Posts Tagged ‘mârifetullah’

Maiyyet-i Cânan

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Soru: Zaman zaman sohbetlerde üzerinde durulan “maiyyet-i Cânan” tabiriyle ne kastedilmektedir?

Cevap: Maiyyet, beraberlik demektir. Cânan ile kastettiğimiz zât ise Allah Tealâ’dır. Dolayısıyla “maiyyet-i Cânan”dan kastımız, canımızın cananı olan Rabbimiz’in maiyyetine erme, O’nunla beraber bulunma, O’nun bizimle olan beraberliğini içimizde hissetme, O’nunla ünsiyet etme ve bunu iliklerimize kadar hissetmedir.

Sorunun cevabına geçmeden önce bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Allah ile alâkalı konularda düşünürken, konuşurken, yazarken Zât-ı Bârî’yi kendi dar kalıplarımız üzerinden değerlendirmemeli, O’nu ve O’nunla alâkalı hususları kendi beşerî kıstaslarımızla ölçüp tartmamalı ve azami derecede hassasiyet göstermeliyiz. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bizi, Cenab-ı Hakk’ın zâtını düşünmekten menetmiştir. (Bkz. Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/250; Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/136) Bizim yapabileceğimiz, Allah’ın isim ve sıfatları ve O’nun yaratmış olduğu âsâr hakkında tefekkür etmektir. Zât-ı Bârî hakkında düşünmek bizim boyumuzu çok aşkın bir meseledir. Zira aklımız O’nu idrak etmekten acizdir. Dolayısıyla böyle bir yola girdiğimizde doğru düşünemez, farkında olmadan -Allah muhafaza- tecsim ve tecside girebiliriz, yani Allah’a beşerî, cismanî bir kısım özellikler yakıştırmış oluruz. Maiyyet-i ilâhiye hakkında yapacağımız değerlendirmelerde de bu hususu gözden uzak tutmamalı, her tür iddiadan kaçınmalı ve meseleyi kestirip atmamalıyız.

Dünyada Maiyyet

İnsanın, bedeni yönüne ait uzaklıkları aşarak, kendisini kuşatan cismani perdelerden sıyrılarak Cenab-ı Hakk’a vasıl olması, O’nu zevken ve keşfen duyması manasına gelen maiyyet, bizim dualarımızda sürekli O’ndan istediğimiz bir makamdır. Maiyyet ikliminde üns soluklayan bir gönül hep O’nu ister, O’nu düşünür, O’nu duyar, O’nunla işler, O’nunla başlar, sadece O’nun hoşnutluğu etrafında döner durur. Evet, maiyyet-i Cânan’ın kul üzerinde ayrı bir insibağı vardır. Maneviyat büyüklerinden bir zatın huzuruna girip onunla aynı atmosfer paylaşıldığında bile bir insibağ hâsıl olur. Yani, insanın duyguları, düşünceleri, hareketleri o zatın huzurunda bulunmaktan etkilenir. Onun aydınlık iklimine bir kez girmek bile onun renk ve deseninde değişikliklere sebep olabilir. Sahabenin büyüklüğünü biraz da burada aramak gerekir. Çünkü onlar maiyyet-i Resul’le müşerref olmuş, O’nun boyasıyla boyanmışlardı. Maiyyet-i ilâhiyeye mazhar olan bir kimsenin nasıl bir keyfiyet kazanacağını varın siz düşünün.

Biz sürekli dualarımızda maiyyet talebinde bulunsak da böyle yüce bir makama ulaşmak elbette kolay değildir. Dünyada maiyyete, ancak iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullahla ulaşılabilir. Yani siz Cenab-ı Hakk’a çok iyi inanır, inancınızı marifete çevirir, marifetinizi muhabbetle taçlandırır ve ciddi bir aşk u iştiyakla hep O’na ulaşmayı, O’nunla birlikte olmayı arzularsanız, O da sizi maiyyetine alır. Bazen böyle bir mazhariyeti, marifetinizin enginliği ölçüsünde içinizde duyabilirsiniz. Hayatını ciddi bir arayış ve araştırma içerisinde yaşayan insanlar, Cenab-ı Hakk’a tam yöneldikleri zamanlarda, bazen rükuda, bazen secdede, bazen gecenin asude dakikalarında bunu hissedebilirler. Mesela bu maiyyeti O’ndan gelen bir esinti şeklinde duyabilirler. Bu esintiyle bambaşka bir keyfiyete erebilirler. Şayet onu secdede duymuşlarsa “Keşke bu secde hiç bitmese!” diyebilir ve ölünceye kadar o secdenin uzayıp gitmesini dileyebilirler.

Ahirette Maiyyet

Maiyyet-i Cânan’ın ahirette nasıl tezahür edeceğini tam olarak bilemiyoruz. Çünkü orada her şey değişime uğrayacak, renk ve şekil farklılaşacak, belki arazlar ve cevherler birbirinin yerini alacaktır. Her şeyin mahiyet ve hakikatinin değişip dönüşeceği bir âlemde yaşanan maiyyet de bizim hayal ve tasavvurlarımızı aşkın olacaktır. Hz. Pir, Cennet’in binlerce sene mesudane hayatının bir dakika rü’yet-i cemale (Allah’ı görmeye) mukabil gelmeyeceğini ifade ediyor. (20. Mektup, 1. Makam) Şunu unutmamak gerekir ki, ahiretle kıyaslandığında dünyada yaşanan her şey mecazi kalır, Kur’ân’ın ifadesiyle oyun ve eğlenceden ibarettir. (Ankebut sûresi, 29/64) Dünya hayatı âdeta bir uyku gibidir. Ölüm ise bu uykudan uyanmadır. Asıl hayat, öbür âlemde yaşanacaktır. Dolayısıyla asıl maiyyete erme de orada söz konusu olacaktır. Orada hayatın, tüm güzelliklerin, tecelli ve tezahürlerin kaynağını görecek, duyacak ve hissedeceksiniz.

