Posts Tagged ‘mücahede’

Emanette Emin miyiz?

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: “İlk hak başka, temsil ile gelen hak başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa her zaman geriye alınabilir.. alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.” ifadesi ne gibi mesajlar içermektedir?

   Cevap: Esasında bütün haklar, bir ismi de “Hak” olan Cenab-ı Hakk’a aittir. Zatî olarak insanın hiçbir hakkı yoktur. Allah, büyüklüğünün ayrı bir tecelli dalga boyu olarak insanlara emaneten bazı haklar vermiş, onları çeşit çeşit nimetlerle donatmıştır. İnsan, hiçbir ceht ve gayret göstermeksizin bir kısım hak ve imtiyazlara sahip olarak dünyaya gelir. Bunlara “bahşedilmiş haklar” diyebilirsiniz. Çünkü bunlar insanın kendi iradesini kullanarak elde ettiği haklar değildir. İnsan olarak yaratılmadan Müslüman beldesinde hayata gözlerini açmaya, yüksek istidat ve kabiliyetlerle donatılmadan münasip bir ortamda neş’et etmeye kadar sahip olunan pek çok hak ve imtiyaza bu gözle bakılabilir.

İnsana düşen vazife, iradesinin hakkını vererek ve sahip olduğu istidat ve kabiliyetleri sonuna kadar inkişaf ettirerek Allah’ın cebr-i lütfî olarak ihsan etmiş olduğu bu haklara layık olmaya çalışmasıdır. Hiç şüphesiz bu konuda peygamberlerin her birisi bizim için önemli birer rehberdir.

Bu hakikati ifade sadedinde, Allah Teâlâ, bu hakları kullarına karşılıksız olarak vermiştir denebileceği gibi, onların hayatları boyunca ortaya koyacakları yüksek performansa binaen bunları ihsan etmiştir de denebilir. Mesela bir insanın nübüvvetle serfiraz kılınması çok büyük bir ayrıcalıktır. Allah, dilediği kulunu böyle bir nimetle şereflendirebilir. Fakat O (celle celâluhu), çocukluklarından itibaren hayatları boyunca ortaya koyacakları ceht ve gayreti ezelî ilmiyle bildiği bazı kullarını böyle yüksek bir payeyle şereflendirmiş de denebilir.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına bakan hangi insan, başta nübüvvet olmak üzere O’nun sahip olduğu iffet, ismet ve fetanet gibi nimetleri hak etmediğini düşünebilir! Zira O, iradesini son haddine kadar kullanmak suretiyle kendisine bahşedilen ilk hakları çok verimli şekilde değerlendirmesini bilmiştir. Hayat-ı seniyyeleri boyunca öyle isabetli kararlar vermiş, öyle yerinde tercihler ortaya koymuştur ki, akl-ı selim sahibi hiçbir ferdin bunlara karşı çıkması, itiraz etmesi mümkün değildir. Beden ve cisimden ibaret olan bir insan, meleklerin yaptığı amellerin ötesinde şeyler yapmıştır.

   Konumun Hakkını Verme

Hayatı süzerek yaşayan bir insan, Allah’ın doğuştan bahşetmiş olduğu hak ve nimetlerin, hayatının daha sonraki safhalarında da devam ettiğini görür. Mesela kaçımız düşünerek, taşınarak, işin felsefesini kavrayarak hizmet-i imaniye ve Kur’aniye davasına gönül vermişizdir? Çoğumuz kendisini bir anda işin içinde bulmuştur. Sanki elli kişiyle birlikte sokakta yürürken bir kapı aralanmış ve içlerinden üç beş tanesi içeriye alınmıştır. Bu yönüyle insanın, “Ben düşündüm, ben planladım, ben ortaya koydum.” demesi çok zordur. Bizden daha akıllı nice insanlar aynı caddeden gelip geçmişler fakat aralanan kapıdan içeriye girmeyi düşünmemişlerdir. Hatta bunların bir kısmı, kapının yanından geçmesine rağmen onu görmemiş, kendisini çağıran sesi dahi duymamıştır.

İşte asıl mesele de bahşedilen bütün bu hak ve nimetlerin çok önemli birer emanet olarak görülmesi ve hakkının verilmeye çalışılmasıdır. İnsan, ne sahip olduğu nimetleri görmezden gelerek küfran-ı nimete (nankörlüğe) girmeli ne de bunlar ile övünmek suretiyle gurura düşmelidir. Öncelikle nimet ve mazhariyetleri asıl sahibine yani Cenab-ı Hakk’a vermesini bilmeli, sonrasında da bunlara lâyık olmaya çalışmalıdır.

Evet, bizler öncelikle Allah’ın lütuf ve ihsanlarının farkına varmalıyız, bunları kendimizden bilmek suretiyle gurur ve kibre kapılmamalıyız. Sonrasında da Cenab-ı Hakk’ın bizi koymuş olduğu yerin, makamın ve statünün hakkını vermeliyiz. Bütün tavır ve davranışlarımızı bulunduğumuz yere göre ayarlamalıyız. Eğer yüce hakikatlere karşı belli ölçüde ufkumuz açılmışsa, bunları çok önemli birer nimet olarak görmeli ve bütün muhtaç sinelere duyurabilme istikametinde koşmalıyız. Zira benlik girdabına düşmemenin yegâne çaresi, yüksek bir mefkûreye dilbeste olmaktır. Şayet batmamak ve boğulmamak istiyorsak, çok sağlam bir kulpa veya kopmayan bir urgana yapışmalıyız.

Allah’ın bize emanet olarak verdiği bütün hakları, nimetleri, ihsanları âdeta verimli bir toprağın bağrına atılmış tohum gibi değerlendirip nemalandırmaya çalışmalıyız. Sürekli “Acaba ne yapmalıyım ki elimdeki tek bir tohumdan iki tane başak, iki başaktan elli tane buğday çıksın?” demeliyiz. Kur’ân-ı Kerim’in ifade buyurduğu gibi tek bir habbeyi yetmişlere, yedi yüzlere ulaştırmanın yollarını aramalıyız. (Bakara sûresi, 2/261) Sahip olduğumuz bütün istidat ve kabiliyetlere bu mantık ve felsefe ile bakarak onları son milimine kadar değerlendirmeye gayret etmeliyiz.

Konumun hakkını verebilmenin veya durulması gerekli olan yerde durabilmenin yolu, meseleye bu mantıkla bakabilmektir. İnsan, durduğu yer ile durması gerekli olan yer arasındaki mesafeyi sık sık kontrol etmelidir. “Allah bana şu lütuflarda bulunduğuna, bana böyle güzel bir atmosferde yaşama imkânı bahşettiğine göre, acaba benden istediği şeyler nelerdir?” demeli ve sahip olduğu nimetlerin şükrünü eda etmeye bakmalıdır.

İlk bahşiş, avans ve mevhibe Allah’ın bir lütfudur. Onda bizim dahlimiz yoktur. Allah bizi getirip belli bir makama koymuştur. Fakat daha sonra ortaya koyacağımız performansla, gayret ve ciddiyetle Allah’a karşı öyle bir kulluk ortaya koymalıyız ki melekler bile şunu demeli: “Ya Rabbi, Senin bu zatı açılan kapıdan içeri almanda ne büyük hikmet varmış!”

Bu konuda sahabe-i kiram efendilerimiz bizim için çok önemli birer örnektir. Allah, onları Peygamber Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı çağda dünyaya getirmiş, onlara sahabe olma yollarını açmış ve onlar da bunun hakkını vermişlerdir. Cahiliyenin karanlıklarında diri diri çocuklarını toprağa gömen, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan, elli tür vahşet içinde bocalayan, kadınlara hak tanımayan insanlar, Kur’ân’ın bir mucizesi olarak cihanı idare edebilecek, beşerin aklını terbiye edebilecek bir kıvam kazanmışlardır. Yani onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği konum ve makamın hakkını vermiş, kısa süre içerisinde insanlığa medeniyet dersi vermiş, yeryüzünü ilim, adalet, hakkaniyet ve merhametle doldurmuşlardır.

   Dava İnsanlarının Özellikleri

Şayet Allah’ın ilk hak olarak vermiş olduğu lütuflar gereği gibi değerlendirilmezse, Allah bunları ehil olmayanlardan alır ve ehillere teslim eder. Zira O, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir, Allah onları sever, onlar da Allah’ı. Onlar, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta hiç kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi bilir).” (Mâide suresi, 5/54)

Allah, burada dininden geri dönen, yani irtidat eden veya yapması gerekli olan mükellefiyetleri gereği gibi yapmayan kimselerin yerine başka bir topluluk getireceğini ifade buyuruyor. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Mesela Emeviler, zulmetmeye, gaddarlığa, kan dökmeye başlayınca Allah onların yerine Abbasileri getirmiştir. Abbasiler sarsıntı yaşamaya başlayınca Selçuklular işe vaziyet etmiştir. Haçlı ve Moğol istilalarına karşı koymak onlara kalmıştır. Onlar da bu büyük misyonu eda edemez hale gelince, bu sefer Allah, onların yerine Osmanlıları getirmiş ve onlar sayesinde İslam dünyası dört asır huzur içinde yaşamıştır.

Demek ki bir topluluk Allah’ın istediği kıvamı ortaya koyamaz, konumunun hakkını veremez, durması gerekli olan yerde durmayarak gerisin geriye gitmeye başlarsa, Allah da bu işi onlardan alıyor, başkalarına tevdi ediyor ve davasını onlara temsil ettiriyor.

Peki, Allah’ın dinine sahip çıkacak, onu etraf-ı âlemde neşredecek insanların özellikleri neler olmalı? İlk olarak Allah’ın onları, onların da Allah’ı sevdikleri ifade ediliyor. Esasında bu sevgi karşılıklıdır. Şayet siz Allah’ı andığınız zaman burunlarınızın kemiği sızlıyorsa, Allah tarafından sevildiğinize inanabilirsiniz. Allah nezdindeki konumunuzu öğrenmek istiyorsanız, Allah’ın sizin nezdinizdeki yer ve konumuna bakmalısınız. Allah’a karşı ne kadar alakanız varsa, Allah’ın size karşı alakası da o kadardır. Bu sebeple bu iki sevgi peş peşe zikrediliyor.

Âyetin devamında yeni bir inşa hareketi başlatacak, umumî bir diriliş peşinde koşacak bu topluluğun mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirecekleri ifade ediliyor. Yani onlar kendilerini herkesten dûn görürler. Hz. Ali’nin ifadesiyle insanlar içinde sıradan ve sade bir insan gibi yaşarlar. Buna karşılık küfür sıfatlarına karşı çok aziz bir duruş ortaya koyarlar. Yani yeryüzünde herkesin insanca yaşaması, doğru düşünüp doğru karar vermesi adına küfür sıfatlarını izale etmeye çalışır, insanların küfür girdabından kurtulması adına ellerinden geleni yaparlar. Farklı bir ifadeyle, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek kalbleri yeniden Allah’la buluşturmaya çalışırlar.

Ayrıca bunlar, hak bildikleri yolda sürekli mücahede ederler. İnsanların olumsuz sıfatlardan sıyrılmalarını ve arınmalarını temin etmeye, onları Allah’a ulaştırmaya çalışırlar. Bu yolda karşılaşacakları hakaretler, ayıplamalar, iftiralar ve eziyetler karşısında da korkuya kapılmaz, paniklemez ve paranoya yaşamazlar. Âlemin uygunsuz sözleri, kaba tavırları, saldırgan davranışları onları yürümeye azmettikleri yoldan alıkoyamaz. Hiç şüphesiz bunların her biri Allah’ın birer fazlı ve ihsanıdır ki O, bunları dilediğine lütfeder.

   Daimi Emanetçiler Olabilmek

Herkes meseleye rasyonelce bakarak kendisini Cenab-ı Hak tarafından ortaya konulan bu yüce vasıflar zaviyesinden tartabilir. Hak davanın, kıvamında insanlar tarafından temsil edilip edilmediğini gözden geçirebilir. Fakat bunu yaparken kimse hakkında suizanna girmemeye dikkat edilmelidir.

Soruda zikredilen, hakikî temsilcilerin bulunmadığı zamanlarda, hakkın, nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşıp duracağı konusuna gelince, günümüzde hak davasının hakiki temsilcilerinin bulunmadığını söyleyecek olursak, herkes hakkında suizanna girmiş oluruz. Fakat herkes kendisine bakarken böyle bakabilir. “Biz, olsa olsa birer emanetçiyiz. Bu işin hakiki temsilciliği bize düşmez.” diyebilir. “Ben, bu bayrak yere düşmesin, değerler bütün bütün unutulmasın, çeşit çeşit vesayetler yaşanmasın diye bu işe sahip çıkmaya çalışıyorum.” şeklinde düşünebilir.

Fakat asıl önemli olan, her bir mü’minin muvakkat değil, daimi emanetçi olmaya çalışmasıdır. Bunun getirisi başka şeylerle mukayese edilemeyecek kadar büyüktür. Böyle yüksek bir hedef varken daha berisindeki şeylere dilbeste olmak dûnhimmetliktir. İnsan her zaman himmetini âli tutmalı, sürekli çıtayı yükseltmeli ve buna göre bir liyakat ortaya koymaya gayret etmelidir. Diğer yandan da sürekli, “Allah’ım, emanetini alacağın güne kadar bizi emanette emin kıl!” diye dua dua yalvarmalıdır.

***

Not: Bu yazı 21 Mayıs 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Hicret ve Cihâd-ı Ekber

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.”

Pek çoğu itibarıyla bu arkadaşlar, kendi ülkelerinde/vatanlarında, toprağını tûtiyâ gibi gözlerine sürmek istedikleri kendi yurtlarında/yuvalarında kendilerine yaşama hakkı verilmediğinden, kendi ülkelerini terk edip başka yerlere “cebrî hicret” etmiş arkadaşlar. Bazıları da daha önceden “ihtiyârî” olarak böyle bir hicreti yapmış, Avrupa ülkeleri, Amerika dâhil dünyanın değişik yerlerine açılmış insanlar… Olup biten şeyler olup biteceği, en son o senaryo realize edileceği âna kadar, arkadaşlar, ihtiyarî olarak, kendileri isteyerek, hür iradeleri ile dünyanın değişik yerlerine hicret ediyorlardı. Daha sonra cebrî hicretler başladı.

Kur’an-ı Kerim’de, bu hicrete delâlet eden çok âyet var: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا، وَالَّذِينَ هَاجَرُوا Bazı yerlerde, وَجَاهَدُوا diyor. Hatta bir sûrede iki defa, hemen hemen bir iki kelime farklılığı ile geçiyor: “Hicret ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler ve aynı zamanda orada kendilerini cihâda verdiler, mücâhedeye verdiler.” deniyor.

Evet, “cihâd” kelimesini dillendirdiğimiz zaman, insanın aklına sadece “karşısına çıkan düşman ile savaş” meselesi geliyor. Bu, radikalizmin kullandığı bir malzeme ve başkalarının da gelip gelip hep ona takıldığı bir mesele… Oysaki mesele, siyakı ile, sibakı ile ele alındığı zaman onların anladıkları gibi değil.

Hicret ettiler, göç ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler; ondan sonra da mücâhedede bulundular… وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ buyuruluyor ayet-i kerimede; “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davranan ihsan ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 29/69) فِينَا deniyor; “Allah için, lillâh, livechillâh, li-rızâillah, li-şe’nillah ve li-hukuki Rasûlillah.” diyeyim ben. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Hizmet etme adına onlara yol yol üstüne, yollar yöntemler lütfettik…

Bir yol değil; değişik ülkelerin farklı kültür ortamlarına göre Allah (celle celâluhu) onları istihdam etti orada, farklı yöntemler kullandılar. Bir yol; temel disiplinler açısından çizgi korundu; Peygamberler güzergâhına riayet edilmeye çalışıldı. Fakat oradaki şartlar, konjonktür, küçük farklılıklar, nüans ve üslup farklılıkları ile farklı yollar… Esas/usûl değil, üslup farklılıklarıyla, “Değişik yollar/yöntemler hidayet ettik!” diyor Allah (celle celâluhu).

   “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!”

Şimdi (Kur’an’daki “Cihâd” kavramında sadece) gittiğiniz yerde dal-kılıç, millete karşı maddî mücadele etmenizden bahsedilmiyor, gördüğünüz gibi… Meseleye derinlemesine baktığınız zaman, delâletin hiçbir çeşidi ile ona delalet etmediği görülüyor. Ama cihâdda aynı zamanda o mesele de söz konusu; ona “maddî cihâd” deniyor. İnsanlığın İftihar Tablosu da böyle bir cihâddan döndüğü zaman, “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!” buyuruyor.

