Posts Tagged ‘Mukabele-i bilmisil’

Hakiki ve Şeklî Müslümanlık

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Yazı ve sohbetlerinizde sık sık Müslümanlığın şekil ve suretten ibaret olmadığını ifade ediyorsunuz. Bu hususu biraz açabilir misiniz?

Cevap: Soruda da ifade edildiği üzere Müslümanlık sadece şekil ve suretten, görüntü ve gürültüden, lâf u güzaftan ve bir kısım formaliteleri yerine getirmekten ibaret değildir. Bilâkis Müslümanlık bir gönül işidir. Yani şeklin yanında asıl önemli olan öz ve mânâdır. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ اللهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَمْوَالِكُمْ وَلٰكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, sizi ona göre kıymetlendirmez. Bilâkis sizin kalblerinize, davranışlarınızdaki samimiyete bakar ve hakkınızda buna göre hüküm verir.” (Müslim, birr 33; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/284, 539 ) sözleriyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Anadolu’nun saf ve duru sesi Yunus Emre de bir şiirinde;  

“Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil.

Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil.”

mısralarıyla şekil ve görüntüden ziyade asıl üzerinde durulması gerekli olanın gönül olduğunu vurgulamıştır.

İç Dışa Bir Çevrilse

Bu açıdan nice Müslümanlıkta önde görülen, gürül gürül onu temsil etmeye çalışan insanlar vardır ki, hakikatte onların nezd-i ulûhiyette zerre kadar kıymet-i harbiyeleri yoktur. Evet, onlar bu dünyada Müslümanlık adına ön safta görünseler de ötede perişan ve derbeder bir vaziyette olacaklardır. Buna karşılık, burada kendisine değer atfedilmeyen, arkalarda görünen öyle insanlar da vardır ki, ötede, önlerin önüne geçmiş, mânevî hayatında evliya, asfiya, ebrar ve mukarrabînle at başı giden insanlar oldukları görülecektir. Bu açıdan dış görünüşe, ağızdan çıkan laflara, şekil ve suretlere bakarak insanlar hakkında bir yargıya varmak her zaman için bizi isabetli neticelere götürmeyebilir. Bu hakikate dikkat çeken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: رُبَّ أَشْعَثَ مَدْفُوعٍ بِالْأَبْوَابِ لَوْ أَقْسَمَ عَلَى اللهِ لَأَبَرَّهُ “Nice saçı başı dağınık olan, (önemsenmediğinden ötürü) kapı kapı kovulan insanlar vardır ki şayet onlar herhangi bir hususla alâkalı yemin edecek olsalar, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.” (Buhârî, eymân 9; Müslim, birr 138, cennet 48)

Fakat sakın yanlış anlaşılmasın, bu tür yüce makam ve konumları ihraz edebilmesi için insanın ille de fakir ve hakir görülmesine gerek yoktur. Kalb selâmeti bulunduğu ve konumun hakkı verilebildiği takdirde belirli dünyevî makamlarda bulunan kimseler de Allah’ın izniyle O’nun katında kıymetler üstü kıymete ulaşabilirler. Bu konuda Hulefa-i Raşidîn efendilerimizden her biri bizim için ne güzel örnektir.

Gerçek Liderlerin Göz Yaşartan Hayatı

Bildiğiniz gibi, Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, maaşından artakalan miktarı bir testi içinde biriktirmiş ve vefatı sırasında bunun kendisinden sonraki halifeye teslim edilmesini istemiştir. Mesele Hazreti Ömer’e intikal ettiğinde o, “Öyle bir hayat yaşadın ki, Müslümanca hayatı bize yaşanmaz hâle getirdin.” demiştir. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186; et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/354.) Müslüman olmadan önce büyük bir servet sahibi olan Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, sahip olduğu bütün malı-mülkü Allah yolunda harcamış, sahip olduğu imkânların zerresini dahi kendi hesabına kullanmayı düşünmemiş, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşetmiş olduğu onca geniş imkâna rağmen öbür tarafa giderken dünyevî imkânlar adına elleri boş gitmiştir.

Hazreti Ömer Efendimiz’in hayatı ondan farklı değildir. O, devlet başkanı olduğu dönemde, halktan orta seviyedeki bir insan ne ile geçiniyorsa kendi maaşının da buna göre belirlenmesini istemiştir. Kıtlığın yaşandığı bir dönemde ise hizmetçisine, halkın en düşük seviyedeki bir ferdinin ne ile geçindiğini sormuş, ekmek ve zeytinyağı olduğunu öğrenince, “Bundan sonra bana da böyle yapmak düşer.” demiştir. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/312) O günün iki süper gücünün hakkından gelen bu büyük halife ahirete giderken ellerini silkelemiş ve dünyadan öyle ayrılmıştır. İşte dünyevî ve uhrevî muvaffakiyetin temel esası böyle bir kıvamdan geçmektedir.

Hazreti Osman Efendimiz’in de kendisine göre ayrı bir fazileti vardır. Benî Ümeyye’den gelen ve büyük bir servete sahip olan Hazreti Osman, Muktedâ-i Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh),  infak talebi karşısında hiç tereddüt etmeden altı yüz deveyi yüküyle birlikte vermiştir. (Tirmizî, menâkıb 18; el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 5/246; et-Tayâlisî, el-Müsned s.164.) O da fevkalâde civanmertliğiyle kendinden önceki iki halifenin faziletini yakalayacak ufka ermiştir.

Keza Hazreti Ali Efendimiz, ömür boyu, eline geçen parayı, yarısını açıktan yarısını da gizli vermek suretiyle infak etmiş; sahip olabileceği onca imkâna rağmen ahirete fakir bir insan olarak yürümüştür.

Bu yüce kametler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lütfettiği geniş dairedeki tasarruf haklarını, makam ve payeleriyle gelen imkânları asla kendi çıkarları istikametinde kullanmamışlardır. Onlar, kendileri adına bir menfaat peşinde koşmadıkları gibi, sahip oldukları imkânları oğulları, kızları, yakınları, tayfaları ve taraftarlarına bir şey kazandırma adına da kullanmamışlardır.

Lider Müsveddeleri ve Felâkete Sürüklenen Toplumlar

Milletin emanet verdiği imkânları kendi şahısları, eşleri, evlâtları vs. için kullanan insanlar küfre düşmüş mü olur? Elbette böyle yapan insanlar küfre düşmüş olmazlar. Fakat onların kâfir sıfatlarıyla ittisaf ettiklerinde şüphe yoktur. Hatta beş vakit namaz kılsa, her sene hacca gitse ve oruçlarını tutsalar da bu konudaki zafiyetlerini düzeltmedikleri sürece kâfir sıfatları bir mikrop gibi onların bünyelerinde barınmaya devam edecek, belki de onların tavır ve davranışlarında bir kısım inhirafların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Evet, onlar bünyelerinde tıpkı AIDS virüsü gibi bir virüs barındırdıklarından yanlış düşünecek, yanlış konuşacak, yanlış karar verecek, yanlış icraatta bulunacaklardır. Netice itibarıyla başında bulundukları insanları yanlış politikalarla felâkete sürükleyeceklerdir.

