Posts Tagged ‘tecdid’

Bamteli: NUR VE KARANLIKLAR

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Allah, iman edenlerin velîsi (dostu, yardımcısı ve koruyucusudur); onları karanlıklardan nura çıkarır.”

“Nasıl olsa bir gün güneş doğacak / Her yana yeniden nurlar yağacak / Dere-tepe, ova-oba bucak bucak / Işık gelip karanlığı boğacak!..” Işık gelip karanlığı boğacak…

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Allah, iman edenlerin velîsi (işlerini Kendisine havale etmeleri ve her bakımdan güvenmeleri gereken dostu, yardımcısı ve koruyucusudur); onları daima her türlü (zihnî, manevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî) karanlıklardan nura çıkarır (ve nurlarını arttırır). Küfre girenlere gelince, onlara velîlik yapanlar tâğûttur, onları nurdan her türlü karanlığa çıkarırlar. Onlar, Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar, orada sonsuzca kalacaklardır.” (Bakara, 2/257)

İman etmek suretiyle Allah dostluğuna erenleri, Allah (celle celâluhu), kat kat, muzaaf, mük’ab karanlıklardan kurtarır; tutar ellerinden, onları ışığa çıkarır.

Âlem, meseleye nasıl bakarsa baksın, olup biten şeyler karşısında sadece kendi yüreğini yaksın; fakat O’nun dediği olur; O (celle celâluhu) ne murad buyurmuşsa, gelir kendi otağına kurulur. “Ben iyiliğin-güzelliğin bütün dünyaca duyulmasını istiyorum!” derse, öyle olur.

Şeytan da boş durmaz; değişik yerlerde kendi ocaklarını yakar, tüttürür. Yer yer ortalığı sadece onun tüttürdüğü ocakların sisi-dumanı sarar ve göz gözü görmez olur, yer yer. وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ “O günler ki, onları biz insanlar arasında çevirip dururuz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veririz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteririz, bazen ötekine).” (Âl-i Imrân, 3/140) Ama “zaman/dehr”, O’nun (celle celâluhu) tecellilerinden bir tecellidir ki, zamanın başka bir adı olan “Dehr”i, O, kendisine bir ad, bir unvan olarak alıyor. O; “Hüve” ile ifade edilen O (celle celâluhu), koca bir “O” ile ifade edilen O (celle celâluhu).

Evet, اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ Nankörlere gelince… وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ Esas, “küfre girenler”, kalblerindeki inanma duygusunu -bir yönüyle- boğup, öldürüp, kefene sarıp gömenler demektir. “Küfür”, setretmek demektir. “Kâfir”in lügat manası da, “örten, setreden” demektir. Onun için -bir yönüyle- toprağa tohumları saçıp üstünü örtene de Arap dilinde “kâfir” derler. Küfre düşen kimseye de kalbindeki o inanma duygusunu sarıp sarmalayıp mezara koyduğundan dolayı “kâfir” denmiştir.

Oysaki vicdanın şehadeti var: Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine karşılık ruhlar, بَلٰى “Evet, Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diyorlar. “Vicdan, yalan söylemez!” O ruhlar âleminde, misâk âleminde, “Evet!” diyorlar; tabiat “Evet!” diyor buna, “mâhiyet-i insaniye”, “Evet!” diyor; genel âhenk ve nizam “Evet!” diyor bu meseleye.

Fakat zamanla şeytan insanlara -Onlara içirdiği bir şeyle mi?!.- farklı şeyler söyletiyor. Hani şimdilerde bazıları, insanları, kendi arzularına göre konuşturmak için bir şeyler içiriyorlar. Sonra da önüne yazılı bir kâğıt koyuyorlar; cömertçe (!) davranıyor, kalemi koymayı da ihmal etmiyorlar. Sonra “Sen, bu kâğıdın altına imza at, bunları demiş gibi!” diyorlar. İçtiği o zehirli suyla fikren, ruhen zehirlenmiş, beyin aktivitelerini yitirmiş -bir yönüyle- nöronları itibarıyla felç olmuş o insan, kendisine ne telkin ederlerse, o sesi çıkarıyor. Bazılarının da -böyle- şeytana bir borazan, bir zurna, bir kaval olması ihtimali var; o üfleyince, ona göre ses çıkarırlar. O üfler herkese; kimisine sağdan gelir, sağa ait argümanları kullanır: Mesela, “Din” der, “İman” der, “Cennet” der, “Cemâlullah” der, “Rü’yetullah” der. Ama bunları söylerken -esasen- kendi itibarını yükseltmeye matuf söyler; el-âlem alkışlasın, takdir etsin ve sürüler halinde arkasından sürüklensin diye. Şeytanın, insana taarruz ettiği noktaların en tehlikelisi de “sağ tarafından gelmesi”dir; kutsal bir kısım argümanları kullanarak, insanın kutsala karşı saygı hissini istismar etmesidir.

   “Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.”

Siz de saygı hissinizden dolayı şeytanın bu oyununa bazen yenik düşebilirsiniz. Zira siz, mü’min olarak, Allah’a inanan insanlar olarak, her zaman doğruluk ve doğrular peşinden koşarsınız. Dolayısıyla da -bir yönüyle- “adem-i itimâd” kapılarını kapatırsınız, arkasına da sürgüler sürersiniz. Oysa ki “Hüsnü zan, adem-i itimâd!..” esastır.