Ona (maddî mücadele ve harbe) “cihâd-ı asgar” diyor. O (cihâd-ı asgar), kendine mahsus bir kısım şartlar muvacehesinde tahakkuk ediyor. O, insanın “Usûl-i hamse” dediğimiz şeyleri, nefsini, neslini, ülkesini koruması adına, başkalarına karşı, muhakkak veya kaviyyü’l-ihtimal olan bir kısım hadiseler karşısında başvurduğu bir yöntemdir. Buna Abdurrahman Azzam “tedâfuî savaş” diyor; bu sözüyle -esasen- meseleye itiraz edilmeyecek şekilde bir çözüm, bir yorum getiriyor; tedâfuî, yani esas “müdafaa savaşları” bunlar. Ya mutlak, size karşı yola çıkmışlardır; mesela, Roma’dan kalkmış tâ Ürdün’e kadar gelmişlerdir, geleceklerdir, gelme ihtimalleri vardır. Yermük ve Tebük, o mülahazalar ile gerçekleşmiştir. Bir dönemde Ebrehe’nin ordusunun geldiği gibi ki Persler onları/Habeşleri tahrik etmişlerdir. Belli bir dönemde daha sistematik olarak gelmeyi planlıyorlar Müslümanlar üzerine, tamamen yok etmeye niyetlenerek. Evet, ya öyle muhakkak bir karşılaşmaya veya böyle kaviyyü’l-ihtimal bir karşılaşmaya karşı biraz evvel işaret ettiğim şeyleri (usûl-i hamseyi) müdafaa adına tedâfuî savaşlar…

Ama bu, bir, arada bir cereyan ettiğinden dolayı; iki, belli şartlara bağlı olduğundan dolayı; üçüncüsü, burada bu işin içine nefis de karışabildiğinden, “küçük cihâd” olarak adlandırılmış. Bazen, ganimet elde eder insan, kahraman olur, gazi olarak geriye döner… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toptan, hepsini birden nazar-ı itibara alarak “cihâd-ı asgar” diyor; “Küçük cihâd… Ondan, büyük cihâda dönüyoruz.”

Bir: O küçük cihâdın ruhlarımıza şöyle-böyle bıraktığı izleri silme adına, nöronlarımızda bıraktığı izleri, tozu-toprağı silme adına… Hâşâ sahabînin dimağında, nöronlarında, hipofiz bezinde, Talamus bezinde böyle bir kirlenme olmaz. Ama Kur’an-ı Kerim’in bu mevzudaki ifadeleri, kıyamete kadar gelecek insanlara göre olduğundan, Efendimiz’in ifadeleri kıyamete kadar gelecek insanları nazara alarak ona göre hitap olduğundan dolayı, meseleyi “ashâb” çerçevesinde ele almamak lazım.

Şimdi öyle bir cihâddan döndüğü zaman, insanlar ganimet ile dönüyorlar; belki bazıları yeni İslamiyet’e girmiş, henüz o işin âdâb u erkânını tam bilemiyorlar. Bunların zihinlerinde de hafif, tahayyülî bir kısım toz-duman olabilir. Bu, küçük bir şey… Esasen bundan büyük bir şey vardır: Burada alınan bu şeyler var ise, toz-duman var ise, hayal kirlenmesi var ise, nöronlara bulaşan bir şey var ise, esasen bunlardan arınma mevzuu… Ona da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “cihâd-ı ekber” diyor; “büyük cihâd” diyor. O, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanına karşı, şeytanın şerarelerine karşı, sinyallerine karşı…

   “Baksana kendi hevâ ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline!..”

O, belli sinyaller gönderir, şifre çözücü gibi; nefis de onu çözer. İnsanın hevâ-i nefsine de uygun gelir o, hiç farkına varmadan. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ “Nefsini/hevâsını ilah ittihaz etti.” sözü ile ifade ediyor onu Kur’ân, neûzubillah. Ne demek bu? O (nefis, hevâ-i nefis) ne diyor ise, onu yapıyor insan: “Eğil!”, eğiliyor.. “Kalk!”, kalkıyor.. “Yat!”, yatıyor.. “Rükûa var!”, varıyor.. “Secdeye var!”, varıyor… Hevâsı ne diyor ise, onu yapıyor, hevâ-i nefsi ilah ittihaz eden…

 Ağızlar, her ne kadar لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dese de, tavırlar ve davranışlar o mevzuda hangi heyecan ile mızrap yemiş ise, onun gereğini yerine getiriyorlar. Hangi duygu, hangi düşüncenin mızrabını yemiş ise şayet… “Dil” değil esasen; esas “dil” dediğimiz, Farsçada “gönül”dür. Meseleler, bir yönüyle “gönül”den çıkıp “dil-dudak” arasına gelince, biz de ona en uygun bir kelime bulmuş, “dil” demişiz; Arapça’da karşılığı “lisan”. Esprisi bu, meselenin…

Efendimiz’in “cihâd-ı ekber” dediği şey, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanın sinyallerine/şerarelerine karşı, hafizanallah, halkın takdir etmesine karşı, alkışlamasına karşı, dünyanın câzibedâr güzelliklerine karşı, hezâfirine karşı, tûl-i emele karşı, tevehhüm-i ebediyete karşı, dünyada ebedî kalacakmışçasına, bilerek dünyayı âhirete tercih etmesine karşı…

İnsan sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına almaz ise şayet, kaybeder; o savaşta kaybeder insan… Dolayısıyla bu, süreklidir; çünkü insan, her gün bir şey ile karşılaşır. Bir yerde takdire bahis mevzuu olan bir konu ile karşılaşır.. bir yerde bir alkış ile karşılaşır.. bir yerde bir makam ile karşılaşır; bir paye ile karşılaşır.. bir yerde “Ona elini sürdüğün zaman ibadet sayılır!” takdiri ile karşılaşır.. bir yerde “Allah’ın bütün evsâfını câmî bir zât-ı mümtaz (!)” takdiri ile karşılaşır… Hiç farkına varmadan, bu şeytan sinyalleri karşısında mağlup olur; o zavallı, Peygamberler güzergâhında düşe-kalka yürüyordur fakat farkında değildir. “İslam!” diyordur fakat deyişi -esasen- kalbin yediği bir mızrap ile bir ses değildir, bir soluk değildir; dile-dudağa emanet, gayet yavan, gayet zayıf, sadece güftügû’dan ibarettir… Güftügû, dedikodu demektir. Dedikodu Müslümanlığı…

Bu itibarla, bu, sürekli olduğundan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bundaki başarıyı, öbüründeki başarıdan çok daha büyük görüyor ve o başarıya göre buna “cihâd-ı ekber” diyor.

   Hakk’a adanmış ruhlar, haritadaki konumunu dahi bilmedikleri yerlere irâdî hicret ile gittiler; gittiler ve “cihâd-ı ekber” yörüngesinde, hal ve temsil kanatlarıyla mücâhede ettiler.

Şimdi, arkadaşların durumları, işte böyle bir “cihâd” durumu… Allah (celle celâluhu), bir dönemde iradî olarak hicret ile onları tavzif etti. Bazıları da arkada kaldılar, onları desteklediler; kuvve-i maneviyelerini desteklediler, imkân açısından desteklediler, “Gidin, yolunuz açık olsun!” dediler, yollarına su serptiler, “Gitsinler, dönsünler, gelsinler!” dediler. Böyle karşılıklı “teâvün” oldu, “tesânüd” oldu, bir yönüyle “mesâînin tanzimi” oldu, Allah’ın izni-inayetiyle. Cenâb-ı Hak da bu vifâk ve ittifaka çok engin tevfîklerde, muvaffakiyetlerde bulundu. İslam’ın güzelliklerini hâl ile ve temsil ile başkalarının ruhlarına da nefh etme.. âdetâ bir sûr ile üflüyor gibi.. sûr değil, Mevlânâ’nın “ney”i ile seslendiriyor gibi tatlı tatlı nağmeler ile… Yerinde “Sabâ” ile, yerinde “Uşşâk” ile, yerinde “Hüzzâm” ile, yerinde “Rast” ile, yerinde “Hicaz” ile… “Burada bu gider, burada bu gider, burada bu gider!” dediler. Mizaçlara göre, mezâklara göre, kültür ortamlarına göre, Allah’ın izni ve inayeti ile, hâl ve temsil diliyle anlatacaklarını anlattılar.

Şimdi elektronik tabloya yansıdığı gibi, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sevr sultanlığında… “Tasalanmayın, Allah, bizimle beraber!” Allah, beraber olduğunu gösterdi, hissettirdi. Öyle yerlere gittiler ki, o yer ile alakalı bir seminer dersi almamışlardı. Nereye? Zannediyorum haritayı önlerine koysaydınız: “Gideceğin şu yerin nerede olduğunu hemen, derinlemesine çok düşünmeden, parmağınla bana işaretle, ben de sana Nobel ödülü vadediyorum!” deseydiniz, bilemezlerdi. Sordular, gidip havaalanına, sordular; “Falan yere nereden gidiliyor, nasıl gidiliyor; uçak oraya gidiyor mu?!” falan… Öyle gittiler oraya. Ve giderken beş kuruşları yoktu. Belki sermaye olarak sadece karakterlerini, temsil güçlerini, hâl güçlerini ortaya koydular, Allah’ın izni-inayeti ile.

Cenâb-ı Hak da kale kapıları gibi kalblerin kapılarını açtı onlara. Hiçbir devlete müyesser olmayacak şekilde onlara hizmet ettirdi. Allah’ın izniyle, hâlâ da devam ediyor; onca tahribata rağmen devam ediyor. Evet, Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunalım -antrparantez- Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar devam ettirsin. Çünkü o devamı işaretleyen, aynı zamanda gayb-bîn gözüyle görüp olacağını haber veren veyahut da bir hedef olarak gösteren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm idi, sallallâhu aleyhi ve sellem: “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecek.” diyor. Gecenin bitmediği, gündüzün bitmediği yerleri düşünün; penguenlerin dünyasından Kuzeyde bilmem nereye kadar… “Nerede Güneş doğup-batıyor ise, oraya kadar Benim nâmım ulaşacak!..” diyor.

Cenâb-ı Hak, onu çok kısa zamanda lütfetti, yaptırdı, biiznillah, biinâyetillah. Fakat o meselenin mahiyet-i nefsü’l-emriyesini bilmeyen nadanlar… “Nâdanlar, eder sohbet-i nâdan ile telezzüz / Divânelerin hemdemi, divâne gerektir.” “Sohbet-i nâdân, alâmet-i nâdânist.” Sâdî diyor, Gülistan’ında. Öyle, nâdanlar ile arkadaş olmak, onlar ile düşüp-kalkmak, arkalarından sürüklenmek; bu, cahillik alametidir.

Evet, arkadaşlarınız gittikleri her yerde -böyle- manevî cihâd ile mücâhede ettiler. Bir kere daha tekrar edeyim: “Cihâd” dediğimiz zaman, bir, maddî cihâd; biraz evvel arz ettiğim gibi, usûl-i hamsenin -“Hürriyet”i de ilave eden Usûlcüler var, “usûl-i sitte” olur o zaman.- muhakkak tehlikeler karşısında korunması, onlara karşı verilen savaşta maddî mukabelede bulunulmasıdır ki, buna “cihâd-ı asgar” deniyor. Fakat “cihâd-ı ekber”e gelince, o, devam ve temâdî ediyor. Bunun devam ve temâdîsi de insanın kendini sürekli iç kontrolüne tâbî tutması, kendi ile yüzleşmesi; sürekli -son yazılarda anlatıldığı üzere- kendiyle yüzleşmesi.. bir yönüyle, Allah ile münasebetini tekrar ber-tekrar gözden geçirmesi.. kendisini İslam’ın temel disiplinleri ile birkaç defa her gün test etmesi.. “Allah ile münasebetim nerede, acaba Ben nerede duruyorum? Nerede durmam lazım geldiği halde, şimdi neredeyim?” demesi… Bütün bunları, hem de kendini gördüğü yerin de birkaç adım gerisinde olarak kendini mütalaaya alıp gözden geçirmesi… Mesela, Cenâb-ı Hak, bir yere götürmüştür; bir el işareti ile kocaman bir belde, nûr-i iman ile tenevvür etmiştir. Fakat birkaç adım geriye çekilerek, “Ben olmasaydım, herhalde bu mesele çok daha ileriye gidecek idi!” mülahazasına bağlı, “Bir yönüyle bu mesele, bana bağlı gittiğinden dolayı, bana ait takılmalardan ötürü, takılma oldu!” demesi…

   Hicret, Mücâhede ve Sabır… Ah bunu bir bilselerdi!..

Evet, وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ * اَلَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!.. O muhacirler, (inançlarından dolayı başlarına gelenlere) sabretmişlerdir ve ancak Rabbilerine dayanıp güvenmektedirler.” (Nahl, 16/41-42) Bakın, diyor ki: Zulme uğradıktan sonra bunlar, hicret ettiler. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً Dünyada, Biz, onlara mutlaka güzellikler hazırlayacağız. Ama onun ile yetinmeyecek sadece, وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ Âhiretin ecrine gelince, o, çok daha büyük!..

Aynı sûredeki ilgili ikinci ayette ise -Zannediyorum yukarıdaki ayetten birkaç sayfa sonra, Nahl sûresinde.- diyor ki: ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)

İmtihana tâbi tutuldular, bundan dolayı hicret ettiler; imtihana tâbi tutuldular, cebrî hicrete maruz kaldılar. Ama gittikleri yerde boş durmadılar; mücâhedede bulundular, manevi mücâhede ile gönüllere otağlar kurdular. Allah (celle celâluhu) kalblere vüdd vaz’ etti. Cibril, bütün gök ehline duyurdu: “Allah, falanları seviyor, siz de sevin!” Efendimiz buyuruyor. Sonra Cenâb-ı Hak, onlara yeryüzünde gönüllerde alaka, sevgi ve vüdd vaz’ etti. Sonra gittikleri yerlerde sıkıntılara maruz kaldılar: Kamp sıkıntısı çektiler.. vize sıkıntısı çektiler.. geçim sıkıntısı çektiler.. muâvenetlere muhtaç oldular.. himmetlere muhtaç oldular… Ama dişlerini sıkıp “aktif sabır” içinde sabrettiler. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır, kurtuluşun sihirli anahtarıdır.” Sabrettiler, şikâyet etmediler…

Buna bir şey ilave ediyoruz: Aktif Sabır. Durağanlığa kendilerini salarak değil; o, insanı dağılmaya götürür, saçılmaya ve savrulmaya götürür. Hareket halinde sabır… “Ben, buradayım; şartlar, ne yapmama müsait? Konjonktür, bana ne kadar müsaade ediyor, vize veriyor?” Ona göre… إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bundan sonra artık, şüphesiz Senin Rabbin… Hem de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celiline izafe edilerek… Muhatap olarak O’nu alarak: “Senin Rabbin…” Yani, Kendi ufkun itibarıyla, nâ-kâbil-i idrak; o nâ-kâbil-i idrak Zât-ı Baht var ya!.. O, لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ var ya!.. İşte o Senin tam bildiğin, başkalarının bilemediği Zât var ya!.. O, Senin Rabbin, مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bütün bunlardan sonra… Bir de “Lâm-ı Te’kîd” var; لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Günahları yarlıgayıcı… Mübalağa kipi ile; günahları yarlıgamada eşi-menendi yok!.. Bir de Rahîm; merhamet etmede de eşi-menendi yok!.. 

Hususiyle bu “Rahîm” kelimesi, رَحْمَنُ الدُّنْيَا، رَحِيمُ اْلآخِرَةِ denmesi de gösteriyor ki, kemâli ile âhirette tecelli ediyor; Cennet şeklinde, ırmaklar şeklinde, Hûriler şeklinde, Gılmanlar şeklinde… Ama zannediyorum, sizler, Hazreti Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi kimselerin mülahazasıyla, estağfirullah, daha arkalara giderek, anamız, büyük anamız Râbia Adeviyye mülahazasıyla -Ne kadar saygı duyduğumu zannediyorum kendisi bile bilmiyordur, Rabia validemize ne kadar saygı duyduğumu!..- “Ne helva, ne selva; illa Rü’yet-i Mevlâ!” dersiniz. Zannediyorum, ne Cennet’in ırmakları, ne köşkleri, ne villaları… Ama onlar, Allah tarafından birer atâya olduğundan dolayı, “Veren”in (celle celâluhu) hatırına, tahdîs-i nimet kabilinden kabul edilir. “Yâ Rabbi! Bundan dolayı da teşekkür ederiz, fakat gönlümüzü kaptırdığımız şey bizim, başkaydı; o da Senin cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek!..”