Burada yapacağınız ibadetlere, adanmışlığınıza, marifet ufkunuza, aşk u şevkinize ve O’nunla alâkanızın derinliğine göre ahirette çok farklı mazhariyetlere erersiniz. Buradaki her söz ve davranışınız orada çok farklı sürprizler şeklinde karşınıza çıkar. Bazı rivayetlerde ifade edildiğine göre Cenab-ı Hak, Cuma günleri -günün oradaki mahiyetini bilemiyoruz- Cemal-i Bâkemali ile tecelli edecek ve mü’minlere Kendisini gösterecektir. İnananlar orada Zat-ı Ulûhiyet’i nasıl gerçekleşeceğini bilemeyeceğimiz bir şekilde müşahede edeceklerdir. Sahib-i Şeriat’ın beyanına göre hem de ayın on dördünde ufukta dolunayı gördükleri gibi perdesiz olarak O’nu görecekler ve birinin görmesi bir başkasına mani olmayacaktır. (İbn Ebî Şeybe, Musannef 1/477; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 2/314)

Tabii bunların hepsi meseleyi zihnimize yaklaştırma adına kullanılmış ifadelerdir. Yoksa oradaki görmenin keyfiyet ve hakikatini bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da herkesin orada nail olacağı tecelliler ile mest ve sermest olup kendinden geçeceği ve her şahsın müşahedesinin, kendi marifet ufkunun derinliğine göre farklılık arz edeceğidir. İslâm akidesini beyitlerle anlatan “Bed’ü’l-Emâlî” adlı manzum eserde de dendiği gibi, Cenab-ı Hakk’ın cemalini gören mü’minler, o cemal-i bâkemal karşısında bütün Cennet nimetlerini unuturlar. Yani o esnada ne Cennetteki köşk ve villalarını hatırlarlar ne birbirinden lezzetli Cennet meyvelerini ne de huri ve gılmanları. Hepsini unuturlar. O esnada bunların hiçbirini gözleri görmez.

Görüldüğü üzere, maiyyet-i ilâhiyenin hem dünyaya hem de ahirete bakan yönleri vardır. Ona nail olan kimsenin burada ve ötede hissedip duyacağı çok farklı lütuflar, mevhibe ve varidat söz konusudur. Bizler öncelikle dünyada maiyyete nail olmaya çalışmalı ve Cenab-ı Hak’tan bunu istemeliyiz. Çünkü insan burada neye erer, neyi görür, neyi elde ederse, ahirette karşısına çıkacak olan nimetler de buna göre olacaktır. Tabii ki oranın enginlik ve derinliklerine göre. Mesela burada rü’yete (Allah’ı görmeye) inanmayan, onu içine tam sindiremeyen, onun iklimine giremeyen ve onu duyamayan biri, ötede böyle bir mazhariyetten mahrum kalır. İman ve ihlasınızdan evrad u ezkarınıza, ibadet ü taatinizden aşk u iştiyakınıza kadar burada neye sahipseniz öbür tarafta onunla karşılaşacaksınız. Allah buradaki her bir ceht ve gayretinizi tahmin ve tasavvurları aşan bir şekilde orada mükâfatlandıracaktır. وَأَنْ لَيْسَ لِلإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى “Doğrusu insan için kendi emeğinden başkası yoktur.  Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır.” (Necm sûresi, 53/39-40) âyetinin ifade ettiği mana da bu olsa gerektir.

Sohbet-i Cânan

Maiyyet-i Cânan önemli bir nimet ve mazhariyettir ve bu mazhariyete ulaşmanın en önemli vesilelerinden biri sohbet-i Cânan’dır. Bunun için delice Allah’ı sevmeli, sürekli O’nu düşünmeli ve her yerde sözü evirip çevirip O’na getirmelisiniz. Efendimiz (sallallahu aleyi ve sellem) gibi dualarınızda sürekli, اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ حُبَّكَ، وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ، وَالعَمَلَ الَّذِي يُبَلِّغُنِي حُبَّكَ “Allah’ım bahtına düştüm beni muhabbetinle serfiraz kıl. Senden, Senin sevgini, Seni sevenlerin muhabbetini ve Senin sevgine ulaştıracak amellere beni muvaffak kılmanı istiyorum.” (Tirmizi, daavât 75) demelisiniz. Eğer siz, sözü eviriyor çeviriyor ve sürekli Allah’a, Resûlullah’a, Kelâmullah’a bağlıyor, bunlardan bahsetmeyen sözü lakırdı görüyor, onlardan bahsedilmeyen bir araya gelmeleri abesle iştigal sayıyorsanız Allah da size maiyyetini lütfedecektir.

Sohbet-i Cânan, bazen doğrudan Allah’tan bahisler açmakla olur, bazen de sözü O’na ulaştıracak vesilelere bağlayarak. Mesela Kur’ân’ın enginliklerine öyle açılırsınız ki o sizi bir marifet ummanına daldırır. O’nun enginliklerine açılır, âyetleri arasında dolaşır ve böylece matlup ve maksudunuza nail olursunuz. Bazen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasına takılır ve O’nun vesayetinde hakiki Mahbubunuza ulaşırsınız. Bazen kâinat kitabının kelime ve satırları arasında dolaşma, onun âyetlerini tefekkür ve tedebbür etme sizin marifetullahtan nasibinizi ziyadeleştirir. Bazen sohbet-i Cânan adına O’ndan bahseden eserlerin müzakeresiyle meşgul olursunuz. Netice itibarıyla bunların hepsi sizi maiyyet-i Cânan’a taşır.

Hâsılı insan, kalbini, kafasını, ruhunu, zihnini, vicdanını.. kısaca Allah’ın kendisine bahşettiği bütün iç ve dış duyularınızı O’na ait mülâhazalarla doyurmadan maiyyet-i Cânan’a eremez. Bu sebeple farklı vesileleri kullanarak sürekli maiyyet-i Cânan peşinde olmalı. Her fırsatı değerlendirerek O’nu bilme, O’nu duyma, O’nunla birlikte olmaya gayret göstermelidir. Cenab-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği bütün latife ve hasseleriyle maiyyet soluklamalıdır. Her türlü dünyevî meşguliyetten sıyrılarak, ihtiyaçlar üstü bir zaruret hissiyle O’na yönelmek ve maiyyetine ulaşmaya çalışmak O’nun hakkı, bizim de vazife ve borcudur.

***

Not: Bu yazı, 18 Şubat 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Likaullah İştiyakı

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: مَنْ أَحَبَّ لِقَاءَ اللهِ أَحَبَّ اللهُ لِقَاءَهُ وَمَنْ كَرِهَ لِقَاءَ اللهِ كَرِهَ اللهُ لِقَاءَهُ “Her kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı diler. Her kim de O’na kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî, îmân 24; Müslim, îmân 107-110) hadisinde geçen likaullah iştiyakı nasıl anlaşılmalıdır?