Unutmamak gerekir ki Allah (celle celâluhu), insanlar hakkında onların sahip oldukları sıfatlara göre hüküm verir. Mesela sadakat sahibi olma, başkalarının ırz ve namusuna karşı hassas davranma, iffeti ve ismetiyle yaşama, kimsenin malına-mülküne göz dikmeme, teavün düsturunu işler hâle getirme, tembelliğe karşı ilân-ı harp etme, zamanı tanzim etme, imkânları rantabl olarak değerlendirme, araştırma ve hakikat aşkıyla varlığı didik didik etme gibi gerek tekvinî gerekse teşriî emirlere ait sıfatlar birer mü’min sıfatıdır. Kim bu sıfatlara sahip olursa, Allah onu muvaffak kılacak; bu sıfatlara sahip olmayanlar ise hem bu dünyada, hem de ötede cezalandırılacaktır.

Evet, bir insan “dindarım” dese, Müslümanlığı kimseye bırakmasa da, eğer tembel tembel kahvede oturuyor, bu tembelliğine dedikoduyu, gıybeti, iftirayı ilâve ediyor, sadece zanlarla hareket edip başka mü’minler hakkında kötülük düşünüyor, kötülük konuşuyorsa kâfir sıfatlarla muttasıf bir hayat yaşıyor demektir. Bu sıfatlara sahip olan insan ise -muhalfarz- bir hareketiyle gökteki yıldızları yere indirse, yeryüzündekilere bir maytap şenliği yaşatsa, ışık ziyafetleri çektirse bile, Allah katında bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Belki geçici bir süre, bir göz bağcılıkla insanları aldatabilir. Fakat böyle birisi, Allah’la sağlam bir irtibat kurmadığı, mü’mince bir çizgide yürümediği ve peygamberlerin yürüdüğü yörüngeyi takip etmediği için yalancı bir ışık gibi parlar ama kısa bir müddet sonra söner gider ve peşinden gidenlere de hüsran yaşatır. Bugüne kadar niceleri böyle göz bağcılıkla bir süreliğine kitleleri arkalarında sürüklemişlerdir ama çok geçmeden arkada hiçbir iz bırakmadan çekip gitmişlerdir.

Doyma Bilmez İştiha

Bu itibarla bir mü’min şekle aldanmamalı, asıl olanın öz ve ruh olduğunu unutmamalı, ihlâs ve samimiyetten ayrılmamalı, bütün hareket ve hamlelerini Allah rızasıyla irtibatlandırmalı, attığı her adımda murad-ı ilâhîyi takip etmeye çalışmalıdır. Çünkü hayatını Allah’ın vaz’ ettiği disiplinlere uygun olarak tanzim etmeyen bir insan, nefsinin ve şeytanın yönlendirmelerine açık hâle gelecektir. Böyle birisi fırsatını bulduğunda kendi kesesini ve banka hesaplarını dolduracak, hatta kendi ülkesinin bankaları yeterli gelmeyince yurtdışına para transferine başlayacaktır. O, akla-hayale gelmeyecek hilelerle milleti soyup soğana çevirecek, milletten gasp ettiği paralarla kendi saltanatını kurmaya çalışacaktır. Bu tür şeytanca mülâhazalarla hareket eden birisi ise mü’min görünse bile küfür yolunda yürüyor demektir.

Bir dönemde insanlar, hangi yol ve yöntemlerle belirli muvaffakiyetlere imza atmış, belirli zaferler elde etmişlerse, başka bir dönemde onun dışındaki yollarla aynı mazhariyetler elde edilemez. Bunun için onların gittikleri yolun takip edilmesi gerekir. Kat’iyen gayrimeşru yollarla meşru bir hedef yakalanamaz. Hedefin, makul, meşru ve ilâhî olması gerektiği gibi, o hedefe götüren yol ve yöntemin de aynı şekilde meşru olması gerekir. Meşru bir hedefe ulaşma adına gayrimeşru yolların kullanılabileceği şeklindeki makyavelistçe düşünce ise, başka değil şeytanın bir dürtüsüdür. Böyle bir insan, mescide gitse, alnını yere koysa bile onun meyhanedeki, puthanedeki, demhanedeki birisinden farkı yoktur.

Bir Zulmü Daha Büyük Bir Zulümle Örtme Gayreti

İdarenin hangi kademesinde bulunursa bulunsun, milletin malını hortumlama, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet alma, bohemce bir hayat yaşama veya kendi çevresini kayırma gibi büyük günahları işleyen insanlar, bu melanetlere başkalarının muttali olmasını istemezler. Dolayısıyla kendilerinden olmayan ve işledikleri gayrimeşru işleri tasvip etmeyen temiz ve dürüst insanların, yaptıkları melânetlere muttali olabilecekleri konumlara gelmesinden rahatsızlık duyarlar. Kendilerine engel olunacağından, yaptıklarının deşifre edileceğinden, aldattıkları kitleler nezdinde kredi kaybedeceklerinden korkar, bütün bunları engelleyebilmek için dürüst ve temiz insanlara akla hayale gelmedik yollarla baskı uygularlar. Çünkü her suçlunun, cürmünü örtme ve içinde bulunduğu suçtan sıyrılma gibi bir gayreti vardır. Hatta onlar, kendilerini masum gösterme adına başkalarına atf-ı cürümde bulunmaktan da kaçınmazlar.

Onlar başkalarının kendi günahlarına muttali olmasını istemedikleri gibi, daldıkları bataklıkta rahatça hareket edebilme adına çevrelerini de kendilerine benzetmeye çalışırlar. Çünkü aynı mesavi ve suçları irtikâp eden insanlar birbirleriyle rahat anlaşırlar. Onlar, hem eleştiri almamış olur hem de yaptıkları işten vicdan rahatsızlıklarını susturmaya çalışırlar.

Bütün bunların yanı sıra onlar, konumlarını, makamlarını ve geleceklerini garanti altına alabilmek için kendilerine muhalif gördükleri insanları uydurdukları bir kısım ad ve unvanlarla karalamaya ve itibarsızlaştırmaya çalışırlar; bunun da ötesinde bütün kapıları onların yüzüne kapamaya ve bulundukları yerlerden tecrit etmeye gayret ederler. Fakat asla unutulmamalı ki bütün bu fiil ve sıfatlar bir mü’minde bulunsa bile kâfirce muamele ve sıfatlardır.

Hakta Sebat, Problemleri Çözmede Âlicenaplık

Her şeye rağmen hakikî mü’minlere düşen vazife, bir taraftan tiranların güç ve baskılarına boyun eğmemek, hak bildiği yolda dimdik yürümeye devam etmek, diğer taraftan da وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ “İyilikle kötülük bir olmaz. O hâlde sen, kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.” (Fussılet sûresi, 41/34) âyet-i kerimesi mucebince kendilerine kötülük yapan insanlara bile bir iyilik yolu bularak onları kötülükten alıkoymaya çalışmaktır. Hani Hazreti Mevlâna’nın, “Bir ayağım dinin merkezinde, diğer ayağım yetmiş iki milletin içinde.” veya “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol yine gel! Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel!” şeklinde sözlerinden rahatsız olan hoca kılığındaki bir adam onun karşısına dikilerek ağzına ne geliyorsa söyler. “Zındıksın, fâsıksın, insanları baştan çıkarıyorsun. Herkese kucak açarak Yahudi’ye, Hıristiyan’a, Mecusî’ye yahşi çekiyorsun.” gibi laflar söyler. İçindeki bütün karbondioksiti boşaltır. Bu arada Hazreti Mevlâna, onun söylediklerini kemal-i samimiyet ve kemal-i tevazu ile dinler. Söyleyecek bir sözü kalmayınca Hazret, “Söyleyeceklerin bitti mi?” der. “Evet.” cevabını alınca da “Bu bağrım sana da açıktır. Sen de gel!” der.