Evet, elektronik levhalardaki iki mısralık yazıyı hatırlayın: “Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.” Sizin hüsnüzanla bakışınız, onlar tarafından sizin kullanılmanıza yardımcı olur, sizi kullanmaya müsait hale getirir. Onlara bakışınız: Hüsnüzan. Fakat nereden bileceksiniz ki değişik bir ayak oyunu peşindeler, bir künde peşindeler, bir el-ense peşindeler?!. Bilemezsiniz; en azından meselenin çerçevesini tahmin edemezsiniz, görüp ettiğiniz şeyler itibarıyla. Bayramda yanınızda görüyorsunuz, İbn Selûl’ü; namazda en ön safta görüyorsunuz, İbn Selûl’ü. Dışarıya çıkarken en önde çıkıyor veya halk da koşuyor: “Şu nûr-efşân cemâli görelim biz! Şehrâhımın/şehrâhımızın cemâlini görmekle şereflenelim!..” Hani “Dokunmak, ibadettir!” diyorlar ya!.. Hani “Bütün evsâf-ı İlahî’yi hâiz!..” diyorlar ya!.. Ee canım böyle birisini insan, temâşa etmek istemez mi, ona dokunmak istemez mi, onu takdir etmek istemez mi, alkışlamak istemez mi?!. “Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.”

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’ye teşriflerinde, sahabe-i kiram -bildiğiniz gibi- O’nu coşkuyla karşıladı. Bunları hadisteki sağlam kriterlerle ifade ettiğiniz zaman, elenecek bazı şeyler olabilir; fakat rivayetlere göre, طَلَعَ الْبَدْرُ عَلَيْنَا * مِنْ ثَنِيَّاتِ الْوَدَاعْ *** وَجَبَ الشُّكْرُ عَلَيْنَا * مَا دَعَا لِلَّهِ دَاعْ “Seniyye-i Veda’dan bir Ay doğdu. Her dua ve davette bulunan, dua ve davette bulunduğu müddetçe üzerimize şükür vâcib oldu.” sözlerini, o gün tef vuruyor gibi, dümbelek vuruyor gibi nağmeli olarak, koro halinde söyledi ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nu böyle bir cûşîşle, herkesi heyecana getirebilecek bir tabloyla, bir tavırla karşıladılar.

Fakat bir şey diyeyim: Orada, İnsanlığın İftihar Tablosu ve O’nun devesine -Devesine de kurban olayım; o da kurban olsun, onu öyle karşılayan da kurban olsun!..- yaklaşıp -kendine has bir işve ile- o yalancı gülmeleriyle, en fazla tebessümle, “Misafirimiz ol yâ Rasûlallah!” diyen İbn-i Selûl’dür. Fakat O (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüksek firâsetiyle ve fetânetiyle, gayr-ı metlûv vahiy ile, içine doğan vahiy ile, kimin ne olduğunu çoktan biliyordur. Belki Allah, önceden de bildirmiş olabilir; ona dair bir şey görmedim ama bunların hepsi ihtimal dâhilinde şeylerdir. Fakat şurası muhakkak; İnsanlığın İftihar Tablosu’na, oraya gelenler arasında en şirin görünmek için, yalancı tebessümleriyle, yüz takallüslerinde, gözünün irisinde, dudaklarının kıpırdanışında, el-ayak hareketlerinde en samimi bir insan tavrı sergileyen odur.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) aldanmaz. Aldanmayan, Allah’ın aldatmadığı, aldanmaz. Ama biz aldanırız. Çünkü her zaman bir yâr-ı sâdık ararız, bir sadâkat emaresi görünce de arkasına takılırız ve sonra da hiç bilmeden/bilemeden, farkına varmadan, onun yaktığı ateşte yakılırız. Ve şimdi her yerde o fitne ateşlerini yakıyor, sizleri yakmaya, kül etmeye çağırıyorlar.

   Diriliş kahramanlarının, kendi içinde bulundukları zamanı, toplumu, sosyal yapıları ve konjonktürü doğru okuyup iyi değerlendirerek, isabetli teşhis ve reçeteler ortaya koymaları çok önemlidir.

Ama varsın yaksınlar, kül etsinler; Nesîmî ifadesiyle, “Ger beni yandırsalar / Toprağımı savursalar / Külüm oddan çağırsalar / Settâr Senden dönmezem.” diyecek Hakk’a dilbeste olmuş gönüller, O’na yürekten bağlanmış gönüller. “Yâr, yüreğim yâr / Gör ki neler var / Bu halk içinde / Bize gülen var.” (Yunus Emre) diyecek, elin-âlemin gülmesini de ağlamasını da nazar-ı itibara almadan, o şehrâh-ı sâdık arkasından at koşturup duracaklardır. At koşturma değil, günümüzde en hızlı uçaklarla, İnsanlığın İftihar Tablosu’na yetişmeye çalışacaklardır. Amellerini katlayacaklardır; insanî duygularını, hümanist düşüncelerini katlayacaklar ve herkese bağırlarını açacaklardır.

Asıldığı zaman söylemişti Nesîmî bunu: “Bir cefâkeş âşıkam, ey Yâr Senden dönmezem / Hançer ile yüreğimi yar, Senden dönmezem!..” mısraları ile başladığı sözlerine sonunda bunun ile noktayı koyuyordu; “Ger beni yandırsalar / Toprağımı savursalar / Külüm oddan çağırsalar / Settâr Senden dönmezem.” diyordu. Onu anlamayanlar, anlamamıştı. Ama o, deryanın dibinde sudan başka, mercan adalarında orada görüp-duyduğundan başka bir şey duymama ufkunu ihraz ettiğinden dolayı, kendisine “Sen nesin?” denince, “Ben, suyum yahu!” diyordu, “Ben bu mercanlardan birisiyim!” diyordu. Bu bir “ihsas” idi. Duyup ettiği şeylere rağmen, kalkıp orada “isneyniyet” mülahazasıyla, “Ben falanım; O da falan!..” filan deseydi, o andaki “ihsas”ları ve “ihtisas”ları (iç duyuşları) açısından bir tenakuz sergilemiş olurdu. Dolayısıyla, farkına varmadan öyle diyordu.

