Posts Tagged ‘şefkat’

Cuma Hutbesi: Şefkat

Herkul | | Cuma Hutbeleri

Günümüzde topyekün dünya ve hususiyle de bizim coğrafyamızdaki milletler, şimdiye kadar olanlardan çok farklı ve öncekilerle kıyas edilemeyecek ölçüde tehlikeli bir dönemeçten geçmekte. Öyle ki, her an bütün dengelerin alt-üst olması, milletlerarası muvazenenin bozulması ve bir kısım hercümerçlerin yaşanması kaçınılmaz gibi görünüyor. Değişik toplumlar ve bu toplumlar içinde farklı görüşteki, farklı düşüncedeki grupların hemen hepsi sürekli kinle, nefretle, öfkeyle oturup kalkıyor; akla-hayale gelmedik ifnâ ve itlâf projeleri arkasında koşuyor. Her millet ve o milletin içindeki farklı kesimlerin her biri, “öteki” dediği şahıs ve grupların, kuş gribi­ne maruz kanatlılar gibi yakaladığı yerde hakkından gelmek istiyor; mütemadiyen intikam hissiyle homurdanıp duruyor; yeni yeni düşmanlık senaryoları üretiyor ve hep öldüren bir kin ve nefret duygusuyla yatıp kalkıyor.

Bu atmosferde neş’et eden insanın sevgiden haberi yok, sevmeyi silip atmış sözlüğünden ve hafızasının hiç renk atmayan en canlı mazmunu “antipati”.. o bu hâliyle hiç mi hiç nefrete doymuyor, kinden usanmıyor ve öfkesini aşamıyor; öfkesini aşmak bir yana bu tür şeytanî duyguların tesirinde sürekli haksızlıktan haksızlığa koşuyor; bâtılı hak göstermeye çalışıyor ve o eski tiranların bir ömür boyu işledikleri mesâvîyi rahatlıkla bir iki aya veya bir iki seneye sığıştırmasını biliyor. Bu zaviyeden o, melekeleri itibarıyla meflûç, muhakemesi açısından mâlul ve her şeyiyle öyle bir derbeder ki, ne sıhhatli düşünebiliyor ne normal bir insan gibi davranabiliyor ne de tutarlı bir fikri var. Bazen cinnete denk tehevvürlere girerek etrafını yakıp yıkıyor; bazen de hiç dinmeyen o gayz ve öfkesiyle kendisini yiyip bitiriyor.

Şimdilerde dünyanın pek çok yerinde fertler de böyle, toplumlar da böyle ve idarî mekanizmayı elinde bulunduran zimamdarlar da böyle. Çoklarının huzura, güvene savaş ilân etmiş gibi bir hâlleri var; hem kendi huzurlarını dinamitliyor hem de umumî emniyeti sarsıyorlar. Hele bir de şiddete ve cebre başvurmaları var ki, onları gören, “istiklal mücadelesi” veriyorlar sanır. Böylece, üzerlerinde binlerce mazlumun ahı, intizarı birer lanetlik gibi yaşıyor, sonra da birer mel’un gibi bir bir devrilip gidiyorlar.

Gerçek bu!.. ve biz ne o köpürüp duran nefreti, öfkeyi dindirebiliyor ne de değişik türden saldırganlıklara “Dur!” diyebiliyoruz. Yok bunları yapacak güç ve imkânımız, dört bir yanımızı saran fitne ateşlerini söndürecek iktidarımız. Ne var ki, elimizde sadece henüz insanlığını bütün bütün yitirmemiş kimselere rahatlıkla verebileceğimiz bir iksirimiz var: “Şefkat”. Onunla önümüzdeki handikapları aşmaya çalışacak ve onun sıcak kanatları altında yolumuza devam edeceğiz.

Şefkat şimdiye kadar onu gönülden temsil edip doğru seslendirenler sayesinde bilmem kaç defa şeytanî fitneleri önledi ve insanlığı ölüm çukurlarına yuvarlanmaktan kurtardı!.. ve kaç defa Cehennem çukurları gibi görünen uçurumları Firdevsî bahçelere çevirdi!.. Evet, herkese ve her şeye karşı duyulan karşılıksız sevgi ve alâka; mazlumların, mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle onların üzerine titreme de diyebileceğimiz “şefkat”, ilâhî ahlâkın farklı bir tecellîsi, göktekilerin sesi-soluğu ve bütün annelerin sımsıcak nefesinin ayrı bir unvanıdır. Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, herhangi bir karşılık beklemeden sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Körler onunla körlüklerini aşar, sağırlar onunla duymaları gerekli olan en önemli şeyi duyar ve ihtimal hep zulüm ile gürleyip duranlar bile onun sükûtî beyanlarıyla dillerini yutar, muvakkaten dahi olsa kendilerini sorgulamaya dururlar. Onun bu sihirli derinliğine işaret sadedinde Beyan Sultanı, “Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat göstermeyen bizden değildir.”[1] buyurur.. buyurur ve onu âdeta bir mü’min şiarı sayar.

Şefkatte öyle bir güç vardır ki, onunla en katı kalbler yumuşar, en mütemerrit ruhlar dize gelir ve en korkunç düşmanlıklar bile onun karşısında “pes” eder. Kini-nefreti çözecek bir iksir varsa o, şefkat; şiddeti, hiddeti, düşmanlığı ters yüz edecek bir silah varsa o da yine şefkattir. Şefkat eden insan, ötelerin dilini kullanan ruhanîlere eş bir gönül insanı ve cehennemler gibi köpüren öfkeleri söndürmede de mânevî bir itfaiyecidir. O, şefkat lisanıyla konuşurken zulüm ve adavetin dili tutulur; yakıp yıkmaya kilitlenmiş ruhların da eli-kolu bağlanır.. ve yolsuzlar yola gelir. Onunla yumuşayıp yola gelmeyenlerin de hakkından Allah gelir…

Şefkat, insanı enginleştiren bir histir ve insan ancak şefkat sayesinde başkalarının sevinç, neşe ve huzurunu duyup anlayabilir.. anlar ve onların maruz kaldıkları olumsuzluklar karşısında sorumluluklarını tam hisseder. Şefkatin hâkim olduğu bir atmosferde sosyal münasebetler daha bir hızlı gelişir ve içtimaî dayanışma âdeta kendi kendine teessüs eder. Böyle bir toplumda herkes birbirini sevgiyle kucaklar. Fertler ve gruplar, aralarında gönül kazanma yarışı yaşarcasına birer rikkat ve samimiyet insanı hâline gelir. Böylece gönül bağları daha bir güçlenir ve işte o zaman başkaları için yaşamadaki o engin zevk de duyulmaya başlar.

İsterseniz konuyu biraz daha açalım; eğer şefkat, uzak-yakın çevremizde görüp duyup hissettiğimiz muhakkak acıları göğüsleme, giderme ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek bunların yerine sevinç, sürur ve neşe ikame etmenin unvanı ise, o bizim için fevkalâde önemlidir. Bir kere sinesi bu yüksek duyguyla çarpan biri, her zaman merhamet hissiyle oturur kalkar.. herkese ve her şeye yumuşaklardan yumuşak bir nazarla bakar.. mağduru-mazlumu, annenin evlâdını, kuşun yavrusunu bağrına bastığı gibi bağrına basar.. himaye ve sıyanete muhtaç kimseler etrafında her an kuşlar ve kuşçuklar gibi kanat çırpar durur.. icabında yemez yedirir ve canını tehlikeye atar, onları korur.. hatta gerektiğinde o uğurda seve seve kendini bile feda edebilir.

Aslında, varlık şöyle derinden bir mütalaaya alınsa ve onun sinesine kulak verilse, her yanda şefkatin tüllendiği görülecek ve her taraftan şefkat nağmelerinin yükseldiği duyulacaktır. Kâinat ve eşyanın temel atkıları şefkat, ona nihâî güzelliğini kazandıran da şefkattir: ağaçlar mücessem birer rahmet, meyvelerse tecessüt etmiş birer şefkattir.. insan bir âyine-i rahmâniyet, iman nuranî bir şefkattir.. dünya bir vesile-i saadet, ukbâ bütün ihtişamıyla bir meşher-i şefkattir. Hâsılı, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir, şefkattir…

Eğer her zaman o yüksek uçan enbiya, evliya ve asfiya gibi tarihî şahsiyetlerin canlara can nuranî menkıbeleri doğru okunabilse, onların o aydınlardan aydın hayatlarında hep şefkatin köpürüp durduğu görülecektir.. evet, onlar her zaman şefkatle soluklanmış, şefkatle oturup kalkmış ve birer şefkat kahramanı olarak yaşamışlardır. Bu böyledir; zira şefkat, insanı dikey (amûdî) olarak Allah’a yükselten nuranî bir rampa ise, gönlü şefkatle çarpanlar da sonsuza yükselmede sıraya girmiş, o baş döndüren irtifaın üveyikleridir. Böyleleri, tevfik burakına binmiş öyle gök yolcularıdır ki, bugüne kadar onlardan hiçbirinin yolda kaldığı görülmediği gibi, sinesi kinle, nefretle, merhametsizlikle çarpanlardan da hiç mi hiç hedefe ulaşan olmamıştır. Bir parça zahmete katlanıp, susamış bir köpeğin susuzluğunu gideren ahlâksız bir kadının Cennet’e; aksine, evindeki kediyi aç bırakıp onun ölümüne sebebiyet veren bir tâli’sizin de Cehennem’e gittiğini Hazreti Sâdık u Masdûk beyan ediyor.. evet, Cennet bir şefkat otağı, Cehennem de bir gayz u nefret zindanıdır. Burada ortaya konan her güzellik Cennet’te farklı derinlikleriyle sahiplerini beklediği gibi, her çirkinlik de Cehennem’de ürperten buudlarıyla bahtsız müstehaklarını gözlemektedir.

Şefkat de, gayz u nefret de bu dünyaya ait birer realite olsalar da, varlığın özü, usaresi şefkattir. Eğer kâinatın mâyesi böyle bir şefkat olmasaydı ne insan ne de başka bir şey vücuda gelemez, gelenler varlıklarını sürdüremezdi; ezilmeleri ezilmeler, devrilmeleri devrilmeler takip eder ve bütün varlık bir kaos sarmalına dönüşürdü. Her yandan yalnızlık feryatları duyulur, her taraf vahşetle inler ve dünya âdeta umumî bir matemhane hâlini alırdı. Eğer bugün biz varsak ve varlığımızı sürdürebiliyorsak, bu O’nun şefkatinden; eğer birbirimizi seviyor ve başkaları tarafından seviliyorsak, bu da O’nun rahmetindendir.

Her şeyden evvel insanî duyguları tetikleyip gönüllerimizi heyecanla şahlandıran şefkat olduğu gibi, duygu ve düşünce dünyamızda iyilik etme, ihsanda bulunma, başkalarını kucaklama hislerini harekete geçiren de yine şefkattir. Şefkatle gürleyen bir sine, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep bir enginlik sergiler, hep incelerden ince davranır ve hep içten hareket eder. Her zaman sevgi yolunda yürür; yol boyu hayır ve ihsan duygularıyla köpürür durur.. Allah da onun sinesini açtıkça açar, ihsan hissini kat kat lütuflarla mükâfatlandırır ve merhametinin genişliğine göre ona özel teveccühlerde bulunur. Ümit ederim, Allah’ın, gönüllerimizde şefkat hissini uyaracağı ve bizi içinde bulunduğumuz kabalıklardan kurtaracağı günler çok uzak değildir…

[1]   Tirmizî, birr 15; Ebû Dâvûd, edeb 58.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Sızıntı Dergisi Ocak 2006 sayısı için kaleme aldığı makaledir.

Hizmet Tiryakiliği

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Zaman zaman sohbetlerde geçen “hizmet tiryakiliği” ifadesiyle kastedilen anlamlar nelerdir, hizmet tiryakilerinin hususiyetleri nelerdir?

   Cevap: En kestirme ifadesiyle hizmet tiryakiliği, belirli bir gaye-i hayale adanma demektir. Eğer bir insan hizmet için düşünüyor, hizmet için oturuyor, hizmet için kalkıyor, hizmet için plân ve projeler oluşturuyorsa, hizmet tiryakisi olmuş demektir. Onun okula gitmesi de, eğitim görmesi de, yazması da, çizmesi de hep hizmet içindir. O, muhtaç sinelere hak ve hakikati anlatabilme, insanları çağın levsiyatından kurtarabilme, bataklığa düşmüş insanların elinden tutup çıkarabilme adına maddi-manevi füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunmaya hazırdır.

Farklı bir tabirle hizmet tiryakiliği, insanın bütün tavır ve davranışlarını Cenab-ı Hakk’ın rıza ve hoşnutluğuna bağlaması, sahip olduğu bütün güç ve imkânları O’nu insanlığa tanıtma uğrunda kullanması demektir.

Kimi, sigara, içki veya uyuşturucu gibi zararlı maddelerin tiryakisi olur; kimi de günde üç öğün yemek yemenin, üç dört defa çay veya kahve içmenin tiryakisi. Bu tür bağımlılıklar bir zaafın ifadesidir. Aslında bir mü’min bu anlamıyla hiçbir şeyin bağımlısı olmamalıdır. O, hayatını en ağır şartlar altında sürdürebilecek şekilde kendisini hazırlamalı, gerektiğinde zor şartlara dayanabilmeli, kıt kanaat yaşamasını bilmelidir.

Gerçi mubah nimetlerden istifade etmenin genel olarak insanın dinine diyanetine bir zararı yoktur. Ne var ki farklı farklı bağımlılıkları olan, kendisini lüks ve rahata alıştırmış insanların, zor dönemlerde hakkın sözcülüğünü yapmaları ve hakikate sahip çıkmaları da kolay olmayacaktır.

Söz konusu hizmet tiryakiliği olunca bu bir zaafın ifadesi değildir; bilakis ciddi bir gayret ve cehdin neticesinde elde edilecek yüce bir haslettir. Nasıl ki bir insanın ibadet tiryakisi hâline gelmesi için başta kendisini biraz zorlaması gerekirse, hizmetin tiryakisi olabilmek de en başta ortaya konacak ciddi bir azme bağlıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizim yeme-içmeden haz duymamız gibi, ibadetlerinden haz duyduğunu ifade ediyor.[1] O’nun hakkında “ibadet tiryakisi” demenin doğru olup olmadığını bilemiyorum. Daha doğrusu böyle bir tabiri O’nun hakkında kullanmayı çok uygun görmüyorum. Fakat Efendimiz’i istisna edecek olursak, ibadet yaparken böyle bir zevk-i ruhanî yaşayan insanlara “ibadet tiryakisi” veya “ibadet bağımlısı” denebilir.

Hizmet tiryakisi, hayatını i’lâ-i kelimetullah’a bağlar. Onun duygu-düşüncesi hep şudur: “Allah’ım, nam-ı celil-i ilâhinin, ruh-u revan-ı Muhammedî’nin her yerde bir bayrak gibi dalgalanması yolunda hizmet edebileceksem yaşamamın bir anlamı var. Eğer bunu yapamayacaksam, hayatın da bir anlamı kalmayacağından canımı alabilirsin.” O, anlamı kalmayan bir hayatı yaşamaktansa, Allah’a dilekçesini sunup böyle bir hayattan istifa etmeyi yeğler.

Bunun anlamı, dünya işlerinden kat-ı alâka etmek değildir. Bilakis çalışırken ve kazanırken dahi hizmeti düşünmektir. O, hangi işi yaparsa yapsın, ne tür imkânlara sahip olursa olsun, hangi makamlara yükselirse yükselsin, bütün bunları hak ve hakikate tercüman olabilme, ona sahip çıkabilme adına bir zemin olarak değerlendirmeye çalışır. Onun nazarında, hakkı tutup kaldırma, her zaman hakikati ve adaleti müdafaa etme istikametinde değerlendirilemeyen makam ve payelerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.  Hizmet bağımlısının gözünde ne alkışın, ne takdirin, ne şöhretin, ne de rahat ve rehavetin önemi vardır. Bunlar, ardında koşulması ve elde edilmesi gereken birer hedef değildir. Onun tek derdi, gönülden bağlı olduğu yüce mefkûredir.

Bu ölçüde bir adanmışlık düşüncesine ulaşmak elbette kolay değildir. İlk başta ciddi bir azim ve kararlılıkla yola çıkmaya ihtiyaç vardır. Kişinin ilk etapta kendisini zorlaması, buna alışıncaya kadar karşılaşacağı zorluklara tahammül etmesi gerekir.

Rahmetli oldu, bir arkadaşımız vardı. İlk defa himmet adına kendisine bir şey teklif edilince, çıkarıp o günün parasıyla az bir yardımda bulunmuştu. Bir memurun aldığı maaş ölçüsünde bir şeyler vermişti. Fakat o, bunun kendisi açısından o gün için ne kadar zor olduğunu şu sözleriyle anlatmıştı: “Sanki kalbimi çıkarıp verdim.” Fakat aynı zat, daha sonraları bunu yapa yapa, değişik imtihanlardan geçe geçe hizmet tiryakisi olmuş, o ufkayükseldikten sonra da elinde avucunda ne varsa Allah yolunda sarf etmişti. Hatta canı istenseydi, onu da seve seve vermeye hazırdı.

Tıpkı bu arkadaşımız gibi, kendilerini hizmete adamış öyle güzide insanlar tanıdım ki, onların içinde bulunmaktan dolayı kendimi hep bahtiyar addettim. Bu arkadaşlar himmete çağrılmadıkları zaman gönül koyuyorlar, “Biz niye unutulduk? Biz de vermek istiyorduk!” diyorlardı. Bazı esnaflar, “Dünyanın dört bir yanına talebeler hicret ediyor, öğretmenler hicret ediyor, biz de hicret edelim!” diyerek bavullarını toplayıp gidiyorlardı. Demek ki Allah yolunda insanlığa hizmet etme düşüncesi onlarda bir yönüyle tiryakilik hâline gelmişti. Onları sürekli bir ceht ve gayrete zorluyordu.

Şayet insan hizmete karşı böyle bir bağlılık duyarsa, her fırsatı hizmet etme istikametinde değerlendirmek ister. Dünyanın dört bir yanına açılmayı ve her yerde bir meşale yakmayı, bir ocak tüttürmeyi arzu eder. Bunu yapamazsa, yaşamayı kendi adına abes sayar. Bazı şeylerin tiryakisi olan insanları birden bire onlardan uzaklaştırdığınızda, ciddi sıkıntı çektikleri, hezeyana girdikleri ve hatta bazı durumlarda öldükleri gibi, hizmet tiryakilerini de bu işten kopardığınız zaman zannediyorum çıldırırlar.

Her devirde ihtiyacımız olan şey, böyle bir anlayışı ahlâk hâline getirmektir. İçinde bulunduğumuz dairede farklı farklı mertebelerde bunun yaşandığı ve benimsendiği bir gerçek. İnşaallah bir gün bu anlayış çok daha geniş bir dairede benimsenecektir. Böyle bir anlayışın bağımlısı olan insanlar, Allah’ın izni ve inayetiyle dünyanın dört bir yanında ocaklar tüttürecek, her yerde bu duygu ve düşüncenin neşv ü nema bulmasını sağlayacaklardır. İnsanlığa bir kere daha huzur ve barışın yolunu gösterecek, insanca yaşamanın adabını öğreteceklerdir.

Böyle bir neticenin alınabilmesi adına insanları birer hizmet tiryakisi hâline getirmek çok önemli olduğu gibi, hizmet tiryakisi olan insanların istidat ve kabiliyetlerinin çok iyi değerlendirilebilmesi de bir o kadar önemlidir. Herkesin kendisinden beklenen performansı ortaya koyabilmesi ve rantabl bir şekilde koşturabilmesi ve gayretlerinin semere vermesi adına gerekli ortamların hazırlanması çok önemlidir. Kimsenin önünü kesmeme, kimseye gölge etmeme çok önemlidir. Çok iyi bir iş taksimi yapılarak kimin hangi kulvarda koşabileceği çok iyi belirlenmelidir. Bunlar da mutlaka istişareye havale edilmeli, ortak akılla hareket edilmelidir.

Evet, herkesin önü açılmalı, insanların sorumluluk alması sağlanmalı ve ortaya koydukları hizmetler de saygıyla karşılanmalı, takdir edilmelidir. Büyüklerin tecrübe ve birikimlerinden istifade edilmeli, gençlerin de dinamizm ve enerjilerinden. Herkes konumuna göre değerlendirilmeli. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek beyanlarında ifade ettiği gibi, kültür ve eğitim seviyeleri ne olursa olsun, büyüklere karşı fevkalade saygı ve hürmet gösterilmeli, küçükler de sevgi ve şefkatle kucaklanmalı. (Tirmizî, Birr ve sıla 15.) Yoksa gençler, ömürlerini hizmete adamış hizmet abidelerine gereken saygıyı göstermez, yaşını başını almış olanlar da gençlere “Siz daha dünkü çocuklarsınız.” der ve onları hafife alırlarsa bu yol tıkanmış olur.

Eğer bir yerde böyle bir tıkanma varsa, hizmetlerin yeniden canlanması adına bir bypassa ihtiyaç vardır. Münasebetlerin bir kere daha gözden geçirilmesi, müzakere ve müşavere ruhunun yeniden canlandırılması gerekir. Mutlaka herkesin kabiliyetine göre belirli mecralarda faaliyet göstermesine yardımcı olunmalıdır ki canlı ve dinç kalabilsinler. Eğer insanlar işlemezlerse bir süre sonra paslanma ve gevşemeler kaçınılmaz olur, adaleler ve sinir sistemi zayıflar.

Son bir hususu daha hatırlatmak istiyorum. Malum Hz. Pir, şeytanın, mübarek bir hizmetin hadimleriyle çok uğraşacağını ifade ediyor.[2] Zira şeytanın düşmanlığı herkesin seviyesine göredir. Allah’ın dinine diyanetine sahip çıkan ve onu yerinde temsil eden insanlar onun baş hasımlarıdır. Dolayısıyla kim dini ihya etmeye azmetmiş, hizmete gönülden kendisini vermiş ve bu işin tiryakisi olmuşsa, şeytan onunla çok uğraşacaktır. Sürekli onun başını döndürmeye, bakışını bulandırmaya ve onu mâlâyâniyata sevk etmeye çalışacaktır. Orucu demhanede, bayramı meyhanede, iftarı puthanede olan insanlarla şeytan niye uğraşsın, enerjisini niye onlarla boşuna harcasın ki! O, profesyonel bir müfsittir. Bu sebeple hizmet tiryakilerinin, sürekli şeytandan Allah’a sığınmaları ve ondan gelebilecek şerarelere karşı her an teyakkuz hâlinde bulunmaları çok önemlidir.

[1] Nesâî, işratü’n-nisâ 1.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, 21 Lema (İhlâs Risalesi)

***

(Not: Bu yazı 7 Ocak 2011 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.)

Nezahet-i Lisaniye

Herkul | | KIRIK TESTI

Enaniyetlerin çok ileriye gittiği, sürekli olumsuz hâdiselerin deşelendiği ve herkesin birbirine dil uzattığı bir dönemde, iman ve Kur’ân hizmetine baş koymuş adanmışlara düşen vazife, insanları, her zamankinden daha fazla sevgi ve hoşgörüyle kucaklamaktır.  Eğer onlar da aynıyla mukabelede bulunmak suretiyle bu tür olumsuzluklara iştirak ederlerse hem kendi toplumlarına, hem de topyekûn insanlığa büyük bir kötülük yapmış olurlar.

İnsan olmamız hasebiyle, can yakıcı bazı hâdiseler karşısında öfkeye kapılabilir; hiddet ve şiddetimize yenik düşebiliriz. Hatta yer yer, sınır tanımayan bir kısım zalim ve mütecavizlere karşı içimizde kin ve nefret duyguları belirebilir. Fakat irademizin hakkını vererek bunları bastırmasını bilmeli ve bu kötü duyguların su yüzüne çıkmasına müsaade etmemeliyiz. Hatta elimizden geliyorsa manevî hazım sistemimizle onları eritip yok etmeliyiz. Magmalar gibi kabarıp gelen öfkemizi bastırabildiğimiz takdirde hem ibadet sevabı kazanır hem de toplumdaki ayrışma ve çatışmaları büyütmemiş oluruz.

Maalesef günümüzde hakaret etme, başkalarına naseza nabeca sözler etme moda hâline geldi. Herkesin dili sert, üslubu kırıcı. Ne var ki birileri bunu hak etmiş olsa bile, onlara karşı kötü sözler söylemenin hiçbir faydası yoktur; bilakis zararı vardır. Sövüp sayma sevap olmadığı gibi, insan için bir fazilet de değildir. Hazreti Zekeriya’yı testere ile ikiye biçen, Hazreti Yahya’yı şehit eden zalimlere karşı “Allah belanızı versin!” demenin ibadet olduğuna ve insana sevap kazandıracağına dair ne Kur’ân-ı Kerim’de ne de Sünnet-i Sahiha’da yarım kelimelik bir şey yoktur.

Keşke, kötülüğe kilitlenmiş insanları bile vicdan enginliği ile kucaklayabilsek ve onlar hakkında da iyilik dileğinde bulunabilsek! Mesela desek ki, “Allah’ım bize kötülük yapan insanların kalblerine iman, İslâm ve ihsan mevzuunda inşirah bahşeyle! Onları hidayet eyle!” Bence bu, insanca bir tavır, insanca bir düşünce, insanca bir davranıştır. İnsanca davranmak varken, diğerine tevessül etmemek lazım. Birisinin size bir boynuz atması, bir çifte vurması insanca tavırlar değildir. Fakat bu tür durumlarda siz de karşı tarafa boynuzla, çifteyle karşılık verirseniz, siz de insanlığınızın dışına çıkmış olursunuz. Hâlbuki Kur’ân ve Sünnet baştan sona mü’minleri, insanca tavır ve davranışlarda bulunmaya sevk ve teşvik ediyor.

   Peygamberimizin Muamelesi

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), oğlu İbrahim, Osman İbn-i Maz’un gibi zatların vefatına ağladığını hadis kitaplarından okuyoruz. Fakat bunların hiçbirisi Hazreti Hamza’nın şehit edilmesi kadar onu sarsmamıştır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud meydanında, canından çok sevdiği amcası Hazreti Hamza’nın her tarafı kesilmiş ve doğranmış bedenini görünce çok gözyaşı dökmüştür. Fakat buna rağmen ne Hazreti Hamza’nın bağrına mızrağını saplayan Vahşi’ye, ne buna sebebiyet veren Hind’e, ne de Ebu Süfyan’a karşı kin ve nefret duymamıştır. O Vahşi ki daha sonra sahabe safları arasına katılmış, mevsimi gelince de Hz. Ebû Bekir’in, yalancı peygamber Müseylime’ye karşı oluşturduğu ordunun içinde yer almış ve bu defa da mızrağını onun bağrına saplamıştır.

Eğer Nebiyy-i Ekrem, Vahşi’ye karşı tavır alsa ve aleyhinde sözler sarf etseydi, büyük ihtimalle o İslâm’la şerefyâb olamayacak, Yemame’de kahramanca mücadele veremeyecekti. Aynı şekilde Nebiyy-i Ekrem’in o engin şefkat, merhamet ve müsamahasını görmeselerdi, Benî Ümeyye ailesinin fertleri de İslamiyet’e giremeyecekti.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), müsamahası, şefkati ve affediciliği sadece amcasının katillerine yönelik değildi. O, Mekke hayatı boyunca kendisine her türlü kötülüğü yapan, âdeta içtiği suyu, yediği yemeği haram eden, bulunduğu yerde kendisine yaşama hak ve imkânları tanımayan, hakkında ölüm fermanları çıkaran, Mekke’yi terk edip gittikten sonra dahi yeni hicret yurdunda kendisini rahat bırakmayan Mekke müşriklerini de affetmişti. Mekke fethini müteakip herkes O’nun etrafını sarmıştı. Fakat sinelerde, daha önce işledikleri cürümlerin cezasına çarptırılma korkusu olduğu da muhakkaktı. “Acaba yaptığımız işkence ve zulümlere mukabele-i bi’l-misilde bulunur mu?” endişesi vardı. Ne var ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bugün size ayıplama ve kınama yoktur. Gidin! Hepiniz serbestsiniz!” (Yûsuf sûresi, 12/92) mukabelesinde bulunmuştu. (İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/74; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118)

Bu nasıl bir civanmertlikti! Yıllarca kendilerinden her türlü eza ve cefayı gördüğü kimselere hiçbir şey dememişti. Onların yaptıkları kötülükleri mesele yapmamıştı. Onları cezalandırma yoluna gitmemişti. Hatta onları mahcup etmeme adına bunların sözünü dahi etmemişti. Çoktan pişman olmuş ve af beklentisi içine girmiş insanlara karşı büyük bir civanmertlik sergilemişti. Esasında bu, O’nun ilâhî ahlâkla ahlâklanmasının bir göstergesiydi.

Evet, tekrar edecek olursak, ona buna hakaret etmenin hiç kimseye bir faydası yoktur. Bu tür sözler, var olan olumsuzluklara yenilerini ekler. Kısır bir dairenin oluşmasını sağlar. Kur’ân-ı Kerim, وَلاَ تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ فَيَسُبُّوا اللهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler.” (En’âm sûresi, 6/108) buyuruyor. Kur’ân, Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, İbn Ebî Muayt, Velid İbn-i Muğire gibi Mekke müşriklerinin tapa geldikleri Lat’a, Menat’a, Uzza’ya, İsaf’a vs. sövülmesini yasaklıyor. Putlara karşı, “Allah sizi yerin dibine batırsın, kahretsin!” demeyin diyor. Neden? Çünkü kalkar onlar da sizin inandığınız Allah’a karşı naseza nabeca sözler söylerler.

Bu sebeple bir mü’min kötü sözlerle ağzını, dilini, kalbini kirletmemeli; başkalarının tepkisini üzerine çekmemelidir. Bilakis kendi değerlerini mükemmel bir şekilde temsil etmek suretiyle problemleri halletmeye çalışmalıdır. Her zaman tekrar ettiğimiz bir sözü bir kere daha hatırlatayım. Hâl ile halledilmedik hiçbir mesele yoktur. Asıl olan temsildir, güzel örnek olmadır.

   İncinsek de İncitmeyelim!

Aleyhimde yazıp çizenlerle, sürekli bana kötülük yapanlarla ilgili Allah’tan dileğim hep şu oldu: Cenâb-ı Hak bir gün onları karşıma çıkarsın ve bana da iyilik yapma fırsatı versin. Mesela yoldan geçerken bakayım birinin arabası bozulmuş, durup onu kendi arabama alayım ve gideceği yere götüreyim. Kur’ân’ın tavsiye ettiği ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunayım. Bu, günümüzde en çok muhtaç olduğumuz şeylerden birisidir. İnşallah cevr ile, tahkir ile kimsenin canını yakmayız. Hatırımızı kırsalar da biz kimsenin hatırını kırmayız. İncinsek de incitmeyiz. Çünkü günümüzde gönüllerin yıkılmaya değil, yapılmaya ihtiyacı var.

Aslında zalim ve mütekebbirler sövülmekten ziyade acınmayı hak ediyorlar. İnsan, ahiretteki hâllerini düşününce onlara acıyor. Haccac’a, Şimir’e, Lü’lü’ye, İbn Mülcem’e sövülür mü yoksa acınır mı? Zannediyorum ahirette de onların rahmetten mahrumiyetlerini görseniz, vicdanınız harekete geçecek ve içiniz “cız” edecektir.

İnsan, iradesinin hakkını vermeli, düşmanlık duygusunun içine girmesine meydan vermemelidir. Kin ve nefret bir kere gelip insanın korteksine oturursa, bir daha onu yerinden söküp atmak çok zor olabilir. Nöronları bu tür olumsuz duygularla kirlenmiş bir insan sürekli kötülük düşünür. O, aklıyla hareket ettiğini zannetse de çoğu zaman bu kötü duyguların kendisine pompaladığı duygularla hareket eder. Halbuki Kur’ân’a gönül vermiş insanlara düşen vazife, akıl, mantık ve muhakemeleriyle hareket etmek; kalb, ruh ve vicdanın ferah feza iklimlerinde dolaşmaktır.

Bu sebeple, yaşanan olumsuz hâdiselerin bizi birer nefret ve kin insanı hâline getirmesine müsaade etmemeliyiz. Gelecek nesillere kin ve öfke emanet etmemeliyiz. Nefrete bağlı bir kimlik inşası yanlışlığına girmemeliyiz. Bilakis sevgi ve saygıya bağlı bir kimlik inşasını esas almalıyız. Birileri hata yapabilir, zulmedebilir, gadredebilir. Tarih-i tekerrürler devr-i daimi içinde bu tür kötülüklerin sayısız örneği vardır. Fakat biz, aynı hataları yapmamalıyız. Onlar kendi günlerini ve tali’lerini karartsalar da biz kendi günlerimizi ve geleceğimizi karartmamalıyız. 

***

(Not: Bu yazı 25 Kasım 2011 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.)

Şefkatle Açılan Kapılar

Herkul | | KIRIK TESTI

Allah (celle celâluhu) kullarına çok şefkatlidir, pek merhametlidir, müsamahası çok geniştir, hilmi engindir. Rahmân, Rahîm, Raûf, Halîm, Kerîm gibi pek çok ismi bu mânâyı ifade eder. Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle Efendimiz’in de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususta “Allah ahlâkı”na sahip olduğunu bildirir: لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌSize kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe Sûresi, 9/128) Âyette, Efendimiz için, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından olan “Raûf” (çok şefkatli) ve “Rahîm” (çok merhametli) sıfatları kullanılıyor. Demek ki Peygamber Efendimiz, bu iki ismin ruh ve manasını kendisinde barındırıyordu ve onlara dayanarak vazifesini yapıyordu.

Buradan şu manayı çıkarabiliriz: İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinin nazara verildiği yerde O merhametiyle, şefkatiyle ön plana çıkarılıyorsa, tebliğ ve irşat vazifesinin hakkıyla eda edilmesinin çok ciddi bir şefkat ve merhamete bağlı olduğu söylenebilir. Hakikat bu olunca, hangi devirde olursa olsun irşat erlerinin bu yoldan ayrılmamaları bir esastır.

Özellikle günümüz nesillerinin, peygamberane bir şefkate, peygamberane bir merhamete herkesten daha fazla ihtiyaçları vardır. Böyle bir şefkat ve merhametle hareket edilmediği takdirde, hak ve hakikati herkese duyurma vazifesi, gereği gibi yürütülemez. Yürütülse bile devamlılığı sağlanamaz.

İnsan, akıl ve iradesinin yanında mutlaka kalbini ve duygularını da yanına almalıdır ki yürüdüğü güzergâhta yorgunluk göstermesin, dökülüp yollarda kalmasın. Zira tabiata mal edilen, bir arzu ve iştiyak hâline getirilen işler çok daha rahat yerine getirilir. Eğer sorumluluk ve vazifelerinizle ilgili meselelerde tabiatınızı arkanıza alırsanız ciddi bir desteğe kavuşmuş olursunuz.

Şefkat, merhamet ve acıma hisleri bulunan bir insan, mefkûresini gerçekleştirme adına yürüdüğü yolda önüne çıkan engelleri rahatlıkla aşabilir. Abdullah İbn Huzafetü’s-Sehmî gibi önüne çıkan bütün fırsatları hak ve hakikati anlatma istikametinde değerlendirir. Bilindiği üzere Bizans tarafından yakalanan ve idam edilmeden önce son bir isteği olup olmadığı sorulan Hz. Abdullah, karşısında duran papaza mealen şu mukabelede bulunmuştu: “Aziz peder. Bana verdiğin şu birkaç dakikalık vakit için sana çok teşekkür ediyorum. Çünkü bu süre zarfında sana hak din olan Müslümanlığı anlatırsam ölsem de gam yemem. Çünkü bu takdirde sen kurtulabilirsin.” Şefkat hisleri olmayan bir insan bu sözleri söyleyemez.

Eğer bir mü’min gerçek bir şefkat kahramanı hâline geldiyse insanların uhrevî kayıp yaşamalarına, Cehennem’de yanmalarına tahammül edemez. Bu sebepledir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabahlara kadar ağlıyor ve Hz. İsa gibi, إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِن تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُEğer onları cezalandırırsan şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz u Hakim (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin.” (Mâide Sûresi, 5/118) sözlerini tekrar ediyordu. Öyle ki Cenâb-ı Hak, Hz. Cibril’i gönderiyor ve ümmeti mevzuunda O’nu mahcup etmeyeceğini bildiriyordu. (Müslim, iman 346) Bu da Allah’ın O’na bir merhametiydi. Esasında bu sözlere, bütün peygamberlerin ümmetleriyle ilgili dile getirdikleri şefkat nağmeleri gözüyle bakabilirsiniz. Bu ölçüde ümmetine düşkün olan bir Peygamber, onları kurtarma adına her şeye katlanır.

Bediüzzaman’a, “Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur.” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 616) sözlerini söyleten de böyle bir şefkat hissidir. Aslında büyük zatların hangisinin nabzına elinizi atsanız kalbine kulağınızı verseniz benzer şeyleri duyarsınız. Böyle bir şefkat hissini arkasına alan bir insan durup dinlenmeden insanlığın selametini temin etme istikametinde koşar. Bu his âdeta onun için bir dinamo vazifesi görür. Onu hizmete sevk ve teşvik eder, bir yönüyle işini kolaylaştırır. Bundan yoksun olan biri ise sürekli nefsiyle mücadele eder, iradesinin hakkını vermeye çalışır. Dahası onun sürekli rehabilite edilmesine, moral ve motivasyonunun yüksek tutulmasına ihtiyaç vardır. Kıvamının korunması buna bağlıdır. Ama bu bazen işe yarar bazen yaramaz. İnsan, uyarı ve nasihatleri bazen dikkate alır bazen almaz.

İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman Hazretleri, şefkatin, mesleğimizin önemli esaslarından birisi olduğunu ifade etmiştir. Hususiyle meselelerin hep maddeye ve cismaniyete bağlı gittiği günümüzde, gönüllerde bir kere daha -herkesi ve her şeyi, Allah’a olan intisaplarından dolayı kucaklama diyebileceğimiz- şefkat duygusunun uyarılmasına, insanların yeniden kalb hayatına yönlendirilmesine çok ihtiyaç vardır.

Mevlâna, “Ne olursan ol gel.” diyor. Fakat günümüzde insanlar gelmeye çok hazır değiller. Bu sebeple onların gelmelerini beklemeden biz onların ayaklarına gitmeliyiz. Kırık gönülleri tamir etmeye çalışmalıyız. Başkaları insanlıktan uzaklaşsalar, her türlü kötülüğü yapsalar da Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yolunda olanlara düşen vazife, hiç kırılmadan, darılmadan kötülüklere bile iyilikle mukabele etmektir. Başkalarının uygunsuz tavır ve davranışları, sizin kendi temel değerlerinizden uzaklaşmanıza sebep teşkil etmemelidir. Siz her fırsatta şefkat ve re’fet hislerinizi ortaya koymalısınız.

Aslında hakiki bir mü’min sadece insanlık karşısında değil, bütün bir varlık karşısında şefkatle dopdoludur. Yolda yürürken bir karıncaya basmamak için adımlarını dikkatli atar. Bu ölçüde şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olan bir kişinin, insanların dalalette kalmasına, Cehennem’e gitmesine göz yumması düşünülemez. Hususiyle imanın vaat ettiği güzelliklerin farkında olan, Cennet ve Cehennem’in ne demek olduğunu çok iyi bilen bir insan, küfür ve dalalet içinde olan kimselerin durumuna kayıtsız kalamaz. Derin bir aşk u heyecan, alaka ve muhabbet ile onların da elinden tutmaya çalışır.  Bu his onun hep canlı ve dinamik kalmasını sağlar.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şu sözleriyle başkalarına karşı şefkat ve merhametle muamele eden kimselerin Allah tarafından da aynısıyla muamele göreceklerini beyan etmiştir: الرَّاحِمُونَ يَرْحَمُهُمُ الرَّحْمَنُ، ارْحَمُوا مَنْ فِي الأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ “Birbirlerine rahmet duygularıyla muamele edenlere Rahman da merhamet eder. (Öyleyse) siz yeryüzündekilere merhamet edin ki ehl-i sema da size merhamet etsin.” (Tirmizî, birr 16; Ebû Dâvûd, edeb 58) Buna göre bir insan ne kadar merhametli ne kadar şefkatli ise ve ne kadar acıma hisleriyle başkalarının üzerine eğiliyorsa Allah nezdindeki yeri ve konumu da buna göre belirlenecektir.

Maalesef yitirdiğimiz çok önemli değerlerdendir merhamet ve şefkat duygusu. Hâlbuki o, özellikle günümüz insanlarının muhtaç olduğu çok önemli bir insani haslettir. Bugün insanlık belki havadan, sudan, ekmekten daha ziyade şefkate muhtaçtır.

Şefkat hisleriyle dopdolu olmayan, başkaları için yaşayamaz; yaşamayı yaşatmaya feda edemez. Dahası gönüllere giremez, muhatapları nazarında tesirli olamaz. İnsanların üzerine kabaca gidilirse mahrumiyetle geri dönülür. Onlara şefkatle, yumuşaklıkla yaklaşılırsa bütün kapılar açılır. Şefkat öyle sırlı bir anahtardır ki onun açamayacağı kapı yoktur. Allah da Cennet kapılarını rahmetinin bir tecelli dalga boyu olan şefkatle insanlara açacaktır.

Düşmanlıklara karşı şefkatten daha keskin bir silah yoktur. Bu silaha, -Estağfirullah, silah da ne demek!- bu sihirli iksire sahip olanlar, kendilerine hasmâne davrananlara er geç galip gelecekler, her meydandan mutlaka kazançlı çıkacaklar, gönüller kazanacaklardır. Ama bu kazanımın farklı dereceleri vardır. Herkesten aynı şeyi bekleyemeyiz. Sizin gösterdiğiniz derin alaka ve muhabbetin bir neticesi olarak bazıları sizinle aynı duygu düşünceleri paylaşır hale gelse de, bazıları dost, bazıları taraftar, bazıları sempatizan olur, bazıları da arafta kalabilir; yani iyi zamanda sizin yanınızda dursa da kötü zamanda sırtlarını dönebilir. Fakat bunların hepsi kendine göre birer kazanımdır. İnsanların pek çoğu, sevgiyle açılan kollara kendilerini salacaklardır. Yeter ki kendilerini salacakları yerin güvenilir bir yer olduğunu bilsinler.

Gönüllere girerseniz etrafınızda bir sürü gönüllü oluşur. Gönlün menfezleri, girilmeyecek kadar dar değildir. Önemli olan onu açmasını bilmektir. Siz gönlünüzü başkalarına açar, hiç kimseden bir şey esirgemezseniz başkaları da gönüllerini size açarlar. İnsanlık bu enginliğe ulaşabilse, insanların çözemeyecekleri problem kalmaz. Problemler, bizim darlığımızın zemininde boy atıp gelişiyor. Kendimiz dar bir dünya inşa ediyor ve her şeyi bu darlığın içinde görmek istiyoruz. Dolayısıyla dünyalar çapında geniş olan hakikatler bile bizim bu dar dünyamızın içine girdiğinde daralıyor. Oysaki kalb ve vicdan, bütün varlığı içine alacak kadar engindir.

Geleceği inşa edecek mimarlara düşen vazife, bu enginliği çok iyi değerlendirmek suretiyle insanları evrensel insanî değerler etrafında bir araya getirebilmektir.

Kenetlenmeliyiz!..

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Mü’minler, evvelen ve bizzat Allah’ı severler; O’ndan ötürü başkalarına karşı alâka duyar, herkesle ve her nesneyle bir çeşit münasebete geçer ve hele yol arkadaşlarıyla sımsıkı kenetlenirler.

Şöyle deniyor Cevşen’de: يَا أَحْكَمَ الْحَاكِمِينَ * يَا أَعْدَلَ الْعَادِلِينَ * يَا أَصْدَقَ الصَّادِقِينَ … يَا أَكْرَمَ الْأَكْرَمِينَ * يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * يَا أَشْفَعَ الشَّافِعِينَ Oraya bir şey ilave etmeye gücümüz yetmez, hakkımız da değil… أَشْفَقُ الْمُشْفِقِينَ “Şefkatlilerin en şefkatlisi Sen’sin!..” Çünkü “şefkat” bu meslekte çok önemli bir faktördür. İnsan, bütün varlığı nazar-ı itibara alarak düşünüyorsa, en küçük şeyden en büyük şeye kadar kalbî alakası olur, Sahibinden ötürü… O’ndan ötürü…

O’nu sevme, O’ndan ötürü varlığı sevme.. varlığa O’nun hatırına şefkat duyma.. O’nun hatırına her şeye ve herkese bağrını açma.. “Sinemde/vicdanımda herkesin oturabileceği bir sandalye, bir koltuk var; herkesi misafir edebilirim. Bütün cihanlara karşı derin bir insanî alaka duyabilirim. Herkesi şefkat ile, mürüvvet ile kucaklayabilirim. Hiç kimse benden beklediğini bulamama inkisârı yaşamaz!” Bu manada bir şey…

Falana-filana ait olarak değil de her mü’mine ait olması gerekli olan şeyi arz etmeye çalıştım. Tefekkür ve şefkat… Başta, insan âciz, fakir, alil, zelil, muhtaç… Kendisi şefkate, merhamete, muhabbete muhtaç… Allah’ın ona olan o muhabbeti olmasa, şefkati olmasa, bir dakika yaşayamaz. Her şeyde öyle…

Kendisine öyle muamele yapıldığından dolayı, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” fehvasınca, insana düşen şey de herkese bağrını açmak… Hususiyle, Hazreti Mevlana ifadesi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar…” Aynı yolun yolcuları, aynı hedefi hedefleyenler, aynı gâye-i hayal arkasından koşanlar… Bunlar öyle kenetlenmeli ki, bütün şeytanlar toplansa, bunları birbirinden koparamamalılar; öyle kenetlenmeli!..

İyi zamanda, her şeyin şakır şakır önümüze varidât döktüğü anlarda, o ganimet karşısında kenetlenme kolaydır. Bazen, belâ ve mesâib karşısında, balyozların başa inip-kalktığı hengâmda, atf-ı cürümler mülahazası baş gösterir: “Falanlar böyle yapmasalardı, filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi tamamen şeytanın dürtüleri ile atf-ı cürümler başlar; dilden-dudaktan dökülen şeyler ama şeytanın dürtüleri ile, başkalarını, en yakınındakileri karalamalar başlar. Elin-âlemin ayrıştırmasına onlar da iştirak ederler. Âlem ayrıştırıyor, bölüyor, milleti birbiriyle boğuşturuyor, yaka-paça haline getiriyor; şeytan durur mu? Çok tekerrür eden, Hazreti Pîr’e ait söz: “Umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur; Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar!”