Evet, birileri farklı gerekçeler uydurarak bütün kapıları sizin yüzünüze kapatabilir, asgari temel hak ve hürriyetleri bile size çok görebilirler. Hatta dünyanın ta öbür ucundaki hayırlı bir kısım hizmetlerinize dahi engel olmak isteyebilirler. Buna karşılık siz, size düşeni yapmalı, حَسْبُنَا اللهُ “Allah bize yeter!” deyip, doğru bildiğiniz yolda salih amel işlemeye devam etmelisiniz. Kötülüklerle mücadele ederken de asla mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimânesinde bulunmamalısınız. Evet, yapılan bir kötülüğe karşı aynıyla mukabelede bulunmak zalimce bir kaidedir.

Vâkıa Yüce Allah, وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.” (Nahl sûresi, 16/126) beyan-ı sübhanisiyle buna müsaade etmiştir. Fakat aynı âyet-i kerimenin devamında, وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ  “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” buyurmak suretiyle âbide şahsiyetlerin sabır ve af yolunu tutması gerektiğine işaret etmiştir. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca kendisine her türlü kötülüğü reva görenlere karşı hep afv u safh (af ve müsamaha) ile mukabelede bulunmuştur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke fethi sırasında, böyle bir imkânı kendisine bahşeden Allah’a karşı tevazuun bir gereği olarak mübarek başı bineğinin eğerinin kaşına değecek şekilde iki büklüm oraya girmiş; o güne kadar kendisine her türlü kötülüğü yapmış insanların endişe ve korkuyla haklarında verilecek hükmü beklediği esnada kendisinden birkaç bin sene önce Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi, “Bugün size ayıplama ve kınama yoktur. Gidin! Hepiniz serbestsiniz!” (Yûsuf sûresi, 12/92) demiştir. (el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118) İşte civanmertlik ve âlicenaplık budur! Günümüzdeki peygamber vârislerinin takip etmesi gereken yol da budur!..

Bamteli: ŞEFKAT YÂ HÛ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları dile getirdi:

Mesleğimizin Esası Şefkattir

*İlahî ahlakla ahlaklanmalı; şefkatli ve merhametli olmalı. Aksi halde, “Madem O Şefik, Refîk, Latîf, Rahmân, Rahîm… Neden O’nun o geniş dairedeki tecellilerinden hissenize düşeni alma gayreti içinde değilsiniz?!.” derler.

*Aslında bizim mesleğimizin esası şefkattir. Bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye içinde bulunanların hareket güzergâhları tefekkür ve ufukları da şefkattir. Ancak bu iki esas çizgi korunduğu takdirde acz, fakr, şevk ve şükür anlaşılır.

*Esasen tedebbür, tezekkür ve tefekkür, İslam dünyasının yitikleri haline gelmiş. Düşüncesizlik marazına müptela İslam dünyası, korkunç bir şefkatsizlik içinde bulunuyor; tabir-i diğerle, merhametsizlik akıntısına kendisini kaptırmış gidiyor.

Yalan bir lafz-ı kâfir; büyük günahları mahzursuz görmek de küfürdür.

*Bediüzzaman hazretleri, “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir.” der. İnsan bir kere yalan söylerse, günah-ı kebâir işlemiş olur. Tevbe edince, Allah yarlığar onu, affeder. İki kere yaparsa, Allah affeder; elverir ki kendisine dönsün. Fakat şayet bu işi mahzursuz gibi yapıyorsa, o kâfir olur!.. Bile bile iftira ediyorsa, kâfir olur; bile bile isnatta bulunuyorsa, kâfir olur; isterse Müslüman geçinsin, kâfir olur. Kebâiri mahzursuz görmek küfürdür.

*Onca zulüm işleniyor ama bütün bunlar karşısında zerre kadar insanî duygu ve düşünce seslendirilmiyor. Bir tepki yok. Peygamber’e hakaret ediliyor, “gurura kapıldı” deniliyor, bir tepki yok. Kur’an’a “gırgır” deniliyor, bir tepki yok. “Falan, Allah’ın vasıflarını hâiz!” deniyor, bir tepki yok. Oysa bu türlü şeyler karşısında sükût dilsiz şeytanlıktır. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Yuf bu türlü ruhları taşıyan insanlara!..”

“Onlar, başka değil, hayvanlar gibidirler; belki onlardan daha aşağıdırlar.”

*İslam dünyasında, bilhassa güç ve iktidarı ellerinde bulunduranlar, insanların şerefleriyle, haysiyetleriyle, diyanetleriyle, nefisleriyle, mallarıyla, canlarıyla, hürriyetleriyle oynuyorlar. Asıyorlar, kesiyorlar; insanî haklarından mahrum ediyorlar; hürriyetlerini ellerinden alıyorlar. Kendileri gibi düşünmeyenlere karşı, Lenin gibi hareket ediyorlar, Hitler gibi hareket ediyorlar, bugüne kadar gelmiş Tiranlar gibi hareket ediyorlar. Manzara bundan ibaret; korkunç bir şefkatsizlik nümayan. Başka dünyalar çok alakadar etmez bizi. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ortaya döktüğü yakut, zebercet, zümrüt gibi temel disiplinlerden habersiz olduklarından dolayı onları -mazur görme değil- görmezlikten gelme bir esas olmalı. Fakat “Ben Müslümanım” diyen insanlar bunu yapıyorlarsa, “Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler; belki yolca daha sapıktırlar.” (Furkan, 25/44)

*Hayvanlar günümüzün zalimlerinden daha insancıl davranıyorlar. Bir belgeselde görmüştüm: Bir panter bir maymunu derdest ediyor. Hayvancık hamlini vaz’ etme faslına yakınmış. Öyle şiddetli bir heyecanla hamlini vaz’ ediyor. Panter, doğan yavruyu görür görmez boğazından sıkıp öldürdüğü annesini hemen bırakıyor. O yavrunun üzerine eğiliyor, yalıyor, kokluyor, ağzına nefes veriyor. Dönüp böyle acı acı mahrumiyet, mağduriyet, beceriksizlik, çaresizlik içinde sağa-sola bakıyor; adeta “Ben ne yapmalıyım?” diyor. Ben onu okudum onda. “Ben buna daha ne yapmalıyım?” Şimdi vahşi bir hayvanın bile etini yemek için avladığı bir hayvanın yavrusuna karşı duyduğu şefkat!.. Sizin dünyanız sayılan o dünyada serkarlar onun onda birini duymuyorlar. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler; belki yolca daha sapıktırlar, onlardan daha aşağıdırlar.” (Furkan, 25/44)

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللَّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ فِي الْأَمْرِ كُلِّهِ

“Şüphesiz Allah, refîktir (merhametli ve şefkatlidir); her işte mülayemeti, rahmet ve şefkatle muameleyi sever.”