Cennet’in binlerce sene hayatı, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek… Dünyada, ukbâda, bütün sistemlerde, trilyonlarca sistemde, Senin serpiştirilmiş güzelliklerinin hepsini bir anda müşahede etmek… Bu, öyle bir şey ki, gördükleri zaman, bayılacaklar… Çok tekrar ettiğim gibi, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Gördükleri zaman onlar, Cennet nimetlerini unutacaklar. Yazıklar olsun o ehl-i İ’tizâl’e ki, görmeyi inkâr ediyorlar. Yuf olsun onlara!” diyor, Bed’ü’l-Emâlî’de. Evet, şimdi bunlara dilbeste olmuş, Allah’ın izni-inayetiyle, yürüdüğü yolda yürüyor ve yaptığı o manevî cihâdı da yapıyor. Öyle birine karşı, bu ayette de ifade buyrulduğu gibi, Allah, Gafûr’dur, Rahîmiyeti ile orada tecelli edecektir.

   Burada çektikleriniz ötede tatlı birer menkıbeye dönüşecek; gözlerinizin görmediği, kulaklarınızın duymadığı ve akıllarınızın alamayacağı güzellikler içinde o menkıbeleri birbirinize anlatıp sohbet edeceksiniz.

O, Kendisi ifade buyurduğu gibi, bir kudsî hadiste de -O Kudsî hadise tercüman olan Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) da canımız kurban olsun!- Allah şöyle buyuruyor: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin de tasavvur edemediği nimetler hazırladım.” Sâlih kullarıma… Yaptığı her şeyi arızasız, gıllügışsız, içine bir şey bulaştırmadan; şöhret, nam, nişan, dünyevî ad, istikbal, yaşama zevki, bohemlik duygusu, rahat hissi, dünyayı bilerek âhirete tercih etme duygusu bulaştırmadan yapan… Bütün bunları elinin tersiyle itmiş; hep neye tâlip olacak ise şayet, ona olmuş. Bunların hepsini terk etmiş; bir yönüyle, “Tâlî şeyler bunlar, benim için!” demiş. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ Sâlih kullarıma… Arızasız, kusursuz…

“İbadet” mi, “Ubudiyet” mi, yoksa “Ubûdet” mi? Cenâb-ı Hak, o zirveyi (ubûdet zirvesini) cümleye müyesser kılsın. O yolda olanlar, “Ben oraya ulaşacağım!” diye o niyet ile yürüyorlar ise, Allah, onunla mükâfatlandırır. Niyeti sağlam tutmak lazım; o niyete göre adım atmak lazım. O ufku yakalama adına kanatlanmak, üveyikler gibi kanatlanmak, ona doğru yürümek lazım!.. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ Hiç göz, görmemiş… وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ Kulak işitmemiş… وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ Hiç kimsenin de tahayyül, tasavvur dünyasına gelecek gibi değil; insanın tahayyül edeceği, aklına geleceği gibi şeyler değil bunlar. Ben, sâlih kullarıma onları hazırladım.

Şimdi o salah korunduğu takdirde, tamamen her şey O’nun için yapıldığı takdirde, Allah (celle celâluhu) öyle şeyler lütfediyor ki, zannediyorum burada çekilen şeyler, o sıkıntılar, hani o imtihanlar, o iptilalar filan, öbür tarafta -Kur’an-ı Kerim’in başka bir ayeti ile ifade ettiği gibi- karşılıklı koltuklarda oturup anlatacakları menkıbelere dönüşüyor. Bizim geçmişte olan şeyleri anlattığımız gibi…

Ben 27 Mayıs’ı da gördüm, onun tokadını yedim; 12 Mart’ı gördüm, onun da tekmesini yedim; 12 Eylül’ü gördüm, onun çift tekmesini (çiftesini) yedim; 28 Şubat’ın hem tekmesini hem yumruğunu yedim. Fakat şimdi oturmuş bunları birer menkıbe gibi anlatıyoruz; rahat, Bedir’i anlattığımız gibi, bilmem nerede Ukbe İbn Âmir’in zaferini anlattığımız gibi, Perslere karşı zaferini anlattığımız gibi anlatıyoruz. Dudaklarımız ister istemez geriye gidiyor, meseleler artık bir menkıbe durumuna düşmüş gibi oluyor. Dolayısıyla bugün bu çekilen şeyler, Hak yolunda olanlar için, öbür tarafta insanların karşılıklı birbirine anlatacağı menkıbeler haline gelecek. Ve sonra dönüp bakacaklar: “Bu işleri bize yapan insanlar acaba neredeler?”

İnşaallah öbür tarafa (Cehennem’e) gitmezler; inşaallah, Araf’ta da kalmazlar. Orası da ayrı bir şey: Bir oraya bakma, bir beri tarafa bakma. Onun hakkında farklı yorumlar var: Sonradan girenler… Önce girememişler demek. Ama o tarafı da görüyorlar, bu tarafı da görüyorlar. Öbür tarafa bakınca, endişe ile titriyorlar; beri tarafa bakınca da sevinçle, inşirah içinde şahlanıyorlar. “Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım!” diyorlar. اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، وَآلِهِ اْلأَطْهَارِ، وَأَصْحَابِهِ وَأَتْبَاعِهِ وَأَتْبَاعِ أَتْبَاعِهِ اْلأَخْيَارِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, O’nun tertemiz aile fertleri, ashâbı, onları takip edenler ve sonrakiler arasında adım adım onların izinden gidenler hürmetine.”

   “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Dünya, bundan ibaret: “Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir / Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir / Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda / Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?” Bırakın birileri saraylarda mecnunluk yaşasınlar, villalarda mecnunluk yaşasınlar, filoları olmakla mecnunluk yaşasınlar! Bence “akıllıca” yaşamak, tamamen öbür âleme kilitlenmektedir.

Ha, Cenâb-ı Hak, dünyada da dünyevilikler ihsan edebilir size. Ticaret yapıyorsunuzdur, zenginlik verebilir. Hazreti Osman’a vermiş, Abdurrahman İbn Avf’a vermiş. Radıyallahu anhüma; ikisinden de Allah, trilyon defa, katrilyon defa razı olsun, Allah razı olsun!.. Ama vermesi gerektiği bir yerde, lazım olduğu bir yerde -öyle diyorlar- beş yüz tane deveyi yükü ile vermiş. Beş yüz değil mi?!. Evet, yüküyle vermiş. Bu ne demek, biliyor musunuz? Günümüzde başları döndüren o zırhlı arabalar var ya; işte onların beş yüz tanesini birden verecek kadar… Kalbi o kadar açık; içine o kadar sokmamış o meseleleri, o kadar dışında dönmüş, o kadar meselenin emanetçisi gibi bakmış. Hazreti Pîr de bu meseleyi -anahtar ifadelerden bir ifadedir- şöyle vurgular: “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Abdurrahman İbn Avf, Hazreti Osman ölçüsünde… İhtimal… Aşere-i Mübeşşere’den; hâşâ bir tırnağı olamam ben. Cenâb-ı Hak lütfetse, ben de onların arkasından kuyruk sallayarak bir fino gibi gitsem!.. Başımı -çok rahatlıkla- ayaklarının altına koyarım Abdurrahman İbn Avf’ın!.. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Abdurrahman İbn Avf’ı, Cennet’e sürüklenerek girerken gördüm.” “Sonradan giriyor.” diyor, servetinden dolayı… Bunu duyunca Hazret, bütün servetini Allah yolunda infak ediyor. Demek hiç gönlüne girmemiş onun.

Şimdi bu açıdan, meşru dairede kazanılan şeyler, verileceği yerde rahatlıkla verilmeli!.. Sizin insanınız, yani kardeşleriniz, o Anadolu’nun mübarek insanı, kafaları bozulacağı âna kadar… Değişik yerlerde, hiç anlamayan insanlar bile cömertlik sergilediler. Adını vermeyeceğim; anlamayan, bu işlerden anlamayan biri vardı. O dönemde herkesin kapısına gittik, tek bir yerde olumsuz bir tavır görmedik. Çok farklı insanları, ateist, deist, materyalist, pozitivist, bilmem ne, herkesi ziyaret ettik; hiç olumsuz bir tavır ile karşılaşmadık. Yine bu duyguya yakın birisinin yanına gitmiştik. Daha o zamanlar beş-altı tane okul vardı. Ben, onların nasıl yapıldıklarını anlatınca, öyle şahlandı ki adam, “Yahu, hocam, bir tane de ben yapayım!” dedi.

   Hizmetlerin “Kur’ânî Makuliyet” etrafında toplanmış adanmış ruhlarca yapıldığını göremeyen basar ve basiret mahrumları “Milyarlara hükmediyor!” diyorlardı; keşke anlayabilselerdi!..

Farkında değil bu insanlar!.. Yok bilmem Cemaat bir şey yapmış da!.. Yok, Kıtmîr, milyarlar ile meşgul oluyormuş da!.. Kıtmîr’in kitaplarının telifinden gelenden başka şeyi yok; emekli maaşı bile almıyor. Vaizlik… Vaaz etmediğim dönemde, emekli maaşımı almadım; bir fakire veriyordum ben onu. Çünkü vaaz ederken bile sorarak maaş aldım. Çünkü vaaz etme, esas, emr-i bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münkerdir; dolayısıyla şüphelendim. İmamlık yapıyordum. Fukahâ, müteahhirîn ulema, imamlıkta maaş almayı tecviz etmişler; fakat ben vaizlikte maaş almayı tecviz edene rastlamadım. On yedi, on sekiz yaşında iken, vaizlik-müftülük imtihanını kazanmıştım. Askerliğimden üç sene evvel Edirne’ye gitmiştim, o imtihanı kazanmış olarak gitmiştim.

“Acaba vaiz olsam, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerden maaş mı almış olurum? Yahu Allah’ın emrini emredeceksin, nehiylerini yasaklayacaksın, sonra da para alacaksın?!. Bu iş, bedava yapılır.” Sordum ben, Çağın Sözcüsü’nün önde gelen talebelerinden birisine sordum: “Ağabey!” dedim, “Bana vaizlik teklif ediyorlar ama ben bundan şüpheleniyorum!” Dedi ki: “Aynen senin gibi birisi geldi; Hazret-i Pîr-i mugân, Şem’i tâbân ve Ziyâ-i himmete dedi ki: ‘Efendimiz! Bana vaizlik teklif ediyorlar, yararlı olacağımdan bahsediyorlar. Ama ben, alacağım maaştan şüpheleniyorum. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker karşılığı maaş alınır mı?’ Buyurdular ki: ‘Ona ihtiyacın var ise, al onu. Ona ihtiyacın yok ise, aldığını başkalarına infak et!’” Kıtmîr de vaizlikten çekildiği zaman, bir fakir aileye veriyordu. Sağ olsun (!) bunlar geldiler; bunlar çok hayırhah olduklarından (!) dolayı, “Sen, vaaz etmekte maaş almayı tecviz etmiyordun; vaaz etmediğin bir dönemde onu başkalarına yedirmen de caiz değildir. Seni -böyle- bir günahtan kurtarmak için, o maaşı da kesiyoruz!” dediler. Efendim, işin doğrusu bu fıkha da bayılmamak mümkün değil (!)

“Milyarlara hükmediyor!” diyorlar. Aslında teşvik… “Kur’ânî Makuliyet”te bir araya gelme… Bu tabir kime ait biliyor musunuz? Tâbiîn dönemindeki el-Muhâsibî diye birisine; kılı kırk yararcasına yaşayan bir insana… Kılı kırk yardığı zaman bile “Yahu bunlardan, bu kırk tanesinden bir tanesini de yine kırka yarabilir miyim?” diyecek kadar ince yaşayan bir insana… Kılı kırk yarma değil, kırkta birini bile kırka yarma hesabı ile oturup kalkan birisine: el-Muhâsibî. Onun için günümüzdeki teologlar hoşlanmazlar ondan. Neden? Yaptığı teklifler öyle ağır ki, onun karşısında kendilerine “Müslüman!” diyemezler, ondan dolayı. Dolayısıyla “Onun kitapları okunmasın!” derler.

“Kur’ânî Mantık” etrafında insanlar, bir araya geliyorlar. Siz diyorsunuz ki: Günümüzde insanlığın çok önemli dertleri/problemleri var. Mesela, ilhad problemi var. Hal ile, temsil ile bu işi ortaya koyabilecek insan kahtından dolayı, insanlar inanca karşı uzak duruyorlar. Hele bir de günümüzdeki radikalleri görünce… IŞİD gibi; Allah ıslah eylesin!.. Boko-Haram gibi; Allah, ıslah eylesin!.. Murâbıtîn gibi; Allah ıslah eylesin!.. Onlara silah yardımı yapanları, dolayısıyla onların çizgisinde olanları da Allah ıslah eylesin!.. Bakın, ne kadar, Allah’ın ıslahına ihtiyacı olan insan var!..

Evet, materyalizme inhimak gibi problemler var. Düşünün belli bir boşluk değerlendirilerek, Marksizm, toplumun hayatına hâkim oldu; Leninizm, toplumun hayatına hâkim oldu… Daha çok farklı cereyanlar, toplumun hayatına hâkim oldu. Deizm, şimdi çok yaygın, Türkiye’de de yaygın; toplumun hayatına hâkim oldu. Bu, bir toplum için önemli bir problem. İnanç, çok önemli, insanı şahlandıran kanat; ona mukabil bunlar, o kanatları kıran, insanı felç eden faktörler, sebepler. Bunlara karşı makul yol nedir? Şayet insanları bu türlü dertlerden iyi reçetelerle uzaklaştırmak mümkün ise, onu uygulamalı!.. Metastaz yapmış kanser gibi, AIDS gibi olmuş bu problemleri izale etmenin yolu, şayet eğitim ise, eğitim yolu ile bu problemleri izale etmeli!..

İkinci bir problem nedir? İnsanların ihtilafı, birbirini yemeleri; canavarlar gibi, yamyamlar gibi birbirlerini yemeleri… Bu ihtilafa ve tefrikaya karşı, değişik yerlerde açacağınız okullar ile, siyahı, beyazı, turuncuyu yan yana getirerek, esasen, insanlık çapında kardeşlik düşüncesini tesis etme… Dünyanın problemlerini halletme adına yapılması gerekli olan bir şey de bu…

Diğer bir problem nedir? Cehalet… İnsanları, Allah’a doğru giderken, o güzergâhta, Peygamberler şehrâhında, düşe-kalka hale getiren faktörlerden bir tanesi de cehalettir. Bunu izâle etmenin yolu da yine “eğitim” yoludur.

Şimdi siz bunları anlattığınız zaman, “İhtilafa çâre… Cehalete çare… Fakirliğe çâre… Ve dolayısıyla ilhâda çare… Birbirini yemeye çare… Bunların hepsi, eğitim reçetesi ile, mektep reçetesi ile, aynı zamanda pozitif ilimler ile, size ait değerlerin hallaç edilerek beraber sunulması sayesinde, Allah’ın izniyle, zâil olacak!..” dediğiniz zaman, siz bunları söyleyince, el-âlem meseleyi makul buluyor. Muhâsibî’nin ifadesine göre “Kur’ânî Makuliyet”. Sünnetî Makuliyet, yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunun makuliyeti çerçevesinde bir araya geliyor; herkes o istikamette saçılıyor, dökülüyor; dolayısıyla elinde-avucunda ne var ise, veriyor, Allah’ın izni-inayetiyle.

   “Kim gönül yıkar ise, iki cihan bedbahtı…”

Ve öyle oldu; öyle gelişmeler oldu. Gün geldi, dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde bin dört yüz tane okul oldu. Bunu görmezlikten gelmek, hem “basar”sızlık, hem de “basiret”sizliktir, körlüktür.