Dolayısıyla, uğraşacaklar; doğru yolda yürüyen, doğru şeyi hedefleyip giden, çok yüksek bir gâye-i hayale dilbeste olan, “İ’lâ-i Kelimetullah” ve “İ’lâ-i Hak” yolunda bulunan insanlarla uğraşacaklar. Nâm-ı Celîl-i İlahî’yi bütün dünyaya duyurmaya çalışanlarla… Ama değişik tecellî dalga boyunda duyurma… Herkes onu Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi (radıyallahu anhüm ecmaîn) duyamayabilir; fakat Tâbiîn gibi duyabilir, Tebe-i Tâbiîn gibi duyabilir, müçtehidîn-i ızâm gibi duyabilir, evliyâ-i fihâm, asfiyâ-i kirâm, mukarrabîn-i ızâm gibi duyabilir. Alâ merâtibihim (ihraz ettikleri konum ve mertebelere uygun olarak); kimisi de Kıtmîr gibi âmiyâne duyabilir. Evet, kimisi ise sizlerin seviyesinde duyabilir. Sizinki üst biraz, bir şey diyemem ona; çünkü hüsnüzan besliyorum.

Cenâb-ı Hak çok şey yaptırdı. Yaptırdığı şeyler, yaptıracağı çok şeylerin en inandırıcı referansıdır. Bugüne dek o kadar eltâf-ı Sübhâniyede bulunan Allah (celle celâluhu), sizi hiç yaptığınız şeylerin yıkılması karşısında inkisârda bırakır mı?!. Ayrı ayrı yollar lütfeder ve ayrı ayrı yollarda, bugüne kadar kat’ ettiğiniz mesafeyi katlatarak yeniden size lütfeder. Allah’ın izniyle, irâde, şart-ı âdî; meyelân veya meyelânda tasarruf, size ait. Ama meseleyi ortaya koyma, yaratma, sizi memnun etme, mesrur etme, istediğiniz şeyleri bütün kâinatta gerçekleştirme, o Kudreti Nâ-mütenâhî’ye, gerçek havl ve kuvvet sâhibi Allah’a ait. Bugüne kadar verdiği şeyleri, Allah (celle celâluhu) bundan sonra da verecektir.

   Varsın sahip çıkanınız olmasın; şayet Allah yolundaysanız, tasalanmayın; mutlaka O sizin de yardımcınız olacak, size de ilahî inayet uzanacak ve gönülleriniz sekine, huzur ve güvenle dolacak!..

Evet, bir hususu hatırlatıyor bunlar; zannediyorum, sizin çoğunuz da hatırlamışsınızdır: إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah’ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Tevbe, 9/40)

Siz, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) yardım etmeseniz de Allah, yardım etmişti zaten!.. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ Sonra diyor… Tevbe Sûresi’nde diyor onu ama Tevbe Sûresi ne zaman nâzil oluyor? Fakat o, hicreti anlatıyor. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ İkinin ikincisi olarak, kâfirler onları Mekke’den çıkarmışlardı; çıkma mecburiyetinde kalmışlardı. Bazen bunu kâfirler yaparlar, bazen münafıklar yaparlar; böylece “cebrî hicret”ler oluşur. Zorlarlar; “Olduğunuz yerde kalmayacaksınız, başka yerlere gideceksiniz!..” Onlar, niyetleri ile, sizi yok etmeye matuf yaparlar; fakat o niyetlerinde onlar hâlis olsalar, bu yaptıkları şeylerden, kendilerini Cennet’e sokabilecek sevaplar kazanmış olurlar. “Ne duruyorsunuz yahu!.. Elinizde bu kadar meşale var; tutuşturun cihanda başkalarının mumlarını, aydınlatın elin-âlemin dünyalarını!..” Eğer bu niyet ve bu mülahazaya mebni yapsalar, hemen “Şıp!” diye Cennet’in göbeğine otağlarını kurabilirler. Ama birileri size zulmeder; onların zulmü yüzünden, siz, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna/rahmetine mazhar olursunuz. Dünyanın dört bir yanına “cebrî hicret” ile açılırsınız. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) açıldığı gibi.. Yesrib’i, medeniyet merkezi “Medine” yaptığı gibi.. cihanları orada hizaya getirdiği gibi, Allah’ın izni-inayetiyle.

Evet, إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ O, buna öyle gönülden inanmıştı ki!.. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ İkinin ikincisi… Sadece O ve Sıddîk… Sıddîk-i Ekber diyoruz; sadece “en doğru” değil, “en doğruların en büyüğü”. Yine izafî, çünkü ondan büyükler de var; en doğruların O’na inanan en büyüğü.. O’nu ilk defa tasdik eden Sıddîk.. O’nun ile o çetin yolda, O’na refakat eden Sıddîk.. sadâkatini sergileyen, aşkın ötesinde bir tavır belirleyen, Allah’a doğru giden yolda, o çetin ve o çetrefilli yolda O’nu yalnız bırakmayan ثَانِيَ اثْنَيْنِ “O iki insanın ikincisi”. إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ Onlar, o “Sevr Sultanlığında… Evet, “mağara” kelimesi… Ama O’nun şereflendirdiği o yere “mağara” demeyi saygısızlık, terbiyesizlik, küstahlık sayıyor, “Sevr Sultanlığı” diyorum, dedik, diyoruz, diyeceğiz.

Sevr Sultanlığı… إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sıddîk-i Ekber’in gözü dışarıda; ayakları görüyor. İnsanlar, kin ve nefretle homurdanıp duruyorlar, âdetâ kuduz bilmem neler gibi orada; ısırmak için fırsat kolluyorlar, salya atmak için fırsat kolluyorlar. “Daha ne yapsak, neler uydursak da bunların hakkından gelsek?!.” mülahazası ile köpürüp duruyorlar. Yahu “köpük” de temizdir, “köpürme” denmez buna; belki zift çalıp duruyorlar. O (Sıddîk-ı Ekber) onların o Sevr Sultanlığının önünde dolaştığını görünce, yüreği ağzına geliyor, ölecek gibi oluyor; “Ya benim Efendimin kâkül-i gülberglerine dokunurlarsa!.. Benim yaşamam, bana haram olmaz mı?!.” O telaşı yaşıyor, O’nun için kalbi çarpan insan.

O esnada, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma dostum! Allah, bizimle beraberdir.” Seyyidinâ Hazreti Musa’nın, İsrailoğulları ile darda kaldığı zaman, إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ dediği gibi demiyor: “Rabbim, benimle beraberdir; mutlaka bir yol gösterecektir, önümüzdeki ânlarda, dakikalarda, saatlerde…” (Şuara, 26/62) Öyle değil de kestirip atıyor: لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Her zaman olduğu gibi, şu anda da Allah, bizimle beraberdir!” Allah, bizimle beraber ise şayet, bütün cihan düşman olsa, bir şey ifade etmez. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ başlara öyle balyoz gibi iner ki, onları yerle bir eder… لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ Allah da onlara sekine indirdi; öyle bir itmi’nâna ulaştılar ki!..

Zannediyorum o esnada seyyidinâ Hazreti İbrahim’i ateşe attıkları zaman, onun yaşadığı ruh haletini yaşadılar. O, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ veya رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ deyip Allah’a “Tevekkül”ünü, “Teslimiyet”ini, “Tefviz”ini, “Sika”sını ortaya koyarak ateşe atılmayı göze aldı. Cebrail’in yardım teklifini itti, elinin tersiyle itti: “Allah haberdâr ise, kimseden beklediğim bir şey yok!” dedi, Allah da ateşi berd ü selâm yaptı. Öyle bir sekine indi O’na o esnada, öyle bir itmi’nân indi. İtmi’nânın ötesinde, tevekkül, teslim, tefvîz; her şeyi tamamen Cenâb-ı Hakk’a bırakma. Bir de bunların üstünde “sika” var ki: artık kendini görmeme, sadece O’nu görme… Gayrı böyle birisi ile savaşanlar, O’na (celle celâluhu) karşı savaş ilan etmiş oluyorlar; üzerine gelenler, -hâşâ ve kellâ- O’nun üzerine geliyorlar gibi bir tavırları var. (Bu ifadelerle, مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ “Her kim Benim veli kullarımdan birine düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona harp ilan ederim.” (Buhârî, rikâk 38) hadisine de işarette bulunuluyor.) “Çünkü ben yokum, üzerime bir çarpı çektim. Çünkü Sonsuz karşısında başkalarına düşen, sıfır olmaktır.” İşte böyle bir “sika” duygusu… فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ

Sonra, وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Onların (sizin gibi insanların göremeyeceği) görmedikleri askerler ile onları te’yid buyurdu. Onlar geriye döndü gittiler; içlerine bir korku saldı Allah; “Yok burada!” dediler.

   Cenâb-ı Hak, bazen çok küçük varlıklara, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini ortaya koyar; size lütfettiği hizmetleri ve muvaffakiyetleri de bu çizgide değerlendirebilirsiniz.

(Sözün burasında elektronik levhaya yansıyan tabloda şu yazıyor.)

“Bir sürü gözü dönmüş, yürüdüler Sevr’e dek,

Bir vahşetle ki, öfkeleri magmalara denk,

Bilemezdi cahiller, kader ne gösterecek,

Korumuştu O’nu bir güvercin, bir örümcek.”

Evet, bu da makinanın ihlası… Allah (celle celâluhu) örümcek ile, iki tane güvercin ile, en sevdiği insanları muhafaza etmiş; adeta “Ben bazen böyle küçük şeylerle bile çok büyük şeyler yaparım!” hakikatini bir kere daha göstermişti.

Burada antrparantez: O’nun büyüklüğüne delalet eden hususlardan bir tanesi de en küçük argümanlar ile çok büyük şeyler meydana getirmesidir. Ee sizinki de -özür dilerim- öyle olmadı mı?!. Devletlerin yapmadığı/yapamadığı şeyi, Allah (celle celâluhu) kime yaptırdı?!. Size… Kur’a çektiniz; dünyanın değişik yerlerine saçıldınız. Birer tohum gibi, yürüdünüz başağa. Birer fide gibi, gömüldünüz yere; ser çektiniz. Tıpkı bir dönemde Söğüt’teki ser çekme gibi, ser çektiniz dünyanın dört bir yanında. Sineler size açıldı; sineler, sevgi ile sizin için coştu. Sizi bağırlarına bastılar; “Siz, bizim kardeşimizsiniz!” dediler.

Onca tahribata, dört beş senedir onca tahribata rağmen, ancak birkaç yerde gedikler açtılar, birkaç tane taşı düşürdüler. Farklı stratejiler ile, kullanılan farklı argümanlar ile, Allah’ın izniyle, siz yolunuza devam edeceksiniz. Şey bilmem ne yapar, kervan yürür!.. Diğer kelimeyi size karşı saygısızlık, Rabbime karşı terbiyesizlik, onlara karşı da yakışıksız bir laf olması itibarıyla bilhassa telaffuz etmedim: “Kervan, yürür!..” Allah’ın izniyle, yürüyorsunuz.

Bir dönemde “ihtiyarî hicret” ile, Cenâb-ı Hak, size çok şey yaptırdı. O, yaptırdığı şeylerin boşa gitmesine, yıkılıp olduğu yerde kalmasına katiyen râzı olmaz. Nedir O’nun hoşnutluğu?!. O işin devam ve temâdîsi… Öyle ise size düşen şey de devam ve temadidir; gözünüz, hep O’nun kapısında; başınız, o kapının eşiğinde; dilinizde, nâm-ı Celîl vird-i zebân: يَا اَللهُ يَا رَحْمَانُ، يَا اَللهُ يَا رَحِيمُ، يَا اَللهُ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، يَا اَللهُ يَا أَحَدُ يَا صَمَدُ O, sizinle beraber olduktan sonra, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Hiç görmediğiniz, Kendi ordularıyla, Münzelîn ve Müsevvimîn ile, Bedir’de te’yid buyurduğu gibi te’yid buyuracak. Hiç farkına varılmadık şekilde, en sürpriz ilhamlar ile, ihsanlar ile, inâyetler ile, riâyetler ile, hiçbir şeye takılmadan yürüyeceksiniz gâye-i hayalinize, yüksek hedefinize doğru… O’na doğru yürüyorsunuz, başka bir derdiniz yok!..

Ben öyle kalb-malb okuma bilmem, câhilin/zırcâhilin tekiyim. Ama öyle inanıyorum ki, o büyük şeyleri size yaptıran Allah (celle celâluhu), esasen temiz kalblere teveccühünün sonunda yaptırdı onu. Kalbler temizdi, birer ayna idi; O’nu aksettirecek birer ayna idi. Onun için, -biraz evvel bahsettim size yaptırdıklarını- yüz yetmiş ülkede ilim-irfan müesseseleri kurdunuz. “Fakr u zaruret”e karşı savaş ilan ettiniz. “Cehalet”e karşı savaş ilan ettiniz. Bir yönüyle, “ihtilaf/iftirak”a karşı savaş ilan ettiniz. “Aman vahdet, aman birlik, aman kenetlenme!” dediniz. O, ilim-irfan yuvalarında bunları solukladınız. Tavırlarınız ve davranışlarınız, bir yönüyle, bunları meşk etti. Âlem, bu meşki aldı, kendileri de arkasını doldurdular. -Evet, bilmem “meşk”i bilir misiniz? Hattatlar bir satır yazar, diğerleri altına o satırı tekrar ede ede onlar da artık aynıyla o yazıyı yazmaya muvaffak olurlar.- Bir şey meşk ettiniz, âlem de sizin meşk ettiğiniz o şeyi aldı, meşk etmeye başladı. Siz, Allah’tan aldığınız, Peygamber’den aldığınız, her asrın başındaki müceddidden aldığınız, Çağın Sözcüsü’nden aldığınız çok önemli, hayatî, diriltici, ba’s-ü ba’de’l-mevt soluklarını dünyaya duyurdunuz. Allah da (celle celâluhu) onu kalblere duyurdu ve böylece bir kenetlenme oldu.

   Kenetlenmeliyiz; yüzlerimizde ziyâ, ufkumuzda ışık, saflarımız sımsık, Hakk’a vuslat peşinde kenetlenmeliyiz!..

Bu açıdan da olup-biten şeyler karşısında atf-ı cürümlere girmeden, kenetlenmeyi daha da güçlendirmeliyiz. Omuzlarımız, elbiselerimizi yırtacak şekilde birbirini zorlamalı; dizlerimiz, pantolonları yırtacak şekilde birbirini zorlamalı; topuklarımız, birbirimizin çoraplarını yırtacak şekilde birbirini zorlamalı!..

Ebu Davud’un Sünen’inin başına doğru, “Sahabe namaz kılarken, topuklar topukları, dizler dizleri, omuzlar da omuzları zorluyordu!” diyor; öyle kılıyorlardı namazı. Değişik mezhep imamları da öyle yapıyor. Bizim mezhepte, “Ayakların arası dört parmak olacak!” deniyor, Hanefi mezhebinde. Belli bir dönemden sonra, “Takvîmü’l-Edille” sahibinden sonra başlıyor o; Hanefi fıkhında ondan sonra başlıyor. Önemli değil, hepsi başımızın tacı… Fakat ben bir şeyi anlatmak/vurgulamak istedim:

Kenetlenme; omuzlar omuzları zorlayacak şekilde, dizler dizleri zorlayacak şekilde; daha bir kenetlenme, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlahînin en büyük vesilesidir.” Bu, Allah’ın inayetine öyle bir çağrıdır ki, Cenâb-ı Hak şimdiye kadar bu çağrıyı hiçbir zaman havada bırakmamıştır. O, zaten hiçbir çağrıyı havada bırakmaz.

Bu açıdan da böyle durumlarda, atf-ı cürüm baş gösterir. Böyle durumların hortlağı, atf-ı cürümdür. Birden bire aranızda -bakarsınız- bir kısım hortlaklar oluşmuş. Belki başkalarının deyip-ettiklerine destek olma mahiyetinde bir kısım uygun olmayan şeyler söyleyebilirler. Kuvve-i maneviyenizi kıracak şeyler söyleyebilirler. Bence bunlara aldırmayarak, kulak tıkayarak, bu mevzuda o zift neşriyata kulak tıkayarak -ki bunlar, nöron kirleten şeylerdir- esasen kendi vazifenize, kendi meselelerinize bakmalı, konsantre olmalısınız; eskiler “im’ân-ı nazar” derlerdi, im’ân-ı nazar etmeli, fikren dağınıklığa girmemelisiniz.

“İki elimiz var, yüz elimiz de olsa, yine bu işe yetmez!” diyor işin sahibi;  dört elimiz de olsa, sekiz elimiz de olsa, bu işe yetmez. Bu açıdan da bütün himmetimizi kendi meselelerimize teksif etmeliyiz.

Dünya adına bir talebimiz olmadı. Araştırdılar, karıştırdılar… Alın teriyle bazı kimseler, bazı tüccar insanlar, bazı imkânlara sahip olmuşlardır; eşkıya, gâsıbîn, onlara da el koydu. Kursaklarında kalsın!.. Ama öteden beri bu işin şöyle-böyle kenarında, köşesinde, önünde gibi görünen insanların, yeryüzünde bir dikili taşları olmadı. Olsaydı zaten, onu şimdiye kadar Firdevsî destanlar ile çoktan bütün dünyaya duyuracaklardı: “Bak falan yerde bir evi varmış adamın!” diyeceklerdi. Kendi saraylarını görmeyeceklerdi, villalarını görmeyeceklerdi, filolarını görmeyeceklerdi; kafalarını hep sizin o tek evinize takacak, onu Firdevsî destanlar ile bütün dünyaya duyuracaklardı.

“El ele bayramın gölgesindeyiz,

Yüzlerde ziyâ, ufuklarda ışık;

Saflarımız sımsık.

Milletçe Hakk’a vuslat peşindeyiz,

Besbelli artık kimler O’na âşık;

Hissizlere yazık!..”

Hissizlere yazık!.. Hissizlere yazık!.. Kenetlenmeli!.. Olup biten şeyleri umursamamalı; onlara kulak tıkamalı, sadece kendi meselemize im’ân-ı nazar etmeli!.. Kuvvetimiz bizim, bir şeye yetecek mahiyette; başka şeylere onu dağıttığımız zaman, kendi işimizde kusur etmiş oluruz.

“Ârifin gönlün, Hudâ, gamgîn eder, şâd eylemez,

Bende-i makbulünü, Mevlâsı, âzâd eylemez!”

Makbul olmasanız, “Defolun gidin!” der. Ama makbul olduğunuzdan dolayı, çalıştıracak, yatıracak, kaldıracak… Çünkü burası bir talimgâhtır; burada ahiret adına şekilleneceksiniz. Namaz, sizin bir yapınızı oluşturacak; oruç, bir yapınızı oluşturacak; i’lâ-i kelimetullah cehdi, bir yapınızı oluşturacak sizin… Ve böylece ebedî bir yapıya sahip olacaksınız; mutluluk içinde ebedlere kadar yaşayacağınız bir yapıya sahip olacaksınız. Zannediyorum bu halinizle Cehennem’e koysalar, Cehennem diyecek ki, “Yahu defolun gidin; ateşimi söndürüyorsunuz!”

Zaten bir hadis-i şerifte öyle deniyor: Sırât’tan geçerken, “Yahu çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!” nidası duyulacak. Çünkü öyle bir mahiyet kesbediyorsunuz ki!.. Hele i’lâ-i kelimetullah, hele i’lâ-i kelimetullah… Nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dört bir yanda şehbal açması… Nâm-ı Celîl-i Nebevî’nin minarelerde bir bayrak gibi dalgalanması… Gönlünüzü buna kaptırmışsanız, bu işin sevdalısı, âşıkı, müştâkı iseniz şayet, artık size denecek şey yoktur Allah’ın izni-inayetiyle.

   Kendine yazık edenlerden olmamak için kenetlenmeli; kenetlenmeyi yedekleyerek kenetlenmeli!..

Evet, O’nun bir dönemde dalgalandırdığı o bayrak, hiçbir zaman yere düşmeyecektir; bundan emin olun, Allah’ın izni-inayetiyle!.. Size kötülük yapanlar, ettiklerine nâdim olup ağlayacaklar. Belki o gün, engin insanlık duygularınızla sizi de ağlatacaklar onlar.

Yazık ettiler kendilerine!.. Bir yönüyle, dinî olan şeyleri yıkmaya çalıştılar, yazık ettiler kendilerine!.. Şeytana uymakla yazık ettiler kendilerine!.. Hevâ-i nefislerini ilah edinmekle yazık ettiler kendilerine!.. Yapılan şeyleri yıkma cehdine kendilerini kaptırdıklarından yazık ettiler kendilerine!.. İsyan deryasına yelken açmakla yazık ettiler kendilerine!..

Gelecekler… Hicap duyarak, iki büklüm olarak… Ve ağlayacaklar. Siz de üzülecek ve ağlayacaksınız. Çünkü “insan”sınız… Çünkü zulme kapılarınızı kapadınız; arkasına da sürgüler sürdünüz, “Seninle işimiz yok!” dediniz. Başkaları öyle (öbür türlü) yaptı?!. Ee ne yapalım, vazgeçirmeye de gücümüz yetmiyor; “Mahvetmeyin ebediyetinizi!” demeye gücümüz yetmiyor. Cenâb-ı Hak, hidayet nasip eylesin!..

İmanını marifet ile bezemeyen, yol yorgunluğu yaşar. “İman” edin, sonra onu “marifet” ile taçlandırın!.. Bir de bakacaksınız ki, marifete bir de “muhabbet” sorgucu takılmış. Hiç bilemediğiniz şekilde, sorguç üzerine sorguç, “aşk u iştiyâk-ı likâullah” sorgucu takılmış veya deseni işlenmiş. Ve kanatlanacaksınız “iştiyak” ile… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna safa / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

Evet, aynı ruh, aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkûre etrafında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk’a yönelişlerinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikr ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertlerin ve en kâmil insanların bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçüğünü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir.

Kenetlenme!.. Kenetlenmeyi yedekleyerek kenetlenme… Yemin etmeli, demeli ki: “Eğer ben kardeşlerime karşı içimde kötü bir duygu duyacaksam, Allah canımı alsın!..” Hani bazıları çok küçük şeylerde, hususiyle Doğu’da/Güneydoğu’da, avrat boşama mevzuunda, yakışıksız bir boşama şekli kullanırlar: “Üçten dokuza şart olsun ki!..” falan derler. Yahu dokuz yok zaten, “üç tane” dedi mi, bitti o mesele. Evet, aynen öyle, “Eğer kardeşlerimle zıtlaşacaksam, onları suçlayacaksam, atf-ı cürümde bulunacaksam, ‘Yüzünüzden oldu!’ diyeceksem, üçten dokuza… Üçten dokuza…” demeye hazır olmalı!..

Bu dönemde, çokları, kendilerinin o gâileden sıyrılmaları adına “iftira”da bulundular; “itiraf” dediler, “iftira”da bulundular. Ahiretlerini Cehennem’e çevirdiler. Evet, bize, onlara acımak düşer; onlar acınacak duruma düştüler. Daha başkalarının da aynı duruma düşmelerine meydan vermemek için, bize, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm gibi herkese bağrımızı açmak ve herkesin sâhil-i selâmete çıkması için gerekli olan şeyi yapmak düşer.

Hadis-i şerif: كَفَى بِالْمَرْءِ إِثْمًا أَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ “İnsana, duyduğu her şeyi söylemesi, günah olarak yeter!” Birileri bir yerde bir borazan öttürüyor; bakıyorsunuz, sizin içinizden bir kısım safderun kimseler de aynı şeyi mırıldanıyorlar; kuvve-i maneviyeyi kırıyorlar.

   Ehl-i dünya, hizmetleri ve muvaffakiyetleri bazı şahıslardan bilerek hem şirke düşüyor hem de onların ölümünü diliyorlar ki bu iş bitsin; hâlbuki…

Bu mesele, esasen, Kur’ânî makuliyet/mantıkiyet içinde, işin Allahçasına inanmış, Peygambercesine inanmış insanların kenetlenmesinden ibaret… Falan ile, filan ile alakası yok bu işlerin…

Efendimiz, İnsanlığın İftihar Tablosu, her şey idi. Bûsîrî’nin ifadesi ile, بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu bizlere ki, öyle bir Sütuna dayanmışız, hiçbir zaman devrilmeyecek!” Şimdi öyle bir Zât. O’nun hakkında, Uhud’da “Şehid oldu!” falan diyorlar. Bir sahabî kalkıp bağırıyor, Uhud dağının üstünde: “O’nun şehid olduğu yerde siz niye yaşıyorsunuz ki?!.”

O, ruhunun ufkuna yürüdüğü ân… Ee tabii O, bizim için bir Güneş; birden bire beklenmedik bir ânda gurûb ediyor. Karanlık birden bire üzerimize çöküyor. Hazreti Ömer bile olsa sarsılır burada. Fakat o Sevr sultanlığında sadakati ile O’nun yanında duran insan, “Her kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah ezelî ve Ebedîdir. Her kim Hazreti Muhammed’e tapıyorsa, O, ruhunun ufkuna yürüdü!” -“Öldü” demiyorum, O’na “öldü” tabirini yakışıksız buluyorum; “ruhunun ufkuna yürüdü.”- diyor. Şu ayeti okuyor: وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ “Hazreti Muhammed, sadece bir rasûldür/elçidir. Nitekim ondan önce de nice rasûller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i Imrân, 3/144) “Hazreti Muhammed, Allah’ın peygamberlerinden bir peygamberdir. Ondan evvel de çok peygamber geldi-geçti. Dolayısıyla O da vefat etti…” Hazreti Ömer, o yüksek fıtrat, yüksek fetânet, Mahmud Akkad’ın “dâhi, dâhiler üstünde dâhî” dediği insan, “Sanki o ayeti ilk defa duyuyor gibi oldum!” diyor. Ve kim bilir binlerce insan, nasıl kendine geliyor!..

Evet, Kendisi için mukadder… Hazreti Âdem gibi, Hazreti Nûh gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti İbrahim gibi, Hazreti Mûsâ gibi O da ruhunun ufkuna yürümüştü. Ama o dava bâkî idi. Allah bâkî idi, dava da bâkî idi. Onun götürülmesi gerekli idi, onu omuzlayacak insanlara ihtiyaç vardı.

Bu açıdan da o türlü şeyler ile katiyen sarsılmamalı; şunun-bunun güftügûsuna bakmamalı!.. Bunlar birer günahtır. Duyduğu her şeyi söylemek, günahtır. İştirak etmemeli, onların tesirinde kalmamalı!.. Diyebilirler: “Ölsün!” diyebilirler.

Birileri -bilmiyorum ne derece doğru- bir arkadaşınız için kırkın üzerinde ölümüne büyü yapıyorlar. Bu neyi gösteriyor?!.. Bir yönüyle, silip atıyorlar.. cebrî hicrete zorluyorlar.. hapishanelerde insanları öldürüyorlar.. anneyi evladından ayırıyorlar.. çocuğu ağlatıyorlar.. anneyi ağlatıyorlar.. babayı ağlatıyorlar.. her türlü imkandan mahrum ediyorlar.. her şeylerine el koyuyorlar… Fakat hınçlarını alamıyorlar. “Hayır! Falanın/filanın ölmesi de lazım. O ölmez ise, bize rahat vermez bu insanlar!” Paranoya… “Ya bunlar güçlenir, dışarıdan bir daha gelirlerse?!. Humeyni’nin İran’a geldiği gibi gelirlerse?!. Şah saltanatı yıkılır!.. Ne yaparız biz?!. Dünya, bizim için her şey. Cennet çok uzakta bir şey; ne diye ona dilbeste olacaksınız?!. Bu dünya, işte; yaşamanıza bakın!” Açıktan açığa söylüyorlar bunları da. “Dolayısıyla, bazı kimselerin mut-la-ka ölmeleri… Avukatlık yapıyorlarsa, ölmeleri lazım! Hocalık yapıyorlarsa, ölmeleri lazım! Gazetelerde yazı yazıyorlarsa, ölmeleri lazım! İnternet’te millete bir şeyler anlatıyorlarsa, dijitallerde insanlara bir şeyler anlatıyorlarsa, bunların ölmeleri lazım ki, biz yaşayalım! Doya doya, dünya zevklerinden istifade edelim!..” Bunun gibi…

Ama bunlara hiç kulak asmamak lazım! يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ، وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ * مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Allah, her ne dilerse onu yapar. Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir ve onu infaz eder. Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz.” مَا شَاءَ اللهُ كَانَ Allah, ne dilemiş ise, o olur. وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ Olmamasını dilediği de olmaz!.. “Var”ı da Allah diler, “Yok”u da Allah diler. O’nun dilediği olur: var olmasını dilerse var olur, yok olmasını dilerse yok olur. Allah, kimseyi yok etmesin!.. Onları da yok etmesin!.. Yok edeceğine onlara da akıl lütfetsin, kalb lütfetsin, iman lütfetsin, iz’an lütfetsin!..

Vesselam.

Acıyorum!..

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Dünyanın her yerinde ve hayatın her biriminde, şekil ve suretten sıyrılmış hakiki müminlerden en az biri bulunmalı ki, insanlık, IŞİD, Boko-Haram ve Murâbıtîn gibi örgütleri İslam’ın temsilcileri olarak görmesin.

Şu anda İslam dünyasında ve hususiyle sizin o mübarek memleketinizde kapkaranlık bir tablo var. Toprağını tûtiyâ gibi gözünüze süreceğiniz memleketinizde… Hususiyle Kıtmîr açısından meseleye bakacak olursanız, hep aklımdan geçmiştir, uçaktan indiğim an bir avuç toprağını alıp yüzüme-gözüne süreyim, diye; benim nazarımda o kadar kutsaldır. Çünkü neredeyse bin seneden beri orada sizin atalarınız, sizin dedeleriniz, dedelerinizin dedeleri hep hak ve hakikati bir bayrak gibi, bir şehbal gibi dalgalandırmışlar. Öyle bir ülke…

Siz, orada neş’et etmişsiniz; taklidî dahi olsa, yani görmeye uyma şeklinde bile olsa, duymaya uyma şeklinde bile olsa, dininizi-diyanetinizi, Allah ve Peygamber sevginizi hep o ülkede öğrendiniz. Dünyanın değişik yerlerine -çoğunuz itibarıyla- açılırken, o donanım ile açıldınız, Allah’ın izni ve inayetiyle. Fakat hâlihazırdaki durumuna bakılınca, şiddetin, hiddetin, öfkenin fokur fokur kaynadığı bir ülke haline gelmiş; dıştan bakan insanlara, “Aman, Allah içine düşürmesin!” dedirtecek kadar. O kadar çirkinleşmiş, o kadar gayzın, nefretin kaynadığı, magmalar gibi köpürüp durduğu, insanı kaçırdığı, etrafındakileri yakıp-yıktığı bir ülke haline gelmiş. Cenâb-ı Hak, basiretli insanlar ihsan eylesin!..

Söz, oraya gelince şunu da ifade edeyim: Hani buradaki gençler/sizler, ileride bir daha kendi ülkenize “Bura bizim ülkemiz!” deyip -bir kısmınız itibarıyla- gidebilirsiniz. Antrparantez arz edeyim ki, işler düzeldiğinde, her şey rayına oturduğunda, sistemler tıkır tıkır işlemeye başladığında, yine de siz, o zaman dengeli düşünmeli, “Acaba nerede daha faydalı olabilirim; ben, insanlık için nerede daha yararlı olacaksam, orada kalmalıyım!” demelisiniz.

Bence her yerde bir tane aklı başında insan olmalı; şekil insanı değil, sûret insanı değil, taklidin âzâd kabul etmez kölesi değil. Her şeyi sindirmiş, içtenleştirmiş.. tavır ve davranışlarına aksediyor inandığı şeyler.. kalbi, fokur fokur Allah muhabbeti ile kaynıyor, Peygamber sevgisi ile kaynıyor.. ve bu, davranışlarına aksediyor. Hadîs-i şerif öyle diyor: “Eğer kalbinde Allah’a karşı saygı/haşyet hissi olsaydı, bu, senin tavır ve davranışlarına da aksederdi!” El-ayak hareketlerine, ses tonuna, vurgulamalarına, gözünün irisine, yüzündeki takallüslere, kırışıklığa, tebessümlerine, oturuş-kalkışına, her şeyine aksederdi. O hâli, o keyfiyeti ihraz ederek, nerede dünyaya numune olunabiliyorsa, insanlığa numune olunabiliyorsa, oraya gitmek lazım.

Diyordum ki; işler düzelince, her şey rayına oturunca, nerede daha yararlı olacaksak bence orayı seçmeliyiz; yeniden, bir kere daha istişare ederek ona göre tercihte bulunmalıyız. “Orada mı, öbür tarafta mı?” Onu ona göre tercih etmek lazım!..

Fakat gerçekten huzur içinde, sevgiyle kucaklaşabilecek şekilde insanların birbiriyle kaynaşması/bütünleşmesi adına, zannediyorum dünyanın her yerinde bulunmak, insanlık adına çok önemli bir hizmet olacaktır. Şu kadar üniversite var, şu kadar hastane var, şu kadar hapishane var; binlerce… Bunların her birinde bir tane, o Müslümanlığı tavır ve davranışları ile aksettirecek şekilde insan olsa, Müslümanlığın, IŞİD tarafından temsil edildiği gibi, Boko-Haram tarafından temsil edildiği gibi, Murâbıtîn tarafından temsil edildiği gibi olmadığını anlayacaklar; “Bu, başka bir Müslümanlık!” diyecekler. O kadar… Ve dünyanın buna şiddetle ihtiyacı var!..

   Sarsıntı üstüne sarsıntı yaşamış, her tarafından çivileri sökülmüş dünyanın tamire ihtiyacı var; bu ıslahın gerçekleşmesi de sebepler planında numune-i imtisal bir topluluğun güzel temsiline bağlı.

Bu açıdan burada ele aldığımız insanlar, ister orta yaşta, ister yaşlı, isterse de çocuk olsun, onlar öz değerlerimizle çok iyi beslenmeli. Çocuklar, daha mekteplerde okuyan insanlar, hususiyle onlar, güzel beslenmeli. Eski ifadesiyle, şuuraltı müktesebatın donanımı esnasında fikrî beslenmeler, insanın gelecek adına şekillenmesi açısından çok önemli. Belli bir yaşta o şuuraltı beslenme gerçekleşiyor;  “0-5 yaş” diyorlar, 0-7 de olabilir. Fakat Fakîr, dar tecrübelerimle, 15 yaşına kadar o beslenmenin devam ettiğini zannediyorum. Biz, onlara belki lise sınıfına kadar hep böyle şerbet gibi güzel şeyler içirirsek, şuuraltı müktesebatları/donanımları o olursa, Allah’ın izni ve inayetiyle, büyüdükleri zaman ona, mantığa ve muhakemeye göre, drobu uygun, numarası uygun bir hal, bir keyfiyet kazandırırlar ve o, inandırıcı olur. Şekilden sıyrılmış oluruz, sûretten sıyrılmış oluruz; bir yönüyle hakikatin dilbestesi, dolayısıyla da dilrubâsı oluruz. Bir taraftan ona bend olma, bağlanma; bir diğer taraftan da âlemin baktığı zaman hayranlık duyacağı şekilde kâmet-i bâlâ birer insan olma. Bu, o şuuraltı müktesebat döneminde -ki mekteplerde o oluyor- sağlanmalı. Cenâb-ı Hak, arkadaşlarımızı öyle bir hizmete muvaffak kılsın; arkadan gelen nesilleri de o istikamette yetişmeye muvaffak eylesin!..

Dünyanın tamire ihtiyacı var. Çivileri sökülmüş her taraftan, kırılma üstüne kırılma yaşıyor dünya; topyekûn dünya. Ve en acısı da İslam dünyasında yaşanıyor. İslam dünyasında İslam’ın sadece adı kalmış!.. Ne tadı var, ne tuzu var!.. Onu, diline-dudağına değdiren “Aman, Allah göstermesin; bunu bir kere daha tatmayalım!” diyecek kadar, birileri tarafından çirkinleştirilmiş o. O güzel çehre, zift püskürtülmek suretiyle çirkinleştirilmiş. Dünyaya âlet ediliyor, dünyevî saltanata âlet ediliyor, dünyayı put haline getirmeye âlet ediliyor. Âhiret unutturuluyor; Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, kapı ardı, hafizanallah…

Kaç insan Allah sevgisi ile oturup kalkıyor?!. Kaç insan Peygamber sevgisi ile meşbu; aklına geldiği zaman gözleri doluyor?!. Kaç insan “Acaba Sana ne zaman kavuşabilirim!” mülahazası ile oturup-kalkıyor veya “Dünyada kaldığım sürece başkalarını Sana ulaştırma, Senin ile tanıştırma, Senin ile buluşturma cehd ü gayretinde olacağım; muvaffak eyle beni!” mülahazası ile oturup kalkıyor?!. Evet, bu…

Oysaki insanların çoğu -hafizanallah- dünyaya tapıyor; dünyayı put haline getirmişler. Yunus Emre diyor ki: “Demedim mi, demedim mi / Gönül sana söylemedim mi? // Gönül mürgi (güvercini) yuvasından / Uçar bir gün demedim mi?.. // Canım derviş, gözüm derviş / Çalış maksuduna eriş // Bu gafletle baş olmaz iş / Geçer fırsat demedim mi?!.” Fırsatı kaçırmadan, imkanları fevt etmeden, elimizdeki insanları, bir heykeltıraşın yontup şekillendirdiği gibi, imrenilecek hâle getirmemiz lazım!

Dünyada bir yer, çok küçük çapta bile olsa, mikro-planda bile olsa örnek hale gelse… Kendi köyümün adı ile ifade edeyim; Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa… Yani, orada herkes Allah sevdası ile oturup-kalksa.. “Peygamber!” dediği zaman -Kıtmîr’in nenesi gibi- yirmi dört saat ağlayan kadınlar olsa… Yirmi dört saat ağlardı neredeyse, onun ninesi; Peygamberin adını duyunca, “Muhammed!” deyince (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağlardı. Allah ölmüş kalblerimizi bunun ile ihyâ buyursun, ölmüş kalblerimizi diriltsin!.. O kadarcık bir yerde, gayet lokal bir yerde, imrendiren bir keyfiyet olsa.. insanlar namaz vaktinde “Aman kaçırırım!” diye hemen koşuverseler.. ezanı duydukları zaman “ilk tekbir”e yetişmek için âdetâ atlarını mahmuzluyor gibi oraya koşuverseler.. ellerini Cenâb-ı Hakk’a kaldırdıkları zaman da O’nun huzurunda bulunuyor olma huzuruyla diyeceklerini deseler.. diyeceklerini derken, kalbleri bir mızrap yemiş gibi, dillerinden-dudaklarından dökülenler, o kalbin çıkardığı ses olsa… Bir yer, böyle olsa… Helale, harama dikkat edilse.. arpa kadar kimse kimsenin hukukuna tecavüz etmese.. kimse kimseye bir tokat vurmasa.. kimse kimseye ekşi bir yüz ile bakmasa.. herkes birbiriyle karşılaştığı zaman sarmaş dolaş olsa…

   Herkesi Hayran Bırakan Kardeşlik Tablosu ve Bayram Tebriği Olarak Habbâb Bin Erett Hadisi…

Antrparantez: Çok az olduğumuz, böyle beş-on kişi olduğumuz dönemde, Kıtmîr Edirne’de imamlık yaparken, hususiyle mübarek gecelerde ders yaptığımız zaman, zannediyorum oraya dıştan gelmiş insanlar üzerinde en müessir olan şey, o idi; örneğini anlatacağım size, arkadaşlar kalkar ağlaya ağlaya birbirlerine sarılırlardı. “Bugün, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyaya teşrif ettiği gün.. bugün de hicret ettiği gün.. bugün Bedir’de muzaffer olarak döndüğü gün.. bugün Hendek’te o kadar insanın yedi-sekiz kat fazla düşman karşısında bir zafer sergilediği gün!..” Değişik günler değerlendirilmek suretiyle, onlarla alakalı üç-beş tane laf edilirdi; gönüler yumuşardı. Ondan sonra kalkar namazı kılarlar, dolayısıyla sarmaş-dolaş olurlardı, muânaka yaparlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere, iki kere belki bunu yapmıştır. Bir-iki kere yaptığına göre, yapılması cevaza dayanıyor. Ama her zaman yapmak, doğru mu, değil mi?!.

Öyle bir sarılma, öyle bir sarmaş-dolaş olma… O Korucuk Köyü’nde böyle örnek bir şey sergileniverse.. camiler, ağlamalar ile, iniltiler ile inlese.. müezzininin -bir yönüyle, belki militarizmden kalma- komutlarıyla “Subhânallah, Subhânallah, Subhânallah!” diyen insanlar değil; doğrudan doğruya “Subhânallah!” dediği zaman, “Allah’ım, Seni kâinattaki zerreler adedince takdis ediyorum!”; “Elhamdülillah!” dediği zaman “Kainatların zerreleri adedince Sana hamd u senada bulunuyorum!..” diyen, bunu vicdanının sesi olarak onu ortaya koyan insanlar… Hazreti Sâhip-kırân, Çağın Sözcüsü, yaparken, öyle yapıyor.

İşte o beş-on insanın öyle sarmaş-dolaş olması, en muannitlere bile öyle müessir olmuştu ki!.. Bir gün karakola celb etmişlerdi. Çend defa Kıtmîr’i derdest edip götürmüşlerdir karakollara; 27 Mayıs’ta da, ondan sonra da, ondan sonra da… Şimdi oraya götürdüklerinde, iki tane polis istintak edebilir, soru sorabilir, cevabı alabilir; fakat Emniyet Müdürü geliyor. Diyor ki, “Seni, şurada, şu odaya alınca, bir Allah bilir, bir de ben bilirim!” “Sen beni oraya alıp, orada üç-beş tokat, üç-beş tekme atabilirsin; öbür tarafa gittiğimiz zaman, sen, göreceğini görürsün o zaman! Kim alçak, kim yüksek, onu o zaman göreceksin!” Bir şey diyemiyor adam, şaşırıp kalıyor. Sonra birisi geliyor, oradaki âmirlerden; “Yahu” diyor bana, “O gün, ben camide sizi seyrettim.” Onlar da kolluyorlar, camide biz ne yapıyoruz diye; namaza gelmiyor ama caminin dışında, pencereden bakıyor, ne yapılıyorsa onu görüyor. “O sarmaş-dolaş hal ne idi, senin bu şimdiki hâlin ne?!.” diyor.

Benim o “şimdiki hâlim” şuymuş: Habbâb İbn Erett (radıyallahu anh) Efendimiz’e gelip diyor ki: “Ya Rasûlallah! Bu belâ, bu musibet ne zaman bitecek?!” Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sıhâh’ta geçen bir hadis-i şerife göre, buyuruyor ki: “Sizden evvelki insanların etleri, kemikleri birbirinden ayrılırdı. Onları kütükte doğruyor gibi doğrarlardı. Onları derin derelere atarlardı. Fakat onlar, yine dinlerinden dönmezlerdi!” Ben, insanların sıkıntı çektiği bir dönemde, bayram tebriği olarak bu hadisi alıp yazdım/yazdırdım. Fakat çok işgüzar, çok akıllı (!), çok vatanperver (!) bir matbaacı, götürmüş, bunu savcılığa vermiş. Dolayısıyla benim oraya celb edilmeme vesile oluyor bu. Şimdi adamın “Bu neydi?!” dediği mesele oymuş; Efendimiz’in mübarek beyanı imiş, o. Oysaki esasen insanların olup-biten şeyler karşısında sarsılmadan, dik durmaları adına sahabenin çektiği şeylere göre bizim çektiğimiz şeylerin çok az/önemsiz olduğunu, onlarınkinin onda biri bile sayılamayacağını ifade etme adına bir gayret idi o. Adam ona itiraz ediyor ama bir hususa hayranlık duyduğunu da ifade ediyor: “O camideki durum neydi?!” diyor, “O incelik, o nezâket, o sarmaş-dolaş olma, o kaynaşma neydi; bu hal nedir?!” falan diyor; yani, onu ters görüyor fakat öbürünü takdirden de dûr olmuyor..

   Hak ve hakikati temsilin sadece şebnemlerini gören insanlar hayranlıklarını dile getiriyorlar; şayet İslam gerçek güzelliğiyle sergileniverse, kim bilir onlar nasıl mesafe alırlar.

Evet, geriye dönüyorum, parantezi kapadık. Çok küçük bir köyde bile olsa, böyle ideal bir toplum olsa… Campanella’nın “Güneş Devleti” gibi bir şey, bir köy ölçüsünde bile olsa, inanın bütün insanlık öyle bir sistem kurma adına kümelenecek her yerde, “Yahu biz de böyle bir sistem gerçekleştirelim!” diyecek. O “Güneş Devleti”ni yazan insan, Osmanlı’ya muttali olunca diyor ki: “Ben, beyhude meşgul olmuşum! Bir yerde adamlar o dünyayı kurmuşlar!” Yani, Kanûnî’ler, Yavuz Cennet-mekân’lar, bir ölçüde Sarı Selim’ler… Sarı Selim, tam öyle miydi? Ama Edirne’deki Selimiye Camii’ni yaptıran, o; Kıbrıs’ı fetheden de yine o; yani düşüklerinden bir tanesi. Atın-katırın sırtında, dünya hakimiyeti tesis etme.. devletler muvazenesinde muvazene unsuru olma.. problemleri çözmede sihirli bir anahtar gibi, hemen o anahtarı o kilidin içine sokma ve çözme… Böyle bir dönemi yaşadıklarını duyunca, “Ben, beyhude bir Güneş Devleti yazmışım!” diyor, bir yönüyle kendisini suçluyor, israf-ı zaman ettiği üzerinde duruyor. Böyle ütopik bir toplum ve yapı esasen.

Bu açıdan elimize aldığımız insanlar, genç yaşta, çocuk yaşta olabilirler; orta yaşta veya yaşlı da olabilirler. Böyle müsait zamanları bu istikamette değerlendirmek suretiyle, kendi değerlerimizi şeker-şerbet gibi o insanlara içirirsek Allah’ın izni ve inayetiyle, zannediyorum bir gün dünya imrenecek bu hâle… Zaten daha şimdiden bunun reşhalarını, damlacıklarını, şebnemlerini görünce -Biliyorsunuz yapraklara düşen şeylere “şebnem” denir.- diyorlar ki: “Hakikaten bugün dünyanın değişik yerlerindeki tiksindiriciliğe karşı Hareket ve Cemaat ümit vaad ediyor!” Ne gösterdik ki öyle diyorlar?! Gösterilen şey, bellidir. Siz, dünyanın nerelerine gittiniz? Burada binlerce üniversite var, binlerce hapishane var; kaç tane chaplain’iniz (din görevliniz) var, bu hapishanelere giden, hastanelere giden. Değişik devlet kurumlarına giden kaç tane insanınız var?!. Fakat buna rağmen, gördükleri insanlar imrendirici olduğundan dolayı, hayranlıklarını ifade ediyorlar.

