Posts Tagged ‘Mısır’

Muharrem, Kerbelâ ve Çağın Yezidleri

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu konuları anlatıyor:

*Keşke herkes dese ki: “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ.” Herkes diyebilse ki: “Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lütf ile ihsan nedendir?” Herkes diyebilse ki: “Dine hizmet ettim diye fahirlenme! Allah bazen bu dini bir fâcirin eliyle de teyid eder. Müzekkâ olmadığından, sen kendini o racul-ü fâcir bilmelisin.”

Başkalarını en fazla karalayan insanlar, tepeden tırnağa levsiyâta batmış kimselerdir!..

*Şahsi hayatın itibarıyla, “Acaba ben bir fâsık mıyım? Nifakım var mı?” demelisin. Kendi durumunu bu şekilde belirlemezsen, hatalar hafif gelir, sevap iklimine de yanaşamazsın. Kendini, arınmaya muhtaç kusurlu bir insan görmedikçe, istiğfar bilmezsin, bilemezsin! Tevbe bilmezsin, bilemezsin! İnâbe bilmezsin, bilemezsin! Evbenin rüyasını bile göremezsin! “Üstümü başımı kirlettim, aklî melekelerimi kirlettim, tasavvur sistemimi kirlettim, tahayyül mekanizmamı kirlettim!” mülahazaları olursa, bir arınma kurnası ararsın. Fakat kendini pîr u pak, kusursuz, melekler gibi masun ve masum görürsen, tepeden tırnağa kir akıp durduğu halde, kirlerini görmezsin. Ve kendi kirlerini görmeyen insanlar, ruh haleti itibarıyla, -insan psikolojisinde vardır- dışarıda kirli aramaya durur. En çok başkalarını lekeleyen, onlar hakkında nâsezâ, nâbecâ sözler söyleyen, tepeden tırnağa levsiyâta batmış insanlardır.

*Bilmiyorum, hakikaten yamyamlar insanları yiyorlar mıydı, pişiriyorlar mıydı? Batılı misyonerler “yiyorlardı” diyorlar. Hatta ricâl-i devletten birini bile yediklerinden bahsederler. Zannediyorum onların durumları, günümüzde gıybetle insanların etini yiyen, iftira eden, her gün bir yalan ile onları karalamaya çalışan insanların durumlarından daha hafif idi! Geleneksel olarak onlar insan yemeyi öyle görmüş, öğrenmişlerdi. Fakat İslâmî gelenekte, yalanı adet haline getirmek, iftirayı adet haline getirmek, insanları karalamayı adet haline getirmek, intikam duygusunu adet haline getirmek ve birilerini bitirmeyi huy edinmek yoktur. Bunları, İslam geleneğinde, İslam’ın genel kurallarında, Kur’ân’ın temel disiplinlerinde, Sünnet’in temel esaslarında, Fukahâ-yı Kirâm’ın içtihadlarında, istinbatlarında, ahlak-ı âliye-i İslâmiye’yi telif eden o mübarek insanların kitaplarında görmek mümkün değildir!

Yezid bir tane değildir, her devrin Yezidleri ve Yezid ahlakı ile davrananları vardır!..

*Öteden beri olagelmiştir bu haksızlıklar, bu zulümler fakat bazı devirlerde zirve yapmıştır. Yezid döneminde Yezidler bunu zirveleştirmişlerdir. Yezid bir tane değildir; o Yezid’in ordusundaki insanlar başkaldırabilirlerdi. Ehl-i Beyt aleyhinde tavır almaya karşı başkaldırabilirlerdi. Fakat hem o tarafta, hem beri tarafta, bir kısım, Yezid ahlakı ile davranan insanlar vardı.

*Savaşamayacak insanların üzerine gitmek, insanlığını yitirmiş canavarlara mahsus bir şeydir. Azıcık im’ân-ı nazar etseniz, günümüzde de, değişik yerlerde -buna Türkiye de dahil- aynı vahşeti görmeniz mümkündür… Yanı başınızda şeâmete dönüşmüş Şam’a bakınız.. ve bir yönüyle medeniyet merkezi, (Üstad’ın) “İslam’ın zeki bir evladı” dediği Mısır’a bakınız.. Myanmar’a bakınız.. Irak’a bakınız.. Bangladeş’e bakınız.. Dünyanın değişik yerlerinde hayalinizle bir seyahat tertip ediniz ve dolaşınız. İnsanlar vahşet içinde birbirlerini çiğniyorlar.

*Evet, dünya kan ağlıyor.. ve ahvâl-ı âdiyedenmiş gibi her yerde o ona bakıyor, o da ona bakıyor, “Galiba bunlar olağan şeylerdenmiş” diyorlar. Dolayısıyla o vahşet, o denâet, o şenâet, o yalanlar, o iftiralar, o intikam duyguları ve o birilerini karalamalar devam edip gidiyor. Yatarken sürekli bitirme hülyalarıyla yatan, bitirme senaryolarıyla meşgul olanlar; kalkarken de bizzat o senaryoların figüranlığını yapanlar; uykularını senaryo yapmakla, rüyalarını senaryolarla kirleten, kalktıkları zaman da o kirli senaryoları oynamak suretiyle bayağı aktörler olarak, etrafa sürekli levsiyat saçanlar… Herhalde İslam var olduğundan bu güne, çağımızda olduğu gibi/olduğu kadar, bu ölçüde kirlenmemiştir.

Devrin “Akıllı Mehmet”leri “No Problem” deyip duruyorlar!..

*Bununla beraber, İslam’a ait bazı şeyleri ikame iddiasında bulunuyorlar. Konjonktürden haberleri yok! İçtimâî coğrafyadan haberleri yok! Cehaletin bu kadarına pes!.. Kocaman kocaman iddialar ortaya atıldıkça, o mübarek milletimiz, tarihi adına çok önemli şeyler vaad eden milletimiz, problemler sarmalı içinde kendini buluyor. Güm diye sağ yıkılıp gidiyor, güm diye sol yıkılıp gidiyor, güm diye ileri yıkılıp gidiyor, güm diye arka yıkılıp gidiyor.

*Bunlarınki akıllı Mehmet’in hikayesine benziyor: Kırkı bir uçurumdan aşağı inmek için el ele tutunmuşlar, el ele tutunarak oradan inmek istemişler. Sonra hepsi çözülmüş, yere düşmüşler; otuz dokuzu ölmüş, birinin de kolu-kanadı kırılmış. “Akıllı Mehmet ne oldu?” demişler; “Sormayın, az daha bir sakatlık çıkaracaktık.” cevabını vermiş.

*Mübarek bir ülke.. istikbal vaad eden bir ülke.. bir Söğüt’te, söğütçükte ser çekmek suretiyle altı asır insanlığın kaderine hakim olan, devletler muvazenesinde muvazene unsuru olan mübarek Anadolu insanı… Fakat siz telekomünikasyonun çok inkişaf ettiği, tekniğin çok inkişaf ettiği ve bir düğmeyle dünyanın en uzak noktasına ulaşabildiğiniz bir dönemde, ülkeyi problemler sarmalı haline getirdiniz! Hâlâ da Akıllı Mehmet gibi “No Problem” diyorsunuz. Evet, tarih bunları, bir, ağlama sayfaları olarak onlara yazacak, bir de gülme sayfaları olarak.