Diğerini ifade etmek için ise, sözlüklerde, ansiklopedilerde kelime bulamıyorum ben. Bunu görmezlikten gelme değil, bunu yıkma cehdi içinde bulunma… Böyle canavarlığın, böyle bir şenaatin, böyle bir denâetin hangi isim ile anılacağını bilmiyorum. İsterseniz, “Diyanet İslam Ansiklopedisi” var, bilmem kaç cilt, otuz küsur cilt mi ne? Alın ona bakın. Bu tabloyu ifade edebilecek kelime bulamazsınız. “Vahşet” deseniz, “Yahu bana hakaret ediyorsunuz!” der. “Denâet” derseniz, “Yahu hakaret bu, benim için!” der. “Şenâat” deseniz, “Hakaret!..” “Şeytanî şerâre” deseniz, “Yahu hakaret bana!” der. Şeytan der ki “Yahu bunu bana nispet etmeyin. Benim yaptığım şeyler belli, sınırlıdır. Bunlar öyle şeyler ki, benim yapmayı planladığım şeyleri çoktan geçti.” Evet, böyle derler.

Kur’ânî makuliyet ile teessüs etmiş şeylere karşı “cihâd-ı asgar” ilan etmek ve bunu “Sevap kazanıyorum!” diye yapmak, “cihâd-ı ekber” hakikatinden habersiz nâdanların işidir. “Nâdanlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Divânelerin hemdemi divane gerektir.”

Elektronik tabloya şu yansıdı: “Gönül Çalab’ın tahtı / Çalap, gönle baktı // Kim gönül yıktı ise…” Yunus Emre’nin ikinci mısraını değiştiriyorum biraz: “Kim gönül yıktı ise / O, iki cihan bedbahttı.”

Evet, yıkılan gönül sayısı ne kadar? “Kim gönül yıktı ise…” Şu anda ben kendi kafamda, böyle ihtimalî hesaplar ile kendime göre değerlendiriyorum; on beş milyon insanın gönlü kırılmış!.. Neden? Çünkü bir milyona yakın insan mağduriyet yaşıyor ise, annesi, babası, amcası, dayısı, teyzesi, halası, komşusu, akrabası, aynı masada oturduğu sınıf arkadaşı, öğretmeni/muallimi, talebesi… Biri, yirmi ile çarpacaksınız; bir milyon ise, yirmi milyon insanın içine sürekli kan damlıyor demektir.

Bu, öyle bir cinayettir ki, şeytan, öbür tarafta bu cinayeti gördüğü zaman -Zaten bazı yerlerde o kaçamak diyalektiğini yapıyor; Kur’ân-ı Kerim ifade ediyor.- diyecek ki: “Vallahi, billahi, tallahi; ben bunların hiç birini yapmamıştım!”

Yangın, İmtihan ve Yardım

Herkul | | BAMTELI

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Tulumban al yetiş imdada, yangın var!..”

Mahmud Esad’ın “Yangın var!” yazısını bilirsiniz. Ben o yangını her zaman içimde hissediyorum. Cayır cayır nesillerin yandığı, dinî değerlerin ayaklar altına alındığı, hakkın-adaletin odun parçası gibi ateşin içine atıldığı ve bütün bunların bir ziftin ateşle tutuşturulması gibi tutuşturulup yakıldığı içime akıp duruyor. Mutlaka, bu duyguyu benimle beraber paylaşan insanlar vardır; paylaşmada dert biraz aşağıya çekilmiş olur. Sadece bir kişi o duygu ile oturup kalkıyor ve diğerleri hiçbir şey yokmuşçasına hareket ediyorlarsa, vay o zavallının, o akılsızın, o ahmağın haline!.. Demek, beyhude çırpınıp duruyor. Ama Allah’a iman, Peygambere iman var ise, bu yürünen yolun doğruluğuna iman var ise, bugüne kadar olan muvaffakiyet ve başarıların Allah’tan olduğuna iman var ise ve olan şeylerin omuzumuzda birer emanet bulunduğuna iman var ise, zannediyorum diğerleri de dertliler ile paylaşırlar bu derdi.

İslamî argümanlar kullanılarak kâfirlerin yapmadığı şeyler yapılıyor. Ondan daha tehlikeli; çünkü “kutsal”, bir vasıta olarak kullanılıyor; abdestli-abdestsiz namazlar, kutsal olarak, onların emellerine hizmet ediyor. O sû-i emelleri ile, sû-i niyetleri ile şenaatleri/denaetleri irtikâp ediyorlar. Azıcık arka planı ile, perde arkası ile meseleyi gördüğünüz zaman, üzülmemek için insan olmamak lazım, daha aşağı bir mahluk olmak lazım. “Yangın varmış!” Hayvanlar kuyruklarını kısar, kaçarlar yangın dışında bir yere. Ama öyle değil, yangın var ise şayet, “Tulumbanı al yetiş imdada, yangın var!.” Sûzî’nin ifadesiyle:

“Tulumban al yetiş imdada, yangın var.

Dedim: Zahirde mi âşık?

Dedi: İhfâda yangın var.

Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost

Bülend-avaz ile dersin:

Bakın deryada yangın var!..”

Hayır, her yanda yangın var!.. Yangın var!.. Ailede yangın var.. idarede yangın var.. adalette yangın var.. hakta, hak cephesinde yangın var.. dinî duygu ve dinî düşüncelerde yangın var… Birer odun parçası şeklinde, bunlar, birilerinin istikballeri, gelecekleri, saltanatları ve debdebeleri için, ateş tutuşturma istikametinde kullanılıyor. Dine bundan daha büyük hakaret, daha büyük saygısızlık olamaz!..

Bunu görüp üzülmemek mümkün değil; üzülmeyenlerin, kendilerini bir kere daha gözden geçirmeleri lazım. Ama zannediyorum üzülenler ile beraber -“Çokları” diyeceğim, hüsnüzannı ileriye götürerek genel çerçevede, herkesi içine alacak şekilde demiyorum.- çokları aynı duyguyu paylaşıyor.

   Umursamazlık büyük bir günahtır; mü’min, umum insanlığın, özellikle de inananların dertlerini derinden hissetmeli; şu kadar var ki, duyarlılık ve hüzün, insanı ye’se atmamalı ve iradesini felce uğratmamalı!..

“Yolun Kaderi” diye bir kitap neşrettiler arkadaşlar. Olup biten şeyleri “yolun kaderi” olarak görmek lazım. Bu, zulmü alkışlamak veya zâlimi alkışlamak, zulme “Evet!” demek değildir. Âkif’imiz, “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.” der. Alkışlanacak şey var, tel’în edilecek şeyler var. Tel’în etmekten, bedduaya “Âmîn!” demekten, lisanımızı sıyânet ederiz ama zulme karşı da kararlı bir duruşumuzun olması lazım. Yoksa -hafizanallah- işte o yangın karşısında, yanan şeyler karşısında umursamazlık, en büyük bir günahtır. Umursamazlık… Derdi hissetmemek…

O derdi hissetme derin olmalı; şu kadar var ki, onun derinliği sizdeki/bizdeki ümitleri alıp götürmemeli; o kerteye kadar… İnsanı ye’se atmaması, recâ hissinin tepesine çullanıp onu bütün bütün felç etmemesi; son sınırı orası, oraya kadar yolu var. Yoksa bana gelip deseler ki, “Bu gece, genel manzara karşısında ben uyuyamadım. Sağdan sola döndüm, soldan da sağa döndüm. Bir türlü o kirli tablolar zihnimden silinmedi; hayal dünyamda sinema seyrediyor gibi, işlenen günahları, mesâvîyi, me’âsîyi, şenaati, denâeti seyrettikçe, bunlar bir sel gibi benim huzurumu aldı götürdü ve ben o yorganı üzerimde âdetâ bir dağ cesâmetinde/ağırlığında hissettim/ediyorum, döşeği de bir iğneli fıçı gibi hissediyorum!” Derdi paylaşma demektir bu.

Ama bütün bunlara rağmen, “Bu yolun kaderi!..” Enbiyâ-i ızâm, aynı şeylere maruz kalmış, hep dikenli tarlalarda gezmişler; ayaklarının kanamadığı ân olmamış, ızdırap çekmedikleri tek dakika olmamış. En-bi-yâ-ı ı-zâm… Allah’ın seçkin kulları, hususi seçip insanları irşad için vazifelendirdiği en şerefli insanlar… Onlara canlarımız kurban olsun!.. Sadece tabloyu İnsanlığın İftihar Tablosu’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığın O’nun ile övündüğü tabloda görebilirsiniz. Biz de övünüyoruz O’nunla… بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu ümmet-i Muhammed’e ki, öyle, devrilmez/sarsılmaz bir Sütun’a, Allah ile irtibatlı bir Sütun’a dayanmışlardır.” Böyle diyor “Kaside-i Bür’e”sinde (veya “Bürde”sinde) İmam Bûsîrî hazretleri. Ne mutlu bize ki, öyle devrilmeyen, sarsılmayan, kırılmayan bir rükne dayanmış bulunuyoruz!.. İnsanlığın İftihar Tablosu…

Söylenegeldiği üzere, Allah, O’nun yüzü suyu hürmetine varlığı yaratmış. Mübarek bir söz olarak, لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ rivayet ediliyor; Türkçemizde kullanılırken iki defa “Levlâke levlâke” deniyor: “Sen olmasaydın, bu kevn ü mekânları yaratmazdım!” “İnsanı var etmezdim, haşeratı varlığa erdirmezdim, eko-sistem diye bir şey olmazdı, sular çağlamazdı, denizler tebahhur etmezdi, tebahhur eden deniz damlacıkları yağmura dönüşüp yerin bağrına inmezdi; Sen olmasaydın!..” şeklinde anlayabilirsiniz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasaydı, ne Allah bilinirdi, ne Peygamber bilinirdi, ne Kitap bilinirdi, ne Melek bilinirdi, ne kabir bilinirdi, ne Mahşer bilinirdi, ne Cennet bilinirdi, ne Cehennem bilinirdi… O’na karşı ne kadar şey ile medyûn olduğunuzun farkında mısınız? Onun için Âkif’in, O’nun vilâdeti münasebetiyle söylediği bir naatında, son mısraları şunlardır: “Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret!” Medyûndur o Masum’a bütün bir beşeriyet / Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret!..

Ama gel gör ki, vilâdet vilâdeti takip ediyor, doğum günleri gelip geçiyor; fakat -bir yönüyle- O’na karşı olan duygu, düşünce, alaka ve irtibatımız açısından Muharrem ayını yaşıyoruz, Kerbelâ’yı yaşıyoruz, kendimizi Revân Nehri kenarında görüyor ve duyuyoruz.

“Yıllar geçiyor ki -Yâ Muhammed-,

Aylar bize hep Muharrem oldu,

Dün gece ne güneşli gece idi,

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu..

Çiğnendi harîm-i pâk-i şer’in,

Namusa yabancı, mahrem oldu..”

Âkif, sözlerinin devamında,

“Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minare ebkem oldu.”

diyor; ben çevirerek diyeyim ki, “Cami minberinde öten siyaset sesinden / Bütün hakikatler ebkem oldu.” Dilsiz oldu…

“Allah için, ey Nebiyy-i mâsum,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

İslâm’ı bırakma böyle mazlum.”

Bizleri bırakma böyle bîkes; bizleri bırakma böyle mazlum…

Ama yolun kaderi… O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiğine göre, tahammülfersâ şeyleri… Kurban olayım; bir tek kelime ile maruz kaldığı şeyleri anlatmıyor, şikâyet etmiyor. Benim bildiğim, sadece Âişe validemize “Kavminden çok çektim!” diyor. -“Allah, o çektirenleri hidayete erdirsin; bugün de çektirenlere, imanı duyursun, onları da hidayete erdirsin!” diyeyim.- Şikâyet etmiyor ama o yolun gereği o; yaşıyor onu.

   İmtihanı kazanmanın vesilesi, aktif sabır içinde mücâhede etmektir.

Kur’ân-ı Kerim buyuruyor: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “İçinizde gerçekten mücâhede edenleri ve (Allah yolunda) sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaralım, ayrıca söz ve davranışlarınızı (niyet ve sâlih olup olmamaları açısından) değerlendirelim diye sizi mutlaka imtihana çekeceğiz.” (Muhammed, 47/31) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ Kasem olsun, hepinizi imtihana tâbi tutacağız! حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Böylece bizim bilgimizde olan şey, dışarıya aksetsin!.. Nedir o bilgide olan şey? Kimler sabırlı… حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Kimler mücâhede içinde… Bir yönüyle, hak ve hakikati i’lâ adına mücâhede ediyorlar. Bir yönüyle de nefisleriyle yaka-paça, iç murakabe içindeler; sorguluyorlar kendilerini, en küçük kusurlarından dolayı kendilerini yerden yere vuruyorlar: “Nasıl oldu da benim taakkulümde, yani aklî fonksiyonlarımda bu bozukluk oldu; tasavvurlarımda bu kirlilik yaşandı; tahayyüllerime geldi, bu gibi ziftler çarptı? Nasıl oldu? Ben, Allah’a inanmış bir insan isem, bana ait letâifi kirletmemem lazımdı.”

“Kirletmemem lazımdı!..” Bundan dolayı bile inleme… Büyüklere bakınca, Hazreti Ebu Bekir, bundan dolayı inliyor, radıyallâhu anh.. Hazreti Ömer, bundan dolayı inliyor.. Hazreti Osman, bundan dolayı inliyor.. Hazreti Ali, bundan dolayı inliyor. “Yol, bu; yöntem, bu; gerisi angarya..” Bu söz de Üstad Necip Fazıl’a ait.

Evet, وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ Kim, Allah yolunda mücâhede içinde… -Son karalama (Çağlayan Dergisi için yazılan “Cihâd” başlıklı makaleye işaret ediliyor.) o konuda.- Mücâhede içinde; bir yönüyle İ’lâ-i Kelimetullah… مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir.” Efendimiz böyle buyuruyor. Ben şimdi, Efendimiz’in o mübarek beyanına dokunuyorsam, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı inşaallah rencide etmiş olmam!.. مَنْ جَاهَدَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ— وَمَنْ لَيْسَ كَذَلِكَ، لَيْسَ كَذَلِكَ Kim, nâm-ı celîl-i İlahî dört bir yanda şehbâl açsın diye değişik tehlikeleri göğüslüyor, mücâhede ediyor ise, işte o, Allah için bir mücâhededir; nezd-i Uluhiyette kantarları kıracak, Mahşer’de Mizan’ı kıracak mahiyette bir şeydir.

Mücâhidîn… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ Bir de sabredenler; bu mevzuda “aktif sabır” içinde bulunanlar… Belâ ve musibetler gelmiş; dişini sıkıp sabreden.. “Bunlardan sıyrılma nasıl olur?” diye düşünen.. “aktif sabır” diyoruz; öyle sabreden.. şikayet etmeyen.. kadere taş atmayan.. “Bazı kardeşlerimiz sebebiyet verdiler buna!” demek suretiyle atf-ı cürümlere girmeyen… Fakat “Bu belâ ve musibet sarmalından nasıl sıyrılırız? Eskiden yürüdüğümüz o yolda nasıl yürürüz? Bu patikaları yeniden bir şehrâha, bir otobana nasıl çevirebiliriz?” Bu mülahazalar ile oturup-kalkma, böyle bir sabır; “aktif sabır” diyoruz, hareket halinde sabır… Durağan sabır değil; “durağanlık” saçılmaya vesiledir, fiziğin kanunu bu.

Devamında: وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “Sonra da onlara durumları, keyfiyetleri nedir, hallerini haber verelim.” Bu, Muhammed sûre-i celîlesinde, adına kurban olayım ben. Ama Kur’an-ı Kerim’de, benzer o kadar çok ayet var ki…

   “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!.”

Bu cümleden olarak; أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ Cennet’e gireceğinizi mi sanıyorsunuz siz?!. وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ Sizden evvel emsallerinizin başına gelen şeyler, başınıza gelmeden…

Bir Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykota maruz kalmadan, “Falancalar teröristtirler!” tehdidine, tahkirine, tezyifine maruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!. Haktan, hakikatten mahrum edilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz! Preslenmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz! Yurdunuzdan, yuvanızdan -toprağını tûtiyâ gibi alıp koklayacağınız yurdunuzdan, yuvanızdan- edilmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!.

İnsanlığın İftihar Tablosu, bunların hepsine maruz kaldı; tev’emi (ikizi) olan, aynen eşi/dengi olan Kâbe’den ayrılmak, O’na çok ağır gelmişti. Hicret buyururken, döndü Kâbe’ye doğru baktı, hıçkıra hıçkıra ağladı; “Bunlar beni çıkarmasalardı, Ben, senden ayrılmazdım!” dedi. Ellerinde kılıçlar, O’nu takip ediyorlardı; tam kastetmişlerdi yok etmek için…

Ama Allah’ın var ettiğini, kimse yok edemeyecekti/edemez. يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Ellerinde baltalar, balyozlar, külünkler; yapılan güzel şeylerin tepesine indirip kaldırıyorlar, yıkmak için… O ışığı Allah yakmış ise, o, sönmez ve öyle zalimlerin eliyle de söndürülmez. Fakat muvakkaten bir fetret dönemi yaşanabilir her zaman.