   Cevap: Bu hadis-i şerif lazımî manasıyla bizlere ölümün yüzünün göründüğü gibi soğuk olmadığını, onun sadece bir çukura yuvarlanma olarak görülemeyeceğini, insanı ölümden sonra bir yokluk ve hiçliğin beklemediğini ifade ediyor. Bilakis ölüm, Cenab-ı Hak’la mülaki olmanın, O’nun maiyyetine ermenin ad ve ünvanıdır.

Esasında Hak dostları dünyada da Allah’a kavuşmaktan ve O’nun maiyyetine ermekten bahsederler. Böyle bir maiyyete ermek için kendi meşrep ve mezaklarına göre farklı yol ve yöntemler ortaya koyarlar. Ciddi bir ceht ve gayret göstererek bütün bütün masivadan kat-ı alaka eden ve yüzünü Allah’a dönen bir kişinin fenafillah, bekabillah ve maallah makamlarına yükselebileceğini ifade ederler. İsterseniz siz buna “maiyyete erme” diyebilirsiniz. Dualarınızda da falanın filanın dostluğunu, onun haremgâhında bulunmayı, ona yakın olmayı değil; Allah’ın dostluğunu ve O’nun haremgâh-ı sübhanîsinde yer almayı dileyebilirsiniz.

Ne var ki likanın mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun vuku bulması, maiyyet arzusunun kendi hakikatine uygun olarak gerçekleşmesi ahirete ait işlerdir. Bunlar, gözlerin görmesinin ve kulakların duymasının ötesinde olan, tasavvurları aşkın şekilde tecelli edecek olan hakikatlerdir. Dolayısıyla bu dünyada olmaz. Kabre girip çıktıktan, hesabı verdikten, sıratı geçtikten, Cennetin Cuma tepelerinde bulunduktan, O’nun huzuruna çıktıktan sonra O’nun likasıyla ve rü’yetiyle müşerref olunur.

   Ölümün Arkasına Saklanan Güzellikler

Evet, Allah’a ulaşma ve kavuşma bir anlamda ölüme bağlı olduğu için bazıları bundan hoşlanmayabilir. Ölümün soğuk yüzü onlara itici gelebilir. Hâlbuki Mahbûb-u Hakiki’ye ulaşmak için, değil ölümden, kabirden, berzahtan; kandan irinden deryalardan geçilse, çok sarp yokuşlar tırmanılsa yine de değer. Çünkü bu, çok büyük bir mazhariyettir. Ölümden korkan veya nefret edenler, onun arkasında yatan güzelliklerden habersiz tali’sizlerdir. Zira ölümden nefret etme demek, aslında Allah’ın huzuruna çıkmayı kerih görme demektir.

Kâinattaki bütün güzellikler cilve-i cemalinin gölgesinin gölgesinin… gölgesi olan bir Zât-ı Zülcelal’e kavuşmayı arzulama, aslında mü’min olmanın bir gereğidir. Hz. Bediüzzaman, bırakalım Allah’a mülâki olmayı, Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kavuşma hakkında bile şöyle der: “Eğer ‘İmam Rabbânî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır.’ diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binâenaleyh İncil’de ‘Ahmed’, Tevrat’ta ‘Ahyed’ Kur’ân’da ‘Muhammed’ ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhât olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 117) Hepimizi yaratan, kâinatı bunca güzelliklerle donatan, varlığı müthiş bir nizam ve intizam içinde var eden Hâlıkımıza kavuşma ise bunlarla ölçülemeyecek kadar derindir. Allah’a inanan bir insanın, O’na ulaşmayı, kavuşmayı arzu etmemesi düşünülemez.

Aslında ölümün arkasına saklanan güzelliklerin farkında olan bir kimsenin ölümü kerih görmesi mümkün değildir. Ne var ki varlığı yanlış yorumlayan, her şeyi bu dünyadan ibaret gören, fizikî âlemin ötesini müşahede edemeyen, dünyayı maksud-u bizzat zannederek kendini bütünüyle onun kucağına atan bir insana ondan ayrılma da çok zor gelecektir. Bundan ötürü ölümü kerih görecektir. Çünkü o, ölümle ulaşılabilecek güzelliklerin farkında olmadığı gibi, onun, dünyada görüp tattığı güzelliklerin asıl kaynağına ulaşma gibi bir azim ve niyeti de yoktur.

Allah’a kavuşmayı kerih gören kimselerle ilgili yukarıdaki hadisten anlıyoruz ki Allah da onların kerahetlerine kerahetle mukabelede bulunacaktır. Dolayısıyla da onları huzuruna almayacak, maiyyetiyle şereflendirmeyecek, tecellileriyle serfiraz kılmayacaktır. Biz, Allah’ın kendisine “kerahet” nispet etmesinin ne manaya geldiğini bilemediğimiz için, meseleyi belagat ilmindeki “mukabele” kategorisine irca ediyor ve böyle bir üslubu tercih ediyoruz. Onlar, ölüm, mahşer, sırat gibi Allah’a ulaştıracak köprülerden nefret ettikleri için Allah da onların nefretlerine mukabelede bulunuyor ve aynısını onlara iade ediyor.

   Severseniz, Sevilirsiniz

Öte yandan, ehl-i hakikate göre insanların kalbinde yer alan Allah sevgisi veya O’na kavuşma arzusu, aslında Allah’ın -tabir-i caizse- onlara karşı duyduğu alakanın bir his halinde onların kalbine yansıması demektir. Allah bizi sevmezse biz de O’nu sevemeyiz. Allah, Kendisine yaraşır ve yakışır bir şekilde münezzeh ve mukaddes bir iştiyakla kullarına karşı iştiyak duyar. Çünkü Hz. Pir’in dediği gibi, her sanat sahibi, sanatını sever. İnsan da Allah’ın kudret, irade ve meşiet fırçasından çıkmış ve ahsen-i takvim üzere yaratılmış mükemmel bir abide olduğuna göre, Allah’ın ona karşı duyduğu Kendine mahsus bir alakası vardır. Allah’ın kullarına karşı duyduğu alaka ve iştiyak, kullarının O’na karşı duyduğunun çok üzerindedir.