Bunu çok iyi anlayan, kendinden bir-iki asır sonra gelen, Evliyanın Şâhı… İnsanlığın İftihar Tablosu’nun neslinden…-“Ben Hasanîyim!” diyor fakat seyyid olarak bilinir; manzum eserinde, kasidesinde “Hasanîyim!” diyor, onlara “nakîb” denir.- Abdulkadir Geylânî hazretleri,  diyor ki: “Ben o dönemde olsaydım, ortaya atacağım düşüncelerle onu kurtarırdım! ‘Dediği sözlerin manası şuna geliyor!’ derdim.” Herhalde maktul Sühreverdî için de aynı şeyi düşünüyordu; herhalde Muhyiddin İbn Arabî için de aynı şeyi düşünüyordu. Herhalde çağın tercümanı olan zatın, kapı kapı dolaştırıldığı, sürgünden sürgüne gönderildiği, yirmi sekiz sene boyunca çekmediği ezâ, görmediği cefâ kalmadığı bir dönemde olsaydı -zannediyorum- onun için de aynı şeyi söyleyecekti: Siz, bu zatı anlamıyorsunuz! O, esasen bu çağda yeni bir insan düşüncesi/âbidesi ikame etme peşinden koşuyor; insanı yeniden inşâ etme peşinde koşuyor veya asıl unsurları değerlendirerek, her şeyi yerli yerine yerleştirmek suretiyle “Bak, sen busun işte!” deme peşinde koşuyor.

O Üstad’ın -Hazreti Bediüzzaman’ın- eserlerinde, o kadar beyandan beyana atıf var, o kadar oradan oraya haşiye ile atıf var, ondan ona o kadar şerh ile atıflar var ki, bakıyorsunuz bir yerde on yere birden göndermede bulunuyor. Onların hepsinde, bir çırpınış seziyorsunuz. Bu çırpınışın altında mahiyetinden uzaklaşmış insanın parçacıklarını -esasen- kalbini, ruhunu, hissini, vicdan mekanizmasını, ahsen-i takvîme mazhariyetini bir araya getirmek suretiyle insanın kendisini doğru okuması peşinde koşma vardı. İnsan, onu doğru okuduğu zaman o fihristte -o fihriste tam bakınca- kâinatı da doğru okuyacaktı ve diyecekti ki: “Vallahi de Allah var! Billahi de Allah var! Tallahi de Allah var! Allah var!..” Bunun peşinde koşuyordu.

Her büyük zat, tecdîd ruhu taşıyan ve tecdîd peşinde koşan her insan, yani “ba’s u ba’de’l-mevt” kahramanları… ve zılliyet planında olanlar… -İnşaallah, arkadaşlarımızı da o kategoride mütalaa etmede mahzur olmasa gerek; bu, mübalağa olmasa, bir aidiyet mülahazası olmasa gerek. İnşaallah öyledir. Fakir, öyle görüyor olabilir; hani bir aidiyet mülahazasına bağlı olması açısından da endişelerimi izhar etmem lazım burada.- Evet, her dönemde, “tecdîd” düşüncesine sahip bu farklı insanlar, kendi içinde bulundukları zamanı doğru okuyarak, sosyal yapıları doğru okuyarak, konjonktürü çok iyi değerlendirerek, yazdıkları/ortaya koydukları reçeteleri ona göre belirleyerek -bir yönüyle- zamanın dili/dalı haline gelmiş, tam zamanı aksettirici hale gelmişlerdir.

Günümüzün problemleri nedir? Bir inanma problemi.. insanın mahiyetinden uzaklaşması problemi.. değişik yerlerde çok farklı mülahazalara bağlı, korkunç bir radikalizm mülahazası… Dolayısıyla, yaşadığımız dönem itibarıyla ihtimam gösterilmesi gerekli olan husus ne ise şayet, restorasyon isteyen şey ne ise şayet, onun üzerinde yoğunlaşma, dağılmama, konsantrasyonu kaybetmeme lazımdır ki, faydalı/yararlı bir şey ortaya koyabilesiniz. İnsanlığın derdi/problemi, budur; çağı doğru okumak, problemleri çok iyi belirlemek ve ona göre reçeteler sunmak, çok önemlidir. Yoksa siz “reçete” diye sunduğunuz şeylerle işi azdırmış olursunuz. Kansere, metastaz yapma yollarını açmış olursunuz; neşteri vurursunuz, o kanser, metastaz yapar, her tarafa yayılır, üstesinden gelinmez bir hal alır.

   Allah’ın nurundan nasiplenememiş bir kimse için herhangi bir ışık söz konusu değildir; artık o iç içe karanlıklarla kuşatılmıştır da parmaklarının ucunu dahi göremeyecek haldedir.

Başa dönelim: اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ Allah’a dost olmak ve o dostlukta zirve yapmak, iman etmekten, inanılacak şeylere inanmaktan, -esasen- O’na inanmaktan geçiyor. Dolayısıyla fâil olarak “Allahu” geliyor veya mübteda olarak “Allah” geliyor; Allah. وَلِيُّ الَّذِينَ Onun haberi. Allah, onların velîleri, dostlarıdır ki, O’nun, himayesine aldığı insanlara öyle deniyor. أَلاَ إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “İyi bilin ki, Allah’ın velîleri için (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus, 10/62) ayetinde de اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا beyanında olduğu gibi veli/evliya deniyor. “Velî”, Kur’an-ı Kerim’de çok geçen bir kelimedir.