Evet, وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ Ne preslemeler, ne baskılar, ne zorlamalar, ne tazyikler, ne işkenceler, ne şenaatler, ne denâetler ve ne zararlara maruz kaldılar! وَزُلْزِلُوا Sarsıldılar tepeden tırnağa… Öyle sarsılmalar oldu ki, esbâb, bi’l-külliye sukût etti; yok sebep artık, dayanacak/tutunacak sebep yok… “Nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur etti.” حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ Sarsıntı o kadar şiddetli oldu ki!.. Nebî, öyle demez; arkasındakiler de öyle demez, Ebu Bekir de, Ömer de, Osman da, Ali de demez öyle.. Hazreti Nuh da demez, inananlar da demez.. İbrahim de demez, Lût da demez.. Allah’ın salât u selâmı, Efendimiz’in ve onların üzerine olsun. Hazreti Yahya da demez, Hazreti Zekeriya da demez.. Hazreti İsa da demez, Hazreti Davud da demez, Hazreti Süleyman da demez… Hiç biri demez bunu; fakat mesele son kerteye gelince, حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ Kendisine tâbî olanlar ve onlarla beraber Nebî, مَتَى نَصْرُ اللهِ “Yardım ne zaman?!” dediler.

Vird-i zebânınız olsun: مَتَى نَصْرُ اللهِ Aynı şeylere maruzsunuz: مَتَى نَصْرُ اللهِ Sebepler sukût etmiş, kıymetler/değerler ayakaltında pâyimal: مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ım, yardımın ne zaman?!. Şahsımız adına istemiyoruz bunu; fakat değerler mecmuası adına diliyoruz. İpi kopmuş tesbih tanelerinin sağa-sola saçılması gibi değerler mecmuası da sağa-sola saçılmış; işte bundan dolayı, مَتَى نَصْرُ اللهِ Allah’ım, yardımın ne zaman?!.

Esbâb, bi’l-külliye sukût ettiğinden, “Nûr-i Tevhid içinde sırrı Ehadiyyet zuhur ediyor.” أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ Allah’ın yardımı yakındır!.. Eskiler “Âgâh u mütenebbih olun!” derlerdi. Harf-i tenbih olan “elâ” (أَلاَ) ifadesine o manayı verirlerdi. “Âgâh ve mütenebbih olun ki, Allah’ın yardımı yakındır!..” İnşaallah Allah’ın yardımı yakındır!..

   Cenâb-ı Hak, sabredip mücâhedelerini sonuna kadar götürenler ile yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir.

Ankebût Sûresi’nde: الم * أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ “Elif, Lâm, Mîm. Mü’minler sadece ‘İman ettik’ demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” (Ankebût, 29/1-2) İnsanlar zannediyorlar mı ki, “Âmennâ – İman ettik!” demekle, imtihana tâbi tutulmayacaklar ve bırakılıverecekler?!. Hayır… Siz öyle deyince, bir sürü -Estağfirullah, dilimin ucuna kadar geldi, söylesem mi?- yalaka arkanıza düşecek, birilerinin arkasından kuyruk sallayarak… Neye binaen? Bir villaya, üç-beş kuruş paraya… Satılabilecek vicdanlar…

Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor. وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ “Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah şüphesiz şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebût, 29/3) Kur’ân “tasrif” üslubuyla, her yerde farklı farklı meseleleri ifade ediyor: “Böyle yaparız ki Biz, imtihana tâbi tutulan, sizden evvel imtihana tâbi tuttuğumuz kimselere yaptığımız gibi, Allah bilsin veya Allah, o bildiğini ortaya koysun… فَلَيَعْلَمَنَّ اللهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ Kim doğrudur, kim yalancıdır; bunlar, ilm-i İlahî’de sabit. Fakat onların davranışları şart-ı âdî; o şart-ı âdîye bağlı olarak karakterler ortaya çıksın, herkes ne kadar insan imiş, ortaya çıksın!..

Bunlar sıralanabilir, vaktinizi almamak için daha fazla misal demeyeceğim. On tane sayabilirsiniz böyle. Bu, peygamberler yolu ve yolun kaderi de bu!..

Allah’a binlerce hamd u senâ olsun ki, siz, üç-beş kuruşa satılmayan insanlar olarak farklı bir zeminde yerinizi aldınız. Eski yürüdüğünüz yolda yürümeye kararlı bulunuyorsunuz. Bir villa karşısında satılmadınız. Çünkü insan, öyle değerli bir varlıktır ki, Cennet karşılığında bile peylense, kendi kıymetine karşı saygısızlık yapmış olur. İnsan, ancak “aşk u iştiyâk-ı likâullah” meftûnu olmalıdır. “Cennet, Cennet!” dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri // İsteyene ver sen anı / Bana Seni gerek Seni.” Yedi asır evvel yaşamış Yunus’umuz böyle diyor. Bin üç yüz sene evvel Râbiatü’l-Adeviyye de “Ne helva, ne selva; ille Rü’yet-i Mevlâ!” diyor. O günden bugüne… Aradan yedi-sekiz asır, dokuz asır geçiyor, bakıyorsunuz aynı samimî ses, aynı şeyleri ifade ediyor.

Lokman Sûre-i celîlesinde ise buyuruluyor ki: يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلاَةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ “Ey oğulcağızım! Namazını dosdoğru kıl, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yap, sana isabet eden belalara da sabret. Muhakkak ki bunlar işlerin en zor olanlarındandır.” (Lokman, 31/17). يَا بُنَيَّ Ey oğulcağızım!.. أَقِمِ الصَّلاَةَ Namazı dosdoğru ikâme et!.. وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ İnsanlara marufu, Allah’ın “Güzel!” dediği şeyleri, şer’-i şerifin emrettiği şeyleri sen de söyle/anlat bir mürşîd olarak; münkerâttan da insanları alıkoy!..

Ha, böyle bir yola girince, başına gelecek şeyleri de unutma! وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ Mutlaka bu güzergahta başa gelecek şeyler vardır. Sen bu yolda yürüyorsan, namazını kılıyorsan, orucunu tutuyorsan, insanları eğri yoldan uzaklaştırmayı düşünüyorsan, doğru yola yönlendirmeyi düşünüyorsan, “Peygamber yolu!” diyorsan, başına geleceklere de hazır olman lazım! Balyozlar, başında demektir senin!..

Bu, Hazreti Lokman’ın, oğluna nasihati… Peygamberler içinde aynı zamanda tababet ile ve hikmet ile maruf olan Hazreti Lokman’ın… Lokman Sûre-i celîlesinde değişik hususlar ifade edilmek suretiyle onlara da işarette bulunuluyor.

   Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de gördüğü zulüm ve tazyikleri ifade sadedinde bir gün Hazreti Âişe Validemiz’e hitaben, “Kavminden çok çektim yâ Âişe!” buyurmuşlardı.

Diğer bir ayet de şu: يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. (Farzımuhal) eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Mâide, 5/67)

Kur’an-ı Kerim’de dört yerde “Muhammed” ismi geçiyor, sallallâhu aleyhi ve sellem. Bir yerde de -seyyidinâ Hazreti Mesih’in ifade ettiği yerde- “Ahmed” ismi geçiyor. İlmî vücûd açısından -esasen- Efendimiz’in adı, Ahmed; haricî vücûd açısından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celili, Muhammed.

Fakat Allah (celle celâluhu) يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ، يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ diyor. “Ey Benim mesajlarımı kullarıma ulaştıran Zât! Ey Benim Risâletimi başkalarına tebliğ eden Zât!” demek suretiyle, evvelâ O’nun o başımızı aşkın, boyumuzu aşkın âlî namını ve nişanını nazara veriyor. Ey şânı yüce Nebî! Ey şânı yüce Peygamber! بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ Rabbinden Sana… Burada “inzâl” kelimesi ile kullanılıyor; esasen Kur’an-ı Kerim ifade edilirken “tenzîl” ile ifade ediliyor, ceste ceste… Ama topu birden inmiş gibi Sana… Sana toptan kânunlar mecmuası, nizamlar mecmuası olarak inen şu Kitâb’ın emirlerini tebliğ et! بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ Eğer onu tebliğ etmez isen, değişik şeylere takılarak…

Bu, Efendimiz hakkında muhal bir şey; fakat aynı zamanda arkadakilerine, daha arkadakilerine, daha arkadakilerine, arkadakilerin de arkalarınkilere -bize kadar gelebilir bu- bir ikaz. وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ Eğer Sana emrolunan şeyleri tebliğ etmez isen, peygamberliğin gereğini yerine getirmemiş olursun! Duyurulması gerekli olan şeyleri duyurmamış olursun! Mesele tekvinî emirler ile alakalı ise, pozitif ilimler ile alakalı ise, Kur’ân’ın emirleri ile alakalı ise, haşr u neşir ile alakalı ise, Tevhid ile alakalı ise, Nübüvvet ile alakalı ise şayet, Mizan ile alakalı ise, Sırat ile alakalı ise, Cennet ile alakalı ise, Cehennem ile alakalı ise… Ki bunlar, bizim aklımız ile bulabileceğimiz şeyler değil. En engin bilgili filozoflar bile bunların yüzde birine ulaşamamışlardır. Aksine çok defa falso yaşamışlardır.

Şöyle diyoruz: Din referansı ile ortaya atılmamış felsefe, düşüncenin falsosudur. Felsefe demişler ama ortaya koydukları şey, falsodan ibarettir, çoğu itibarıyla… Ama Bergson gibi, manastırın menfezlerinden semalara bakıp hıçkıra hıçkıra ağlayanlar da vardır. Kant gibi hayatını ona göre planlamış olanlar da vardır. Daha başkalarını da sayabiliriz, daha başkalarını da; hepsini karalamayalım.

Evet, وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ Sen bu işi yaparken, başına gelecek şeyler de olacak ama Allah, Seni sıyâneti ile, hıfzı ile, riâyeti ile, vikâyesi ile, hırz-ı hasîni ile koruyacak. Hususî seralar içine Seni alacak, Sana bir şey yapamayacaklar. Nitekim çok kötülüklere niyet ettiler Mekke-i Mükerreme’de. On üç sene kan kusturdular. Üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot ilan ettiler; yeme yok, içme yok, su yok, ekmek yok. Mü’minlerle beraber Beni Hâşim’den inanmamış olanları da boykota dâhil ettiler: “Madem onlar da Senin kabilenden…” ByLock gibi… Kullanmışsınız; sizden on tane var ise, doksan başkası kullanmış; ondan dolayı müebbet hapis!.. Aynen bakın, müşrik düşüncesi… Ebu Tâlib de orada çekiyor, Beni Hâşim’den olan başkaları da çekiyorlar.

Sadece Ebu Leheb’i muaf tutuyorlar, çünkü o “Cehennemin babası”; baştan almış o damgayı yemiş. وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الأَقْرَبِينَ * وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ “Önce en yakın akrabalarını uyar! Sana tâbi olan müminlere kol kanat ger!” (Şuarâ, 26/215-216) ayeti nâzil olunca, yakınlarını topluyor oraya; orada, onlara telkinde bulunuyor. Ebu Leheb kalkıp O’na, Efendimiz’in mesajı karşısında تَبًّا لَكَ diyor, “Yuf Sana!”. Kur’an-ı Kerim, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ * مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ * سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ * وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ * فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ “Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb’in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak.. karısı da.. odun taşıyıcı olarak.. hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.” (Tebbet, 111/1-5) buyuruyor. Bu sûrede, Tecvid ilmindeki Kalkale harfleri olan, “Kutb u cedin” (قطب جد / ق – ط – ب – ج – د) harfleri ile, balyozla vurur gibi bir sesin çıkıyor olması da iç musiki açısından çok önemlidir. Bu Kur’an’ın iç musikisi meselesi, ihmal edilen bir husustur; Kur’an’ın üzerinde durulurken, üzerinde durulması gerekli olan bir husustur. Değişik şeylere işaretlerde bulunduğu gibi, aynı zamanda bu mevzuya işareti de ihmal etmez Kur’an-ı Kerim.

Evet, وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ Allah, kâfir kavme, Sana bir şey yapma adına yol vermez, yöntem vermez, onlara istediklerini yaptırtmaz, arzu ettikleri şeylere onları yönlendirmez. Burada, “hidayet” tabiri kullanılıyor; esasen arzu etmeleri gerekli olan hidayettir fakat onlar kendilerini -bağışlayın- serseriliğe salmış, hidayet diye dalaletin arkasına düşmüşler. Kur’an-ı Kerim’de böyle mukabele de vardır, bu türlü mukabele de vardır. وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ

   Allah’a hamd ü sena edin ki, sizi zalimlerle aynı safta eylemedi; kiminize iradî kiminize cebrî hicret lütfetti, kiminize de mahrumiyet ve mağduriyetleri bir arınma ve yükselme vesilesi kıldı.

Dönelim geriye: İster seyyidinâ Hazreti Lokman’ın (aleyhisselam) oğluna nasihati, ister seyyidinâ, sâdâtina, şefî-i zunûbina ve mevlânâ Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın buyurduğu şey; ikisi de yine yolun kaderini işaretliyor. “Bu yol, uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var.” Yunus Emre’nin dediği gibi… Herkes bunun böyle olduğunu bilmeli. Bu peygamberler yolu, Peygamberler güzergâhı; yolun kaderi de bu, bunlar çekilecek.

Fakat Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek suretiyle ebedî bir hayatı kaybetme bahtsızlığına/talihsizliğine Allah maruz bırakmadı. Allah’a hamd edin, başkalarının içinde olmadınız. Allah’a hamd edin, bazılarınız dini i’lâ etme adına dört bir yanda Rûh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın diye seyahatler tertip ettiniz; ihtiyarî hicretleri tercih ettiniz ve gittiğiniz yerlerde değişik mahrumiyetlere maruz kaldınız. Bir gün geldi, cebrî hicret çıktı karşınıza; diğerleri o ihtiyarî hicreti yapma şerefini ihraz edememişlerdi, onlar da cebr-i lütfî yollara düştüler.

İlkler, ihtiyarînin sevabını aldılar, kat kat; çünkü ihtiyarları (kendi iradeleri ve istekleri) ile gittiler. Değişik sıkıntılara maruz kaldılar; işçi gibi, amele gibi, birer amel-manda gibi çalıştılar. Müesseseler diktiler; cehalete, ihtilafa/iftirâka, fakirliğe karşı mücadele yuvaları oluşturdular. Bir yönüyle, imarethaneler gibi, mücadele müesseseleri oluşturdular; okullar, üniversiteler, üniversitelere hazırlık kursları oluşturdular. Onlar, o sevabı aldılar, “ihtiyarî”nin sevabını aldılar.

Diğerlerini de Allah, sevaptan mahrum bırakmamak için, “Sizi de Ben, hicrete zorluyorum; siz de cebrî hicret sevabını alacaksınız!” buyurdu adeta: Bir avuç toprağını cihanlar ile değiştirmeyeceğiniz ülkenizden cebren ayrılma mecburiyetinde kalacaksınız.. omuzlarınızdakiler sökülecek, göğsünüzdekiler sökülecek.. makamlarınız elinizden alınacak.. ihraz ettiğiniz, alnınızın teriyle ihraz ettiğiniz şeyler elinizden alınacak.. ve bütün bunlar yapılırken de esasen -biraz evvel arz ettiğim gibi- çok komik iddialarla bahaneler oluşturulacak. “Neden ByLock kullandınız?” safsatasına benzer şeyler… “Sen suçsuz olduğunu ispat et!” Hukuk (!) mantığı…  İnanın Amnofis bile böyle bir mantıksızlıkla Hazreti Musa’nın karşısına çıkmamıştır. “Suçsuz olduğunu ispat et!” Hiçbir hukuk dünyasında böyle bir şey olmamıştır. Öyle bir hezeyan ki bu, azıcık hukuk felsefesi bilen bir insan bile, zannediyorum bu sözü duyduğu zaman, onun da az gözü açık ise, şeytanı zil takıp oynuyor halde görecektir: “Beni geçtiler maşallah bunlar!” dediğini duyar gibi olacaktır. Şeytan “maşallah” der mi, bilmiyorum ama ben dedirttim.

El-Hak (celle celâluhu)…

“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var; en başı Hakk,

Ne büyük şey, kul için, hakkı tutup kaldırmak..