Peki, insan, kendisinin Allah nezdindeki yerini nasıl ölçebilir? Elbette içinde O’na karşı duyduğu alakanın şiddetiyle. Yani o, Allah’a ne kadar alaka duyduğuna, O’na ulaşma adına nasıl bir aşk u iştiyak içinde yaşadığına bakmalıdır. Allah’a karşı ne kadar içten alaka duyuyoruz? Ne kadar O’na kavuşma hülyasıyla oturup kalkıyoruz? Cennet yamaçları gözümüzde ne kadar tülleniyor? Zira Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: مَنْ اَحَبَّ أَنْ يَعْلَمَ مَنْزِلَتَهُ عِنْدَ اللهِ فَلْيَنْطُرْ كَيْفَ مَنْزِلَةُ الله عِنْدَهُ “Allah nezdinde konum ve yerinin ne olduğunu bilmeyi arzu eden kimse, kendi nezdinde (his ve düşünce dünyasında) Allah’a nasıl bir yer verdiğine baksın!” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 3/67; Beyhakî, Şuabü’l-îman, 2/65)

Demek ki likaullah iştiyakı en temelde Allah’a sağlam inanmaya, O’nu sevmeye ve vicdanda O’na ulaşmış olmanın zevkini duymaya bağlı bir meseledir. Bunlar da insanın sa’y ve gayretiyle hâsıl olacak, daha doğrusu onun iradesine, azmine ve düşüncesine emanet edilmiş şeylerdir. Elbette bunlarında yanında Cenâb-ı Hak, kulunun kalbinde bir teveccüh hâsıl edebilir. O’nun bazı temiz fıtratlara ekstradan lütufları olabilir. O, dilediğine dilediğini ihsan eder ve kimse de O’na -haşa- “Sen, falana niye şunları verdin!” diyemez. Fakat insana düşen vazife, iradesinin hakkını vermesi, iman-ı billah peşinde olması, salih amelle bunu derinleştirmesi, ihsan şuuruyla da salih amellerini derinlikler ötesi bir enginliğe ulaştırmasıdır. İnsan bu konuda iradesinin hakkını verirse, Allah da onun içinde likaullaha karşı bir aşk u iştiyak yaratacaktır.

   Marifetullah Bilgisi

Likaullaha iştiyakı artıran önemli faktörlerden biri de marifetullahtır, yani Allah’ı bilme ve tanımadır. Çünkü insan bildiği şeyi sever; bilmediği şeye karşı alakasız durur. Şöyle bir misalle meseleyi izah edebiliriz: Şayet günümüzde diğer din mensupları Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı alakasız duruyor veya O’nu sevmiyorlarsa bunun sebebi, onların Allah Resûlü hakkında yeterli bilgiye sahip olmamalarıdır. Eğer İnsanlığın İftihar Tablosu, layıkı veçhiyle onlara anlatılmış ve doğru tanıtılmış olsaydı, bunun yanında Müslümanlar da çirkin tavır ve davranışlarıyla hakikatlerin yüzünü kirletmeselerdi, onlarda Efendimiz’e karşı ayrı bir alaka oluşacak ve O’nu seveceklerdi. Çünkü insan, fıtratı itibarıyla kerim yaratılmıştır ve insaf sahibi bir varlıktır. Cemal ve kemale karşı bütün bütün alakasız kalamaz. Fakat Müslümanlar olarak biz, Efendimiz’i doğru anlatamadığımızdan, O’na karşı arzu ettiğimiz alaka ve sevgiyi göremiyoruz. Şayet O’nun nasıl bir fetanete sahip olduğunu, nasıl bir ismet ve iffet abidesi olduğunu, kendini nasıl tebliğe bağladığını bütün derinlikleriyle anlatabilseydik, yeryüzünde O’nu sevmeyen, O’nun iştiyakıyla oturup kalkmayan insan kalmayacaktı.

Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilmenin, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği mesaj sayesinde mümkün olacağı da unutulmamalıdır. İnsan, aklıyla bir Yaratıcı’nın varlığına ulaşabilir. Fakat O’nu sıfat ve isimleriyle bilme, Efendimiz’in sunduğu mesaja bağlıdır. Biz, Allah’ı da O’nunla tanıdık. O bize doğruyu bildirmeseydi, hakikati göstermeseydi, marifetullah adına bugün sahip olduğumuz bilgilere sahip olamazdık.

Bu yönüyle Zat-ı Ulûhiyeti tanımak da bir yönüyle Efendimiz’i tanımaktan, O’nun nurlu atmosferine girmekten ve O’nun mesajının enginliklerine açılmaktan geçiyor. O köprüden geçmeyen Allah’ı tanıyamaz. Tanıyamayınca sevemez. Sevmeyince zevk-i ruhaniye eremez. Eremeyince de O’na kavuşma adına bir aşk u iştiyak içerisinde olamaz. Bu açıdan bütün mü’minlere düşen öncelikli vazife, usul ve üslûba riayet ederek ve herkesin hissiyatını göz önünde bulundurarak insanlığa Efendimiz’i ve Allah’ı tanıtmak ve sevdirmektir.

Tekvinî emirleri mütalaa etmek de marifet ufkuna ulaşma adına önemli dinamiklerden biridir. Risale-i Nur eserleri bu istikamette yazılmış önemli birer kaynaktır. Varlık kitabını doğru okumak, doğru analiz etmek ve doğru neticelere ulaşmak, Allah hakkındaki bilgimizi artıracaktır. Marifetullahta derinleştikçe, Allah’ı daha çok sevecek ve O’na kavuşmayı daha çok arzulayacağız. Bu açıdan tekvinî emirleri sıhhatli tahlil etme ve anatomisine muttali olma mevzuunda da kusur etmemeliyiz.

Bütün bunların yanında bir de dualarımızda sürekli iman-ı kâmil, ihlas-ı etem, yakin-i tam, marifet-i tâmme ve likaullaha aşk u iştiyak istemeli ve bu talebimizde çok ısrarcı olmalıyız. Cüneyd-i Bağdadî, Allah’tan talep ettiği bir arzusuna altmış sene sonra nail olduğunu ifade eder. Altmış sene olmasa bile, bir altı ay samimi olarak bunları sürekli tekrar edelim, bakalım Cenâb-ı Hak bizleri ne gibi lütuflara mazhar kılacak. İnşallah bu sözlerimizle Allah’ı imtihan etme gibi bir saygısızlık ve terbiyesizliğe düşmüyoruzdur. Fakat şunu unutmamak gerekir ki Allah’a kavuşma iştiyakının insanın içinde uyanmasının önemli sebeplerinden birisi de insanın bu konudaki niyet, talep ve ısrarıdır.

***

Not: Bu yazı 2 Temmuz 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Kalb Kasveti

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Kalb kasvetinin tezahürleri, sebepleri ve çareleri nelerdir?