Ciğerini heva-i nefsine ısırtmış insanlar öyle çaresiz bir hummaya tutulmuşlardır ki, o marazın dermanı yoktur!..

*Bütün yalanları, iftiraları, saygısız lafları söylettiren ve bütün merhametsiz, şefkatsiz, insafsız fiillere sebebiyet veren, heva-i nefistir. Muzaffer el-Kirmanşahî der ki: “Hevâ yılanı akıttı gönlüme zehirini / Ne tabib var derdime ne bir nefesi kuvvetli / Sadece delicesine sevdiğim o Yar var ki / Ondadır efsunum, Ondadır kalbimin merhemi.” Evet, ciğerini heva-i nefsine ısırtmış insanlar öyle çaresiz bir hummaya tutulmuşlardır ki, o hummanın dermanı yoktur.

*Hep “saray.. saray.. saray..” veya “para.. para.. para..” diyenler, kalbini hevâ-i nefse ısırtmış kimselerdir. Onlar kendilerine şöyle ya da böyle muhalefet edenlere değişik ad ve unvanlar takmak suretiyle konuyu değiştirerek kendi mesâvîlerini kapamak isteyen densizlerdir. Bağışlayın, o vandallar, mesâvîlerini setretmeye matuf hiç olmayacak şeyler söylerler. Böylece isyan deryasına yelken açan ve filosuyla, gemisiyle, sarayıyla, servetiyle, kaçırdığı paralarıyla, dolarlarıyla, riyalleriyle, altınlarıyla, gümüşleriyle mesut yaşayacağını zanneden hevaperesler katiyen huzur yudumlayamazlar. Kafalarını saran, nöronlarına gelip oturan istikbal ve akıbet endişesi onları öyle kıvrandırır ki gafletle kendilerini eğlenceye verirler.

*Hadis olarak rivayet edilir: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle diriltilir ve haşredilirsiniz.” Nasıl, hangi duygu ve hangi anlayışla yaşıyorsanız, o hal üzere ölür, öyle dirilir ve o muameleyi görürsünüz.

*Sultan İkinci Ahmed, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şunları söyler: “İftirakınla Efendim bende takat kalmadı!” Efendim kim? Mutlak zikir kemâline masruftur, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yahpâre oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı / Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza / Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.”

*Sultan Ahmed Camii yapılırken, Efendiler Efendisi’nin (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) kadem-i pâkini sorguç gibi tacına takan Sultan Ahmed cennetmekan aleyhir-rahmetü ve’l-gufran hazretleri de eteklerine taş doldurup işçi ve ırgatlarla beraber taş taşımaktaydı. Amele gibi çalışırken şöyle diyordu: “Allahım, Ahmed kulunun günahlarını mağfiret eyle; bu hizmetini de kabul buyur!” Ceddiniz buydu sizin. Onlar, cihana hükmettikleri dönemde neyin mahkûmu, neyin bendesi, neyin kulu olduklarının da farkındaydılar.

İkaz Görünümlü İlahî İltifatlar

*Şefkat Peygamberi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olduğu, Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyetlerinde ifade edilmektedir: Enbiyâ sûresindeki وَمَآ اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” âyet-i kerimesi bu hakikati açıkça seslendirir.

*Mahbûb-u Âlem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin!” (Kehf, 18/6) ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer ayet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin!” (Şuara, 26/3), “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.” (Tâ Hâ, 20/2) şeklinde hitap etmektedir.

*Aslında, bu ilahî hitaplar da Allah Rasûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkûr ayet-i kerimeleri Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını ta’dil eden ve onu îkaz için inen birer ilahî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda ta’dil ve tembih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir tebcil, takdir ve iltifat da vardır.

Vandallar ne derlerse desinler, dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor.

*Dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor. Şimdiye kadar belki elli tane kitap yazıldı. Bu bir ay içinde buraya dünya çapında popülaritesi olan insanların yazdığı bir hayli kitap geldi. Hareket’le alakalı pek çok doktora yapılmış, Düşününüz; dünyanın değişik yerlerinde vazife gören, aynı zamanda duygu ve düşünce açısından da farklı olan yüksek akademisyenler Hareket hakkında ve Hareket’in dünya adına vadettiği şeylerle alakalı doktoralar yapıyor, konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor. Bu adamların hepsi aklını peynirle yemiş; sadece İslam dünyasında bazı ülkelerde bir kısım vandallar, ahmaklar doğruyu görüyor ve diğerlerinin gördüklerini yanlış sayıyorlar!..

*Cenâb-ı Allah, ahirette vereceklerini vermemek için zalimlere dünyada mehil verir; mazeretleri tükeneceği âna kadar onları refah içinde yaşatır. O haramîlik yapar, milletin alın teriyle kazandığı şeylerin gidip tepesine konar, kanun nizam tanımaz… Allah Teâlâ bir süreye kadar imhâl eder. Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zâlime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünü şu ayeti hatırlatarak noktalar: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Rabbin, zulme dalıp gitmiş ülkeleri kıskıvrak yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun derdest edip yakalaması pek acıdır, çok çetindir.” (Hûd 11/102)

Bizim mesleğimizde düşene vurulmaz. Vahşilere dahi insanca davranacaksınız!..

*Zulmedenler bir gün mutlaka çer-çöp gibi savrulacaklar, hiç tereddüdünüz olmasın. Fakat meseleyi konunun başındaki şefkat mülahazasına bağlayarak ifade edelim: Düşene vurulmaz bizim mesleğimizde. Sizin yüzünüze merhamet dilenircesine bakan insanlara merhametsizlik yapılmaz. Düşene tekme atılmaz. “Oh oldu!” denmez. “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur!” denmez. Belki şefkat edilir; hala bir kurtulma imkânları varsa şayet, ellerinden tutulur. Çünkü insanız biz; ahsen-i takvimin timsali insan…

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir fakat şefkat kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını dahi kullanmamalıdırlar. Hazreti Pir’in bu düşünceye bağlı anahtar ifadelerinden biri “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanmasıdır. Evet, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Demek ki, eğer size ikab ederlerse, işkence yaparlarsa, eziyette bulunurlarsa, misliyle mukabele hakkınız vardır. Bu, hakkın, adaletin, doğru olmanın, dini doğru yaşamanın gereğidir. Fakat bir mü’minin -mukabele de olsa- asla yapamayacağı davranışlar söz konusudur. Bununla beraber ayet-i kerime bize daha yüksek bir ufuk göstermektedir: “Dişinizi sıkar sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

*Evet, size nasıl eza ettilerse, aynı eza ile mukabelede bulunmanız hakkınızdır. Fakat sabrederseniz, aynıyla mukabelede bulunmazsanız, civanmertçe bir tavır takınırsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz sizin için daha hayırlı olan yolda yürüme mecburiyetindesiniz.

