müslümanlıkta temsil tebliğin önündedir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik vasıflarından birisi de başımızın tacı olan tebliğdir; yani Allah’tan aldığı mesajı ümmetine bildirmektir. Fakat Allah’ın bir vahyi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bir temsilcisi olmasaydı, o, asrımıza kadar kulaklarımızda gürül gürül kendisini hissettiren bir beyan olmaz ve bu ölçüde gönüllerde makes bulmazdı. Dolayısıyla evlerimizde, yatak odalarımızın başucunda asılı bulunan ve kadife kaplamalar içinde muhafaza edilen Kur’ân-ı Kerim’in müessiriyeti onu temsil eden insanlarla olmuştur/olacaktır. Bu açıdan Efendimiz’in temsil derinliği, tebliğ derinliğinin önündedir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece Kur’ân’ı tebliğ ettiği için değil, aynı zamanda onu hakkıyla temsil ettiği için miraç unvanıyla semalara davet edilmiştir.

Alçakgönüllülük ve Gıpta Damarını Tahrik Etmeme

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ

“Bir kavmin efendisi, onların hizmetçisidir.” (Deylemî, Müsned, II, 324) buyurmuştur. Bu ruhun önemli bir temsilcisi İslam kahramanı Selahaddin Eyyûbî, “Hâdimü’l-Harameyn” yani “Mekke ve Medine’nin hizmetkârı” unvanını ilk kullanan hükümdar olmuştur. Aynı ruhla Yavuz Selim Hazretleri (cennet-mekân aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufran) hutbede, kendisi için Hâkimu’l-Harameyn denilmesinden rahatsızlık duymuş ve hemen dizleri üzerine doğrularak, “Hayır hayır, Hâdimü’l-Harameyn” demiştir. Daha sonra arkadan gelenler de kendilerine Hâdimü’l-Harameyn demişlerdir. Bu açıdan adanmış ruhlar, toplumun hangi kademesinde bulunurlarsa bulunsunlar, başkalarına hizmet etmeyi en büyük pâye bilmelidirler. Onlar, gerektiğinde “Bir işe gönül vermiş, belli bir düşünce, mefkûre ve mantık birliği etrafında bir araya gelmiş insanlara bir de su dağıtan, hizmet eden insan lazımdı.” demeli ve başkalarına hizmetkârlıkta hep önde koşmalıdırlar.

Öte yandan insanların belli alanlardaki başarıları, başkalarını gıptaya sevk edebilir. Hatta bazı zayıf karakterler hasede girebilir, rekabet duygusuna kapılabilirler. İşte bu konuda da İslâm’ın nefisleri terbiye adına vazettiği ilahî prensiplere riayet edilmelidir. O prensipler ışığında bir düstur ortaya koyan Hazreti Pîr, hakiki Kur’an talebelerinin, kardeşlerinin gıpta hislerini tahrik etmemeleri gerektiğini ifade etmiştir. Oysaki gıpta, İslâm’a göre mahzuru olmayan bir duygudur. Fakat gıptanın hasetle hemhudut olduğu nazara alınacak olursa, gıpta hislerine sahip olan bir insan hiç farkına varmadan sınırın öbür tarafına geçebilir. İşte bu sebepledir ki Hazreti Pîr, gıpta damarını tahrik etmemeyi Kur’an talebelerinin bir sorumluluğu olarak ifade etmiştir. Bunun yolu ise, hizmet eden herkesi alkışlamak ve yerinde başkalarını kendisine tercih etmektir. Ayrıca insanlarda takdir edilme, alkışlanma, beğenilme, makam mansıp arzusu gibi değişik zaaflar olabilir. Bu açıdan herkese kendisine göre bir alan tahsis edilmeli, geniş dairede hareket etme zeminleri oluşturulmalı ve bu alan farklılığı içinde fertlerin verimli hizmet etmeleri ve aynı zamanda yaptıkları işle tatmin olmaları sağlanmalıdır. Bunun yanında insanların iman ve ahlâkla mücehhez olmaları temin edilmeli, Allah’la irtibatları güçlü tutulmalı ve sahip olunan her şey Allah’tan bilinmelidir.