   Cevap: Kalb kasveti, kalb katılığı demektir. Kalb katılığı olan bir insan -Bediüzzaman’ın ifadesiyle- hayvaniyetten çıkamaz, cismaniyeti bırakamaz, kalb ve ruhun hayat derecelerine yükselemez. (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 164) Ruh ufkundan habersiz yaşar. Hatta bazen katılık ve gafletin derecesine göre ahiret yokmuş gibi hareket eder; kabri, mizanı, hesabı, sıratı hiç aklına getirmez; devrilip Cehennem’e yuvarlanacağından korkmaz; Cennet’ten, Cennet nimetlerinden, rıza ve rıdvandan habersiz yaşar. Kalb kasvetine sahip olan kimse, Cenâb-ı Hakk’ın kâinat kitabındaki esmâ ve sıfatlarının tecellilerini göremez. Esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniye ufkuna açılamaz.

   Kalbi Canlı Tutan Dinamikler

Kalbî hayatın canlı kalabilmesi, hiç şüphesiz en başta iman-ı billâh’a bağlıdır. Öncelikle insan, Allah’a çok sağlam inanmalı, imanını sürekli gözden geçirmelidir. Taklidî imandan tahkike çıkmalı; imanı tabiatının bir yanı hâline getirmelidir. Nazarî imanını, huşu ve hudu içerisinde eda ettiği ibadet ü taatiyle beslemeli, taçlandırmalıdır. İşte böyle birinin kalbi canlı kalacaktır.

Marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhani de kalb canlılığı adına çok önemli esaslardır. Marifete, “kalb kültürü” de diyoruz. Yani Allah’a dair ilim ve irfanın temrinat yapa yapa doğrudan doğruya kalbe, latife-i Rabbaniye’ye mâl olması. Böyle bir marifet, duyularla veya akılla idrak edilen bilgilerden çok farklıdır.

Marifetullah, muhabbetullahı yani Allah sevgisini netice verir. Marifeti olan bir insan, Allah’ı sevecektir. Bilirseniz seversiniz, bilmezseniz sevemezsiniz. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) seviliyorsa bilindiği için seviliyordur. Yani sevgi, bir yönüyle bilgi ölçüsündedir. Marifetullahta derinleşenlerdir ki Allah’a karşı delice bir aşk u muhabbet duyar, aşkın da ötesinde iştiyakla oturur kalkarlar. Allah’la münasebetlerinin derinliğine göre sürekli rü’yet ve rıdvan der, inlerler. İşte bütün bunlar, kalbi canlı tutan, latife-i Rabbaniye’nin inkişafına vesile olan esaslardır. Bir kalbde iman, marifetullah ve muhabbetullah yoksa orada kasvet, katılık baş gösterir.

Pozitif şeylerin yapılmaması kalb kasvetine sebep olacağı gibi negatif şeylerin yapılması da aynı neticeyi doğurur. Yani irtikâp edilen hata ve günahlar, elle-ayakla, gözle-kulakla, dille-dudakla işlenen haramlar, hak ve adalet çizgisinden sapmalar da kalb katılığı hâsıl eder. Zira Sadık u Masduk’un beyanına göre, her günah kalbde siyah bir leke oluşturur. Her leke, arkadan gelecek lekeye bir çağrı olması sebebiyle zamanla lekeler çoğalır ve neticede kalbi kaplar.

Allah Resûlü, bu durumu, Kur’ân’ın şu âyetiyle irtibatlandırarak izah etmiştir (Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân 74; İbn Mâce, zühd 29): كَلَّا بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Hayır hayır! Gerçek şu ki, yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı.” (Mutaffifîn sûresi, 83/14)

Başka bir âyette ise kaskatı kesilen ve iyice taşlaşan kalblerin durumu şöyle ifade edilir: خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ “Allah onların kalblerine mühür vurdu.” (Bakara sûresi, 2/7) Demek ki artık onların kalbine dışarıdan marifet adına hiçbir şey girmeyecek. Bir yönüyle de Allah, vurduğu damga ve mühür ile böyle bir kalbin kapısını kapatıyor ki fitne fesat yuvası haline gelen böyle bir kalbden başkaları da zarar görmesin.

Bu itibarladır ki mü’mine düşen öncelikli vazife, müspet şeylerle kalbini canlı tutmaya çalışmaktır. O; iman, marifet, muhabbet ve aşk u şevk adına sürekli “Daha yok mu?” demeli ve hayatını hep bunları heceleyerek sürdürmelidir. Diğer yandan da menfi şeylerden uzak durmalı, kalbinin kirlenmesine, katılaşmasına fırsat vermemelidir.

Yine Hz. Pir’in beyanlarına müracaat edecek olursak, “İşlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuzda yaralar açar. Bu yaralar da pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit eder.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s.9) Bu yüzdendir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tıpkı şeytandan sığındığı gibi kalb katılığından da Allah’a sığınmıştır. (Müslim, zikr 73) Daha doğrusu O, böyle bir taleple rehberliğinin hakkını vermiştir. Bu açıdan bize düşen, kalbin kirlenmesinden, yaralanmasından, kasvetinden, katılığından, damgalanmasından, mühürlenmesinden sürekli Allah’a sığınmaktır.

Öte yandan nasıl ki kalb damarları tıkanan, kalbi randımanlı çalışmayan bir insan, stent taktırarak veya bypass ameliyatı olarak tıkanıklığı ve problemi gidermeye çalışıyorsa latife-i Rabbaniye olan mânevî kalbi arızalanan insanın da derhal bunun tedavisiyle meşgul olması gerekir. İnsan kirli, yaralı ve katı bir kalble yaşamamalı; onu yeniden fonksiyonunu eda edecek hâle getirmeye çalışmalıdır. Zira kirli kalblere Cenab-ı Hak teveccüh etmez. O’nun teveccüh etmediği bir yerin ise zindandan farkı yoktur.

   Salih İnsanlarla Birliktelik

Bütün bunların yanında insanın kimlerle oturup kalktığı, kimlerle ilişki içerisinde olduğu da çok önemlidir. Mesela bugüne kadar pek çok Allah dostu, müritlerini, devlet ricaliyle, zenginlerle oturup kalkmaktan menetmiştir. Buradan zenginliğin veya idarecilikle meşgul olmanın melun bir şey olduğu gibi bir mânâ çıkarılmamalıdır. Bilakis sahip olunan servet ve makamlar insan için birer imtihandır. Bunlar iyi yolda kullanıldığında kişi için hayırlı olacağı gibi kötü yolda kullanıldığında da kaybettirici olur. Burada asıl üzerinde durulan mesele şudur: Bu tür insanlarla birlikte olanlar çoğu zaman onlar karşısında serfüru etme, temenna durma, bir yönüyle minnet altında kalma gibi durumlara maruz kalırlar. Bunlar da insan haysiyet ve onurunu zedeleyen, onun kıymetini düşüren ve Allah’la münasebetlerine dokunan hususlardır.

