Posts Tagged ‘mukabele-i bi’l-misil’

Bamteli: RAMAZAN’LA KURTULUŞ VE ŞİDDETE KARŞI DURUŞ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.”

(Bir hadis-i şerifte anlatılır: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkarken birinci basamakta “Âmin!” dedi. İkinci basamakta yine “Âmin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “Âmin!” dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz “Bu sefer Senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa ‘Âmin’ dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!’ dedi, ben de ‘Âmin!’ dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazan’a yetişmiş, Ramazan’ı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim.”)

“Ramazan’ı idrak ettiği halde, afv u mağfirete liyakat kazanamamış kimseye yazıklar olsun, burnu sürtülsün onun!” deniyor. Üç hususu söylediği yerlerde bir tanesi de budur, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Burnun yere sürtülmesi” mevzuu, “Hakarete maruz kalsın!” yerinde bir idyum olarak kullanılıyor; “Allah, belasını versin! Allah, kahretsin!” değil. Bunlar ve “Yerin dibine batsın! Canı cehenneme!” gibi cümleler bizim kullandığımız ifadeler; bu şekilde anlamamak lazım onu. Secdede zaten burnumuz yere sürünüyor bizim. “Burnu böyle yere sürtülsün onun!” sözünde de bir kere meseleye öyle bakmak lazım.

Şimdi Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları mağfiret adına lütfettiği bir fırsat ayıdır. O Ramazan-ı şerifte, oruç, aç durma, ayrı bir fırsattır; Allah (celle celâluhu) sizin günahlardan arınmanıza -bir yönüyle- o işi bir sebep kılıyor, bir vesile kılıyor; onunla günahlardan arınıyorsunuz. Aç duruyorsunuz; aç durmak suretiyle sabrediyorsunuz, sabrın mükâfatını görüyorsunuz. İ’tiyatlardan (alışkanlıklardan) uzaklaşmanız adına gayret gösteriyor, o mevzuda ayrı bir sevap kazanıyorsunuz. Yiyecek-içecek bir şey bulamayan insanları düşündüğünüzden dolayı ayrıca sevap kazanıyorsunuz; siz, onları düşünüyorsunuz, “Bu aç insanlar…” diyorsunuz. Hani kermes yapanlar, birileri için kermes yapıyorlar… Dolayısıyla, “Demek ki hakikaten açlık, susuzluk böyle bir şeymiş!” filan diye, o düşünmeyle de ayrı bir sevap kazanıyorsunuz.

Zaman dilimi olarak Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere rahmet ile teveccüh buyurduğu bir ay olması itibariyle, Allah, ondaki “bir”lerinizi “yüz” yapabilir, “bin” yapabilir, “on bin” de yapabilir. Hâlis bir niyetle Ramazan-ı şerife girilirse, orucu tutulursa, Terâvîhi kılınırsa, sahura kalkılırsa ve ağza-göze de sâhip olunarak bu ay iyi değerlendirilirse…

Bunu da yine Kendileri (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyorlar: رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَالْعَطَشُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluk, yanlarına kâr kalmıştır! Nice ayakta duran insanlar da vardır ki, gece teheccüd adına, yanlarına sadece uykusuzluk ve yorgunluk kâr kalmıştır!”

Öyle değil; bir taraftan aç-susuz kalırken, bir diğer taraftan da elimizi-ayağımızı, gözümüzü-kulağımızı, dilimizi-dudağımızı kontrol altına almalıyız. Olumsuz bakmama, olumsuz şey söylememe, olumsuz şeylere kulak kabartmama, olumsuz şeylere el uzatmama, olumsuz şeylere doğru bir adım atmama… Bütün âzâ ve cevârihi -eskilerin ifadesiyle- “mâ hulika leh”inde, yani ne için yaratılmışsa o istikamette kullanma… Bu da orucu çok buutlandıran, ona derinlik üstüne derinlik kazandıran bir şey oluyor. Bütün âzâ ve cevârihine oruç tutturuyorsun; Ramazan böyle bir vesile/mevsim.

Şimdi bir insan bunların ne kadarını yapabiliyorsa, o kadar sevap kazanır. Bütününü yapıyorsa burada, enbiyâ-ı ızâmın arkasında yerini alır o insan; Hazreti Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (radıyallahu anhüm) kâfilesine katılır. Cenâb-ı Hak, öyle oruç tutmaya ve o dırahşan çehreli kâfileye veya Kamer-i Münîr’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesi olan o kâfileye katılmaya muvaffak eylesin bizleri!..

   Gerçek mü’min, rüzgârların muhalif estiği, tsunamilerin tsunamileri takip ettiği ve tepesinden aşağıya hakaretlerin yağdığı bir dönemde de meşru daire, istikamet ve ihsan çizgisinden asla ayrılmaz.

Burada -antrparantez- bir hususu arz edeyim: Arapçadan geçme bir Türk atasözü vardır: اِتَّقِ شَرَّ مَنْ أَحْسَنْتَ إِلَيْهِ “Kendisine iyilik yaptığın insanın şerrinden Allah’a sığın!” Çok eski yıllarda, bundan kırk sene evvel, heyecanların -bir yönüyle- üveyikler gibi kanatlandığı, değişik tersliklere karşı hemen tepki verme yaşında bulunduğum bir dönemde, ben bu tabiri hoş görmedim. Bu düşünce, insanlarda bir bedbinliğe sebebiyet verir, suizan kapılarını ardına kadar açar; insanlar hakkında hep suizan edersiniz. Değiştirdim ben o sözü: أَحْسِنْ إِلَى مَنِ اتَّقَيْتَ شَرَّهُ “Şerrinden endişe ettiğin kimseyi bir de iyiliklerinle yumuşatmayı dene!” Karakter icabı, sana kötülük yapmak isteyen insana, sen, iyilikte bulun!..

Ben, belki bu sözü söylerken, seyyidinâ Hazreti Mesih’in o mevzudaki mülahazasını bilmiyordum, duymamıştım ama sonra gördüm ki, şefkat âbidesi, merhamet âbidesi, mürüvvet âbidesi o İnsan (aleyhisselam) diyor ki: “Gerçek ihsan, sana iyilik yapana iyilikte bulunman değildir; ihsan, sana kötülük yapan insana iyilikte/ihsanda bulunmandır!” أَحْسِنْ إِلَى مَنِ اتَّقَيْتَ شَرَّهُ Sana doğru dilini uzatmış, salya atarak geliyor; dişini göstererek geliyor; seni ısırmak için geliyor. Sen onu yumuşaklıkla, bir insan gibi -diğer mahlûklar gibi değil, bir insan gibi; tasrih etmiyorum, bir insan gibi- mukabelede bulunmak suretiyle nasıl savacaksan, öyle savmaya bakacaksın!..

Hususiyle günümüzde, hiç olmayacak şeylerin -te’vîl, tefsir ve farklı tahşiyelerde bulunmak suretiyle- farklı zeminlere çekilmeye başlandığı veya öyle bir vetirenin yaşandığı bir dönemde, siz de aynı şekilde davranırsanız, musibeti ikileştirmiş olursunuz. Musibeti tek başına bırakmak suretiyle ise, doğurganlığını öldürürsünüz onun; musibet, musibet doğurmaz artık. Dolayısıyla kötülüğü, çirkin lafı, şenaati ve denâeti yalnız bırakmaya bakın!.. Onlara karşı, insanca davranın. Size diş göstererek, aynı zamanda ağzından salya akıtarak, pençesini göstererek üzerinize geliyor; siz onu, insanca bir tavır ile nasıl savacaksanız, öyle savmaya bakacaksınız.

Gerçek mü’min, rüzgârların muhalif estiği bir dönemde, her şeyi saçıp-savurduğu bir dönemde, tsunamilerin tsunamileri takip ettiği bir dönemde, tepesinden aşağıya hakaretlerin yağdığı bir dönemde bile istikamet çizgisinden ayrılmaz. Siz mesela, karıncaya basmamışsınız, bir arının ölümü karşısında -vakıayı anlatıyorum- ağlamışsınız… Böyle olmanıza rağmen, kalkar birileri size “Terörist!” der; bunu bir kısım müeyyidelerle, kânun şeklindeki derme-çatma şeylerle teyîd altına alır ve sonra da dünyanın değişik yerlerindeki onlara bağlı kimselere bunu duyururlar, ilan ederler. Sizin dilinizin ucuna kadar gelir: “Bize terörist diyenler ve onları taklit eden vandallar… Onlar da onlar kadar zırdelidir!” filan, dilinizin ucuna kadar geldi. Fakat bütün bunlar, basitliktir, seviyesizliktir, onların seviyesine düşme demektir. Her şeye rağmen, dudağınızın ucuna kadar geldi, bence, onu hapsedin, söylemeyin; musibeti ikileştirmeyin.