Yezidlere Karşı Sa’d Bin Rebî’ Tavrı

*Evet, her devirde olmuştur böyle. Maalesef günümüzde de, dünyanın dört bir yanında böyle bir Yezidlik var. Yahu birader! Siz Seyyidina Hazreti Hüseyin’i çağırdınız, ehl-i beyti ile beraber, çocuklarıyla beraber. Hepsini kılıçtan geçirdiler. E madem çağırmıştınız, ey Persliler, ne diye onların imdadına koşmadınız? Yezid yerin dibine batsın, Allah’ın cezası bir insan; fakat sizinkine de Yezidlik denmez mi?

*Birileri Yezidlik yaparken, onca insanın, haksızlık karşısında susarak dilsiz şeytanlık yapmasını, Yezidlik yapanlardan daha garip buluyorum. Evet, Yezid, Yezidlik yapıyor; fakat birileri onun Yezidliğine karşı, “Hayır olmaz bu!” demiyor. Madem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir parçası, ona sahip çıkmak gerekirken durup uzaktan o işe bakma.. sonra yalandan, onların orada şehadetleri üzerinde ağıtlar yakma… Bu, insanca bir tavrın işareti değildir! İnsanca tavrın işareti, Sa’d bin Rebî’in Uhud’da yaptığı şeydir! “Rasûllullah (aleyhissalatü vesselam) vefat etti!” diyorlar. Kılıcını çekiyor, ileriye atılıyor: “O’nun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz?” diyor. Böyle yapmak gerekmez miydi? Mus’ab ibn Umeyr gibi yapmak gerekmez miydi? Abdullah ibn Cahş gibi yapmak gerekmez miydi acaba? “Allahım! Tam fırsatıdır. Beni burada şehit etsinler; kolumu kol, bacağımı bacak, kafamı kafa… koparsınlar. Ben Senin huzuruna kanlar içinde geleyim. Bana Sen diyesin ki: ‘Abdullah sana ne oldu?’ Ben de ‘Rasûlullah’ın yolunda, önünde kalkan olmaya çalıştım, böyle oldum!’ diyeyim!” demek gerekmez miydi?

*Evet, hiçbir zaman Yezidler, Şimirler, İbn Mülcemler, Lü’lüler eksik olmadı. Onun için günümüzde olanlara bakıp da yadırgamayın. Hiss-i mürüvvetle, engin insanî duygularla kendimize dua ederken “Allahım bizi de, şirazeden çıkmış, endaze bilmeyen bu insanları da hidayet buyur. Cennet yoluna girmeyi lütfeyle ve onları da Firdevs’inle sevindir!” demek suretiyle, haklarında iyilik ve güzellik dilek ve temennisinde bulunalım.

*Yezid öyle bir Yezid’dir ki, Yezid ismini kirletmiş. Sadece Ehl-i Beyt muhabbetiyle meşbû insanlarda, Alevilerde değil, Sünnî dünyada da Yezid adı yoktur. Hiç koymamışlar. Oysaki Ashâb-ı Bedir arasında, bir tespite göre dört tane, başka bir tespite göre beş tane Yezid vardır. Yezid, Arapça bir kelime, “artar” veya “arttırır” manasına gelen ve çok kullanılan bir kelime. Fakat adeta Yezid ismi adına, Yezid’in dönemi bir dönüş noktası olmuş. Onunla artık Yezid ismi kullanılmayan, başkalarına verilmeyen mel’ûn bir isim haline gelmiş.

*Bakın, hukuk sistemi nereden alınıyor? Kavî şüpheye binaen. Hazreti Hüseyin’in şehadeti de kavî şüpheye binaen. Kavî şüphe şu: Bir yerde bu adamlar, tam bizim gibi düşünmediklerine göre, kuvvetli bir şüphe var. Dolayısıyla, bunları hemen alıp içeriye, derdest etmek lazım.. ve ona göre savcı uydurmak lazım; ona göre hakim uydurmak lazım; ona göre de polis uydurmak lazım. Kuvvetli bir şüphe var, bunların canına okumak lazım. Yezid düşüncesinden farkı yok!.. Ne diyor Yezid? “Şayet bunlar Kûfe’ye varırlarsa, Iraklıların bize karşı çıkmaları kavî bir şüphe teşkil eder. En iyisi biz bunların kellesini alalım, dolayısıyla o kavî şüpheye meydan vermeyelim!”

Mübarek Ay Muharrem’e Kan Bulaştı!..

Soru: Hazreti Hüseyin efendimizin Kerbelâ’da şehit edilişi hala ciğerleri dağlıyor; özellikle Muharrem ayı gelince yürekler bir kere daha yanıyor. Fakat bugün İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde değişik ölçeklerde Kerbelâlar yaşanmaya devam ediyor. Kerbelâ hadisesini nasıl okumak, anlamak ve anmak lazım ki yeni Kerbelâların önüne geçilebilsin?

*Dört bir yandan bela… bela sarmalı demektir esasen o… Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “Bugün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar / Bugün eyyam-ı matemdir, bugün âb-ı Revan ağlar.” Mehmet Akif farklı bir şekilde meseleye temas eder, onun kapkaranlık bir gün olduğunu ifade sadedinde:

“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed

Aylar bize hep Muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi…

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!

Âlem bugün üç yüz elli milyon

Mazlûma yaman bir âlem oldu:

Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;

Nâmûsa yabancı mahrem oldu!

Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minâre ebkem oldu

Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

Ümmeti bırakma böyle mazlum.

*Muharrem ayı aslında çok mübarek bir aydır. Hazreti Musa (aleyhisselam)’ın Firavun’un şerrinden kurtuluşu gibi güzel hadiseleri bağrında saklayan bu ay, Kerbelâ ile öyle bir kirlenmeye maruz kalmıştır ki, Rasulullah’ın Ehl-i Beyt’i orada şehit olmuşlardır. Onun için mah-ı Muharrem insanların, mü’minlerin, Sünnî Alevî herkesin ağladığı bir ay haline gelmiştir. O güzelim ay.. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun vahşet ve denaetten sıyrılarak, Sevr sultanlığında muvakkaten ikamet buyurduktan sonra Medine-i Münevvere’ye hicret ettiği Muharrem ayı.. müslümanların sene başı olarak kabul ettikleri Muharrem ayı.. bir gün geliyor Kerbelâ’da Revan nehri kenarında öyle bir kirleniyor ki artık ondan sonra Muharrem ayı dediğimizde aklımıza o geliyor bizim.

Hazreti Ali’nin hane-i saadeti nasıl bir evdi?

*Hazreti Ali efendimizin İbn Mülcem denilen densiz insan tarafından şehit edildiği hadise anılması lazım. Fakat o hadise anılırken bence Hazreti Ali’nin şah-ı merdan, damad-ı Nebi, fatih-i Hayber, haydar-ı kerrar ve ikinci veya üçüncü Müslüman, Efendimiz’in terbiye-gerdesi olduğunun özellikle vurgulanması lazım.

*Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat onun iki kat elbisesi yoktu. Merak mı ediyorsunuz? Merhum Seyyid Kutub’un “El-Adaletü’l-İctimaiyye fi’l-İslam” adlı eserine bakın. Diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.” Hazreti Pir-i Mugan, onun kerametine veriyor; fakat Kutub, siyer ve megazi beyanlarına dayanarak bu mevzuda fakirane hayatını anlatıyor.

*Ehl-i Beyt kimdir, o hane nasıl bir hanedir? Bunun anlatılması lazım. Hazreti Ali’nin hanesinin iki göz olduğunu zannetmiyorum. Zannediyorum hücre gibi bir yerde kalıyordu halife olduğu dönemde. O mübarek validemiz… Hani siz dersiniz ki: “Yaşadığımız çağda olsaydı, hamal gibi koştururduk, bütün ihtiyaçlarını görürdük, o anamızın hayatı o kadar zorlukla götürmesine izin vermezdik.” Evinde öğütülecek unu kendi el değirmeniyle yapıyor ve canım çıksın elleri nasır bağlıyor. Hazreti Ali kuyulardan su çekerek evinin ihtiyacını karşılıyor. Su kuyudan çekiliyor; göze yok, kaynak yok o yörede.

Hazreti Fatıma’nın Masum Talebi ve Sonraki Devirlerde İstismar Edilen Humus

*Hazreti Fatıma Validemiz, Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğünde otuz yaşında ya var ya yok, Dayanamıyor o hicrana, türbe-i saadetine gidiyor Efendimiz’in, toprağı avuçlayıp alıyor; işiten herkesi hüzne boğan mısraları sıralıyor: Mealen, “Hazreti Ahmed’in türbesindeki kokuyu bir kere hisseden artık yaşadığı sürece güzel kokular koklamasa ne çıkar! (Ey sevgili ve muhterem babacığım! Senin ruhunun ufkuna yürümenden dolayı) üzerime öyle musibetler döküldü ki; şayet bunlar, gündüzlerin üzerine dökülseydi, nurlu günler kapkaranlık gecelere dönerdi.” diyor.

*Hazreti Fatıma bir gün Efendimiz’e geliyor, o nasırlı ellerini gösteriyor. “Ya Rasûlallah, diyor gelen o humustan…” (Ah istismar edilen o humus.. “İşin başındayım, bize düşen de bir humus var!..” Ah kör olası gözler.. sağır kulaklar.. ah şekli Müslümanlıkla müteselli olan, gerçek Müslümanlığı bilmeyen, hakikatinden haberdar olmayan ama “onu ikame edeceğim” diyen nankörler!..) “Ya Rasûlallah! Tahammülfersa oldu, artık götüremiyorum!” diyor. Efendimiz, “Eve gidin, beni orada bekleyin” diyor. Mübarek annemiz diyor ki -en sahih hadis kitaplarında- “Biz yatağa girmiştik Ali’yle. Efendimiz gelince, ayağa kalkmak istedik, ‘Olduğunuz gibi kalın’ dedi. (Detayına kadar anlatıyor annem; diyor ki) Ayağının serinliğini göğsümde hissetim! Buyurdular ki, ‘Ben size istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girmeden önce 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdüllilah, 34 defa da Allahu Ekber deyin, bu sizin için daha hayırlıdır!’ Pekâlâ, ya Rasûlallah!” Pekâlâ, ya Rasûlallah!.. Ali budur, Fatıma budur. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in neşet ettiği hava buydu. Allah hepsinden razı olsun; Ehl-i Beyt’in gölgesini başımızdan eksik etmesin!

Ehl-i Beyt’in büyükleri nasıl yâd edilmeli?

*Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimizi anlatırken de insanların içinde onlara karşı olan o sevgiyi coşturacak, magmalar halinde fışkırtacak şekilde bir şeyler bulup anlatmak lazım. Bulma için zorluk çekmeyeceksiniz, Siyer’e, Megazi derinliklerine indiğiniz zaman onları göklere çıkarabilecek öyle ifadeler vardır ki!.. Onların gerçek konumlarını belirleyerek Kerbelâ’yı öyle destanlaştırmak, Hazreti Hasan efendimizin şehadetini öyle destanlaştırmak, İmam Cafer-i Sadık’ı, Muhammedü’l-Hanefiyye’yi, İmam Zeyd’i öyle destanlaştırarak anlatmak lazım.

*Falana filana lanet okumanın onların ruhlarına bir faydası yoktur, bize de bir sevap kazandırmaz. Lanetin kendisine lanet, sövmenin kendisine sövme, sebb. Bunların aslında bir sevabı yok. Ne Kur’an’da, ne Sünnet’te, ne selef-i salihînin beyanında, ne Hazreti Ali efendimizin beyanında, ne Hasan efendimizin beyanında, ne de Hüseyin efendimizin beyanında yok böyle bir şey. Olsa olsa Yezid’in beyanında, Haccac’ın beyanında olur. Öyle bir şey yok… Onları hatırladığımızda her zaman gönüllerimizde oturabilecekleri bir sandalyede oturuyor gibi, bize yeniden komut veriyor gibi, kumanda ediyor gibi, onları o büyüklükleriyle gönlümüzde duymamız lazım. Gözyaşlarıyla yâd etmemiz lazım. Yalanla değil, bağırıp çağırmayla değil, böyle yâd etmemiz lazım.

*İmkân olsa da keşke ister camide isterse cem evinde meseleye bu şekilde yaklaşma -Allah’ın izni ve inayetiyle- onların sevgisini gönlümüzde kalıcı kılacaktır.. ve dünya bir gün onların çizgisinde yeniden şekillenecektir.. herkes birbiriyle kucaklaşacaktır.. Yezidler duygusu toprağa gömülecek ve üzerine kayalar konacaktır.. bir daha hortlamasına meydan verilmeyecek şekilde defnedilecektir Yezidî düşünceler, Haccâcî düşünceler, Amnofisî düşünceler, Ramsesî düşünceler, İbnü’ş-şemsî düşünceler, İskenderî düşünceler, Napolyonî düşünceler!

Allah, bizi istikametten ve Ehl-i Beyt yolundan ayırmasın! Amin…

425. Nağme: Haramîlik Yırtıklarına Paralel Yaması ve Terör

Herkul | | HERKUL NAGME

BAMTELİ – ÖZEL

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yeni sohbetinden satırbaşları:

Öyle Fitne Günleri ki Maktul Niçin Öldürüldüğünü Kâtil de Neden Öldürdüğünü Bilmez

*Hadis-i şeriflerde âhir zamanda meydana gelecek bazı fitneler ve dâhiyeler, belalar haber veriliyor. Asr-ı Saadet’in son döneminde, Seyyidina Hazreti Ali’nin devrinde de bir kısım örnekleri gerçekleşmiş. Ama Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, onlar Hazreti Ali’ye çarpmış, kısmen kırılmış. Harûrilerin hareketi, Haricîlerin hareketi, Sahabi içinde bir kısım hakikatleri Hazreti Ali Haydar-ı Kerrâr kadar kavrayamamış kimselerin hareketleri, küçük fitne kıpırdanışları olmuş. Fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o meselenin zirve yaptığı dönemden bahsediyor. Mesela, “Ölen ne için öldüğünü bilmeyecek, öldüren de neden onu öldürdüğünü bilmeyecek!” buyuruyor.