Buraya gelen belki yüz tane insan oldu. “Yüz” dedim, az oldu değil mi, belki çok daha fazla oldu ama giderken -Hayret ediyorum ben!- hiçbiri gayr-ı memnun olarak gitmedi. Demek ki benim yerimde aklı başında bir adam olsaydı, meseleleri doğru anlatan birisi olsaydı, o adamlar çıkarken çıkamayacaklardı, bayılıp eşiklere yığılacaklardı! Bu kadar dar anlayışlı, dar görüşlü, dar düşünceli, meseleleri ciddî analiz edemeyen bir insanın yanına gelip-giderken bile, “Vallahi biz dersimizi aldık!” diyorlar. Hayret!.. Bu kadarcık şeyle ders alan bu insanlar, demek çok güzel bir tablo oluşturulduğu takdirde ne büyük mesafeler kat’ edecekler. Müslümanlık kendi değerleri ile âdetâ sergileniyor gibi -kitap fuarlarında kitapların sergilendiği gibi- bir sergileniverse, Allah’ın izni ve inayeti ile insanlar birbirini yemekten vazgeçecekler, yamyamlığı bir tarafa bırakacaklar, kardeş gibi sarmaş-dolaş olacaklar, Allah’ın izniyle ve inayetiyle..

   Şefkat Peygamberi, kendine has o derin merhamet hissi ve Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusuyla, insanları ebedî saadete yönlendirmek için Miraç’tan şu mihnet yurduna dönmüştü.

“Acıma hissi” ve “şefkat duygusu” çok önemlidir. Hazreti Sâhib-i zaman, Çağın Sözcüsü, “acz, fakr, şevk, şükür” dedikten sonra bir de meseleyi “tefekkür” disiplinine bağlayarak, sonra onu “şefkat” ile taçlandırıyor. Düşünürseniz, aklınızı kullanırsanız, insanca mantığınız ile meseleyi ele alırsanız, görürsünüz ki, insanın imanının derinliğinin nispeti, şefkati ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı) demektir. Ne kadar imanınız (şefkatiniz) varsa o nispette de şefkatiniz (imanınız) var demektir. İnsanlığın İftihar Tablosu gibi…

Bu mesele ifade edilirken, orada da (Çağlayan Dergisi için yazılan “Acıyorum” başlıklı makalede de) esasen bu ifade ediliyor: İnsanlığın İftihar Tablosu, hiçbir kimseye müyesser olmayan Miraç’a çıkıyor. Aklımız ermez o derinliğe… Hazreti Üstad, “Vücûd-i Necm-i Nurânî” diyor. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) farklı bir vücut ile Miraç’a yükseldi. Birilerinin dediği gibi “rüya” değil. Bu mevzuda, çok büyük, muhakkik birisi de bu yanlışı yaparak “rüya” dedi. “Rüya” değil esasen, “Vücûd-i Necm-i Nûrânî”si ile yükseldi.

Efendimiz, bütün enbiyâ-i ızâmın bulunduğu göklere uğruyor. Hazreti İsa ile görüşüyor, Hazreti Musa ile görüşüyor; zirvede Hazreti İbrahim (aleyhisselam) ile görüşüyor. Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ile şerefyâb oluyor ve Cennet’ler de O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağını basmasıyla O’nunla şerefyâb oluyor. O, Cennet’leri şereflendiriyor; aynı zamanda Kendisi de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek ile şerefleniyor ve aramıza öyle dönüyor.

Öyle bir nimet ki, yine Hazreti Pîr’in bu mevzudaki -sizin de çok iyi bildiğiniz- bir sözü ile meseleyi değerlendirmek istiyorum: “Dünyanın binlerce mesûdâne hayatı…” Bakın, “bin-ler-ce se-ne”; bir milyon sene olsun, bir milyon senesi bir dakikasına veya bir saatine mukabil gelmeyen Cennet hayatı… Bir milyon sene yaşasanız ve birilerinin zırhlı arabalarda, kapkara saraylarda, hayatlarını bilmem kimlerin garantisi altında, arzu ettikleri her şeyi yiyerek, yiyip içip kulakları üzerine yan gelip yatarak yaşadıkları gibi ömür sürseniz… Böyle dünyevî bir mutluluk, hayvanî bir mutluluk, sûrî bir mutluluk… Böyle bir mutluluk içinde geçen binlerce sene, milyonlarca sene bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cennet hayatı… Cennet hayatının da binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede…

İnsanlığın iftihar Tablosu’nun hayatta en çok sıkıldığı dönemlerden bir tanesi… Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot yaşıyor, üç sene… Belki bir çadır kurmasına bile müsaade etmiyorlar, nasıl çardaklara sığınıyorlar ise, sığınıyorlar oraya… Yoksa güneş, beyinlerine vurduğu zaman, beyin kaynar, delirir insan orada. Tam üç sene orada İnsanlığın İftihar Tablosu, Beni Hâşim ile beraber… Henüz inanmamış amcası Ebu Tâlib de onların içinde; analar anası, mübarek anamız -Canım kurban olsun!..- Hazreti Hadîce de orada.. Yaşça Efendimiz’den evvel dünyaya gelmiş. “Büyük” tabirini be-tahsis kullanmıyorum; çünkü insanlar arasında O’ndan daha büyüğü yoktur. Ama yaşta/yaşça Efendimiz’den evvel dünyaya gelmiş, öyle mübarek bir anne… Evliliği kendisi teklif ediyor. Efendimiz, onun ticarî işlerini görürken, tanışma imkânı bulunuyor. Dünya güzeli o görkemli İnsan (sallallâhu aleyhi ve sellem), iç derinliği ile ayrı bir güzellik sergileyen o İnsan, onun da dikkatini çekiyor; “Sen!” diyor. Başkalarının bu mevzuda araya girmesiyle O da “Pekâlâ!” diyor. O mübarek validemiz de orada, o üç sene…

Daha Kur’an-ı Kerim’den çok fazla ayet nâzil olmamış, din tamamlanmamış; denecek şeylerin hepsi denmemiş ama denenleri yeterli bulmuşlar; orada O’nunla beraber. Güneşin altında, kumun üstünde, yiyecek şey ya buluyorlar, ya bulamıyorlar. Öyle bir ızdırap içinde kıvranıp duruyorlar… Ama ben o mevzu ile alakalı Siyer’de, Megazî’de, Hadis kitaplarında Efendimiz’den bir buçuk cümle ile bir şey işitmedim; “Şunu çektik, bunu çektik!” dediğini görmedim. Onu, o Siyer’e muttali olan insanlar anlatıyorlar. Ne O, ne de Beni Hâşim’den başkaları…

Fakat orada çok yıpranma oluyor. Dolayısıyla o boykot sona erdirilince… Üç tane vefalı insan, henüz Müslüman olmamışlar ama üç vefalı insan… Cenâb-ı Hak bana öbür tarafta “Bir isteğin var mı?!” dediği zaman, diyeceğim bazı şeyler var. “Ya Rabbî o üç tane insanı bağışla, bahtına düştüm!” de diyeceğim. Bir de Hazreti Ebu Bekir gibi “Ebu Tâlib’i bağışla, ne olur, bahtına düştüm!” diyeceğim. Çünkü benim Efendim’e yapılacak iyi şeylerin kat katını, kat katını yapıyorlar. Ama o sıkıntılı hayat, onları orada öyle yıpratmış ki, boykot sona eriyor fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki şoku birden yaşıyor. Hadîce validemiz, ruhunun ufkuna uçuyor, kanatlanıp gidiyor; tâ başından o güne kadar O’na kucak açmış, himaye etmiş, destek olmuş, her şeyi ile O’nu tasdik etmiş mübarek anamız, analar anası vefat ediyor. Ebu Tâlib de arkadan vefat ediyor. Üzüntü üzüntü üzerine… Mekke’deki temerrüt gemi azıya almış. Günümüzde o zindanlardaki insanlara yapılanların kat katı, biraz önce dediğiniz gibi, kadın-erkek denmeden çilenin kat katı irtikâp ediliyor.

İnsan nihayet.. hadisenin şokunun yaşandığı ân.. O da insan… İzzet Molla’nın sözünü çok tekrar ediyorum: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!” Tekme yiyorsun, çifte yiyorsun, yumruk yiyorsun… Hırpalanmış İnsanlığın İftihar Tablosu, en âlî bir şey ile şereflendiriliyor, pâyelendiriliyor, taçlandırılıyor.

Cenâb-ı Hak diyor ki İnsanlığın İftihar Tablosu’na, “Sen, yeryüzünde bunca şeye maruz kaldın. Ben şimdi Seni huzuruma almak ve nikâbı kaldırmak istiyorum. Senin kalb aynanda Sana tecelli etmek için Seni huzuruma çağırıyorum, misafir ediyorum; mihmandârın oluyorum!” Cennet’i dedim; sonra Cemâlullah’ı da demeye çalıştım. Cennet’in binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen… İnsanlığın İftihar Tablosu bütün bunları ihraz ediyor. Ama geride de sıkıntı var, ızdırap var, elem var.. boynunu sıkan, öldürmeye teşebbüs eden insanlar var.. işkembeyi, sırtına koyan insanlar var.. geçtiği yollarda önünü kesen insanlar var.. Ashâb-ı kirâmı -çarmıha geriyor gibi- çarmıha gerenler var.. Bilal-i Habeşîleri, Sümeyye’leri, Yâsir’leri, Ammâr’ları kumun üstüne yatıran, kayaları onların üzerine koyan insanlar var… Dünya, O’nun için Cehennem. Fakat “Olsun!” diyor. O gördüğü şeyleri gördürmek, duyduğu şeyleri duyurmak, tattığı şeyleri tattırmak için Miraç’tan ayrılıyor, geliyor insanlığın içine; o Cehennem-zebûn hayatın içine geliyor.

Bir Hak dostu diyor ki: “O, öyle pâyeleri ihraz etti ki, Allah’a yemin ederim, ben o noktaya ulaşsaydım, vallâhi, billâhi, tallâhi geriye dönmezdim!” Allah Rasûlü, çile yurduna neden dönüyor? Akın akın Cehennem seline kapılmış, o akıntıya kapılmış, Cehennem’e dökülen insanlar dökülmesin diye, ciddî bir şefkat hissi ile dünyaya dönüyor.

   Gayr-ı mütecânis toplumlarda reçete, demokrasidir; merhametsiz insanlar, o reçeteyi uygulama yerine hem kendi ülkelerini hem de başka memleketleri kan gölüne çevirdiler/çeviriyorlar.

“Şefkat” dediniz; bakın, şefkat oradan geliyor. Acıyor; acıma hissi ile “Ben, o yanmaya dayanamam!” diyor, “İnsanların yanmasına dayanamam!” diyor. “Mekkelinin yanmasına dayanamam! Bunların hepsi Hazreti İsmail’in torunları ama bir zaman gelmiş, bunlardan kimisi ‘Lât!’ demiş, ‘Menât!’ demiş, ‘Uzzâ!’ demiş, ‘İsâf!’ demiş, ‘Nâile’ demiş; bir kısım taşa-toprağa tapmaya başlamışlar. Bu gidiş iyi bir gidiş değil, Ben buna dayanamam!” diyor.

Hani biraz evvel Kıtmîr… Sen kimsin ki, Ebu Tâlib’i istiyorsun!.. O üç tane insanı, Mekke’deki o fermanı yırtan insanları, Efendimiz’in o boykottan kurtulması adına… Evet, arzumu Cenâb-ı Hakk’a öyle arz etmeyi düşünürüm ama benim gibi bir mücrime orada öyle bir konuşma hakkı verirler mi, vermezler mi, o mevzuda da bir şey diyemeyeceğim. Ama o şefkat, o acıma duygusu, O’nun Miraç’tan dönmesine vesile oluyor.

Kendinden sonradaki “Hâle” de öyle şefkatli. “Hâle” diyoruz; ayın etrafındaki o ışık çemberine “hâle” deniyor. Nâbî bir şiirinde şöyle der: “Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!” O, “Kamer-i Münîr”, Mehtap; etrafındakiler de esasen yıldızlar. Yıldızlara Nur ayetini tefsir ediyor. O, bir vâiz için söylüyor; Nâbî’nin o sözünü vâiz için fazla mübalağalı buluyorum. Muhatabı belirleyememiş; o muhatap, İnsanlığın İftihar Tablosu. “Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!” O Hâle’dekiler de aynı ruh hâletini paylaşıyorlar; “Acıyorum!” duygusunu, “Acıyorum!..”

Burada yine antrparantez bir şey arz edeceğim: Devr-i Risâletpenâhi’de onca savaş içinde Müslümanlardan ölen insanların sayısı yüz yetmiş küsurdur. Şimdi “Müslümanım!” diyen insanların o Müslümanca, samimi (!), derin (!), engin gayretleri (!) sayesinde ülkesini terk edip kaçan insanlardan Meriç’te ahirete yürüyenler yüz yetmiş küsuru çoktan geçti. Evet, bir kandırma ile Türkiye’ye geldiler; tatmin edici bulmadıklarından dolayı, “Biz de Yunanistan’a!..” dediler, onlar da “Meriç’i geçelim!” dediler; Suriyeli mü’minler de orada sulara karıştı. Sayılarını Allah bilir. Ve orada insanlar, birbirine karıştı; yanlış diplomasi ile, yanlış politikalar ile, ülke karıştırıldı. Oysa demokrasiye gitme yolu vardı…

Gayr-ı mütecânis toplumlarda reçete, demokrasidir. Herkes kendi inandığına ölesiye inanmalı. Bırak… Birisi Karl Marks’a inanır.. birisi Engels’e inanır.. birisi Efendimiz’e inanır.. birisi Ebu Hanife’ye inanır.. birisi Şafiî’ye inanır.. birisi Hazreti Ali’ye inanır, “İnandım!” der ve “İnandım”ı aynı zamanda Aleviliğe bağlar, Şiîliğe bağlar… Toplumun yapısı bu ise, buna “gayr-ı mütecânis toplum” diyoruz. Bence onun için herkesin anlayışına, duygusuna, düşüncesine, hayat felsefesine, dünya görüşüne saygılı olmak lazım. Toplumu ancak böyle ayakta tutabilirsiniz. “Herkes benim gibi düşünmeli, benim gibi düşünmeyenler yerin dibine batsın!” mülahazasıyla hareket ederseniz, tam o “acıma hissi”ne ters bir şey olur. Başta geçtiği gibi, esasen kin, nefret, garaz, intikam hissi… “Herkes ölmeli, sadece ben kalmalıyım!” marazı… Hatta “Bana zarar verecek, villalarımı elimden alacak, filolarımı elimden alacak!” paranoyası… “Elimden alacak!” mülahazası… “Yüzde bir ihtimal, binde bir ihtimal elimden alacaklar!.. Bunları bile ben yok etmeliyim! Bu türlü ihtimallere bile kapıları kapamalıyım!” filan…

Şefkat ve acıma gurbetinin yaşandığı bir dönemde, o “acıma hissi” çok önemli. Acıyorlardı, acımışlardı, acıma mecburiyetindeyiz. Yolumuz, Peygamberler yolu ise, Râşid Halifeler yolu ise, Enbiyâ-ı ızâm yolu ise, acıma da tabiatımız olmalı!.. Onu öyle içtenleştirmeliyiz ki, birinin dediği gibi, karıncaya basmayacak şekilde içtenleştirmeliyiz. Karıncaya acımalıyız; bir arıya şefkat edecek kadar ince olmalıyız; o işi içtenleştirmeliyiz.

   “Hüsn-ü zan, adem-i itimat” denmişti; bu disipline uyamayıp hüsn-ü zanna yenik düştüğümden dolayı kendime de acıyor, içten içe hayıflanıyor ve sinemde derin bir keder hissediyorum!..

Bu mülahazalarla (Çağlayan Dergisi’ne başyazı olarak kaleme alınan makalede) “Acıyorum, acıyorum, acıyorum!..” deniyor. Ondan sonra da şu mazmunla devam ediliyor: “İnsan, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.” “Hak!” derler, “Adalet!” derler, hakkı ayaklarının altına alırlar, adalet üzerinde de raks ederler. Ama sen, o sözlerine bakarak inanırsın.

“Hak!” dediler, “Adalet!” dediler, “Müslümanlık!” dediler, “Hazreti Muhammed!” dediler, “İslamiyet!” dediler; sen de inandın. Hususiyle, karşısında bunun tersini söyleyen insanlara mukabil, “ehvenü’ş-şerreyn!” diye tercih ettin. “Ehvenü’ş-şerreyn” deniyor, Mecelle’de de bir disiplindir; iki şer söz konusu olduğu zaman, bu şerlerin ehveni, en hafif olanı tercih edilir.

Yapmadık şey bırakmadınız iyilik adına. Onlar da yüzsuyu döktüler, ayağınıza kadar geldiler; size yalvardılar o mevzuda. Fakat sonra yapacaklarını yaptılar, dünya kadar insanın canına kıydılar, ettiler.

“Bunu göremediğimden dolayı, kendime de acıyorum! Münafığı, mü’min-i hakiki gördüğümden dolayı kendime acıyorum! Yapacakları şeyleri bir firâset ile sezemediğimden dolayı kendime acıyorum!.. ‘Yuf olsun bana!’ diyorum. Onları doğru okuyamadığımdan dolayı kendime acıyorum! Bunca acınacak şeylere sebebiyet vereceklerini baştan sezemediğimden dolayı kendime acıyorum! Acınacak durumdayım!..” Bu muhteva da var o yazıda; “Acıyorum!”

O yazıların çoğunda kâğıtların bazıları gözyaşları ile ıslanmıştır; bazılarını yırtmış atmışsınızdır, bazılarını da öğütme makinesine atmışsınızdır, kadimden bu yana.

O mülahazalar ile, o hisler ile hissiyatınızı ifade etmişsiniz. Tabii kendi dar ufkum itibarıyla… Siz -belki- böyle bir meseleyi ele alsaydınız, çok daha derince şeyler söyleyebilirdiniz; uyarıcı, tenbih edici şeyler söyleyebilirdiniz, hatta mezardakileri ayağa kaldıracak şeyler söyleyebilirdiniz.

Cenâb-ı Hak, o duygu ile, sizleri de serfirâz kılsın! Vaktinizi çok aldım, siz bağışlayın, Rabbim de affeylesin!.. Vesselam.

Bamteli: ŞEFKAT KAHRAMANI KADINLAR

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen hiçbir zaman üstünlük tavrı sergilemiyor; “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu her haliyle temsil ediyordu.

Her halimizde, her davranışımızda, Hazreti Ali efendimize nisbet edilen o söz çerçevesinde kalmamız lazım: كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında, insanlardan bir insan ol!” Öyle davran ve yarım adım bile olsa önde görünerek bir fâikiyet, bir üstünlük tavrı sergileme! Hatta seni toplum içinde gördükleri zaman içten saygı duysalar bile, ilk bakışta seni belirleyememeliler.

Bu, aynı zamanda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavrı idi. Malum, Siyer’de anlatıldığı üzere, Medine-i Münevvere’ye teşriften evvel, daha sonra Kubâ Mescidi’nin yapıldığı yerde ârâm buyurmuşlardı. Muvakkat bir istirahat lütfetmişlerdi, o yeri şereflendirmişlerdi. Şimdi de koca bir cami var, minareleri ile. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada muvakkaten ârâm buyurduğu için, orada hususî mahiyette namaz kılmayı, insanlar, kendileri için Efendimiz’e saygının gereği olarak görüyorlar. Orada (Kubâ’da) Sevir sultanlığı arkadaşı (Hazreti Ebu Bekir) ile beraber, yan yana oturuyorlardı. Demek ki ciddî bir benzerlik de vardı. Siyer’de bir benzerlik var olduğunu görmedim; fakat şekil-şemâil itibarıyla -herhalde- bir benzerlik vardı ki, yeni Müslümanlığa ısınıp ona doğru adım atanlar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) oraya kadar teşrifini tebrik adına, gelip tebriklerini sunmak istediklerinde, bazen yanlışlıkla Hazreti Ebu Bekir’e gidiyorlardı. O (radıyallahu anh) da böyle eliyle işaret yapıyor, Efendimiz’i gösteriyordu.

Demek ki Efendimiz, aynen sizin oturduğunuz gibi, aynı çizgide oturuyordu; yarım adım ileride değildi; fâikiyetini ifade edebilecek bir tavrı yoktu, ne kılığında, ne kıyafetinde, ne tavrında, ne davranışında, ne bakışında, ne de oturuşunda. كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ Rehber-i küll ve muktedâ-bih olan o Zât, bu mevzuda da bizlere bir örnek, bir misal.

Zaten Kur’an şöyle diyor: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللهَ كَثِيرًا “Hakikaten, Allah’ın Rasûlü’nde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir numune vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21) İlle de birine uyacaksanız, iktidâ edecekseniz, birinin arkasından gidecekseniz, o, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmalıdır, illa O; çünkü O, mir’ât-ı mücellâ-ı İlahîdir. “Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür daim!” (A. M. Hüdâî hazretleri)

Evet, Cenâb-ı Hak, o ahlak ile mütehallık eylesin!.. Bizleri şuna-buna fâikiyet mülahazasından masûn ve mahfuz buyursun!..

   Bu mazlumiyet ve mağduriyetler döneminde kadınlar da başka devirlerle kıyaslanamayacak zulümlere maruz kaldılar/kalıyorlar; ayrıca “şefkat kahramanı” da olmaları hasebiyle adeta her mazlumun elemini onunla paylaşıyorlar.

Kadınlar, birer şefkat âbidesidir. Başta çocuklarına karşı sergiledikleri şefkat, aynı zamanda sizin mesleğinizin de bir esasıdır. “Acz”, “fakr”, “şevk” ve “şükür”den sonra, “tefekkür” tedebbür, teemmül ve bir de “şefkat”. Bunlar, adeta imanın altı rüknü gibi, imana ve Kur’an’a hizmet mesleğinin altı rüknüdür; şefkat de onlardan bir rükündür.

Başkalarına karşı şefkatli olmak çok önemlidir. Kimde olursa olsun, şefkat mühimdir; fakat tâife-i nisâda, bu, müzâaf, hatta mük’ab şekilde vardır. Kadınlar, başta çocuklarında bunu gösterirler; hatta rahm-i mâderde iken bile, onu gözlerinden -âdetâ- esirgerler, “Nazarım değer!” diye; tir tir titrerler o mevzuda, dünya kadar meşakkate katlanırlar onun için. Bilmiyoruz biz onu, o dünyayı yaşamadığımızdan dolayı!.. Ne ihtimamlar gösterirler o mevzuda, “Amanın bir şey olur!” diye. Sonra dünyaya getirdikleri zaman, çocuklarını güller gibi koklarlar, öperler, bağırlarına basarlar; ağlar çocuklar, onlar uykularını terk eder ve onu dindirmeye çalışırlar.

Anneler, o şefkatli tavır ve davranışlarını belki hayatlarının sonuna kadar devam ettirirler. Hani, bunu hepiniz görmüşsünüzdür; bir babanın, bir annenin -hususiyle de annelerin- evlatları için nasıl yanıp yakıldıklarını!.. Onu, Kıtmîr de görmüştür. Buraya geldiğim defalardan birisinde, validem telefonla beni aradığında, sözleri birbirine karıştırdı, anlayamadım ben ne dediğini. Yakın zamanda vefat eden amcam -ki zannediyorum, o da kederden vefat etti; benden iki yaş büyüktü, sütkardeşimdi aynı zamanda- yanındaydı; “Telefonu ona ver!” dedim, “Ne demek istiyorsan, o söylesin!” Bana diyeceği şeyleri diyecek kadar bir gücü, bir iktidarı yoktu; şefkatine yenik düşmüştü o zaman. Evet, baba da sever ama annelerin şefkati ayrıdır.

Şimdi böyle bir dönemde, kadınlar öncelikle kendi evlatlarına, kendi yakınlarına yönelik o şefkat hislerini, şefkat potansiyellerini bu defa -bir yönüyle- diğer kardeşlerine, mü’min kardeşlerine kullanma için âdetâ yarışıyorlar. Burada ben de görüyorum, kermesler yapıyorlar: Gelip orada ocaklar tüttürme.. onun üzerinde kebaplar yapma veya ekmekten burma gibi bir şeyler yapma.. gelen insanlara onları fiyatında veya fiyatının üstünde satma.. onunla mazlumun, mağdurun imdadına koşma… “Muavenet” duygusu…

Sizler, eskiden Hizmet adına, insanları o hizmete çağırırken, “himmet” diyordunuz ve millet de himmet ediyordu. O himmetlerin santimi zâyi olmadan, santimi herhangi bir şahsa gitmeden himmet yoluna gidiyordu, himmet noktasında gidip temerküz ve tahaşşüd ediyordu. Onun yerinde okullar yapılıyordu, üniversiteler yapılıyordu. Fakat öyle okullar, öyle üniversiteler ki, onlar, hem tekkenin vazifesini/fonksiyonunun edâ ediyordu, hem câminin fonksiyonunu edâ ediyordu, hem de yuvanın fonksiyonunu edâ ediyordu. Cehalete karşı savaş ilan etmişti; fakirliği giderme gayreti içinde idi; ihtilaf ve iftirâka karşı, kalbi, muhabbet, meveddet ve şefkatle çarpıyordu. Aslında -antrparantez- bunlara karşı harp ilan etmek, onları yıkmak; mâbedi yıkmaktan daha büyük bir vebaldir. Onları kapamak, mâbedlerin kapısına bir dönemde kilit vurulmuştu, ondan daha büyük bir cinayettir.

Evet, bir zamanlar, “himmet” ünvanı ile o türlü şeyler yapılıyordu ve hemen hemen dünyanın bütününe -Allah’ın izni ve inayetiyle- ulaşıldı. Ve bu, yerinde bir şeydi; aynı zamanda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) işaretlediği bir hususu realize etme demekti. Buyuruyor ki: “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” Hedef gösterme şeklinde algılayın bunu!.. O zaman, o hedefi gerçekleştirmek size düşüyor. Gayb-bîn haberiyle, bu meseleyi haber verme şeklinde algılayın!.. Demek ki o iş olacak; öyle ise, olacak o işi oldurma mevzuunda ne diye küheylanlar gibi şahlanmıyorsunuz?!. İster meseleye öyle yaklaşın, isterse böyle yaklaşın.

Bir dönemde “Himmet!” dediler insanlar, bunu yaptılar. Döküldüler, saçıldılar ama hiçbir zaman o dökülüp saçılmada kendileri için bir dikili taşları olmasını düşünmediler. Çünkü Hizmet, kendini düşünmeme hizmetidir; ölesiye bir fedakârlıkta bulunma, adanmışlıkta bulunma ama o adanmışlığı bile hissettirmeme hizmetidir. Hizmet eri, o işe adanmış.. esasen o işin kölesi/bendesi olmuş.. sultanlara köle olmaya tenezzül etmeyen, hükümdarlara bende olmaya tenezzül etmeyen biri o ama nâm-ı celil-i Muhammedî dört bir yanda şehbal açsın diye hakikate bende olmuş.. “Biz, bu işe adanmış ruhlarız; onun dışında da bir şey düşünmüyoruz!” demiş.. giderken de dünyadan, “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dû cihanım kalmadı!” diyerek gidecek.. Münker-Nekir gelip, “Neyiniz var orada!” diyerek geriye dönüp baktıklarında, “Bir şeyleri yok; bunlara sual sormak fuzulî!” diyecekler!.. Kendilerine çok sualin sorulacağı insanlar, akıbetlerini düşünsünler; o da bizi alakadar etmez.

   Eşinden/çocuklarından koparılan, hapse atılan veya ıssız bir yerde aile birleşimi bekleyen ya da kendisi nispeten emniyette olsa da bütün elemleri gözyaşlarıyla paylaşıp kermes gibi vesilelerle imdada koşmaya çalışan on binlerce Hâcer…

Evet, bugün mezâlim, zirveye vurmuştur, onu söylemeye lüzum yok! Yürekler yakıcı, bütün şefkat duygusunu tetikleyici bir tablo var, bir manzara var. Bu resmi, genel olup-bitenlerin resim mülahazasını, siz iyi ifade ederek ortaya koysanız, Picasso’ya verseniz, zannediyorum, ortaya çıkacak tablonun karşısına dikilen herkes, gözyaşları ile yetinmeyecek, dize gelecek, başını yere koyacak, hıçkırıklarını seccadeye boşaltacaktır. Tablo odur ama zannediyorum bu mesele, benim zavallı ifade tarzım ile de ifade edilemediğinden dolayı, henüz kıvamında bir ifade tarzını bulmuş değil. O, iyi bir resmedilseydi, iyi bir tasvir edilseydi, zannediyorum, insanlık, şu âna kadar duyduğu tiksinti ve ürküntünün belki on katını duyacaktı ve aynı zamanda nefretle mukabele edecekti.

Eşinden koparılan.. hapse atılan.. çocuklarını kaybeden.. onlardan ayrı düşen.. Hazreti Hâcer misali, tek başına ıssız bir yerde aile birleşimi bekleyen… Binlerce mazlum ve mağdur kadın…

Hazreti Hâcer validemizi Hazreti İbrahim oraya götürdüğünde, Allah’ın emri ile götürüp oraya koymuştu. Hâcer validemiz de bunu bildiğinden dolayı “Beni buraya koymasını emreden Allah (celle celâluhu), beni burada zâyi etmeyecektir.” diyordu. Onun için mübarek annemiz, hiç ümidini yitirmedi. Sadece Hazreti İsmail orada bir çocuk olarak ağlayıp ayağını yere vurduğundan dolayı, Safa-Merve arası -şimdi öyle olmuş, mevcut hale dönüşmüş Safa-Merve arası- koştu; hep “Mâ, mâ, mâ!..” (Su, su, su!..) dedi durdu. İbranicede, Aramicede neydi o? Herhalde onlarda da yine “mû” meselesine geliyor; “mû”, su demek, “sâ” da orman demek; “Mûsâ” kelimesi esasen “su ve orman” demek. Herhalde öyle bir şey söyledi; Safa’dan Merve’ye, Merve’den Safa’ya koştu, koştu. Sonra yavrusunun yanına döndüğünde, şefkatle üzerine eğileceği zaman, onun ayağının altındaki suyu gördü.

Tabanla da su çıkar mı? Oralarda su bir yönüyle sondajlar ile ancak çıkarılıyor. Fakat Allah istediğinde olur. Seyyidinâ Hazreti Mûsâ’nın asâsı sert kayaya çarpıldığı zaman, on iki gözeden, on iki kaynağın fışkırması gibi, o mübarek yavrunun ayağının altında da su çıkmıştı. O yavruya canlarımız kurban olsun!.. Bir: Hazreti İbrahim’in evladı; iki, Hâcer validemizin evladı; üç, Efendiler Efendisi’nin cedd-i emcedi. Efendimiz, o mübarek tohumun meyvesi; o mübarek tohumun meyvesi… Hazreti İsmail, tabanını yere vurunca, oradan su fışkırıyor.

Ve mübarek validemiz… Bir: Allah’ın emrine inkıyat.. iki; Peygamberin emrine imtisal.. üç; gelip bir yerde tek bırakılma ve âdetâ bütün esbâbın bilkülliye sukût etmesi… Nur-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet’in zuhuru ve onunla hemen bir suyun fışkırması… Bütün bunları üst üste görünce, anamız, ciddî bir itminan içinde oluyor. Onun için, şimdiki insanlarda o ölçüde bir iman derinliği, o ölçüde bir teslimiyet, o ölçüde bir tevekkül, o ölçüde bir tefvîz, o ölçüde bir sika aramak doğru olmayabilir. Ben, “Bu işleri yapanlar, bunlardan mahrumdurlar!” demek istemiyorum. Fakat “Hâcer validemizin hususiyetini vurgulamak da hakkın hatırı adına önemli!” diyorum. Annemizin hususî mazhariyetleri vardı; dolayısıyla tek başına ıssız bir yerde bırakılmıştı ama ona katlanmıştı. Yine de bir insan, kadın, Peygamber hanımı…

…Ve kendisi nispeten emniyette olsa da bütün elemleri gözyaşlarıyla paylaşıp kermes gibi vesilelerle imdada koşmaya çalışan yüz binlerce kadın, “şefkat kahramanı” da olmaları hasebiyle derin acılar yaşıyorlar.

   Kardeşleriniz için dertlenmelerinizi, yürekten niyazlarınızı ve kermes gibi fiili dua sadedindeki gayretlerinizi Gören görüyor, Bilen biliyor; günümüzde de Cennet’in peylendiği bir alış-veriş gerçekleşiyor.

Zannediyorum, bazen Cuma bazen de Pazar günleri gelip burada da kermes yapıyorlar; sadece burada değil, dünyanın değişik yerlerinde de yapıyorlar. Eskiden sizin “himmet” dediğiniz şeye, şimdi “muavenet/yardım” diyorlar. Bu, Sarf’taki kip olarak esasen “karşılıklı yardımlaşma” ifade ediyor; siz, onlara bu mevzuda maddeten yardımcı oluyorsunuz; bir yönüyle onlar da dualarıyla sizin ahiretteki emniyetiniz adına yardımcı oluyorlar, size dua ediyorlar. Onlar, etmeseler bile, Gören görüyor, Bilen biliyor, Karar Veren veriyor; dolayısıyla iyilik edenlerin ahireti teminat altına alınıyor.

Varsın başkaları zulmetsin; esas kazanılan şey kazanıldıktan sonra… Birileri kaybediyormuş!.. Onların o acınacak durumuna da acımak ve ettikleri şeylerle mukabelede bulunmamak lazım; centilmenlikte bulunarak, “Cenâb-ı Hak, kalblerine re’fet, şefkat, mülayemet ihsan eylesin!” demek lazım. Yüzlerce insan, onlardan kaçarak Meriç’te boğuluyor. Onlardan bir kısım kimselerin, mesela erbâb-ı cerâidin (gazete, dergi, medya mensuplarının) bir tek kelime ile bile olsun insanca bir soluğunu, insanca bir nefesini duymadım; onlardan insanca bir nefese rastlamadım.

Böylesine tersliklerin yaşandığı belli bir dönemde, bazılarının bu mevzuda muavenette bulunmaları çok önemlidir. Aynı zamanda kaybetmiyorlar onlar; diğerleri gibi öyle kaybetmiyorlar, muavenette bulunuyorlar muhtaç olanlara.

Tabii bu arada bir de kanalların tıkanması meselesi var. Karar veriyorlar: “Yardımlar nereden geliyor? O damarları tıkamamız lazım!..” Onlar, bilmiyorum öyle diyorlar mı; öyle demiyorlarsa şayet, iftira olur. “Yardımları da gelmesin; açlarından gebersinler onlar! Bize muhtaç olsunlar; gelsin el-etek öpsünler, biatte bulunsunlar!” falan. Bütün bunlara binaen mi?!. Korkunç, öldürücü bir mahrumiyet yaşatmanın arkasında ne var, Allah bilir!..

Dolayısıyla böylesine bî-hadd ü pâyân zulme karşı, i’tisâfa karşı, haksızlığa karşı, o muavenet duygusuyla şahlanmış -özellikle- validelerimiz, âdetâ Cenneti peyliyorlar: إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılık olarak Cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) “Bi-enne” ibaresindeki “be” harfi mukabele ifade ediyor. Allah’ın (celle celâluhu) Cennet vaadi mukabilinde onlar o işi yapıyorlar. Onlar, onu veriyorlar. Bir yönüyle küçük bir şey; fakat dünyadaki durumumuz itibarıyla büyük bir şey. Onlar, onu veriyorlar; fakat öyle bir şey kazanıyorlar ki!.. Öbür tarafa gittiklerinde, yaptıklarını tohum gibi, dâne gibi görecekler; verilen şeyi de Everest tepesi gibi görecekler; “Allah, Allah! Bu, bunu nasıl doğurdu!” diyecekler. Şimdi kim kazanıyor, kim kaybediyor burada?!.

Dolayısıyla bilemediğimiz şekilde “insiyaklar” ile, “ihsaslar” ile -bir yönüyle “sevk-i İlahî” ile demek daha uygun- o hemşirelerimiz -erkeklerin gösterdikleri gayretler gibi onlar da- kermesler yapıyorlar. “Kermes” galiba Latinceden gelmiş bir kelime. Kullanıyoruz biz de bunu ama yerleşmiş bayağı, otağını kurmuş içimize; kullanıyoruz ve ne manaya geldiğini hepimiz biliyoruz. Orada elimizde ne var, ne yok, hepsini Allah’ın izni ve inayetiyle yardımlaşma istikametinde değerlendiriyoruz. Ben oraya beş kuruş vereceksem, gücüm ona yetiyorsa, mutlaka onu vermeliyim; benim de o kadar muavenetim olmalı!.. Beş lira verebiliyorsam, onu vermeliyim. Bir yerden bir gelirim varsa ve beş bin lira vermem gerekiyorsa, onu vermeliyim. On bin lira gerekiyorsa, onu vermeliyim; yüz bin lira gerekiyorsa, onu vermeliyim. Nezd-i Ulûhiyette bu neye varır, varın onu siz hesap edin. Nezd-i Ulûhiyette… Şimdi, bacılarımızın yaptıkları şeyleri de değerlendirirken, bu espriye bağlı değerlendirmek lazım. Elimizden geldiğince bizim de yapmamız lazım.

   Allah rızası yolunda yapılan hiçbir iyiliği küçük görmeyin!..

Bir kere daha ifade edelim: Kadınlar, şefkat kahramanlarıdır. Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyet’ine mazhariyetin ifadesidir. Bu da dünya ve ukbâda, Cenâb-ı Hakk’ın, bütün mahlukâtı re’feti ile, utûfeti ile -kucaklama tabiri caiz ise- kucaklaması, himaye etmesi, sıyânete alması demektir. Evvelâ onlar, böyle bir mazhariyetlerini, yüksek mazhariyetlerini sergilemiş oluyorlar. Bunu, insanlar görüyor ve gönülleri ile onlara açılıyorlar; ellerini açıp dua dua yalvarıyorlar. Allâmü’l-guyûb olan Hazreti Allah görüyor, Mele-i A’lâ’nın sakinleri de görüyor. Benim gibi cahiller -hatta zilzurna cahiller diyeyim- de…

Kendi kendime tahayyül ediyorum. “Tahayyül” diyorum bakın; el-âlem yanlış anlamasın bunu. Ben tahayyül ediyor ve onlar için dualarla iki büklüm oluyorum. Onlar orada böyle içleri dolu, hıçkıra hıçkıra ağlarken… Kimisi çocuğu için ağlayan… Çocuğu dilini yutmuş; annesi ve babası için hıçkırığı içinde düğümlenen… Bazıları eşleri için; bazıları anneleri, babaları için ağlayan insanlar… Ve bu krizli dönemde immün sistemi tamamen çöktüğünden dolayı, belli hastalıklara yenik düşen, beyin kanamasından giden, kalbi durup da öyle giden, dünya kadar -“katl” tabirini kullanıyorum- katledilen insanlar… Bütün bunlar için ehl-i vicdanın yürekleri sızlıyor, onlar da ağlayıp sızlıyorlar. Bunların boşa gitmeyeceği muhakkak!.. Bunlar, nezd-i Ulûhiyette öyle bir kıymete tekâbül eder ki, benim burada tasvir edeceğim kıymet, öbür tarafta gülünç olur onlara. “Meğer ne kadar basit şeylerden bahsetmiş! Meğer bu türlü gayretlere ve cehtlere Cenâb-ı Hak, neler ihsan ediyormuş?!.” derler.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: اِتَّقِ اللَّهَ، وَلَا تَحْقِرَنَّ مِنَ الْمَعْرُوفِ شَيْئًا “Allah’tan kork, takva dairesi içine gir, sığın Allah’a ve maruflardan hiçbirini hafife alma!” Maruf, “Allah’ın emrettiği, senin yapman gerekli olan şey” demektir.

Şimdi dünyada küçük gibi olabilir bunlar ama bugün gücümüz/takatimiz ölçüsünde çok ağır şeyler yapılıyor. İnsanlar, ellerinde-avuçlarında ne varsa, onu veriyorlar; “Olsun! Allah, Kerim; Cenâb-ı Hak, bana da verir!” diyorlar. Kimisi evinin anahtarını veriyor. Aynı zamanda kimisi götürüp bir muhtacın kapısının önüne bir şey koyuyor, “kimse görmesin” diye gizlice; pusula yazıyor, “Bunu çok rahatlıkla alabilirsiniz; ben, ihtiyacınızı biliyorum!” diyor. Böyle de çok vaka var. Şimdi onlar, bunu ihtiyaçlarına binaen alıyorlar fakat bir de onurları var; “Birilerinin eline muhtaç olduk; birileri bakmazsa, kendimize bakacak durumda değiliz!” diyorlar. Bütün bunlar, onlarda birer ızdırap haline geliyor. Berikilerde de yardım etme ızdırabı yaşanıyor. Toplu bir ızdırap yaşanıyor. Belki bu ızdırap, birkaç milyon insan tarafından yaşanıyor. Çünkü akraba ve taallukatı var, yakınları var, tanıdıkları insanlar var, bugüne kadar iyi dedikleri insan var, toz kondurmadıkları insan var. Toz kondurabilecek gibi de değil esasen o insanlar ama sen gel gör ki, zift püskürtülüyor üzerlerine; kapkara gösterilmeye çalışılıyor ruhu kara insanlar tarafından. Şimdi, bunlar, çok hafife alınacak şeyler değil. Dolayısıyla meseleyi biraz nezd-i Ulûhiyetteki kıymetlerine bağlamak lazım.

   Kur’an’da erkeklerin hicreti övülüyor, ya kadınlarınki; mü’min erkekler güzel vasıflarla yâd ediliyor, ya kadınlar?!.

Ümmü Seleme validemiz, Peygamber Efendimiz’e Kur’an-ı Kerim’de kadınların zikri ile alakalı sorular yöneltmiş; “Ey Allah’ın Rasûlü, Kur’an’da erkeklerin hicreti övülüyor, kadınların hicreti hakkında bir şey söylenmiyor. Erkeklerden bahsedildiği gibi kadınlardan bahsedilmiyor.” şeklinde istifsarlarda bulunmuştur.

Aslında, Kur’ân meseleleri Arapçadaki “tağlîb” tarikiyle (bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir manayı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya “ebeveyn” denilmesi gibi) ifade etmektedir. Tağlîb tarikiyle bahsedilen şeyler, müzekker kipi ile ifade edildiğinden ilgili ayetler hep erkeklere inmiş gibi zannedilmiş olabilir. Hâlbuki tağlîb tariki şudur: Bir şeyi diğeri ile beraber zikrederken, esas ikisini tesniye (kelimeyi iki kişiye/şeye delâlet ettiren sîga) şeklinde ifade etme. Bu, ille de büyüğün esas alınıp diğerinin ona zammedilmesi ile ifade şeklinde de olmayabilir. Mesela, tabiî âlemden Ay ile Güneş’ten bahsedilirken, “Kamereyn” (iki ay) deniyor; yukarıdaki, aşağıdakine zammediliyor. Mesela, Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer’den bahsedilirken, Hazreti Ebu Bekir’e toz kondurulmuyor ama Siyer’de geçen şekli ile “Ömereyn” deniyor; Ebu Bekir, Ömer’in derecesine indiriliyor. Zira İmam Rabbânî, Mektubât’ında, “Onların faziletleri dahi, hilâfet sıralarına göredir; pâyeleri nezd-i Ulûhiyette öyle idi.” diyor: “Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali.” Ama tağlîb ile ifade edilirken “Ömereyn” deniyor.

Mesele böyle olduğu halde, mübarek Validemiz, herhalde o fevkalade iştiyakından dolayı, bir de Kur’an’da kadınların ayrıca ve açıkça ifade edilmesini arzuluyor; “İlle tâife-i nisâ da olsun!” diyor. Bu talebi kabul ediliyor ve o istikamette ayetler nazil oluyor. Esasen Allah’ın o şekilde ifade buyurduğu başka ayetler de var.

İşte Ahzâb Sûresi’ndeki -işaret edilen- ayet: إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرِينَ اللهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا “Allah’a tam teslim olmuş erkekler ve tam teslim olmuş kadınlar.. hakkıyla ve gerçekten iman etmiş erkekler ve hakkıyla ve gerçekten iman etmiş kadınlar.. (İslâm’ın her hükmüne boyun eğmiş) tam itaatkâr erkekler ve tam itaatkâr kadınlar.. (bütün söz ve davranışlarında) dürüst ve yalandan uzak erkekler ve dürüst, yalandan uzak kadınlar.. (İslâm’ı yaşamada) sebatkâr ve başlarına gelenlere sabreden erkekler, sebatkâr ve sabırlı kadınlar.. (Allah karşısında) tam manasıyla saygılı ve boyunları önde erkekler ve tam manasıyla saygılı, boyunları önde kadınlar.. (Allah yolunda ve muhtaçlar için) infakta bulunan erkekler ve infakta bulunan kadınlar.. oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar.. ırzlarını, iffetlerini ve açılmaktan avret yerlerini koruyan erkekler ve ırzlarını, iffetlerini ve açılmaktan avret yerlerini koruyan kadınlar.. (ibadet içinde ve dışında) Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar: Allah, bu kutlu insanlar için sürprizlerle dolu bir mağfiret ve pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb, 33/35)

Evet, Ahzâb Sûresi’ndeki bu ayet, validemizin suali üzerine nazil oluyor; böyle her vasıfla ilgili hem kadınlar hem de erkekler, hem kadınlar hem de erkekler zikrediliyor. Daha farklı yerlerde de esasen zikrediliyor bu mesele, bir yere münhasır değil. Bu açıdan esasen o mevzuda bir fark yok.

   Kadınların erkeklerden farkı yoktur; fark, değişik kültürlerin ve devlet yapılarındaki militarist düşüncelerin icadıdır.

Antrparantez bir şey arz edeyim: Farkı -zannediyorum- farklı kültürler, devlet yapılarındaki militarist düşünceler ortaya koymuş.