Haa bir musibet var; siz o musibet dalgaları içindesiniz veya musibetler sarmalı içindesiniz. İnsanca o işten sıyrılmanın yolları ne ise, kafa kafaya verin, düşünün, makul stratejiler, alternatif stratejiler üretmek suretiyle onun içinden insanca sıyrılmaya bakın!.. “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş, gönülsüz gerek!” diyor, bizim büyük dervişimiz Yunus Emre. Dövene elsiz; sövene dilsiz!.. “Terörist!” diyene dilsiz gerek!.. Sizi ayakları altına alıp ezene, dilsiz gerek!..

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle davrandı, Râşid halifeler de böyle davrandı; daha sonraki dönemlerde Emevîlerin içinde böyle davrananlar oldu, Abbasîlerin içinde böyle davrananlar oldu, Selçukluların ve Osmanlıların içinde de böyle davrananlar veya ona yakın davrananlar oldu. Öyle davrandılar; hep, kötülüğü iyilikle savdılar. Bu, ezberden değildi; onların dayanaksız içtihatları değildi.

   Kine kilitli bazı kimseler, şiddete girmeme ve zulme karşı aynıyla mukabelede bulunmama konusunda yeminli Hizmet sevdalılarını tahrik etmek için her türlü şeytanlığı yapıyorlar; fakat onlar öldürülseler bile kötülüğe kötülükle karşılık vermeyecek ve asla şiddete yönelmeyeceklerdir.

Kur’an-ı Kerim buyuruyor: وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki, seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34) “İyilik ve kötülük denk değildir, birbirine müsâvî değildir.” diyor Kur’an-ı Kerim. وَلاَ تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ “Biri, sana saldırıda bulunduysa, sen bir iyilikle sav onu!” diyor. بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ Ee ne olur sonra. فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “Senin ile kendisi arasında düşmanlık olan kimse, bakarsınız ki, birden bire dost olmuş, o senin “velî-i hamîm”in (candan, yürekten, sımsıcak dostun) haline gelmiş.”

Evet, aksine aynı kötülükle mukabelede bulunduğunuz zaman, kötülük izdivacına kalkmış olursunuz. Kötülüğe kötülükle mukabelede bulunduğunuz zaman, kötülükleri evlendirmiş olursunuz; tabiplerin tabiriyle diyeyim, bu defa kötülükler “fâsid daire”sine sebebiyet vermiş olursunuz. Şimdilerde yalın Türkçe ile ifade ederken, “kısır döngü” diyorlar; kötülükler kısır döngüsüne sebebiyet vermiş olursunuz. Bence, yalnız bırakın, yalnız kalsın!.. Yalnızlığı ile bir gün -belki- dönüp sizin yanınıza gelecek, belki pişmanlık duyacak orada…

Bu açıdan, genel karakterimiz bu; ben sizin bu mevzudaki karakterinize tercüman olmaya çalışıyorum, ruh hâletim itibariyle. Karınca basmaz efendilersiniz sizler.. bir arının ölümü karşısında ağlayan insanlarsınız sizler.. yetmiş sene evvel bir akrebin deliğine su döktüğünüzden dolayı, yetmiş sene sonra onu bir cinayet gibi hatırlayınca, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Binlerce estağfirullah yâ Rabbi, bir cana kıydım ben orada, bir cana kıydım!” diyen insanlarsınız sizler!.. Siz, busunuz; bu karakterinizden taviz vermemeye bakacaksınız.

Ve büyük ölçüde bu imtihanı arkadaşlarınız ile kazandınız. Alın teriyle kazandığınız, ortaya koyduğunuz malınıza, mülkünüze el konduğunda, müesseselerinize el konduğunda, birer şakî, birer âsî gibi muameleye maruz kaldığınızda, değil birine yumruk vurmak, o esnada parmaklarınızı bile kıvırmadınız, bükmediniz onu tehdit manasına, böyle (yumruk sıkar gibi) bile davranmadınız. Ben, öyle gördüm, arkadaşların tavrını; öyle gördüm.

Ama birilerinin karakteri öyle değilmiş… Kendilerinin yaptığı gibi bazı şeyler yapılabilecekmiş, şimdiye kadar neden yapılmamış?!. “Ne yapmalı da acaba onu yaptırtmalı? Ne yapmalı ki… Bağırlarına mızrak mı saplayacaksın, bunları yağma kurşuna mı tâbi tutacaksın?!.”

Evet, antrparantez ifade edeyim; buna bile maruz kalındığı zaman mukabele edilmemeli bugün. Esasen “usûl-i hamse” açısından -“Usûlüddin kitaplarında, usul-i Fıkıh kitaplarında anlatıldığı üzere- beş şeyin korunması haktır. (İslâm âlimleri, din ve dünya işlerinin nizam ve intizamı için zaruri olan hususları din, can, akıl, nesil ve malın muhafazası şeklinde beş maddede özetlemişlerdir. Daha doğru olarak “mesâlih-i hamse” diyebileceğimiz bu esaslar genelde “usûl-i hamse” tabiriyle anılmaktadır) İnsan, o mevzuda müdafaa etme hakkına sahiptir. Bazı hukukçular, buna “hürriyet”i ilave etmek suretiyle, “usûl-i sitte” diyorlar, “altı tane temel/esas”. Bu mevzuda müdafaa yapılır ve bu mevzuda insan, ölürse, şehit olur. Fakat günümüz çok hassas olduğundan dolayı -bence- bu türlü şeylerde, varsın bir cana kıysınlar, mukabelede bulunmamak lazım. “Mukabele-i bi’l-misil” kâide-i zâlimânedir. Bu, sizin düşünce dünyanıza mimarlık yapan insanın mülahazasıdır. “Mukâbele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesi” diyor; kötülüğün aynısıyla birine mukabelede bulunmaya, “zalimce bir tavır, bir davranış” diyor.

   Kur’an-ı Kerim’de ilahî maksatları izlemek ve Efendimiz’in gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir; bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır; Ramazan mukabelesi bu gayeye matuf yapılmalıdır.

Ramazan-ı şerif bahsine dönelim: Bu mübarek ayda, bir, oruç tutuyoruz; iki, toplumumuzda âdet olmuş, mukabele yapıyoruz. Esasen, Kur’ân-ı Kerim’le meşguliyet bir aya münhasır olmamalı. Selef-i sâlihîne bakılınca görülüyor ki, onların Kur’ân’la irtibatı öyle Ramazan-ı Şerif’e münhasır değildi. Esasen, kütüb-i fıkhiyede de ifade ediliyor bu mesele; üç günde bir Kur’an-ı Kerimi hatmetme meselesi var, her gün hatmetme meselesi var. Her gün hatmetme epey zor, onun için on beş saat ayırmanız lazım. Her cüze yarım saat ayıracaksınız; hele doğru okuyorsanız, kırk dakika ister her bir cüz. Doğru, Hadr tarikiyle okursanız şayet… (Kur’an okuma hususunda tertîl, tedvir ve hadr olmak üzere üç usulden bahsedilir; hadr, medleri daha az uzatıp diğerlerine göre daha hızlı ama düzgün okumaktır.) Zannediyorum yarım saatte bir cüz biter; dolayısıyla otuz cüz, on beş saat ister. Onlar onu nasıl yapıyorlarmış?!.

Zannediyorum bast-ı zamana mazharlarmış. Bazı veliler, bast-ı zamandan bahsediyorlar. Bazı belki sıradan insanlar bile, bast-ı zamandan bahsederken, diyorlar ki: “Kırk rekât namaz kıldım, saat önümdeydi, baktım, sadece beş dakika geçmiş.” Allahu a’lem, “Bir gecede, sadece bir akşamda Kur’an-ı Kerim’i hatmettim!” diyor adam. İşte hadis ricâli içinde görüyoruz bunları. Evet, tanıdığımız insanlardan birisi, yine bana en yakın olanlardan birisinin şehadetiyle, üç günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmediyordu. Demek ki her gün on cüz okuyordu, Kur’an-ı Kerimden.

Şimdi, keşke manasını bilerek okusa!.. Cenâb-ı Hak’tan bize gelmiş bir mesaj. “İlahî mesaj, ne diyor; Allah, benden ne istiyor?” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e inmiş gibi değil de herkes kendisine inmiş gibi okumalı. Evet, O’na inmiş ama aynı zamanda bana da inmiş gibi; o mülahaza ile okuma. Bu, biraz manayı bilmeye vâbeste. Fakat bizde öyle okunmadığından dolayı, mukabeleler âdettir bizim câmilerde; yani, ibadet edâlı bir âdettir câmilerde onu öyle karşılıklı mukabeleli okuma, birinin okuyup diğerlerinin dinlemesi. “Ne diyor Cenâb-ı Hak onun içinde?” Onu hiç merak etme meselesi söz konusu değil.