Hani Ashâb-ı kirâm, “Ayrılalım!” derlerken,

Mutlaka sûre-i “Ve’l-asr”ı okurmuş, neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,

Başta “iman-ı hakiki” geliyor, sonra “salah”,

Sonra “hak”, sonra “sebât” (sabır); işte kuzum, insanlık..

Bu dördü birleşti mi sende, yoktur sana izmihlal artık!..”

Bamteli: İÇERİDEKİ MAZLUMLAR VE CEBRÎ MUHÂCİRLER

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Elimden gelseydi, her birinizin gönlüne ızdırap ekerdim; ilim, irfan, araştırma zevki, çağın dilini kavrama, fen ve tekniğe açılma gibi hususların yanı başında sinelerde ızdırap olmasını da isterdim.

Çok defa düşünüp dediğim gibi; elimden gelse, ümmet-i Muhammed’in derdi, hususiyle de muzdariplerin, mutazarrırların (zarara uğramış ve zarar görmüşlerin), münkesiratü’l-kulûb (kalbi kırılmış) olanların elemi adına herkesin sinesine avuç avuç ızdırap atardım. Ta ki hepsi, kardeşleri için ızdırap duygusuyla kıvranıp dursunlar; her kıvranışlarında da يَا صَاحِبَ الْغُرَبَاءِ، يَا صَاحِبَ الْمَظْلُومِينَ وَالْمَغْدُورِينَ، يَا صَاحِبَنَا، يَا مَالِكَنَا، يَا حَفِيظَنَا “Ey Gariplerin Sahibi, Mazlumların ve mağdurların Sahibi, ey bizim de Sahib’imiz, ey Mâlik’imiz, ey koruyup kollayan olarak sadece Kendisine sığındığımız Hafîz’imiz!..” deyip inlesinler.

Evet, çözülmez gibi görünen problemleri, Cenâb-ı Hakk’a bu ölçüde yaklaşma çözer; kapısının tokmağına bu duygular ile dokunma çözer. O kapılar, insanın sinesi o heyecan ile atıyorsa, kale kapıları gibi açılır, ardına kadar. Bütün mağmumların, mahzunların, mükedderlerin yüzlerindeki ekşilik zâil olur, kederler gider; etrafa tebessüm yağdırmaya dururlar, Allah’ın izniyle. İnancım, tam!..

Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Bi-zahri’l-gayb dua, makbuldür.” buyuruyor. Türkçemizdeki ifadesiyle, dua edilen kişinin gıyabında ve yokluğunda demek olan بِظَهْرِ الْغَيْبِ (bi-zahri’l-gayb) tabirini Hazret-i Pîr de kullanır. Mü’minin mü’mine gıyabında, arkasından, onun haberi olmadan yaptığı dua kabul olur, hüsn-ü kabul görür. Bir, bu mesele… Bir de çok iyi bildiğiniz Süfyân İbn Uyeyne’nin dile getirdiği o ifade içinde: “Bazen, bir muzdaribin inlemesi ile, Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!”

Evet, “Dua, Cenâb-ı Hakk’a sebepler üstü teveccühün unvanıdır.” Dua ile başladık mı?!. İçinize ızdırap saçmak, başkaları için inlemenizi sağlamak isterdim elimden gelse!.. Benim elimden gelmez ama Birinin (Allah’ın) muradı olunca, olur bu. Olur da yatarken bile sağdan sola, soldan sağa dönersiniz insanların ızdırabıyla.

Şimdi, yirmi bin tane, otuz bin tane, kırk bin tane, elli bin tane insan… Bunlar, yurt içinde zindanlarda.. eşler, eşsiz; annesiz-babasız.. babalar ve anneler, evlatsız… Onun birkaç katı, yurt dışında; onlar da cüdâ düşmüş kendi yurtlarından, anne-babalarından, evlâd ü ıyâllerinden… Her ne kadar, رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Rabbimiz, Sana güvenip dayandık, bütün varlığımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) deseler, Allah’a “tevekkül” ve “teslimiyet”te, hatta “tefviz” ve “sika”da bulunsalar bile, insan olarak yine yürekleri yanar, yine de sarsıntı yaşarlar, yine de burunlarının kemiği sızlar.

İşte bu duyguları onlarla paylaşmak… Sanki onlarla beraber, o parmaklıkların arkasında kalıyormuş gibi ızdıraplarını duymak… Bazen namaz kılma imkânı bile vermiyorlar; abdest alma imkânı bile vermiyorlar. Bazen, en onurlu insanları, zirve yapmış insanları hırpalıyorlar orada; hoyratça dövüyorlar. Mesela, son içeriye aldıkları bir insan -oradaki avukatın gönderdiği habere göre- dışarıya çıktığında, yüzünde üst üste çizikler, yaralar-bereler oluşmuş; “İlle de dediğimizi diyeceksin; yazdığımız kâğıda imza atacaksın; hiç olmamış şeylere biz nasıl ‘Oldu!’ nazarıyla bakıyorsak, sen de onları ‘Oldu!’ şeklinde ifade edeceksin!” diye işkence görmüş.

   Mazlum ve mağdurların ızdıraplarını paylaşıp onların elemiyle inlemek öyle keskin bir duadır ki, el-Kulûbu’d-Dariâ’yı bütünüyle okusanız o ölçüde keskin olmaz.

Bu durumda olan insanları nazar-ı itibara alarak, insanın içine kan damlaması.. kalbinin ritminin ona göre atmaya başlaması.. insanın, kendini tepeden tırnağa bir heyecan yumağı içinde veya âdetâ bir iğneli fıçı içinde hissetmesi… Bu öyle keskin bir duadır ki, “el-Kulûbu’d-Dâria”yı baştan aşağıya okusanız, “Mecmuatü’l-Ahzâb”ı baştan aşağıya okusanız, bu dua ölçüsünde keskin olamaz.

Onların ızdırabını paylaşma… Onlar ile beraber o eza ve cefayı yaşıyor gibi olma… Bu arada, kimseye de kızmama!.. Canınız sıkılabilir; fakat zâlim, zalimliğini yapıyor; fâsık, fâsıklığını yapıyor; münafık, münafıklığını yapıyor.

Hiç duydunuz mu, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in, çok iyi bilinen, Ebu Cehil kadar zararlı Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl’e beddua ettiğini?!. Ben duymadım. İlahiyatçılar var!.. Değil beddua etmek, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl’ün oğlu gelip, “Gel yâ Rasûlallah, babamın cenaze namazını kıldır!” dediğinde, Efendimiz bir de sırtındaki hırkayı veriyor; “Buna sarsınlar!” diyor. Bir dönemde O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) vermiş, iade ediyor; mezara giderken, yine kendine ait şeye, kefen gibi sarılsın, öyle gitsin, diye. Ama o namaza yürürken, Allah (celle celâluhu), وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا “Onlardan (münafıklardan) ölen hiçbir kimse için sakın cenaze namazı kılma!..” (Tevbe, 9/84) buyuruyor. Ebedî ölüm ile ölmüş, ebediyetini yitirmiş, ebediyet onun için yok olmuş… Yaşadığı sadece şu kapkaranlık dünya… Ve öbür tarafta o karanlığın müzâafı bir dünya… Oraya gidiyor. Onun namazını kılma. وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ “Onlardan (münafıklardan) ölen hiçbir kimse için sakın cenaze namazı kılma ve hakkında dua etmek maksadıyla asla kabri başında da durma!..” (Tevbe, 9/84) Kabri üzerinde de ayakta durma, kıyamda bulunma!..

Hani dururlar ya orada, Türk törelerinde var; (telkin olarak) şöyle derler: اُذْكُرِ الْعَهْدَ الَّذى خَرَجْتَ عَلَيْهِ مِنَ الدُّنْيا شَهَادَةَ اَنْ لا اِلَهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَريكَ لَهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ وَاَنَّ السَّاعَةَ اتِيَةٌ لاَ رَيْبَ فيهَا وَاَنَّ اللّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ قُلْ رَضيتُ بِاللّهِ رَبًّا وَبِاْلاِسْلامِ دينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَبِيًّا وَبِالْقُرْانِ اِمَامًا وَبِالْكَعْبَةِ قِبْلَةً وَبِالْمُسْلِمينَ اِخْوَانًا رَبِّىَ اللّهُ لا اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظيمِ “Ey falan oğlu falan!.. Dünya hayatından ayrılırken üzerinde bulunduğun şu ahdi/sözü hatırla: Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur; yalnız O vardır; O’nun ortağı yoktur; Hazreti Muhammed O’nun kuludur ve O’nun Peygamberidir. Kıyamet gelecektir, onda şüphe yoktur. Allah, kabirlerde olan kimseleri diriltecektir. Bu ahdini hatırla ve de ki: Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den, kıble olarak Kâbe’den, imam olarak Kur’ân’dan ve kardeş olarak Müslümanlardan razı oldum. Rabbim, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır; O, büyük Arş’ın Rabbidir.”

Bizim geleneğimizde var, Türk milletinin geleneğinde var. Kitap’ta, Sünnet’te öyle bir şey yok ama olsun, fena bir şey değil. Öbür tarafta olup-biten şeylere inanmanın, Hazreti Münker ve Nekir’e inanmanın, onların gelip orada vefat eden insana, مَنْ رَبُّكَ؟ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ وَمَا دِينُكَ؟ “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin nedir?” diye sualler tevcih etmesine inanmanın ifadesi olarak, mezarın başında onu hatırlatması, en azından geride kalanlara -mezarın başında onun dediği şeyleri duyanlara- bir ders-i ibrettir. Bir göz açma ameliyesidir, “Gideceğiniz yer burasıdır! Münker-Nekir gelecek; bütün sergüzeşt-i hayatınızın hesabını soracak sizden: ‘Şu işte ne halt karıştırdınız? Şu işte ne halt karıştırdınız?’ diyecek.” tembihidir. “Hele bir لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ de; bu, bütün kilitli kapıları açacak bir anahtardır. İhtimal ki buna binaen Cenâb-ı Hak, seni de bağışlar.” hüsnüzannının, recâ duygusunun ifadesidir.

Evet, asıl mesele, sinelere ızdırabın tohum gibi ekilmesi.. sonra o ızdırabın başağa yürüyor gibi katlanarak büyümesi.. bir fide gibi dal-budak salması, ser çekmesi.. ve insanın, hayatını tamamen o inkisar, o teessür içinde sürdürmesi… Aklına zindanlar geldikçe, kardeşlerinin, dostlarının, taraftarlarının, sempatizanlarının orada inlediklerini duyuyor gibi olması… Onlar, orada o meseleye razı olmuş, çok ciddi bir teslimiyet, tefviz ve sika duygusu içindedirler; fakat bu meselenin ayrı bir yanıdır.

Cenâb-ı Hak, gözlerimizi O’na açsın!.. Gözler O’na açılınca, görülmedik şey kalmaz; doğrular, doğru olarak doğruluk zeminine oturur; yalanlar da kuyruklarını kısar, çekilir, inlerine girerler. Günümüzde en rayiç olan şeyler (yalanlar) -yarasalar gibi- ışık etrafı sarınca gider, karanlıklarda tünerler.

   Ah, insanlar cebrî de olsa hicretle kendilerine ne güzellikler hazırlandığını ve onun ahiretteki mükafatını bir bilselerdi!..

Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmaktadır: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!..” (Nahl, 16/41) Benim dar anlayışıma göre meal-i münîfi şu: “Onlar ki..” diyor, ism-i mevsûl. Evet, “O belli şahıslar..” هَاجَرُوا Bu da fiil olduğundan, teceddüde delalet eder: Hiç tereddüt etmeden hicretlerini hicret ile derinleştirdiler; hicret üzerine hicret ettiler, habire hicret, habire hicret!.. Hicret üstüne hicret ettiler ama esas فِي اللهِ “Allah için” yaptılar. O mevzuda “fî” (“harf-i cerr”i), zarf için görünüyor. Fakat Allah için yapmada meseleyi öyle derinleştirdiler ki, بِاللهِ، للهِ، إِلَى اللهِ “Billâh, lillâh, ilallâh” değil de فِي اللهِ “fillâhi” deniyor; yani, derinlemesine, o hicrete kendilerini saldılar; “Ne güzel şey bu hicret! Allah için hicret yapıyoruz!” dediler. Evet, dilin hususiyeti açısından, her şeyin, seçilen harf-i cerrin ifade ettiği bir mana vardır; Kıtmîr’in mülahazalarına göre.

Hicret ettiler, مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا “Çeşit çeşit zulümlere maruz kaldıktan sonra…” Mazlumlar, onlar. Birileri zulmetmiş onlara; fakat zalimleri söylemiyor burada. Evet, burada işârî olarak şöyle bir mana da çıkarabilir insan: “Zalimleri hep yâd edip durmakla zihninizi kirletmeyin; onların isimlerini yâd etmek suretiyle nöronlarınızı kirletmeye değmez. Sonra onları yıkamakta zorluk çekersiniz.” Onun için burada zulmedenleri söylemiyor. Mesela, مِنْ بَعْدِ مَا ظَلَمَ السِّيَاسِيُّونَ، وَالْفَاسِقُونَ، وَالْجَبَّارُونَ، وَالْخَطَّارُونَ، وَالْخَائِنُونَ، وَالْمُفْسِدُونَ “Siyasîler, fâsıklar, zorbalar, hileci düzenbazlar, hainler, fesada kilitlenmiş kimseler zulmettikten sonra…” demiyor. İfade, meçhul fiil ile serdediliyor; dolayısıyla oradaki fâil sarîhen zikredilmiyor. Bu itibarla, siz de o kirli insanları yâd etmek suretiyle, zihninizi kirletmeyin, düşüncelerinizi dağıtmayın!.. Bâtılın -fazla- tasviri, sâfî zihinleri idlâl eder; doğruda konsantrasyonunuza engel olur; “Ona şunu mu desem, bunu mu desem?” sevdasına tutulursunuz. Oysaki zaten siz, sevdalısınız, bir şeye gönlünüzü kaptırmışsınız; öyle bir Güzel’e gönül kaptırmışsınız ki, sizi, O’ndan koparacak şeyler, kendinize karşı saygısızlık olur; O’na karşı da saygısızlık olur.

Evet, مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا Sonra, burada, “lâm-ı te’kid” ile bir şey diyor: لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً “Kasem olsun!” diyor Allah. Allah “Yemin olsun!” buyuruyor; yani, “Vallahi, billahi, tallahi!” der gibi. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ “Kasem olsun…” لَنُبَوِّئَنَّهُمْ “Onlara hazırlayacağım Ben!..” فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً “Dünyada güzellik…” Bugün olmazsa, yarın!.. Burada istikbale de havale etmiyor; لَنُبَوِّئَنَّهُمْ “hazırlarız/yerleştiririz” buyuruyor da سَنُبَوِّئَنَّهُمْ “ileride hazırlayacağım/yerleştireceğim” demiyor; سَوْفَ نُبَوِّئَنَّهُمْ şeklinde uzak geleceğe de işaret etmiyor. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً buyuruyor: “Dünyada, inşaallah, çok yakın bir zamanda hazırlayacağım!..”

“Hasene”deki tenvîn, “tenvîn-i tenkîr”dir; “çok sürpriz şekilde” manasına gelir. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Göz görmemiş, kulak işitmemiş ve beşer tasavvurlarını aşkın, Şânına yakışır bir iltifat-ı Sübhâniye şeklinde…” Hiçbirinizin tasavvur edemeyeceği şekilde, birden bire bir sürpriz ile karşılaşacaksınız ki, başınız dönecek!.. Şimdiye kadar yapılan o mezâlimi, o denaetleri, o şenaatleri unutacaksınız. Sonra size sorulunca, “Yahu öyle bir şey olmuş muydu?!.” diyeceksiniz. Ve anlatırsanız, fıkra gibi anlatacaksınız. Zaten adamlar, fıkralık işler yapıyorlar, çok komik!.. Gelecekte karikatürize edildiği zaman, onlar, iki büklüm olup yere bakacaklar; sizin de tebessümünüz gelecek ama edebinizden dolayı “Yahu ayıp olur bir insana karşı!” deyip yutacaksınız tebessümünüzü. Bu, sizin karakteriniz; o da onların karakteri: كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Herkes, karakterinin gereğini yerine getirir!” (İsrâ, 17/84)

Bakınız, sonra: وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ “Dünyada hasene ihsan edecek fakat iyi bilin ki…” Yine “lâm-ı te’kid” ile diyor; “Ahiretteki mükâfat, ondan çok daha büyük!” Burada “ekber” kelimesi, ism-i tafdîldir; “büyüklerden daha büyük” demektir. Ahiretteki mükâfat daha büyük, en büyük. Dünyanın binlerce senelik mesûdâne hayatı, bir dakika Cennet hayatına mukabil gelmiyor. Size öyle bir şey verecek. Ve Cennet hayatının da binlerce mesûdâne senesi, bir dakika rü’yet-i Cemâl’ine mukabil gelmeyen Zat (celle celâluhu) size bir şey hazırlıyor. وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “O kimseler, ah bir bilseler!” Eğer biliyorsanız… Ee Kur’an, bildiriyor. Hazreti Sâhib-i Zî-Şân da bildiriyor. Hadiseler de onu gösteriyor. Bin tane şahit de ona şehadet ediyor. Ne olur, Allah aşkına, siz de bilin!..