*Hemen her yanda Kamu (Albert Camus)’nun başkaldırma felsefesinin çağımızdaki temsilcileri! “Bütün değerlere başkaldır, bütün değerleri yerle bir et!” Dünyanın her yerinde ve Türkiye’de senelerden beri kana susamış gibi sürekli kan döken insanlar.. ve tabi bunun karşısında da bu korkunç probleme karşı, yapılması gerekli olan şeyleri yapamayacak kadar basit dimağlar.. diplomasi bilmeyen insanlar; probleme çare üretemeyen insanlar; bu korkunç hastalığa reçete sunamayan serkârlar, pîşuvâ görünen, pişdar görünen ama bir yönüyle köy koruculuğu bile yapamayan insanlar…

Yalancı Reçetelerle Problemler Çözülemez

*Kan dökenler! Bu bir yönüyle o “Kitâbu’l-fiten ve’l-melâhim”den bir kısım kareler ihtiva ediyor. Günümüzde öyle bir zirve yaptı ki, Irak’a bakın, Suriye’ye bakın, Mısır’a bakın, Bangladeş’e bakın, Myanmar’a bakın ve Türkiye’ye bakın! Düne kadar sadece belki bir yerde bir şey oluyordu, “PKK” deyip -bir açıdan- soluklanıyordunuz, teselli oluyordunuz. Keşke o dert baştan keşfedilebilseydi; üzerine balyozla gidilmeseydi; bazı kimselerin o serkârlara bu mevzuda şöyle böyle sundukları reçeteye riayet edilseydi. Eğitim gerektiği gibi ele alınsaydı; sağlık gerektiği gibi ele alınsaydı; orada emniyet -bir yönüyle- hanelerin bekçisi haline gelseydi; mülkiyeliler ona göre olsaydı; asker herkesi şefkat ile kucaklasaydı; öğretmenler talebeleriyle beraber herkesi şefkat ile kucaklasaydı.. ve meşru dairede onların istekleri yerine getirilseydi, herhalde bu gâile bu ölçüde onulmaz hale gelmeyecekti.

*Anlayamadık, düşünemedik, idrak edemedik; şöyle böyle idrak edenleri de dinleyemedik ve meseleyi bir büyük problem haline getirdik. Sözde “bir süreç, bir süreç” diyerek onunla teselli olduk. Yalancı reçetelerle insana eczanelerden ilaç vermiyorlar! O yalancı reçeteler o korkunç probleme derman olamaz! Keşke dinleselerdi!.. Ama “Sağırdılar.. kördüler.. kalbsizdiler.. alakasız kaldılar!” -hepsi değil- bir kısım serkârlar ve problem büyüdü.

O Onulmaz Yaranın Dermanı Şefkat, Merhamet ve Mülayemettir

*Her şeye rağmen o mevzuda yapılması gerekli olanlar ne ise mutlaka yapılmalıdır: Emniyetten olan samimi, vefâkar arkadaşlar o bölgenin insanını yürekten kucaklasalar; öğretmenler o talebeleri bağırlarına bassalar; gördükleri mesâvî ve uygunsuz tavırlar karşısında, aynı tepkiyi vermeseler. Biri “Aynı tepkiyi veririz!” diyor, aynı tepkiyi vermeseler, mülayim davransalar. Belli beklentilere girmiş, bir kısım yanlış muâlecelerle hırçınlıkları artmış insanlara bir de böyle iğneyle, çuvaldızla, bizle gittiğiniz zaman, iyice tahrik etmiş olursunuz. O korkunç onulmaz yaranın dermanı bu değildir; kucak açmadır, şefkattir, merhamettir, mülayemettir! Vaktinde edâ edilmeyen bu vazife, vaktinden sonra mutlaka kaza edilmelidir.

*Balyozla hizaya gelmiyor; şöyle böyle bir kısım boş, kuru iddialarla da hizaya gelmiyor. O insanlar bir şey bekliyorlardı. Bekledikleri meşru dairede verilmeliydi. Orası parlamalı, bir yıldız gibi kendisini hissettirmeliydi. Oradaki insanlar sefaletten sıyrılmalıydı. Fakir, belli bir dönemde gezdim o bölgeleri. Bazı kimselerin -bağışlayın- ahırlarda yatıp kalktıklarına şahit oldum. Bir kere de bununla tahrik olmuşsa bu insanlar, tahrik olan başkalarını da tahrik eder; derken onlarda ezilme duygusu uyarır; dolayısıyla ezilmiş insanlarda da başkalarını ezenlere karşı bir tepki duygusu, bir reaksiyon duygusu meydana gelir.

*Size düşen vazife, kucaklamaktır şefkat ve mülayemetle. Her şeye rağmen!.. Okullarınız yansa ve buna kimse sahip çıkmasa.. yurtlarınız, pansiyonlarınız ateşe verilse, molotof kokteyli atılsa.. öğretmenleriniz orada öldürülse… Hiç bir şey olmamış gibi, yine o bölgede yapılması gerekli olan şeyler ne ise, fedakârane durup yapmaya çalışmak lazım. O insanlar bizim kardeşlerimiz! Mutlaka onların yanında olmak lazım.

O Koca Yırtıklarınız Paralel Yamasıyla Kapanmaz Arkadaş!..

*Kalkıp bir kısım densizler diyebilirler: “Bu kısım hadiselerin arkasında da paralel maralel…” diye. O yalana kendileri de inanmıyorlar da fakat mesâvîlerini kapama adına, o yırtığı kapamayacak o yama ile kendilerini teselli ediyorlar. O koca yırtığı kapamaz arkadaş; bu minnacık yama kapamaz! Size sorsam hepiniz el kaldıracaksınız: “Vallahi de kapamaz, billahi de kapamaz!” O nöronlara öyle yerleşmiş, kortekse öyle girmiş ki, bugün siz setretseniz bile yarın tarihin sayfalarında sayfa sayfa, kapkara satırlar halinde, kapkara kalemler ile yazılacak.. eğer dünyada iseniz, yüzünüze çarpılacak; öbür âleme gitmişseniz, zebanilerin kırbaçları haline gelecek ve tepenize inecek, inip kalkacak. Kapanmaz!.. O yırtık bu yama ile kapanmaz!.. Vallahi kapanmaz!

*Sokak hareketlerini bile ona isnat etme gibi iftiranın, gıybetin, isnadın, kinin, nefretin böylesi inanın gâvurlarda bile görülmemiştir. Evet, dünyanın hiçbir yanında, çok farklı dinlere, farklı kültürlere sahip insanlardan, bu türlü bir densizlik görülmemiştir.. dine, diyanete, millet ruhuna, kendi ruh ve mana kökümüze sahip çıkan insanlara bu ölçüde bir şenaat ve bir denaet revâ görülmemiştir. Fakat olsun!..