Evet, selef-i sâlihîn Kur’an-ı Kerim’i lâakall (en azından) on beş günde bir hatmetmişler. “Otuz gün” diyen, ben görmedim. Fakat en azından otuz günde bir; yani, her gün bir cüz okumak suretiyle otuz günde bir hatim yapmalı, lâakall. Allah’ın Kelamı’nı, bu kadar zaman içinde tekrar etmeli, hatmi lâakall bir ay içine sığıştırmalı.

Burada antrparantez bir hususu daha ifade edeyim: Diğer mezheplerin nokta-i nazarlarına muttali değilim; fakat Hanefi fukahasınca, icmâ’a yakın şekliyle, “Namaz kılarken, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumak, namazı bozar!” deniyor. İmam Ebu Yusuf hazretleri, istisnaî olarak, diyor ki: “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.” İmam Ebu Yusuf, çok önemli bir şahsiyet; Abbasî döneminde Şeyhülislamlık da yapmış bir insan. Ve “Kitâbu’l-Harâc”ı yazmış; o dönemde devlet adına çok önemli bir kitap o da. O zat, “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.” diyor.

Günde kıldığımız namazların şu kadarı da nafiledir; şu kadarı farz, şu kadarı nafiledir. Şu rahle gibi -Burada da var mı? Şu rahle gibi.- bir rahle üzerine koyarak, Mushaf’ı önümüzde bulundurup nafile namazlarda ona bakarak okuyabiliriz. İçinizde hafızlar var ise, hafızsanız onu sadece -bir yönüyle- fâtih olarak kullanırsınız, yani takıldığınız yerlerde göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılarsınız ve tıkanıklığı açarsınız, onunla by-pass yaparsınız. Diğerleri, bütün bütün bakarak okuyabilirler. Fakîr, burada en azından nafile namazlarda Kur’an’ın hatmedilmesini diliyorum. Allah aşkına, hiç olmazsa her ay Kur’an-ı Kerim’i öyle hatmetseniz; işte senede on iki defa hatmetmiş olacaksınız. Allah Kelamı… Bu da ayrı bir mesele… Keşke!..

Senede sadece bir Ramazan-ı şerifte, bir kere Kur’an-ı Kerim’i hatmediyoruz. Allah’ın Kelamı’na değer vermemiz, işte o kadar bizim!.. Onu da hafife almamak lazım; niyetlerin hulûsuna göre Cenâb-ı Hak, onu da katlayarak geriye döndürebilir. Ama bari o hatmi makâsıd-ı İlahî’yi Kur’an’da görme adına iyi değerlendirsek!.. Daha evvel de âcizâne arz ettiğim gibi, keşke mü’minler, bir günün üç faslında ayrı ayrı o Kur’an-ı Kerim’i okusalar; sonra da açıklamalı bir meal ile manasına baksalar. Allame Hamdi Yazır’ın tefsiriyle değil, Râzî’nin tefsiriyle değil, Ebu’s-Suud’un tefsiriyle değil. Bunlardan biriyle okumak, çok uzun zaman alır. Ama açıklamalı, tek cilt içine sıkıştırılmış veya iki cilt içine sıkıştırılmış bir meal ile bu yapılabilir. Bir sayfa Kur’an-ı Kerim okurken, bir sayfa da onun mealini okumak suretiyle; bir öğlen faslında, bir ikindi faslında, bir de Terâvîhten önce yarım saat. Zannediyorum üç fasılda okunduğu zaman da bir cüz okunmuş olur; meali ile beraber, açıklamalı meali ile beraber bir cüz okunmuş olur. Senede bir hatim yapıyorsak, hiç olmazsa yüzümüze-gözümüze bulaştırmadan, bu ölçüde yapalım. Cenâb-ı Hakk’ın makâsıd-ı Sübhâniyesi nedir o Kur’an-ı Kerim’de? Bizden ne istiyor? Onları görme adına, onlara muttali olma adına hiç olmazsa o kadar bir cehd ortaya koymalı ve Kur’an-ı Kerim’le haşir neşir olmalıyız.

   Terâvîh namazı, sünnet-i müekkededir; orucun değil Ramazan ayının ve vaktin sünnetidir. Onun için, hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar için de Terâvîh namazını kılmak sünnettir.

Evet, Ramazan’da bir oruç, ikincisi Kur’an-ı Kerim, üçüncü olarak da Terâvîh… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru, iki defa cemaate Terâvîh kıldırdı. Fakat böyle cemaatin derlenip toparlanması, biraz zor olur. Bir yönüyle bu, “tekâlif-i mâlâyutâk” (insana gücünün yetmeyeceği işleri yükleme) sayılabilir. “Teklif-i mâlâyutâk” var ya: لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez.” (Bakara, 2/286) Başkalarına zor gelir, özellikle işi-gücü olanlara. Bağ ve bahçeleri var, tımar ediyorlar; bir de akşam gelip yirmi rekât Terâvîh namazı kılmada zorlanabilirler. “Herkes kendi kendilerine müsait bir vakitte evinde kılsın!” mülahazasıyla… Bu meseleyi, Kendi (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarındaki bir mesnede, bir blokaja dayandırabiliriz: يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا، وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; tebşir edin, nefret ettirmeyin, insanları kaçırmayın!” Tavzih için arz ediyorum: Şefkat Peygamberi, bazen namazı hızlıca kıldırıyordu. Buyuruyor ki: “Ben, çok uzunca ayakta durmak istiyordum fakat ciyak ciyak bir çocuk sesi duydum; annesinin ona karşı alakasını düşünerek, namazı kısa kestim!” İnsanlığın İftihar Tablosu, meseleyi sürekli yapılır hâle getirmek adına, “teysîr” diyebileceğimiz, “kolaylaştırma” yöntemini ileriye sürüyor.

Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Terâvîhi cemaate iki gün kıldırıp o meseleyi öyle yaptıktan sonra eve çekiliyor. Sonraki gün, cemaat toplanıyor; bu çok müthiş bir hadise; Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yirmi rekât namaz kılacaklar. -Hazreti İmam Şâfiî “Sekiz rekât da olur.” diyor, Hazreti Âişe validemizden rivayet edilen bir hadis-i şerife binaen. Validemiz buyuruyor ki, “Ramazan içinde de, Ramazanın dışında da gece sekiz rekât namaz kılıyordu Efendimiz.” Teheccüd gibi… Yirmi rekât konusunda Hazreti Ömer zamanında, icmâ vâki oluyor; sünnet-i müekkede olarak sahabenin icmâıyla öyle.- Sesleniyorlar, öksürüyorlar; çıkmıyor Efendimiz. Sonra, o maksad-ı Nebevîlerini ifade buyuruyorlar.

Sonra millet, kendi kendine kılıyor onu; gönül rızası ile kılıyorlar Terâvîhi. Yirmi rekât Terâvîh, öyle kılınıyor. O da çok önemli; işi-gücü olan bir insanın günde beş vakit namazın yanında bir de gelip bir Terâvîh kılması, farzlara tekâbül etmesi açısından çok önemli. Yine bir hadis-i şerifin ifadesiyle, ötelerde, ötelerin ötesinde mizân meselesi söz konusu olduğu zaman, bir mü’minin farzlarda eksiği var ise, Cenâb-ı Hak buyuracak ki, “Bakın, nâfilesi var mı? Alın, o farz boşluğunu nafile ile doldurun!” Müslim-i Şerif’te geçen hadis-i şerifler açısından meseleye bakacak olursanız, böyle. İşte Terâvîh böyle bir ibadettir.

Günde beş vakit namazda “zevâid” (işlenmesi iyi/hasen olmakla birlikte terkedilmesinde sakınca bulunmayan, Rasûlullah’ın çok zaman yapıp bazen terk ettiği nafileler) ve “revâtib” (farz namazlardan öncekiler gibi belli düzen ve devamlılık içinde kılınan müekked sünnetler) esasen, farzlardaki noksanlıklara mukabil sayılacaktır. Şayet farzlarda bir kusur, bir eksiklik var ise… Kıldığımız namazı tam kılamamış isek.. bir kusur ile kılmış isek.. abdestte kusur var ise.. istibrada kusur var ise.. başka bir kusur var ise.. gaflet ile kılınmış ise… Bir eksik, bir gedik, bir kırılma var demektir. Dolayısıyla bunların nâfile ve sünnet namazlarla sarılıp sarmalanması ve tamamlanması, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’atidir; “Alın, nâfile ile o boşluğu doldurun; kulum, bir boşluk yaşamasın!” demektir. Evet, bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’ati demektir. Şimdi Terâvîh, bu mevzuda boşluk dolduran çok önemli bir ibadet şeklidir. Evet, zor olsa bile, bu mülahaza ile kılındığı zaman tamamlanabilir. Evet, belli bir dönemde belki aksattığımız namazlar vardı. Öbür tarafa gittiğimiz zaman, yere bakmayacak şekilde, Cenâb-ı Hak, onun ile boşlukları dolduracak; biz de اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalâletten başka, her hâle hamd ü senâ olsun!” deyip sıyrılacağız, Allah’ın izni-inayetiyle.