Hele servet ve makam sahibi insanlar gaflet içerisinde bir hayat yaşıyorlarsa, onlarla birlikte olmak insanda kalb kasvetine evleviyetle sebep olacak ve onu Allah’tan uzaklaştıracaktır. Zira bu tür şahısların ne fikirlerinde ne sözlerinde ne de amellerinde sohbet-i cânan vardır. Bilakis onların derdi, sonuna kadar hayatın tadını çıkarma, dünyadan daha fazla kâm almadır. Bulundukları yerlerde alkışlanmayı, takdir görmeyi ve övülmeyi isterler. Sahip oldukları imkânlardan başkalarını faydalandırsalar da bunu, onları minnet altında bırakmak ve kendilerine bağlamak için yaparlar. Dolayısıyla onlarla birlikte olanlar bir süre sonra onlara benzemeye başlayacaktır.

Bu itibarla kalb hayatına ehemmiyet veren kişilerin, oturup kalktığı arkadaşlarını seçerken çok dikkatli olması gerekir. Bazı büyük zatların, namazsız bir insanla bir saat geçirseler kırk gün namazlarından zevk alamadıklarını ifade etmeleri, meselenin ehemmiyetini gösterme adına manidardır. Bu açıdan insanın, oturup kalktığı her yerde sohbet-i cânana açık kimselerle birlikte olması çok önemlidir. Ona düşen, yanlarına her uğradığında mânevî olarak birkaç basamak daha yükselebileceği arkadaşlarla hemhal olmak; ehl-i dünyayla ehl-i gafletle teması ise arkasında koştuğu yüce mefkûresine ve gaye-i hayaline bağlı sürdürmektir.

Burada mevzubahis edilen mesele, insanın kendisi gibi düşünmeyenlere karşı tavır alması, onlardan nefret etmesi, onlar aleyhinde sözler sarf etmesi veya onlarla kavgaya tutuşması değildir. Bilakis mü’min için asıl olan, insan olması hasebiyle herkese karşı saygı duymaktır. O, illa ki bir şeye tavır alacak, düşmanlık yapacaksa kötü sıfatlara karşı bunu yapmalıdır. Bizim burada asıl üzerinde durduğumuz konu, kalb safiyetini muhafaza edebilmedir. Bunun yolu ise bir taraftan kalbî ve ruhî hayat adına  bir şey vermeyen insanlardan uzak dururken diğer yandan da elden geldiğince ehl-i kalb insanlarla birlikte olmaya çalışmaktır. 

Fakat bu, meselenin bir yanıdır. Bunun yanı sıra mü’minin kulluk vazifesi gereği, ruhunun ilhamlarını muhtaç sinelere boşaltabilme adına her tür insanla temasa geçmeye çalışması gerekir. Zira izole bir hayat yaşayan, zıt fikirlere sahip insanlardan mutlak olarak uzak duran kimselerin, dinlerine ait güzellikleri başkalarına gösterebilmeleri mümkün değildir. Ayrıca farklı kesimlerle münasebetler belli ölçüde devam ettirilmezse toplumda parçalanmalar, kopmalar, cepheleşmeler oluşur. Bu cepheleşmeler de insanları çatışma ve kavgalara götürür. Siz başkalarına doğru bir adım atacaksınız ki onlar size doğru iki adım atsınlar; iki adım atacaksınız ki dört adım atsınlar. Böylece toplumun farklı kesimleri arasındaki ayrılık-gayrılıklar izale edilmiş, ihtilaf ve iftiraklara sebebiyet verilmemiş olur. Dolayısıyla bu tür güzel niyetlerle ulvî maksatlarla bir araya gelmeleri, nefis hesabına atılan adımlardan ayrı değerlendirmekte fayda vardır.

Görüldüğü üzere, nerede nasıl davranılması gerektiğini tayin, zihin cehdi isteyen bir iştir. İnsan, yapılması gerekli olan hizmetlerde hiç kusur etmemeli. Gücü, konumu ve imkânları ne kadarını yapmaya müsait ise onu yapmalı. Fakat sonrasında da, “İhtimal bu konuda yapılması gerekli olan daha doğru, daha güzel şeyler vardı. Fakat benim kabiliyetsizliğime, belki de günahlarıma takıldığından olmadı. Allah’ım, yaptığım küçük şeyleri kabul buyur, yapmam gerekli olduğu hâlde bana ait kusurlardan ötürü realize edilemeyen şeylerden ötürü de beni bağışla!” demelidir. Böyle düşünmesi inanan bir gönül için daha güvenlidir. Yaptıklarının milimi milimine isabetli olduğu iddiası ise Firavuncadır. Böyle düşünen bir insan, Firavun olmasa da üzerinde Firavun sıfatı taşıyor demektir.

Teyakkuz

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Hakka hizmet yolunda nelere karşı teyakkuz hâlinde olmalı ve nasıl bir teyakkuz tavrı sergilenmelidir?

Cevap: “Uyanma, uyanık durma, gözünü dört açma” gibi mânâlara gelen “yakaza” kelimesinden türeyen “teyakkuz”, “tefe’ul” kipinden geldiğinden dolayı tekellüf ifade eder. Dolayısıyla teyakkuz, daha bir dikkat, daha bir temkin, daha bir derinlik ve hassasiyetle uyanık olma ve gözünü dört açma demektir. Bu açıdan teyakkuzu; “hâdiseleri doğru tespit ve teşhis etme mevzuunda gözlerin yanında bütün his ve düşünce melekelerimizi de uyanık tutma; sadece bir görüş veya duyuşun ilham ettiği değerlendirmelerle yetinmeyip karar ve kanaatlerimizi tekrar ber tekrar gözden geçirip kontrol etme” şeklinde de tarif edebiliriz. Buna göre müteyakkız insan, çok küçük bir hata ve arızanın bile kendisiyle beraber nicelerini baş aşağı götüreceğinin farkında olan bir pilot gibi görür kendisini. Görür de baş aşağı yere çakılmaya sebebiyet vermemek için sürekli teyakkuz hâlinde bulunur.