*Ben size bir şey söyleyeyim, onlara da hakkınızı helal edin. Çocuk akıllı insanlar; muhakemesini yitirmiş akılzedeler; onlara da hakkınızı helal edin. Öbür tarafa alıcı olarak gidin. Civanmertliğinizi orada da sergileyin. Bir gün Allah onlarla sizi karşı karşıya getirecek. O mezâlimi kitaplarda sayfa sayfa önünüze serecek: “Siz bunlara bunları da ettiniz, bunları da dediniz, bunları da dediniz.” Şu yiğitlikle orada ortaya atılmalı: “Ya Rabbi, biz bunları görmezlikten geliyoruz. Zannediyorum bir kulağımızdan vurdu, öbür kulağımızdan çıktı. Ne olur ey Erhame’r-Râhimîn! Sen Kendin buyuruyorsun: ‘Benim rahmetin gazabımın önündedir.’ Rahmetinin gazabına sebkat etmesi hakkına, rahmet-i ilâhiyen hakkına, onları da Cennetu’l-Firdevs ile sevindir Allah’ım.” demeli.

Onlar Kardeşlerimizdir; Sulh İçin Elden Gelen Yapılmalıdır!..

*Alacaklı olarak giderseniz, bunu deme civanmertliğini sergileme imkânı olacak. Hep verici olun! Alma beklemeyin! Bugün yaptığınız hizmetlerde olduğu gibi Güneydoğu’da veya değişik varoşlarda bulunan insanlar için de ölesiye hizmet verin. Onlar bizim kardeşlerimiz! Bin senedir kardeşlerimiz bizim. Çanakkale’de beraber olduk, Millî Mücadele’de beraber olduk; Fransızların güneyi işgal etmesinde onlara karşı savaşırken beraber olduk. Ayrı değil, kardeş yani. Bunu sun’î olarak söylemiyorum, kardeş onlar!.. Bu açıdan da ölesiye bir hizmet ile emirlerine âmâde gibi koşmalı; o hizmete mukabil geriye dönecek beklentilere de bağlamamalı meseleyi. Çünkü bizim hizmetimizin en önemli karakteristik yani beklentisizlik.. adanmışlık ruhu.. o işin kölesi olma!.. Padişahlara köle olmayız biz fakat hizmetimize köle oluruz.

*Sulh için, anlaşma için, uzlaşma için elimizden ne gelir?!. O mevzuda çok müessir değiliz, zimam başkalarının elinde. Fakat biz, biz olarak -şimdi sivil kuruluş falan deniyor veya Camia veya Hizmet- elimizden gelenleri yapmalıyız. Çapınızca ne yapabiliyorsanız bu mevzuda.. o istikamette ceplerinizi de boşaltın; dimağlarınızda oluşturduğunuz o pozitif düşünceleri de o istikamette boşaltın; o insanların gönlüne girin, kardeşliğimizi dün ifade ettiğiniz gibi bugün de ifade edin.

Bin Senelik Kardeşlik Kapris ve İhtiraslara Feda Edilmemeli!..

*Dünden bugüne kadar bin senelik kardeşlik, böyle bir kısım kaprislere, bir kısım ihtiraslara, bir kısım ardı arkası gelmeyen isteklere, arzulara kurban edilmemeli, feda edilmemeli!.. Eğitim, ne kadar yapabiliyorsanız.. gönüllere girme, ne kadar yapabiliyorsanız… Yardım yollarını kapasalar bile, teker teker gidin, cüzdanlarınızı boşaltın onlara. Buna kimse bir şey diyemez.

*Yardım toplamanıza, hesap açmanıza engel olabilirler. Neden engel olabilirler? Yapmadıkları şeyi yaptığınızdan dolayı.. gönüllere onların girmesi lazımmış, siz girdiğinizden dolayı.. hazımsızlık.. o mevzuda bu türlü şeyleri hazmedecek enzimleri yok bunların. “Biz yapamıyoruz, size de yaptırtmayız!” diyorlar bu yaptıkları şeylerle. İnanın, bu anlayış, bu mantık, bu düşünceye göre İstanbul’un fethi size müyesser olsaydı, zannediyorum bunlar Konstantiniyye’ye gider, Konstantin’e derlerdi ki: “Bunlar şu yolla geliyorlar, aman buraları kesin, bunlara fırsat vermeyin, bunlar paralelci!..” Bu hırs, bu kin, bu nefret cennete girmeye mani olacak kadar korkunç.

*Fakat bütün bunları kâle almayın. Ne onlara gönül koyun, ne de onların edip eylediklerinden dolayı hizmetten geri durun. Ölesiye bir gayretle, ciddi bir fedakârlıkla cüzdanlarınızı boşaltın, rahatınızı onların rahatına kurban edin, hayatı onlara bağışlayın; feda edin, adayın hayatınızı onlara. Siz bu mevzuda bu kadarcık şey yaparsanız, “Sen Mevla’yı seven de Mevla seni sevmez mi?” Sen gönlünü onlara feda etsen, onlar da gönüllerini sana açmaz mı? Sen onları sevsen, onlar sana kinle, nefretle mi karşılık verecek?

*Evet, insanca davran, o birliği, beraberliği, barışı bekle, alkışla, yollarını kolla, öyle olması için lazım gelen her şeyi yap. Belki bir gün ciddi bir vahşet hissiyle sokaklara dökülen, şunun bunun malını mülkünü yakan insanlar da insafa gelirler. Çünkü devlete kızıyorlar, birilerine kızıyorlar masum insanların dükkânlarını yakıyorlar, arabalarını yakıyorlar, bankaları tahrip ediyorlar, kursları okulları basıyorlar, eşyaları çalıyorlar. Bunların, bu türlü davranışların ne dinle, ne diyanetle, ne insanlıkla alakası yoktur. Belli kesimler tarafından tahrik edilmiş, dış mihraklar da olabilir, bir kısım dünya çapındaki istihbarat servisleri de olabilir. Bir gün o insanlar aldatıldıklarını anlayacaklar, başkalarının malına tecavüzün Allah huzurunda hesabının olacağını anlayacaklar, millet malını zayi etmeyle milleti -halk ifadesiyle- şapa oturttuklarını anlayacaklar. “Eyvah” diyecekler, “bu bâzicede bizler yine yandık; zira ki ziyan meydanda bilmem ne kazandık!” (Ziya Paşa) Onlar da insandır, inanın bir gün diyecekler. Ama gördüğünüz üzere sokaklar bir yönüyle harp meydanı gibi.. sanki Haçlılar işgal etmiş gibi bir hal var ve bütün bunlar karşısında fevkalade bir duyarsızlık var, bir ölü gibi tepkisizlik var, alakasızlık var. Hâlâ bu cürmü, bu mesâvîyi başkalarına fatura etmek suretiyle kendileri o işten sıyrılacaklarını zannetme gibi bir gaflet var, bir dalalet var, bir anlayışsızlık var.