Bir diğer mesele, Terâvîhin hatim ile kılınmasıdır. Hatim ile Terâvîh kılınıyorsa şayet, bu da çok önemlidir. Keşke Terâvîh kılarken, iki-üç tane hafız olsa; bunlar, Hadr tarikiyle o Kur’an-ı Kerim’i okusalar. Hani bir de gündüz hatimde, mukabelede aynı ayetler okunuyor; insanlar az meale de vâkıf oluyorlar. Bir de imamın arkasında dinleyince… “Yahu meal okurken, şöyle denmişti; bak, öğlen de meal okurken böyle denmişti; ikindide öyle denmişti, akşam da öyle denmişti.” Bir de Terâvîh’te bu mesele terdâd edilince, Kur’an, zihnimize daha bir yerleşir; nöronlar, bütün kapılarını kale kapıları gibi açarlar ona, “buyur” ederler. Dolayısıyla günde bilmem kaç defa Kur’an ile bir beraberlik tesis edilmiş olur. Terâvîh’in bir de böyle bir derinliği var; o, böyle bir şey de ifade ediyor. Cenâb-ı Hak, muvaffak eylesin!..

   “Oruçlu için iki sevinç (ânı) vardır; birisi iftar vakti, diğeri de oruç tutmanın verdiği huzurla Allah’a kavuştuğu zamandır.”

İftar vaktinin ayrı bir neşvesi var. Aç-susuz duruyorsunuz; dudaklarınız kurumuş, bir yudum suya, “Bir olsa da!..” falan diyorsunuz. Sonra, iftar edeceğiniz zaman, Cenâb-ı Hakk’ın nimetinin kadr u kıymetini bilme söz konusu. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) “Şükrederseniz, nimetimi artırırım Ben!” O şükrü hissetme; içtiğiniz zaman “Yahu suyun ne kıymeti varmış meğer!” deme. Şimdi Ramazan-ı şerifte, o bir bardak suyun kadri/kıymeti biliniyor. Orada öyle bir şükrediyorsunuz ki siz, hâlen en azından… “Elhamdülillah yâ Rabbi! Sen, bu suyu yaratmışsın.. su ile benim ağzımdaki münasebeti yaratmışsın.. yutağımdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumda suya ihtiyacı yaratmışsın Sen.. ve ben, bütün bunları hissediyorum, onu yaratmışsın!..” İnsan bunları düşünmeyince -zannediyorum- gâfilâne yaşıyor demektir. İnsandaki tefekkür, tedebbür, tezekkür, taakkul kabiliyeti meseleyi böyle ele almayı iktiza eder. Şayet, bir iftar vaktinde, iftar, bunları düşündürüyorsa sana, bu da çok önemli bir husustur.

Sahura kalkıyorsun; gece, uykunu terk ediyorsun. Hele şimdiki dönemde, Terâvîh kılacaksın; yorgun-argın, vakit bulabilecek misin, bulamayacak mısın; iki saat uyuyacak mısın, uyumayacak mısın?!. Fakat o tatlı uykudan, yumuşak döşekten, sımsıcak yorganın altından sıyrılarak, sahura kalkacaksın, yemek yiyeceksin orada. Hususi yemek hazırlanacak; o, bir yönüyle ayrı bir mesele. Fakat senin kendi rahatını terk etmen, belki ailevî rahatını terk etmen, onlarla münasebetini terk etmen… Bunlar öyle fedakârlıklardır ki, Cenâb-ı Hak nezdinde neye tekâbül eder, bilemezsiniz.

Geçiyorum, çünkü meseleyi çok uzattık. Bunun ötesinde bir de “itikâf” var; bu da Türkiye’de çok unutulan ibadetlerden birisi. Bunlar yapılıyor fakat büyük ölçüde kadavrası yapılıyor; işin hakikati ile yapılan şey arasında numara-drop uygunluğu yok. Bir de “itikâf” var Ramazanın son on gününde, mescitlerde kalma şeklinde. Ama bugün bu ya hiç yok, ya o kadar azalmış ki, zannediyorum bunu -değil başkaları- imam da yapmıyor, müezzin de yapmıyor, Diyanet mensubu da yapmıyor, müftü efendi de yapmıyor, vaiz efendi de yapmıyor. “Oruç tutmak, yeter!” diyorlar; inşallah oruç tutuyorlardır, “Oruç tutmak, yeter!” falan diyorlar.

   Peygamber Efendimiz, Ramazan’ın son on gününü mescitte itikâfta geçirmiş ve bunu her sene yapmıştır. Esasen sünnet olan bu itikâfta hem halveti bir nebze zevk etmek, hem Ramazan’ın son on gününü en güzel şekilde değerlendirmek, hem de Kadir gecesini idrak etmek vardır.

Evet, bir de itikâf var; tamamen o Hak dostlarının halvet hayatları gibi bir şey, itikâf. Bütün “dünya ve mâfîhâ”dan sıyrılma… “Dünya ve mâfîhâyı bilen, Ârif değil / Ârif oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?” Bunu “Şuarâ leşkerine mîr-i livadır sühanım!” diyen Fuzûlî söylüyor: “Dünya ve mâfîhâyı bilen, Ârif değil / Ârif oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?” Bütün dünya ve mâfîhâdan -içindekilerden- sıyrılmak.. tamamen “görülüyor olma” mülahazasına kendini salmak; o akıntıya kendini salmak.. “Acaba görüyor olma mülahazası nasıl bir şey? Mir’ât-ı ruhuma nasıl aksedecek benim?” Hep o sevda ile koşmak… İtikâfa da böyle bakmalı!.. Orada, az yeme, az içme, hayrete varma, fânî olma, O’nu (celle celâluhu) bulma… İtikâf… Bu da biraz daha fazla sıkıntılara katlanarak, meseleyi farklı şekilde değerlendirme…

Şimdi sizler, inşaallah, Ramazan’ı böyle değerlendirirsiniz. Keşke imkân olsa burada da itikâf yapılabilse!.. Böyle bir proje vardı; bir arkadaşımız burada bir cami yapmayı düşünüyordu. Kıtmîr’in mülahazası, aynı zamanda tâife-i nisânın da kalabilecekleri bir yer olması yönündeydi. İhtiyaç yerleri de olsun, abdest alacakları yerleri de olsun; aynı zamanda orada Ramazan’ın son on gününde, onlar da, siz de itikâf yapın. Yüz tane insan, o değişik odalarda kalsın; mesela bir odada üç-dört kadın, bir odada üç-dört kadın; bir odada üç-dört erkek, bir odada üç-dört erkek; böyle, yüz insanın, iki yüz insanın itikâf yapabileceği yerler. Belli bir dönemde -belki- bunlar düşünülmemiş. Millet, o camilerde yapıyorlarsa şayet, yerlere mi serilip yatıyorlar ve öylece itikâf yapıyorlardı, onu bilemeyeceğim. Ama maalesef -hani Kıtmîr yirmi otuz sene de vaizlik yaptım- ben, öyle bir şeye rastlamadım; öyle garâipten olan şeye rastlamadım ben, “İtikâf yapan insan görmedim!” desem, sezadır.

Oysaki İnsanlığın İftihar Tablosu, yapıyordu; Râşid halifeler, yapıyordu; bize gelinceye kadar selef-i sâlihîn yapıyordu. Sonra musallaya mı kondu, yoğun bakıma mı kaldırıldı itikâf, o da öyle kaldı. İtikâf, Ramazan-ı şerifte, o buraya kadar denen şeyleri taçlandıran veya taçta sorguç haline gelen bir ameldir. Sizi tam bir âbid kralı haline getiren ibadettir; Allah’ın izniyle, sizi “âbid kralı” haline getiren bir sünnettir itikâf.