Mesela; Âişe validemiz, kadınların en afîfesi, en sıddîkası, en mâsûmesi, en masûnesi… Diğerleri de ondan geri değil, hepsi öyle. Ama o (radıyallâhu anha), Hazreti Sıddîk-i Ekber’in kızı; aynı zamanda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de çok genç yaşında zevcesi. Vahyin sağanak sağanak yağdığı bir yerde, bir zeminde yetişmiş; âdetâ onun altında neşv ü nema bulan bir fidan, servi haline gelen bir fidan. “Âişe validemiz” derken, öyle bakmak lazım; Peygamber yuvasında, vahiy yağmuruyla, vahiy rahmetiyle neşv ü nema bulmuş bir fidan. Hazreti Ebu Hüreyre’den sonra en çok hadis rivayet eden, yani, dinimizin yarısını kendisinden aldığımız, hususi ile tâife-i nisâya ait meseleleri rivayet eden kadın.

O kadar erkek sahabî ondan hadis rivayet ediyor ki!.. Kûfe Mektebi’nden kimseler -Esved İbn Yezîd en-Nehaî’den alın da Tavus İbn Keysân’a kadar çok büyük kimseler- bile ondan hadis rivayet ediyorlar. Ama bir maksure arkasından… Sonra mü’minlerin anası, anamız bizim; o hususiyeti var. Sonra kimseye düşmüyor onlar; o hususiyetleri var. Ama buna rağmen, Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki: يَا نِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنَ النِّسَاءِ إِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلاَ تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلاً مَعْرُوفًا “Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, (nâmahrem erkeklerle konuşmak zorunda kaldığınızda bir başka mü’min kadından daha fazla dikkatli olun) ve cilveli bir eda ile konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan bir kimse ümide kapılmasın. Konuşurken size yaraşır şekilde ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin, ölçülü konuşun.” (Ahzâb, 33/32) İşte, kalbinde marazı olan bir kısım insanlarda bir şey olur diye maksure arkasından konuşuyor. Bir de sesleri ona göre ayarlama gibi, terbiyeye ve edebe dair bir husus talim buyuruluyor kendilerine.

Bu açıdan kadınların erkeklerden farkı yok; bazı yerlerde kültürler farklılaştırmış onları. O mübarek (Hazreti Âişe) validemiz, bir dönemde de ata biniyor, Hazreti Ali’ye karşı çıkıyor, kumandanlık yapıyor. Günümüzde var mı böyle bir şey?!. Medenî ülkelere bakın; gayr-ı medenî emekleyen İslam dünyasına bakın; Peygamber yolunda yüzüstü sürüm sürüm giden insanlara bakın!.. Var mı böyle bir şey?!. Çok geriyiz bu mevzuda. Dolayısıyla, bir yönüyle belki hapse mahkûm etmişiz onları. Bu, esas -zannediyorum- militarist düşüncenin bir sonucu, bir neticesi. Yoksa buz gibi hayatın içindeler. Ama ne kadar? Çoluk çocukları var, ev işleri var tabii… Diğer taraftan, fırsat buldukları ölçüde, Allah’ın izni ve inayeti ile, sizin el attığınız meselelere onlar da el atıyorlar, onlar da sahip çıkıyorlar; onlar da o mevzuda sizin gibi göğüslerini geriyor, yapılması gerekli olan şeyleri yapıyorlar.

Antrparantez arz ettim bunu. Bu açıdan, farklılığı biz yapıyoruz. Hatta değişik vesileler ile arz ettiğim gibi; esas “fitne” dendiği zaman bile onlara bir tahfif hatıra gelmemelidir; o, esasen sizin için bir “imtihan unsuru” demektir. Çok defa onda erkekler imtihanı kaybettiklerinden dolayı, “imtihan kaybettiren bir unsur” demek oluyor. Çünkü bohemlik duygusu, insanı dize getiren, insanı sürüm sürüm hale getiren bir şeydir. O da bir yönüyle o unsur karşısında oluyor; ondan dolayı… Yoksa, hâşâ ve kellâ, fitne olacaksa şayet, o fitneye burnunu sokan insanların günümüzde emsâl-i kesîresi var ve siz de onları görüyorsunuz.

   Günümüzün mazlum ve mağdur kadınları, Hazreti Hatice, Âişe ve Hâcer gibi validelerimizin temsilcileridirler; Allah onları da zayi etmeyecektir; onların katlandıkları mağduriyetlerin ve yaptıkları iyiliklerin de hiçbiri boşa gitmeyecektir.

Geriye dönelim: Kadınların katlandıkları mağduriyetlerin ve yaptıkları iyiliklerin de hiçbiri boşa gitmiyor, Allah’ın izni ve inayetiyle. Esasen, onlar da tıpkı diğerleri gibi: إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ “Allah, karşılık olarak cenneti verip mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar…” (Tevbe, 9/111) Şimdi o savaşma yok. يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ Allah yolunda mücâhede ederler. يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ بِاْلأَسَاسِيَّاتِ الْقُرْآنِيَّةِ Kur’an’ın temel disiplinleri ile, düsturları ile onlar da mücâhede ediyorlar.. nefislerine karşı mücâhede ediyorlar.. din-i mübîn-i İslam’ı neşretme adına mücâhede ediyorlar… Bir araya geliyorlar bir yerde, yine sohbet-i Cânân ile vakit geçiriyorlar, imanlarını yeniliyorlar. Sizden -bu yönleri ile- hiçbir farkları yok. Çoluk çocuklarına bakmanın dışında, ev işlerini görmenin dışında, sizin işlerinize de omuz veriyorlar, Allah’ın izni-inayetiyle, size de yardımcı oluyorlar.

Meseleyi dengeli anlamak lazımdır. Denge, “sırât-ı müstakîm” demektir. Ondan kayma, ya ifrat olur ya da tefrit olur. Bazıları bu mevzuda ifrata gitmiş, bazıları da tefrite gitmiş. Her ikisi de sırât-ı müstakîmden kayma demektir. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allah’ım! Bizi, sırât-ı müstakîme hidayet eyle; onda sâbit-kadem eyle, ayağımızı kaydırma!..”

Evet, kadınları, şahsen çok noktada kendimizden çok yüksek, çok fâik görüyorum. Onlar, Âişe validemizin, Hatice validemizin temsilcileridirler. Zaten dua ederken de, hiçbir tefrîğe (ayırıma) meydan vermeden dua ediyoruz. Nasıl diyoruz biz dualarımızda? اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا وَانْصُرْ إِخْوَانَنَا وَأَخَوَاتِنَا، وَأَصْدِقَاءَنَا وَصَدَائِقَنَا، وَأَحِبَّاءَنَا وَأَحْبَابَنَا فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ، أَجْمَعِينَ “Allah’ım bize yardım et; dünyanın dört bir yanında ve hayatın her alanındaki erkek kardeşlerimize kadın kardeşlerimize, erkek arkadaşlarımıza kadın arkadaşlarımıza, erkeği ve kadınıyla bütün dostlarımıza nusret lütfet!..” diyoruz. Böylece hiç tefrik yapmadan, biraz evvelki ayetin mazmununa uygunluk içinde, kadın-erkek bütün kardeş, dost, taraftar, muhip ve sempatizanlarımızı -bu işe baş koymuş ne kadar insan varsa, hepsini- müşterek duada yâd ediyoruz. Cenâb-ı Hak hepsini ve hepinizi Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede, Peygamber Yolunda sabitkadem eylesin!.. Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali’ler yolunda sabitkadem eylesin!..

Gerçek Müslümanlık, onların yoludur: Ebû Bekir giderken, arkada bir dikili taşı yoktu. Ömer giderken, bir dikili taşı yoktu. İki süper gücü sağdan hizaya getirmişti, iki süper gücü -hutbede îrâd edildiği gibi- hem de on sene gibi kısa bir zaman içinde. Tank yoktu, top yoktu, uçak yoktu, gemi yoktu ve saire yoktu; var olan katır idi -bağışlayın- deve idi, merkûp idi. Bunların sırtında, sizin bir saatte varacağınız yere, bir ayda gidiliyordu. Kadını ile, erkeği ile, bu seferlerin hiçbirinden geriye kalmadılar. Sahabî itiraz ederdi: Yeni müslüman olmuş; iki senelik, üç senelik müslüman Ebu Süfyân’ın hanımı Hind. Ben-i Ümeyye’den; Mekke fethedileceği âna kadar da Allah Rasûlü’nün can alıcı düşmanlarından. Ama Yermük vakıasına iştirak ediyor. Bir an oluyor ki, karşı taraf, Müslümanların çadırlarına kadar geliyor. O esnada o da kılıcını çekiyor; kocası Ebu Süfyân’ın yanında, onunla beraber Romalılara karşı savaşıyor. Ve o savaşı kazanıyorlar; Romalılar kaçıyor, tabana kuvvet.

Kadını ile, erkeği ile…

İmdâda Yetiş Engin Şefkatinle!..

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: “Hakikî şefkat” sözüyle ne kastedilmektedir? Şefkatin en mükemmel şekilde gerçekleştirilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın birer sanatı olmaları itibarıyla herkese ve her şeye karşı alâka duyma; başkalarının dertlerine ortak olma, kederlerini paylaşma, yardımlarına koşma; karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi besleme; mazlumların, mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle onların üzerine titreme gibi manalara gelmektedir.

   İlâhî Rahmetin Gölgesinde

Aslında, varlık derinden derine mütâlaa edilse, her yanda şefkatin tüllendiği görülecektir. Evet, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir, şefkattir. Yeryüzündeki bütün canlılar Allah’ın rahmet ve şefkatiyle varlıklarını devam ettirirler. “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’râf, 7/156) buyuran Hazret-i Rahmân, mahlukâtın özüne sevgi, merhamet ve şefkat nüveleri yerleştirmiştir. Varlığın bağrına atılan şefkat duygusunun kaynağı, Rahmân ve Rahîm isimleri başta olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellisi olan ilâhî rahmettir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ifade buyurduğu üzere; Allah (azze ve celle) rahmetini yüz parçaya ayırmış; doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, birini dünyaya indirmiştir. İşte, bütün canlılar bu bir parça ilahî rahmetten istifade ederek hemcinslerine şefkat gösterirler. Öyle ki, bir hayvan bile, yavrusunu emzirirken onun incinmemesi, canının yanmaması ve rahatça beslenmesi için bacaklarını açar. Hatta, tavuğun sermayesi kendi hayatı iken, civcivini korumak için canını tehlikeye atarak köpeğin üzerine saldırır, gerekirse o uğurda başını kaptırır ama yavrusunu kurtarır.

Evet, hilkat hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuştur. Kainatın her yanında ilahî rahmetin tecellileri parıldayıp durmaktadır. Nereye bir sondaj yapsanız, mutlaka orada bir şefkat kaynağının emarelerini görürsünüz; hangi kalbe girseniz, onun şefkatle attığına şahit olursunuz. Bütün eşyanın tabiatında şefkatten bir parça bulunması ve kalblerin şefkatle atması tabiîdir. Bunun aksi ise, bir mahiyet değişikliğinin neticesidir. Şayet, bazı kimselerde şefkat tezahürleri görünmüyorsa, bu onların bir tabiat bozukluğuna maruz kaldıklarının ve bir deformasyona uğradıklarının alâmetidir. Ancak rahmet-i ilahîyeden nasipsizlerdir ki, onlar kendi sû-i istimalleriyle gönüllerindeki şefkat pınarlarını kurutmuş, sevgi ve merhamet duygularını öldürmüş ve acımasız birer tiran kesilmişlerdir. Öyle ki, bu taş kalbliler, kendi evladına karşı dahi merhamet etmeyen canavarlar haline gelmişlerdir. Kandan hoşlanan, kanla beslenen bu insan bozmalarından bazıları bâtıl bir sistemi oturtmak için bazen kırk milyon cana kıyabilecek kadar vahşileşmişlerdir.

   Hakikî Şefkat

Şefkat, genel manada, uzak-yakın çevremizde görüp duyduğumuz muhakkak acıları paylaşma, dertlere çare bulma ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek bunların yerine sevinç ve neş’e ikâme etme demek olsa da; aslında, “hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

Mesela, anne–babaların, çocuklarının bütün ihtiyaçlarını görmeleri, onlarla beraber ağlayıp onlarla beraber gülmeleri gönüllerindeki şefkatin semereleridir. Fakat, o şefkatin tamamiyeti bu geçici hayatta çocuklarının mutluluk, rahat ve huzur içinde olmalarını düşünüp onu gerçekleştirmek için çalıştıkları gibi, onların sonsuz saadet diyarına sağ sâlim varana kadar sırât-ı müstakîm üzere bulunmaları ve sonrasında da bitmeyen bir mutluluğa nâil olmaları istikametinde cehd ü gayret ortaya koymalarına bağlıdır. Masum çocuğunun âhiretini düşünmeyen, onu sadece fâni dünyanın muvakkat eğlenceleriyle oyalayan ve neticede yavrusunu ebedî bir azaba iten valideynin şefkatli kimseler oldukları söylenemez. Çocuğunu âhirete hazırlamayan bir anne ya da baba, onu ne kadar severse sevsin, onun dünyevî ihtiyaçlarını karşılamak için ne denli gayret gösterirse göstersin, yine de asıl vazifesini yapmamış ve kalbindeki şefkat hissini boşa harcamış, hatta kötüye kullanmış demektir.

Diğer taraftan, merhum M. Akif’in,

“Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,

Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle.”

sözü hakikî şefkatin hulâsası gibidir. Evet, herkesin, hususiyle de mü’minlerin imdadına yetişmek müşfik olmanın gereğidir. Lâkin, iman nurundan mahrum kalan, ahiretin, haşrin ve sonsuz bir hayatın varlığına inanmayan ve böylece kendine bütün bütün yazık eden talihsizler ya da kalbini ve vicdanını kültür müslümanlığına hapsederek imanın neşvesini gönlünde duyamayan, sürekli dalıp çıktığı günahlarla kalbini her gün biraz daha karartan, dolayısıyla da hep “dışarıdakiler” gibi yaşayan kimseler merhamete daha çok muhtaçtırlar. Onlar, şayet yardımlarına koşulmazsa, her şeyi kaybetmekle karşı karşıyadırlar ve bu kayıpları da geçici değildir, ebedî bir hüsrana dâyelik etmektedir.

Aslında, hiç kimse, günahlar içinde yüzüp duruyor ve sefalet içinde yuvarlanıyorken mutlu olamaz. Vicdanı tamamen kararmış ve gönül dünyası bütünüyle tefessüh etmiş kimselerin dışında hiçbir insan, yaşadığı çirkef hayatın içinde kendi rızasıyla ve isteyerek durmaz. Heyhat ki, bir şekilde ayağı sürçmüş, bir çukura düşmüş, bir bataklığa takılıp kalmıştır ve kendi iradesi, gayreti, ümitsiz çırpınışları oradan çıkmasına kâfî gelmemektedir. İşte, mutsuzluk içinde, gönlü parça parça ve istikbali de karanlık bu insanlar için en önemli kurtuluş vesilesi, mü’minlerden uzanacak şefkat elleridir.

Kendisine şefkatle yaklaşılan bir insan, söylenenleri o anda kabullenmese bile, sonradan mutlaka düşünecek, işittiği hakikatlere karşı zamanla iyice yumuşayacak ve meselelerin aslını öğrenmeye karşı içinde bir iştiyak duyacaktır. Hele bir de kendisine el uzatanların karşılık beklemeyen, ücret istemeyen ve sadece Allah’ın rızasını gözeten insanlar olduklarını görünce kalb kapılarını bütünüyle açacaktır. Evet, şefkatle coşan gönüller hâlistir; onlar mukabele istemez ve asla beklentilere girmezler. Sâfi, garazsız ve beklentisiz olmalarından dolayı da, -Allah’ın izniyle- muhataplarına tesir ederler. Bu şefkat sayesindedir ki, hiç ümit edilmeyen insanlar, hiç beklenmedik bir zamanda hidayete açılmış, imanın sımsıcak atmosferine sığınmış ve sırât-ı müstakîme dâhil olmuşlardır/olmaktadırlar.

   “Cehennemi Ben Doldurayım!..”

İman ve Kur’an hizmetinin en önemli esaslarından biri kabul edilen şefkat de işte bu engin şefkattir. O, kurtulma değil, kurtarma cehd ü gayretidir; yaşama değil, yaşatma azmidir; rahat bir hayat sürme değil, gerekirse ruhunu feda etme yiğitliğidir; hatta Cennet’e yürüme değil, oraya adam taşıma himmetidir.. ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma yürekliliğidir.. yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme şefkatidir.

Hayır, bu sözlerimle mübalağa etmiyorum, hakikî müşfiklerin ufkunu seslendiriyorum. “Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!” diyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefkatini tarif etmeye çalışıyorum. En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatten bahsediyorum. O peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhameti, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbeti, acıma hissini ve kurtarma sevdasını anlatmaya çalışıyorum.

Evet, hakikî şefkat, merhum Zübeyr Gündüzalp’in “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüyle dile getirdiği teessürü duyacak ve herkesin hidayete ermesi için ızdırapla kıvrım kıvrım kıvranacak kadar merhamet ve acıma hisleriyle dolmaktır.. ve işte bu ölçüde bir şefkat iman hizmetine gönül verenler için çok önemlidir.

Ne var ki, herkes aynı kıvamda bir şefkat kahramanı olamayabilir; her dava eri o ufkun mümessili olabilecek ölçüde bir çizgi takip edemeyebilir. Herkesin tabiatında o şefkat çekirdeği vardır; ama o çekirdeğin neşv ü nemâ bulması için de uygun bir inkişaf alanı lazımdır. Peygamberâne bir şefkati hissedebilmek, biraz da bilmeye bağlıdır; ilme ve irfana vâbestedir. Şefkat Peygamberi’nin nazarıyla kainâta, insanlara ve ahirete bakmayınca, beşerin hidayete ermesi yolunda gerekirse Cennet’ten bile vazgeçmenin ne demek olduğunu anlayamazsınız. Hazreti Ebu Bekir’in iman ve irfanıyla meseleleri değerlendirmeyince insanlığın kurtuluşu için Cehennem’e tek başına atılmaya razı olmanın manasını kavrayamazsınız. Hazreti Üstad’ın vicdanında sonsuz saadet ve ebedî şekavet hakikatlerinin nasıl bir tesir bıraktığını, iman ve küfür arasındaki derin uçurumun ve bunların nelere gebe olduğunun onun ruhunda ne türlü fırtınalara sebebiyet verdiğini tahmin edemeyince milletin iman selametine bedel Cehennem’in alevlerine rıza göstermenin nasıl bir tercih olduğunu takdir edemezsiniz.

Nitekim, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilseniz, gök nasıl bir gıcırdayışla gıcırdayıp inliyor!. Zaten öyle olması gerekir; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhiye adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız!” Hazreti Ebû Zerr bu hadîsi dinleyince, “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım” demekten kendisini alamamıştır.

   Yakma Allah’ım!..

O ufkun insanı olmayan birinin hem onları anlaması mümkün değildir hem de o seviyeye ait sözleri tekrarlaması gerçek hissiyatının sesi-soluğu olmayan kuru bir taklitten ibarettir. İmansızlığın nasıl bir felaket olduğunu bilmeyen, inançsızları bekleyen akıbetin elemini vicdanında hissetmeyen sıradan bir insanın “Cehennemi ben doldurayım…” demesi ya da gözünde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu olduğunu söylemesi büyük bir iddia olur. İnsanların dalâleti karşısında her gün ölüp ölüp dirilenler ve Hak’tan kopuk yaşayan birini gördükleri zaman içi kavruluyormuşçasına yüreği “cızzz” edenlerdir ki, işte, insanların ahiret selameti için icap ederse Cehennem’de yanmaya gerçekten rıza gösterebilecekler o şefkat erleridir.

Erzurum’da Hacı Musa adında, kendisini hizmete adamış, Nurlar’ın keramet ve ikramlarına mazhar, çok hâlis bir insan vardı. Ondan, mevzumuzla alâkalı bir hâdise dinlemiştim. Hacı Musa Efendi’nin anlattığı hâdisedeki kahraman Fırıncı İshak Baba idi. Bildiğiniz gibi, tarih boyunca, fırıncılar ve demirciler arasından pek çok Hak dostu çıkmıştır. Hep ahiret sıkıntılarını hatırlatacak ağır işlerde çalışan ve Cehennem’in alevlerini akla getirecek şekilde ateşle çokça meşgul olan kimseler o işlerde adeta pişmiş ve olgunlaşmışlardır. İshak Baba da alevler karşısında çalışa çalışa ateşin ne demek olduğunu çok iyi duymuşlardan biriydi. Dersleri hiç kaçırmayan, Risaleler’i yürekten dinleyen, çok konuşmayı sevmeyen ve ancak ihtiyaç olduğunda bir-iki kelime etmekle yetinen bir gönül eriydi.

İshak Baba, Hacı Musa Efendi ile beraber hacca giderlerken otobüsleri bir yerde mola verir. Herkes bir şeyle meşgul olurken İshak Baba gözlerini kapatır ve murakabeye dalar. Neden sonra bir taraftan gözlerinden yaşlar boşanır, bir taraftan da dudakları kıpır kıpır hareket etmeye başlar. İşte, tam o an kırk kişilik otobüs zangır zangır titrermişçesine hareket eder ve bir metre kadar ileri geri gidip gelir. Herkes ne olduğunu merak edip heyecanla etrafa bakınmaya dururken, Hacı Musa Efendi’nin gözleri İshak Baba’ya takılır. Bakar ki, o Hak dostu çok farklı bir atmosferde, adeta kendinden geçmiş gibi. Bir aralık, ona sorar: “İshak Baba, ne oldu, ne düşünüyor ve neler söylüyordun?” der. Onun cevabı şöyle olur: “Ahireti, sorgu-suali, Cennet ve Cehennem’i düşünüyordum. Bir anda Cehennem gözlerimin önünde alev alev tülleniverdi. İnsanların çoğunun birer âsî olarak oraya gideceklerini düşündüm. Onlar adına o kadar çok üzüldüm ki, azabın dehşetini vicdanımda derinlemesine duyunca Rabbim’den niyaz ettim ve gayr-i ihtiyarî defalarca şunu söyledim, “Yakma Allahım, şu biçare kullarını yakma; sonra dilersen onlara bedel beni at nâra!”

   Karasevdalılar ve Sarp Yokuşlar

Öyle ümit ediyorum ki, günümüzün karasevdalıları da, hakikî şefkatin birer temsilcisidirler. Onların gönül dünyalarında sürekli Hak mülâhazası köpürür durur; beyanlarında ise, derin bir Allah aşkı, varlık sevgisi ve insanlara karşı da engin bir şefkat nümâyândır. Hak rızası, onların kilitlendikleri biricik hedef; O’ndan ötürü insanları sevip herkese sîne açmaları da tabiatlarının gerçek rengidir. Onlar, paslanmış ve küflenmiş gibi görünen en katı kalbleri, en sert tabiatları bile sevginin sırlı anahtarlarıyla balmumu gibi yumuşatır, gönül kapılarını aralar ve muhataplarına muhabbet lisanından en tatlı nağmeleri dinletirler. Severler, sevilirler ve herkese şefkatle muamele ederler.

Zaten, öyle olmasaydı, rahatlarını terkedip, sevdiklerini ve ülkelerini arkada bırakıp dünyanın en ücra köşelerine şefkat seferleri düzenleyebilirler miydi? Senelerce sıla hasretine, anne-babadan, yâr-yârandan ayrılık hicranına dayanabilirler miydi? Geçen gün bir program münasebetiyle, kıymetli bir devlet adamımızın anlattığı hadisede olduğu gibi; şayet onlar şefkat hisleriyle yollara dökülmeselerdi, gittikleri yerde birkaç sene kaldıktan sonra “Ülkeni, anne-babanı özlemedin mi; ne zaman döneceksin?” diye soran birine “Efendim, biz dönmeye değil, burada hizmet edip burada ölmeye geldik!” diyebilirler miydi? Evet, bu adanmış ruhların daha yola çıkarken yaşatma mefkuresine kilitlendikleri her hallerinden belli. Hal ve tavırlarındaki eda birer şefkat kahramanı olduklarının emaresi. Hazreti Rahmân ü Rahîm’den diler ve dilenirim, beni bu hüsn-ü zannımda yalancı çıkarmasın ve o müşfik insanların gönüllerindeki aşk u alâkayı hakikî şefkat ufkuna ulaştırsın.

Aslında, insanlığın kin, nefret ve gayzla yatıp kalktığı, dünyanın bir savaş alanı ve kan gölü haline geldiği bir dönemde sevginin tercümanı olmak ve herkese şefkatle yaklaşmak zorlardan zor bir iştir. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, insanların önlerindeki sarp yokuşları, göğüs gerilmesi büyük bir kahramanlık isteyen zor işleri sayarken, bu hususa da dikkat çekmiştir. “Sarp yokuş, bilir misin nedir?” dedikten sonra, “Sarp yokuş, bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır; kıtlık zamanında yemek yedirmektir; yakınlığı olan bir yetimi, ya da yeri yatak (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Bir de sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır.” (Beled, 90/12-18) buyurmuştur.

Evet, “merhamet” iman edenlerin ayırt edici bir vasfıdır. Onlar asla katı kalbli, acımasız ve zalim kimseler olamazlar. Mü’minler, bela ve musibetlere karşı sabırlı oldukları gibi, insanlara ve bütün varlığa karşı da şefkatlidirler. Dahası, onlar her fırsatta birbirlerine merhameti tavsiye eder, toplumun safları arasında “acıma, merhamet etme, sevme ve herkese şefkatle kol-kanat germe” duygularını yayarlar. Bunu yaparken de, sadece dünyevî bir sevgi ve alâkadan bahsetmez; her fırsatta nazarları âhiretin yamaçlarına çevirir ve şefkat hislerini insanlığın sonsuz mutluluğu kazanması istikametinde değerlendirirler. Hemen her münasebetle, “Arkadaş, kabir var, hesap var, Cehennem var! Şu insanların ateşe doğru koşarcasına gittiklerini gördüğün halde onlara nasıl acımazsın; nasıl olur da ellerinden tutmaya çalışmazsın?!” derler.

Bazen bir çocuğun vefat haberini duyduğumuzda gözlerimiz doluyor; onun anne-babasıyla beraber biz de ağlıyoruz. Haddizatında, onun ölüp gittiğini ama yok olmadığını, bu dâr-ı fânîden bâkî bir âleme taşındığını ve ötede rahmet-i ilahiye tarafından sarılıp sarmalanacağını biliyoruz. Onun hiç kaybı olmadığı gibi, henüz rüşde ermediğinden belki ahirette valideynine de şefaat edebileceğine inanıyoruz. Fakat, yine de ona yüreğimiz yanıyor, içimiz burkuluyor ve ardından ağlıyoruz. Ya bir insan nâmütenâhî bir saadetten mahrum kalacak ve ebedî şekâvete dûçar olup Cehennem’e gidecekse.. işte, bu ihtimal karşısında bir insanın yüreği “cızzz” etmiyorsa, o kalbin inanan bir insana ait olduğunu ve o yüreğin iman nurlarıyla aydınlandığını söylemek çok zordur.

Hâsılı, şefkatle mamur bir kalbin sahibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep incelerden ince davranır. Hakikî şefkati, insanların yüzlerini ahirete çevirip onların ebedî huzuru kazanmaları için çırpınma şeklinde anlar ve bütün hareketlerini bu anlayışa göre ayarlar. Gülerken de ağlarken de, severken de kızarken de hep muhataplarının yarınlarını, hayır yarınlarından da öte akıbetlerini, ahiretlerini düşünür. Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; açları doyurur, üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Bütün bu âlicenaplıkları ortaya koyarken de bir teşekkür bile olsa kat’iyen herhangi bir karşılık beklemez; beklemez, zira şefkat, karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi beslemenin unvanıdır.

Allah Karşısındaki Duruşuyla Mü’min

Herkul | | KIRIK TESTI

Mü’min; inanan, güvenen, emin bir geleceğe namzet olan, çevresine emniyet vaad eden ve iç içe farklılıkları bulunan özel konumlu bir âbide insandır. O, bütün bir ömür boyu her işini Allah tarafından görülüyor olma mülâhazasına bağlar ve her zaman imrendiren bir incelik ve nezaket içinde bulunur. Bu engin ve derin duyuş ve duruşuyla o, halk karşısında da Hak karşısında da hep nazik, terbiyeli, hatırnaz ve incedir. Öyle ki, hayatıyla tehdit edilse, değişik baskılara maruz kalsa ve iftiraya uğrasa da, meşru müdafaanın dışında herhangi bir kabalığa asla tenezzül etmez. Evet, o, Allah’a kul olmanın benliğinde hâsıl ettiği zarafet ve derinlikle bütün tavır ve davranışlarında fevkalâde kibar, olabildiğine temkinli, dediklerinin-ettiklerinin farkında, her konuda ciddî mi ciddî, aynı zamanda rahat, mülâyim ve herkese sinesi açık müstesna bir insandır.

O, bir yandan, imanın iç dünyasında oluşturduğu genişlik ve zenginlikle karşılaştığı hemen herkesi kucaklar, onlara kâse kâse sevgi sunar ve şefkatle bağrına basar; Allah’a yakın olmanın bütün güzelliklerini rast geldiği herkese gösterir ve elinden geldiğince onların ruhlarına duyurmaya çalışır; diğer yandan da, Hak’la karşılaşacağı günün hülyalarıyla yer yer sevinir, kendinden geçer, zaman zaman da derin bir mehâbet hissiyle ürperir ve böyle bir müthiş buluşma heyecanıyla râşeler yaşamaya durur: Görmez çevresindeki kin, nefret sisini-dumanını.. duymaz haset ve iftira fırtınalarının ruhuna çarpıp kırılan esinti ve dalgalarını.. ve bütün bu olumsuzlukların hâsıl ettiği/edeceği stresleri, hafakanları. Zira o artık öyle bir huzurdadır ki, durduğu o muallâ yer itibarıyla silinir gider düşünce ve tasavvur dünyasındaki bütün münasebetsizlikler ve pırıl pırıl bir hâl alır kalb, ruh ve his dünyası. Aslında, her gün birkaç defa nâsezâ-nâbecâ ve yakışıksız şeylerden arınan birinin başka türlü olması da düşünülemez. İç dünyası ötelerden gelen mevhibelerle dopdolu, tavırları her zaman böyle bir zenginlik ve derinliğe ayarlı, yürüdüğü yol belli, hedefi hiçbir şeyle becayiş edilemeyecek ölçüde müteâl, inancı tastamam, nazarında büyükler hep büyük, küçükler şefkatle koklanan birer gül ve değerler cetvelinde de her şey yerli yerinde ise, yok demektir bu incelerden ince ruh yapısında en küçük bir yırtık ve sökük…

Zaten o, mefkûresini ifade etmeyen her türlü plan ve projeden, netice itibarıyla Allah’a götürmeyen dağınık düşüncelerden, lağv u lehv sayılan davranışlardan ve boş lakırdı, boş mülâhazalardan uzak mı uzak; sükûtu fikir, konuşması zikir, zâhir ve bâtın hâsseleriyle hep O’na kilitli, melekler kadar teveccühü derin ve arı duru, her zaman yüksek uçmaya hazır ve gerilimi baş döndürücü, fakat aynı zamanda kendi plan ve projelerini gaye ölçüsünde öne çıkarmayacak kadar da yöneldiği Yüce Dergâh’a saygılı, gözleri hep ufuk ötesinde, himmeti dağları delecek kadar yüce, hayatının gerçek deseni kabul ettiği inançlarını yedi cihana duyurma gayretiyle tam bir metafizik gerilim içinde, yaptığı ve yapacağı işlerin gerektirdiği nezaketin de farkında kusursuz bir basiret insanıdır.

Yetirir o dapdaracık ömrünü hem dünyayı imar etme­ye hem de ukbâyı peylemeye; boşuna zayi etmez kendine ilk bahşedilen mevhibelerin en küçüğünü ve meşgul olmaz dünya ve öteler adına bir şey vaad etmeyen “mâlâyâniyât”la.. rahatlıkla bağışlayabilir kendine lütfedilenlerin bütününü Hak rızası yolunda.. bağışlar ve bir pulunun boşa gitmemesi konusunda da olabildiğine titiz davranır. Çalışıp kazanırken hak ölçülerine ve haram-helâl mülâhazalarına fevkalâde dikkat ettiği gibi, edip eylediği işlerin birer çağlayana dönüşüp ötede Cennet ırmaklarını oluşturması için de her zaman rıza hedefli, “i’lâ-yı kelimetullah” yörüngeli hareket eder, dikkatli ve hesaplı davranır; damlasını deryalara çevirme yollarını araştırır, zerre ile güneşleri peylemeye çalışır ve bir ömür boyu gelip geçici şeyleri ebedîleştirmek için çırpınır durur.

Herkesi ve her şeyi O’ndan dolayı sever, her zaman sevgi soluklar ve çevresinde sevgiden bir atmosfer oluşturur. Koşar ağlamaları dindirir, âh u vâhları keser, ızdıraplara panzehirler çalar ve gülmeye çevirir feryâd u figânları.. hamd ü senâlara döndürür çaresiz sinelerden yükselen iniltileri.. rıdvan meltemleri hâline getirir etrafta esip duran alevden fırtınaları. Âlemin inlememesi için hep inler durur ve başkalarının ağlamaması için de gözyaşlarını ceyhun eder. O kendine, başkaları için bir şey ifade etme durumuna göre değer verir ve onun nazarında “ben” değil her zaman “biz” söz konusudur. Hodgâm değil diğergâmdır; beden insanı değil bir ruh ve mânâ eridir. Çiğnetmez kalbini cismine ve ruhunu da bedenine. Peygamberâne bir iffet ve ismet peşindedir. Meşru dairenin zevk ve lezzetlerini yeterli bulma mevzuunda öyle bir disiplin kahramanıdır ki, nefis ve cismaniyetle mücadelede iradesinin hakkını vererek –Allah’ın izniyle– bir hamlede her engeli aşar ve gider ta ruhunun ufkuna ulaşır.

Böyle biri, iyilikleri ve güzellikleri temsilde, fenalıkları ve çirkinlikleri aşmakta öylesine ciddî, öylesine azimli ve öylesine kararlıdır ki, ihtimal bu tavrıyla o çok defa meleklerle atbaşı hâle gelmekte ve bir kere daha onlara “Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ”[1] dedirtmektedir. Zira o, ilk mevhibe olarak Hakk’ın lütfettiği şeylerin hiçbirini yaratılış gayesine (mâ hulika leh) aykırı kullanmamış ve her zaman emanette emin bir emanetçi gibi davranmıştır; Allah da onu maiyyetiyle şereflendirmiştir.

Evet, her fert için vücud bir emanet, onun yüksek insanî değerlerle donanımı ayrı bir emanet; Cennet arzusu ve oraya girebilme istidadı, yöntemi, daha ötesinde Hak cemâlini müşâhede edebilme kabiliyeti apayrı birer emanettir.. ve bunların hepsi de Yaratan’ın belirlediği çizgide kullanılmaları gayesine bağlı olarak insana bahşedilmişlerdir. Bu itibarla, günahlar, hatalar, beden ve cismaniyetin güdümünde yaşama gibi bayağılıklar, bu ilk mevhibelere karşı öyle saygısızca şeyler, öyle hıyanet ve cinayetlerdir ki, bunların her biri şeytanları sevindirse de “Mele-i A’lâ”nın sakinlerini utandıracaktır.

Onun içindir ki, gönülden O’na inanmış her mü’min, O’nun bu ilk armağanlarını, daha sonraki lütuflarına erme adına önemli birer vesile bilir ve değerlendirir.. ve bunlarla gerçek kimliği olan Hakk’a kulluğu, O’nun yakınlığını ve O’nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışır. Aksine, tam inanamadığından dolayı ilk mevhibeleri görmeyen ve onları iman, mârifet ve muhabbet yolunda değerlendiremeyenler ikinci ve sermedî lütuflardan da mahrum kalırlar.

Aslında böyleleri, bütün bütün ahiret hayatlarını ihmal ettikleri gibi, dünyada da hiçbir zaman tam mutlu olamazlar; inkâr kaynaklı bir sürü problem altında hep inim inimdirler ve kat’iyen streslerden, hafakanlardan kurtulamazlar. Depresyonlar yaşar, cinnet nöbetleri geçirir, paranoyalarla kendi huzurlarını dinamitler ve öteki âlemlerin aydınlık bir koridoru sayılan bu güzel dünyayı kendileri hakkında Cehennem’e çevirirler.. evet bunlar, diğer insanları sevemez, hatta farklı mülâhazalarla kendilerinden başka herkesten nefret eder, nefret ettiklerinden nefret görür; her zaman hırsla kıvranır durur, umduklarını elde edememenin inkisarıyla inler; ölüm korkusuyla tir tir titrer; daha çok yaşama arzusuyla nelere nelere katlanır; çok defa bu karmakarışık hislerle sıhhatlerini bozar ve zihnî teşevvüşlere girerler. Akı kara, karayı ak, iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye başlarlar. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman ve hain görür, sürekli hıyanet kâbuslarıyla yatar-kalkar ve vicdanlarındaki Cehennem zakkumundan dolayı daha Cehennem’e gitmeden Cehennem ızdıraplarıyla kıvranır dururlar.

Hakikî mü’mine gelince o, Allah’ın kendisine lütfettiği her şeyi yedi, yetmiş ve yedi yüz veren başaklara çevirir.. bunları O’na yükselmenin merdivenleri hâline getirir, Hak hoşnutluğuna (rıza ufku) ulaşmada birer rampa gibi kullanır.. ve yürür Cennet mirasçılarıyla beraber inşirahla tüllenen akıbetine doğru…

***

[1]   Meleklerin, “Sübhansın yâ Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin.” mealindeki sözlerine işaret edilmektedir. (Bakara Sûresi, 2/32).

Bamteli: DÜNYA ŞEFKATE MUHTAÇ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Gelir bir bir, gider bir bir, kalır Bir.

Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.

Gelirse gelir bir kıl ile eyleme tedbir.

Giderse gider, eğlemez bir koca zincir!”

Buyurun, gelenleri savın! Buyurun, gelmek isteyenleri, gelmesini istediğiniz şeyleri, kendiniz getirin! Getiren de O (celle celâluhu), götüren de O; var eden de O, yok eden de O. Öyle bir kapı, öyle bir dergâh varken, bence başka kapıların ziline dokunmak, beyhude enerji harcamak demektir; karanlıkta türkü söylemek demektir. Öyle değil, sesimizi/sözümüzü O’na teveccüh, O’na münâcaat ile değerlendirmeliyiz. Kelimeler, O’nu ifade ettikleri zaman altına, gümüşe, zebercede, yakuta dönüşür; melekler, avuç açarlar onlara; “Benim avuçlarıma dökülsün!” diye. O’nu ifade eden kelimeler, O’nu ifade eden beyanlar, kıymet üstü kıymet kazanır.

   Neye namzet olduğunu bilmeyen insan, kuyumcular caddesinde kendisine kıymet biçilemediği halde, bakırcılar çarşısında talep arar.

İnsan, öyle şeylere namzet yaratılmıştır ki, “namzet olduğu” şeyleri bilmiyorsa, hiç farkına varmadan, kuyumcular caddesinde kendisine kıymet biçilemeyecek insan, bakırcılar çarşısında talep arar; kendi kıymetini düşürür, ayaklar altına almış olur.

Allah; insanı, sevilen bir varlık olarak yaratmıştır. “Mahlûk” demedim; çünkü dilimizde onu hakaret ifade eden bir tabir olarak kullanırız. Evet, insan, sevilen/sevilesi bir varlık olarak yaratılmıştır. “İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır!” O (celle celâluhu), sizi de sever, yarattığı her şeyi de sever. Hazreti Pîr’in değişik yerlerde, farklı üsluplarla anlattığı gibi, “Sanatını sever!” Hele insanı, ahsen-i takvîme mazhar etmiştir.

Batılı birisi/bir düşünür -haşa- o tabiri kullanıyor, “Allah, insanı, özenerek yaratmış!” diyor. Belki bu ifade insanların yaptıkları şeyler, ortaya koydukları sanatlar için kullanılabilir; mesela Michelangelo (Mikelanj) veya bilmem kim, sanatına karşı ciddi bir alaka gösterir, özenir. Fakat bu tabiri Zât-ı Ulûhiyet için kullanmak, doğru olmayabilir. Ama onlar, sizin o ince kıstaslarınıza vâkıf olmadıklarından dolayı öyle diyordu, bir eserde görmüştüm: “Allah, insanı, özenerek yaratmış!”

İhtimal hesaplarına göre, milyarda bir, belki trilyonda bir, yüz şeklinin bu hali alması. Burun.. kulaklar ile münasebeti onun.. gözler ile münasebeti… Sadece bir kulak-burun-boğaz uzmanı açısından meseleye baktığınızda, ihtimal hesaplarına göre ancak trilyonda bir bu böyle olabilir. Belli ki bir meşîet-i İlahî var; belli ki bir ilm-i muhît programına göre her şey oluyor, kendi kendine değil. Bunların rastlantıya verilmesi mümkün değil; “ahsen-i takvim”e mazhar ediyor ve onu, o sanatı, severek yaratıyor. Sevilsin diye sahneye sürüyor. Ona karşı saygı duyulsun, alnından öpülsün, elleri sıkılsın, bağırlara basılsın diye yapıyor.

İnsanın da bunu anlaması lazım ki, bu, “makâsıd-ı İlâhiyeye göre hareket etme” demektir. İnsanın, Cenâb-ı Hakk’ın o mevzudaki murad-ı Sübhânîsine göre -evet, başka bir kelime olacaktı, onu da yakışıklı bulmadım, demedim- makâsıd-ı Sübhâniyesine göre hareket etmesi lazım.

   İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır ve kişinin imandan nasibi, mahlûkata -hususiyle de insana- şefkatiyle doğru orantılıdır.

İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır!.. Ve insanın imandan nasibi, mahlûkata, hususiyle insana şefkati ile -eski ifadesiyle diyeyim- “mebsûten mütenâsib”dir (doğru orantılıdır). Mahlûkata şefkati ne kadar varsa, insanları ne kadar seviyorsa, insanın imandan nasibi de o kadardır. Çünkü o mesele, Allah ile irtibatlıdır; Allah’ın sanatına karşı saygılı olma, Allah’ın en mükemmel yarattığı, ahsen-i takvîme mazhar ettiği sanat eserine, âbide sanat eserine saygı duymayla alakalıdır.

Başta, Allah (celle celâluhu), Hazreti Âdem’e karşı meleklere اسْجُدُوا “Eğilin, inhinâda bulunun onun karşısında!” buyurmuştur: “Ben, onu size bir ibre gibi yarattım, bir pusula gibi koyuyorum önünüze; ona eğilmek suretiyle, Benim karşımda eğilmiş sayılacaksınız!..” Hazreti Âdem, öyle bir “mihrab-nümâ”, O’nu gösteren bir ibre. Siz ona eğildiğiniz zaman, emre itaatteki inceliğin gereğini yapmış oluyorsunuz.

Bu konuda, Hallaç’ın -sorguladığım- bir lafı vardır: “Emre itaatteki inceliği Âdem’den öğrenmek lazım!” der. Bunun devamında, şeytan için de bir şey diyor, onu sorguluyorum: “Aşkı, O’na bağlılığı, O’ndan başkası karşısında eğilmemeyi de şeytandan öğrenmek lazım!” Adeta şeytan “Ben eğilirsem, sadece Senin karşısında…” demiş. İşte Hallaç’ın bu sözünü sorguluyorum. Şeytanınki öyle mi, yoksa “Ben, ateşten yaratıldım; ona (Hazreti Âdem’e) fâikım, eğilmem karşısında!” mülahazasından mı kaynaklanıyor; fîhi nazar.

Evet, insan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır! Allah; mü’minleri daha çok sever. Ve imtihanıyla bile -esasen- sevginin ayrı boyutunu ortaya koyar veya sevginin ayrı bir televvünü ile tecelli buyurur. İmtihan ederken bile, bir yönüyle arındırır mü’mini. İmtihanlar, âdeta onu arındırma kurnalarının altına sokmak, “Yıkan!” demek gibi bir şeydir; “Kirlerini at!” demek gibi bir şeydir. “Seviye kazan; mahiyet değişikliğine gir! Huzuruma çıkmaya ehil, layık, münasip hâle gel!” demek için, onu değişik haddelerden geçirir, değişik cenderelerden geçirir. Dolayısıyla O’nun şefkatinin, re’fetinin ayrı bir tecellisi olur bu.

Diğerlerine de şefkat ve merhametiyle muamele eder. İnanmıyordur, beyne-beynedir, ortadadır, âraftadır… Onlara da “imhâl, imhâl üstüne” vermek suretiyle yine re’fetinin ve şefkatinin bir çeşit tecellisini ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim’de kaç yerde, bazen, بِمَا كَسَبُوا bazen de بِمَا ظَلَمُوا kaydıyla zulüm ve kötülük irtikâp edenlere mühlet tanındığı bildirilmektedir. Mesela, bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى “Eğer Allah, (şirkten daha başka hatalarına kadar) zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı bırakmazdı; fakat O, onları takdir buyurduğu bir vadeye kadar bekletmektedir.” (Nahl, 16/61) Evet, “Eğer Allah, zulmettiklerinden dolayı o insanları helak etse, yeryüzünde bir dâbbe, bir canlı, debelenen bir şey kalmaz!” diyor. İmhâl üstüne imhâl ediyor; mehil veriyor, mehil veriyor, mehil veriyor… Bu, O’nun yarattıklarına karşı şefkatinin gereğidir. Kâfir, münkir, mülhid, materyalist, dinsiz, imansız da Cenâb-ı Hakk’ın bu türden bir şefkat tecelli dalga-boyu altında -esasen- imhâl imhâl üstüne, mehil mehil üstüne, uzun boylu yaşama imkânı buluyor, öleceği âna kadar.

Öbür tarafa gittiği zaman, mazereti yok onun. “Ben sana şu kadar zaman tanıdım, hak tanıdım. Hatta bir gün bile olsa, o bir günde Beni bulabilirdin, Beni bilebilirdin. Ama hiç aramadın!..” مَنْ جَالَ، نَالَ “Eğer bir şeyin arkasında isen, cevelanda olduğun sürece sen, onu elde edebilirsin.” مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ “Bir şeyin arkasına düşüyorsan, düşmede de ciddi isen, mutlaka onu bulursun.” مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ Bir gün bile yeter bunda. Fakat sen, bir günü değil de, hem de elli sene, onun bir miktarını bile ayırıp bu mevzuda hiç kullanmamışsın. Tekvinî emirlere bakmamışsın. Dimağını o istikamette değerlendirmemişsin. Biraz evvel arz ettim; çehrene baksaydın, yeterdi senin için, mahiyetine bakman kâfi gelirdi; zira senin anatomin hep Allah’ı haykırıyor.