IŞİD: İslâm’ın Çehresini Karartan Şer Şebekesi

*Burada bu meseleyi çözmeden, dünya çapındaki problemlerin üzerine gitmek kendi kendinizi aldatma demektir. Birinin başını ezseniz, bir başkası hemen hortlayacak orada. Alternatif fitne ve fesat ocakları var. Dün el-Kaide falan diyorlardı ama bu birden bire -kimler tarafından beslendi- sürpriz olarak ortaya çıktı ve kan döküyor, her birisi cellat.. “Önüne geleni kes, cennete gireceksin doğrudan doğruya.” Öyle bir kandırma ki bu -hafizanallah- Müslümanlığın dırahşan çehresi bu zift düşünceli insanlar yüzünden -sayesinde demiyorum- karartılıyor. İslam’dan insanlar ürkütülüyor, uzaklaştırılıyor.

*Bu problemlerin çözümü evvela kendi içinde problemi çözmeye, samimi olmaya bağlı.. kendin için yaşamamaya bağlı.. evladını, ıyâlini, çoluğunu, çocuğunu gözünün görmemesine bağlı.. muhacerete bağlı.. alemin ayağına gitmeye bağlı… Şöyle böyle hakikate aşina, hahişkar, arayan insanlar, arar bulurlar hakikatin kaynağını, hakikatin tatlı su kaynağını. Fakat ona uyanık olmayan, gözleri kapalı olan insanların ayaklarına gitmek, o konuda onları uyarmak lazım.

*Işid mi, ifrit mi, eşedd mi, her ne ise, zıvanadan çıkmış, bir yönüyle endazesiz, düşüncede nizamsız, değişik servisler tarafından beslenen, silah yardımı yapılan, dünyanın değişik yerlerinde bir yönüyle talimgâhları bulunan, her yerden insanların akın akın oraya aktığı, en mübarek memleket gibi görülen yerlerde bile hastalarının tedavi edildiği bir şer şebekesi, -bağışlayın- bir eşkıya güruhu. Bir yerde bilerek, kasten, karalama adına denen “Karmatilik, Haşhaşilik”, bunu esas onlar yaşıyorlar; bağışlayın, haydut gibi yaşıyorlar fakat onlar hakkında aynı şeyler söylenmiyor.. düşünün. Evet, nezaketim müsait olsaydı ne derdim biliyor musunuz? Yuf bu anlayışa!..

Hadiselerin Aleyhte Cereyan Etmesi Sizi Hizmetlerinizden Alıkoymasın!..

*Mantık bu kadar iflas ederse şayet, zannediyorum değil o kocaman problemler, en küçük problemleri bile halletmek mümkün olmayacaktır. Cenâb-ı Hak size güç ve kuvvet versin. İradelerinizi desteklesin. İradelerinizin hakkını vermek üzere bu yolda sizi seferber eylesin.. toptan sefere çıkarsın sizi. Kendinizi düşünmeyin, başındaki sarığını atıp Çanakkale’ye koşan 15-16 yaşındaki talebeler gibi hemen hizmete koşun Allah’ın izni inayetiyle. Ne birilerinin aleyhinizde olması, ne de birilerinin size diş bilemesi, sizi yapmanız gerekli olan bu şeyden katiyen geri koymamalı. O bir vazifedir.

*Eğer hadiselerin aleyhte cereyan etmesi ve kesbettiği şiddet itibarıyla, o meselede duraklamaya girmek caiz olsaydı, Enbiyâ-i İzâm girerdi. Efendimiz, başına bilmem neler kondu; en sevdiği insanlar çölde şehit edildi; başlarına kendilerinden ağır taşlar kondu; bazıları mızrakla delik deşik edildi; fakat O yine dediğini dedi Allah’ın izni inayetiyle.

*Allah Rasûlü, ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar hep problemlerle yaka paça oldu. Bir dönemde müşrikle, mülhidle, putperestle, Lat’çıyla, Menat’çıyla, Uzza’cıyla, Nâile’ciyle, İsaf’çıyla yaka paça oldu, beri tarafta da münafıklarla. Mücadelenin en çetini de o idi; çünkü münafık camiye geliyordu, kurban kesiyordu; şayet savaşın kazanılacağını görüyorsa, ganimet için ona da iştirak ediyordu. Buyurun aldanmayın!.. İnsanlığın İftihar Tablosu hiç aldanmamıştı ama “Allah” diyen “Lâ ilâhe illallah” diyen, onlara karşı da “Yarıp kalbine mi baktın!“ buyuruyordu. Hiç durmadı, hep problemlerin üzerine yürüdü; makul reçeteler sundu, Kur’ân’ın temel disiplinleriyle beslenmiş reçeteler sundu; çözülmez problemleri çözdü.

*Anarşinin karşısında olun! Ama anarşik yollarla, tepkilerle, öldürerek, kıyarak, kılıçtan geçirerek değil, gönüllere girerek!.. Parçalanmış o avizenin parçalarını yeniden bir araya getirerek, çatlaklarını setrederek sizin için şûlefeşan olsun diye başınıza asmaya bakın!..

352. Nağme: Mısır’da Darbe ve Ramazan’da Tevbe

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Geçtiğimiz akşam muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bayram sonrasına kadarki son Bamteli sohbetini yaptı. Her sene olduğu gibi, bu Ramazan’da da hasbihallerine ara verip sadece tefsir dersine iştirak etmeye ve çoğunlukla Kur’an ile meşgul olmaya niyetlenen kıymetli Hocamız, sözlerine şu hadis-i şerifleri hatırlatarak başladı:

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyuruyor: “İnsanların hepsi çokça hata yaparlar; fakat, hataya düşenlerin en hayırlıları hemen tevbe edip arınma peşinde olanlardır.”

Başka bir hadis-i şerifte ise “Âdem hata etti, evlâtları da hata etti; Âdem unuttu, evlatları da unuttu!” buyuruluyor.

Bu nebevî beyanlardaki nükteleri dile getiren Hocaefendi, Allah ahlakında, yanlış yapanı hemen kaldırıp atmanın söz konusu olmadığını, her zaman bir ümit kapısının aralık bırakıldığını ve insanlara tevbeyle temizlenip yeniden dirilme fırsatı tanındığını anlattı.

“Hata edince ne başkaları sizi yıkılmışlığa mahkum etmeli ne de siz kendinizi tamamen yıkılmış gibi görmelisiniz. Tevbe-i nasuh ile hemen doğrulmalı, bir kere daha silkinip ayağa kalkmalısınız.” dedi.

İnsanın tevbe ile kendi hatalarından arınmaya çalışması gerektiği gibi başkalarını da kusurlarından dolayı hemen kaldırıp atmaması icap ettiğini belirten Hocamız,

“Ne hatasından ne nisyanından ne de bir mevzudaki yanılmasından dolayı insanları kaldırıp atmayalım. Aksi halde yanımızda, çevremizde kimse kalmaz!” dedi.