Hizmete kendini adamış insanlar, bu güzergâhta yürümeliler. Şayet başkalarına Cenâb-ı Hakk’ı anlatma, duyurma, gönülleri O’na karşı uyarma, Efendimiz’e karşı uyarma yolunda olan insanlar, bütün bu güzergâhta gitmiyorlarsa, esasen kimse inanmaz onlara. Evet, değişik vesilelerle hep ifade ettiğim gibi; birisi, bir kilisenin haziresinde, havranın haziresinde, bir Buda mabedinin haziresinde, bir Brahman mabedinin haziresinde neş’et etmiş ise şayet, ayrı bir kültürün çocuğu ise şayet; hâlihazırdaki İslam dünyasına bakınca, acaba hiç Müslüman olmayı aklından geçirir mi?!. Zannediyorum aklınızı, kalbinizle beraber yokladığınız zaman, nöronlarınıza sorduğunuz zaman, nöronların hepsi “bi’l-icmâ” -icmâ’a itiraz edilmez, bi’l-icmâ- “Vallahi biz buna ihtimal vermiyoruz!” diyeceklerdir.

Bamteli: İRTİDAT, DİN ŞÛRASI (!) VE HİZMET HAREKETİ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  İnsanlardan bir insan ol ve kendini anlatmayı bırak; seni davranışların anlatsın!..

Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) der ki: كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol, kendini sadece düz bir insan kabul et!” Hatta olduğundan birkaç kademe daha aşağı in! “Galiba ben onlardan da aşağıdayım!” de; “İhtimal, onların Allah ile farklı münasebetleri var. İhtimal dipdiri geceleri var.. saatlerini eşref-i saat haline getirme gayretleri var.. gözleri uyurken dahi uyumayan kalbleri var.. dünya ve mâsivâyı ellerinin tersiyle itme ferâgati, fedakârlığı, hasbîliği var.” Âleme bakarken, böyle bakmalı; kendimize bakarken ise “Birinin himmet eli uzansa da bize, şöyle-böyle biz de kurtulsak!..” demeli.

Âleme bakarken böyle bak: “Biri bize el uzatsa, biz de kurtulsak!..” Allah’ın inayet eli, kâfi ve vâfî.. وَكَفَى بِاللهِ وَكِيلاً “Kendisine dayanılıp güvenilecek ve bütün işlerin havale edileceği (vekil) olarak Allah yeter.” (Nisa, 4/81); وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا “Bir yardımcı olarak da elbette Allah yeter!” (Nisa, 4/45) وَكَفَى اللهُ عِنَايَةً وَرِعَايَةً وَكِلاَءَةً، وَكَفَى بِالشَّفَاعَةِ نَبِيُّنَا مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (İnayet, riâyet ve vekâlet bakımından da Allah Teâlâ kafîdir. Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaati yeterlidir.) Ama kendimize bakarken, öyle bakmamız lazım.

Benim de bildiğim bazı şeyler var!”, “Ben de bazı şeyler söyleyebilirim!”, “Ben de dinlenmeliyim!..” Bu sözlerin zâhirine bakınca, kılıf düzgün gibi görünüyor fakat içte bir enaniyet hırıltısı hissediliyor. Bırak, onu halk takdir etsin. Sen, kendini anlatmayı bırak; anlatılacak yanların varsa, onu halka bırak! Onlar da yüzüne söyledikleri zaman, Hazreti Pîr gibi, “Ben, kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum.” de.

Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yanında, bir insan arkadaşını yüzüne karşı methedince, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ (İnsanlığın efendisinin sözü, insan sözlerinin efendisidir.) beyanı çerçevesinde buyuruyor ki: “Kardeşinin boynunu kırdın!” Belki bu tabir, Arapça’da, o dönem itibariyle “bir insanı öldürmek”ten ve “mânen mahvetmek”ten kinaye olarak kullanılıyordu.

  “Hayır, Allah’ın takdir buyurduğundadır.”

Gördüğünüz gibi “kıldan ince, kılıçtan keskin!” Ama bir kere de gönlünü O’na verdin mi, O’na dayandın mı, “yol senin, devran senin” artık!.. Önündeki o kıldan ince kılıçtan keskin “Sırat” gibi şeyler, birden bire şehrâh oluverir. Keyiflenerek, “Bu şeritten mi gitsem, bu şeritten mi gitsem, bu şeritten mi gitsem!” dersin.

İşte dünya da böyle (çayı içmeye hazırlamak gibidir); sakarini içerisine atarsınız, “tam olsun!” diye biraz da limon katarsınız. Gerçi çay tiryakileri için limon eksikliktir, çay zevkinden mahrumiyetin ifadesidir. Hangi tam zevkimiz var ki, ondaki eksiklik söz konusu olsun?!. Efendim, sakarini atarsınız içine, limonu da atarsınız; sonra onun adı “yâ nasîb!” (Yâ nasîb, Arapça’da da bir oyundur; “Belki sana çıkar, belki ona nasip olur” manasına bir çekiliş/şans oyunu.) Ya nasip olur ya da olmaz.

Dünya da böyledir; çırpınırsın, koşar durursun, tepinirsin, mahmuzlarsın bindiğin şeyi… “Hedef!” dersin, nice yüksek yerlere gözünü dikersin, “Tırmanayım!” mülahazasıyla heyecan yaşarsın… Fakat bakarsın edip eylediğin şeylerin zerresi geriye dönmüyor. “Yâ nasîb!.. Yâ nasîb!..

Şu kadar var ki, orada Allah’a teslim olursan, اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ، اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُHayır, Allah’ın takdir buyurduğundadır; hayır, Allah’ın ihtiyâr ettiği şeydedir.” dersen, acılar ve zehir zemberek şeyler, birden bire şeker-şerbet halini alır. “Off!”lar, birden bire “Ohh!”lara dönüşür. Ve vicdanında âdetâ cennet demleri yaşıyor gibi olursun.

  Soru: Sözde “Din Şûrası’nda, hükûmet adına konuşan bir siyasetçi, Hizmet’i, İslâm dünyasının en çirkin ve en tehlikeli irtidat hareketi olarak gösterdi. “İrtidat” nedir? Hizmet gönüllülerinin her türlü linçe rağmen, tiranlığa/diktatörlüğe boyun eğmemesi de bir “irtidat” sayılır mı?

  Cevap: Böyle bir dırıltı karşısında, orada bulunan şöyle-böyle ilahiyat eğitimi görmüş kimseler;

  1. Şayet “irtidat”ın da manasını bilmiyorlarsa, “fırâk-ı dâlle”nin manasını bilmiyorlarsa, onların küfre ve dalâlete -ki her ikisi de dinde mel’un şeyler- delalet ettiğini bilmiyorlarsa, işgal ettikleri yerleri haksız işgal ediyorlar demektir.
  2. Bunun yanlış olduğunu bildikleri halde susuyorlarsa, birer “dilsiz şeytan” demektir onlar.
  3. Bu yalanları olduğu gibi kabul ediyorlarsa şayet… Mü’mine, “mürted” diyen, kâfir olur. Çünkü bir mümin diğerine kâfir dediğinde ikisinden biri kâfirdir; ya diyen kâfirdir veya denilen kâfirdir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte buyuruyor ki: “Herhangi bir kimse din kardeşine “kâfir” dediği zaman, ikisinden biri muhakkak kâfir demektir. Eğer hakikat onun dediği gibiyse, muhatabı kâfirdir; aksi takdirde, sözü kendi aleyhine döner, kendisi küfre düşmüş olur.”

Sizin hareketlerinizde, tavırlarınızda, davranışlarınızda, şöyle-böyle konuşup yazdığınız 50-60 eserinizde, dedikleri şeylere delalet edecek tek paragraflık bir şey varsa, siz hayâdan, izzetten, ismetten, iffetten mahrum kimselersiniz. Fakat öyle bir şey yoksa, bunu söyleyenler, hayâsız, edepsiz, iffetsiz, ondan daha aşağı “mahluk” insanlardır. Bir yönüyle Deccâl’e veya Süfyan’a uyan “Taylasanlı Horasanlılar”ın zirveleri bile söylese, o türlü sözler yine zırva, yine zırva, yine zırvadır.

  “Ne helva ne de selvâ, illâ rü’yet-i Mevlâ!..” deyip sadece Hak rızasını tahsil yolunda koşanlara “mürted” veya “ehl-i dalalet” demek korkunç bir denaettir.

Siz bu zirvelerdeki insanların zırvalarına kulak asmayın!.. “Mürted” kim, o belli: Dünyayı esas alan mürtedler.. dini, dünya için kullanan mürtedler.. hiçbir şey yokken, filolara sahip olan mürtedler.. evlatlarına hırsızlık öğreten mürtedler… Evet, yerini belleyememişler. Din ve diyanetini dünyaya duyurmaktan başka bir şey bilmeyen, bir şey tanımayan ve Allah’tan, Peygamber’den başka gözü bir şey görmeyen insanlara “mürted” diyorlar.