   “Şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı zulüm, mihnet ve işkenceye maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden ve sabredenlerle beraberdir.”

Bir diğer ayet de şu: ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafûrdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110)

Evet, ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ “Sonra, Sen’in o Rabb-i Kerîm’in var ya…” لِلَّذِينَ هَاجَرُوا Yine “ism-i mevsûl” var orada, bakın. “Lam”, “ta’lîl” için olunca, “O hicret edenler (hicret ettikleri) için.” demektir; “tahsîs” için olunca ise -ki “lam” ikisi için de olabilir- “Özellikle hicret edenler için!” demektir, “Onlara mahsus olmak üzere” manasına gelir. لِلَّذِينَ هَاجَرُوا Yine “hâcerû”; biraz evvelki manada diyeceksiniz; fiil, teceddüde delalet ediyor: “Hicret üzere hicret!” Hicret sâlih dairesi içine girmişler. Bir hicret, bir hicret daha; bir hicret, bir hicret daha; bir hicret, bir hicret daha… Âdetâ dönüp sonra bakıyorlar: “Yahu gidecek başka yer yok mu, oraya da gidelim! Oraya da gidelim! Duygu ve düşüncelerimizde, esasen Kitap’tan ve Sünnet’ten kazandığımız şeyleri, orada da temsîlen ve hâlen gösterelim! Millî kültürümüzdeki güzellikleri, örf, an’ane ve geleneklerimizdeki güzellikleri başkalarına da gösterelim. İnsan olarak başkalarında da çok güzel şeyler vardır; onlardan da onları almaya bakalım. Dolayısıyla bir güzellikler macunu yapalım. Ve bunu -bir yönüyle- kendi hayatımıza bir fırça ile çalalım. Dolayısıyla güzellikler âbidesi haline gelelim!” diyorlar; hicret üzerine hicret yapıyorlar.

Bu ayette, مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا diyor; öncekinde مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا şeklindeydi. Evet, burada مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا “Fitneye uğradıktan sonra…” Fakat fiil, yine meçhul kipiyle, “fiil-i mâzi, cem’i müzekker” sigası. Fitneye uğratanlar söylenmiyor burada; öyle ise siz de onları yâd etmeyin, fitneleri ile başbaşa kalsınlar. Maruz kalacakları fitneler, kabirden başlayarak, berzahta nasıl olsa devam edecek. Sizin onlar için bir şeyler söylemeniz, onların maruz kalacağı şeylerin yanında deryada damla kalmaz, güneşin yanında zerre yapmaz. مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا “Fitne” diyor. Orada “zulimû” deniyordu, “zulüm” nazara veriliyordu; burada “futinû” ile “fitneye maruz kılınma, imtihana tabi tutulma” öne çıkarılıyor.

   “İtiraf” adı altında iftirada bulunarak tertemiz kardeşlerini karalayanlar, aslında kendi dünyalarını karartıyor ve ahiretlerini de kapkara hale getiriyorlar.

İmtihan olunca, bazıları kaybederler. Önlerine yazılı bir kâğıt, bir de kalem koyarlar; orada “At şuna, bizim yazdığımız şeylere, imzanı. ‘Bu işin içinde falan, falan da vardı! Darbe yapacaktık; falanı devirecektik, filanları yıkacaktık! Böyle yollar, yöntemler araştırıyorduk…’ falan. At buna bir imza!” derler. “Atmam!..” “Atacaksın!..” “Atmam!..” Tokat, tekme… İmtihanda dayanamaz, immün sistemi ona göredir; yalana imza atar orada, onun için, o fitnede, o imtihanda kaybeder o zavallı.

Birilerini de döverler, öldüresiye döverler; öldürdükleri de vardır, ölenler de var orada. Fakat sadece ölmek değil, teker teker dişlerini de sökseler onların, “Ben, öyle bir şey bilmiyorum. Ben, öyle bir şey bilmiyorum!” diyecekler de vardır. Bilal-i Habeşî gibi… Taşlar, üzerine konduğu halde, güneşte, beyin kaynatan sıcağın altında, onlar darbeledikçe, o (radıyallahu anh) yine “Ehad! Ehad!” “Allah birdir, Allah birdir!” der. Ne zaman diyor bunu? Kur’an-ı Kerim’den üç-beş ayet nazil olduğu, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemşümul peygamberliğine delalet eden şeylerin semadan henüz inmediği dönemde. İnen şeyler ile kanaat eden, o inen şeyler ile imanda şahlanan Yâsir, aynı şeyi söylüyor; Sümeyye, aynı şeyi söylüyor; Ammâr, aynı şeyi söylüyor. Sadece Ammâr İbn-i Yâsir (radıyallahu anh) sonunda bir kelimeyi kaçırıyor. Baba, gözünün önünde öldürülüyor, çok vahşice; anne, gözünün önünde öldürülüyor. “Sana da aynı şeyi yapacağız!” dediklerinde, orada dilinden kaçırıyor, onların dediği şeyleri. Fakat zincirler çözülür çözülmez -Promete gibi zincire vurmuşlar- Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına koşuyor, âdetâ “Mahvoldum yâ Rasûlallah! İstediklerini söyledim ben!” diyor. Efendimiz buyuruyor ki, إِنْ عَادُوا، فَعُدْ “Yine o ölçüde tazyik yaparlarsa, sen de onların dediğini de!” Ruhsat yolunu gösteriyor İnsanlığın İftihar Tablosu.

Evet, “teysîr” (kolaylaştırma) peygamberi… يَسِّرُوا وَلاَ تُعَسِّرُوا، وَبَشِّرُوا وَلاَ تُنَفِّرُوا “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” buyuran Rehber-i Ekmel, bazılarına ruhsat yolunu işaret ediyor. Ama diğer sahabiler, “azimet” ile amel ederek, o güneşin altında, ya çarmıha gerilmiş veya kumda üzerlerine taşlar konmuş olarak, işkenceler altında, “Ehad, Samed, Hayy, Kayyum!” diyerek, iniltilerini bu şekilde dillendiriyorlar.

Şimdi, مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا Kimisinin immün sistemi ona göre; o orada dayanamıyor, ordu-bozanlık yapıyor. Masum arkadaşları adına yalana imza atıyor; “itiraf” adı altında iftirada bulunuyor. Tertemiz, melek gibi kardeşlerini karalıyor; böylece kendi dünyasını karartıyor, ahiretini kapkara hale getiriyor.

   Hepimiz imtihan oluyoruz; kimimiz zindanda, kimimiz ihtifada, kimimiz göç yollarında ve kimimiz de vicdanî sorumluluklarla karşı karşıya bulunmakla beraber kısmen rahatta elekten geçiriliyoruz.

Evet, ثُمَّ جَاهَدُوا Fitneye uğradıktan sonra, onlar, kazanmışlar; sonra mücâhede ediyorlar. وَصَبَرُوا Çekecekleri şeylere de katlanıyorlar. Bazıları, ihtifâ ediyor, bir evde duruyorlar; fakat her gün “Evim basılacak!” sancısı var, şakakları onun ile zonkluyor: SS’ler ne zaman gelecek, kapının ziline basacaklar? Hitler’in ferman-ı nâ-sezâsı, nâ-şâhânesi gibi olan zamanın SS’leri ne zaman gelecek? “Sizi derdest etmeye geldik!” “Suçumuz ne?” “Valla suçu bilmiyoruz fakat bize dediler ki: Onları derdest edin, götürün!..” Savcıya götürecekler. “Savcı bey, suçum ne?” “Valla bilmiyorum; bana dediler ki: Onları ne yapıp yapıp bir uydurma iddianame ile tutukla. Mesela, de ki: Cihanı yıkmaya, fayları kırmaya, zelzele yapmaya hazırlanıyorlarmış! Cinleri kullanarak bir kısım meteorları bizim saraylarımızın başına yağdıracaklarmış!” Birisi buna benzer şeyler söyledi hani!.. Şirin görünmek için böyle diyenler, maalesef şirin de görünemediler ya!..

Evet, bazıları orada kaldılar; ثُمَّ جَاهَدُوا ama mücâhede için kaldılar. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ “Bizim uğrumuzda (iyi birer mü’min olabilmek için) gerekli gayreti gösterenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Elbette Allah, O’nu görürcesine iyiliğe adanmış olanlarla beraberdir.” (Ankebût, 29/69) Bu da başka bir ayet, Ankebût Sûresi’nin son ayeti: وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا “Bizim için, tamamen derinleşerek mücâhedelerini sürdürenler var ya, kasem olsun, onlara muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.” لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Ne yollara, ne yollara onları hidayet ederiz! Öyle yollar açarız ki onlara, sürpriz olur o yollar; yürür giderler Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), müşriklerin içinden وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ “Ayrıca, önlerine bir set ve arkalarına bir set koyduk, böylece onları her taraftan kuşattık; dolayısıyla hiçbir şey görememektedirler.” (Yâsîn, 36/9) ayetini okuyarak sıyrıldığı gibi.

Tam O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çıkacağı zaman -Siyer ve Menkıbe kitaplarına göre- öbürlerine uyku geliyor, mürgülemeye başlıyorlar. Ve Efendimiz de وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ diyor, çıkıyor oradan. Bir güzergâh takip ediyor, Sevr sultanlığına ulaşıyor. İradî olarak… O (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi iradesinin hakkını veriyor. Allah’ın dediğini diyor, Allah’ın gösterdiği yolda yürüyor, Allah’ın “Gir!” dediği yere giriyor. “Mağara” (Sevr mağarası) değil, “Sevr sultanlığı”; saraylarla değiştirmeyeceğiniz Sevr sultanlığı. O, birkaç saat mi, bir-iki gün mü, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bağrında misafir etmiş. Toprağını, gözünüze sürme diye çekseniz, değer!.. Hani, “O Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır” diyor ya!.. Evet, o Sevr’in, o Sevir sultanlığının bir avuç toprağı, bu Kıtmîr’in gözüne tûtiyâdır.

Sevr sultanlığı… Şimdi oraya gittiler. Allah (celle celâluhu) -adeta, hadiselerin diliyle- buyurdu ki: “Siz, şart-ı adi planında iradenin hakkını verdiniz. Şimdi bakın, Ben o serserileri/haydutları nasıl geriye çevireceğim!..” Birden bire örümcek çıkıyor oradan. O anda, seri, “Benim işim bu, vazifem bu!” diyor; bir örümcek ağı örüyor ki, âdetâ baksalar, örümcek ağının arkasını göremeyecek şekilde. İki tane de güvercin geliyor, hemen oraya konuyor; biri bir tarafa, biri bir tarafa konuyor. Müşrikler geliyorlar, izi oraya kadar sürmüşler. İz sürmekte çok şeytandırlar; aynen günümüzün SS’leri gibi; nerede saklanırsanız, gelir bulurlar. Oraya kadar iz sürmüş, gelmişler; fakat orada Cenâb-ı Hakk’ın takdirine çarpıyor, tersyüz oluyorlar. Bakıyorlar, birbirlerine, “Allah, Allah! Bu örümcek ağı, senelerce evvel örülmüşe benziyor. İçeride insan olsa, güvercinlerin işi ne burada?!. Burada değil O (sallallâhu aleyhi ve sellem), demek başka yerde!” diyorlar. Orada da Allah (celle celâluhu) koruyor, himaye buyuruyor. Evet, وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا “Öyle yollar, öyle yöntemler önlerine koyarım ki; onlar patikada yürüyorken, birden bire bir şehrâhta yürüyor gibi olurlar.” Kendilerine tahsis edilmiş bir şeritte yürürler, ne trafik olur, ne trafik polisi karşılarına çıkar, ne de SS’ler ile karşılaşırlar.

   Zalimler bir sızıntının önünü kesmiş olsalar bile, Allah, aktif sabırla mücâhedeye devam eden Hizmet gönüllülerine çağlayanlar lütfedecektir.

Diğer ayete dönelim: ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا Sonra, mücâhede ederler. O esnada belli şeylere maruz kalacaklardır ama dişlerini sıkar onlara da sabrederler. Sabır, sizin terminolojinizde “aktif sabır”dır; kıpırdanma sabrıdır, durağan sabır değil. Durağanlığa girdiğiniz zaman, fizikteki atalet kanununda olduğu gibi, sağa-sola savrulursunuz; hareket edeceksiniz ki, dağılmayasınız.

Aktif sabır… Tamam, bunlar, bela, musibet ve Allah’ın şerirleri olarak üzerimize geldiler; salya ata ata, diş göstere göstere geldiler. Pekâlâ, bu konum itibarıyla ne yapılabilir burada? Şimdi ne yapabiliriz? Dün, yollar açık iken, her taraf şehrâh iken, her tarafta vaz’ edilmiş hüsnü kabul ile karşılaşırken, herkes sinesini bize açar ve bizleri kucaklarken -doğru- rahat yürüyorduk. Gittiğimiz her yerde de -bir yönüyle- “nur ocakları” açıyorduk; ışıksız mumları tutuşturuyorduk; âlemin gözünü açıyorduk Allah’ın izniyle. Fakat şimdi hâin bir kısım nefesler, o mumları söndürmeye durdu. Şimdi ne yapacağız burada? O zaman kolektif şuura, meşverete müracaat ederek, “Bu konjonktürde, bu şartlar altında, şu anda, böyle bir zamanda, şu yapılabilir.” diyecek ve onu yapacağız.

Yaptığınız bir şey ile sonuç alıyorsanız, “Yahu demek ki oluyormuş!” dersiniz; birden bire o, sizin için işleyen bir şehrâh haline gelir. “Yahu şöyle bir şey de var, yahu şöyle bir şey de var!” Nasıl değişik ses ve soluğu Kapadokya’ya ulaştırmak için belli kanalları deniyorsunuz; onu tıkıyorlar, sonra ızdırarların, ızdırapların, derince düşünmelerin sayesinde alternatif yollar oluşturuyorsunuz. “Yahu şu yol da olabilir!” diyorsunuz, bir başka yolla ulaşıyorsunuz, ulaşabildiğinize. Belki eskiden insanların yüzde kırkına, yüzde ellisine, yüzde altmışına ulaşıyordunuz…

Ama hep öyle başladı. Sızıntı, ilk basıldığı zaman, üç bin mi, dört bin mi basıldı. Fakat bir gün geldi, on beş, yirmi sene sonra sekiz yüz bine ulaştı. Kendi mevzuu/konumu itibarıyla belki dünyada o seviyeye ulaşan ilk mecmuadır. Ee o zaman… “Yahu madem o zaman üç bin ile, beş bin ile başladık.. madem aka aka göl olur.. sonra daha akar, derya olur.. sonra daha akar, o derya tebahhur eder, bulutlar haline gelir.. sonra rahmet olur yerin bağrına yağar.. sonra çaylar haline gelir, çağlar.. sonra yeniden deryanın bağrına akar!.. Öyleyse, madem böyle çağlayana doğru gidiyor, en iyisi biz şimdi bir “Çağlayan” çıkaralım; aynı duygu ve düşüncelerimizi bu defa onun sayfalarına saçalım!” Onlar minik bir Sızıntı’nın önünü aldılar; fakat Çağlayan ile karşı karşıya kaldıkları zaman, o uzun dillerini yutacaklar, kuyruklarını da kısacaklar.

Evet, وَصَبَرُوا beyanından hareketle, “aktif sabır”dan geçtik buraya. ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “…Ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafûrdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110) Burada bir hususa da işaret ediliyor: Bir yönüyle, bazıları az yamuk-yumuk davranabilir, gevşekliğe düşebilirler. Fakat onlar da ümitlerini yitirmesinler!.. Bütün bunlardan sonra unutmasınlar ki, إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Yine “lâm-ı te’kid” ile, “Allah, mutlaka günahları çok iyi yarlıgayandır ve aynı zamanda Rahîm’dir!” Rahîm, büyük ölçüde ahirete bakar; رَحْمَنُ الدُّنْيَا وَرَحِيمُ اْلآخِرَةِ denir. Fakat her ikisinin de dünyaya bakan yanı da, ahirete bakan yanı da var.