Günümüzde çok küçük hatalardan dolayı insanların tahtie edildiğini (hatalı bulunup suçlandığını), onun onu onun da onu suçlayıp durduğunu ve fertlerin birbirlerine yaşama hakkı vermezmiş gibi davrandığını belirterek şöyle söyledi:

“Peygamberlerin, evliya ve mukarrebinin yolu, atmosferi yumuşak tutma, kendi değerlerine karşı müsait bir atmosfer oluşturma ve takdim edecekleri semavî/ilâhî emtiaya karşı istek uyarmadır. Aksi halde o ilâhî emtiaya, kendi değerlerine karşı nefret uyarılmış ve iyi bir şey sunulurken günaha girilmiş olur.”

“Mümin, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.)” mealindeki hadis-i şerifi hatırlatan Hocaefendi, sözü Mısır’daki darbeye ve Muhammed Mursî’ye getirerek şunları ifade etti:

Mü’min olma itibarıyla, insanlar aldanabilirler, yanılabilirler. Mesela, akla geldiği için diyeyim: Yanı başımızdaki bir müslüman devletin başında, yine müslümanlık adına hareket eden, İslami değerlere bağlılık içinde (bir insan), günümüzün kriterleri arasında çok önem verdikleri demokratik bir anlayışla ve demokratik kurallara bağlı olarak seçime gidiyor, iktidar oluyor. Üzerinden bir sene geçmiyor.. bir senede özür dilerim, halk ifadesiyle söyleyeceğim, insan ‘ağzım, burnum’ diyemez.. bir sene sonra hemen “O insanı tam test ettik, hakikaten bu makamın insanı değildi, onu bertaraf etmemiz lazım!..” gibi mülahazalar.. bunlar çok yanlış mülahazalar, çok insafsızca mülahazalardır. Bir senede insan bir şey ifade edemez, bir senede insan çıraklığı aşamaz. Siz bir senede çıraklığı aşmış, kalfa olmuş insan gördünüz mü hiç? Bu devlet işi, kocaman bir devlet işi. Hiç o işi yapmamışsınız, vekil olmamışsınız, bakan olmamışsınız, birden bire işin başına gelmişsiniz ve birilerine göre.. gerçekten hata mı değil mi? Birilerine göre, hemen hata saydıkları, izafi hata veya indî hata veya onlara göre hata, o hatalardan dolayı “seni alaşağı ediyoruz.” deniliyor. Bu meselenin bir yanı; bu onlara ait bir mesavi. Onlar onun hesabını Allah’a verirler.. aynı zamanda ma’şerî vicdana karşı da verirler onun hesabını.. ve aynı zamanda gelecek nesillere, nesl-i âtîye karşı da onun hesabını verirler. Tarih sayfalarında, satırlarında, paragraflarında o mesaviyi taşır, onlara kadar ulaştırır ve onlar ellerini kaldırır, “Yazıklar olsun size!” derler. “Yazıklar olsun 27 Mayıs’a!..” “Yazıklar olsun 12 Mart’a!..” “Yazıklar olsun 12 Eylül’e!..” ve “Yazıklar olsun işte orada olan o işe!..” falan derler. Böyle oldu, iyi olmadı. Demokrasi bir kere daha bir darbe yedi, bir kere daha darbe yedi. O da bir darbedir, bir darbe yedi.

Bir de beri tarafta, “Mursi” diyorlar. Mursi; irsa etmiş, demir atmış, bir yerde gelmiş limana otağını kurmuş demektir. Adı Muhammed Mursi. (Ayet-i kerimelerde) “ersâhâ” (Nâziât, 79/32) ve “eyyâne mürsâhâ” (Nâziât, 79/42) deniliyor; Mursi de oradan geliyor. Birileri, “Efendim, düşünemedi; bak, öyle bir adamı oraya getirdi ki, öyle bir adamı Anayasa Mahkemesi’nin başına getirdi ki..” falan demek suretiyle hem kendi hesaplarına hem de içinde bulundukları heyet hesabına, musibeti ikileştirme adına, atf-ı cürümde bulunma… Hukuk sisteminde atf-ı cürüm önemli bir husustur; böyle toptan derleyip toplayıp insanları götürdüklerinde birbirlerini suçlamak suretiyle o işten sıyrılmaya bakarlar. Başımızdan birkaç defa geçtiği için, arkadaşlarımız tarafından bile, onlar tarafından bile bu atf-ı cürümün ortaya konduğuna çok şahit olduk. “Efendim, ben yapmamıştım da, bu adam geldi, bu adam bana tesir etti de, bu adam beni aldı, beni sürükledi de… falan.” demek suretiyle kendileri o işin içinden sıyrılma adına.. bu da bir atf-ı cürümdür. Hazreti Pir’in bu mevzudaki ifadesi de, bir suçluya karşı o meseleyi değerlendirme mevzuu, musibeti ikileştirme demektir. “Neden böyle oldu, niye böyle oldu? Olmaması lazımdı, neden bunlar falanın başına geldi? Düşünseydi, etseydi bunu…” Bu düşünce ve sözler musibeti ikileştirir.

Fethullah Gülen Hocaefendi, Mısır’da hadiselerin bu hale gelmesinden dolayı Muhammed Mursî’nin suçlanmasının ve çevresini okuyamadığına dair sözler edilmesinin şu anda hiçbir faydasının olmadığını, bu türlü dedikoduların arkasında insanın yanılabileceğini ve hüsn-ü zannının kurbanı olabileceğini hesaba katmamanın da bulunduğunu, aslında o işin ehli olan kimseler tarafından daha önceden bazı ikazların yapılmış olması gerektiğini ifade ederek şöyle dedi:

Bilemez, çünkü mü’min sever, hüsn-ü zan eder, fakat aldanabilir. Mü’min aldanabilir; “Biz ki müslümanız, aldanırız.” Çent defa aldanmışızdır, çent defa… Yanınıza almışsınızdır, ‘kardeşim’ demişinizdir. Yirmi sene, otuz sene, kırk sene ‘kardeşim’ demiş, bağrınıza basmışsınızdır. Fakat bir gün hiç beklenmedik bir yerde -meğer kendi dünyasını örgülüyormuş dantelasında- sırtınızdan hançeri yediğiniz zaman acıyla inlersiniz; döner bakarsınız, bir de oymuş meğer. Mü’miniz.. hüsn-ü zannımızın altında kalabiliriz; hüsn-ü zan akıntısına kapılabiliriz, gidebiliriz. Bunu görenler haber vermeli, sezenler haber vermeli bu mevzuda, bilebilen servisler haber vermeli, ikaz etmeli, o insanların yanılmalarına meydan vermemeliler.