Baştan beri işaret ettiğimiz beyan, Bakara sûre-i celîlesinde, اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ Ayetü’l-Kürsî’nin de bulunduğu sayfa, bir sayfa sonra. “Allah, o kimselerin velîsidir ki…” Bir de “ism-i mevsûl” geliyor orada. Hani, evvela bir meselede bir düşündürme söz konusu. “Sıla” ile belli olacak bir şeyden bahsediliyor; dolayısıyla sizi bir düşünme ufkuna çağırıyor burada. Yani, niye اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ dedi? Bu “Ellezîne”den sonra gelecek “sıla” nedir? Hani az dilden, Nahiv’den anlayanlar, anlarlar: “Mevsûl” ve “Sıla” ne demektir? آمَنُوا “İman ettiler” diyor baştan. Yürekten iman ettiler; âfâkî-enfüsî tefekkür, tedebbür, teemmül neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın onların kalblerinde yaktığı nuru elde ettiler. اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا Bu ufku idrak eden insanlar… آمَنُوا diyor. Bu da fiil, fiil-i mazi ile diyor. Bir kere iman etmekle kalmazlar bunlar; çünkü fiil, teceddüde delalet eder. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler! İmanlarınızı yenileyin.” (Nisâ, 4/136)

Bu meseleyi çok iyi kavrayan sahabî, birbirleriyle karşılaştıklarında bazen, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً “Gel hele şöyle, birkaç dakika iman edelim!” derlermiş. “Bir kere daha imanımızı yenileyelim, gözden geçirelim; bir kere daha pekiştirelim onu, bir kere daha restorasyona tabi tutalım.” demek gibi bir şey. Evvelki sohbetlerde geçmişti; Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurduğunu hatırlayın:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

Bakın, sonra karanlıktan nura çıkarma anlatılırken, اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ buyurularak, iç içe karanlıklara dikkat çekiliyor, يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ deniyor. Demek ki insan -esasen- Allah ile olan irtibatını kaybettiği zaman, sadece bir ışığı kaybetmiyor, bütün ışıkları kaybediyor. Bir kere gündüzün ışığını kaybediyor, gecenin yıldızlarını kaybediyor; şafağın kâzibini de, sâdıkını da kaybediyor; mumu da kaybediyor. Dolayısıyla da iç içe zulümât…

Onun için Kur’an-ı Kerim, başka bir yerde şöyle buyuruyor: أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ إِذَا أَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَاهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ “(O küfre düşenlerin hali) derin bir denizi kaplamış yoğun karanlıklara da benzer ki, dalga dalga üstüne ve en yukarıda da kapkara bulutlar. Birbiri üstüne kat kat karanlıklar. Bu karanlıklar içinde insan, elini dışarı uzatacak olsa neredeyse onu bile göremeyecek. Allah her kime nur nasip buyurmamışsa, onun için herhangi bir nur söz konusu olamaz ki!..” (Nur, 24/40) “Hatta elini/parmağını çıkarsa…” İnsana en yakın ama sadece yakın olması da değil.. kendi elinin yakın olmasının yanı sıra, insan zamanla, kullana kullana, refleksleriyle parmağını nereye koyacağını bilir. Şimdi, bir -esasen- insanın uzvu olması itibarıyla yakınlığı var. Bir diğer mesele de el, ayak gibi değil; çünkü sürekli kullanıldığından dolayı, göze-kulağa, dile-dudağa, vücudun değişik yerlerine ulaşır; bağışlayın, bir kaşıntı bile olduğu zaman, neresi kaşınıyorsa şayet, anında tespit eder, çok iyi bir kâşiftir; hemen gelir, orayı kaşır ve o kaşıntıyı giderir. Bu açıdan, ayet-i kerimede, “Elini çıkarsa, neredeyse elini görmez!” deniyor.

Zulümâtın “müzâaf” olması.. aynı zamanda “mük’ab” olması.. “mük’ab der mük’ab” olması.. Hazreti Üstad’ın da ifade ettiği gibi… Risalelerin birisinde, “Kendimi öyle gördüm ben!” diyor, orada “O karanlıklar içinde, iç içe karanlıklar içinde gördüm.” diyor; “Elhamdülillahi alâ nûr’il-iman” diyerek اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerimesini okuyup o vakıadan ayıldığını söylüyor.

   Ayette, Nur tekil, zulümât ise çoğul gelmiş; zira göklerin ve yerin yegâne münevviri Allah’ın nurundan mahrum kimseler çok farklı ve iç içe karanlıklara maruz kalırlar.

Ayette, يُخْرِجُهُمْ deniyor; Allah (celle celâluhu) onları çıkarır. Onlar, imanda o sebata ererler ise, “iman”, mazi olursa.. تَصْدِيقٌ بِالْقَلْبِ، إِقْرَارٌ بِاللِّسَانِ Kalb ile tasdik, dil ile ikrar; buna ilave olarak, وَإِذْعَانٌ بِالْفِكْرِ tefekkür ile iz’an halini alırsa; Eş’arî akidesine göre de أَرْكَانٌ بِاْلأَعْمَالِ tavır ve davranışlar ile onu ortaya koyma gerçekleşirse… Dolayısıyla, o kadar vesileye bağlı bulunan netice: يُخْرِجُهُمْ Muzârî kipi ile ifade ediliyor; “Allah, çıkarır; murad buyurur, çıkarır.” deniyor.