Nifak Çağında Teyakkuz

Çağ, nifak çağı olduğundan dolayı günümüzde, iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş adanmış ruhlar için teyakkuz daha bir önem arz etmektedir. Bu açıdan onlar öncelikle içinde bulundukları zamanı çok iyi okumalı, konjonktürü çok iyi tahlil etmeli; aynı zamanda karşılarında olduğu hâlde bazen yanlarında görünen, nifak perdesi altında iç içe daireler hâlinde düşmanlığa kilitli husumet cephesini çok iyi tanımalıdırlar. Zira adanmış ruhlar cephe olmama adına ellerinden gelen her türlü gayreti ortaya koysa da, kıskançlık ve hasetle gözü dönmüş kimseler en yakın daireden başlayarak en uzak daireye kadar iç içe hasım cepheler hâlinde onları kuşatma altına alabilirler. Öyle ki hasetten gözü dönmüş, kin ve nefretinin esiri bu kişiler, ellerinden gelse bir bardak suda onları boğmak isteyebilirler. Bu açıdan sırtlarında taşıdıkları yumurta küfesinin şuurunda olarak onlar, attıkları her adımda, yapacakları her hamlede sarsılmaz inançları, medenî cesaretleri ve yürüdükleri yolun hakkaniyeti yanında karşı cephenin gayz, kin ve nefretle yapacakları tahribatı da mutlaka hesap etmelidirler. Aksi takdirde, mensup oldukları hareket itibarıyla falso ve fiyaskoya sebebiyet verebilirler ki, işte bu mevzuda hassaslardan daha hassas hareket etmeyi teyakkuzun bir derinliği ve buudu olarak ele alabilirsiniz.

Zaten inanan bir gönül, bugünle beraber her zaman yarını da göz önünde bulundurur, asla günübirlikçi hareket etmez/etmemelidir. Zira şimdiye kadar günübirlikçi düşüncelerle herhangi bir problem halledilemediği gibi bundan sonra da halledilemez. Ne var ki son birkaç asırdan beri İslâm dünyasının problemleri temelinden görülememiş ve günübirlikçi politikalarla devasa problemler halledilmeye çalışılmıştır. Günü kurtarmaya matuf bu türlü politikalarla memleketimizin ve İslâm dünyasının problemlerinin halledileceğini, ülkemizin yeryüzünde muvazene unsuru olabileceğini ve gözünün içine bakılacağını zannedenler hem kendilerini, hem de insanımızı aldatmış oldular. Evet, bugün toplum olarak kendimizi objektif bir nazarla değerlendirmeye tâbi tuttuğumuzda asırlık dertlerimizin illetinin tam olarak tespit edilemediği, teşhisin doğru olarak konulamadığı, tedavi yollarına usûlünce başvurulmadığı, dolayısıyla da asırlık hastalıklarımızın şifa bulmadığı anlaşılıyor.

Bu açıdan günümüzde inanan gönüller, yürüdükleri yolu uyurgezer gibi değil, birer uyûn-u sâhire (uyanık gözler) olarak müteyakkız bir hâlde yürümelidirler. Hâdiseleri şümullü görmeli, attıkları her adımı bir kere daha kontrol etmeli, yaptıkları her işi yeniden gözden geçirmeli, duygu ve düşünce melekeleri bütünüyle uyanık bir insan gibi meselelere yaklaşmalıdırlar. Dahası onlar, sınırda nöbet tutan bir asker gibi en küçük bir tıkırtı karşısında hemen teyakkuza geçmeli, tehlike ihtimaline karşı her an tetikte bulunmalı, olumsuzluklar karşısında da ellerinde alternatif çözüm yolları olduğu hâlde her daim mücadeleye hazır olmalıdırlar.

Muvaffakiyetler Karşısında Teyakkuz

Öte yandan Cenâb-ı Hak, günümüzde kendi rızası için insanlık yolunda koşturup duranlara, dünyanın dört bir yanında hak ve hakikate tercüman olma imkân ve fırsatı vermiştir. Şimdi böyle bir meselede -hafizanallah- teyakkuz olmazsa, Zât-ı Ulûhiyet’e verilmesi gereken başarıları kendimize verme gafletine düşebiliriz. Hâlbuki biz, sadece şart-ı âdi planında irademizin hakkını vermeye çalışıyoruz. Yapan O, eden O, eyleyen O, kışta baharlar yaratan O ve bütün bu güzelliklere bizi sevk eden de yine O’dur. Bu açıdan “Biz yaptık, biz ettik.” gibi mülahazalar hayalimizden dahi geçmemeli, gördüğümüz her güzelliği Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak bilmeli ve onları tahdis-i nimet mülahazasıyla asıl sahibine vermeliyiz. Esasında böyle temkinli bir yaklaşım, yeni nimetlerin gelmesi için de çok önemli bir vesiledir. Zira Cenâb-ı Hak, لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ  “Eğer şükrederseniz, Ben de (nimetlerimi) artırırım.” buyuruyor. (İbrahim Sûresi, 14/7)

Ayrıca, beraber yol yürüdüğümüz arkadaşlar hakkında abartılı sıfatlar kullanmaktan da elimizden geldiğince uzak durmalıyız. Zira Hazreti Pîr’in ifadesiyle, insanlar hüsn-ü zannın verdiği makamlara dilbeste olabilirler ve böylece biz farkına varmaksızın kendi elimizle kendi arkadaşlarımızın boyunlarını kırmış oluruz. (Bkz.: Emirdağ Lâhikası-1, s.56, 67) Hem, hüsnüzan ettiğiniz kişiler hakkında kullandığınız medh u sena ifadeleri, size yakın olan yanı başınızdaki şeritte sizinle aynı yolu paylaşan insanlarda rekabet duygusunu tetikleyerek onları kıskançlığa sevk edebilir. Öyle ki siz, sevdiğiniz zat hakkında övgü dolu sözler sarf ettikçe onlarda ona karşı inkâr duygusunu tetiklemiş olursunuz. Bu da esasında o sevdiğiniz zata kötülük yapma demektir. Bu açıdan sevdiğimiz insanları övgü dolu sözlerle şişirmek, balonlaştırmak yerine birbirimize karşı fevkalade sadakatle muamelede bulunmalı, birbirimize karşı çok sadık ve vefalı olmaya çalışmalıyız. “Falanca, velidir; filanca da kutuptur.” vs. diyeceğimize, “Allah’ım! Bizi bu kardeşlerimize karşı sadakatten ayırma!” diye dua etmeliyiz.