“İnsan, Bu Meçhul” kitabında Alexis Carrel, insan anatomisi ile -esasen- Zât-ı Ulûhiyeti anlatıyor. Bir yönüyle, bakınca bir insan, mutlaka o mevzuda bir yere varır, bir şey der: “Bu mesele, öyle rastlantıya çok benzemiyor; var arkasında bunun bir sır. Sır değil, Sırlar Sırrı (celle celâluhu) var.” Onun için “sırri sırri sırri” diyorlar, üç defa; “Sırlar Sırrı” bu. Dolayısıyla o güzergâh takip edildiği zaman, sen, sırların sırlarına ulaşırsın. “Evet, sana çok az bir zaman bile yeterdi ama Benim sana olan şefkatimden dolayı Ben sana bir sene, iki sene, üç sene… mühlet verdim.” Kur’an-ı Kerim’de, أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَاءَكُمُ النَّذِيرُ “Size, düşünüp ders alacak kimsenin düşünüp ders alacağı (ve gereğini yapacağı) kadar bir ömür vermedik mi? Hem size, uyarıcı olarak peygamber de gelmişti.” (Fâtır, 35/37) buyurulur. Cenâb-ı Hak, “Düşünebilen insanın düşünebilmesi için, Ben ona ömür vermedim mi, onu ma’mur, muammer kılmadım mı, ömrünü uzatmadım mı?!.” der. İşte bunlar, hep “şefkat tecelli dalga-boyu”nda, Cenâb-ı Hakk’ın insana teveccühünün ifadesidir. İnsan, böyle bir varlıktır.

Demek ki, izafî olarak herkese karşı bir “İlahî şefkat” var. Öyleyse, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ mülahazasıyla siz de “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” Siz de sevin, herkese karşı bir şefkat tavrı sergileyin! Yumuşak gönüllerin avlayamayacağı insan yoktur, bugün olmasa yarın. Senin kalbin, öyle bir mülayemet içinde ise, herkese açık ise… Yine Levhalardaki sözlerden yürüyelim: “Vicdanınızda veya kalbinizde herkesin oturacağı bir sandalye olmalı! Sizin sinenize seyahate azmeden insan, ayakta kalacağı endişesine kapılmamalı!” Gönlünüze girdiği zaman mutlaka bir koltuk bulmalı; böyle bir koltuk da değil, Şah İsmail’in koltuğu gibi bir koltuk… Estağfirullah; Cennet’te Allah’ın “erâik” (erîke’nin çoğulu: Taht, koltuk ) ve “sürür” (serir’in çoğulu: Divan, kürsü, taht) gibi koltuklarından bir koltuk bulmalı ve oturmalı; ayakta kalma endişesine/paniğine kapılmamalı. İnsan, bunun için yaratılmıştır. Bir yönüyle, insanlara karşı böyle davranması, Allah’ın insanlara karşı o mevzudaki İrade-i Sübhâniyesi, bakışı ve tecellileri ile örtüşmesi içindir. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ beyanı da öyle davranmayı gerektirmektedir.

   İlahî ahlakla ahlaklanıp mahlûkata karşı şefkatle dolu bulunduğundandır ki, İnsanlığın İftihar Tablosu, ulaşılmazlara ulaştıktan sonra bile – ellerimizden tutmak için- dert ve ızdırap yurduna dönmüştür.

Geçen sohbette ifade edildiği gibi; İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tâif’te, o kadar saygısızlık, o kadar hakaret ve o kadar densizliğe maruz kalmasına rağmen; nefsini Allah’a şikâyet etmiştir. Arz etmiştim; şöyle niyazda bulunmuştur:

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Veçhine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

Sonra, Allah (celle celâluhu) ta’zîb melâikesini gönderince, onlara “Hayır!” diyor. Bu, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mahlûkata şefkatinin ifadesi. Kur’an-ı Kerim’de iki yerde, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ tabiri geçiyor. Bir yerde, “İnanmıyorlar diye!..” لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “O insanlar iman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin.” (Şuârâ, 26/3) Diğer bir yerde ise, “Sana ineni kabul etmiyorlar diye…” فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “(Ey Rasûlüm), o müşriklerin peşinde, bu Söz’e (Kur’ân) inanmazlarsa diye duyduğun üzüntüden dolayı kendini neredeyse helâk edeceksin.” (Kehf, 18/6) “Neredeyse kendini öldüreceksin!..” Öyle ki herkesi kucaklayıp Cennet’e sokmayı düşünüyor; çünkü ebedî hayatın orada olduğuna çok iyi inanıyor.

Evet, yine değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, Miraç’a yükseliyor, “vücûd-i necm-i nûrânî”siyle, “vücûd-i necm-i sâkib”iyle, “vücûd-i necm-i hâkânî”siyle. Ve öbür tarafta olabilecek her şeyi inkişaf etmiş şekilde görüyor; görülmesi gerekli olan şeylerin en yücesini de görüyor; bazılarına göre, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-Kemâlini müşahede ediyor. Ama dönüp geriye geliyor. Niye? Adeta kendini uğrunda öldürdüğü o yüksek “gâye-i hayal” adına geriye dönüyor. Abdülkuddûs’ün sözüne bakın: “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), varılmazlara vardı, görülmezleri gördü. Allah’a yemin ediyorum ki, ben oralara çıksaydım, geriye dönmezdim!” O (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefkatinin enginliğiyle, senin için, benim için dönüyor. Elimizden tutmak için dönüp geliyor. Ne kadar insana parmak uzatırsa… “Tut, sen de şuna yapış! O parmağın gösterdiği yere sen de yönel, teveccüh et! Rica ederim, güneşe sırtını dönme, gölgene takılma! Karanlıkla kendini boğma, ışığa doğru yürü!” Onun için dönüp geliyor. Dönüp geliyor, yine yeryüzünde çekmeye devam ediyor.

Ve hiç şikâyet etmiyor. “Hasımlarımın ettikleri şeyden şikâyet ediyorum!” demiyor. “Kaç insana ulaşır, bu mevzuda onlara ruhumun ilhamlarını duyursam, içimdeki heyecanları onların içine boşaltırsam, onları Allah’a yönlendirirsem, kazanmış sayılırım!” mülahazasıyla yaşıyor. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ beyanını hayatıyla talim buyuruyor. Onun için, Allah O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kalem Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, yüksek bir ahlak üzerinesin!” (Kalem, 68/4) buyuruyor. Tebcîl, takdir, Allah’ın takdiri. Bu, öyle bir şeydir ki, insan bu mevzuda, bu uğurda bin defa ölse, yine karşılığı sayılmaz. وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, gerçekten, Allah ahlakı ile ahlaklanmış yüce bir mütehallıksın!” (Kalem, 68/4)

   Dünya Allah Rasûlü’nün ortaya koyup talim buyurduğu şefkate ne kadar muhtaç!..

Sana kurban olayım ben, kurban olayım!.. Bu söz ifade etmez ki!.. Bin defa düşünmüşümdür, geçerken O’nun nâm-ı celîlinin yanından. Benim gibi bir günahkâr, köpek olamam O’na, olamam. “Fethi de benim köpeğim!” dese!.. Ama nâm-ı celîlinin yanından geçerken, o resmi kaç defa öpmek gelmiştir aklıma. Ama korkuyorum; siz bir şey yaparsınız, kalkar insanlar da öyle bir şey yaparlar. Putperestlik, bu mülahazalarla doğmuş, insanların ruhuna hâkim olmuştur. Sevin!.. Burunlarınızın kemikleri sızlasın!.. Ahiret sizin için “Şeb-i arûs” şeklinde algılansın!.. “Ben Efendimiz ile aynı sofraya oturacağım, kaşık çalacağım, O’nu göreceğim, müsaade buyururlarsa. Haftada bir mi olur, ayda bir mi olur, senede bir mi olur; O’nu göreceğim. Etrafındaki nurdan hâleyi göreceğim. O bir “Kamer-i Münîr”, etrafındakiler de O’nun ışıktan hâlesi. Onlarla beraber olacak, onlara karışacak, onlarla beraber oturup kalkacağım, onlarla…” mülahazalarıyla dolup taşın!..

Evet, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ diyor; “Sen, ahlakın en yücesi üzerine yaratılmışsın!” (Kalem, 68/4) Şefkatin unutulduğu, re’fetin gömüldüğü, üzerine taş taş üstüne konduğu, “Aman bir daha dirilmesin!” dendiği; vahşetin, denâetin, zulmün müza’afının -hayır, Ziya Gökalp’ın ifadesiyle- “mük’ab”ının peşi peşine irtikâp edildiği bir dönemde, o şefkat iklimine ne kadar ihtiyacımız olduğunu daha iyi anlıyoruz. İnleyen çocukların sesinde, annesiz çocukların sesinde, o nağmeyi duyuyoruz!.. Annelerin çocuklarına karşı iniltilerinde… Derdest edilmiş, zindana atılmış; bir vehme binaen, bir cinnet saikasıyla, bir paranoya saikasıyla zindana atılmış. Aileler parçalanmış, toplum, didik didik edilmiş. Bir yönüyle bir kutbiyet, bir gavsiyet gayret ve ciddiyetiyle meseleyi tamir etmeye, yeniden restore etmeye kalksanız, inanın bana, bir nesil boyu yetmeyecektir bu işe. İslam dünyasında öyle korkunç bir tahribata, öyle korkunç bir deformasyona sebebiyet verilmiştir ki!.. Şefkat ayaklar altına alınmış; re’fet ayaklar altına alınmış; mülayemet ayaklar altına alınmış; Allah’ın değer atfettiği, yaratıp değer atfettiği, “Bu Benim sanat eserim! Buna, bunlar yapılmaz!” dediği varlığa karşı, hayvana yapılmayan şeyler yapılmış.

Aslında hayvana bir şey yapılırken bile şefkat esastır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Keseceğiniz zaman…” der. Besin zinciri mülahazasıyla. Hayvanat âleminde de var; onlar da kendilerine göre -o besin zinciri mülahazasıyla- gıdalarını onun ile temin ediyorlar. Buyuruyor ki, “…Bıçağı iyi bileyin!” Diyor ki, “Ona eziyet çektirmeyin! Canını acıtmayın!” Şefkat Âbidesi, “Raûf ve Rahîm” diye Kur’an-ı Kerim’in anlattığı. Raûf ve Rahîm, içi tir tir titreyen, insanlar için. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm, re’fetinin ve şefkatinin gereği, hayvanlara karşı bile, böyle davranılmasını tavsiye buyuruyor: “Bıçağı bileyeceksin, onu incitmeyeceksin, canını yakmayacaksın!” Bıçağı ilk çalışında hemen şoke olacak o, acıyı da duymayacak. Allah’ın kânunu, kuralı, cevaz verdiği şeydir, onların etinden istifade. Kur’an diyor: “Allah’ın helal kıldığını, kim haram kıldı?!.” Siz nasıl haram kılıyorsunuz onu; Allah, onları helal kılmış. Ama bizim burada üzerinde durduğumuz şey, şefkat âbidesi, re’fet âbidesi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzudaki tavrıdır.

Ne kadar muhtacız o tavra?!. Yitirdik onu, belki birkaç asır evvel. Fakat şimdi, o yitirmenin âdetâ müza’afının, mük’abını yaşıyoruz; kat katını, iki buudlusunu, üç buudlusunu, dört derinliklisini, beş derinliklisini yaşıyoruz. Öyle ki, zannediyorum, aslanlar, kaplanlar, panterler, ayılar insanlara reva görülen bu şeye baksa, “Allah Allah! Bizden vahşileri de varmış!” diyecekler, zannediyorum. İsterseniz bir deneyin; bir ormana gidin, bakın; aslanın bakışında, kaplanın bakışında, panterin bakışında, ayının bakışında bunları göreceksiniz. “Allah Allah!” dercesine şaşkınlık ifadesi sergileyecekler. Hal diliyle, “Biz, bu insanları böyle bilmiyorduk. Hayret, bu ne vahşetmiş, bu ne denaetmiş, bu ne şenaatmiş!” diyecekler. Re’fete ve şefkate o kadar ihtiyacımız var.

   Günümüzde insî şeytanlar cinnî üstatlarını zil takıp oynatacak kötülükler yapıyorlar; “bir dolar” hikayesi ve bebek isimleri bahanesi sadece iki misal!..

Geriye dönelim; insanın, imandan nasibi, mahlûkata -hususiyle insanlara- gösterdiği/göstereceği şefkat ile mebsûten mütenâsiptir; ne kadar şefkat duyuyorsa, Allah ile münasebeti o ölçüde engindir/derindir. Ne kadar şefkatten, re’fetten, merhametten, mürüvvetten mahrum yaşıyorsa, daha doğrusu gırtlağına kadar vahşet içinde sürüklenip gidiyorsa, o kadar da şeytanı memnun ediyor demektir. Şeytanları memnun ediyor, hiç farkına varmadan; kendisi de insan suretinde -belki- bir şeytandır onun. Onun için Kur’an-ı Kerim “cinnî ve insî” diyor: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ اْلإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا  “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.” (En’âm, 6/112) Aldatmak, şaşkınlığa sevk etmek için, o ona, o da ona bir fit sokar/sokuşturur. Dolayısıyla insanlar, şeytanın güdümüne girince, onu memnun edecek, zil takıp oynattıracak şeyler yaparlar.

İnanın, şu anda o kulağınız varsa, şeytanın zil takıp oynadığını duyacaksınız. Ben duymuyorum da fakat zannediyorum veli olan kullar, duyacaklardır. Allah’ın dostu olan insanlar duyup söyleyeceklerdir: “Şeytan, şu anda zil takmış oynuyor!” Amnofis döneminde, Ramses döneminde, İbnü’ş-Şems döneminde, Sezar döneminde zil takıp oynadığı gibi, şimdi de Kapadokya’nın değişik vadilerinde zil takmış, hep oynuyordur. “İşin doğrusu ben bu insanların bu kadar hayvanlaşacağına ihtimal vermiyordum. ‘Kandıracağım!’ diyordum, ‘Sürçtüreceğim!’ diyordum fakat böylesine balıklamasına, dalaletin, küfrün, küfranın gayyasına gireceklerine ihtimal vermiyordum!” diyordur. Zannediyorum, onun da kafası karışmış herhalde. Zannediyorum, kulak verip dinleseniz, şeytanın böyle dediğine şahit olacaksınız. Ama veliler/Hak dostları dinliyorlardır; dinleyip dedikleri gibi inlere girenleri, gorilleşenleri; onlar görüyorlardır, söylüyorlardır. Ama öyle olanlar, o işin farkına varmadıklarından dolayı, onlar da o işin “Hel min mezîd!” (Daha yok mu?) deyicisi olmuşlardır; vahşileştikçe yine “Hel min mezîd!” diyorlardır: “Daha, daha, daha, daha, daha!..”

Evet, bakın, sizin menkıbe gibi, ironi zannedeceğiniz bir şey söyleyeyim size: Hani bir dolar hikayesi var ya!.. Üzerinde bir rakamı olan, bir dolar meselesi. Onun ile derdest edilenler, bazı kimseleri o mevzuda ciddî israfa sevk etmiş; adamların ellerinde bir dolar varmış, çokça. “Başımıza iş açarız!” diye, götürmüş çöplükte yakmışlar o bir dolarları. Çünkü üzerlerinde bir dolar bulunması, “Suç tamam; öyle ise, ceza da tamam verilmeli!” diye, insanların derdest edilmeleri için yetiyor.

Bundan daha komik bir şey var: Şimdi nüfus kütüklerine bakılarak tespitler yapılıyor; şu beş on sene içinde dünyaya gelen insanların isimleri sizin tarafınızdan konuyor diye… “Baba ile oğlun isimleri birer şiir mısraına kafiye olacak şekilde birbirini tutuyorsa, bu da bu mevzuda yeterli bir suç sayılır.” Mesela “Hakan ve Orhan; “İşi başlattı Hakan / Devam ettirdi Orhan!” “Ha, tamam, belli!.. Bu da, bu uğursuz şebeke tarafından… Bu da onlardan, falan!..” Evet, hilaf-ı vâki beyanda bulunmuyorum. Bu işi takip etmek için ekip, hususi bir ekip kurmuşlar.

Şeytanın aklına gelmemiştir bu. Çünkü şeytanın dediği şeyler Kur’an’da anlatılıyor; ben biliyorum onun dediklerini, biliyorum ben onu. قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ  “Şeytan, devam etti: Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!” (A’râf, 7/16-17) “Sağdan, soldan, önden, arkadan gelirim!” diyor, “Bunları, tepeden vururum, bazen!” diyor. Fakat aklına gelmemiştir böyle şey. Demek ki, bir müctehid derecesinde kötülük kabiliyeti var bunlarda. Sürekli, şeytanın borazanı haline geldiklerinden dolayı, dinlediğiniz nağmeler de şeytanın borazanından çıkan ses oluyor.

Böyle bir dönemde, siz, bu vahşeti, bu denâeti, bu şiddeti, bu hiddeti ancak re’fetinizle, şefkatinizle kırabilirsiniz. Zira mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesine girerseniz, hatta sözünüzle/beyanınızla “Bunlara laf yetiştirelim!” derseniz, meseleyi büyütmüş olursunuz, ikiye katlamış olursunuz. Musibet ve bela, ikileşmiş olur. Basit iken, bir vâhid iken, bu defa muzaaf (katlanmış) olur. Siz, yerinizde durursanız, hatta onların uzaklaşmalarına rağmen, şöyle yarım adım, bir karış onlara yaklaşırsanız, mesafenin çok açılmamasına vesile olmuş olursunuz ve onun mükâfatını da mutlaka görürsünüz. Ama onlar kötülükleriyle on kilometre uzaklaştığında, “Biz de o kadar uzaklaşalım!” derseniz şayet, aradaki mesafe yirmi kilometre olur. Sonra bir gün pişman olursanız, onlar da pişman olurlarsa şayet, nedâmet duyarlarsa, yirmi kilometrelik bir mesafeyi kat’ etmek icap eder. Bence, arayı açmamak lazım; yeni mesafeler oluşturmamak lazım.

Durduğumuz yerde durmamız, yaptığımız şeyleri yapmamız, Allah’ın izni ve inâyetiyle, gelecekte karşımıza çıkacak devâsâ problemlerin halli adına çok önemli, müşkül-küşâ anahtarlardır, mülahazalardır. Hatta bazıları çok fazla bulabilirler: Bence şefkatiniz adına bile bir şey kaybetmeden, durduğunuz gibi durmalısınız, kucakladığınız gibi kucaklamalısınız. Bir gün birileri hiss-i nedâmetle dönüp geldiklerinde, hemen sizin bakışınıza, yüz çizgilerinize ve tebessümlerinize bakıp kendilerini sizin kucağınıza atmaya onları itmelisiniz. İtmeli mi? Çekmelisiniz!.. İle’l-merkez bir güç ile ki, bu “merkez-çek” demektir; “ile’l-merkez” bir güç ile kendinize çekmelisiniz. Çehrenize bakan, şayet önyargısı yoksa, inadında, temerrüdünde hâlâ ısrarlı değilse, güvenle dolacaktır. Abdullah İbn Selam gibi, bir kere bir çehreye bakış, yetecektir ona. Hemen kendisini o kucağa atacaktır; “Vallahi bu çehrede yalan yok, irdeme (beğenmemek, istememek, nefret etmek) yok, kovma yok, tard etme yok; emniyet var, güven var, şefkat var!” diyecektir.

   İmtihanlar da bir yönüyle Kuddûs isminin cilvesidir; arınmanın önemli bir vesilesi ise, musibet ilk tosladığı andan itibaren sabretmektir.

İsm-i Kuddûs’ün cilvesi… Kâinatta umum temizliğin esasıdır, Kuddûs ismi. Zât-ı Ulûhiyet adına, sıfât-ı selbiyeden münezzehiyete delalet eder. “…Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah / Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden / Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.” (İbrahim Hakkı Hazretleri) “Sübhân” kelimesi, “Kuddûs” ismi, Zâtına bakan yönüyle bunu ifade eder; kâinata bakan yönüyle de altı tane isim: Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs. Evet, Kuddûs, Lem’alar’da ifade edildiği gibi, kâinattaki umum nezâhetin, nezâfetin, temizliğin, zerâfetin, inceliğin, dizaynın, peyzajın -esas- arkasındaki mukaddes bir isimdir. Zira bütün varlık/âsâr, Ef’âl-i İlahiye sonucudur; Ef’âl-i İlahiye, Esmâ-i İlahiye’ye dayanmaktadır; Esmâ-i İlahiye, Sıfât-ı Sübhâniye’ye ve o da Zât-ı Akdes-u Mukaddes’e.

İsm-i Kuddûs… İsm-i Kuddûs’ün bir cilvesi olarak, Cenâb-ı Hak, huzur-i kibriyâsına öyle arınmış şekilde çıkmaya muvaffak eylesin!.. Cenâb-ı Hak lütfeylesin!.. O zatın dediği gibi, Kıtmîr de hep onu tekrar ediyor: “Allah’ım, meccânen, meccânen, meccânen, meccânen! Allah’ım, lütfen, lütfen! Allah’ım, fadlen, fadlen, fadlen.” O ahlak da benim Efendim’in ahlakı (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Hiç kimse ameli ile Cennet’e giremez!” buyurunca, sahabî soruyor: “Sen de mi yâ Rasûlallah?!” “Evet, Ben de. Ancak Allah’ın fazlıyla!..” buyuruyor. Hani buna isterseniz “Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan lütfu” diyebilirsiniz, kudsî hadisin ifadesine bağlayarak/irtibatlandırarak: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ  “Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği sürpriz nimetler hazırladım.” “İşte bu kategoride, tutar elimden, beni öyle Cennet ile serfirâz kılar!” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, bir yönüyle, Huzur-i Kibriyâsına arınmış olarak çıkmaları için kullarını imtihanlarla arındırır. Zira ancak pâk ve temiz olanlar, O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşahede edebilirler. Bir yönüyle aklananlar.. bir yönüyle Allah tarafından kutsananlar.. Kuddûs ismine mazhar olanlar. Kuddûs isminin tecellisiyle bütün tekvinî daire temizlendiği gibi, insan da pak hale gelir. Şu kadar var ki, insanın temizlenmesi -şart-ı adi planında- iradî olur. Dolayısıyla insan bazen imtihanlarla arınır: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الأَمْوَالِ وَالأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “Hiç şüphesiz sizi korku, açlık ve maldan, candan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla bir şekilde imtihan ederiz. Müjdele o sabırlıları!..” (Bakara, 2/155)

İmtihan ile arınma… Korku ile.. açlık ile.. maldan, candan, hasılattan eksilme ile. Birileri gâsıbâne malınıza/mülkünüze el koyacaklar, üzerine oturacaklar. Buna eski ifadesiyle “tagallüp, tahakküm, tasallut, temellük” diyoruz. Hakları olmadığı halde senin evine sahip olacaklar. Birine müftüyü yerleştirecekler, birine vâizi yerleştirecekler. Dolayısıyla böylece o İlahiyatın onlara kazandırdığı sinerji ile de (!) daha bir katlanmış güce sahip olacaklar. Sizin yüzünüze hakaret edici bir bakışla bakacaklar; “Bakın, falanlar da bizimle beraber!” diyecekler. Nasıl beraber? “İşte görüyorsunuz ya, gasp edilmiş, temellükte, tagallüpte, tahakkümde, tasallutta bulunularak ele geçirilmiş, falanın evinde oturan insanlar, bizim dediğimizi diyorlar!” diyecekler. İşte, malınızla imtihan.

Korku… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ “Hiç şüphesiz sizi korku ile imtihan ederiz.” Terör estirecekler.  Sindirecekler; “Dediğimizi deyin, yoksa canınıza okuruz!” diyecekler. “Bizim gibi düşünün, değiştirin kafanızı. Mümkünse bir nöroloğa gidin, beyninizdeki nöronları değiştirin. Şuuraltı müktesebatı kaldırıp atmak çok zordur; fakat o temiz nöronları değiştirin, bizim kirliliğimizle uyum sağlayabilecek farklı nöronlar yerleştirin! Bunu ayının kafasından mı alırsınız, panterin kafasından mı alırsınız. Dolayısıyla öyle farklı nöronlar yerleştirin, bizim gibi düşünün!..” Havf ile imtihan.

Açlık… وَالْجُوعِ Aç bırakılırsınız. Binlerce insan açlığın/susuzluğun pençesinde inim inim inliyorlar. Malına el konmuş, mülküne el konmuş, evine el konmuş. “Nerede oturursan otur; beni gönlünde oturtmadığına göre, nerede, hangi cehennemde oturursan otur!” mülahazası… Mantık bu.

Maldan, candan ve meyveden, semerâttan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla da bir şekilde imtihan… Fakat mü’min bütün bunlar karşısında, sabra kilitlenmelidir. وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “Müjdele o sabırlıları!..” diyor. Evet, bütün bunlar karşısında, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ * اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ * اَلْخَيْرُ فِيمَا وَقَعَ “Hayr, Allah’ın ihtiyar buyurduğundadır; hayr, Allah’ın takdir ettiğindedir; hayr, Allah’ın izin ve meşietiyle vukua gelendedir.” diyen insanlar müjdeleniyor. “Sen bunları müjdele, onlara bişârette bulun!” deniyor. Türkçemizde “beşâret” diyoruz, mahzuru yok, galat-ı meşhur. “Bişârette bulun!” diyor, “Müjdele bunları!” Ne ile müjdeliyor? Bir yönüyle, “Ahiretlerini teminat altına almakla müjdele. Cennet’e girmekle müjdele. Cemâl-i bâ-kemâli görmekle müjdele!” demek. الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Ki onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Biz Allah’a aidiz (O’nun mahlûku, O’nun kulları, O’nun mülküyüz; O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder) ve zaten O’na dönmekteyiz.” der (ve bu inançla, bu şuurla davranırlar).” (Bakara, 2/156)

İşte biraz evvel sayılan musibetlerden herhangi biri gelip tosladığı zaman, daha ilk tosladığında, sabırla mukabele etmek ve “Vardır bir hikmeti!..” demek lazımdır. إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) buyuruyor: “Sabır, meselenin şoku yaşandığı ândadır.” Daha sonra onun vâridatı ve mevhibeleri söz konusu olduğu yerde, döner; onu, sizi sevindirecek/güldürecek menkıbe şeklinde anlatmaya durursunuz. Ama ilk başınıza geldiği/çarptığı zaman… Malınıza eşkıya/kırk haramîler el koyduğu zaman.. mülkünüze el koydukları zaman.. evlerinizi sahiplendikleri zaman.. sizi vatandaşlıktan çıkardıkları zaman… İşte o zaman sabredeceksiniz. Hâdisenin şoku yaşandığı ân, sabredeceksiniz. “Sen’den geldi.” diyeceksiniz. “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, Kahrın da hoş.” Sen’den hem o hoş, hem bu hoş; hepsi ne hoş!..

“Hoş!” diyeceksin musibetlerin hepsine. Ondan sonra, bir gün gelecek, onlar, vâridatını senin eteklerine döktüğü zaman, “Yahu ne isabetli imiş meğer bu!” falan diyeceksin. Bunu dünyada da diyeceksin, kabre girdiğinde de diyeceksin. Münkir-Nekir gelecek, diyecek ki: “Yahu bu arınmış insanlara ne soruyorsunuz? Bunlar, dünyada sorgulandılar. Kabrin sıkıştırmasına/tazyikine lüzum yok; bunlar dünyada sıkıştırıldıkları kadar sıkıştırılmışlar.” Evet, sıkıştırmaz kabir o zaman. Ne soru soracaksın bunlara? Dünyada istintaka tâbi tutulmuşlar; diyeceklerini demişler, çekeceklerini çekmişler! Ya “Nem!” diyecekler sana, hadisin ifadesiyle, “Sen, uyumana bak!” diyecekler. Veya bir de böyle teheccüd namazlarını kılmış, Evvâbînlerini kılmış, Duhalarını kılmış isen, berzah hayatını projektörlerle aydınlatmışsın demektir; o aydınlığın -bir yönüyle- varabildiği yere kadar, azm-i râh edeceksin. Evet, “azim”, azmetme, o Arapça; “râh” da Farsça “yol” demek. “O yola koyulacaksın!” diyebilirsiniz. O yola koyulacak, varman gerekli olan yere Allah’ın izni ve inayetiyle varacaksın.

Bamteli: İMAN, MUHABBET VE VAZİFE AŞKI

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Hayata mal olmayan, amel ve aksiyona dönüşmeyen bilgi sahibinin sırtında bir yüktür.

Ruha mâl edilmemiş ilimler, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere yöneltmeyen mârifet de, bir kalb ve düşünce hamallığıdır. Evet, Kur’an-ı Kerim’in ayetiyle örtüşüyor: مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللهِ وَاللهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ “Tevrat’ın mesajını ulaştırma ve onu uygulama yükümlülüğünü kabul ettikleri halde, sonra bu yükümlülüğü yerine getirmeyenler, tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer. Allah’ın âyetlerini yalan sayan kimselerin düştükleri durum ne fecî! Allah böylesi zalim gürûhu hidâyet etmez, emellerine ulaştırmaz.” (Cuma, 62/5) Çok kitap evirme-çevirme değil, asıl mesele, “kitaplaşma”, kitap muhtevası ile derinleşme ve kitabı kendi içinde bir dinamizm haline getirmedir.

İnsanı Allah’a yaklaştırmayan ilim, ilim değil, cehilden kötü bir beladır. İnsan, okudukça, düşündükçe, bir adım daha O’na (celle celâluhu) yaklaştığını hissetmeli; bir adım daha kendinden sıyrıldığını vicdanında derinlemesine duymalı; âdeta kendini İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında, kemerbeste-i ubudiyetle Allah’a karşı ibadette bulunuyor gibi hissetmeli. Bilgiler, böylesine amele/hayata dönüştürülmeyince, sahibinin sırtında bir yüktür. Sâdî-i Şirazî diyor ki, “Bir insanın bilgisi, amele inkılap etmiyorsa, öyle biri, câhilin tâ kendisidir!” Bilgi, aksiyona dönüşmüyorsa, iç ve dış düzenimizi sağlamıyorsa, bizi ibadet ü tâat mevzuunda ve iç âlemimiz itibarıyla dizayn etmiyorsa, uhrevî/melekûtî bir peyzaja tâbi tutmuyorsa, -bence- o, sahibinin sırtında bir yüktür. Bir de “Niye bu kadar fuzulî şeylerle iştigal ettin?” diye öbür tarafta Allah, kişiye bunun hesabını sorar: “Sonuçsuz bir şey için niye bu kadar kafa yordun? Sonucu olmayan bir şey için niye şakak zonklattın? Neden bu işin arkasından koştun durdun?!.”

Dolayısıyla asıl “ilim”, ilmin “marifet”e (ki buna “vicdan kültürü” de diyebilirsiniz) dönüşmesi, marifetin “muhabbet”e dönüşmesi, muhabbetin de “zevk-i ruhânî”yi netice verip “aşk u iştiyak”a inkılap etmesi ve insanın, oturup kalkarken çok defa bu mülahazalarla oturup kalkması şeklinde tezahür eder.

   Sevgiyi sevmek ve nefretten nefret etmek esastır; şahıslara değil onların kötü sıfatlarına karşı tavır alınmalıdır.

Evet, böyle bir programa kendisini tâbi tutan bir insan, bir “sevgi âbidesi” haline gelir. Sevgiyi sever, nefretten nefret eder. Kucaklaşma için bayılır; fakat kine-nefrete karşı ciddî bir gerilim içinde bulunur, yedi kapı kovar onları. “Aşk”a o derece âşık olur ki, “mâşuk”u gördüğü zaman, aşka olan aşkından dolayı, onu (mâşukunu) bile bilemez/tanıyamaz.

Menkıbe bu ya; Mecnun, Leyla için delice yanıp tutuşuyor. Fakat onunla karşılaştığı zaman, ona karşı alaka göstermiyor. Çünkü o, aşkın âşığı. Ferhat, aşkın âşığı… Aşka âşık olmak.. muhabbete âşık olmak… Evet, sevgiyi sevmek ve nefretten nefret etmek; bütün mesele, bu!..

Bunun dışında, bir kısım şeylerden de nefret edilebilir: Kâfir sıfatı olan şeylere karşı insan, nefret duyabilir. “İlhad” gibi, “kin” gibi, “hased” gibi, “hazımsızlık” gibi, “başkalarını karalama tavrı” gibi şeylere karşı insan, nefret duyabilir. Fakat bu nefret duyma, “şahıslara karşı nefret” şekline getirilmemelidir. O evsâf-ı hasîseye, evsâf-ı deniyyeye, kötü sıfatlara karşı, esas, nefret duyulmalı, kin duyulmalı ama onu onlardan uzaklaştırma istikametinde o gerilim kullanılmalıdır.

Öyle bir duygu bizde ciddî bir metafizik gerilim hâsıl ediyorsa, onu -boğulmak üzere olan bir insanı kurtarmak gibi- o evsâf-ı deniyyeden, evsâf-ı hasîseden, evsâf-ı şeytâniyyeden o insanı kurtarma istikametinde kullanmalıyız. Evet, “kin”, evsâf-ı şeytâniyyeden; “nefret”, evsaf-ı şeytâniyyeden; “tahrip”, evsâf-ı şeytâniyyeden; “hased”, evsâf-ı şeytâniyyedendir. Bunların pençesine düşmüş biri, boğuluyor demektir, farkına varmadan. O, ayakta görülse bile, hiç farkına varmadan, mânevî bir “mesh” yaşıyor demektir. Yaptığı mâsiyetin keyfiyetine göre, mânevî meshi itibarıyla, bazen -bağışlayın- maymun, bazen goril, bazen dübb (ayı) -saygısızlık olur diye Türkçesini söylemedim-, bazen zi’b -Kur’an-ı Kerim’de de geçiyor, kurt demek- ve bazen de çakal olur. Bunların her birisinin kendine ait hususiyetleri vardır; kimisi ısırır, kimisi parçalar, kimisi bir yönüyle mukallittir, kimisi boğar, kimisi yılan gibi zehirler. Evsâf-ı deniyye-i hasîse-i şeytâniyye bunlar.

Birinde böyle bir şey gördüğümüz zaman, doğru, bir nefret duygusu insanın içinde hemen depreşir. Fakat onu, o şahsa karşı kullanmamalı. Belki o insanı o türlü evsâf-ı deniyyeden sıyırma adına, boğulan bir insanı kurtarma cehdi ile kurtarma adına, bir gayret sarf edilmeli; bütün güç, o istikamette kullanılmalı. Genel ahlakımız bu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i öyle tanıyoruz; Hulefâ-i Râşidîn’i öyle tanıyoruz. Kini, nefreti, tahribi tel’in ediyoruz. Allah, o evsâf-ı deniyye ile hareket eden insanlara iz’an, insaf, hakikî iman, sevme duygusu, kucaklama duygusu, muânaka duygusu lütfeylesin! Onları, o hayvanî sıfatlardan, mânen mesh olma halinden, insan şeklinde görünseler de farkına varmadan iç dünyaları itibarıyla hayvan olmaktan halâs eylesin!..

   “O kimseler ki Allah onlara lânet etmiş, gazabına uğratmış, içlerinden bir kısmını maymun, domuz ve tâguta tapan kimseler yapmıştır.”

“Mesh”i, yani “kırade” (maymunlar) ve “hanâzîr” (domuzlar) şekline dönmeyi, tefsirlerde (bkz: Mâide: 5/60) müfessirîn-i ızâm, iki şekilde yorumlamışlar: Bazıları; “Hakikaten bazı kimseler, Cenâb-ı Hakk’a karşı isyanlarının cezası olarak maymun ve hınzır olmuşlardır.” diyorlar. Fakat bazı muhakkikîn de diyorlar ki, “Onlar, bedenen değil, sadece ruhen öyle olmuşlardı!”

Evvelki şıkta meseleyi ele alan insanlar, onların, evolüsyon, de-evolüsyon, aşağıya doğru bir değişim, deformasyon, dejenerasyon yaşadıklarını söylüyor; “İnsan tabiatı, ona müsait olmadığından dolayı, belli bir süre yaşamış ve ölmüşler.” diyorlar. Peygambere başkaldırmış, O’nun nurlu mesajını reddetmiş, ellerinin tersiyle itmiş, hevâ-i nefislerine uymuş, şeytanın arkasından gitmiş kimseleri Allah öyle cezalandırmış. Mesela, Hazreti Musa döneminde ve Hazreti Davud (aleyhimesselam) döneminde, biri onlar için bir şey demiş, o olmuş; öbürü de bir şey demiş, o olmuş.

Fakat bu mevzudaki yorumların diğeri de şöyledir: “Onlar, mânen mesh olmuş, şekil değiştirmiş; ahlak, karakter, tavır ve davranış itibarıyla aynen o mahlûklar gibi olmuşlar!” Salya atmışlar, diş göstermişler, asırlardan beri yapılagelen şeyleri tahribe çalışmışlar; kırk-elli seneden beri yapılan şeyleri tahribe çalışmışlar, o mevzuda bütün himmetlerini kullanmışlar, yıkmayı şiâr edinmişler; hafizanallah, mânen böyle bir mesh, yani bir gorillik, bir dübblük, bir zi’blik yaşamışlar.

Cenâb-ı Hakk isterse, öylelerini yeniden hidayete erdirir. Nasıl “ahsen-i takvim”e mazhar bir mahiyette yaratmışsa, ahsen-i takvime mazhariyetin gereği olarak hususiyetlerini onlara duyurmak suretiyle onları eski hallerine ircâ buyurabilir. Tâ baştan -şayet- öyle düşünüyor, öyle planlar peşinden koşuyor idiyseler, yine Allah’ın elindedir, Allah (celle celâluhu) tevbeye muvaffak kılabilir.

Gerçi, bir yönüyle, son andaki tevbe, “hâlet-i yeis”te söylediğinden dolayı, hüsn-i kabul görmüyor. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ الْآنَ وَلاَ الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا “Yoksa makbul tevbe, (hayatları boyu) kötülükleri işleyip de onlardan birine tam da ölüm gelip çattığında, ‘Artık ben tevbe ettim!’ diyenlerin tevbesi olmadığı gibi, küfür içinde bir hayat geçirip, (ölüm anında tevbeye yeltenen, ama o andaki tevbe makbul olmadığı için) kâfir olarak ölüp gidenlerin tevbesi de değildir. Evet, böyleleri için çok acı bir azap hazırladık.” (Nisâ, 4/18) İşte, o hâle gelmeden, Allah (celle celâluhu) آمَنْتُ بِاللهِ، وَبِرَسُولِهِ، وَبِالْيَوْمِ اْلآخِرِ “Allah’a, O’nun yüce elçisine ve ahiret gününe inandım!” dedirtir. Allah’ın elinde; O’nun rahmeti, gazabına sebkat etmiştir.

   Entelektüel olmak, hakkı ve doğruyu her şeye rağmen seslendirmeyi gerektirir; maalesef günümüzde kendisini dilsiz şeytanlığa salmamış aydın yok denecek kadar azdır.

Geriye dönelim: Meslek itibarıyla, sevgiyi sevmek, sevgiye âşık olmak ve nefretten nefret etmek, onu yedi kapı kovmak şiarımızdır. Kimseye karşı nefret hissi, kin ve garaz duygusu taşımamak; ta’yîr, ta’yîb, tahkîr, tezyîf, tehcîr, tehdit, tenkîl, ibâde mülahazalarına gitmemek; hayatını “başkalarını bitirme” gibi şeytanî bir mülahazaya bağlamamak… Şeytanî mülahazadır bunlar. “Hepsini bitireceğiz; bilenmiş kılıç gibiyiz, onları yok edeceğiz!” mülahazası, şeytanî bir mülahazadır.

Bunun karşısında susanlar da “dilsiz şeytan”lardır. En azından bir entelektüel gibi “Yahu, bu kadarı fazla!” demeyen insanlar… Birileri mesh olmuş, ciddî bir deformasyona, bir tebeddüle, bir tagayyüre uğramışlarsa, bunlar da bu olumsuzluklar karşısında sükût etmekle, dilsiz şeytanlığa kendilerini salmışlardır, hafizanallah. Hâlbuki entelektüel olmak, hakkı ve doğruyu -her şeye rağmen- seslendirmeyi gerektirir.

“Entelektüel” deyince Emile Zola falan akla geliyor ama aslında bizde öylesi çok. Fatih cennet-mekân’ın elinin kesilmesi hükmü, menkıbelerde anlatılır. Men-kı-be-ler-de… Şimdi her şeyi tenkit ediyorlar ya, “Böyle bir şey olmamıştır!” diye bunu da tenkit ederler. Gerçek hadise mi, menkıbe mi? Fatih’in elini kesilmeye mahkûm ediyor kadı Hızır Çelebi, Fatih’in kadısı. Onu mahkûm ettikten sonra, Fatih, o hükmü, cân ü gönülden, hüsn-i kabul ile karşılıyor. Ve sonra koltuğunun altında, tokmak gibi, balyoz gibi, sakladığı şeyi çıkarıyor: “Kadı efendi!” diyor, “Eğer Allah’ın verdiği hüküm ile hüküm vermeseydin, bu balyoz ile senin başını parça parça edecektim!” Hızır Çelebi de orada kolunun altından kama gibi bir şey çıkarıyor: “Hünkârım!” diyor, “Eğer sen de verdiğim hükme (Allah’ın hükmüne) razı olmasaydın, ben de bu mızrak ile veya kama ile seni delik deşik edecektim!”

Şimdi bu olmuş-olmamış meselesi değil; bu, hakka saygının, adalete saygının, insaflı olmanın, iz’ânlı olmanın, -bir yönüyle- sevgi insanı olmanın, muhabbet insanı olmanın, her hareketiyle kendisini Allah’a yaklaştıracak bir tavır ve davranış içinde bulunmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk öyle eylesin!

   İnsanın imandan nasibi, mahlûkata muhabbeti ve şefkati ölçüsündedir.

Hakiki manada sevgi, izafî manada sevgi… Hakiki manada sevgi; aynı duyguyu, aynı düşünceyi paylaşanlar arasında… Hazreti Mevlana’nın dediği gibi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar, ancak anlaşabilir!” Derece derece alaka ve sevgi: Şunlara, şu türde şu çizgide olanlara, saff-ı evvelde olanlara karşı şu ölçüde sevgi.. ikinci safta bulunanlara şu ölçüde sevgi.. üçüncü safta bulunanlara şu ölçüde sevgi.. gelmiş tâ arkalarda durmuş, revaklarda durmuş, onlara da o ölçüde sevgi… Herkese karşı sevgi ama birilerine karşı hakiki manada sevgi, diğerlerine karşı mecazî manada sevgi.. fakat herkesle mutlaka bir alaka, bir irtibat.

İnsanın imandan nasibi, mahlûkata muhabbeti ve şefkati ölçüsündedir. İman ile şefkat mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır) denebilir. Kin ve nefret insanının, ehl-i imandan nefret eden insanın, imandan nasibi o kadardır. Böylelerine ehl-i iman nazarıyla bakıyorsak şayet, حُسْنُ الظَّنِّ مِنْ حُسْنِ الْعِبَادَةِ “Hüsnüzan, hüsn-i ibadettendir!” fehvasınca bakıyoruzdur. Dolayısıyla bu mevzuda çok defa yanılabiliriz.

Belki Hazreti Pîr’in verdiği ölçüler içinde hareket edilirse, o yanılmayı da aza indirmiş olabiliriz: “Hüsnüzan, adem-i itimâd!” “Tedbir” mülahaza dairesini açık bırakmak, hançerleyecek insana, “Hançerlesin!” diye sırtını dönmemek; tedbirli, temkinli olmak. Tasavvufun -bir yönüyle- ilk basamağı sayılan da “teyakkuz” dairesi içinde hareket etmektir. “Tefe’ul” kipiyle ifade edildiğinden dolayı, daha bir uyanık, daha bir uyanık, daha bir uyanık, daha bir uyanık olmak.. mürgülemeye meydan vermeden, esnemeye meydan vermeden, kendini çimdikleyerek hep uyanık kalmak… “Ne ile?” Marifet ile, bir yönüyle “irfan” ile, delâili tetkik ile, müzakere ile, mütalaa ile kendini çimdiklemek suretiyle sürekli uyanıklığı zirvede götürmek.. hep, gözleri açık olmak.. hadis ifadesiyle, “uyûn-u sâhire”den olmak.. cephelerde uyûn-u sâhire; sınır boylarında, sızmalara karşı titiz bir şekilde ve uyanık bir vaziyette pürdikkat nöbet bekleyen er oğlu erler. Bunlar, sürekli ibadet ü tâatte bulunuyor gibi sevap kazanırlar.

Evet, “iman” çok önemli bir mevzudur. Mesele, o esas üzerine, o sağlam zemin üzerine bina edilince, Allah’ın izni ve inayetiyle “iman-ı billah”tan sonra “marifetullah”, sonra “muhabbetullah”, sonra kendi kendine terettüp eden “zevk-i ruhânî” gelir. İnsan öyle bir zevk duyar ki, artık yeme-içme, yemeden içmeden ve cismanî zevklerden lezzet alma, onun yanında “deryada damla” kalır. Ha bunun ötesinde ayrı bir şey var, “aşk u iştiyâk-ı likâullah”; o, büyüklerin şe’ni… Fakat falanın-filanın şe’ni diye -estağfirullah, onlara falan-filan denmez- o büyük zevatın şe’ni diye, “Biz onu bırakalım; o, onların olsun!” da denmemeli. Hayır, bence, himmet, âlî olmalı; insan, himmetini âlî tutmalı. Onun için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki öbür âlem için, “Cenâb-ı Hak’tan istediğiniz zaman, Firdevs’i isteyin! Çünkü o, cennetin zirvesi.” Kim bilir, belki çok farklı şekilde her zaman Cemâl-i bâ Kemâlini (celle celâluhu) temâşa, “Cuma yamaçları” dediğimiz Firdevs’teki o yamaçlardan yapılıyor! Bilemeyiz onu. Belki “Râzıyım!” sesinin yankılandığı “Rıdvan tepesi” de yine oradadır; bilemeyiz onu. Onun için de “İsterken, Firdevs’i isteyin, dûn himmet olmayın!” buyurulmaktadır. Himmet, çok âlî tutulmalıdır.

İman-ı billah.. marifetullah.. muhabbetullah.. kendi kendine gelen, zevk-i ruhânî. Zevk-i ruhanî, kendi kendine terettüp eder. Böyle, yaptığımız şeyleri yapıyoruz; ille de bunu “Zevk-i ruhânîyi peyleyelim!” diye yaparsanız, bence çok küçük şeylere talip olmuş olursunuz. İlle de bir şey talep edecekseniz, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” diyeceksiniz. Bütün himmetinizi onları elde etme istikametinde kullanacaksınız.