Fakat aynı zamanda başına bir “sin” koymak suretiyle, (سَيُخْرِجُهُمْ) “biraz sonra, müteakiben çıkarır”, yok. “Sevfe” koymak suretiyle (سَوْفَ يُخْرِجُهُمْ) “Biraz uzak gelecekte çıkarır.”; o da yok. Bir “sümme” ile (ثُمَّ يُخْرِجُهُمْ) “Daha uzak bir gelecekte çıkarır.” da yok. “Çıkarırım!” diyor. Fakat bir “fâ-i sebebiyye” veya “fâ-i tâkibiyye” koyarak, اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا فَيُخْرِجُهُمْ “Hemen arkasından çıkarır”; öyle de değil. Ama “Çıkarır Allah.” Meselenin öyle ıtlak ile ifade edilmesi de şunu gösterir orada: Mesele, biraz içten inanmaya, o mevzuda teveccüh-i tâmma, konsantrasyona, imanı iz’an şeklinde ele almaya bağlıdır. Yürekten inanmışsanız, Allah (celle celâluhu), sizi o bunalım içinden, ne yapacağınızı bilemediğiniz o kat kat zulümâttan kurtarır.

Ayrıca, “zulümât” kelimesi çoğul gelmiş ve dilin hususiyeti öyle olduğundan, müennes olarak cem’ilenmiş. Evet, burada müennes gelmesine bakınca da, “zulümât” kelimesinde ayrı bir mana var. Bakın, ayrı bir espriden bahsediyorum size burada: Aynı zamanda, zulümât, zulümât doğurur; onun doğurganlığına da işaret ediliyor orada. Müennes/dişi bir kelime ile ifade etmesi, “karanlık, karanlık doğurur” manasını vurguluyor. Hani, Tıp dilinde “fasit daire” diye bir şey var; şimdi sadeleştirerek “kısır döngü” dediler. Bir kere insan, bir yanlış yola girdi mi, mesela bir kere yalan söyledi mi, o kapı açılmış olur, ikinci yalanı söyler; bir kere iftira etti mi, ikinci iftirayı yapar; bir kere inkâra doğru bir adım attı mı, bir adım daha atar, hafizanallah. Nurlarda buna da işaret var, hafizanallah. Aslında Kur’an’ın işareti: كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Hayır! Gerçek öyle değil! Onların yapageldikleri kötü işler, gitgide kalblerini paslandırmıştır. (onun için âhireti inkâr ederler.)” (Mutaffifîn, 83/14) Bu ayetteki “sekte”de bile bir anlam var. Fakat, teker teker söylediğim her kelimenin inceliğine girmem de doğru değil; kafa karıştırmış oluyorum; bu benim Erzurumlu dağınıklığım!..

Evet, مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ deniyor; Allah, ışığa çıkarır onu; iç içe karanlıklardan. Burada da zulmetler çok.. şeytanın değişik zulmetler meydana getirmesi… Biraz evvel dedim: Sağdan gelip -böyle- olumsuz şeyleri, pozitif gibi göstermesi ve seni öyle çarpması.. soldan gelip, garîze-i beşeriye, cismaniye, hayvaniye, nefsaniye ve bedeniyeyi, bütün bunları gıcıklayarak, o taraftan seni vurması.. ileriye bakarak, senin gelecek ile alakanı kesmesi/koparması, kabri bir zindan, bir zulümât yuvası halinde göstermesi, cennete inandırmaması, Cehennem endişesini içine salmaması; oradan da gelir sana.. arkadan gelir; seni maziden koparır, “Ben, kökü mazide bir âtiyim. Ben, Âdem peygamberin evladıyım. Benim ceddim, Peygamber.” Sonra o peygamber nurânî silsilesi ile, zebercet silsilesi ile, insanlık, bugüne kadar ayakta kalmıştır, kalabilmişse kalmıştır; şeytan o bağı da koparmaya çalışır. Dolayısıyla zulümât çok ve doğurgan; sadece üç tane demeyin ona; bakarsınız, üçü üç ile çarparsınız, dokuz tane olur; dokuzu dokuz ile çarparsınız, seksen bir olur; Allah’ın belası, çoğaldıkça çoğalır, riyazî düşünürseniz burada. Fakat “nur”a gelince, o bir tanedir:

“Nûr”, Cenab-ı Hakk’ın ismidir. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ “Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur.” (Nûr, 24/35) Fakat o ayette, müfessirin-i kiramın büyükleri, “Münevvir” kelimesini kullanmışlardır. “Efendim, burada Nûr’u isim olarak kullanıp, aynı zamanda onu tasarruf yapabilir bir kelimeye çevirmeli.” “Münevvir kelimesine çevirmeleri de çok anlamlıdır. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ Bu açıdan mana şöyle olur: “Allah, gökleri ve yeri her zaman nurlandırandır.” Işık kaynağı, O’dur. Allah her türlü temsilden yücedir ama misalle anlatacak olursak, hani, mum olabilir, günümüzde elektrik lambaları olabilir, projektörler olabilir; burada durup da Samanyolu’nun derinliklerinde bilmem hangi sistemin merkezinde, neyin ne olduğunu görebileceğimiz rasathaneler olabilir. O şekilde, öyle bir “tenvir edici” Allah (celle celâluhu). Burada ona da öyle bakabilirsiniz: يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ Sizi her zaman, geleceğinizi nurlandıracak ufka ulaştırır; o ufka, Allah ufkuna ulaştırır.