Bazen o türlü yanılmalar, olumsuz negatif bir mabeyn-i humayun teşekkülüyle olur, oluşur. Bir menfaat çetesi, birinin etrafını sarar; ona sahip çıkmaları, onu tutmaları, onu desteklemeleri sadece kendi çıkarlarına bağlıdır onların. Öyle gülerler onun yüzüne, onu öyle takdir ederler, onu öyle alkışlarlar, “Eşin yok , menendin yok, kakül-ü gülberlerinin tek teline acem mülkü fedadır” derler. O da bunları candan muhib, seven insanlar, dostlar, taraftarlar zanneder. Ve dolayısıyla ona ulaşma çok zorlaşır. O kendi kendini tecrit etmiştir. İşte bu çıkar ve menfaat grubuyla kendi kendini tecrit etmiştir. Onların iyi dediğine iyi der, kötü dediğine kötü der. Yol verilmesine müsaade ettiklerine yol verir, vermek istemediklerine de yol vermez. Böylece yalnızlaşmış olur. Vakıa etrafında bir cemaat vardır; bir şair şu mealde bir söz söyler, “O kalabalık içinde ben yalnızım” der. “Bu sessizlikte, sessizlikten sarhoşum.” Bir mısraı da odur, “sessizlikten sarhoşum” der. Kalabalık içinde yalnızdır, etrafında bir sürü insan vardır ama o yalnızdır. Onlar -bağışlayın- kendi türkülerini çalar-çığırırlar, ona da onu duyururlar, fakat hakikatten, işin mahiyet-i nefsü’l-emriyesinden, işin arka planından haberi yoktur. O Hazret de böyle aldanmış olabilir, onun ikaz edilmesi lazımdı.

Muhterem Hocaefendi, Mısır’daki darbe bahane edilerek sahnelenen bir oyuna da şu sözlerle dikkat çekti:

Bir de bütün bunları derken, o meseleyi ta’mim etme, bulundukları yerde de onun için bir zemin hazırlama, o duyguyu aynı zamanda zaten duyguları feveranda olan o insanlara aşılamaya çalışma.. “Orada olduğuna göre burada da olabilir. Bazı yerlerde hazan rüzgarları esmeye başladı. Her yerde de biz bu hazan rüzgarlarını estirelim, gelin şu baharın hakkından gelelim!” mülahazasıyla bazıları, şom ağızlılar, bu meseleyi farklı şekilde değerlendirebilirler. Çok temkinli olmalı, insana karşı saygılı olmalı, mü’mine karşı saygılı olmalı, vatandaşına karşı saygılı olmalı. Onların iffetini, ismetini, izzetini kendi iffetimiz, izzetimiz, ismetimiz gibi korumaya çalışmalıyız. Zira mü’minlik odur. Mü’min yeryüzünde emniyet ve güvenin teminatçısıdır. Mü’minin aynı zamanda emniyet ve güven manasına da gelir. Mü’min, Allah’ın Mü’min ismine dayanır. Kendisi o mü’min ismini inanmak suretiyle, İslamiyeti yaşamak suretiyle temsil eder. Aynı zamanda yeryüzünde emniyet ve güveni zirvede temsil etmek suretiyle de yine kendisine mü’min dedirtir. Mü’min, Allah; Mü’min, Allah’a inanan insan, Mü’min, yeryüzünde emniyet ve güveni temin eden insan demektir. Mü’minin vazifesi bu olduğuna göre, bence o mevzuda daha titiz, daha hassas, daha dikkatli hareket etmeli, hemen olmadık şeylerle, ihtilaflara, iftiraklara sebebiyet vermemeliyiz.

Hocaefendi sohbetinin sonunda ihtilaf ve iftiraklara değinerek Ramazan-ı Şerif’in ferdî günahlardan arınmak için bir fırsat olduğu gibi içtimaî problemlerimizi çözmek için de imkanlar tanıdığını vurguladı. Şöyle dedi:

Ramazan-ı Şerif oruç tutma, yani bir yönüyle sahurda yemek yeme, ondan sonra akşama kadar, iftar vaktine kadar bekleme, ağzımızı bağlama.. buna orucun zahirisi, nazarisi, taklidisi denir. O meseleyi ibadet u taat ile süsleme, onun amelisi olur. Kalbi ve ruhi hayatımıza, bütün davranışlarımıza mal ederek onu ortaya koyma, kimseye bir şey dememe, olumsuz şeylere kulak kabartmama, kötü şeyleri görmezlikten gelme, bütün uzuvlarımıza Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ifadesiyle oruç tutturma, ele-ayağa, göze-kulağa, dile-dudağa, kalbe, bütün hissiyata oruç tutturma… Bu Ramazan-ı Şerif’te böyle surlar oluşturmak suretiyle -bütün olumsuzluklara karşı, olumsuzluk tsunamilerine karşı surlar oluşturmak suretiyle- bir ay bu temrinatı yaparsak, Ramazan’dan çıktıktan sonra da inşaallah, üzerimizde kalır o. Şöyle bir ay Ramazan-ı Şerif’te oruca niyet ettiğimiz gibi, kimseye de bir şey dememeye niyet edelim. Kimsenin olumsuz tarafını görmemeye niyet edelim. Kimsenin olumsuz yanlarına kulak kabartmamaya niyet edelim. Yani gıybet etmemeye niyet edelim. Gıybeti dinlememeye niyet edelim. İftira etmeyelim, iftira edenlerin iftiralarına da kulak kapayalım, bütün uzuvlarımıza oruç tutturalım. Zannediyorum, bunca temrinat, yani otuz günlük bir rehabilitasyon bu.. Ramazan’dan sonra mevcudiyetini üzerimizde devam ettirir. Biraz dişimizi sıkar, vahdet-i ruhiyenin devam ve temadisi adına bir adım atmış oluruz Allah’ın izni ve inayetiyle.

Değerli arkadaşlar,

Bu nağmeyle beraber af ve müsamahanıza sığınarak sizden izin istiyoruz. 12 sene haftalık yayın yaptıktan sonra 16 aydır günlük nağmelere geçtik ve bir senedir hiç aksatmadan her gün bazı güzellikleri paylaşmaya çalıştık. Bizim muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ders ve sohbetlerini sevdiklerimizle paylaşmaktan başka bir muradımız olmadı; ne siyasete bulaşma ne habercilik yapma ne de medyada yer alma gibi düşüncelere asla kapılmadık. Önyargılı küçük bir azınlığın muhterem Hocamızın her sözünü çarpıtmaları, en masum ders notlarımızı bile siyasi bir mesajmış gibi yayınlamaları ve bazı dostlarımızın da tamamen iyi niyetten kaynaklandığına inandığımız “Hocamızın yüzünü eskitmeyin… Hocamızı polemiklere bulaştırmayın!..” türünden (bazen hakarete varan) ikazları bizi epey yordu. Başka vazifelerimizin yanında her gün altı yedi saat bilgisayar başında oturmak zihnimizi adeta makineleştirdi.

Şikayet değil sadece arz-ı hal saymanızı istirham edeceğimiz bu sözlerle (Hocamızın sohbetlere ara vermesini de vesile edip) “muvakkat uzlet/halvet” talebimizi/niyetimizi belirterek Ramazan-ı Şerif’in hakkınızda ve hakkımızda çok bereketli olmasını diliyor, dualarınız recasıyla hürmetlerimizi sunuyoruz.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir hasbihal esnasında…

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir hasbihal esnasındaHocaefendi hasbihal esnasında

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir hasbihal esnasında…

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir hasbihal esnasında...