Şayet belli bir zata karşı yürekten, içten, burnunuzun kemiklerini sızlatacak ölçüde bir muhabbetiniz varsa, bunu, onun Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde önünüze koyduğu gaye-i hayali gerçekleştirme yolunda çalışarak ortaya koymalısınız. O zatı övgü dolu sözlerle falana filana karşı anlatma ise, başkalarının ona karşı kin ve nefretini köpürtmek, dolayısıyla ona kötülük etmek demektir. İşte sevgi ve saygı duyduğumuz büyüklerimize karşı muhabbet ve hürmet ifadelerinde göstereceğimiz hassasiyet de hakka hizmet yolundaki teyakkuzun ayrı bir derinliğidir.

Soru: Kalb ve ruh ufkunda seyahat etmek isteyenler için teyakkuz ne mânâ ifade etmektedir? İzah eder misiniz?

Cevap: Bazen hak yolcusu, belli hâl ve makamlarda akıp gelen bir kısım vâridat ve mevhibeler veya umumî tecelli sağanakları karşısında kendisini çok fazla ümide salıp şathiyat ve laubaliliğe girebilir. İşte sâlik için bir imtihan ve ibtilâ olan bu türlü hallerde temkin ve teyakkuza çok ciddî ihtiyaç vardır. Allah (celle celâluhu), bazı durumlarda size ekstra bir kısım ihsanlarda bulunur, eteğinize mücevher kıymetinde bazı şeyler atar. Şayet siz, bir çocuk gibi o ihsanlarla sevinip oynar da ihsan sahibini unutursanız, işte orada imtihanı kaybedersiniz. Dolayısıyla nimetlerin sağanak sağanak tepenizden yağdığı bu tür durumlarda gözler Nimet Sahibi’ni görmeli, gönüller de sadece tahdis-i nimet mülahazasıyla gürlemelidir. Hazreti Pîr’in ifadesiyle bize ihsanda bulunan tablacıya teşekkür ederken, o tablacıyı bize gönderen Zât’tan gaflet edilmemelidir. (Bkz.: Sözler, s.5-6 (Birinci Söz)) Evet, kalb ve ruh ufkunda seyahate azmetmiş bir insanın, mazhar olduğu bir kısım mevhibe ve vâridatlar karşısında dengeyi koruyabilmesi için onun her zaman ciddî bir temkin ve teyakkuz anlayışına ihtiyacı vardır.

“Rızandan Başka Bir Şeye Talip Değilim!”

Bu meselenin, günümüzdeki adanmış ruhlara bakan yönü biraz daha farklıdır. Zira onlar, mesleklerinin gereği olarak zaten bu türlü mânevî makamlara talip değillerdir. Vâkıa Üstad Hazretleri’nin, ulaşılması gereken bir hedef olarak, iman-ı billâh, mârifetullah ve muhabbetullah dedikten sonra zevk-i ruhânîyi/lezzet-i ruhaniyeyi de eklediği söylenebilir. (Bkz.: Mektubat, s.324, (Yirminci Mektup, Mukaddime)) Fakat burada dikkat edilmesi gereken şöyle bir incelik vardır: Sayılanların ilk üçü iradeye bakan hususlardır. Yani iman-ı billâhın da, mârifetullahın da, muhabbetullahın da arkasında şart-ı âdi planında insanın iradesi vardır. Başka bir ifadeyle siz iman-ı billâh, mârifetullah ve muhabbetullah hususunda iradenizin hakkını verip dileyecek, isteyecek, okuyacak, araştıracak, tekvinî emirler âleminde dolaşacak, teşriî emirlere riayet edecek, zikr u fikirde bulunacak ve bu konuda hırz-ı can edeceksiniz. Zevk-i ruhanî meselesine gelince o, iradî olarak istenilmez fakat Allah (celle celâluhu), mârifet ve muhabbet yolunda bulunanlara böyle bir lütufta bulunabilir. Ama siz, başta bunu talep eder, iman-ı billâh, mârifetullah ve muhabbetullahı ona bağlarsanız, çok küçük bir neticeye talip olmuşsunuz demektir. Çünkü kulluğunuzu sadece O’nun rıza ve teveccühüne bağlamanız öyle bir değere tekabül eder ki, dünyada bunu tartacak bir kantar yoktur. Zevk-i ruhanî ise bunun yanında çok küçük kalır. Bu açıdan iradî olanla gayr-i iradî olan birbirine karıştırılmamalıdır. Biz, hep iradînin arkasından koşmalı ve bu konuda iradenin hakkını vermeliyiz. Gayr-i iradî, isteğimizin dışında bize lütfedildiğinde ise bunu hamd ve şükür ile karşılamalı, tahdis-i nimetle minnet ve şükran duygularımızı dile getirmeliyiz.

Sofilerin duydukları ve hissettikleri ilham, keşif, insanların içini okuma, hiss-i kable’l-vukularla hâdiseleri önceden sezme, rüyalarda farklı âlemlere açılma gibi mânevî hâller ve makamlar, bizim mesleğimizde esas değildir. Zira bu meslek, sahabî mesleğidir. Onlar ise nefsin de işin içine karışabileceği bu türlü olağanüstülüklere iltifat etmemişlerdir. Vâkıa bazı sahabe efendilerimizin hayatında da hiss-i kable’l-vuku, intak-ı bilhak nev’inden bir kısım kerametler görülmüştür. Fakat onlar, hiçbir zaman bu tür keşif ve kerametlere talip olmamışlardır. Onların tek maksadı vardı, o da rıza-yı ilâhîyi elde etmekti. Dolayısıyla bizim de asıl bu yörüngede hareket etmemiz gerekir. Şayet biz de talepte bulunmadan bazı mevhibe ve vâridata mazhar oluyorsak bu durumda onları “Yâ Rabbi! Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” mülahazasıyla karşılamalı ve onların istidraç olmasından endişe etmeli, korkudan tir tir titremeliyiz. Belki ardından da şöyle demeliyiz: “Yâ Rab! Ben istiyordum ki, delice sadece Sen’i seveyim. Deli gibi Sana mülaki olmayı isteyeyim. Şayet bunları, beni şahlandırmak için verdinse, Sana binlerce hamd ü sena olsun! Ama ben, Sen’in rızandan başka bir şeye talip değilim.”