Zirve Tehlikesi

Dikkat edilmesi gerekli olan hususlardan bir diğeri de istikamette sebattır. Cenâb-ı Hak bizi hayırlı bir yola sokmuş olabilir. Fakat sadece doğru yolu bulmak yeterli olmuyor; bu yolun sonuna kadar gözleri açık bir şekilde doğru yürümek de gerekiyor. Konuyla ilgili Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle bir hadis rivayet edilmektedir:

“İnsanların hepsi potansiyel olarak helâkete maruzdur, ancak âlimler bundan müstesnadır; alimler de helâkete gidebilirler, ancak ilmiyle amel eden aksiyon insanları değil; onlar da helâkete sürüklenebilirler, ancak ilmiyle amel etmeyi sırf Allah’ın rızasına ulaşmak için yapanlar değil. Fakat onlar da çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/415)

Bu büyük tehlikeye bir ad koyacak olursak bunun adı “zirve tehlikesi”dir. Dolayısıyla Allah bizi nereye yükseltirse yükseltsin, her zaman baş aşağı gelebileceğimiz endişesiyle tir tir titremeliyiz. Allah daha önceki semavî din mensuplarını doğru yola hidayet etmiş, fakat onlar merkezde belli esaslara dikkat etmediklerinden dolayı muhit hattında telafisi imkânsız büyük kaymalar yaşamışlardır. Onlardan birisi “dâllîn/dalalete düşenler” damgasını yerken, öbürü de “mağdûbîn/gazaba uğrayanlar” mührüyle mahkûm olmuştur. Bu itibarla doğru yolu bulmak zor ve önemli bir iş olsa da, sürekli doğru yolda yürümek ondan daha da zordur. Evet, zirvelere çıkmak zordur ama ondan daha zor olanı zirvedeki durumu muhafaza etmektir. Bunun için Hazreti Pîr ihlâs kulesinin başından düşen bir insanın, derin bir çukura düşme ihtimali olduğunu ifade etmiştir.                          

Kabiliyete Göre İstihdam

Adanmış ruhların uzun soluklu hizmet yapabilmeleri için göz önünde bulundurmaları gereken önemli bir husus da eşya ve hadiseleri doğru okumak, fıtratla savaşmamaktır. Cenâb-ı Hak insanları farklı farklı tabiatlarda yaratmış ve onlara farklı farklı kabiliyetler ihsan etmiştir. Bazı insanlar vardır ki, onların sosyal yönleri zayıf olduğundan çevrelerine doğrudan doğruya çok müessir olamayabilirler. Mesela, kalemi eline aldığı zaman hak ve hakikate tercüman olan, yazılarıyla pek çok kişiye tesir eden, gönüllerde diriliş duygusunu uyaran öyle insanlar vardır ki, kendisine bir yerde bir konuşma teklif edildiğinde, kitaplarıyla kazandığı bütün krediyi ilk konferansta kaybedebilir. Çünkü Allah ona yazma ölçüsünde bir konuşma kabiliyeti vermemiştir. Fakat aynı insan inandığı değerleri kitap, makale ve benzeri vasıtalarla seslendirmede çok başarılıdır. İşte insanları sevk ve idare konumunda bulunan yöneticilerin bu hususun farkında olması ve herkese istidat ve kabiliyetlerine göre bir iş teklif etmesi gerekir.

Bilindiği üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Halid’i, arzusuna binaen irşat ve tebliğ vazifesiyle Yemen’e gönderiyor. Ebu Musa el-Eş’arî’nin bildirdiğine göre aradan iki gün, üç gün, iki hafta, üç hafta geçiyor, ne gelen var, ne de giden. Aslında Halid b. Velid, konuşmasını bilmeyen bir insan değildi. Fakat Cenâb-ı Hak onu irşad âlemi itibarıyla mercuh, ordu komutanı olması yönüyle racih kılmıştı. Yani onun üstünlüğünü başka bir yöne bağlamıştı. Hikmet-i ilahiyeye akıl ermez. Eğer Hazreti Halid de, tarihte emsaline az rastlanır bazı sahabi efendilerimiz ölçüsünde ayrı bir söz sultanı olsaydı, Bizans’ın başına balyoz gibi kim inecek, Sasanileri kim yerle bir edecekti! İşte Hazreti Halid Yemen’de bir müddet durduktan sonra Medine’ye dönüyor ve bunun üzerine Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ali’yi onun yerine Yemen’e gönderiyor. Sözüyle ruhlarda ciddi heyecan uyaran; sesini çağlar ötesine ulaştıran; bir hatip, bir vaiz ve bir nâsih olarak Allah’ın kendisine ayrı bir hususiyet ve imtiyaz bahşeylediği Hazreti Ali oraya ulaştıktan birkaç gün sonra, inanan insanların sayısı dalga dalga genişlemeye başlıyor. Çünkü o, konuşurken ruhlara girmesini, nerede ne zaman ne söylemesi lazım geldiğini çok iyi bilen bir yüce kametti.

İşte idarecilere düşen vazife de, çevresindeki kabiliyetleri farklı farklı mütalaa etmek ve onlardan rantabl olarak istifade etmek için herkesi yerinde değerlendirmektir. Karıncaya fil vazifesi yüklemek, onu bu işin altında bırakıp ezeceği gibi, ormanı söküp götürebilecek bir fili de karıncanın işinde kullanmak ona yazık etmek olur.