*Nasıl ki bedelsiz, karşılıksız bir hizmete dilbeste olup engin bir şefkat ve aşkın bir adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir yanına gittiniz. Oralarda bir ırgat, bir amele gibi çalışıyor ve yeni bir dünya oluşturmaya gayret ediyorsunuz. Hani seslendiriliyor ya o olimpiyatlarda: “Yeni bir dünya!..” Yeni bir dünya inşası peşinde koşuyorsunuz. Aynen öyle, size kötülük yapanlara karşı da o şefkati ortaya koymalısınız. Onlar bir gün gelip de hazana maruz birer tıbn-i bîkarar, sağa-sola savrulan yapraklar gibi savrulacaklar ama siz o yapraklar karşısında da şefkatinizi sergileyecek ve onlara basmayacaksınız. Belki alıp koklayacaksınız. “Biz böyle bilmiyorduk sizi!” diyeceksiniz. Onların sizden özür dilemelerine fırsat vermeyecek, “Siz bir şey yapmamıştınız, belki konumunuzun gereği olarak öyle davranıyordunuz!” diyeceksiniz. Diyecek ve hep insanca davranacaksınız. İnsanca davranmayanlara karşı da tavrınızı bozmayacak ve vahşice davrananlara bile insanca davranacaksınız.

Fitneler Asrı ve Sulh Çizgisi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

*“Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” (Talibî) Zannediyorum işte orada tökezliyor, hata ve kusurlarımıza insaf nazarıyla bakmıyoruz. Hâlbuki kendi noksanlarımızı görmemiz, onları gidermemiz adına çok önemli bir husustur. İnsan, eksiğini gediğini görmüyorsa, kendisiyle yüzleşmiyor/yüzleşemiyorsa, kendinde kusur bulunduğunu kabul etmiyorsa, o hiçbir zaman irfana eremez, kendi kusurlarını göremez. Kendi kusurlarını görmeyenler de -günümüzde olduğu gibi- başkalarında kusur arar dururlar; sürekli başkalarına ok atar, onları yaralarlar.

Günümüzün Harûrîlerinin de düşünceleri, dilleri, elleri kanlı!..

*Hadis kitaplarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığıyla bazı bölümler yer almaktadır. “Fiten” kelimesinin tekili (müfredi) olan “fitne”nin imtihan, meşakkat, sıkıntı, bela, musîbet, rezalet ve azap gibi mânâları vardır. Zamanla bu kelime küfür, günah, ihtilâf, düşmanlık, rüsvaylık ve fısk gibi her türlü kötülük için kullanılmaya başlamıştır. Melâhim ise; melhame kelimesinin çoğuludur; melhame, savaş meydanı demektir. Hadis kaynaklarında “fiten ve melâhim” başlıkları altında, ileride gelecek olaylardan, özellikle âhir zamanda cereyan edecek olan dehşetli hadiselerden bahsedilmiş; bunlara karşı müslümanın nasıl tavır takınması gerektiği belirtilmiştir.

*Hâricî (Harûrî) fitnelerinin daha sonra neleri netice vereceği o gün kestirilemediği gibi, bugünkü fitne ve fesat şebekelerinin, fitne ve fesat tohumlarının da ne zaman neşv ü nemâ bulacağı, toplumu daha korkunç şekilde nasıl karşı karşıya getireceği, vuruşturacağı belli değil. Maalesef, ağızlardan adeta kan dökülüyor; bakışlar kinle nefretle bakıyor; yürekler kinle nefretle atıyor.

Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek mesabesindedir!..

*Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek mesabesindedir! Kur’an diyor bunu; bir insanı öldürenin, potansiyel olarak başka insanları da öldürebileceğini vurguluyor. Bu açıdan, bir cinayet bin cinayet demektir. Fakat gördüğünüz gibi günümüzde millet gözünü kırpmadan bu şenaatleri, bu denaetleri, bu cinayetleri irtikâp ediyor.

*Bir hadis-i şerifte, “Âhir zamanda yaşları küçük, akılca kıt birtakım gençler zuhur edecek. Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur’an’ı okurlar. Fakat imanları, gırtlaklarından öteye geçmez.” buyurulmakta; böyle insanların yaşadığı devir, “Ölen ne için öldüğünü bilmeyecek, öldüren de neden onu öldürdüğünü bilmeyecek!” sözüyle anlatılmaktadır.

*Bazı kimseler el ayak hareketleri yapıyor, yalan söylüyorlar. Bir zümre başka bir zümreyi taklit ediyor, onun işaretini kullanıyor; suçu onlara atmak istiyor. Başka bir densiz, kendini bilmez, yeni yetme de şimdiye kadar karıncaya basmamış insanlara kendi yaptıkları şenaat ve denaetleri nispet etmeye kalkışıyor.

*Bu kötülükleri yapanlar, o yobaz, alabildiğine şuursuz, şeklî Müslümanlığa bağlanmış Harûrîlerden, Hâricîlerden daha vahşi, Yezid’den daha vahşî, Haccâc’dan daha vahşidirler.

Şefkat abidelerine sükunet, temkin ve teyakkuzun temsilcisi olmak düşüyor!..

*Böyle bir dönemde sükûnet, sekîne, temkin ve teyakkuzun temsilcisi olan insanlara, çok ağır başlı ve okkalı düşünceli olmak düşüyor. Tedbir ve temkin bütünüyle onlara düşüyor. Fitne tsunamileri ve fesat seylapları karşısında göğsünü gerecek, onları önlemeye çalışacak akl-ı selîm, kalb-i selîm, hiss-i selîm, ruh-u selîm sahibi insanlara.. mülahaza ve beyanları selim insanlara.. vurulduğu, dövüldüğü anda bile el kaldırmayacak ve karıncaya dahi basmayacak kadar şefkat abidelerine… Belki böyle davrananlar dünya cihetiyle kaybedebilirler fakat öbür tarafta Sahabe efendilerimizle ve Enbiyâ-ı izamla haşrolurlar. Allah onlarla haşreylesin!..

“Osmanlı” derken, hatta Kelime-i Tevhid ile gürlerken, ahireti kaybediyorlar!..

*Dünyevî kaybetme önemli değildir; asıl musibet, ahireti kaybetmektir. Bazıları daha şimdiden ahireti kaybetmiş gibi görünüyorlar. İnsan öldürmekle, öldürme ortamı hazırlamakla, öldürmeye zemin hazırlamakla bir şeyler elde etme peşinde koşuyorlar. Genel atmosferi kendi istikballerini garanti altına alma adına kullanıyorlar. Dolayısıyla ahireti kaybediyorlar. Kimileri mabette ahireti kaybediyorlar.. bazıları Allah karşısında yer yer el pençe divan da duruyor ama namaz kılarken ahireti kaybediyorlar.. “Lâ ilâhe illallah” derken ahireti kaybediyorlar.. “Muhammedun Rasûlullah” derken ahireti kaybediyorlar.. “Sahabe” derken ahireti kaybediyorlar.. “Osmanlı” derken ahireti kaybediyorlar!..