Ben öyle tanıdım arkadaşlarımı: Onlar, Cenneti, hurîyi, gılmanı bile, yaptıkları şeylerde hedef haline getirmekten “şirk”ten kaçınıyor gibi kaçındılar. Çünkü maksûdun bizzat, matlûbun bi’l-istihkak; “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah!” hakikatiyle ifade edilen o yüce hakikattir, Allah’tır; ne selvâ, ne helva.. ne bal, ne börek, ne saray… (Râbia Adeviyye validemizin şu sözüne işaret ediliyor: “Ne helva ne de selvâ, illâ rü’yet-i Mevlâ!..” Ne kudret helvası isterim ne de bıldırcın eti; benim muradım yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın rü’yeti!..)

Sizin bu mevzuda en küçük görüneniniz, bunların onda birine tâbi olmadı; onları aklının köşesinden geçirmedi. Aklının köşesinden geçirdiyse şayet bir kıtmîr, hemen kıtmirliğini ortaya koyarak size sordu; “Acaba bu mesele ne ola?” falan dedi. Bu açıdan, kendini bilmez, densiz, bayağı o kimselerin sizlere “mürted” veya “firâk-ı dâlle” demeleri denaetin, şenaatin, fezâetin, hıyanetin, alçaklığın ve bir şey yapamama kompleksinin ifadesidir. Hayatlarında on tane insana, bizim millî değerlerimizi, tarihî mefâhirimizi, yüksek idealimizi ve din-i mübînin evrensel değerlerini anlatmaya muvaffak olamamışlardır. Aksine günümüzde olduğu gibi, o dinin dırahşan çehresini zift atarak kirletmişlerdir. Bir de yalanlarına yama yapan zift medyaları vardır ki; attıkları her yalanı imzalamaktadırlar.

Bu yalanları söyleyenlere Ziya Paşa ifadesiyle “yuf olsun!..” Duydukları halde seslerini çıkarmayanlara yuf olsun!.. Hâlâ bunları insan zannedip –değil Müslüman– arkalarından koşturanlara ve onların Müslümanlık adına bir şey vadediyor olduklarını sananlara yuf olsun!..

Dininden, millî mefkuresinden, Kitab’ından, Sünnet’inden, İcmâı’ndan, Kıyas’ından, an’anesinden, geleneğinden, örfünden, âdetinden onda bir bile fedakârlıkta bulunmayan.. ve bütün bu evrensel güzellikleri dünyaya tanıtmak için âdetâ seferberlik yapan, -günümüzün çağdaş münafıklarının hakiki mü’minlere karşı ilân-ı harp yapmaları gibi- hakkı-hakikati bütün insanlığa duyurma, güneşin doğup-battığı her yere ulaştırma adına seferberlik ilan etmiş bulunan insanlara iftira ediyorlar.

O fedakâr insanlar ki, dövene elsiz, sövene dilsiz, kıranlara da gönülsüz. Benim kırılmamı nazar-ı itibara almayın; kimse kırılmıyor. O densizlerin sözleri karşısında kimse eğilmiyor, kimse hicap duymuyor, kimse üzülmüyor, kimse müteessir olmuyor; herkes yoluna devam ediyor. Çünkü Hizmet gönüllüleri din-i Mübin-i İslam’ın değerlerini ve evrensel değerleri temsil ediyorlar; tarihimizden süzülüp gelen ve temel kıstaslarımız itibariyle regülasyona tâbi tutulan, böylece bize mal olarak değerlerimiz içinde yerini alan an’anelerimizi ve geleneklerimizi dünyaya taşıyorlar. Yüzümüzü kızartacak hiçbir şey yok bunların içinde. Binaenaleyh, bunları dünyaya duyurmak için dört bir yana seferberlik ilan etmiş insanlara karşı, yerinde “firak-ı dâlle”, yerinde “mürted!” diyen kimseler, Anadolu insanı değildirler.

  Dün alkışlayıp takdir ederken mübalağa yapıyor ve bir çeşit şirke giriyorlardı; bugün de yıllar sonra döneklik yapıp “terör örgütü” derken ayrı bir dalalet sergiliyorlar.

Din Şurası’nda konuşuyor. Ona “şûrâ” yerine, bence “şirretlik toplantısı” denmeliydi. Din adına şirretlik topluluğunda bir siyasetçi konuşuyor. “Siyaset” idare etmek demektir; esasen idareden âciz, zavallı, kem talih, bahtsız, kabrini kirletmiş, berzahını kirletmiş bir talihsiz… Hizmet Hareketi’ni, İslam Dünyası’nın en çirkin, en tehlikeli irtidat hareketi olarak gösteriyor!

Otuz seneden beri takdir ediyorlardı; Türkçe Olimpiyatları’nda, Pensilvanya’ya da selam gönderip “Milletimiz ona karşı medyuniyet duyuyor. Milletimizin adını, nâmını, nişânını dünyanın dört bir yanına duyurdu!..” derken mübalağa yapıyorlardı. O zaman farklı bir şirkle, âlî bir heyetin hizmetine ve himmetine Allah’ın lütfu şeklinde tecelli eden şeyleri bir şahsa mal ediyor ve “müşrik” oluyorlardı. Evet, alkışlarken öyle müşrik oluyorlardı. Sonra, otuz sene sonra, birden bire döneklik yapıyorlar; âlemin takdir ettiği, cihanın bağrını açtığı ve alkışla karşıladığı hizmetleri yok etmeye çalışıyorlar. Aleyhinde uğraştıkları bu dönemde bile on beş tane yeni okul açma imkânı veriliyor. Otuz senedir dünya insanı sanki aklını peynirle yemiş?!. Nasıl bir ortak payda ve insanlık adına nasıl bir şey ise, bir sürü farklı farklı kültürden o kadar insan, bunların hepsi ayrı ayrı düşündükleri halde, “Aman, olsun bu!” diyorlar, “Aman olsun!..” Fakat şimdi Türkiye’de bunu karalamak için şûralar tertip ediliyor. Allah adına, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enam adına, din adına, iman adına çok önemli bir mesajı, hem de Efendimiz’in “Götürün!” deyip emanet ettiği bir mesajı duyurma hareketine “terör örgütü” demek için toplantılar düzenleniyor.

Evet, “Benim nâmım, güneşin doğup battığı her yere gidecektir!” buyuruyor Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). Hadislerde, “Hiç şüphe yok ki, bu din gece ve gündüzün yaşandığı her yere ulaşacaktır; Allah (celle celaluhu) yeryüzünde kerpiç, tuğla benzeri bir malzemeyle yapılmış her eve ve deve tüyü, keçi kılı, koyun yünü cinsinden örülmüş her çadıra bu dini girdirecektir.” deniyor. Ne var ki, bunlar, onun binde birine götüremediler onu. Binde dokuz yüz doksan dokuzuna götüren insanlara “mürted” deme meselesi, öyle korkunç bir irtidat mülahazasıdır ki -hafizanallah- eşi-benzeri olamaz.

Maalesef, birileri yukarıdan bazı şeyleri dikte edince, akıllarını ceplerine koymuş halayıklar da aynı şeyleri seslendiriyorlar. Kur’an-ı Kerim, Firavun ve kavmini bu hususa misal sadedinde anlatır. فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَO halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhruf, 43/54) Firavun, kavmini hafife aldı; kast sistemine göre, “Sizler, âdî mahlûklarsınız!” dedi. Arz etmiştim bir kere: Firavun, “Sokağın birisinde koyun olun, meleyin! Birisinde inek olun, böğürün! Birisinde at olun, kişneyin! Birisinde merkûp olun, anırın!” diye emrediyor. Hemen dediği her şeyi yapıyorlar. Şeytan geldiğinde, o manzara karşısında hayrete varıyor; “Yahu Amnofis, nedir bu hal böyle?” diyor. O şöyle cevap veriyor: “İdare ettiğim, arkamdan sürüklediğim varlıklar bunlar. Dediğim her şeyi rahatlıkla yaptırtıyorum. Cebrail hakkında bile çirkin bir lafta bulunduğum zaman, hemen söylerler bunlar. Ama senelerden beri uğraşıyorum, Harun ile Musa’ya sözümü dinlettiremedim!” Harun ve Musa hazretlerinin yolunda mı olmak istersiniz, yoksa bir kısım ferâinenin, Haccac’ların, Yezid’lerin, Rommel’lerin, Stalin’lerin, Lenin’lerin yolunda mı olmak istersiniz?!.

  Mutlak biat etmeyenlere “Yâ bizdensiniz ya da mürtedsiniz, firak-ı dâlledensiniz, hâinsiniz, terör örgütüsünüz, paralelsiniz!” deyip duruyorlar.