Belki ayetlerin manaları, bize hatırlamamız gereken şeyleri hatırlatıyor. Bu açıdan, ayetlerin meali bana diyecek şey bırakmadı. Evet, ben de diyeceklerimi, onlara, Allah’ın kelamına, mübarek beyanına emanet etmek istiyorum.

Liyakat ve İstihkak

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İman hizmetinin gerektirdiği sorumluluk ve liyakati ortaya koyamayanların âdet-i ilâhiye açısından dairenin dışına itilmeye müstahak hâle geldikleri ifade ediliyor. Bu kötü akıbete müstahak olmamak, diğer taraftan liyakat sahibi olabilmek için gerekli vasıfları izah eder misiniz?

Cevap: Liyakat, insanın üzerine aldığı vazifeye ehil olması ve o işi hakkıyla yerine getirmesi; istihkak ise, insanın yaptığı olumsuz ve kötü işlerden dolayı cezayı hak etmesi ve buna maruz kalması demektir. Fakat hemen ifade edelim ki, insan liyakat sahibi olsa da, Cenâb-ı Hakk’ın fazl u rahmeti herkes için ve her zaman çok önemlidir. Bu açıdan yüksek istidat ve kabiliyetlere sahip olan insanlar, üzerlerine aldıkları vazifeye layık olduklarını ortaya koysalar bile, yine de onların bu muvaffakiyetlerinde fazl-ı ilâhî esastır. Bununla birlikte meseleye âdet-i ilâhiye açısından bakıldığında liyakatin, çok önemli kazanımların vesilesi, istihkakın ise bunların kesilmesinin önemli bir sebebi olduğu görülür.

Nifak Şebekeleri ve İstihkak

Öteden beri ehl-i dalâlet ve nifak şebekeleri, inanmış gönüller tarafından tesis edilen bir kısım olumlu ve faydalı hizmetleri tersyüz etmek için hemen her dönemde akla hayale gelmedik değişik komplolar kurmuş, entrikalar çevirmişlerdir. Bu komplo ve entrikalarda sadece zaman ve şartlara göre değişen renk ve desen farklılığı vardır. Hatta aynı nifak şebekesi, belli bir dönemde kullandığı argümanla hâl-i hazırda arzu ettiği neticeye ulaşamayacağını anladığında, bu sefer daha başka argümanlar geliştirmiş ve bu argümanlarla bu hayırlı faaliyetlerin önünü kesmeye çalışmıştır.

İşte bu nifak şebekelerinin maksatlarına ulaşıp ulaşamayacakları biraz da mefkûre yolcularının bulundukları konumun hakkını verip vermediklerine, sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine ve bu konuda ortaya koydukları liyakate bağlıdır. Eğer onlar emanette emin emanetçiler olarak vazifelerini layıkıyla yerine getiriyor ve birer uyûn-u sâhire (uyanık gözler) olarak değişik menfezlerden, boşluklardan gelebilecek tehlikelere karşı vazifelerini) hakkıyla ifa ediyorlarsa Allah, nifak ehlinin bu tuzaklarını boşa çıkaracaktır. Ama eğer onlar liyakat keyfiyetinde sürekli kan kaybı yaşıyor, renk atıyor ve matlaşıyorlarsa -hafizanallah- o ölçüde istihkaka doğru kayıyorlar demektir. İstihkak gerçekleştiğinde ise Allah o emaneti alır ve onu emanette emin kimselere verir. Bu açıdan iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar, kendilerine kurulan komplolardan salim olmak ve bulundukları konumu muhafaza etmek istiyorlarsa, durdukları yerin hakkını vermeli ve sürekli liyakat peşinde koşmalıdırlar.

Liyakatin Önemli Bir Şartı: Yenilenme Cehdi

Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bazı âyet-i kerimelerden yola çıkarak liyakate vesile ve istihkaka sebep olan vasıfların neler olduğunu anlayabiliriz. Mesela Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:

إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ

“Eğer isterse sizi götürür ve cedid (yeni) bir kavim getirir.” (İbrahim sûresi, 14/19; Fâtır sûresi, 35/16) Burada seçilen “cedid” kelimesinden anlaşılıyor ki Allah yoluna omuz veren insanlar, duydukları her şeyi taptaze, gökten inen semavî bir sofra veya turfanda bir Cennet hurması gibi duymalıdır. Evet, onlar, Kur’ân âyetlerini ağızlarına alıp okumaya başladıklarında, henüz o an inmiş gibi, şimdiye kadar duyduklarının çok ötesinde bir zevk ve lezzetle kendilerinden geçmelidir. Aynı şekilde onlar, içinde bulundukları çağı çok iyi okumalı ve Müslümanlığa hizmeti de kendi yeniliği içinde yapmalıdırlar. Hatta onların ruhî hayatları da bu yenilikten payını almalıdır. Zaman akıp gitse, yıllar geçse bile onlar ülfet ve ünsiyete yenik düşmemeli, eskimemeli ve partallaşmamalıdır. Çünkü “cedid” olma, liyakatin olmazsa olmaz bir vasfı olduğundan, eğer bir topluluk bu özelliğini kaybederse, değiştirilmeye müstahak hâle gelir demektir.

Hizmet Mürtedlerinin Akıbeti

Konuyla alakalı üzerinde durulması gereken bir başka ilahi beyan ise Mâide Sûre-i Celîlesi’nde yer alan şu âyettir:

يَۤا أَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُۤ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَ اللهُ وَاسِعٌ عَليمٌ

Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide sûresi, 5/54)

Âyet-i kerimede öncelikle “irtidat” tehlikesine dikkat çekilmektedir. İrtidat, bir insanın içinde bulunduğu önemli konumdan sıyrılıp tekrar geldiği yere dönmesi demektir. Böyle bir kişiye mürted denilir. Mürted denildiğinde ilk akla gelen ise itikadî mürteddir. Böyle biri İslâm dinini bırakıp gerisin geriye döndüğünden küfre düşmüş olur. Bunun yanında bir de dine hizmet mürtedleri vardır. Bunlar bir mefkûreye, belli bir dönem gönül vermiş olsalar da, bir müddet sonra sinek kanadı kadar küçük şeylere takılır kalır; kalır da hizmet aşk u şevkini, eski heyecan ve aktivitesini kaybeder ve ardından da içinde bulunduğu dairenin dışına çıkarlar. Esasında bu tür insanlar genelde bütün işlerin kendi heva ve heveslerine göre yapılmasını isteyen, böyle olmadığını gördüğünde bulundukları yerde ihtilâf ve iftirakların oluşmasına sebebiyet veren ve bunun neticesinde de gerisin geriye dönen akılzede ve kalbzede bir kısım zavallılardır.

Cenâb-ı Hak bu tür insanları önce şefkat tokadıyla uyarır fakat onlar ihtilâf ve iftirak ateşini körüklemeye devam ederse bu sefer nıkmet tokadına müstahak hâle gelirler. Bunun üzerine de Allah (celle celâluhû) “Madem siz ihtilâf ve iftiraktan medet umar hâle geldiniz, Ben de sizi götürüp birlik ve beraberliği esas alanları, vifak ve ittifak ruhuyla hareket edenleri getireceğim.” diyerek onların bulundukları alanı başkalarına bırakır. Bu açından din-i mübin-i İslâm’a hizmet etmeye dilbeste olmuş mü’minlerin hizmet mürtedi olmaktan çok endişe duymaları ve böyle bir duruma düşmemeleri adına pek çok şahsî haklarından feragatte bulunabilmeleri gerekir. İşte bu bir liyakat arayışı olduğu gibi aynı zamanda kötü akıbete müstahak olmaktan da sıyrılma yol ve yöntemidir.

Liyakatin Esası Allah Sevgisi

Âyette Allah (celle celâluhû) فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ Allah öyle bir kavim getirecek ki,” ifadesiyle konumunun hakkını vermeyen insanların yerine başka bir topluluk getireceğini ifade buyuruyor. Bilindiği üzere fiilin başında gelen “sevfe” edatı, uzak geleceğe işaret eder. Bunun anlamı şudur: Cenâb-ı Hak, iman eden insanları yapmış oldukları bir kısım olumsuzluklardan dolayı hemen cezalandırmaz. Onların imanlarına bir değer atfettiğinden ötürü, öncelikle onlara mehil üstüne mehil verir. Eğer onlar hata ve yanlışlarında ısrar ederlerse, bu defa Allah onları götürerek yerlerine başka bir kavim getirir. قَوْمٍ kelimesinin nekre olmasından, bu kavmin hem meçhul bir topluluk, hem de kıymet-i harbiyesi yüksek bir topluluk olduğunu anlıyoruz.

Evet, o topluluğun şanı o kadar yücedir ki, siz bunu tasavvur ve tahayyül edemezsiniz. Bununla birlikte âyet-i kerime diyor ki, onları tanımanız için size bir kısım ipuçları vereyim: يُحِبُّهُمْ Allah (celle celâluhû), kıymetini ihata edemeyeceğiniz kadar belirsiz olan o kavmi sever.” Yani şanına yakışır şekilde, rahmetinin enginliği ve muhabbetinin vüs’ati nispetinde onlara teveccüh eder ve sevmenin lazımını onlara ihsan eder. Daha sonra bu ilâhî sevgi onların kalblerinde Allah sevgisine inkılâb eder ve وَيُحِبُّونَهُ Onlar da Allah’ı severler.” Bu fiil “if’al” bâbında gelmiştir. Bilindiği üzere bu bâbın ifade ettiği mânâlardan birisi de kesrettir. Bu açıdan şöyle denilebilir: “Onlar da Allah’ı delice severler.”

Âyetin devamında  أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ buyrulmaktadır. Yani onlar, mü’minlere karşı “zillet” denecek ölçüde tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmişlerdir. Fakat yanlış anlaşılmasın, onların bu tevazuu kesinlikle aşağılık kompleksi değildir. Çünkü onlar أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ Kendi değerlerine sımsıkı bağlı olduklarından o değerleri inkâr edenlere karşı fevkalâde aziz ve onurludurlar.” Yani onlar, kibir, gurur, zulüm, bakış açısındaki inhiraf yüzünden veya âbâ u ecdadına intisabını ileri sürmek suretiyle inkâra saplananlar karşısında el etek öpmezler, Yine onlar, mü’minlerin ortaya koyduğu mesajlara karşı kat’î tavır alan muannit ve mütemerritler karşısında asla bel kırmaz, boyun bükmez, temennada bulunmaz, el ve etek öpmezler.

Allah Uğrunda Mücadele Ruhu

Onların diğer bir vasıfları da يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ Allah yolunda mücahede  ederler.” ifadesiyle anlatılmıştır ki, bunun mânâsı da Allah yolunda mücadele etmektir. Mücahedenin keyfiyet ve kapsamı çok geniştir. Tarifler çerçevesinde mücahede; insanlarla Allah arasındaki, imana mâni olan nefsanî, cismanî ve hayvanî bir kısım engellerin bertaraf edilip kalblerin Allah’la buluşmasının sağlanmasıdır. Bu tarife göre, çağın hayat felsefesi, idrak ve ilim seviyesi nazar-ı itibara alınarak ve buna uygun argümanlar kullanılarak insanlara el uzatılmalı; zulüm, kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları taklit gibi Allah’la insanlar arasındaki engeller de bertaraf edilmelidir.

Mücahedenin diğer bir şekli ise, dur-durak bilmeden emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğü engellemeye çalışma) vazifesini yerine getirmektir. Gerek cami kürsülerinde, gerek konferans salonlarında, gerek seminerlerde, gerek meclis kürsülerinde ve gerekse mekteplerde, her nerede size hak ve hakikate tercüman olma imkânı verilirse orada hak ve hakikati dile getirmektir.

Fakat bir gün gelir de, düşmanlığa kilitli mütecavizler -değişik zamanlarda olduğu gibi- kapınıza dayanır, ülkenize saldırır, ırz ve namusunuza göz diker ve sizi ayaklar altına almaya çalışırlarsa, elbette o zaman mücadelenin şekli değişecektir. Bu durumda kınına girmiş maddî kılıç kınından sıyrılıp devreye girecek ve Çanakkale’de, Sırpsındığı’nda, Yemen’de, Bingazi’de olduğu gibi yeniden cepheye koşulacak ve orada verilmesi gereken mücadelenin hakkı verilecektir. Tabii ki milletçe yapılacak böyle bir mücadele de ancak devletin karar vermesiyle ve onun gözetiminde yapılabilir. Bu da cihadın maddî türlerinden bir türüdür. Fakat çok yerde ifade ettiğimiz hakikati bir kez daha ifade etmek gerekirse, “cihad” denildiğinde mücahedenin sadece bir yönünü teşkil eden maddî cihadın türlerinden biri olan “sıcak savaş”ın anlaşılması kesinlikle doğru değildir. Çünkü hak ve hakikatin insanlarla buluşturulması adına veya zulüm ve haksızlıkları engelleme adına mücadele ve mücahedenin pek çok değişik şekli vardır. Ayrıca “fîsebilillâh/Allah yolunda Allah için” kaydının da ifade ettiği üzere yapılacak eylem tamamen ve halisen Allah için olmalı; Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ortaya koyduğu kural ve disiplinler gözetilerek hakperestçe yapılmalı; asla cihad kılıfıyla şahıs veya grup menfaati ya da gazabı uğruna hareket edilmemelidir.

Hâsılı, Cenâb-ı Hak, her ne şekliyle olursa olsun burada يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ buyurmak suretiyle umumî mânâda Allah yolunda mücadele etmeyi, İslâm dinine sahip çıkan insanların önemli bir vasfı, liyakatin de önemli bir esası olarak zikretmiştir.

Kınayanın Kınamasından Korkmama

Âyet-i kerimede son olarak وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ Kınayanın kınamasından korkmazlar. buyrulmak suretiyle ilâ-i kelimetullah ve ruh-u revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması için mücadele eden insanların, başkalarının kınamasından da korkmayacakları ifade ediliyor. Evet, mefkûre yolcuları, hayatı, yaşadıkları dünyadan ibaret gören ve onun keyfini sürmek isteyen insanlar tarafından her zaman kınanabilirler. Mesela onlar, hizmet yolcularına “Bu dünyanın tadını çıkarmak varken ne diye kendinize hayatı zehir ediyorsunuz? Niye ehl-i dalâlet ve ehl-i dünyayı tahrik edip arkanıza takıyorsunuz?” şeklinde güya akıl verebilirler.  Maalesef her dönemde, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin şehbal açmasından rahatsız olan insanlar olmuştur. Fakat iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar vazifelerini yaparken başkalarının haksızca kınamalarına aldırış etmezler, tehditler karşısında korkup geri durmazlar, hak bildikleri yolda önlerine çıkan engellere takılıp kalmadan hep yürürler.

İstihdam Allah’ın Fazl u İhsanı

Âyetin sonunda, ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. buyrulmak suretiyle, bütün bu vasıfların çok önemli olduğu ve onları Allah’ın herkese değil, dilediği seçkin kullarına vereceği ifade ediliyor. Yani Allah (celle celâluhû) sırf unvan ve kariyer için doktora yapan, post-doktora yapan, post-der-post-doktora yapan hatta mük’ab doktoralar yapan insanlara değil, gönlünü Allah’a vermiş samimî mü’minlere hizmet etmeyi nasip etmiştir/edecektir. Bakıyorsunuz bir dönemde şarkın yalçın kayaları arasından bir zat çıkıyor, altı ay veya bir sene gibi kısa bir süre medrese eğitimi görüyor ve ardından dini, diyaneti ve Kur’ân’ı anlatma adına insanlığa bir ders veriyor ve düşüncede yeniliğe giden kapıları aralıyor. Ama o, böyle bir misyonu eda ederken, hiçbir zaman iddiada bulunmuyor ve bütün bunları sadece Allah’ın fazl u ihsanına bağlıyor. İşte âyetin sonundaki ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ “İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. fezlekesi liyakatin bir başka olmazsa olmaz vasfını ifade ediyor ki, o da; hiçbir zaman iddialı olmamak, hangi büyük vazife eda edilirse edilsin bütün bunları hep Allah’ın fazl u ihsanı olarak bilmektir.