*Fakat unutmayın, ahireti kaybetmekle kalmayacaklar!.. Allah âdil-i mutlaktır! Küfür devam eder, mahkeme-i kübraya, ma’dele-i ulyâya kalır ama zalim cezasını dünyada bulur.

Çok yakın bir gelecekte kaderin şiddetli tokatlarıyla derbeder olup gidecekler!..

*Bugün bu zulüm tablolarını hazırlayanlar, insanları birbirlerine karşı zulme sevk edenler, birbirine musallat edenler; kanda, irinde, gözyaşında kendi istikballerini imar etmeye çalışanlar… Bu mimar bozuntularının çok yakın bir gelecekte derbeder olup gittiklerini, kaderin şiddetli tokatlarıyla onlara “yeter artık!” dendiğini göreceksiniz. Entelektüel buna “yeter” demedi; birkaç tane elit bunlara “yeter” demedi; kendi içlerinden inanan gibi görünen bazı kimseler de “Bu kadarı fazla!” demedi. Onlar demedikleri için, dediği hora geçen ve mutlaka olan “Kün fekân” Sultanı dediği zaman zîr ü zeber olacaklarında tereddüdünüz olmasın.

*Fakat o zaman da şu anda içinizde yaşattığınız o şefkat duygusuyla belki onlara acıyacaksınız, ızdırap duyacaksınız; “Keşke” diyeceksiniz “vaktinde iyiyi, güzeli, doğruyu keşfetselerdi; doğru yolda kaybedenlerden olmasalardı; sırât-ı müstakimde trafik kazası yapmasalardı; sırât-ı müstakimde şeytanın oyuncağı haline gelmeselerdi.”

Fırtınaya maruz kalmış ağaçlar gibi yıkılıp gittiklerinde onlar için üzülen yine siz olacaksınız!..

*Size “rahat olun” diyemem, çünkü size dünyada rahat mukadder değil. “Her âkıle bir dert bu âlemde mukarrer / Rahat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan.” (Ziya Paşa) Şimdi birileri sizi rahatsız ediyorlar. Bunu aşabilirsiniz, hem bunu aşmak da sizin için kolaydır. رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) dersiniz. İçinize inşirah akar. Gönlünüzde bir itminan hâsıl olur.

*Fakat sizi bekleyen bir ızdırap var ki, bugün kötülük yapanlar, yarın birer mezar-ı müteharrik gibi peşi peşine devrildikleri zaman, saltanatları başlarına yıkıldığı zaman; -yazık- kitle psikolojisi ile kandırılıp sokaklara dökülen o gençler heder olup gittikleri zaman, “Yazık oldu!” diyeceksiniz; tedavisi, tamiri kâbil olmayan bir ızdırabı vicdanlarınızda duyacaksınız. Üzüleceksiniz!..

*Evet, şimdi çektiklerinizi aşacaksınız Allah’a tevekkül, teslimiyet, tefviz ve sikâ ile. Her şeyi O’na bağlamakla itminana ereceksiniz ve bu bâdireleri, bu gâileleri yok gibi göreceksiniz. Kendinize bir çarpı çekeceksiniz, “ene”yi atacaksınız; meseleyi “Hüve”ye bağlayacaksınız. “Madem Seni bulduk, her şeyden kurtulduk!” diyeceksiniz. Fakat size kötülük yapanlar birer birer, bir fırtınaya maruz kalmış ağaçlar gibi yıkılıp gittiğinde bu defa onlar için üzüleceksiniz.

Yemin Edebilirim: Hazana maruz yapraklar gibi savrulup gidecekler!..

*İsterseniz yemin bile edebilirim. Neden? Çünkü Allah’ın adaletine inanıyorum! Ne kadar inanıyorum? O’nun varlığına inandığım gibi.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın nübüvvetine inandığım gibi.. Kur’an’ın Allah’tan geldiğine inandığım gibi.. Râşid Halifeler’in hak olduğuna inandığım gibi inanıyorum!.. Yemin bile edebilirim. Şiddetli bir fırtına ile devrilen ağaçlar gibi bir bir, üst üste devrilecekler. Hazana maruz yapraklar gibi savrulup gidecekler. Kendilerini bir şey görenler, yapraklar gibi toprağa gübre olarak dökülecekler!..

*Keşke onlar giderlerken, sizin içinizde kendilerine bir Fatiha okuma ve bir “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” deme duygusu oluştursalardı!.. Keşke bu kadar kalbî irtibat köprülerini kursalardı ve siz onları hayırla yâd etseydiniz!.. Yâd etseydiniz de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şu beyanına uygun içinizden gele gele hareket edebilseydiniz. Edemeyeceksiniz, zorlanacaksınız. “Ölmüş gitmişlerinizin iyi ve güzel yanlarını yâd edin, kötülüklerini sayıp dökmekten sakının!” Fakat çok zorlanacaksınız!.. Sövmüşler, saymışlar, üzerinize zift püskürtmüşler. Bunları birer birer gördüğünüz zaman bir kere daha, muktezâ-yı beşeriyet, tabiatınızdaki tepki, harekete geçecek. Sürekli içinizde reaksiyon hissi duyacaksınız. İşte o zaman iradenin hakkını kullanarak, bütün o olumsuz, negatif duyguları baskı altına almakta zorlanacaksınız.

*Evet, Kur’an’ın talim buyurduğu, “Rabbimiz!.. Bizi ve bizden önce iman etmiş bulunan bütün (Din) kardeşlerimizi bağışla ve iman edenlere karşı kalbimizde herhangi bir kötü duygunun uyanmasına meydan verme. Rabbimiz, muhakkak ki Sen, şefkati pek engin, (bilhassa mü’minlere karşı) hususî rahmeti pek bol olansın.” şeklindeki duayı onlar hakkında yapmak, bu âlicenapça duyguyu yakalamak için çok zorlanacaksınız.

Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz gerek!..

*Fakat o gün de o iç tepki ve reaksiyonlarınızı, iradenin hakkını vermek suretiyle baskı altına alacak, onlar hakkında katiyen kötü düşünmeyecek, tel’inde bulunmayacak ve “Hakkımızı helal etmedik!” demeyeceksiniz. Sizin sinelerinizin de bu duyguyla attığına hükmetmek istiyorum.

*Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz gerek. Hazreti Mesih, “Sağ tarafına bir tokat vururlarsa, dön bir tokat da sol tarafına vursunlar!” buyurur. Tokat atana tokatla mukabelede bulunma! Kendi hıncını alsın orada. Nedameti yaşayacak odur: “Yahu hiçbir şey demedi, ne insanmış meğer abide şahsiyetmiş.” Eğer iki tokat yemekle birini hizaya getirebileceksen, onu denemek lazım.

Mü’min, sokak insanı olamaz, tahripkâr davranamaz!..

*Ahsen-i takvime mazhar olan insan, karşısında meleğin serfüru ettiği abide şahsiyet, öyle olmamalı!.. O sokak insanı olamaz! O şurayı burayı harap eden insan olamaz! Araba yakan insan olamaz! Sövüp sayan insan olamaz! Mübarek kelimeleri ağzında istismar ederek “Bismillah, Allahu Ekber, Lâ ilahe illallah” deyip şenaat ve denaet işleyen insan olamaz! Onlara insan dediğiniz zaman veya o tavırlara İslam tavrı dediğiniz zaman Allah hesabını sorar.