Onca hakarete maruz kaldığınız halde, hâlâ durduğunuz yerde sabitkadem durmanız gösteriyor ki, onların size yol değiştirtmeleri mümkün değil. Çünkü öyle bir şehrah bulmuşsunuz ki, tâ bidayetinde ifade edildiği gibi, elli tane şeridi kendi hesabınıza kullanıyorsunuz. Ve diğer meşreplere karşı saygılısınız tepeden tırnağa. Kendi meslek, yol ve yönteminize, kendi dininize ve dinî değerlerinize dair mülahazalarınız burnunuzun kemiklerini sızlatacak mahiyette. Aynı zamanda, kendi değerlerinize delice bağlı olmanız, başkalarına karşı saygısızlığı gerektirmiyor. Siz, onlara karşı da derin bir saygı içindesiniz. Böylece yürüdüğünüz güzergâh emniyetini sağlama almış oluyor ve bir şerit yerine elli tane şeridi kullanıyorsunuz.

Kendi yollarını daraltanlar ise, önlerinde mutlak bağlılık sergilemeyenlere “Yâ bizdensiniz ya da mürtedsiniz, firak-ı dâlledensiniz, hâinsiniz, terör örgütüsünüz, paralelsiniz!” deyip duruyorlar. Oysa bu safsatalar, sadece şeytanın ilhamıyla veya vesvesesiyle söylenecek sözlerdir. Ayet-i kerimede buyurulduğu üzere, وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا “İşte, (tekvinî kanunlarımız çerçevesinde) her peygamberin karşısında insan ve cin şeytanlarından oluşan bir düşman şebeke var etmişizdir: Birbirlerine tamamen aldanıştan ibaret yaldızlı sözler fısıldayıp telkinde bulunurlar.”(En’am, 6/112) Kur’an-ı Kerim ferman ediyor: İnsî ve cinnî şeytanlar, teşvik maksadıyla, birbirlerine birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.

İşte bir ahmağın mü’minlere “mürted” demesi de bu türdendir. Oradaki diğer ahmaklar da, bilmiyorum, eğer “hayır” demedilerse, âhiretlerini mahvettiler ve hepsi, o gayyaya yuvarlandılar. Tasvip etmedikleri halde sessiz kaldılarsa, dilsiz şeytan kesildiler. Yok, protesto ederek kalkıp gittilerse, insanca davrandılar, insanlıklarını korudular; Allah (celle celâluhu) ile münasebetlerine karşı saygılı olmaya çalıştılar, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygılı olmaya çalıştılar.

Bu Hizmet, bu Hareket bilerek -Allah’ın izni ve inayetiyle- dalaletin onda birini irtikâp etmemiştir; kat’iyyen ve kâtibeten “irtidat”ın onda birine tenezzül etmemiştir. Biraz evvel bahsettiğim mülahazalara bağlayın: “Acaba, Cennet dendiği zaman gönlümü huriye, gılmana, çaya, ırmağa bağlarsam, Zât-ı Uluhiyet’e bağlı Tevhid mülahazamda hata etmiş olur muyum?” mülahazası içinde yaşayan insanlara, bu türlü bir isnatta bulunma, onu söyleyeni çoktan insanlıktan çıkarmış olur. Şeklen, sûreten insan…

  “Size tavsiyem, mukabele-i bi’l-misil hakkınızı kullanmayın; her şeye rağmen sabredin ve sadece tekfirden değil kötü sözün en küçüğünden uzak durmaya çalışın!..”

Her şeye rağmen, siz sabretmelisiniz. Çünkü Cenâb-ı Hak, buyuruyor ki: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126)

Mukâbele-i bi’l-misil” sizin hakkınız olsa bile, sabır daha hayırlıdır. En azından sözle -bağışlayın- “it” diyene “it” deseniz, “terörist” diyene “terörist” deseniz, “paralel” diyene “paralel” deseniz; bu, hakkınız olabilir. Fakat Kur’an’ın ifadesiyle, “Size tavsiyem, bu hakkınızı da kullanmayın!.وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَDişinizi sıkar, katlanırsanız, kuşkusuz bu daha hayırlıdır.

Sabır, aynı zamanda, çölde zehir-zemberek bir otun adıdır; kelime de ondan alınmıştır. O zehir-zemberek şeyi yudumlayın. Mebde itibariyle zehir-zemberek bir şey, müntehâ itibariyle de şeker-şerbet bir şey varsa, o da sabırdır! Katlanın onlara; sonra bekleyin Cenâb-ı Hakk’ın hakiki mü’minlere vâdettiği şeyleri!.. O (celle celâluhu), hiçbir devirde hakiki mü’minleri, yüce mefkûrelerini bayrak gibi dört bir yanda dalgalandırmaya kendisini adamış insanları yolda bırakmamış; zâlimlere, kâfirlere, fâsıklara, hâinlere ezdirmemiştir. Muvakkat bir imtihan, arınmaları içindir; Enbiyâ-ı izâm onu çekmişse, o, onlar için de gereklidir.

  Ezher Üniversitesi’nde “Sonsuz Nur”u Ders Kitabı Olarak Okutan Âlimin Hizmet Hakkındaki Çarpıtmalara Dair Verdiği Bir Misal

Fethi Hicâzî, büyük Arap âlimi, birilerinin hakkında tenkitler hazırladığı “en-Nuru’l-Hâlid”i (Sonsuz Nur kitabını) Ezher Üniversitesi’nde ders olarak takrir ediyormuş. Geçen gün, onu eline alarak veya onların çıkardıkları şeyleri eline alarak, bir kısım densiz insanların uydurma ortaya attıkları, sizin hakkınızda söylenen nâ-sezâ, nâ-becâ şeylere cevap veriyor. Bir yabancı.. bilen, kitap okuyan birisi.. kitâbî, kitaptan haberi olan birisi.. okuduğu şeyleri sırtında “şey” gibi taşımış değil; okumuş, okuduğunu anlamış ve “Elimden bırakmıyorum!” demiş.

Orada hoş bir misal verdi: Dedi ki: Böyle cümleleri sağından-solundan keser, biçer, yarısını söyler, yarısını söylemezseniz şayet, kendiniz komik duruma düşersiniz. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor: فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَYuf olsun, veyl olsun o namaz kılanlara!..” (Mâûn, 107/4) Şimdi meseleyi burada bıraktığınız zaman, “Namaz kılanlara veyl olsun!” Ama arkasını kesiyorsunuz. Devamında الَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلاَتِهِمْ سَاهُونَ الَّذِينَ هُمْ يُرَاءُونَ  “Namazlarını, namaz gibi kılmıyorlar; sehv ile, gafletle, uyuyarak, aradan çıkarma nev’inden, âlem görsün diye… İşte yuf olsun bunlara, veyl olsun bunlara; Cehennemin en derin deresi mekan olsun bunlara!..” (Mâûn, 107/5-6) deniyor.

Bir sözü, bir cümleyi başından sonundan bir parça kopardığınızda aynı şey olur. Türk toplumunda yaygınca benzer bir vakıa vardır; bir hadise, bütün âlemin vird-i zebanıdır: Bir laubaliye demişler ki, “Niye namaz kılmıyorsun?!.” Cevap vermiş: “Ee niye kılayım ki?!. Cenâb-ı Hak, Kur’an’da buyuruyor ki: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ “Ey iman edenler, zinhar, namaza yaklaşmayın!..” (Nisâ, 4/43) (Efendim, bir de “len” ile deseydi, لَنْ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ “Asla, zinhar, ebediyyü’l-ebed namaza yaklaşmayın!”) “Ee onun gerisi de var!” diyorlar: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلاَ جُنُبًا إِلاَّ عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّى تَغْتَسِلُوا “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye, cünüp iken de -yoldan geçmeniz dışında- gusledinceye kadar mescide yaklaşmayın.” (Nisâ, 4/43) Aklınız başınızda değilse, sarhoş iseniz, kendinizi uyuşturmuş iseniz, namaza öyle yaklaşmayın! Namaz, Allah’a karşı şuurun remzi bir ibadettir. Namazlaşarak yapıldığı zaman ibadet olur. “El-pençe divan durma”nın bir manası vardır; “rükû”nun bir manası vardır; “kavme”nin bir manası vardır; “secde”ye kapanmanın bir manası, “ka’de”nin bir manası, “teşehhüd”ün bir manası vardır.. ve “teşehhüd”le âdetâ bir insan, namazını, miracın noktalanması gibi noktalar. “Namaz, mü’minin miracıdır, nurudur / Sefine-i dini, namaz yürütür.” İşte böyle… “Namazı öyle bil ki, o, mü’minin miracıdır!” diyor İmam Rabbânî Hazretleri. Ama لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ deyince, “Ee gerisi yok mu bunun?!” diyorlar, وَأَنْتُمْ سُكَارَى ve devamını hatırlatıyorlar; o zaman laubali adam, “Hafız değilim!” diyor.