   Allah’tan gayrı gönül verilip adeta mabud edinilen veya böyle bir neticeye götüren her şey tâğûttur; şovenizm ve radikalizm de günümüzün tâğûtları arasındadır.

Bu, pozitif şeylerin tam anlaşılması için, bazen zıtları ile ifade etmek uygun olur. اَلْأَشْيَاءُ تَنْكَشِفُ بِأَضْدَادِهَا fehvasınca, “Eşya, zıtları ile inkişaf eder.” Daha doğrusu “Eşya, zıtları ile daha iyi inkişaf eder, daha anlaşılır hale gelir.” Onun için ayette yine bir ism-i mevsûl geliyor: وَالَّذِينَ كَفَرُوا “Onlar ki küfretti, nankörlük yaptılar; vicdanlarındaki inanma hissini körelttiler.” Vicdan, yalan söylemez. Bir dönemde أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ’a karşı “Belâ” (بَلَى) demiş vicdan, yalan söylemez. Tekvinî emirler mecmuasına baktığı zaman, aynı zamanda enfüse baktığı zaman, insan anatomisini doğru okuduğu zaman, vicdan, diyeceğini diyecektir orada; yalan söylemez. Fakat onlar, vicdanlarındaki o sâdık dilin ağzına birer fermuar vurmak suretiyle, esasen, bir yönüyle onu gömüyorlar, kâfirlik yapıyorlar; tohumu toprağa gömüyor gibi. وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ Onların dostları da tâğûttur.

Bakın; bir, Allah’ın dost olması var; o Dost bir tane. O tek Dost’u bulmayınca, yalancı elli tane dostun arkasından aptalca koşmaktan kurtulamazsınız. Bütün yalancı dostlardan ve şeytanlardan sıyrılmanın yolu, Hakiki Biricik Dost’u bulmaya vabestedir. Yoksa bazen “Dünya!” der, o yalancı dostun arkasından koşarsınız; bazen “Şehevât-ı nefsâniye!” der, onun arkasından koşarsınız, kendinizi bohemlik çağlayanına salarsınız; bazen “para”nın arkasından koşarsınız; bazen “makam”ın arkasından koşarsınız; bazen “siyasî pâye”lerin arkasından koşarsınız. أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ -Bunlar, ikizdir, tev’em; beraber doğmuş ama hangisi evvel doğmuş, onu bilemeyeceğim ben!- Bazen “alkışlanma”nın arkasından koşarsınız, hafizanallah. Bütün bu elli tane, elli bin tane kulluktan sıyrılmanın tek yolu vardır: Tek Bir Zât’a kul olmaktan geçer, o da.

Onun için birincisinde, اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا der; yani, “Allah, inanmış kimseler için tek velîdir, onların tek dostudur.” Diğerlerine gelince, وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ “Onların velileri…” Ve-li-le-ri… Bir sürü velîleri var onların, dost gibi görünen; dost gibi, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl gibi, Ka’bu’l-erzel gibi -“Ka’bu’l-eşref” malum, onu Fakîr değiştiriyor- ve onun arkadaşları gibi insanlar. أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ Onların velîleri, onlara velîlik yapanlar tâğûttur. “Tâğût”, taptıkları şeyler. Bunlar, “Lât, Menât, Uzzâ, İsaf, Nâile”; “Vedd, Yeğûs, Ya’ûk, Nesr” gibiler de Hazreti Nuh döneminden. Fakat her dönemde tapılan şeyler farklı farklı şeyler olabilir.

Hatta denebilir ki, günümüzde, şovenizm/kafatasçılık da ayrı bir puttur. Günümüzde hortlamaya yüz tutmuş. “Bir dönemde öldü, gitti!” falan diyorlar. Biz “tenâsuh”a inanmıyoruz, reenkarnasyona inanmıyoruz; fakat galiba bu mevzuda doğru; tam ölmüyor meret, bu defa ayrı bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir dönemde Lât, Menât, Uzzâ şeklinde çıkıyor; başka bir dönemde de saraylar, villalar, filolar şeklinde, makamlar, mansıplar, pâyeler şeklinde, paraya-zenginliğe doymama şeklinde zuhur ediyor. Aynen, bunların hepsi put; Lat’a, Menat’a tapmaktan farkı yoktur. Bunları da “maksudun bizzat” sayanlar, “evvelen ve bizzat” bunlara teveccüh edenler, “Bunlarsız olmaz!” diyenler, bunları “olmazsa olmaz” kabul edenler, hiç farkına varmadan, hâşâ ve kellâ, -Evet, nâm-ı Celîlini telaffuz ederek söylemeyi O’na karşı saygısızlık saydığımdan, sadece zamirle söyleyeyim.- “O (celle celâluhu) olmazsa da olur ama bunlar olmazsa olmaz!” derler.

Evet, tâğût… يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ “Onları Nur’dan her türlü karanlığa çıkarırlar.” Nankörlük yaptıklarından dolayı, Nur’u bilemediklerinden, o vicdanlarındaki meşaleyi göremediklerinden dolayı… إِلَى الظُّلُمَاتِ deniyor. Zulümât kelimesi -Hay senin boynun kopsun!- bakın yine müennes olarak geliyor burada, doğurgan; karanlık, karanlık içinde; karanlık, karanlık içinde; karanlık… Daha önceki ayeti hatırlayın:ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ “Birbiri üstüne kat kat karanlıklar.” (Nur, 24/40)

   Cennet de ebedîdir, Cehennem de ebedîdir.