*Şahısları es geçelim fakat her mü’minin her sıfatı mü’min değildir; bazı mü’minler çok kâfir sıfatı taşırlar. Taşkınlık kâfir sıfatıdır. Birine zarar vermek kâfir sıfatıdır. Yalan kâfir sıfatıdır. İftira kâfir sıfatıdır. Birine zift atmk kâfir sıfatıdır. Kendi yaptığı şeyi başkalarına mal etmek kâfir sıfatıdır… Ve Allah hükmünü sıfatlara göre verir. Hadis-i şerifte buyurulduğu üzere; Allah sizin şekillerinize -falan millet, filan hizip, falan cemaat, filan camia- bakmaz ve lakin Allah sizin kalblerinize bakar. Kalb, Allah’a müteveccih mi; Allah’a müteveccih olanlara o da müteveccih mi, Allah ona bakar.

“Fırsat ele geçerse biz de aynı şeyleri yaparız!” mülahazası rüyamıza bile girmemeli!..

*Siz mülahazalarınızı mealiyâta (yüce hakikatlere, yüksek gayelere) bağlı götürüyorken birileri kalkıp size münasebetsizce “paralel” diyebilir, “haşhaşî” diyebilir, “terör örgütü” diyebilir, hatta bıçak taşımayan insanlara “silahlı terör örgütü” diyebilir. İki sene insanları içeride tutabilir, iddianame hazırlamayabilir, “çeksinler” diyebilir. Onlar hakkında hakkın, adaletin, istikametin gereği hüküm veren insanları da içeriye atabilir. Fakat bütün bu şenaatler, denaetler, densizlikler sizi aynı olumsuzluklara sevk etmemeli. “Fırsat ele geçerse biz de aynı şeyleri yaparız!” mülahazası rüyamızda bile aklımızın köşesinden geçmemeli.

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir fakat şefkat kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını dahi kullanmamalıdırlar. Hazreti Pir’in bu düşünceye bağlı anahtar ifadelerinde biri “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanmasıdır. Evet, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Demek ki, eğer size ikab ederlerse, işkence yaparlarsa, eziyette bulunurlarsa, misliyle mukabele hakkınız vardır. Bu, hakkın, adaletin, doğru olmanın, dini doğru yaşamanın gereğidir. Fakat bir mü’minin -mukabele de olsa- asla yapamayacağı davranışlar söz konusudur. Bununla beraber ayet-i kerime bize daha yüksek bir ufuk göstermektedir: “Dişinizi sıkar sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

Zalimlere boyun eğmediğimiz gibi, üç beş günlük bir dünya için karakterimizden de taviz vermeyeceğiz!..

*Hizmet gönüllüleri, her şeye rağmen, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da hep kendi karakterlerini korumalı; üç beş günlük bir dünya için baş yarmamaya, göz çıkarmamaya, kem söz söylememeye, gönül kırmamaya ve herkese sevgi çağrısında bulunmaya azami dikkat etmelidirler. Onlar, Hazreti Üstad’ın şu sözlerindeki manalara bağlı kalmalıdırlar: “Senelerden beri çektiğim bütün ezâ ve cefâlar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler, hepsi de helâl olsun!.. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Aylarca ihtilâttan men edildim. Divan-ı Harplerde bir cânî gibi muamele gördüm. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.”

*Karakterimiz böyle ve bağlı olduğumuz hakikatler bunlar ise, bize zulmedenlerin zulüm ve kötülükleri bizi onlara karşı tenkîle, ibâdeye, gıybete, iftiraya ve işledikleri aynı şenaatleri işlemeye sevk edemez.

*Peygamber Efendimiz, “Kim mü’min kardeşini ayıplarsa, aynısını işlemedikçe ölmez.” buyurur. Evet, şayet bir kimse bir kardeşini bir ayıpla ayıplarsa, ölmeden mutlaka onun başına da gelir, diğeri o ayıbı işlemiş bile olsa. Öyleyse hiç tereddüdünüz olmasın; “paralel” diyenler, bir gün mutlaka öyle denmeye müstahak olurlar.. “sülük” diyenlere mutlaka “sülük” denir.. “terör örgütü” diyenlere bir gün “terörist” denir!..

Yolumuzun Kaderi ve Vazifemiz

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, yeni sohbetinde şu konuları anlatıyor:

*İmam-ı Gazalî hazretleri, günahları ve kötü fiilleri “mühlikât” (helak eden, felakete sürükleyen hususlar) olarak isimlendirirken, sevapları ve salih amelleri de “münciyât” (kurtaran, felaha götüren ameller) başlığı altında ele alır.

Zâlimler kaybetmeye mahkumdur!..

*Günümüzün hadiseleri İmam Gazalî’nin ifadesiyle değerlendirilecek olursa, zalimlerin mezalim, mesavî, hud’a ve intikam şeklindeki değişik kötülükleri, kendileri hakkında mühlikât, mazlumlar için ise münciyât sayılır. İnsan onunla inlerse, onunla oturur kalkarsa, dualarında mağdurları da beraber dillendirir ve ne ölçüde moral verecekse, onlara moral verirse, bir taraftan çekerken, diğer taraftan da kazanmış olur.

*Tarih boyu hep çekenler ve çektirenler vardır. Eğer çektirilenler, hak ve doğru yolda yürüyorlarsa, onlar kazanıyorlar, diğerleri de kaybediyorlardır; bütün tarih boyunca böyle olmuştur. Zâlim hep kaybetmiştir; mazlum ise, şayet inanıyorsa, Allah’la irtibatı varsa, yüksek idealler uğrunda o mücadeleyi veriyorsa, hak hakikat adına dimdik duruyorsa ve bundan dolayı kendisine gelip gelip tosluyorlarsa, o mazlumiyet, o mağduriyet, o mahkûmiyet onun için bir kazanç vesilesi olagelmiştir.

*Tarih boyunca pek çok peygamber gelmiş ve Allah’ın mesajını getirmişlerdir. Ne var ki, hemen hepsi kavimleri ya da bazı düşmanları tarafından reddedilmiş, alaya alınmış ve zulme maruz bırakılmışlardır.

Peygamberlere de “sefih, kâhin, mecnun” demişler, size “haşhaşi” demelerine aldırmayın!..

*Hazreti Nuh (aleyhisselâm) nübüvvetle serfiraz kılınmış; insanları, Allah’a kul olmaya davet etmiş ve gemi mucizesi gibi harikuladeliklerle teyid edilmişti ama kavmi ona, -hâşâ- “sefih” ve “mecnun” diyordu. Size “haşhaşi” demişler, aldırmayın. “Çete” demişler, aldırmayın. “Sülük” demişler, aldırmayın. Peygambere “sefih” demişler; bunak demektir bu.

*Bazı edepsiz kimseler de İnsanlığın İftihar Tablosu’na hücûm etmiş ve O’na saygısız sözler söylemişlerdir. Âlemlerin şeref abidesi olan Peygamber Efendimiz’e -hâşâ ve kellâ- şair, kâhin, sihirbaz, cahil gibi en çirkin isnatlarda bulunmuşlardır; estağfirullah, yüz bin defa estağfirullah.