Geriye dönelim: “İman” ile “muhabbet”, tev’em (ikiz) gibidir; bazen birbirini iltizam eder onlar; bazen de kozalite mülahazasıyla, sebep-sonuç mülahazası içinde ele alınabilir.

   Can hulkuma gelinceye kadar hizmete, kitap elden düşeceği âna dek okumaya/okutmaya devam etmeli!..

İstidradî olarak, bir şey arz edeyim size: Bildiğiniz gibi, yirmi kadar hastalığım var ama yine de derslere/sohbetlere çıkmak için kendimi zorluyorum. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başta olmak üzere, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali efendilerimiz, son anlarına kadar yapmaları gerekli olan şeyi yapmaktan dûr olmamışlar.

Yakın tarih itibarıyla, daha önce dar dairedeki/halkadaki arkadaşlara, beraber hadis-tefsir mütalaa ettiğimiz arkadaşlara arz ettiğim bir hususu arz edeceğim: Ben şahsen kendisini görmedim, son dönemin önemli allamelerinden Hüsrev Efendi (M. Hüsrev Aydınlar, 1884-1953) vardı. Aslen Arnavut, Mehmet Akif gibi; İstanbul’da büyük âlim idi. Öyle ki, Ömer Nasuhi Hoca’yı, biliyorsunuz; “Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu” münasebetiyle, bizim epey okuyan bir arkadaşımız, “Onun (Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın) bu eseri -veya “âsârı”, çok mücelledat olduğu için, âsâr-ı bergüzidesi- onun müceddid olduğuna delalet eder!” diyor. Benim hemşehrim Ömer Nasuhi Hoca, Erzurum Ova’dan. Hüsrev Hoca, ona diyor: “Sus, sus be câhil! Sen sadece kitaplara bakarsın; hani bir kısım kariyer yapan insanlar gibi, oradan alır, oradan alır, oradan alır, fişlersin, işlersin, kitap meydana getirirsin. İlim, o değildir!” Hazreti Gazzâlî’ye ait sözde olduğu gibi, “Tuttuğun not defterindeki ilme, ilim denmez!” İlim, kafanın nöronlarına işlemiş olmalı. İşte İhyâ’yı okuyoruz şimdi, görüyorsunuz. Adam şıp-şak, nerede hangi hadisi söyleyecek, hangi kelâm-ı kibârı söyleyecek, meseleleri nasıl analiz edecek, hemen ortaya koyuyor.

O da (Hüsrev Efendi de) böyle bir zat. Talebelerine ders verme mevzuunda dakika fevt etmiyor. Yaşını bilmiyorum. Mahmut Bayram Hoca da onun talebelerinden birisi.. İstanbul’un meşhur vaizlerinden, Fatih’in de imamı -onu görmekle de Cenâb-ı Hakk şereflendirdi Fakir’i- Salih efendi de onun talebelerinden birisi.. Diyanet İşleri Başkan yardımcılığı yapan, benim derinden saygı duyduğum, yirmi Diyanet İşleri Başkanı kadar hizmet eden Yaşar Tunagür Hoca da -Makamı cennet olsun!- onun talebelerinden birisi…

Hüsrev Hoca, derslerinde hiç kusur etmiyor. Aklımda kaldığına göre, özellikle Taftazani’nin “Tavzîh”ini okutuyor, ondan otuz defa icazet veriyor; otuz defa “Tavzîh”i okuyor/okutuyor. O da erbabınca mâlum bir eserdir; mâlum, usûl ile alakalı. Sürekli ders takrir ediyor. Gün geliyor, yatağa düşüyor. Bu defa o yatakta, talebeler yine halka oluyor, o da kitabı elinde tutuyor böyle. Fakat bazen eli kitabı taşıyamıyor, kitap elinden düşüyor ve Hoca hıçkıra hıçkıra ağlıyor, “Yâ Rabbi, artık kitabı taşıyamıyorum ben!” diyor. Ama bu haliyle yine diyeceği şeyleri demeye çalışıyor.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), ayakta duracak halde olmadığı dönemde, Seyyidinâ Hazreti Ebu Bekir’in arkasında namaza durduğu gibi, yapabileceği şeyi, insan, cân hulkuma geleceği âna kadar arızasız yapmalı. Yirmi tane rahatsızlığım var; buna rağmen, üzerime terettüp eden vazifeyi yapmazsam, Efendim’e muhalefet etmiş olurum. Ve öyle büyük zatlara muhalefet etmiş olurum.

   Allah’ım bu ne iman, bu ne teslimiyet ve bu ne vazife aşkı!..

Ve bir gün gerçekten Hüsrev Efendi’nin elinden kitap düşüyor, Hazret ruhunun ufkuna yürüyor. Makamı cennet olsun; Allah, onu “Nûr-i Hâlid” (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber haşr u neşr eylesin!..

Bir taraftan, öğretme vazifesini yapma mevzuunda bu kadar işin delisi; öğretme, insanlara bir şeyler anlatma. Bir diğer taraftan da öyle engin bir teslimiyeti var ki!.. O meseleyi elli sene evvel dinledim, belki elli beş sene evvel dinledim sahibinden; o zatı bizzat görmedim, çevresinden dinlediğim şey ama aklım almıyor hâlâ.

Yaşar Tunagür Hoca diyor ki: Hocamız Hüsrev Efendi’nin evine yine derse gidiyorduk, evinde ders takrir ediyordu. Bir gün kapıyı çaldık; içeriye girerken, baktık kapının önünde altında ateşler yanan kazanda su kaynıyor. Bir de tabut ve teneşir var orada. İçeriye girdik; Hoca, her günkü gibi, dersi bize takrir etti. Bir şey demedik. Ayrılırken “Hocam, bu ne haldir?!” deyince, “Yok bir şey! Benim üniversiteye giden bir kızım vardı ya, dün vefat etti; su, onun için kaynıyor; tabut-teneşir de onun için geldi!”

Bu kadar, yaptığı vazifenin âşığı olması!.. Bu kadar, insanları mârifete yönlendirme mevzuunda hâhişkâr olması!.. İşinin delisi olması, bu kadar!.. Onlar, böyle yapınca… Siz, küçük çapta bile olsa, Kıtmîr’in dediklerine bir değer atfediyorsanız, size saygımın gereği olarak, benim de çıkıp sizinle musâhabede bulunmam bir vecibe gibi geliyor bana.

Belki bir gün burada, ama bugün, ama yarın… Hiç aklımdan çıkmayan bir hissimi söyleyeyim: Size bir şey söylerken hemen yüzü koyu yere yıkıldığımı duyar/görür gibi oluyorum. Ve bunu biraz da istiyorum: “Başımı secdeye koyduğum zaman; bana verdiğin şeyi al! Sana en yakın olduğum zaman al, Allah’ım!” Hep aklımdan geçiyor. Bu hissimi size açmamıştım, ilk defa açıyorum. Başımı yere koyduğum zaman.. ve bir gün burada bir şeyler derken, bir şeyler ederken…

Ama ne kadar işe yarıyor onlar, ne ifade ediyor? Ee ne yapalım, Kıtmîr de ancak o kadar şey yapabilir! Onu, bir Kıtmîr’den beklediğinizi bekliyor gibi bekleyin! Kıtmîr, Ashâb-ı Kehf’in kıtmîri gibi kıtmîr…

Kendime doğru dürüst bir insan nazarıyla bakmadım. Başkaları sağda-solda, “Şu şöyle dedi, bu böyle dedi!..” diyorlar. “Mâsum!” dedi, “Masûn!” dedi, filan… Ben, Esved İbn Yezîd en-Nehâî’nin korktuğu gibi korkuyorum; hafizanallah, Bel’am İbn Bâûra gibi baş aşağı gitmekten korkuyorum. Her gün yatağa girerken, “Allah’ım, beni kâfir olarak öldürme!” diyorum. Neler diyorum neler, orada!.. Uykum geleceği âna kadar, bir sürü yalvarıp yakarıyorum. Yalvarıp yakarma içinde gözlerimi yummuş oluyorum. “Allah’ım! Beni kafir olarak öldürme!..” Ödüm kopuyor, kâfir olarak ölmekten. Esved İbn Yezîd en-Nehâî de öyle endişe duyuyordu…

   Yuf olsun kendini günahsız gibi gören zavallılara, zulmederken bile vazife yaptığını sananlara!..

On defa dinlemişsinizdir, Âişe validemiz, bir saat ayakta duruyor; وَبَدَا لَهُمْ مِنَ اللَّهِ مَا لَمْ يَكُونُوا يَحْتَسِبُونَ * وَبَدَا لَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ “…Allah tarafından önlerine hiç de hesaba katmadıkları öyle şeyler konur ki! Bizzat işleyip kayıtlarına geçen kötülükler, (kazandıkları günahlar) önlerine dökülür ve alay edegeldikleri gerçekler kendilerini her taraftan sarıverir.” (Zümer, 39/47-48) ayetlerini sürekli tekrar buyurup duruyor, vird-i zebân etmiş, tekrar edip duruyor. Ben desem, ona “mırıldanma” diyebilirsiniz ama kadınların sultanı, sultanların sultanı anam (radıyallâhu anhâ) olunca, orada “Vird-i zebân etmiş duruyor!” denir. O, on dört-on beş yaşında, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sağanak sağanak vahiy yağan hânesine geliyor. Rüyasında bile günah görmüyor. Neye ağlıyor anam, ben bilemiyorum!.. O ağlıyorsa, bize “ağlama” değil, “heyecandan kalbin durması” düşer.

Yuf olsun kendini günahsız gibi gören zavallılara, zulüm yaparken vazife yaptığını zannedenlere!.. Bir manada bin dört yüz seneden beri yapılan şeyleri, bir manada da bir asırdan beri yapılan şeyleri yıkmayı vazife ve şiar edinerek, “Devletin parası deniz, yemeyen domuz!” mülahazasıyla etrafa paralar dökmek suretiyle, mâmûreleri/ümrânları yıkmak için elinden gelen her türlü şeytanlığı yapanlara yuf olsun!.. Allah, akıl ve fikir verecekse, yaşatsın, akıl ve fikir versin. Yoksa, insanlığı, Müslümanları, İslam dünyasını bu türlü eşrârın, bu türlü füccârın şerrinden muhafaza buyursun!..

Amma nasıl olsa gidecekler, herkes gibi. (Gönenli Mehmet Efendi’nin ifadesiyle) “Saatin zinciri bitince eylemez tık tık!” Zincir yok şimdi. “Zemberek boşalınca, eylemez tık tık!” Evet, bunu da geçtik; “Pil bitince, eylemez tık tık.” “Vakt-i merhûnu gelince, ruha derler: ‘Çık, çık!’ / Hakk’a kulluk eyle zira / Ahirette dinlemezler hınk mınk!”

Vesselâm.

Bamteli: HİZMET’İN ALTI ESASI

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Muhammed Bahâuddîn Nakşibendi hazretlerinin yolunda dört şeyi terk etmek lazımdır; bu esas, şu Farisî beyitle ifade edilmiştir: “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.”

   “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.

Bir: Terk-i dünya; dünyayı terk etmek. Fuzûlî’nin ifadesiyle, “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir.” Onun nazarında dünya ve mâfîhâ (içindekiler, hezâfiri, şatafatı, ihtişamı, göz kamaştırıcı yanları) o kadar değersiz ki, rahatlıkla “Boş ver!” diyebiliyor. Birincisi, dünyayı böyle terk etmektir.

Hazreti Pîr’in verdiği ölçü ile noktalayacak olursak: “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.” Umurunda değil. Bütün dünya kendisinin olsa, katiyen küstahlığa, şımarıklığa, zihnî/fikrî/ruhî zehirlenmeye düşmez; ha var, ha yok. Bütün dünya elinden gitse, Eyyûbvârî, yiğitçe, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى، ثُمَّ أَخَذَ der; “Hamdolsun âlemlerin Rabbi O Allah’a ki, bir zaman verdi, vermekle imtihan etti; bir de almakla imtihan etti; iki imtihan. Verdiğinde O’nu hamd u senâ ile taçlandırdım; inşaallah, nezd-i ulûhiyette hora geçmiştir. Aldığı zamanı da sabırla, dişimi sıkmakla taçlandırdım; inşaallah o da hora geçmiştir!” Eyyûbvârî ki, O’na Hazreti Pîr “sabır kahramanı” diyor.

Evet, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazım. İnsan, kalbini, ruhunu, hissini, ihsaslarını ve ihtisaslarını dünyaya bağlarsa, -hafizanallah- o uğurda yapmayacağı canavarlık, şirretlik, fezâat ve şenâat yoktur; asar, keser, öldürür. “Eder münkirâne ta’ne-i şimşir-i hûn efşân / Döker kan, yakar can, onun derdi şöhret ü şan.” Evet, “Eder münkirâne ta’ne-i şimşir-i hûn efşân.” Kan döken mızrağını, saplar herkesin bağrına; kendi hesabına yakar bütün milletin canını. Döker kan, yakar can; onun derdi, hevâsı, hevesi, şöhret ü şân. Başka bir şey düşünmüyor; önüne halılar serilsin, geçtiği güzergâhta yolun sağı ve solu kendini alkışlayan humekâ ile kuşatılsın; efendim, “Allah seni başımızdan eksik etmesin!” seslerini marş gibi dinlesin ve öyle yürüsün… Öyle ister, derdi odur.

Dünyayı kalben terk edenler, bu türlü takdirleri, tebcilleri, tazimleri, sövme gibi kabul ederler. Hazreti Mesih’e ait bir söz, aynıyla değil de manasını söylüyorum: “Amelde ihlaslı olmak, övülmeyi sövülme gibi kabul etmeye bağlıdır.” Takdir ve alkışı, sövülme gibi kabul etmeye bağlıdır. Kendine karşı olan beğenileri ve takdirleri, kendi ruh dünyasında rahatsızlık sebebi saymaktır. İşte çağın önemli, mümtaz simasının sözü: “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum!”

Evet, böyle bir terk-i dünya. Fakat çok zor olduğundan dolayı, bu enâniyet asrında, bencillik ve egoizm çağında, böylesine kalben, hissen, fikren, ruhen dünyaya sırtını dönmek çok zor olduğundan ve “Olsa da olur, olmasa da olur! Bir dikili taşım olmuş, ne ifade eder, olmamış ne ifade eder?!.” mülahazası, her babayiğidin kârı olmadığından dolayı, Hazreti Pîr onu değiştiriyor, mâlum.

   Bir gönülde iki sevda olmaz!..

İki: Terk-i ukbâ; yaptığı ibadet u tâati cennet, havuzlar, kevserler, akan ırmaklar gibi uhrevî mükâfata bağlı yapmayı da gönülden terk etmek. Terk edilecek şeyleri terk etmezseniz şayet, elde etmek istediğiniz şeyleri elde edemezsiniz; tutmak istediğiniz şeyleri tutamaz ve tutunmak istediğiniz şeylere tutunamazsınız. Terk-i dünya ve terk-i ukbâ… Nedir esas hedef?!. اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق İhlas, Allah rızası, hâlis aşk u iştiyak.

Menkıbe… İbrahim Ethem hazretleri, tacını-tahtını terk etmiş. Efendim, tâçdâr, çullu sultan, çullara bürünmüş. Mücâvir olmuş; Kâbe’yi tavaf etmekle, esasen, orada doygunluk peşinde koşuyor, itminan peşinde koşuyor. O sene nasılsa, evlâdı da hacca gelmiş. Aradan kaç sene geçmişse, hâlâ unutmamış çehresini. Evlâdını görünce, evlâdı ona koşuyor, sarılıyor. (Menkıbe… Olmuş da olabilir, olmamış da olabilir. Fakat ifade ettiği mana önemlidir. Menkıbelerin aslı değil, faslına bakmak lazım.) Çocuğunu bağrına basınca, az kalb kayması yaşıyor, “Evladım!” diye. O anda, kendi duyabileceği şekilde, kendisinin irtibatlı olduğu frekansla hemen bir sinyal alıyor: “Ey İbrahim! Bir kalbde iki sultan olmaz!..” Hemen, “Allahım! Sen’in muhabbetinin yanında kalbime oturanı al!..” diyor. Oğlu, metâfta, dizlerinin dibine yığılıyor. Böyle bir terk-i ukbâ…

Terk-i dünya, terk-i ukbâ ve üçüncüsü; “terk-i hestî”: Terk-i hestî”, kendini terk etmek, kendi ile çok meşgul olmamak. Dünya adına belalar ve musibetler sağanak sağanak başından aşağıya yağdığı zaman, sadece çevresine bakacak, “Acaba bir başkasının başına da bir dolu düştü mü?!.” diye bakınacak ve işte o zaman “Oofff!” diyecek kadar… Öyle bir terk-i hestî, kendini terk etmek. Kendi evini yangın almış, cayır cayır yanıyor; bir insan olarak orada bir ihtizaz sergileyebilir. “Ben usanmam gözümün nuru cefadan, amma / Ne kadar olsa, cefadan usanır, candır bu!..” (Keçecizade İzzet Molla) Evinin yandığını gören, eşyasının yandığını gören bir insanın, hafif bir sarsıntı geçirmesi, gayet normaldir. Amma, öyle değil!.. O yangını, “Yangın/ateş, nereye düşerse düşsün, beni yakar!” mülahazasıyla karşılamak fazilettir; bunun, mesleğinizde de bir esas olması lazımdır. “Ateş, düştüğü yeri yakar!” düşüncesi, bencilce bir mülahazadır. “Ateş, nereye düşerse düşsün, beni yakar!” Falanın evine, filanın devletine, falanın saltanatına… Hepsi benim bağrıma düşmüş gibi beni yakar. Öylesine kendinden sıyrılma!.. Öylesine “başka”laşma, umumileşme!.. Öylesine umumun canı olma, umumun sinir sistemi olma!.. Kime dokunulursa, âdeta kendi sinir sistemine dokunulmuş gibi, içine kan damlayacak şekilde, bir “terk-i hestî”.

Üç tane büyük terk; dünya, ukbâ ve kendini terk. Sonra da “terk-i terk”: “Terki terk”, bütün bu terkleri de terk etme, unutma onları. Ona gelip diyorlar ki; “Yahu dünya senin umurunda değil!” “Farkında değilim, onu umurumda zannediyorum.” “Yahu, sen hiç, اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ falan demiyorsun; hep diyorsun ki, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق وَمَعِيَّتَكَ، وَمَعِيَّةَ رَسُولِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı ve maiyetini, Rasûl-i Ekrem’inle beraberliği istiyorum!..” Fakat öyle bir terk-i terk ki, o, “Allah Allah, öyle mi, siz öyle mi görüyorsunuz?!.” falan, diyecek kadar, kendinde değil; o kadar. Muhammed Bahâuddin Nakşibendi’nin yolu…

Kimlere kalmış bu yol, yolu yürüme… Hazreti Pîr’in nasıl ızdırap içinde olduğunu anlayabilirsiniz: “Ben nasıl bir yol bıraktım arkada? Kimlere kaldı o mübarek yol, güzergâh, şehrâh; şimdi kimlerin ümidine metruk?!.”

Evet, “terk-i terk”; öyle bir terk edecek ki, ona dünyayı, ukbâyı, aynı zamanda cennet arzusunu terk ettiğini hatırlattıkları zaman, hatırlamayacak onları. Öyle bir şey.

   Seyr u Sülûkte Bir Başka Çizgi ya da Çağa Uygun En Emin ve En Kestirme Yol

Fakat “dünya”nın bir numaralı değer durumuna geçtiği.. insanların, enaniyetleri tarafından kündeye getirildiği, el-enseye getirildiği.. egoizmanın hâkim olduğu “enâniyet asrı”nda bu “terk”lere muvaffak olmak çok zor. Allah dostları, “benlik ve enâniyet asrı” demişler. Böyle bir asırda, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretlerinin ortaya koyduğu o dört esas çerçevesinde -ki, ben icmalini arz ettim; tafsili, bir kitap muhtevasında- yaşamak çok zor olduğundan, Bediüzzaman hazretleri bugünün insanın zaaflarını bilerek.. dünyayı ukbâya tercih etme zaafını.. şahsına çok önem verme zaafını.. enâniyet zaafını (…) nazar-ı itibara alarak diyor ki: “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-i mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” Tetimmesi, hâşiyesi de “tefekkür” ve “şefkat”. “Benim yolumda da dört şeye sarılmak lazımdır.” Orada “terk”, burada “sarılmak. “Lâzım-âmed” diyor, “lazımdır” o.

1) Acz-i Mutlak: Kendini acz-i mutlak içinde görmek; sa’yine, cehdine, gayretine güvenmemek. Onun Kader Risalesi’nde (Yirmi altıncı Söz’de) iradeye tanıdığı tarif çerçevesinde, aczini müdrik insan, meyelânına, meyelândaki tasarrufuna terettüp eden ne kadar başarı ve muvaffakiyet varsa, onlar karşısında “Allah, Allah! Benim gibi âciz, sinik, bir termit… Nasıl bu kubbeler yapılıyor böyle? Demek ki onları yapan, O (celle celâluhu)!” falan diyor. Eviriyor, çeviriyor, “ene”nin boynunu kırıyor; “elif”iyle uğraşıyor, “nun”uyla uğraşıyor, ondan bir “Hüve” çıkarıyor, “Hû” diyor.

Evet, acz-i mutlak; “benim gibi bir âciz-i mutlak”, “Bizim gibi birer âciz-i mutlak”, “cemaat gibi âciz-i mutlak”. Allah (celle celâluhu) eğer yüz yetmiş, yüz seksen ülkede okul açma, “edille-i şer’iyye-i asliye”ye dair değerleri, “edille-i şer’iyye-i fer’iyye”ye dair değerleri bayraklaştırıp “Beğenirseniz, hani bunlardan alacağınız şeyler olabilir!” mülahazasıyla dünyanın dört bir yanına açılma imkânı vermişse, bu O’ndandır. Eskilerin ifadesiyle, “şedd-i rihâl” eden, ağlayan annesini-babasını arkada bırakan, eşini ağlayarak arkada bırakan, çocuklarını ağlayarak arkada bırakan ve bu yüksek mülahaza, bu gâye-i hayal ile dünyanın dört bir yanına açılan insanlara Cenâb-ı Hak büyük işler yaptırmış. O açılmaları Allah, devam ettirsin! Falanın filanın o mevzuda “hır hır”ına, “dır dır”ına bakmadan, “i’lâ-i kelimetullah” ve “i’lâ-i hakâik” yolunda yürümeye Cenâb-ı Hak muvaffak kılsın ve onda sâbit-kadem eylesin!..

Evet, Cenâb-ı Hak, “acz-i mutlak” içinde olan insanlara, böylesine kubbeler yapma, böylesine duygu ve düşünce dünyalarını, gâye-i hayallerini, mefkûrelerini bütün dünyaya duyurma imkânı verdi. Onlar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), gayb-bîn gözüyle görüp bildirmesine ve aynı zamanda bir gâye-i hayal olarak, bir mefkûre olarak, bir hedef olarak onlara göstermesine karşılık, “Evet yâ Rasûlallah! Senin dediğin gibi, nâm-ı celîlin, güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” mülahazasına bağlı kaldılar. Başka bir dertleri yok. O “fukara-i âcizûn”u bulundukları yerlerde araştırsanız, hiçbiri orada bir tane ev yapmamıştır; üç bin dolar ile de gitmemiştir. Siz, ey gâfil u nâdanlar! Gönderdiğiniz insanlara üç bin, dört bin, beş bin dolar vermeyince gönderemiyorsunuz. Fakat onlar, karın tokluğuna gitmişler oraya ve orada karın doyurmuşlar, başkalarının karınlarını doyurmuşlar.

Acze terettüp eden bu kadar eltâf-ı İlahiye… Onu görme ama kendinden değil, O’ndan (celle celâluhu) bilme; acz-i mutlak. Zannediyorum, yapılabilecek bir şey. Terk-i dünyanın yerine koyun bunu; dünya ve mâfîhâyı bütün terk etme yerine. Aczinizi ortaya koyarak, “meyelân”, “meyelândaki tasarruf” veya “tesâviyü’t-tarafeynden ibaret olan bir hususta sadece kader dengi değerlendirme” deyip birini tercih ediyorsunuz. Ve tercihinize -bakıyorsunuz ki- dünyalar terettüp ediyor. Bir damla alıyorsunuz, bir yere çalıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki, umman olmuş. Evet, böyle bir “acz”. Güzel değil mi böyle bir acz?!.

Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: Acz-i mutlak…” diyor. Neden? Çünkü “sonsuz” ve “sıfır” mülahazasına bakınca, eğer birisi acz-i mutlak içinde kendini görüyorsa, bir de Kadîr-i Mutlak’ın, Kâdir-i Mutlak’ın (celle celâluhu) varlığını görmüş/anlamış olur. “Kâdir-i Mutlak” (celle celâluhu) karşısında artık başka bir “kâdir” olmaz; orada bir “âciz-i mutlak” olur ki onun gücü, kuvveti, kudreti nisbîdir, izâfîdir; sadece hakkın muradı istikametinde meyelân ve meyelândaki tasarrufta bulunma gibi bir kader denk değerlendirmesinden ibarettir.

Âciz-i mutlak… İnsan kendini böyle görmeyince -hafizanallah- kazanma yolunda kaybeder. Şehrâhta yürürken, farkına varmadan birden bire kendini patikada bulur. Allah’ın yolunda yürüyorken, takılır yolda kalır. Dolayısıyla haddini bilmeli, kendine “Ben bir âciz-i mutlakım!” demeli, çünkü Kâdir-i Mutlak (celle celâluhu) bir tanedir.

   “Bir serçe bir kartalı / Salladı vurdu yere / Yalan değil gerçektir / Ben de gördüm tozunu!”

2) Fakr-ı Mutlak: Kendini mutlak fakir saymak. Değişik vesilelerle Kıtmîr ifade ediyor; onun dediğini, beyanını, üslubunu beğenmiyorsanız, siz, bu mülahazayı daha şık bir beyan ile ifade edebilirsiniz. Hakikaten Allah (celle celâluhu) “Ben’den olan şeyleri, Bana ait olan şeyleri şöyle kendi hayalinizde bir tarafa bırakın da ‘Ben, benim!’ diye kendi adınıza bir tekmil verin Bana!” dese, nasıl bir tekmil verirsiniz?!. İşin altına hemen bir “hiç” imzası atar mısınız, atmaz mısınız?!. “Fakr-ı mutlak”. Var eden, O (celle celâluhu). Canlı eden, O. İnsan eden, O. Hele mazhariyetiniz olarak, Müslüman eden, O. Müslüman muhitte yaratan, O. Hazreti Ruh-u seyyidi’l-enâma ümmet eden, O. O’nun yolunda hizmete muvaffak kılan, O. Sizi o yola irşad eden, O… Bunların hepsi, O’na aittir. O’na ait olan şeyleri bir kenara koyduğunuz zaman, siz, kendi adınıza tekmil verecekseniz, “sıfır” diyeceksiniz; “Ben, bir sıfırım!” Fakr-ı Mutlak; varlığın, izâfî bir varlık, nisbî bir varlık.

3) Şükr-i Mutlak: Ben, âcizim; elimden hiçbir şey gelmiyor. Öyle bir fakir, öyle bir dilenciyim ki, Allah’tan başka hangi kapının tokmağına dokunsam, yüzüme çarpılıyor. Böyle bir âciz ve fakirim; fakat görüldüğü gibi, O (celle celâluhu) beni, böyle sere serpe yerde de bırakmıyor. Şimdi mesele, böyle olunca, bu defa size/bize sadece şükretmek düşüyor. Hani, Yunus Emre’nin -Niyazî Mısrî tarafından da izah edilen ve “lügaz” denilen- bilmece gibi sözleriyle nazara verdiği husus vardır:

Çıktım erik dalına,

Anda yedim üzümü,

Bostan ıssı kakıyıp,

Der ne yersin kuzumu.

 

Kafdağı’ndan bir taşı

Şöyle attılar bana

Öylelik yola düştü

Böyle kaldı yazılı.

 

Bir küt ile güreştim,

Elsiz ayağım aldı,

Onu da basamadım

Göyendirdi yüzümü..

 

Bir serçe bir kartalı,

Salladı vurdu yere,

Yalan değil, gerçektir,

Ben de gördüm tozunu..

Küt (Bazı yerlerde kullanılır: Kötürüm) ile güreşiyorsun, elsiz ayağını alıyor; basamıyorsun, utandırıyor seni. Serçe, kartalı yere çalıyor; bir yudumluk bir şey ona göre; “Yalan değil, gerçektir, ben de gördüm tozunu.” Acz ü fakrı böyle görmek lazım.

Acz ü fakr, böyle olduğu halde, sağanak sağanak başınızdan aşağıya yağan nâmütenâhî niam-i İlahiye, eltâf-ı Sübhâniye karşısında, size oturup kalkıp hep şükretmek düşmez mi?!. وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Rabbiniz şöyle buyurmuştu: Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) Şükrederseniz, Ben de nimetini artırırım. Nankörlüğe girerseniz.. görmezlikten gelirseniz.. sağanak sağanak başınızdan aşağıya yağdırdığımı, kör kütük olduğunuz halde, kötürüm olduğunuz halde, âdeta Herkül’ler gibi size belli misyonlar eda ettirdiğimi görmezlikten gelirseniz, bu defa Benim azabım şedittir. وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki azabım pek şiddetlidir!” diyor. Dolayısıyla, şükür…

Hazreti Zeynülâbidîn’in ifadesiyle, Sana nasıl şükürde başa çıkarım ki?!. اَلشُّكْرُ لِلَّهِ veya اَلْحَمْدُ لِلَّهِ dediğim zaman, onu da nimetin karşısında dedirten Sen’sin; o da bir hamd ister. Ona da bir اَلْحَمْدُ لِلَّهِ demem lazım. İkinci kez bana dedirttiğinden dolayı, bana bir lütufta daha bulundun; yine اَلْحَمْدُ لِلَّهِ Öyleyse oturup kalkıp hep اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلشُّكْرُ لِلَّهِ، اَلْمِنَّةُ لِلَّهِ demem lazım. Şükür…

  Arkadaşlar, arkadaşlar / Şevk mezhebi yoldur bize / İmana doymuş yoldaşlar / Dikenler hep güldür bize!..”

4) Şevk-i Mutlak: Hazreti Pîr’in yolu. Ne kadar açık?!. Ne kadar net?!. Ne kadar kulun acz ve zaafına yakışır, numarası-drobu uyar bir şey?!. Ne kadar O’nun azametine muvafık bir gerçek, bir hakikat?!. “Allah, Allah! Ben bu kadar âciz, bu kadar fakir olduğum halde, böyle çağlayanlar gibi her şey; niam-ı İlahiye akıyor karşımda. Artık niye ye’se düşeceğim?!. Niye bu mevzuda inkisâr yaşayacağım ki?!. Şevk içinde hep götüreceğim bunu, götürmeye çalışacağım!.. -İşte biraz evvel ifade edildiği gibi- “meyelân”, “meyelândaki tasarruf”, “kader denk” deyip yürüyeceğim, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Madem damlayı derya yapıyor, zerreyi Güneş yapıyor O; o zaman, şevksizlik bende Allah’a karşı saygısızlık olur. Hep şevk içinde olmalıyım!..

Şu anda bile… Balyozlar başımıza inip-kalksa, zindan kapıları ardına kadar, kale kapıları gibi açılsa, insanın en önemli hukukunu ifade eden usûl-i hamse ayaklar altına alınsa da… Bazı usûliddin ve usûl-i fıkıh uleması, usûl-i hamseye bir de “hürriyet”i ilave ediyorlar. Hazreti Pîr de hürriyet üzerinde ısrarla duruyor: “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.” diyor. Öyleyse “usûl-i hamse” değil, bir de hürriyet, “usûl-i sitte”.

Evet, haklar elinizden alınacak.. insanî haklardan mahrum edileceksiniz.. hatta çok yerde Allah’a karşı yapmanız gerekli olan vazife-i ubudiyette zorlanacaksınız.. belki abdest alma imkanı bulamayacaksınız.. zikr u fikirde bulunduğunuz zaman, rahatsızlıklarını izhar edecek, engellemeye çalışacaklar…

12 Mart’ta (1971) biz hapishanedeyken, arka koğuşta, böyle şu kadarcık bir yeri namaz kılmak için ayırmıştık. Mahkûmların bir kısmını da bizden ayırmış, o koğuşa koymuşlardı. Dizlerimizi ahşap olan o yere vurunca, şikâyet ettiler hemen. Orada, hapishanede, -“tutuk evi” diyorlar- tutuk evinde subaylara şikâyet ettiler; “Dizlerini hızlı yere vuruyorlar, bir de cehrî namazlarda âşikâre okuyorlar; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ diyor, açıktan okuyorlar; biz, diğer koğuşta rahatsız oluyoruz!”

Bu türlü şeylere maruz kalsanız, her şeyiniz elinizden alınsa, yine de mutlak bir şevk içinde bulunmalısınız. Madem acz-i mutlaka, fakr-ı mutlaka öyle bir teveccüh var; bize düşen şey de şevk-i mutlak içinde o güzergâhta, O’na doğru gitmek ve katiyen ye’se düşmemektir. “Yeis, mani’-i her kemaldir.” (Tarihçe-i Hayat, s.59)

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olan ruhunu, vicdânını bağlar.”

“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana, eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana; sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?” (Ruhun şâd olsun, Âkif!..)

Katiyen ye’se düşmemeli, inkisâr yaşamamalı; acz u fakra o kadar eltâf-ı Sübhâniyede bulunan Allah’ın o eltâf-ı Sübhâniyesi karşısında, hiçbir şey yokmuş gibi davranmalı!.. Oraya girenlerin o etrafa tebessüm yağdırmalarına benzer şekilde… Tebessüm yağdırarak gidiyorlar zindana!.. Arkadan ellerine kelepçe vurmuşlar, sanki kaçacaklar gibi!.. Sırf hakaret olsun diye!.. Bir yönüyle onları aşağılamak için; bir yönüyle de onları tahrik etmeye matuf, “bir şey yapsınlar” diye!.. Fakat çok şükür, melek ruhu taşıyan o insanlar, “mülk”ten ve “milk”ten daha ziyade “melekût”a müteveccih olan o insanlar, gülerek mukabelede bulunuyorlar.

Çok iyi tanıdığım bir yaşlının -belki benden bir iki yaş daha büyük; düşünün, seksen yaşına ayak basmış birisinin- ellerine kelepçe vurmuşlar, Antalya’da. Bir de böyle fotoğrafını çekiyorlar. “Çek, çek!..” diyor onlara ve sonra bir şey ilave ediyor. Âdeta gittiği yere, çok ciddî bir memnuniyet hissiyle gidiyor gibi… Allah, sizi ebediyen pâyidar eylesin!.. İhtimal ki sizler, Amnofis döneminde olsaydınız, aynı şeyleri yapacaktınız. Seyyidinâ Hazreti Mûsâ’ya, “Sen gelmeden evvel de geldikten sonra da hep biz ezâ çekiyoruz!” demeyecektiniz. Onlar (Firavun’un işkencelerine maruz bulunan bazı İsrailoğulları, şikâyet dolu sızlanmayla) “Biz, sen gelmeden önce de işkenceye maruzduk, şimdi sen geldikten sonra da maruzuz.” (A’raf, 7/129) demişlerdi. Siz onların dedikleri gibi demeyecektiniz; “Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, peygamberlerin yolunda, peygamberlerin başına gelenler, başımıza geliyor.” diyecektiniz.

Evet, antrparantez bir şey arz edeyim: Dünya çapında, aklı başında ulemâ-i benâmdan büyük bazı kimseler -isim vermeyeceğim- meseleye bu zaviyeden yaklaştılar. Ezher’deki büyüklerden.. Fas’taki büyüklerden.. Afrika’daki başka büyüklerden bazıları dediler ki: “Hizmet, böyle devasa adımlarla inkişaf ederken, ‘Yahu bir istidraç olmasın bu mesele?!. Çünkü bunun onda biri kadar bir hizmet yapanlar, on katı cezaya maruz kaldılar, on katı balyozlandılar, on katı insanca yaşama hak ve hürriyetinden mahrum edildiler. Bunlara bir şey olmadığına göre, başlarına bir şey gelmediğine göre, acaba işin içinde bir bit yeniği mi var?!.’ diye düşünüyorduk. Vaktaki başınıza zâlimlerin eliyle bu türlü musibetler gelmeye başladı, o zaman doğru yolda yürüdüğünüzü anladık!..”

Nitekim أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta enbiyaya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” buyuruyor Hazreti Ruh-u seyyidi’l-enâm. Başına hiçbir şey gelmeden zirveyi tutan haksızlar, nâdanlar, esasen onlar, hallerinden utansınlar. Siz, bu türlü şeylere maruz kaldığınızdan dolayı, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى أَحْوَالِ أَهْلِ الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِHamd olsun Allah’a; ehl-i dalalet ve ehl-i küfrün ahvâli dışında, O’nun verdiği her şeye hamd olsun!..” mülahazasıyla, “Gelse celâlinden cefa / Yahut cemâlinden vefa / İkisi de câna sefa / Lütfu da hoş, kahrı da hoş.” deyip yürüyün O’nun yolunda!.. Şevkinizde bir inkisâr yaşamayın!.. Şevk kırılmasına maruz kalmayın acz-i mutlaka, fakr-ı mutlaka terettüp eden şeyler karşısında.

İşte, Cenâb-ı Hak, böyle bir şevk vermişse, şahlanmış bir küheylan gibi mahmuzlanmadan bile sen son sürat, kalbin durasıya koşuyorsan şayet, onu veren de O (celle celâluhu). O zaman da sen, hep şükredip duracaksın: اَلشُّكْرُ لِلَّهِ، اَلشُّكْرُ لِلَّهِ، اَلشُّكْرُ لِلَّهِ Sana gelip ulaşan nimetlerden dolayı, mukabelede bulunmanın adı: اَلشُّكْرُ لِلَّهِ Nimet, sana gelsin gelmesin, ulaşsın-ulaşmasın, sana o nimetlerin gelebileceği bir makamdan gelen şeyler karşısında; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، اَلْمِنَّةُ لِلَّهِ diyorsun. Bu iki şeyi, birbirinden tefrik etmek lazım; “Fedâil ve fevâdil” deniyor. Evet, bu da şükr-i mutlaka dâhil. Cenâb-ı Hak, şükr-i mutlakta bizi sâbit-kadem eylesin!..

5) Tefekkür: Amma, baştan buraya kadar ifade edilen bu hakikatleri anlamak için, bir şeye ihtiyaç vardır: “Tefekkür”, “tedebbür”, “tezekkür”, “teemmül”. Nüanslarıyla, hepsinin farklı tarifi var. İllet-malûl arasında, kozalite mülahazasıyla, münasebet kurarak meseleleri ele alıp tahlil ve analiz etme, öyle terkiplere ve tahlillere gitme. O tefekkürü kullananlar, ancak onlar, aczdeki o enginliği, fakrdaki o enginliği, şevkteki o enginliği, şükürdeki o enginliği duyabilirler. Onun için haşiye olarak da düşüyor; “tefekkür” diyor, “tedebbür”, “tezekkür”, “teemmül”. Mebdeden müntehaya mahrûtî nazarla -yalın Türkçe ile “bütüncül bir bakışla”- meseleye baktığınız zaman bahsi geçen hakikatleri anlayabileceksiniz. Sebep ile o sebebe terettüp edebilecek ve “Şu da olur, şu da olur, şu da olur, şu da olur!” denebilecek on tane ihtimali, hatta bir sebebin tevlîd edeceği bütün ihtimalleri mahrutî bir nazar (bütüncül bir bakış) ile görmek suretiyle, esasen o dört tane esasın nasıl elmas, zebercet, zümrüt olduğunu ve mâverâdan gelip لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ kenzi ile irtibatlı bulunduğunu o zaman anlayacaksınız. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu, sallallâhu aleyhi ve sellem.

6) Şefkat: Ve insanların hoyratlaştığı, kin ve nefretle oturup kalktığı bir dönemde, peygamber üslubunu esas olarak ele alan bir şefkat. Zira Firavun gibi, kendisine ters bakan insanları bile berdâr eden, doğan erkek çocukları, ihtimal dahilinde “Başıma dert olur!” diye öldüren,.. Hani nasıl birileri bazı yerlerde, “İhtimal dahilinde; bunlar benim gibi milimi milimine düşünmediğine göre, bir seçim olursa şayet, başkasına oy verirler!.. Halk içinde kalırlarsa, bunlar başkalarına fikir verirler!.. Bunları rahat bırakırsanız, elleriyle ayaklarıyla boş durmaz, yine okul açarlar, yine ev açarlar, yine şunu yaparlar, yine bunu yaparlar!..” düşüncesiyle hareket ediyorlar. Paranoya yaşandığından dolayı, dünyanın değişik yerlerinde… Bütün Tiranizm sistemlerinde, öyle çok uzak ihtimallere hükümler bina edilmek suretiyle elli türlü, müzâaf der müzâaf zulümler, i’tisaflar irtikâp edilir/ediliyor, hafizanallah.

Evet, Firavun Amnofis öyle birisi. Böyle, bu türlü mezâlimi irtikâp ediyor. Şimdi böyle birisine Allah (celle celâluhu), vazifeli elçisini gönderiyor. Ulû’l-azim peygamber, Hazreti Musa gibi bir insan… Beş tane sayılmış, onların içinde; yüz yirmi dört bin peygamber içinde, üç yüz on üç veya altı yüz yirmi altı mürsel arasında, seçtiği beş tane insan var, önemli: Nuh, neciyyullah; İbrahim, halîlullah; Musa, kelîmullah; İsa, ruhullah; Muhammed, rasûlullah, habîbullah, halîlullah. Sallallâhu aleyhi ve aleyhim ecmaîn.

Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’yı Firavun’a gönderirken, üslup olarak diyor ki, اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى “Firavun’a gidin, çünkü o gerçekten çok azgınlaştı. Ama ona tatlı, yumuşak bir şekilde hitap edin. Olur ki öğüt dinler ve aklını başına alır veya hiç olmazsa kalbinde bir hareketlenme olur da biraz kendine gelir.” (Tâhâ, 20/43-44) Ey Musa ve Harun! Firavun’a gidin, kavl-i leyyin ile konuşun! Yüreklerinizde kin ve nefreti aksettiren bir şey olmasın! Kalblerinizde öyle bir şey olursa, farkına varmadan o, beyanınıza akseder, bakışınıza akseder. Paranoyaklar, sizin göz irislerinizde bile, onlar için ne düşündüğünüzü okurlar, firasetleri çok yüksektir onların! Yüz işmizâzlarınızda, onlar hakkındaki mütalaalarınızı okurlar. Onun için kalben yumuşaklık, tavren yumuşaklık, beyânen yumuşaklık: فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا Niye? Tereccî… Bakın, “leyte” değil, “tereccî” edatı “lealle” ile ifade ediliyor; bu, “ümit edilir, olabilir” manasına geliyor. لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى İhtimal ki o da tezekkür eder, bir şeyler hatırlar ve sonra haşyet atmosferi içine girer, Allah’a karşı saygı duyar.

Hâl-i leyyin, kavl-i leyyin, kalb-i leyyin, lisân-ı leyyin, beyân-ı leyyin, tavr-ı leyyin… Birini yumuşatmak istiyorsanız şayet, yumuşatmanın yolu, bundan geçer. O da bir yönüyle “şefkatin dışa vuruşu demektir. Şefkat ile hareket edeceksiniz.

Bir insanın imandan nasibi, şefkati ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır)!.. İnsan, karıncaya şefkat ediyorsa, arıya şefkat ediyorsa, haydi haydi insana şefkat edecektir. İnsana şefkat etmiyorsa, yuvaya şefkat etmiyorsa, kadına şefkat etmiyorsa, (ihtimallere binaen), herkesin başında bir Amnofis gibi bela olup yağıyorsa şayet, o insanın imandan nasibi de o kadardır.

Cenâb-ı Hak, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatine bağlı, sâbit-kadem eylesin! Bizi, istikametten ayırmasın! Sizi, yolunuzdan döndürmesin! Şehrâh-ı Muhammedî’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) sâbit-kadem eylesin!..

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ * يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ * يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ

(“Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi İslamiyet’te sabit kıl!.. Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!..)

وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ، وَعَلَى آلِهِمْ وَأَوْلاَدِهِمْ وَأَوْزَاجِهِمْ وَأَصْحَابِهِمْ أَجْمَعِينَ، وَعَلَى الْمَلاَئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ، بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ، وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ * آمِينَ، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

513. Nağme: Terör Örgütü Safsatası

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

 Şeytan sürekli şüphe, tereddüt, vesvese ve mefsedet okları yağdırır.

*İnsanda, ilhamı ve vahyi alabilecek, duyabilecek, “mehbit-i ilham-ı ilâhî”ye mukabil, bir de şeytandan gelen şeyleri alabilecek “lümme-i şeytaniye” vardır. Bunlardan birincisi, din-i mübin-i İslâm’ın ruhuna uygun, insana ışık tutucu mahiyette ilhamlar, sünûhat, tulûat ve bütün bunların üstünde vahiy ve vahyin çeşitleri; diğeri ise insanı baştan çıkaracak, onun hayatını katıp karıştıracak şeytan vesveseleridir. Kötü duygu, düşünce ve niyetler, lümme-i şeytaniyede, şeytanın müdahalesinin ve nefsi işlettirmesinin neticesinde meydana gelir.

*Diğer bir ifadeyle; “lümme-i şeytaniye”, şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip nişan aldığı mü’minin kalb merkezinde önemli bir noktadır… Evet, insan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanı başında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır. Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması gibidir.

*İnsî-cinnî şeytanların ağlarına düşmek, gereken tedbirleri almamaktan ve onların tuzaklarına karşı açık bulunmaktan kaynaklanır. Racîm olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak kale kapılarını kapalı tutmak demektir. Her zaman temkinli ve muhasebe yörüngeli yaşamakla beraber, istiğfar ve istiâze duaları gibi niyazlarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak şeytanî ağlara takılmamanın ilk şartıdır.

 Kur’an, Firavun ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilere dikkat çeker.

*Firavun, zulüm, baskı, zorbalık ve despotizmin simgesidir. Firavun, mutlak hâkimiyet iddiasındadır. Bu mutlak hâkimiyeti tek insanın devam ettirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla da, Kur’an, Firavun ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilere dikkat çeker. “Mele”, Firavun’un etrafındaki alkışçılar ve onlarla çıkar ilişkilerine girmiş kimselerden müteşekkil bir topluluktur.