Efendim, أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “İşte bunlar…” Yeni, bir kısım mealcilerin ifadesiyle, “Cehennemin yârânlarıdır.” “Cehennem ashabıdır” da diyebilirsiniz, “Cehennemin yakıtları” da diyebilirsiniz. Çünkü Kur’an-ı Kerim, buna benzer tabirlerin hemen hepsini kullanıyor. Bir yerde “yakıt”ı diyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنْفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلاَئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Ey iman edenler! (Kendinizi ve onları Allah’ın hükümleri istikametinde eğiterek) hem kendinizi hem de ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan müthiş bir Ateş’ten koruyun. Onun başında hem görünüş hem karakter itibarıyla sert ve çetin melekler vardır; Allah onlara ne emrederse asla karşı gelmezler ve kendilerine her emredileni yerine getirirler.” (Tahrîm, 66/6) Onun yakıtı, hiç yanmıyor gibi görülen taşlar ve bir de -hafizanallah- dünyada gönlü ile O’na (celle celâluhu) bağlanamamış, O’nun için yanmamış/yakınmamış insanlar; bunlar, orada, o Cehennem’de yakıt olacaklar. حَفِظَنَا اللهُ وَإِيَّاكُمْ

Orada onunla -bir defa yanmakla- da kalmayacak, هُمْ فِيهَا “Onlar orada…” O “zamir-i fasl” da ayrı bir mana ifade ediyor: “İşte bak, dikkat et; onlar, orada, o Cehennem’de…” فِيهَا خَالِدُونَ diyor. O da müennes; böyle iç içe zulmetler, doğurgan zulmetler karşısında orada da iç içe böyle karanlıklar, birbirini tevlîd eden, peşi peşine gelen reaksiyonlar ile, yeni patlamalar ile, yeni lav dalgaları ile etrafı saracak şeyler. Birbirleriyle çok irtibatlı bunlar.

Bir de خَالِدُونَ Hafizanallah, bir de “Orada upuzun kalacaklardır.” diyor. “Hâlid” kelimesine, bazıları “uzun zaman kalma” manasını veriyorlar. Oysaki “hâlidûn” kelimesinin dışında Kur’an-ı Kerim’de on iki yerde de “ebed” kelimesi kullanılıyor; “ebed” kelimesi…

Cennet de ebedîdir, Cehennem de ebedîdir. Cenâb-ı Hak, sizi, arkadaşlarınızı, ızdırap içinde inleyen kardeşlerinizi, mazlumiyet, mağduriyet yaşayan, sürgün yaşayan, ihtifâ yaşayan, değişik tehlikelere rağmen, şartlara ve konjonktüre göre hâlâ kalbleri hizmet arzusuyla çarpıp duran kardeşlerinizle beraber hepinizi ebedî Cennet ile serfirâz kılsın; Rasûl-i Ekrem’e komşu eylesin, Firdevs ile sevindirsin, Cehennem’den de fersah fersah uzak kılsın!.. Vesselam.

Yenilenme Ruhu ve İlâhî İnayet

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Dinî duygu ve düşüncede yenilenme sevdalısı insanların belirgin özellikleri nelerdir?

Cevap: Yıllardır Müslümanların yaşadığı coğrafyada ruhî hayatın büyük ölçüde söndürülmesi, aşk u vecdin bütün bütün unutturulup gönüllerin diline zincir vurulması, düşünen ve okuyan aydınların gidip kaskatı bir pozitivizme aborde olmaları, salâbet ve hakta sebat yerine kaba softalığın ikâme edilmesi; hatta ahiret ve Cennet istenirken bile, dünyada alışılagelen mutluluğun devamı mülâhazasıyla istenmesi gibi pek çok tahribâtı onarma cehdi ortaya koymadan, çarpık düşünce ve telakkileri tashih etmeden toplum olarak ruhta ve manada dirilmemiz mümkün değildir.

Tabii ki, son birkaç asırdan beri ruhlarımızı saran levsiyat Allah’ın izni ve inayetiyle sökülüp atılabilir. Ne var ki, öncelikle milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duygulardan sıyrılmamız; sonra da İslâm’ın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergâmlık, ruhanîlik ve rabbanîlik ruhuyla hakka yönelmemiz ve gönüllerimizi hak duygusuyla arıtıp şekillendirmemiz gerekmektedir. İşte bu anlayışla işe koyulmadan ve ona muvafık bir gayretle çalışıp çabalamadan düze çıkmamız imkânsızlık ölçüsünde zor demektir. Bununla beraber, eğer içimizde, öze sadık kalmanın yanı sıra çağı da kucaklayabilecek tecdid ve ıslah iradesine sahip bir kısım yiğitler varsa –ki vardır– bu tamir ve yenilenme mutlaka gerçekleşecektir.

Göz Açıp Kapayıncaya Kadar Dahi Olsa

Bir misal olması açısından, kendisine Hüccetü’l-İslâm denilen İmam Gazzalî’nin hayatına bu perspektiften bakabilirsiniz. O, öncelikle ilm-i zahirde yüksek bir ufku yakalamıştır. Öyle ki, kendi dönemi itibarıyla ulaşılabilecek bütün kaynak eserlere ulaşmış, kütüphaneler dolusu kitabı hallaç etmiş ve neticede daha sonraki nesillere çok bereketli eserler bırakmıştır. Zaten yetiştiği dönem olan beşinci asır, bir açıdan, bizim rönesansımızın zirveye ulaştığı bereketli bir çağdır. İşte İmam Gazzalî zahirî ilimlerde zirveleri tuttuktan sonra o ilimlerin dar kalıpları içine sıkışıp kalmamış, onlara ayrı bir kıymet ve derinlik kazandıran rabbanilik ve ruhanilik ufkuna yönelmiştir. Zira ona göre manevî ve metafizik buudu olmadığı takdirde âlimlerin kitaplarda söyledikleri sözler, nazarînin ötesine geçmemektedir. Hakikat bilgisine ulaşılması nazarînin amelîye çevrilmesi ve kalb ufkunda yaşanan bir hayat tecrübesiyle mümkündür. Dolayısıyla kalb ve ruh yörüngesinde bir hayat yasayanlar diğer ilim ehline göre kırılma ve dökülmelere daha az maruz kalmaktadırlar.