*Hazreti Âdem’den Hazreti Nuh’a, ondan Rasûl-ü Ekrem Efendimize kadar insanlığın tarihine baktığınız zaman, göreceksiniz ki, adet-i ilahi hiç değişmeden devam edegelmiş. Değişen nedir? Şartlara göre senaryolar değişmiştir; zulüm ve ceza şekillerinde bir kısım farklılıklar olmuştur.

Dağınıklığa düşmemeli!..

*Realiteleri kabul etmek ve dağınıklığa düşmemek lazım. “Şimdi ne olacak?” Bunlarla güç ve kuvvetimizi dağıtırsak, esas mükellef olduğumuz hususları yerine getirme mevzuunda kullanacağımız enerji kalmaz; enerjimizi beyhude kullanmış oluruz. Dağılmamak lazım. İki işi yapmaya çalışırken, üçüncü dördüncü bir meşguliyete kalkışırsak, bütün bütün dağılırız.

*Böyle bir feşel (fiyasko) yaşamamak için en ehemmiyetli konular üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir. O da şudur: Konjonktür bizi şöyle bir duruma itti. Bu durumda biz, gaye-i hayalimiz, mefkuremiz için rantabl olarak nasıl çalışırız? Şu anda içinde bulunduğumuz şartlar, neler yapmamıza müsaittir? Bu mevzuda hizmet adına ne türlü alternatifler oluşturabiliriz. İşte buna bakmamız lazım.

*Yoksa “Falan zalim şunu yaptı, filan zalim bunu yaptı. Falan kara yayıncı şunu yaptı, filan ak yayıncı bunu yaptı…” Bunlarla meşgul olduğunuz zaman, kafa dağınıklığına düşersiniz; nöronlar taşımaz bunu; korteks çatlayıverir birden bire. Sonra yapacağınız işlerde üst üste fiyasko yaşarsınız. Öyleyse, dağılmamak lazım.

*“Onlara şöyle mukabele edelim, böyle mukabele edelim!” gibi mülahazalara da girmemek lazım. Elbette ki iftiralar karşısında, tekzip, tavzih, tashih hakkını kullanma her zaman için mahfuzdur; avukatlar ve bilenler o hakkı usulünce kullanırlar. Ama “O bana bir şey dedi, ben de ona diyeyim! O benim için yakışıksız şu lafları atıverdi, ben de kendi kendime veya birkaç arkadaş içinde onun dediği şeye yakın bir şeyler söyleyeyim. O bana tilki dedi, ben de ona -bari- tavşan diyeyim.” Bunlar faydasız şeyler. Bunlarla geriye hiçbir şey dönmez. Aklı başında bir mü’min, yapacağı her hareketle geriye bazı şeylerin dönmesine göre planlar ve projeler oluşturmalı; “Ben ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım ki, hareketim bazı şeyler kazandırsın?” düşüncesiyle hareket etmelidir.

“Geçmiş ümmetlerin başlarına gelenlere mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?”

*Cenâb-ı Hak, ilahî âdeti gereğince insanları hayatları boyunca çeşit çeşit imtihanlara tâbi tutar. Böylece tıpkı elmasın kömürden, altının da taş ve topraktan ayrılması gibi onların hasını hamından, saf olanını olmayanından ayırır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

الم أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ

“Elif, Lâm, Mîm. Mü’minler sadece “İman ettik” demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” (Ankebût, 29/1-2)

*Cennet’e uzanan peygamberler yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)

*Cenâb-ı Hak, sabredip mücahedelerini sonuna kadar götürenlerle yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir. Nitekim bir âyet-i kerimede O şöyle buyurmaktadır:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırt edip meydana çıkarmadan, kolayca Cennet’e girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmrân, 3/142)Allah (celle celâluhu) bu imtihanı, kullarının takınacakları tavrı öğrenmek için yapmamaktadır. Zira O (celle celâluhu), bu mevzuda sabredeceklerle etmeyecekleri ilm-i ezelîsiyle zaten bilmektedir. Ancak, bildiği bir hakikati, ilm-i şuhûdîsi ile kullarına da gösterip bildirmek istemektedir.

“Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.”

*Habbab bin Eret (radıyallahu anh) anlatıyor: Allah Rasûlü, Kâbe’nin duvarının dibine oturmuştu. Başını da örtmüştü. Yanına vardım, “Ya Rasûllallah, Cenâb-ı Hakk’a dua etmez misin, bize yardım eylesin!” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkenceler gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz. Bir gün gelecek, bir kadın Hîre’den Hadramût’a kadar tek başına yolculuk yapacak da, yolda vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden endişe etmeyecek.”

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Mefkûre kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını kullanmamalıdırlar; bu düşünceyle Hazreti Pir, “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini istimal etmiştir. Zarar mevzuuna gelince, hadis-i şerifin ifadesiyle, “Zarar verme yoktur; zarara zararla mukabele de yoktur.”

*Bizim tek derdimiz rûh-i revân-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasıdır. Yahya Kemal ne hoş söyler:

“Sultan Selim-i Evvel’i râm etmeyip ecel,

Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.

Gök nûra gark olur nice yüz bin minâreden,

Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî.

Ervâh cümleten görür Allahü Ekber’i,

Akseyleyince Arş’a lisân-ı Muhammedî.”

Olumlu düşünmeli, müspet hareket etmeli ve emanetin hakkını vermeli!..

*Siz yapılması gerekli olan şeyleri yapın; ötesini Allah’ın rahmet ve inayetine bırakın. Üstad Hazretleri, bu mevzuyla alâkalı Celâleddin Harzemşah’ın bir mülâhazasını nakleder: Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” Şe’n-i rububiyetin gereğine karışmam, ne dilerse onu yapar.

*Biz bugün bütün himmetimizle, şimdiye kadar yapılan şeyleri alıp ileri götürmeye bakmalıyız. Ötesinde, bize şu kötülüğü yapmışlar, bu kötülüğü yapmışlar.. onlar hakkında da “Cenâb-ı Hak günahlarını affetsin!” der, acıma hislerimizi ifade ederiz. Çünkü zulmedenler, imanları varsa ve imanlarına rağmen zulmediyorlarsa, onlara acımak lazım; zira size kazandırdıkları halde onlar kaybediyorlar. Ahirette umumi bir hukuka tecavüzün cezasını çekerler. Âmme hakkı, Allah hakkıdır; Allah hakkına tecavüz etmişliğin cezasını çekerler. Dolayısıyla da acımaya kesb-i istihkak ederler; acınacak durumdadırlar.

*Şu halde bize düşen şey, o durumda olan insanlar hakkında “Allahım bizleri de onları da sırat-ı müstakime hidayet eyle. Bize de onlara da yanlış şeyler yaptırtma. Öbür tarafta bir bela, bir musibet şeklinde gelip başımıza dolanacak şeyleri bize yaptırma!” demektir. Evet, biz hem onlar hem de kendimiz için hep olumlu düşünmek ve müspet davranmakla mükellefiz.