*Kur’an-ı Kerim “O, halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhruf, 43/54) buyuruyor. Firavun, mele’ini, etrafında olan insanlarını, yani kabinesini hafife aldı, “Ben ne dersem, o! Mahiyeti değişmiştir düzenin, her şey bende başlıyor, bende bitiyor. Meselenin güftesi benim, bestesi de benim, o bestedeki nağmenin hepsi benim.” dedi.

*O böyle “ene, ene – ben, ben” dediği zaman, onlar da “Neam, ente, ente!.. – Evet, sen, sen!..” derler; gözünün içine bakar, değişik ima ve işaretlerini değerlendirir; “Öyledir efendim!” sözlerini tekrar eder dururlar. Bir arkadaşımızın ifadesiyle, insanları mahveden hep bu densiz mabeyn-i hümayun erkânı olmuştur. Öyle ki, Firavun, o mele’ine her meseleyi kabul ettirir; mesela “terör” dedirtir, “paralel” dedirtir; ne demekse?!.

 Gelin bu duaya hep beraber “âmin” diyelim!..

*Hakk’a adanmış ruhlar, yüce mefkurelerini bütün dünyaya duyurmak, mübarek bayrağımızı dört bir yanda dalgalandırmak, İstiklal Marşımızı her yerde dillendirmek için dört bir yana açılacaklar.. aynı zamanda terörle alakası olmayan gerçek Müslümanlığın ne demek olduğunu, Ruh-u seyyidi’l-enâm’dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) fışkıran Müslümanlığın ne demek olduğunu, Raşit Halifeler’le çevresi surlar içine alınan, pekiştirilen Müslümanlığın ne demek olduğunu dünya insanlığına duyurmak için hizmet edecekler… Ve sonra siz kalkıp diyeceksiniz ki: Bunlar var ya!.. Hiç inanmayın! Yirmi senedir dünya bunları tanıyamadı. Nabızlarını tuttular, hekimler gibi kalblerini dinlediler, ritimde bir bozukluk yok, fakat bilemezsiniz, bunların ritimlerinin ne zaman bozuk atacağını bilemezsiniz! Dolayısıyla gelin bunlar için bir ferman çıkaralım ve diyelim ki: “Bunlar alçakların, densizlerin, aşağıların ta kendileridir, atın şuna bir imza!” Sonra ben bunu mele’me gönderdiğim ve onlar da imzaladıkları zaman bunlar “paralel” olacaklar, “terör örgütü” olacaklar!..

*Âmin diyor musunuz?!. Şayet biraz evvel saydığım vazifeleri yapan arkadaşlar terör örgütüyse.. eğer bu güzel işleri yapan ve bütün dünyada takdirle karşılaşan insanlarda zerre kadar terör düşüncesi, zerre kadar paralel olma düşüncesi varsa -onların bir kıtmiri olarak kendimi de katıyorum- Allah hepimizi yerin dibine batırsın. Âmin… Yok bu denen şeyler doğru değilse, ey yüce Allahım, Sen şahitsin!.. Dediklerini demiyorum, hakkımızda dediğimizi de demiyorum; bütün bunları Sana havale ediyoruz. Senin Âdil olduğuna inanıyoruz, zalimlere fırsat vermeyeceğine inanıyoruz. Bu şerirlerin, bu zalimlerin, bu hainlerin yeryüzüne yayılmış bu hizmeti engellemelerine fırsat verme! El uzatırlarsa, kollarını kır; adım atarlarsa, ayaklarını kır; bu mevzuda kafalarından bir şey çıkarsa, boyunlarını kopar!.. Nam-ı Celil-i Muhammedî’nin dört bir yanda dalgalanmasının engellenmesine fırsat verme Allahım!..

 “Yuh sana, her şeyi yapabilirsin artık; çünkü sen o kadar karaktersiz birisin!..”

*Bu kadar demek hakkımızdır bizim. Bu kadar onları Allah’a havale etmek de hakkımızdır. Bin tane mi, iki bin tane mi iftirada bulundular ve selim vicdanlar tarafından bunların hepsinin altına “Yalan!..” diye imza atıldı; “İftira!..” “Tezvir!..” “İdlal!..” “İğvâ!..” diye altına imza atıldı. Fakat hayâ hissini yitirmiş ve kendini edepsizlik çağlayanına salmış kimseler kötülükten vazgeçmiyorlar.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, hayâ âbidesi (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” buyurur. Hayâ hissini yitirmişsen ne halt karıştırırsan karıştır. “Karıştır” demek değildir bu. Bu türlü emirler tevbîh (kınama, azarlama) içindir; yani, “Yuh sana, her şeyi yapabilirsin artık; çünkü sen o kadar karaktersiz birisin!” demektir.

 Bir karıncaya basmamış insanlara “terör örgütü” demek eşi emsali görülmemiş bir alçaklıktır!..

*Evet, insan hayâ hissini yitirmişse, kendini edepsizliğe salmışsa, yaptığı hatalardan, yalanlardan, haramiliklerden, hırsızlıklardan, rüşvetlerden, irtikâplardan utanmıyorsa, o her haltı karıştırabilir. Fakat yaptıklarının hepsi yarın aleyhlerinde olabilecek, kendilerini tepetaklak cehenneme sürükleyecek mahiyette. Zira “Allah” diyenlerin önlerini kesmek istiyorlar. Bir karıncaya basmamış insanlara terör örgütü demek, zannediyorum, öyle bir alçaklıktır ki dünyada eşi, emsali görülmemiştir öyle bir alçaklığın.

*Her şeye rağmen siz yerinizde şimdiye kadar durduğunuz gibi hep sabitkadem olun. Bazı insanlar, sizden uzaklaşsalar da siz yerinizde durmasını bilmelisiniz. Siz olduğunuz yerde durursanız, arada oluşacak uzaklığı yarıya indirirsiniz. Bu uzaklaşma da onlara ait bir hata olur. Şayet onlar, bir gün pişman olur ve dönüp gelmek isterlerse, o zaman çok zahmet çekmez, işledikleri hataları değişik diyalektik ve demagojilerle telâfi etme gayreti içine girmezler.

*Durduğunuz yerde durmanızın ve sabitkadem olmanızın bir manası da şudur: O yüksek karakterinizle, sövseler de yakışıksız söz etmeyin, döverlerse el kaldırmayın, kırarlarsa kırılmayın. Kur’an-ı Kerim ferman buyuruyor: قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ“De ki: Herkes yaratılışına göre davranır, kendi karakterinin gereğini sergiler.” (İsrâ, 17/84)

 “Paralel” ve “Terör Örgütü” iddiaları safsatadan başka bir şey değildir.

*Safsatalarla dünyanın en nezih insanlarını karalamaya çalışıyorlar ve sözde, “Bakın başınızın çaresine. Bu bir terör örgütüdür. Hâlâ burs veriyorsanız, hâlâ ‘Kimse yok mu’ unvanı altında ‘Kimse yok mu?’ diyenlerin imdadına koşuyorsanız, hâlâ dünyanın değişik yerlerinde okul açıyorsanız, siz terör örgütüsünüz. Başınıza geleceğe hazır olun!..” diyorlar. Böyle demek suretiyle hâlâ mütereddit, beyne beyne olan insanları koparma adına psikolojik bir savaş yapıyorlar. Yaptıkları, insanların kuvve-i maneviyelerini kırmak ve onları koparmaya çalışmak adına bir seviyesizliğin ifadesidir.

*Ben biliyorum ki, o Cebbâr, o Kahhar, o Kahhâr-ı Zülcelâl, o Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs, o Hazreti Müzill, o Hazreti Hâfıd, onları zillete maruz bırakacak; şanlarını, şereflerini, namlarını, nişanlarını yerle bir edecektir.

*Siz “paralel” safsatasına takılmadan, “terör örgütü” safsatasına takılmadan hizmetlerinize devam edin. Evet, bunlar safsatadır, dünyayı güldüren şeylerdir. Hukuk karşısında onları mahcup edecek şeylere takılmadan, bildiğiniz doğru yolda, Kitap’a uyan yolda, Sünnet’e uyan yolda, Raşit Halifeler’e uyan yolda bugüne kadar yaptığınız hizmeti devam ettirin ve insanlığın imdadına koşun.

*Moralinizi hiç bozmayın. Onlar, şom ağızlarıyla Allah’ın yaktığı meşaleyi söndürmek istiyorlar fakat Allah onu söndürmelerine fırsat vermeyecektir.

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: EBR-İ İHSANSIN EFENDİM!..

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

Geçen haftaki yazımızda; Müslim-i şerifin üç yüz altıncı hadis-i şerifi perspektifinden “şefaatin aklen ve naklen imkânı” mevzuunu izah etmeye çalışmıştık. Bu hafta ise Müslim-i şerif üç yüz otuz sekizinci hadis-i şerif zaviyesinden Müminlere karşı “Rauf u Rahim”[1] olan Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) ümmetine rahmet, şefkat ve re’feti mevzuunu işleyeceğiz.

Fahr-i Âlem Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) Ebu Hureyre (radıyallahu anh)’tan mervi bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

لِكُلِّ نَبِيٍّ دَعْوَةٌ مُسْتَجَابَةٌ، فَتَعَجَّلَ كُلُّ نَبِيٍّ دَعْوَتَهُ، وَإِنِّي اخْتَبَأْتُ دَعْوَتِي شَفَاعَةً لِأُمَّتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ، فَهِيَ نَائِلَةٌ إِنْ شَاءَ اللهُ مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِي لَا يُشْرِكُ بِاللهِ شَيْئًا

“Her peygamberin kabul edilen bir duası vardır ve her peygamber duasını evvelce yapmıştır. Fakat ben duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için sakladım. İnşaallah (benim bu şefaatim) ümmetimden Allah’a hiçbir şeyi şerik(ortak) koşmadan ölenlere nasip olacaktır.”[2]

***

“Kâinata şefkat, rahmet ve re’fet gözleri muvacehesinden bakan bir insanın irtibata geçemeyeceği bir nesne yoktur.” İslamî hakikatini levhalaştırırcasına; “Şefkat sağır olanın işitebileceği, kör olanın da okuyabileceği bir dildir.” der batılı bir aydın. Şefkat, rahmet ve re’fet eksenli olan her eylem; insan, hayvan ve sair eşya ile münasebetlerimiz açısından en saf, en duru ve en yanıltmaz geri bildirimler sağlayan bir bumerangdır adeta. Zira insanın hakkı kabule meyyal o nezih fıtratı -tabiri caizse- öyle nazenin bir toprağın bağrına dercedilmiştir ki; o fıtratı orada filizlendirecek olan can suyunun şefkat, rahmet ve re’fet mineralleri ile dopdolu olması şarttır.

Bu hakikat ile hareket; bütün Enbiya-ı Kiram Efendilerimiz’in (aleyhimüsselam) davetlerinin ana mihverini oluşturduğu gibi, yine en kâmil manada temsilini de Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in tebliğ metodunda bulmuştur. O (sallâllahu aleyhi ve sellem), fetaneti a’zam sahibi olması hasebiyle; bu surette hareket etmenin fayda ve lüzumunu iz’an derecesinde derkeylemiş ve bi’setten, ruhunun ufkuna kanatlanacağı o ana kadar da bu tarz üzere hareketten bir milim olsun geri durmamıştır.

Hak dinin tebliği ile tavzif olunan Enbiya-ı Kiram Efendilerimiz’in (aleyhimüsselam) Hakk’a davetleri esnasında kavimlerinin inatta ve zulümde diretmelerinin, kâmil derecede insaniyetin temsili ile vazifeli olan peygamberlerin dahi takatinin fevkinde bir hal almaya başlaması neticesinde “Ya Rabbi sana havale ediyorum” manasına gelecek bir takım dualarda bulunduklarını yine Kur’an-ı Azimüşşan’dan öğreniyoruz.[3] Oysa Allah Resulü (sallâllahu aleyhi ve sellem)’in kendi kavmi aleyhine bu denli şümullü bir “havalesine” ne Kur’an’da ne de kütüb-ü sahiha’da rastlamak mümkün değildir. Zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlara ve sair eşyaya rahmeti ve şefkati en zirve noktada temsile mazhar -belki de bununla mükellef ve muvazzaf-  bir mahz-ı rahmettir. O sebepledir ki O’nun (sallâllahu aleyhi ve sellem) sadece mübarek sîretleri değil nurefşan suretleri dahi adeta Cenâb-ı Hakk’ın ibadına olan rahmetini en kâmil manada aksettiren bir ayinedir. İşte bu mazhariyettir O’nu (sallâllahu aleyhi ve sellem)  âlemlere rahmet kılan.

“Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olduğu, Kur’ân-ı Kerim’in değişik ayetlerinde ifade edilmektedir: Enbiyâ sûresindeki وَمَآ اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ ‘Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik’[4] âyet-i kerimesi bu hakikati açıkça seslendirir. Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) , mertebe mertebe, kademe kademe, derece derece âlemlere rahmettir. Bu hakikati ise şu şekilde ifade etmek mümkündür:

O (sallâllahu aleyhi ve sellem) İnsanlık İçin Bir Rahmettir

Âlemin bir parçası olan bütün insanlık dünyası ve hususiyle de bizim için bir rahmet olması itibarıyla, O’nun sayesinde bütün kara delikler, ak delikler hâline gelmiştir. Bütün karanlıklar aydınlığa inkılâp etmiştir. Dünya bir matemhane-i umumiye iken, O’nun sayesinde bayramlara, şenliklere ve şehrayinlere dönüşmüştür. O’nun sayesinde insanlık sahipsiz ve yetim olmaktan kurtulmuştur.. ve yine O’nun sayesindedir ki insanlık, yokluk çukuruna yuvarlanmaktan necat bulmuştur. Ölüm, ahirete ve Cennet saraylarına giden bir koridor hâline gelmiş ve aydınlanmış; bu itibarla imanın kuvveti nispetinde herkes, değil ölümden korkmak ve kabirden geriye durmak, ahireti iştiyakla arzular hâle gelmiştir. Çünkü ahiret O’nun yanında bütün dostların da içtima ettiği bir yerdir. Yine O’nun neşrettiği nur sayesinde ihtiyarlık, başarılı bir hayatın finali hâline gelmiş; hastalıklar, musibetler, insanı mânevî kirlerden arındıran birer kurnaya dönüşmüş; hiç olmazsa öyle algılanmaya başlamış ve kâinat camidat-ü meyyite olmadan çıkmıştır.. evet o ziya, rahmet ve ümit insanının neşrettiği hakikat ve nur sayesinde dağlar, taşlar âdeta bize birer enîs (dost) hâline gelmiş ve O’nun mesajının ulaştığı yerlerde küfür ve nifakla kararmış ve zift gibi görünen bütün eşya birdenbire aydınlanıvermiştir. Evet, âdeta her şeyin mahiyeti değişmiş, başaşağı gidenler, ayaklarının üzerinde yürür hâle gelmiş; dağlar birer canavar görünümünde olmadan çıkmış, Allah’ın musahhar birer mahluku, vahşi hayvanlar ise emrimize âmâde birer mûnis ve muvazzaf memur hâline gelmişlerdir.

O (sallâllahu aleyhi ve sellem) Âlem-i Hayvanat İçin Bir Rahmettir

Buradan hareketle bizler, Allah Resûlü’nün neşrettiği nur sayesinde, hiçbir canlının abes olmadığını ve Allah’ın abes yaratmadığını anlıyor, Allah’ın bu iç içe meşherleri karşısında iki büklüm oluyor ve “Sen ne büyüksün!” diyoruz; diyor, uzak yakın çevremizde görüp hissettiğimiz her şeye karşı derin bir hayranlık duyuyoruz. O’nun neşrettiği nur sayesindedir ki, büyük-küçük, canlı-cansız her şeyin çehresindeki hikmetleri müşâhede ediyor ve سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ ف۪ي صُنْعِهِ الْعُقُولُ sözleriyle [5] nefesleniyoruz. Ve yine O’nun neşrettiği nur sayesindedir ki, sağa sola atılmış değersiz emtia gibi olan şeylerin birer antika sanat eseri olduğunu anlıyor ve takdirle alıp yüzümüze gözümüze sürüyoruz. İnsanoğlunun kendisi de öyle kıymetli bir sanat abidesidir ve ancak O’nun neşrettiği ziya sayesinde hakikî mahiyeti okunup anlaşılabilmiştir.

O (sallâllahu aleyhi ve sellem) Bütün Cansız Varlıklar İçin Bir Rahmettir

O, eline bir avuç kum alınca onlar, “Minnet Sana, şükran Sana!” mânâsına, O’nun elinde Allah’ı (celle celâluhu) tesbih u takdis etmişlerdir. Ağaç, onun mânâ ve muhtevasını aydınlığa kavuşturduğundan ötürü, bir bedevinin imanına vesile olma sadedinde, vadinin öbür tarafından yeri yara yara ve yürür gibi Efendimiz’in davetine icabet edip gelmiş ve lisan-ı hâlle sanki şunları söylemiştir: “Yâ Resûlallah! Cemadat âlemi içinde anlaşılmaz bir şeydik. Senin neşrettiğin nur sayesinde, alınlarımızda Allah’ın sikkesini taşıyan çok kıymetli varlıklar hâline geldik.”[6]

Başka bir zamanda da O (sallâllahu aleyhi ve sellem) yağan yağmurun altına ridasını sermiş ve bunu neden yaptığını anlamaya çalışan hakikat aşığı sahabilerine de ‘onun Allah ile olan sözleşmesi benimkinden yeni’ buyurmuştur. Böyle yapmakla da adeta kâinata verilen değer açısından kâbına ulaşılamaz bir çıta koymuştur.

Evet, “O, öyle geniş bir rahmettir ki, ahirette de “rahmeten lil-âlemîn” olduğunun ifadesi, mücrimlere şefaat edecek ve şefaatinin ayrı bir tecellîsi olarak O’nun yolunu takip eden ulemâ ve sulehâ da şefaat edecektir.. ve tabiî, o gün en büyük şefaat en büyükten sâdır olacaktır; O Yüceler Yücesi de şefaat edecek ve milyonlarca kişiyi elim bir azaptan kurtarıp saadete ulaştıracaktır.

Tefsirciler, Allah Resûlü’nün mahşerde herkese rahmet olacağını ifade etmektedirler. Kâfirler, O’nun âlemlere rahmet olması sayesinde mahşerin dehşeti, şiddeti, hiddeti ve öldürücü havasından kurtulacak, hesapları tezden görülecek ve herkes gideceği yere gidecektir. Yazımıza temel aldığımız hadis-i şerifte ise Kamer-i Münir Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem)  ahirette mü’minlere şefaat edecektir. Bu müjdeyi Allah Resûlü bize, “Her peygamberin müstecap bir duası vardır. Ben ise –inşâallah– duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklıyorum.” ifadeleriyle vermektedir.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Mü’min, وَمَآ اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ derken, Cenâb-ı Hakk’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği O zâtın kamet-i bâlâsını, yaptığı ve yapacağı bütün bu şeylerle görmeye çalışmalıdır. Hatta bir mü’min sadece kendi şuur ve idrakiyle kendisine gelen şeyleri değil, zerrelerden kürelere kadar her şeyin, O’nun neşrettiği nur sayesinde aydınlığa kavuşmasını ve hâl diliyle O’na minnet ve şükranda bulunmasını, ayrıca onlara müekkel olan meleklerin, varlıklarındaki mânâ ve maksat O’nunla anlaşılan zerreler, küreler, sistemler ve canlılardaki hücreler namına, onlara ait hâl diliyle yaptıkları tesbih, takdis ve tahmidi Cenâb-ı Hakk’a takdim ettiklerini şuuren düşünmelidir. Böylece mü’min, Efendimiz’in nasıl büyük bir hamde vesile olduğunu anlamalı ve şöyle demelidir:

‘Elhak sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim. Hak’tan bize Sultan-ı müebbedsin. Hammâdûn, senin ümmetin; Livâü’l-Hamd’in ve Kevser’in sahibi de sensin.”[7]

“Hâb-ı gafletten olan bidâr olanda Rûz-i Haşr

Eşk-i hasretten tökende dîde-i bidâre su

Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr mahrum olmayam

Çeşme-i vasilin vire men teşne-i dîdâre su”[8]

Sefa Salman

[1]. Tevbe suresi, 9/128.

[2]. Sahih-i Müslim, İman, 338.

[3]. Nuh suresi, 71/26.

[4]. Enbiyâ sûresi, 21/107.

[5]. “Akılların sanatına hayran kaldığı Zât’ı takdis ederiz.”

[6]. M. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları

[7]. M. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları

[8]. Fuzuli, Su Kasidesi

Bamteli: Sarılın Şefkate, Yapışın Himmete; Tükürün Korkunun Yüzüne!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Nefsi bilmek, Rabbi bilme yolunda önemli bir vesiledir.

*Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Bu nice okumaktır!” sözleriyle ifade ettiği gibi, gerçek ilim, insanın, kendi mahiyetini dikkatle okuyup Zât-ı Ulûhiyetin kâinat kitabındaki eserlerine de nazar ederek belli bir müktesebat sahibi olması ve hatta ondan da öte marifette derinleşmesi demektir.

*İster “gez-göz-arpacık” deyin, ister “dürbün” deyin, isterse de “teleskop” deyin, insan kendisini öyle sayıp onunla iyi bakarsa göreceğini görür. Onun için, ehl-i tahkik, hadis diye rivayet edilen مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabb’ini de bilir.” Sözünü nazara vermiştir. Evet, fizyolojik yapısıyla, vicdanıyla ve onun dört rüknü olan irade, latîfe-i rabbâniye/kalb, zihin ve hissiyle birlikte kendini tahlil ve analiz eden insan, Rabb’ini daha iyi bilir.

Hak hedefin vesileleri de hak olmalıdır.

*Hakkı ikame etme yolunda bulunurken kullanılan yöntem ve esasların da hak olması gerekir. Fakat maalesef bazen pragmatist bir düşünceyle yola çıkıp bâtıl vesileleri kullanmak suretiyle hedefe yürümek isteyenler de olabiliyor. Öyleleri, kendilerince belirledikleri hedefe ulaşabilmek için her vesileyi meşru sayma düşüncesine kapılıyorlar. Makyavelizm’i sadece Batı’da aramayın. Şöyle bir bakarsanız, bugün Türkiye’de masum insanlara gadredenlerin de bir çeşit makyavelist olduklarını görürsünüz.

*Oysa ki değil öyle dünyevî bir hedefe ulaşmak, dünyevî mutluluğa ermek veya bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmek için, Allah’a ulaştırma gibi hak bir gaye için bile gayr-ı meşru yöntemler kullanılamaz. Mü’min, bir hakka ulaşmak istiyorsa, onun o hakka ulaşma istikametinde kullanacağı argümanların üzerinde mutlaka “caizdir” veya “meşrudur” mührünün bulunması gerekir. Hak hedefin vesileleri de hak olmalıdır; öbürü bir aldanma ve şeytânî bir yoldur.

Her vesileyi meşru sayan vandallar anlamasalar da şefkat, mesleğimizin esasıdır ve biz bir karıncaya basmaktan bile Allah’a sığınırız!..

*Yüce bir mefkûreye bağlı olmadan yaşama duygusu insanın kendi kendini aldatmasıdır. “İhlas” diyebiliyorsan, “rıza” diyebiliyorsan, “Allahım, aşk u iştiyakın!” diyebiliyorsan, yaşamanın bir anlamı vardır.

*Yaşatmak için yaşayan insanların en önemli vasıfları şefkattir.. taşa, toprağa, ağaca, haşerata, hayvanata ve en üst seviyede de insana şefkattir. Onlar, mütedahil daireler halinde mütalaaya alarak insanların hepsine karşı nisbî ve izafî bir münasebet içinde bulunurlar. Bütün insanlar Allah’ın ahsen-i takvimine mazhar ve O’nu gösteren birer ayna olduğundan, her insana karşı saygı duyarlar. Dindarı yürekten severler fakat başkalarına karşı da saygılı olurlar. Hele değerleri ve kendilerine ait hususiyetleri itibarıyla kat’iyen başkalarını sorgulamaya kalkmazlar.

*Mesleğimizdeki bu şefkat mülahazası bir karıncaya bile ayak basmamayı gerektirir. Şayet bir karıncanın ayağı kırılmışsa, mümkünse bir kırıkçıya götürmek, onun ayağını bağlatmak, onu yeniden hayata döndürmek ve yaşayabildiği sürece sekmeden yaşamasını sağlamak bu mesleğin esaslarındandır.

*Çok günahkar, mücrim, bütün ümidini sizin şefaatinize, vifak ve ittifakınız vesilesiyle Cenâb-ı Hakk’ın “Haydi sen de geç!” diyeceği esprisine bağlamış bir insan olarak, çok defa tekrar ettiğim bir şeyi tekrar etmekte beis görmüyorum: Bir arının odamda ölmesi karşısında yarım saat ağladığımı biliyorum. Biz buyuz!.. Yahya Kemal’in de dediği gibi “Bizden olmayanlar, bizi bilmezler!..” Her vesileyi gayelerine ulaşmak için meşru sayan vandallar bizi bilmezler. Ben yeminle söyleyebilirim: Yetmiş küsur senelik hayatım boyunca bilerek bir tek karıncaya basmadım.

Himmetinizi âli tutup sürekli yol almalısınız; zinhar “Attan inmeyesüz!..”

*Şefkatte bu enginliğin yanında himmette de o ölçüde yüksek olmak lazım. Allah’ın inayetine itimat edip himmeti âli tutmak lazım. Yapan/yaptıran O ise, O’nun yaptığını yedi cihan bir araya gelse yıkamaz. يُرِيدُونَ أَن يُطْفِؤُوا نُورَ اللّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ Velev kerihe’l-münafikûn, velev kerihe’z-zâlimûn, velev kerihe’l-fülan… Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Allah nurunu tamamlayacaktır isterse münafıklar bunu kerih görsün, zalimler kerih görsün, falan filan kerih görsün. Bir meşale ki Allah yakmış, onu kimse söndüremez. “Takdir-i Hudâ kuvve-yi bâzû ile dönmez / Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” (Ziya Paşa) Lâ yentafî; sönmez ve söndürülmez.

*Yüz yetmiş küsur ülkede bin dört yüz, bin beş yüz tane okul açmışsınız. Bunu gözde büyütmemeli. “Çok şükür hedef tahakkuk etti…” dememeli. Hayır; şayet bütün insanlığa kendi ruhunuzun ilhamını duyuracaksanız, geçmişten tevarüs ettiğiniz değerler mecmuasını o insanlara da tanıttıracaksanız, enbiya-ı izamın o incelerden ince tığlarıyla örülmüş dantelayı insanlığın nazarlarına arz edecekseniz, bu meseleye hiçbir zaman “bitti!” noktası koymamalısınız. Ara sıra duraklama gibi bir hal olabilir. Oraya da noktalı virgül koyacaksınız; diyeceksiniz ki, “Şimdi muvakkaten söz bitti ama düşünce devam ediyor; rölantideyiz fakat Allah’ın izin ve inayetiyle biz bu meseleyi sonuna kadar götüreceğiz.”

*Kendini bu yola adamış insanlar bir taraftan hareket ederlerken bir taraftan da kendi enerjilerini üretmeleri lazım. Hiç yorulmamaları, Sahabe-i kiram efendilerimiz gibi hep koşmaları lazım. Fakat kendileri için değil!.. “Attan inmeyesüz!” diyen Hazreti Murad Hüdavendigar (aleyhirrahmetü velğufran) gibi, “Attan inmeyesüz!” felsefesiyle dünyanın dört bir yanına atlarını mahmuzlayıp koşmaları lazım. Onların enerjileri vicdanlarından geliyor, Allah’la irtibatlarından geliyor, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’a koşmalarından geliyor. O, onları besliyor.

“Mahbub” mevzuunda tercih ve sıralama hatası yapmayın!..

*Mü’min, her şeyden evvel, mutlak Mahbub, mutlak Maksud, mutlak Mâbud olarak Allah’a dilbeste olur. O’nu diler ve her hâliyle O’nun kulu olduğunu haykırır. Sonra da başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere anne-baba, refika-yı hayat ve evlat gibi insanları sever. Böylece diğer sevgiler de Allah’a karşı samimî alâka duymanın birer ifadesi olarak değerlendirilebilir ve Allah’tan ötürü bir sevgi sayılabilir. Sevgi meselesinde önemli olan, “mahbub” mevzuunda tercih ve sıralama hatası yapmamaktır.

*Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

“(Ey Rasûlüm! Mü’minlere şunu) söyle: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım, akraba, sülâle ve kabileniz, ter dökerek kazanıp biriktirdiğiniz mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve içlerinde rahat yaşamaktan zevk aldığınız meskenler sizin için Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise, bu takdirde Allah hakkınızda hükmünü verip, başınıza geleceği gönderinceye kadar bekleyin. Allah, (geçici dünya geçimliğini Kendisine, Rasûlü’ne ve Kendi yolunda cihada tercih eden) fâsıklar güruhunu doğruya da, dünyada ve Âhiret’te gerçek saadete de ulaştırmaz.” (Tevbe, 9/24)

“Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecektir!..”

*Endişe ve korku duygusunu bütün bütün ayaklar altına almak lazım. Hücumât-ı Sitte’de insanı derdest eden hastalıklar anlatılırken havf hissi de zikredilir. İnsanın ayağına pranga ve boynuna tasma olan bir maraz varsa o da korkudur.

*Kur’an-ı Kerim’de, iman kuvveti ve Allah’a teslimiyet sayesinde bütün korkuları aşan ve asla sarsıntı yaşamayan mü’minler sena edilmekte, ezcümle şöyle denmektedir:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun!’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallahu ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ demişlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/173)

*Evet, korkuya takılmamak lazım. Korkuya takılırsanız -hafizanallah- korktuğunuz şeye maruz kalırsınız. Madem yüce bir hakikate dilbeste oldunuz, Hazreti Bediüzzaman gibi demelisiniz: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”

Tükürün ehl-i zulmün o merhametsiz çehresine; tükürün korkunun o çirkin yüzüne!..

*Hazreti Üstad, maruz kaldığı zulüm, işkence ve tehditler karşısında çağın gür sadası olarak şunu da ilave edip sesini yükseltiyor:“… Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak!” İşte hepimiz onu demeliyiz, korkuya karşı meydan okumalıyız.

*İstanbul’u işgal edenler, İslam ümmetini hafife almak ve mü’minlerle istihza etmek için sordukları altı soruya altı yüz kelime ile cevap verilmesini istiyorlar. O dönemde Üstad Hazretleri de Meşihat’ta (İslâmın ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi, diyanet) bulunması dolayısıyla beklenen cevabın onun tarafından verilmesi teklif ediliyor. Bediüzzaman Hazretleri Anglikan Kilisesi’nin başpapazı tarafından yöneltilen bu tahkir edici ve onur kırıcı sualler karşısında “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile de değil, belki bir tükürük ile cevap veriyorum.” diyor. Zâlimlerin, ayaklarını boğazımıza bastığı dakikada, mağrurane sual sormalarına karşı yüzlerine tükürmek lazım geldiğini söylüyor ve ekliyor: “Tükürün ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..”

*Çağın babayiğidi.. o da sesini yükseltiyor. İşte başkaldırmanın ve dimdik durmanın gerektiği yer, orasıdır. “Belki bir tükürük ile cevap veriyorum!” diyor. Korkunun yüzüne tükürüyor.. tehdidin yüzüne tükürüyor.. tehcîrin yüzüne tükürüyor.. ifnânın, ibâdenin yüzüne tükürüyor.. müesseseleri işgal etmenin yüzüne tükürüyor!.. Kim haklı çıkıyor? Onu zaman gösteriyor. Kim haklı çıkacak? Onu hiçbir zaman yalan söylemeyen ve tefsirini hep isabetli ortaya koyan zaman gösterecek!..

Bamteli: ŞEFKAT YÂ HÛ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları dile getirdi:

Mesleğimizin Esası Şefkattir

*İlahî ahlakla ahlaklanmalı; şefkatli ve merhametli olmalı. Aksi halde, “Madem O Şefik, Refîk, Latîf, Rahmân, Rahîm… Neden O’nun o geniş dairedeki tecellilerinden hissenize düşeni alma gayreti içinde değilsiniz?!.” derler.

*Aslında bizim mesleğimizin esası şefkattir. Bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye içinde bulunanların hareket güzergâhları tefekkür ve ufukları da şefkattir. Ancak bu iki esas çizgi korunduğu takdirde acz, fakr, şevk ve şükür anlaşılır.

*Esasen tedebbür, tezekkür ve tefekkür, İslam dünyasının yitikleri haline gelmiş. Düşüncesizlik marazına müptela İslam dünyası, korkunç bir şefkatsizlik içinde bulunuyor; tabir-i diğerle, merhametsizlik akıntısına kendisini kaptırmış gidiyor.

Yalan bir lafz-ı kâfir; büyük günahları mahzursuz görmek de küfürdür.

*Bediüzzaman hazretleri, “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir.” der. İnsan bir kere yalan söylerse, günah-ı kebâir işlemiş olur. Tevbe edince, Allah yarlığar onu, affeder. İki kere yaparsa, Allah affeder; elverir ki kendisine dönsün. Fakat şayet bu işi mahzursuz gibi yapıyorsa, o kâfir olur!.. Bile bile iftira ediyorsa, kâfir olur; bile bile isnatta bulunuyorsa, kâfir olur; isterse Müslüman geçinsin, kâfir olur. Kebâiri mahzursuz görmek küfürdür.

*Onca zulüm işleniyor ama bütün bunlar karşısında zerre kadar insanî duygu ve düşünce seslendirilmiyor. Bir tepki yok. Peygamber’e hakaret ediliyor, “gurura kapıldı” deniliyor, bir tepki yok. Kur’an’a “gırgır” deniliyor, bir tepki yok. “Falan, Allah’ın vasıflarını hâiz!” deniyor, bir tepki yok. Oysa bu türlü şeyler karşısında sükût dilsiz şeytanlıktır. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Yuf bu türlü ruhları taşıyan insanlara!..”

“Onlar, başka değil, hayvanlar gibidirler; belki onlardan daha aşağıdırlar.”

*İslam dünyasında, bilhassa güç ve iktidarı ellerinde bulunduranlar, insanların şerefleriyle, haysiyetleriyle, diyanetleriyle, nefisleriyle, mallarıyla, canlarıyla, hürriyetleriyle oynuyorlar. Asıyorlar, kesiyorlar; insanî haklarından mahrum ediyorlar; hürriyetlerini ellerinden alıyorlar. Kendileri gibi düşünmeyenlere karşı, Lenin gibi hareket ediyorlar, Hitler gibi hareket ediyorlar, bugüne kadar gelmiş Tiranlar gibi hareket ediyorlar. Manzara bundan ibaret; korkunç bir şefkatsizlik nümayan. Başka dünyalar çok alakadar etmez bizi. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ortaya döktüğü yakut, zebercet, zümrüt gibi temel disiplinlerden habersiz olduklarından dolayı onları -mazur görme değil- görmezlikten gelme bir esas olmalı. Fakat “Ben Müslümanım” diyen insanlar bunu yapıyorlarsa, “Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler; belki yolca daha sapıktırlar.” (Furkan, 25/44)

*Hayvanlar günümüzün zalimlerinden daha insancıl davranıyorlar. Bir belgeselde görmüştüm: Bir panter bir maymunu derdest ediyor. Hayvancık hamlini vaz’ etme faslına yakınmış. Öyle şiddetli bir heyecanla hamlini vaz’ ediyor. Panter, doğan yavruyu görür görmez boğazından sıkıp öldürdüğü annesini hemen bırakıyor. O yavrunun üzerine eğiliyor, yalıyor, kokluyor, ağzına nefes veriyor. Dönüp böyle acı acı mahrumiyet, mağduriyet, beceriksizlik, çaresizlik içinde sağa-sola bakıyor; adeta “Ben ne yapmalıyım?” diyor. Ben onu okudum onda. “Ben buna daha ne yapmalıyım?” Şimdi vahşi bir hayvanın bile etini yemek için avladığı bir hayvanın yavrusuna karşı duyduğu şefkat!.. Sizin dünyanız sayılan o dünyada serkarlar onun onda birini duymuyorlar. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler; belki yolca daha sapıktırlar, onlardan daha aşağıdırlar.” (Furkan, 25/44)

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللَّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ فِي الْأَمْرِ كُلِّهِ

“Şüphesiz Allah, refîktir (merhametli ve şefkatlidir); her işte mülayemeti, rahmet ve şefkatle muameleyi sever.”

Ciğerini heva-i nefsine ısırtmış insanlar öyle çaresiz bir hummaya tutulmuşlardır ki, o marazın dermanı yoktur!..

*Bütün yalanları, iftiraları, saygısız lafları söylettiren ve bütün merhametsiz, şefkatsiz, insafsız fiillere sebebiyet veren, heva-i nefistir. Muzaffer el-Kirmanşahî der ki: “Hevâ yılanı akıttı gönlüme zehirini / Ne tabib var derdime ne bir nefesi kuvvetli / Sadece delicesine sevdiğim o Yar var ki / Ondadır efsunum, Ondadır kalbimin merhemi.” Evet, ciğerini heva-i nefsine ısırtmış insanlar öyle çaresiz bir hummaya tutulmuşlardır ki, o hummanın dermanı yoktur.

*Hep “saray.. saray.. saray..” veya “para.. para.. para..” diyenler, kalbini hevâ-i nefse ısırtmış kimselerdir. Onlar kendilerine şöyle ya da böyle muhalefet edenlere değişik ad ve unvanlar takmak suretiyle konuyu değiştirerek kendi mesâvîlerini kapamak isteyen densizlerdir. Bağışlayın, o vandallar, mesâvîlerini setretmeye matuf hiç olmayacak şeyler söylerler. Böylece isyan deryasına yelken açan ve filosuyla, gemisiyle, sarayıyla, servetiyle, kaçırdığı paralarıyla, dolarlarıyla, riyalleriyle, altınlarıyla, gümüşleriyle mesut yaşayacağını zanneden hevaperesler katiyen huzur yudumlayamazlar. Kafalarını saran, nöronlarına gelip oturan istikbal ve akıbet endişesi onları öyle kıvrandırır ki gafletle kendilerini eğlenceye verirler.

*Hadis olarak rivayet edilir: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle diriltilir ve haşredilirsiniz.” Nasıl, hangi duygu ve hangi anlayışla yaşıyorsanız, o hal üzere ölür, öyle dirilir ve o muameleyi görürsünüz.

*Sultan İkinci Ahmed, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şunları söyler: “İftirakınla Efendim bende takat kalmadı!” Efendim kim? Mutlak zikir kemâline masruftur, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yahpâre oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı / Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza / Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.”

*Sultan Ahmed Camii yapılırken, Efendiler Efendisi’nin (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) kadem-i pâkini sorguç gibi tacına takan Sultan Ahmed cennetmekan aleyhir-rahmetü ve’l-gufran hazretleri de eteklerine taş doldurup işçi ve ırgatlarla beraber taş taşımaktaydı. Amele gibi çalışırken şöyle diyordu: “Allahım, Ahmed kulunun günahlarını mağfiret eyle; bu hizmetini de kabul buyur!” Ceddiniz buydu sizin. Onlar, cihana hükmettikleri dönemde neyin mahkûmu, neyin bendesi, neyin kulu olduklarının da farkındaydılar.

İkaz Görünümlü İlahî İltifatlar

*Şefkat Peygamberi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olduğu, Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyetlerinde ifade edilmektedir: Enbiyâ sûresindeki وَمَآ اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” âyet-i kerimesi bu hakikati açıkça seslendirir.

*Mahbûb-u Âlem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin!” (Kehf, 18/6) ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer ayet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin!” (Şuara, 26/3), “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.” (Tâ Hâ, 20/2) şeklinde hitap etmektedir.

*Aslında, bu ilahî hitaplar da Allah Rasûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkûr ayet-i kerimeleri Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını ta’dil eden ve onu îkaz için inen birer ilahî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda ta’dil ve tembih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir tebcil, takdir ve iltifat da vardır.

Vandallar ne derlerse desinler, dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor.

*Dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor. Şimdiye kadar belki elli tane kitap yazıldı. Bu bir ay içinde buraya dünya çapında popülaritesi olan insanların yazdığı bir hayli kitap geldi. Hareket’le alakalı pek çok doktora yapılmış, Düşününüz; dünyanın değişik yerlerinde vazife gören, aynı zamanda duygu ve düşünce açısından da farklı olan yüksek akademisyenler Hareket hakkında ve Hareket’in dünya adına vadettiği şeylerle alakalı doktoralar yapıyor, konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor. Bu adamların hepsi aklını peynirle yemiş; sadece İslam dünyasında bazı ülkelerde bir kısım vandallar, ahmaklar doğruyu görüyor ve diğerlerinin gördüklerini yanlış sayıyorlar!..

*Cenâb-ı Allah, ahirette vereceklerini vermemek için zalimlere dünyada mehil verir; mazeretleri tükeneceği âna kadar onları refah içinde yaşatır. O haramîlik yapar, milletin alın teriyle kazandığı şeylerin gidip tepesine konar, kanun nizam tanımaz… Allah Teâlâ bir süreye kadar imhâl eder. Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zâlime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünü şu ayeti hatırlatarak noktalar: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Rabbin, zulme dalıp gitmiş ülkeleri kıskıvrak yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun derdest edip yakalaması pek acıdır, çok çetindir.” (Hûd 11/102)

Bizim mesleğimizde düşene vurulmaz. Vahşilere dahi insanca davranacaksınız!..

*Zulmedenler bir gün mutlaka çer-çöp gibi savrulacaklar, hiç tereddüdünüz olmasın. Fakat meseleyi konunun başındaki şefkat mülahazasına bağlayarak ifade edelim: Düşene vurulmaz bizim mesleğimizde. Sizin yüzünüze merhamet dilenircesine bakan insanlara merhametsizlik yapılmaz. Düşene tekme atılmaz. “Oh oldu!” denmez. “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur!” denmez. Belki şefkat edilir; hala bir kurtulma imkânları varsa şayet, ellerinden tutulur. Çünkü insanız biz; ahsen-i takvimin timsali insan…

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir fakat şefkat kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını dahi kullanmamalıdırlar. Hazreti Pir’in bu düşünceye bağlı anahtar ifadelerinden biri “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanmasıdır. Evet, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Demek ki, eğer size ikab ederlerse, işkence yaparlarsa, eziyette bulunurlarsa, misliyle mukabele hakkınız vardır. Bu, hakkın, adaletin, doğru olmanın, dini doğru yaşamanın gereğidir. Fakat bir mü’minin -mukabele de olsa- asla yapamayacağı davranışlar söz konusudur. Bununla beraber ayet-i kerime bize daha yüksek bir ufuk göstermektedir: “Dişinizi sıkar sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

*Evet, size nasıl eza ettilerse, aynı eza ile mukabelede bulunmanız hakkınızdır. Fakat sabrederseniz, aynıyla mukabelede bulunmazsanız, civanmertçe bir tavır takınırsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz sizin için daha hayırlı olan yolda yürüme mecburiyetindesiniz.

*Nasıl ki bedelsiz, karşılıksız bir hizmete dilbeste olup engin bir şefkat ve aşkın bir adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir yanına gittiniz. Oralarda bir ırgat, bir amele gibi çalışıyor ve yeni bir dünya oluşturmaya gayret ediyorsunuz. Hani seslendiriliyor ya o olimpiyatlarda: “Yeni bir dünya!..” Yeni bir dünya inşası peşinde koşuyorsunuz. Aynen öyle, size kötülük yapanlara karşı da o şefkati ortaya koymalısınız. Onlar bir gün gelip de hazana maruz birer tıbn-i bîkarar, sağa-sola savrulan yapraklar gibi savrulacaklar ama siz o yapraklar karşısında da şefkatinizi sergileyecek ve onlara basmayacaksınız. Belki alıp koklayacaksınız. “Biz böyle bilmiyorduk sizi!” diyeceksiniz. Onların sizden özür dilemelerine fırsat vermeyecek, “Siz bir şey yapmamıştınız, belki konumunuzun gereği olarak öyle davranıyordunuz!” diyeceksiniz. Diyecek ve hep insanca davranacaksınız. İnsanca davranmayanlara karşı da tavrınızı bozmayacak ve vahşice davrananlara bile insanca davranacaksınız.

480. Nağme: İnsanlık Şefkate Muhtaç

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

*Namık Kemal’in sözüne küçük bir ilave yapıyorum: “Bir adaletgâh-ı vâsidir bu dâr-ı imtihan / Bugün milleti kurban edenler yarın olurlar millete kurban!” Onun için, kurban olacak kimselere acımak lazım; öfkelenmemek, kızmamak, sitem etmemek, “Niye ettiler?” dememek ve acımak lazım. Fuzulî şeylerle yorulmak yerine acıyıp şefkat etmek lazım.

*İnsanın imanı mahlûkata şefkatiyle mepsuten mütenasiptir (doğru orantılıdır.) Şefkat Hazreti Pir’in vaz’ ettiği dört ana unsurdan bir tanesidir. Hatta ekosistem mülahazasıyla belki cansız varlıklara karşı bile bir hiss-i şefkatle, re’fetle, kucaklayıcılıkla yaklaşmak gerekir. Bir ağacı, otu, karıncayı o şefkatle mülahazaya almak lazım gelir.

*Başkaları mütalaalarında sizi farklı şekilde değerlendirebilirler. Belki öyle bir şey içine çekmeyi de düşünebilirler. Damara basarlar; “Bunları tahrik edelim, cinnete sevk edelim; mecnun gibi davransınlar!..” diyebilirler. Fakat temel ahlak ve karakteriniz itibarıyla, gezerken, karıncalı yerlerde karıncaya basmamak için bile bir hassasiyet sergiliyorsanız, eğer ahlakınız o ise, yırtınsalar da dövünseler de, sizi başka bir zemine çekemezler, çekmesinler; size çizgi değiştirtemezler, değiştirtemesinler.

*Bir taraftan hızı artırırken, bir küheylan gibi şahlanırken, kalb durasıya hareket ederken, beri taraftan da yürüdüğümüz yollarda neyin karşımıza çıkacağını, nelerle karşılaşabileceğimizi ve çok farklı ihtimallerle, nelerin olabileceğini hesaba katmamız lazım. Hakka ve insanlığa hizmette hızımızı katlarken, makuliyette ve insanî değerlere saygıda da aynı ölçüde vitesi, ibreyi yükseltmemiz lazım.