Vazife taksiminde şahısların kabiliyet ve karakterlerinin hesaba katılması çok önemli olmakla birlikte, asıl tesirin Allah’a ait olduğu da asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Mesela konuşma kabiliyeti zayıf olan, maksadını ifade etme adına üç beş cümleyi bir araya getirmekte zorlanan öyle insanlar tanıdım ki, birisine iki laf ettiklerinde muhatapta hemen bir yumuşama görülüyordu. Bu tesiri, orada söz söyleyen insanın şekline, şemailine, kapasitesine, düşünce ufkuna, konuşma kabiliyetine vererek izah edemezsiniz. Demek ki, kalbler Allah’ın elinde. Dilediğine hidayet nasip eden O’dur. Dolayısıyla gönül erleri, Allah yolunda yapılacak hiçbir işi hafife almamalıdır. Onlar bazen bir çay içirerek, bazen bir yemek yedirerek, bazen ziyarette bulunarak, kısaca gönüllere girme istikametinde her vesileyi değerlendirerek sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmalıdır.        

Adanmış Gönüllerde İdeal-Realite Dengesi

Diğer taraftan ideallerle realiteler birbirine karıştırılmamalıdır. Evet, himmetler âli tutulmalı, insan yüksek hedeflerin peşinden koşmalıdır. Öyle ki, mefkûre muhacirleri bir anda dünyanın çehresini değiştirebilecek kadar çok yüksek gaye-i hayaller peşinde olmalıdır. Zira himmetler âli ise, davranışlarla ona yetişilemediği durumlarda bile Allah, niyetlerle o boşluğu doldurur ve kişiyi hayalinde kurguladığı hedefe göre mükâfatlandırır. Yani insan, realize edilemeyen güzel niyetlerinin bile sevabını alır.

Bu açıdan insan çıtayı hep yükseğe koymalı, gaye-i hayallerini çok engin tutmalıdır. Fakat bütün bunların yanında, zaman, mekân, imkân ve insan unsurunun hesaba katılarak meselelerin realize edilmesi gerekir. Güzel düşüncelerin mevcut şartlar açısından gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği iyi hesap edilmelidir ki, atılan adımlar hüsran ve fiyasko ile neticelenmesin.

Bazen dünyanın rengini değiştirmek için yola çıkılır; fakat Farabî’nin Medinetü’l-Fazıla’sı ya da Campanella’nın Güneş Ülkesi gibi ütopyalara girilir. Tasavvur edilen bu dünyada, insanlar karşılaştıkları her yerde birbiriyle kucaklaşırlar. Aslanlar ve kurtlar koyunlara gelerek helallik isterler. Çarşı-pazar o kadar mükemmeldir ki, alış-veriş yapan insanlar adeta melekleşmiştir. Bu dünyada hiç kimse zerre kadar istikametten şaşmaz, inhiraf etmez. Ciddi bir talim ve terbiyeye ihtiyaç duyulmaksızın çocuklar hemen bir gelişme ve olgunlaşma sürecine girer ve on beş yaşına gelince de adeta melek gibi olurlar. Evet, bütün bunları düşünmek ve hayal etmek mümkündür. Fakat bunların realize edilmesi ayrı bir meseledir.

İşte burada insan tabiatını, insanların birbiriyle münasebetlerini hesap etmek zorundasınız. Peygamberlerin çevresinde bile bu ölçüde bir hayat yaşanmamış, çarşı-pazar hiçbir zaman bu ölçüde müstakim olmamış, kurtlar ve koyunlar arasında hiçbir zaman böyle bir kardeşlik teessüs etmemiş ve aslanlar et yemeyi bırakıp ota yönelmemişlerdir.

Kanaatimce realiteler bunu gösteriyorsa, dilbeste olunan hakikatlerin realize edilip edilmeyeceği nazardan dûr edilmemelidir. Eğer biz beraber olduğumuz insanlardan dünyanın çehresini değiştirecek ve ona yeni bir veçhe kazandıracak işler bekliyorsak, hükümleri hayale bina ettiğimizden ve gerçekleşmeyecek şeylerin arkasına takılıp kaldığımızdan dolayı hem kendimiz inkisar-ı hayale uğrar, hem de bize ümit bağlayan insanların ümitlerini kırmış oluruz. Böyle bir vebalin altına girmemek için fertlerin istidat ve kabiliyetleri teker teker hesaba katılmalı, ona göre bir iş taksimi yapılmalı ve güzel düşüncelerimiz zaman, mekân, insan ve imkân unsurları göz önünde bulundurularak realize edilmelidir.