  Sağından Solundan Kesilen Cümleler ve Algı Operasyonları

Bir kısım cerâid-i zift de meseleleri ele alırken aynı şekilde davranıyorlar. Tabii baştakiler de öyle istediklerinden dolayı rahat hareket ediyorlar. Dünkü misalde geçtiği gibi, “yamacılar” öyle yapınca, dolayısıyla yalancılar da cesaret aldıkça alıyor; attıkça atıyor, tuttukça tutuyorlar. Fakat hiç birinin ne tutulur yanı var, ne değerlendirilir yanı var.

Size bir de Kıtmir’in başından geçmiş bir vakıayı anlatayım. Siz o zaman medyayı takip ediyorduysanız şayet, muttali olmuşsunuzdur. Bundan yirmi sene evveldi. Türkiye’de hangi parti olursa olsun, uluorta “Falan mü’mindir, falan kâfirdir!” demeye kimsenin hakkı yok. Fakat belli bir zümreye o gün bazılarınca öyle deniyordu; belki hâlâ bugün “siyasî İslamiyet” diyenler, onlara öyle bakıyor; miting konuşmalarında da öyle diyorlar. Oysaki içlerinde dünya kadar dine, imana inanan insan da vardır. İşte bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak, Fakir, meseleyi ifade ederken -hususi bir sohbetti, belki bu kadar insan vardı- dedim ki: “Arkadaş! çok dikkat edin!..Halk Parti kâfirdir!’ diyemezsiniz, diyemezsiniz, diyemezsiniz!..” Efendim, “diyemezsiniz!” kelimelerini silince ne kalıyor geriye “Halk Parti kâfirdir!” O zaman malum bir medya bu meseleyi serlevha olarak manşet yaptılar gazetelerinde.

Her zaman olmuştur, başıma gelmiş bir şey.. o zatların başına gelmiş bir şey.. o zatın dediği gibi bir şey… Ve bugün de kendilerini İlahiyatçı gören bir kısım insanlar, meseleleri siyakından-sibakından kopararak, müstetbeâtü’t-terâkibi görmezlikten gelerek, umum mevzua mahrutî bir bakışla bakmadan, sadece bir kelimeyi alıp onunla bir kesimi, bir çevreyi karalıyorlar. Dininden başka bir şey düşünmeyen, dine hizmete, mefkûresine hizmete, Anadolu insanı olma mefkûresine hizmete kendini adamış ruhlara iftira ediyorlar.

Antrparantez; yaptığı hizmetleri belli çıkarlara bağlayan insanlar, kat’iyyen samimi değildirler. Yaptıkları hizmetlerle villalar, yalılar, filolar elde ediyorlarsa… Bir dönemde bir meşhurun, ma’lumun, marufun, kutsalın (!) mırıldandığı gibi: “Hırsızlık, babadan oğula intikal eder!..” Ee birileri villalar, yalılar peşinden koşarsa, sulbünden gelen kimseler de onun genlerini taşıdıklarından dolayı, filolar edinirler haliyle; belki uluslararası filolar edinmeyi düşünürler. Çok doğru söylemiş, “sadaka!..” Babadan oğula hırsızlık, haramilik, eşkıyalık, irtişa, irtikâp, ihtilas intikal eder; o haramî ise şayet, öbürleri de kırk haramîler olur; çevresi, mâbeyn-i hümayunu, mele’si, bir yönüyle, kırk haramîler olur.

Evet… Böyle sağından-solundan kesmek suretiyle, meseleleri farklı şekilde kompoze etme, zannediyorum, çok yakın bir gelecekte, bu işi yapanları, aklı başında insanlar nazarında gülünç duruma düşürecektir. Çoklarının önüne kameralar konacak ve onlara mikrofonlar uzatılacak; hissiyatları mülahazaları alınacak. Bilmiyorum, bugün bu türlü komploları hazırlayan ve bazı kimseleri itibarsızlaştırmak için ellerinden gelen her türlü yalanı söyleyen Makyavelistler, haya hislerini yitirmemişlerse, o zaman ne yapacaklar?! Ama hayâ hissini yitirmişlerse, “Ee ne yapalım, dünya bunun böyle olmasını istiyordu!” falan diyecekler. Zannediyorum, çoğu da böyle diyecektir.

  Ali Bulaç Bey’in Tercihi ve “Her yanı canavar sarmış, bu ne müthiş bir hâl!..”

Ali Bulaç’a Cenâb-ı Hak uzun ömür, âfiyet-i dâime ihsan eylesin. Bir ilim adamıdır, iyi bir sosyologdur, Arapçayı anadili gibi bildiğinden dolayı tefsir mahiyetinde bir de meal yazmıştır. Öteden beri yazdığı yazıların hepsinde iffet âbidesi; yazdıklarına iffet adına kompoze edilmiş şeyler nazarıyla bakabilirsiniz. Seve seve okuyacağınız yazılar yazmış. Bu dönemde içeriye (hapishaneye) girmiş. Kırk haramîlerden birileri, SS’lerden bir tanesi gitmiş ona demiş ki, “Yahu ne diye buraya geldin girdin? Sen de o göbekli adam gibi deseydin, bunlara sövseydin ve falancanın yanında yerini alsaydın, hiç buraya girmeyecektin. Bak, adam ne güzel, gül gibi; -efendim- oradan alıyordu 1000, buradan alıyor 10 bin; böyle, gül gibi yaşıyor işte!..

Doğru, dünyaya tapanlar için, ahirete inanmayanlar için, “Allah!” dedikleri zaman bile içlerini yansıtmayan sözlerle yalan söyleyenler için… Hani bir Türk atasözü vardır: “Bir ‘Allah’ dediğine inan!” Bunların öyle dediğine de inanmayın “Alla!” diyorlardır onlar. İnanmayın kat’iyyen. “Namaz!” dedikleri zaman, başka bir şey kastediyorlardır. Çünkü genleri -bir yönüyle- yalana, iftiraya, tezvire, hıyanete kilitlenmiş gibi insanlar bunlar. O (Ali Bulaç) babayiğitlik yapmış, orada medrese-i Yusufiye’yi tercih etmiş; diğeri ahiretini karartmış, dünya adına halayıklığı, kapıkulu olmayı tercih etmiş.

Evet, Cenâb-ı Hak, sizi korudu; arkadaşlarınızı korudu. Bir imtihan verdiniz; çürükler döküldüler. Var ya cevizin, fındığın çürüğü; çürükler döküldüler. “İtiraf” mahiyetinde iftiralarda bulundular; işin içinden sıyrılmak, şirin görünmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.

“Her yanı canavar sarmış, bu ne müthiş bir hâl / Sana kalsa, yaşamak, muhallerden de muhal!

Kim bilir, belki gelir sürprizden bir inâyet / Zevâl bulur bir bir her türlü menfî, ihtimal!..”

Ben demedim, makine söyledi. İşte böyle; canavarlar orada zavallı bir kuzunun etrafını sarmışlar. Öyle kuzu kuzu davranan insanlar ki, arı ölmüş, ağlamışlar; karıncaya basmamak için dikkatli yürümüşler; sağlarına-sollarına bakmamışlar. Hapishanede iken bir fare orada can çekişiyor gibi olmuş, onu hemen bir kesenin içine koymuşlar medrese-i Yusufiyedekiler; oradaki SS’lere götürmüşler; demişler ki “Bu fare ölecek; dışarı koyarsanız, kendi tabiatına uygun bir zemini bulunca belki hareket eder!” Fareye karşı bu kadar şefkatli davranan insanlara, “terör örgütü” demek ve elli türlü yalan ile, tezvir ile, iftira ile, isnad ile bir kısım zift cerâidini de bu istikamette kullanmak büyük bir iftira ve zulümdür. “Terör örgütü” bühtanı dünyada tutmayacak, elli defa atsalar iz bırakmayacak öyle kuyruklu bir yalan ki, azıcık inançları var idiyse, ahiretlerini yıktılar.

Ve dünyanın da onlara kalacağına ihtimal vermiyorum. Yarın başka biri gelir onların yerine, o da onlara aynısını yapar. اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ، يَنْتَقِمُ بِهِ اللهُ، ثُمَّ يُنْتَقَمُ مِنْهُ Zâlim, Allah’ın kılıcıdır!.. O kılıç, bugün sizin başınızda kavisler çiziyor; yarın bir başkasının elinde onların tepelerinde kavisler çizer. Dolayısıyla kararttıkları âhiretin yanında, imanın yanında, İslam’ın yanında, ihsanın yanında, ihlasın yanında, aşk u iştiyakın yanında, dünyalarını da karartmış olurlar. “Allah, imhâl eder, ihmâl etmez”; mehil üstüne mehil verir tâ âhirette mazeret beyan etmesinler! Hiçbir münafık, ilelebet pâyidar olmamıştır. Vesselam…