*Günümüzde İslam dünyasında ve kendi ülkemizde öyle bir kargaşa yaşanıyor ki, o tabloya bakınca, Hadis kitaplarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığı altında anlatılan, Peygamber Efendimiz’in âhir zamanda cereyan edecek olan dehşetli hadiselerle alakalı ifade buyurduğu kareleri görüyorsunuz. Sanki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bugünleri anlatıyor. Çok korkunç ayrıştırmalar, küstürmeler, birbirinden koparmalar, bir tarafı karalamalar, insanları birbirine karşı suç işlemeye yönlendirmeler ve cinayete sevk etmeler var. Gelecek nesillerin de tevarüs edebilecekleri şekilde bir kin ve nefret üretme var. Bu, gelecek nesillere de bu formatta intikal ederse, kavga devam edecek demektir.

*Böyle bir dönemde hiç olmazsa aklı başında, milletini seven, millet-i İslamiye’ye ve insanlığa saygı duyan, bir huzur dünyası arkasından koşup duran insanların aradaki köprülerin bütün bütün yıkılmaması için sabırlı, temkinli ve şefkatli davranmaları gerekmektedir.

*Varsın desinler, varsın etsinler. Vakıa, meşru müdafaa hakkınızı kendinize yakışır şık üslupla ortaya koyabilirsiniz. Yerinde bir tavzih, tashih veya tekzipte bulunabilir; hatta çok ileri giderek bazı şeyleri tekrar edip duruyorlarsa bir tazminat diyebilirsiniz. Fakat bütün bunları yaparken panjurları az aralık bırakmalısınız. Bir gün dönüp geldiklerinde ya da siz bir kere daha münasebet adına şansınızı denemek istediğinizde, birbirinize bakarken başınızı yere eğmeyecek şekilde davranmalısınız; şimdiden ona göre plan ve projeleriniz olmalı.

*Toplum çapında öyle yırtıklar meydana geldi ki, bunların mesleğimizin de esası olan şefkatten başka bir şeyle yamanabilmesi mümkün görünmüyor.

*Hazreti Üstad’dan günümüze kadar değişik dönemlerde Hizmet erlerine hep hücum edildi; fakat Allah’a şükürler olsun, zulüm ve saldırılara maruz kalınan her devirden sonra Hizmet daha bir güçlenip büyüdü.

*Öncekiler gibi bu mazlumiyet ve mağduriyet döneminin de atlatılacağı inancı içinde hizmetlerinizi katladığınız gibi, insanî değerlere saygı ve mahlûkata şefkat ibrenizi de yükseltmelisiniz. Siz buna niyet ederseniz, Cenâb-ı Allah o yolda yürümeyi kolaylaştıracak, kader yolunuza su serpecek ve Allah’ın izn u inayetiyle gittiğiniz her yeri birer çemenzar gibi göreceksiniz. Zaten gayeniz de diken tarlalarını tımar ederek, bağistan, bostan ve gülistan haline getirmek değil mi?

*Şair der ki: “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.” Ülkenin hâristan olmaması ve dünyanın bir diken tarlasına dönmemesi için, öncelikle gönlünüzü bir gül bahçesi haline getirme, sonra da diyar diyar dolaşıp etrafa güzel kokular duyurma azminde bulunmalısınız. Evet, gönlünüz gül gibi olursa, gezdiğiniz her yer de ıtriyat çarşısına döner.

İslâm’ın İnsan Tabiatı ile Bütünleşmesi

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İslâm’ın, insan tabiatının bir yanı ve derinliği hâline gelmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: İslâm’a ait nazarî bilgilerin, insan vicdanında mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun şekilde duyulup hissedilebilmesi ve onların zamanla insan tabiatının bir derinliği hâline gelmesi öncelikle nazarî bilginin amele dökülmesinin olmazsa olmaz bir şart olduğunun bilinmesine bağlıdır. Bazı felsefeciler “amelî akıl” ve benzeri mefhumlarla esasında bu meseleye dikkat çekmiş, sofiler de “seyr u sülûk-i ruhânî” gibi yol ve sistemlerle bu konu üzerinde durmuşlardır.

Mesela felsefecilerden Bergson, hakikatin ancak vicdanî duyuş ve sezişle bulunabileceğini ifade ederken; Kant da, Allah’ın amelî akılla bilinebileceği üzerinde durmuştur. Batı kültürü içinde yetişmiş bu filozofların hakikate ne kadar aşina olduğunun ve bizi ne ölçüde hakikate aşina kılacağının münakaşası her zaman yapılabilir. Bu, ayrı bir meseledir. Fakat şurası bir gerçek ki, Allah’ın bilinmesi mevzuunda çoğu zaman sizin ortaya döktüğünüz deliller sadece nazarî bilgi olarak kaldığında iman ve İslâm’a ait esasların koruma altına alınmasında bu durum yeterli olmayabilir. Evet, nazariyatta kalmış her türlü bilgiyi ve delili bir muhalif rüzgâr alıp götürebilir. Bu açıdan nazarî bilgilerin mutlaka amel blokajı üzerine oturtulması gerekir.

Kurtuluş Yolu: İman ve Salih Amel

Aslında Kur’ân-ı Kerim,

 لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ إِلَّا الَّذِينَ أٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

Andolsun biz insanı ahsen-i takvîme mazhar olarak yarattık. Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna…” (Tîn sûresi, 95/4-6) ifadeleriyle insanın hüsrandan ve esfel-i safiline gitmekten kurtuluşunu, iman ve salih amele bağlamıştır.

Âyette hem iman, hem de amel için fiil kalıbının kullanılması, kurtuluş için iman ve ameldeki sürekliliğe işaret etmektedir. Bu açıdan insan, hiçbir zaman dünkü imanını yeterli görmemeli ve tıpkı sahabe efendilerimiz gibi yanındakilere, “Hele bir gelin de Allah’a yeniden iman edelim.” (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/265) diyerek imanını sürekli yenileme gayreti içinde olmalıdır. Siz, daha önce imansızlığa ait bütün problemleri halletmiş ve onları idama mahkûm etmiş olabilirsiniz. Fakat iman adına elde ettiğiniz bu kazanımları kaybetmemek için hiçbir zaman ulaştığınız noktayı yeterli görmemeli ve imanınızı her gün bir kere daha yenilemenin yollarını aramalısınız.

İmanın ardından, arızasız, kusursuz, riyasız, süm’asız, süreklilik arz eden salih amel üzerinde durulmuştur. Salih amelin kapsamı çok geniştir. Allah’a imandan ibadet ü taate, ondan anne baba hukukuna riayete, ondan da mü’minlerin haklarının korunmasına kadar yapılması gereken bütün ameller, salihât kategorisi içinde mütalaa edilir. Salih amel için de fiil kipinin kullanılması, insanın bir kere salih amel yapmakla yetinmemesi, âdeta kendisini salih amel çağlayanına salması ve hayatını hep bu akıntı içinde sürdürmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Aynı mazmunu Asr Sûresi’nde de görebilirsiniz. Bu sûrede de, insanın hüsranda olduğu ifade edildikten hemen sonra, bundan kurtuluşu, iman ve salih amele bağlanmıştır. İnsan mahiyetinde “kuvve-i şeheviye”, “kuvve-i gadabiye” ve “kuvve-i akliye” gibi menfiliğe de açık bir kısım güç ve duygular bulunmaktadır ki, bunlar her zaman insanı hüsrana sürükleyip batırabilir. İşte zikredilen bu iki sûrede Cenâb-ı Hak, insanı zehirleyecek bu tehlikelere karşı panzehir olabilecek reçeteyi bizlere göstermiştir. Bu hakikati anlatma sadedinde İmam Şafiî, “İnsanlar, Asr sûresini, önünü, arkasını düşünüp değerlendirerek “tedebbür” etseler bu, onlara yeterdi.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/3) demiştir.

Acz u Fakr Şevk u Şükür

Sofîler de, Müslüman şahsiyetinin oluşması ve insanın yeni bir fıtrat kazanması adına seyr u sülûk-i ruhânîyi tavsiye etmişlerdir. Fakat bunun da kendine göre değişik yol ve yöntemleri vardır. Büyük zatlar, biraz da kendi yaşadıkları dönemde Müslümanları baskı altına alan faktörleri göz önünde bulundurmuş ve bunlara karşı mücadele etmeye müsait sistemler kurmuşlardır. Kimisi sistemini yedi nefis mertebesine bağlarken kimisi de sistemini letâif-i aşere (on latîfe) üzerine tesis etmiştir.

Hazreti Pîr ise, vaz’ ettiği sistemi, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak olmak üzere dört esasa bağlamış ve bir de bunların mütemmimi olabilecek iki esastan bahsetmiştir ki, bunlar da şefkat ve tefekkürdür. (Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.17 (Dördüncü Mektup); Sözler s.518 (Yirmi Altıncı Söz, Zeyl)). Bu sistem, potansiyel insanın hakikî insan olabilmesi ve kemale erebilmesi için takip edilmesi gereken bir yoldur. Fakat bir insanın bu esasları kabullenmesi ve içine sindirmesi ciddî bir cehd u gayrete vabestedir.

Bu esasların birincisi olan acz-i mutlak, insanın arzu ettiği her şeyi yapamamasının şuurunda olması demektir. Hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’ın belirlemiş olduğu plan ve programa göre meydana geliyor ve biz çoğu zaman bunlara müdahale edemiyoruz. Bu konuda iradenin fonksiyonunu inkâr etmesek de, neticeleri yaratanın Allah olduğu da muhakkak. Öyleyse insan, Sonsuz Kudret ve Sonsuz İrade karşısında kendisini deryada damla gibi görmeli ve O’nun karşısındaki yerini ve konumunu kabul etmelidir.

Fakr-ı mutlak ise insanın, her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Allah olduğu gerçeğini kavraması demektir. Sahip olduğumuz her şey O’ndan. Bizi varlığa erdiren, belli imkânlara mazhar kılan, Müslüman yapan, Nebiler Sultanı’nı (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıtan, hiçbir liyakatimiz olmadığı hâlde bize yüksek ufukları gösteren, bizi yüksek ideallere bağlayan ve bunları realize etmeye bizi sevk eden O’dur. Biz, Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini bir kenara bırakarak kendimiz adına bir tekmil vermeye kalksak, elimizde hiçbir şey kalmayacaktır. O hâlde bedenimiz, aklımız, hissimiz, fikrimiz ve sahip olduğumuz daha başka şeylerin hepsi O’ndansa, biz neyiz? Biz, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, O’nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesinin gölgesi, zıllî birer varlığız. O’nun karşısında bize, deryada damla bile denemez. (Bediüzzaman, Mektubat s.61-62 (On Beşinci Mektup, Altıncı Sual))

Tefekkür ve Şefkat

Zikredilen bu esaslar çok önemli olsa da, onlar sadece birkaç kez okuma ve üzerinde düşünmekle tam mânâsıyla insan tabiatıyla bütünleşemez. Bunların insanın tabiatının bir derinliği haline gelmesi, ciddî bir teemmül, tedebbür ve tezekküre bağlıdır. İnsan, Kur’ân ve kâinat üzerinde derinlemesine düşünmeli ve her sohbeti evirip çevirip bu mülahazaların açılımına bağlamalıdır. O, neye malik olduğunu, ne kadar sermayesinin bulunduğunu ve ne kadar gücünün var olduğunu sürekli düşünmelidir. Esasında insanın şevk ü şükür mülâhazalarına ulaşması böyle bir aktif düşünce sistemine bağlıdır.

Mesleğimizin esaslarından bir diğeri olan şefkat ise, insanlığa karşı merhametli olmak ve ölesiye başkalarını kurtarma gayreti içinde bulunmak demektir. Hatta insan, sahip olduğu şefkat duygusunu sadece insanlıkla da sınırlı tutmayarak onu bütün bir varlığa yaymalı ve hemen her fırsatta bu duyguyu derince sergilemelidir. Öyle ki o, yerde çırpınan bir arının karşısında ağlayacak ölçüde engince bir şefkate sahip olmalıdır.

Hiç şüphesiz böyle bir şefkat duygusunun kazanılması da, tefekkür ve tedebbürün yanında, güçlü bir ahiret inancına sahip olmaya bağlıdır. Zannediyorum enbiya-i izamdaki o fevkalâde heyecan ve helecan da, su-i akıbet endişesiyle, hüsn-ü akıbet iştiyakından kaynaklanmaktadır. Çünkü onlar, başıboş bırakılan insanların Cehennem’e yuvarlanacağını bilmekte ve öbür tarafta bütün debdebe ve ihtişamıyla salınıp duran bir Cennet’in varlığına da kesin olarak inanmaktadırlar. İşte bu sebepledir ki onlar, insanları böyle bir Cennet’e sevk edebilme adına bütün ceht ve gayretlerini ortaya koymuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de iki âyet-i kerimede az farkla, “İnanmıyorlar diye, neredeyse kendini öldüreceksin.” (Şuarâ sûresi, 26/3; Kehf sûresi, 18/6) hitabına muhatap olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hâli de, ondaki bu engin mülâhazalardan kaynaklanmaktadır.

Evet insan, gerek Hazreti Pîr’in ortaya koyduğu bu yolla gerekse daha başka yol ve yöntemlerle âdeta bir helezonda yükseliyor gibi yukarılara çıkmaya çalışmalıdır. O, bir taraftan bulunduğu makamın hakkını verirken diğer yandan da sürekli nazarlarını daha yüksek makamlara dikmeli ve doyma bilmeyen bir mârifetullah yolcusu gibi her zaman, “Daha yok mu?” demelidir. Eğer, bulunduğu makamda mazhar olduğu varid ve mevhibeleri iyi değerlendirebilirse bu, onun içinde yeni şeylere karşı iştiyak uyaracak ve böyle bir yolcu sürekli değişik kapılar çalacaktır.

İstikamet ve Kesintisiz Gayret

İçinde uyanan iştiyaklar istikametinde hareket eden böyle bir hak yolcusu sürekli çıtayı yükseltmeye çalışacak ve yükselttikçe de buna göre hareket etme imkânı doğacaktır. Böylece o, salih bir dairenin içine gireceğinden, sürekli içinde yeni iştiyaklar oluşacak ve bu iştiyaklarla da yeni mertebelere talip olacaktır. Yani insan şart-ı adi planında gayretini ortaya koyduğu zaman, asıl şart olarak ilâhî meşiet taalluk edecek ve onu arzu ettiği mertebelere ulaştıracaktır.

Elbette bütün bunların birdenbire içselleştirilmesi ve insanın tabiatı hâline gelmesi mümkün olmayacaktır. Bu, ciddî bir gayrete vabestedir. Gerçi bazı hususî durumlarda harikulâdelikler gerçekleşebilir ve insanlar birdenbire insanî kemalâtın zirvesine ulaşabilirler. Mesela Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda kısa bir süre kalan insanlar sahabî olma ufkuna ulaşmıştır. Çünkü O’nun huzuru, muhataplarını derinden derine etkileyen bir insibağ atmosferidir. O’nun hâli, tavrı, oturuşu kalkışı, sükûtu, konuşması, yüzündeki yer yer ürperti, zaman zaman da sevinç ifade eden çizgileriyle hep Allah’ı hatırlatır. O, yanındakilere her hâliyle Allah’ın huzurunda olduğunu hissettirir.

Aynı şekilde Nebiler Serveri’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra gelen bazı Allah dostları da, atmosferlerine giren insanları bazen bir nefhada insan-ı kâmil olma ufkuna ulaştırabilirler. Mesela Hazreti Pir-i Mugan’ın etrafında yer alan Tahiri Mutlu, Hasan Feyzi, Hafız Ali ve Hulusi Efendi gibi yüksek istidatlarda bu dikey yükselişi görebilirsiniz.

Fakat bütün bunlar ender-i nadirattandır, süreklilik arz etmez. Çünkü o, bir ikram-ı ilâhîdir. Bu ikram-ı ilâhî, enbiya-i izamda bir mu’cize şeklinde tezahür ederken, evliya-i kiramda ise bir keramet şeklinde ortaya çıkar. Bu meselenin objektif olanı yani herkes için her zaman başvurulabilecek şekli ise, bu konuda iradenin hakkını vermekten geçmektedir.

Biz, kendi değerlerimizi tabiatımızın bir derinliği hâline getirmek istiyorsak, beslenme kaynaklarımızla aralıksız bir iştigal içinde bulunmaya çalışmalı, oturup kalktığımız her yerde sohbet-i cânan demeli ve bütün konuşma ve sohbetlerimizi bunlar üzerinde örgülemeliyiz.

Bir de unutulmamalıdır ki, insan Allah’a kulluk konusunda ciddî cehd ü gayret sarf ederse, Allah da ona yardımcı olacaktır.

“Sen Mevlâ’yı seven de, Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de, Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında, canlar feda eylesen,

Emrince hizmet etsen, Allah ecrin vermez mi?”

Siz Allah’a teveccüh ederseniz, O da size teveccüh muamelesinde bulunur; siz, nazarlarınızı O’na yöneltirseniz, O da size bakar; siz kalbinizi O’na açarsanız, O da bu kalbi boş bırakmaz.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, insan, İslâm’ı yaşamayı tabiatı hâline getirebilirse, bir kısım ibadet ve mükellefiyetleri yerine getirme hususunda çok fazla zorlanmayacaktır. Mesela uykuyu bölerek gecenin bir vaktinde kalkma ve teheccüt namazını kılma, nefse ağır gelen bir ameldir. Fakat insan, bunu âdet hâline getirmiş, tabiatına mal etmiş ve âdeta Allah’la gizli bir vicdanî mukavele yapmışsa, yataktan kalkma konusunda çok rahatsızlık duymayacaktır. Belki ilk anda uykunun verdiği mahmurluğun etkisiyle bir sarsıntı yaşayacaktır ama kendisini namaza salıp da namazını duayla taçlandırdığı ve içini Allah’a dökmeye başladığı zaman kendi içinden, “Ne iyi ettim de uyandım ve gecenin bu tenha saatlerini Rabbimle münasebetim adına değerlendirdim!” diyecektir.

 

Taziye Mesajı ve Şefkat Çağrısı

Herkul | | HERKUL NAGME

Fethullah Gülen Hocaefendi, Okmeydanı Cemevi’ndeki cenaze töreni sırasında nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla hayatını kaybeden Uğur Kurt için taziye mesajı yayınladı.

“Cenaze merasimi için gittiği cemevinin bahçesinde elim bir şekilde vurulan 30 yaşındaki Uğur Kurt’un vefatını öğrenmiş bulunuyorum. Kardeşliğe, birlik ve beraberliğe hava kadar, su kadar ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde, bu elim ve vahim haberin hüznünü yaşıyorum. Merhum kardeşimize Cenab-ı Mevla’dan rahmet, başta eşi ve çocuğu olmak üzere kederli ailesine, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim. Rabb’imden dilerim ki böyle feci bir hadise bir daha yaşanmasın ve Anadolu topraklarında yüzyıllardır süren uhuvvet ebediyetlere kadar devam etsin.”

***

Bugün mescidimizde Cuma Hutbesi olarak okunan aşağıdaki makale M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Sızıntı Dergisi Ocak-2006 sayısı için kaleme aldığı başyazıdır.

Şefkat

Günümüzde topyekün dünya ve hususiyle de bizim coğrafyamızdaki milletler, şimdiye kadar olanlardan çok farklı ve öncekilerle kıyas edilemeyecek ölçüde tehlikeli bir dönemeçten geçmekte. Öyle ki, her an bütün dengelerin alt-üst olması, milletlerarası muvazenenin bozulması ve bir kısım hercümerçlerin yaşanması kaçınılmaz gibi görünüyor. Değişik toplumlar ve bu toplumlar içinde farklı görüşteki, farklı düşüncedeki grupların hemen hepsi sürekli kinle, nefretle, öfkeyle oturup kalkıyor; akla-hayale gelmedik ifnâ ve itlâf projeleri arkasında koşuyor. Her millet ve o milletin içindeki farklı kesimlerin her biri, “öteki” dediği şahıs ve grupların, kuş gribi­ne maruz kanatlılar gibi yakaladığı yerde hakkından gelmek istiyor; mütemadiyen intikam hissiyle homurdanıp duruyor; yeni yeni düşmanlık senaryoları üretiyor ve hep öldüren bir kin ve nefret duygusuyla yatıp kalkıyor.

Bu atmosferde neş’et eden insanın sevgiden haberi yok, sevmeyi silip atmış sözlüğünden ve hafızasının hiç renk atmayan en canlı mazmunu “antipati”.. o bu hâliyle hiç mi hiç nefrete doymuyor, kinden usanmıyor ve öfkesini aşamıyor; öfkesini aşmak bir yana bu tür şeytanî duyguların tesirinde sürekli haksızlıktan haksızlığa koşuyor; bâtılı hak göstermeye çalışıyor ve o eski tiranların bir ömür boyu işledikleri mesâvîyi rahatlıkla bir iki aya veya bir iki seneye sığıştırmasını biliyor. Bu zaviyeden o, melekeleri itibarıyla meflûç, muhakemesi açısından mâlul ve her şeyiyle öyle bir derbeder ki, ne sıhhatli düşünebiliyor ne normal bir insan gibi davranabiliyor ne de tutarlı bir fikri var. Bazen cinnete denk tehevvürlere girerek etrafını yakıp yıkıyor; bazen de hiç dinmeyen o gayz ve öfkesiyle kendisini yiyip bitiriyor.

Şimdilerde dünyanın pek çok yerinde fertler de böyle, toplumlar da böyle ve idarî mekanizmayı elinde bulunduran zimamdarlar da böyle. Çoklarının huzura, güvene savaş ilân etmiş gibi bir hâlleri var; hem kendi huzurlarını dinamitliyor hem de umumî emniyeti sarsıyorlar. Hele bir de şiddete ve cebre başvurmaları var ki, onları gören, “istiklal mücadelesi” veriyorlar sanır. Böylece, üzerlerinde binlerce mazlumun ahı, intizarı birer lanetlik gibi yaşıyor, sonra da birer mel’un gibi bir bir devrilip gidiyorlar.

Gerçek bu!.. ve biz ne o köpürüp duran nefreti, öfkeyi dindirebiliyor ne de değişik türden saldırganlıklara “Dur!” diyebiliyoruz. Yok bunları yapacak güç ve imkânımız, dört bir yanımızı saran fitne ateşlerini söndürecek iktidarımız. Ne var ki, elimizde sadece henüz insanlığını bütün bütün yitirmemiş kimselere rahatlıkla verebileceğimiz bir iksirimiz var: “Şefkat”. Onunla önümüzdeki handikapları aşmaya çalışacak ve onun sıcak kanatları altında yolumuza devam edeceğiz.

Şefkat şimdiye kadar onu gönülden temsil edip doğru seslendirenler sayesinde bilmem kaç defa şeytanî fitneleri önledi ve insanlığı ölüm çukurlarına yuvarlanmaktan kurtardı!.. ve kaç defa Cehennem çukurları gibi görünen uçurumları Firdevsî bahçelere çevirdi!.. Evet, herkese ve her şeye karşı duyulan karşılıksız sevgi ve alâka; mazlumların, mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle onların üzerine titreme de diyebileceğimiz “şefkat”, ilâhî ahlâkın farklı bir tecellîsi, göktekilerin sesi-soluğu ve bütün annelerin sımsıcak nefesinin ayrı bir unvanıdır. Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, herhangi bir karşılık beklemeden sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Körler onunla körlüklerini aşar, sağırlar onunla duymaları gerekli olan en önemli şeyi duyar ve ihtimal hep zulüm ile gürleyip duranlar bile onun sükûtî beyanlarıyla dillerini yutar, muvakkaten dahi olsa kendilerini sorgulamaya dururlar. Onun bu sihirli derinliğine işaret sadedinde Beyan Sultanı, “Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat göstermeyen bizden değildir.”[1] buyurur.. buyurur ve onu âdeta bir mü’min şiarı sayar.

Şefkatte öyle bir güç vardır ki, onunla en katı kalbler yumuşar, en mütemerrit ruhlar dize gelir ve en korkunç düşmanlıklar bile onun karşısında “pes” eder. Kini-nefreti çözecek bir iksir varsa o, şefkat; şiddeti, hiddeti, düşmanlığı ters yüz edecek bir silah varsa o da yine şefkattir. Şefkat eden insan, ötelerin dilini kullanan ruhanîlere eş bir gönül insanı ve cehennemler gibi köpüren öfkeleri söndürmede de mânevî bir itfaiyecidir. O, şefkat lisanıyla konuşurken zulüm ve adavetin dili tutulur; yakıp yıkmaya kilitlenmiş ruhların da eli-kolu bağlanır.. ve yolsuzlar yola gelir. Onunla yumuşayıp yola gelmeyenlerin de hakkından Allah gelir…

Şefkat, insanı enginleştiren bir histir ve insan ancak şefkat sayesinde başkalarının sevinç, neşe ve huzurunu duyup anlayabilir.. anlar ve onların maruz kaldıkları olumsuzluklar karşısında sorumluluklarını tam hisseder. Şefkatin hâkim olduğu bir atmosferde sosyal münasebetler daha bir hızlı gelişir ve içtimaî dayanışma âdeta kendi kendine teessüs eder. Böyle bir toplumda herkes birbirini sevgiyle kucaklar. Fertler ve gruplar, aralarında gönül kazanma yarışı yaşarcasına birer rikkat ve samimiyet insanı hâline gelir. Böylece gönül bağları daha bir güçlenir ve işte o zaman başkaları için yaşamadaki o engin zevk de duyulmaya başlar.

İsterseniz konuyu biraz daha açalım; eğer şefkat, uzak-yakın çevremizde görüp duyup hissettiğimiz muhakkak acıları göğüsleme, giderme ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek bunların yerine sevinç, sürur ve neşe ikame etmenin unvanı ise, o bizim için fevkalâde önemlidir. Bir kere sinesi bu yüksek duyguyla çarpan biri, her zaman merhamet hissiyle oturur kalkar.. herkese ve her şeye yumuşaklardan yumuşak bir nazarla bakar.. mağduru-mazlumu, annenin evlâdını, kuşun yavrusunu bağrına bastığı gibi bağrına basar.. himaye ve sıyanete muhtaç kimseler etrafında her an kuşlar ve kuşçuklar gibi kanat çırpar durur.. icabında yemez yedirir ve canını tehlikeye atar, onları korur.. hatta gerektiğinde o uğurda seve seve kendini bile feda edebilir.

Aslında, varlık şöyle derinden bir mütalaaya alınsa ve onun sinesine kulak verilse, her yanda şefkatin tüllendiği görülecek ve her taraftan şefkat nağmelerinin yükseldiği duyulacaktır. Kâinat ve eşyanın temel atkıları şefkat, ona nihâî güzelliğini kazandıran da şefkattir: ağaçlar mücessem birer rahmet, meyvelerse tecessüt etmiş birer şefkattir.. insan bir âyine-i rahmâniyet, iman nuranî bir şefkattir.. dünya bir vesile-i saadet, ukbâ bütün ihtişamıyla bir meşher-i şefkattir. Hâsılı, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir, şefkattir…

Eğer her zaman o yüksek uçan enbiya, evliya ve asfiya gibi tarihî şahsiyetlerin canlara can nuranî menkıbeleri doğru okunabilse, onların o aydınlardan aydın hayatlarında hep şefkatin köpürüp durduğu görülecektir.. evet, onlar her zaman şefkatle soluklanmış, şefkatle oturup kalkmış ve birer şefkat kahramanı olarak yaşamışlardır. Bu böyledir; zira şefkat, insanı dikey (amûdî) olarak Allah’a yükselten nuranî bir rampa ise, gönlü şefkatle çarpanlar da sonsuza yükselmede sıraya girmiş, o baş döndüren irtifaın üveyikleridir. Böyleleri, tevfik burakına binmiş öyle gök yolcularıdır ki, bugüne kadar onlardan hiçbirinin yolda kaldığı görülmediği gibi, sinesi kinle, nefretle, merhametsizlikle çarpanlardan da hiç mi hiç hedefe ulaşan olmamıştır. Bir parça zahmete katlanıp, susamış bir köpeğin susuzluğunu gideren ahlâksız bir kadının Cennet’e; aksine, evindeki kediyi aç bırakıp onun ölümüne sebebiyet veren bir tâli’sizin de Cehennem’e gittiğini Hazreti Sâdık u Masdûk beyan ediyor.. evet, Cennet bir şefkat otağı, Cehennem de bir gayz u nefret zindanıdır. Burada ortaya konan her güzellik Cennet’te farklı derinlikleriyle sahiplerini beklediği gibi, her çirkinlik de Cehennem’de ürperten buudlarıyla bahtsız müstehaklarını gözlemektedir.

Şefkat de, gayz u nefret de bu dünyaya ait birer realite olsalar da, varlığın özü, usaresi şefkattir. Eğer kâinatın mâyesi böyle bir şefkat olmasaydı ne insan ne de başka bir şey vücuda gelemez, gelenler varlıklarını sürdüremezdi; ezilmeleri ezilmeler, devrilmeleri devrilmeler takip eder ve bütün varlık bir kaos sarmalına dönüşürdü. Her yandan yalnızlık feryatları duyulur, her taraf vahşetle inler ve dünya âdeta umumî bir matemhane hâlini alırdı. Eğer bugün biz varsak ve varlığımızı sürdürebiliyorsak, bu O’nun şefkatinden; eğer birbirimizi seviyor ve başkaları tarafından seviliyorsak, bu da O’nun rahmetindendir.

Her şeyden evvel insanî duyguları tetikleyip gönüllerimizi heyecanla şahlandıran şefkat olduğu gibi, duygu ve düşünce dünyamızda iyilik etme, ihsanda bulunma, başkalarını kucaklama hislerini harekete geçiren de yine şefkattir. Şefkatle gürleyen bir sine, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep bir enginlik sergiler, hep incelerden ince davranır ve hep içten hareket eder. Her zaman sevgi yolunda yürür; yol boyu hayır ve ihsan duygularıyla köpürür durur.. Allah da onun sinesini açtıkça açar, ihsan hissini kat kat lütuflarla mükâfatlandırır ve merhametinin genişliğine göre ona özel teveccühlerde bulunur. Ümit ederim, Allah’ın, gönüllerimizde şefkat hissini uyaracağı ve bizi içinde bulunduğumuz kabalıklardan kurtaracağı günler çok uzak değildir…

[1]   Tirmizî, birr 15; Ebû Dâvûd, edeb 58.

***

401. Nağme: Yolsuzluk

Herkul | | HERKUL NAGME

BAMTELİ – ÖZEL 

* İnsanlara saygının önemli bir yanı, onları hep Cenab-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin bir tecellisi olarak görmek, kucaklamak, bağrına basmak, sineni onlara da açmak.. ve yaptığı kusurlar karşısında kendi evladına tavrın gibi, yani hafifçe belki kulağını tutup çekebilirsiniz, azıcık okşayabilirsiniz, “bismillah destur” deyip başına bir şey gelmesin diye elinizle itebilirsiniz; bunları yapmadan da edeceğiniz şeyi edebilirsiniz.. bunlar ayrı bir mesele.. fakat kendi evladınıza gösterdiğiniz aynı şefkati bütün mü’minlere karşı gösterme bir esas olmalı ve bunda kusur edilmemeli. Aynen öyle de -günümüzde de yaşandığı gibi- evladınızın bir meâsîsi, bir mesâvîsi karşısında -yani isyana müteallik bir mesele veya seyyiâta müteallik bir mesele karşısında- hemen vurma, kırma, dövme değil de “Acaba ne yapayım ki ben bunu bundan sıyırayım ve kuve-i maneviyesini kırmayayım, incitmeyeyim, kendime karşı da tepkiye ve reaksiyona sevketmeyeyim!” Bu da şefkatin gereği.

*Şefkat sizin mesleğinizde, hakkı ikame edenlerin mesleğinde, ruh abidelerini ikame etmeye kendini adamış insanların mesleğinde dört esas düsturdan biridir. İki de tâli düstur vardır. “Der tarik-i acz-i mendi lazım amed çâr-ı çîz / Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!.”  Şefkat ve tefekkür tâli ama çok önemli.

* Şefkat yöntemiyle açılmayacak kapılar yoktur. Hiddetle, şiddetle ve fezâzetle hiçbir problem çözülemez. Şiddet, hiddet, öfke.. bütün bunlar muvakkat birer cinnettir. Cinnetle insanlar tedavi edilemez. Mecnunlar, insanları tedavi edemezler. Aklı başında olmak lazım; o da şiddetten, hiddetten, gilzetten, fezâzetten, nefretten, kinden, gıybetten, iftiradan, riyadan, süm’adan, hüd’adan, mesaviden tecerrüde vabestedir. Bunlardan sıyrılmamış bir insanın kendi duygu ve düşünceleri çok âli bile olsa, Cibril-i Emin’in dudaklarından dökülmüş lal-ü güher gibi incilerden bile olsa, başkalarına bunları kabul ettirmesi mümkün değil. Şefkat, re’fet ve mülayemet mü’minde bir esas olmalı.

* Kim nasıl davranırsa davransın, başkalarınının muamelesi, dünya görüşü, hayat felsefesi ve konumu ne şekilde olursa olsun, mü’mine düşen Kur’ânî olmak, Sahih Sünnet çizgisinde hareket etmek ve Raşid Halifelerin yolundan ayrılmamaktır. Bu cümleden olarak insanların ayıplarıyla meşgul olmak kat’iyen doğru değildir.

* “Mü’min kardeşini bir günahla ayıplayan, o iş, başına gelmeden ölmez!..” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu. Şayet ayıp sadece ayıplamada kalmayıp -hafizanallah- gıybetlere giriliyorsa, bu istikamette bir de olmadık şeyler yapılıyorsa, iftiralarda bulunuluyorsa, nâsezâ, nâbecâ sözler söyleniyorsa.. bir de umum dünyaya yayarcasına, duyururcasına bu mesele icra ediliyorsa, bir de heyetler bu mevzuda gıybet tahtasına, iftira tahtasına raptediliyor, gez-göz-arpacık deyip onlar hedef alınıyorsa -hafizanallah- umumun hukuku söz konusu olması itibariyle âmme hakkıdır, Allah hakkıdır.. onca cemaat haklarını helal etmeyince -ben yine o tabiri kullanmak istemiyorum, başkalarının kullanmasına bağlayarak diyeceğim- eğer benim yerimde başka biri olsaydı: “Böyle densizce yaşayan insanlar, kat’iyen Cennet’e giremezler; başlarını yerden kaldırmasalar bile, İslam adına bazı şeyler yapsalar bile!..”

* Koskocaman camiayı, kendini Allah’a adamış insanları.. dünden bugüne -dün belki sadece ehl-i ilhad yapıyordu şimdi asimetrik bir saldırganlık var- bir bitirme cehdi ve gayreti var. Fakat bütün bunlar karşısında sarsılmadan, belki sarsılabilir ama devrilmeden,

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ

“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız” diyerek, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in cedd-i emcedi Hazreti İbrahim (aleyhisselam) gibi Allah’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olmak suretiyle bu dâhiyeleri aşmaya çalışmalı; “Bu da geçer Ya Hû!” demeli, onun geçeceği anı intizar etmelidir.

* Yakışıksız, münasebetsiz şeylere aynıyla mukabelede bulunmamalıdır. Mü’mine “alçak” dememelidir. Bir gün Allah (celle celaluhu) böyle diyeni, gerçekten realite planında alçaltır da tarihe öyle alçalmış olarak kaydedilir. Gelecek nesiller de onu alçalmış bir insan olarak yâd ederler.

* Ayıplarla uğraşmak mü’minin işi değildir. Hem Kur’anın temel disiplinleri, hem Sünnet-i Sahiha’dan çıkan esaslar, hukuk sistemi açısından, fertlerin kusurlarıyla hususi mahiyette meşgul olmanın doğru olmadığını Kıtmir değişik vesilelerle arz etmiştir.

* Nitekim yakın tarihte, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Mâiz’i, huzurundan üç defa geriye çevirdiğini, dördüncü gelişinde ona şer’î ceza ne ise onu uyguladığını arz etmeye çalışmıştım. Keza arkadan gelen Gâmidiyeli kadını da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geriye göndermişti. Fakat onlar ısrarlıydılar. Ancak öyle bir had tatbik edildiğinde arınacaklarına inanıyorlardı. Oysa ki gizli yapılmış günahlarda, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mülahazası da bu istikamettedir; Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edersin, tevbede bulunursun derecene göre, inâbede bulunursun derecene göre, evbede bulunursun derecene göre; istiğfar edersin, “Allah’ım bütün müstağfirlerin istiğfarı adedince Sana istiğfar ediyorum!” dersin “ve Sana tevbede bulunuyorum, Sen Tevvâb’sın, tevbemi kabul eyle; Sen Münîb’sin, inâbeme benim cevap ver; Sen Hazreti Evvâb’sın, ne olur benim evbemi kabul buyur.” Bunlar “Zümrüt Tepeler”de geçen, Sofi telakkisiyle, Cenâb-ı Hakk’a çok farklı yönelmenin adları ve unvanlarıdır. Erbabı için, bunları burada tekrar etmek, açıklamak zaid olur. Şahsî günahlar karşısında yapılması gerekli olan şey, istiğfar, tevbe, inâbe ve evbedir. Fert bunu yapar, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla, keremiyle, rahmâniyetiyle, rahîmiyetiyle arınmış olur onlardan. Tevbe bir arınma kurnasıdır. Böylece tertemiz olarak Cenâb-ı Hakk’ın Firdevs’iyle serfirâz olabilir.  

* Fakat bazı cinayetler vardır ki, bunlar umumun hukukuna tecavüzle oluşmuş günahlardır. Âmme hakkıdır. Âmme hakkı aynı zamanda Allah hakkıdır. İster İslam’ın Hukuk Sistemi, isterse Modern Hukuk Sistemi âmme hakkına taalluk eden meselelerde kat’iyen müsamahaya gitmezler. Umumun hukuku söz konusudur. Umuma ait şeyler çalınmış çırpılmışsa, bunu ne Mecelle kurallarıyla siz şöyle böyle yumuşatabilirsiniz, ne de başka demagojilerle ve diyalektiklerle. Âmme hakkıdır bu. Umumun hukukuna tecavüz edilmişse, bir tek arpa umum milletin hakkıysa, o yenmişse, o mevzuda birisi göz yumuyorsa, o da o haramîlerle müşterek demektir. İşte orada göz yumulamaz. Burada bu göz yummama mevzuunda esas budur, temel budur, usul budur.

* Belki üslupta hata yapılmış olabilir, usul vardır bu mevzuda. A’ya demek, B’ye demek, C’ye demek, bilmem H’ye demek de üsluptur. Fakat hiçbir zaman usul ve esas, üsluba feda edilmemelidir. O mesâvînin üzerinde durulmalı, nasıl yapılacaksa o pisliklerden insanlar arınmaya bakmalıdırlar.

* Suçluluk psikolojisiyle suçlar görünmezden gelinerek harâmîlik, kırk harâmîlik görmezlikten gelinerek, “Acaba bunu kime atfetsek?!.” (bu mevzuda), gündem değiştirerek “Halkın dikkat nazarını kimin üzerine çevirsek ki, bir yönüyle belki halk nazarında bu mesâvîden sıyrılmış olsak?!.” demek.. Bunlar dine karşı diyalektik yapma demektir. Dinin temel disiplinlerine karşı demagoji yapma demektir hafizanallah. Bu da günahı ikileştirme demektir. Bu aynı zamanda toplumun birbirine çok yakın olan parçalarını, moleküllerini birbirinden koparıp atıp işe yaramaz hale getirme demektir. Hafizanallah.

* Bu iki şeyi birbirine karıştırmamak lazım. Mâiz günahıyla, Gâmidiyeli kadın günahıyla, ferdî günahıyla karşınıza çıktığı zaman.. İmam Hâdimî’yle alakalı bir şeyi arz ettiğim zaman dediğim gibi, öyle üç defa dört defa gözlerinin kapağını silerek, “Acaba o mu, değil mi?” diye.. hayır bakma! “Lâ havle ve la kuvvete illâ billâh” de. “Allah’ım beni de bunu da mağfiret buyur!” de, çek git arkana bakmadan. Üzerinde durma; fikrinde, korteksinde ona bir yer ayırma. Bir dosyaya yerleştirme onu. Ve gördüğün zaman da kardeşin gibi yine sımsıkı sarıl. Bu ferdî bir hatadır. Fakat öyle hatalar vardır ki, toplumu temelinden sarsar. Onlara karşı müsamahalı olursanız, onların yaygınlaşmasına, bütün bütün o denâetlerin bütün toplumu sarmasına sebebiyet vermiş olursunuz. Bu açıdan da ister İslâmî Hukuk Sistemi, isterse de Modern Hukuk Sistemi o mevzuda işleyerek, akı ak, karayı kara olarak ortaya koyması lazım.

* Bir şey olmuştur; ayetin ifadesiyle “Allah mü’mini aka çıkarır, temizler, paklar; bir yönüyle de öbürlerini eler, döker, onlar da elenmiş olurlar.” Hazreti Pir’in ifadesiyle, elmas ile kömür birbirinden ayrılmış olur. Elması, kömürü birbirinden ayırmadığınız zaman, elmasa bile onun yanında durduğundan dolayı, kömür nazarıyla bakılır.

* Önemli olan arınmadır. İçindeki o pislikleri atarak, “Aktım, ak olmaya çalışıyorum, inşaallah hep ak kalacağım!” mülahazasına bağlı daha farklı stratejilerle, daha insancıl tavır ve davranışlarla, daha şefkatli bir muameleyle!.. Başkalarını da boy hedefi göstererek toplum nazarında bir kısım karanlık kalemlerle onları karalamak suretiyle teselli olmak, bu dünyada bir şey olsa bile öbür tarafta hiçbir işe yaramaz. Çünkü mesâvîyi Allah biliyor, harâmîliği Allah biliyor, hırsızlığı Allah biliyor, rüşveti Allah biliyor. Öbür tarafta teker teker tek arpadan hesap sorma esprisine bağlı olarak hepsinin hesabını Allah sorar.

* Burada bir şey demek aklıma geliyor. Şimdiye kadar hiç dememiştim. Eğer bu mevzuda bir kısım arkadaşlar kendilerine verilen imkanlarla.. onlar nisbet yapıyorlar, falan filan diyorlar, f diyebilirler, g diyebilirler, ç diyebilirler, d diyebilirler.. diyorlar.. bulaştı bulaşmadı mülahazasıyla, belki cinayet sayılabilecek bir kısım icraatta bulunuyorlar. Şöyle demek geliyor yani içimden.. demeden kendimi alamayacağım. Hiçbir zaman da demek istemediğim bir şeyi demek geliyor içimden. Yoksa Doktor İkbal gibi, Hazreti Pir-i Muğan gibi, tel’ine, bedduaya “amin” dememek, onları etmemek genel şiarımızdır. Fakat eğer hakikaten bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar.. kimse onlar tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum.. bu işin üzerine “Hukukun ve aynı zamanda sistemin, dinin ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.” deyip arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermemek adına bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa… bize de nisbet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum.. dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.

* Dememiştim, demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o “twit”lerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim. Şimdiye kadar demediğimi dedim.

* Allah her şeye nigehbân. Dünyada kıtmir gibi insanların bir dikili taşı olmadı. Altmış senedir değişik imkanlar onun da önüne geldi. Allah’a hep dua ettim, “Allahım, kardeşlerimi birilerinin iş yerinde, fabrikalarda çalışmadan halas eyleme. Allahım, beni onlarla utandırma.” dedim. İşçi olarak çalıştılar, işçi olarak emekli oldular ve hiçbir şeye sahip olmadılar. Çoğu kira evinde oturuyorlar. Kendi adıma da öyle düşündüm, onlar adına da öyle düşündüm. Cami penceresinde üç sene yatarken esasen, işte o dünyanın metaına temas etmemek için.. altı sene bir tahta kulübede döşeksiz yatarken, dünya mal u menaline meyletmemek için aynı şeyleri yaptım. Allah buna şahit. Ama başka türlü harâmîlik yapıp, milletin malına menâline el uzattıkları halde hala müslüman olarak görünüyorlarsa öbür tarafta neyin ne olduğu belli olacaktır.

* Gönül, Çalab’ın tahtı / Çalab gönüle baktı / Kim gönül yıktı ise / O iki cihan bedbahtı. Bir sürü mü’minin gönlünü yıktılar. Kendimizi de istisna etmedim. Haksız, kimse, o mutlaka cezasını bulacaktır.

347. Nağme: Müşfik Peygamber’in Ümmeti de Şefkatli Olmalı!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Son videolarda muhterem Hocaefendi’nin iki bileğinde de sargı olduğunu görüyorsunuz. Hocamız uzun zamandır bileklerinde ağrı ve sancı hissediyordu. Her iki bilekte tendon kılıfı sıkışması olduğu teşhis edildi. İki gün önce hastaneye gitmeye ihtiyaç bırakmadan uzman iki doktor küçük bir müdahalede bulundular. Elhamdulillah, tedavi süreci istendiği gibi devam ediyor. Merak/endişe edilecek bir hal söz konusu olmamakla birlikte her türlü rahatsızlığa karşı şifa dualarınızı diliyoruz.

Günün sohbetine gelince; bu nağmede muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin en son çay faslında anlattıklarını 19:53 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde paylaşacağız.

Aziz Hocamız, bugün insanlığın her şeyden ziyade şefkate muhtaç olduğunu belirterek iman ile şefkat münasebeti üzerinde durdu. İlahî Beyan’da raûf ve rahim olarak tavsif edilen Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şefkatini; O’nun, insanları ebedî hüsrandan kurtarmak için adeta kendisini yiyip bitirdiğini anlattı. Şefkat Peygamberi’nin ızdıraplarını ve “Final Gecesi” olarak adlandırdığı mübarek zamanı hatırlattı. Şöyle ki:

Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o ana kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttehaya) şefkat ufkuna dair misaller veren Hocaefendi, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) saçı-sakalı ağarmış fakat hak ve hakikati bulamamış bir ihtiyar karşısında hıçkıra hıçkıra ağladığını nazara vererek meseleyi tafsil etti.

Başka mesleklerde yürüyenleri -cı, -cu diyerek itmenin ve onlardan uzak durmanın da şefkat esasına uygun düşmediğini, hele mü’minlere hiç yakışmadığını vurgulayan Hocamız, her zaman ilk adımı atan olmak gerektiğini, muhatapların da mutlaka birkaç adımla mukabele edeceklerini, hatta onlardan bunu beklemeden aradaki bütün mesafeleri kendi adımlarımızla aşmanın, onlara doğru koşmanın daha güzel olacağını ifade etti.

Kıymetli Hocamız hasbihalini, günümüzde insanlığa verilecek en büyük armağanın şefkat ruhuyla hareket edip gelmeyene bile gitmek suretiyle herkese gönül kapılarını açmak olacağını dile getirerek noktaladı.

Hürmetle…