İşte kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselen, nefsî arzularından sıyrılan, kendinde fena bulup Allah’ta bakî olan bir insanı, rahmet-i ilâhînin, düşüncelerinde, mülahazalarında ve hissiyatında kendisiyle baş başa bırakması düşünülemez. Evet, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, Allah bu tür insanları nefisleriyle baş başa bırakıp yanlışlığa kaymalarına müsaade etmez.

Bildiğiniz gibi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem);

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

Yâ Hayyu, yâ Kayyûm! Rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah buyur ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; el-Bezzâr, el-Müsned 13/49) duasını ümmetine bir hedef olarak talim buyurmuştur. Efendiler Efendisi’nin dualarını kendilerine en yüksek hedef olarak belirleyen ve o istikamette cehd u gayret içinde bulunan ıslah erleri de Allah’ın izni ve inayetiyle hep maiyyet-i ilâhiyenin nurdan tayfları altında yol almışlardır.

Cenâb-ı Hak, Hiçbir Emeği Zayi Etmez

Bu itibarla denilebilir ki asırlara damgasını vurmuş bu büyüklerin içtihat, istinbat ve tecdit mülahazalarını Cenâb-ı Hak onların içine ilka etmiştir. İsmail Hakkı Bursevî’nin Netâic’ine bakacak olursanız onun, “Sabah vakti kalbime şöyle tulû etti; içime şöyle geldi.” gibi sözlerine şahit olursunuz. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Cenâb-ı Hak, bu büyük zatların yollarını aydınlatıyor ve önlerini açıyor, böylece onlar da her şeyi doğru görüp doğru yorumluyorlar. Sonra da zamanın şartlarına, toplumun karakterine ve sahip oldukları  vazifeye göre yapılması gerekli olan işleri yapıyorlar.

Cenâb-ı Hak, Zilzâl Sûre-i Celilesi’nde:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

“Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlemişse mutlaka onun karşılığını görür; kim de zerre ağırlığınca bir şer irtikâp etmişse mutlaka onun karşılığını görür.” (Zilzâl sûresi, 99/7-8) buyuruyor. Bu âyet-i kerimenin mânâsını, sadece “insanın burada işlediği iyilik ve kötülüklerin karşılığını ahirette alması” şeklinde anlamak eksik olur. Kanaatimce konuya şöyle bakmak gerekir: Atom ağırlığınca bile olsa yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığı belli ölçüde dünyada da görülecektir. Zerre ağırlığı kadar küçük hayırların bile karşılığı görülecekse şayet, mefkûre uğrunda, küre-i arz ağırlığında yapılan hayırların karşılığı öncelikle görülecek, çok defa ilahi inayet şeklinde tecelli edecek, demektir.

Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın, himmeti milleti olan, kendisini insanların dirilişine adayan, şahsî zevklerinden fedakârlıkta bulunup hiçbir şekilde kendi ikbal ve istikbalini düşünmeyen bir ihya erini kendi nefsiyle baş başa bırakması düşünülemez! Allah (celle celâluhû) kim bilir bazen açıktan açığa, bazen da şahsın hiç farkına varmayacağı şekilde onu sevk-i ilâhî ve insiyaklarla yönlendirir. İşte böyle bir diriliş kahramanı ne kadar dolambaçlı yollara girerse girsin, hangi derin vadilerde dolaşırsa dolaşsın, Allah’ın izni ve inayetiyle hep doğru yolda yürümeye devam eder.

Allah tarafından ufukları açılan bu tür hakikat kahramanları kimi zaman daha işin başında her şeyi ayan beyan o kadar net bir şekilde görürler ki karşılaştıkları hâdise ve problemler karşısında hemen çok rahat,

فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ

“Hakkın ötesinde ancak dalâlet vardır.” (Yûnus Sûresi, 10/32) deyip doğruyu işaret eder, hakikati seslendirirler. Kimi zaman da karşılaştıkları hâdisenin muğlaklığı ve müphemliği karşısında, “Allah’ım sadece Senin rızanı diliyor, bu insanların Sana yönelmesi için rızana en muvafık tercih ne ise beni ona muvaffak kılmanı istiyorum.” diyerek samimiyet, ihlas ve gayretle O’na sığınırlar. Neticede onlar, Allah’ın izniyle doğruyu görür, doğruyu seslendirir ve insanları doğru yola yönlendirirler.

Hiç Kimse O Kapıdan Eli Boş Dönmemiştir

Eğer siz sürekli dualarınızda, “Allah’ım! Dayanamayacağım, güç yetiremeyeceğim musibet ve belalar karşısında Senin kapının tokmağına dokunuyor ve ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum. Allah’ım! Hata ve günahların ağır baskılarından kurtulma hatta tasavvur ve tahayyüllerimin kirlenmesi karşısında tertemiz bir hayat yaşayabilme adına yine Senin kapının tokmağına dokunuyor ve bir kere daha ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ talebinde bulunuyorum. Allah’ım! İnsanların dirilmeleri adına ortaya koyduğum bütün söz ve fiillerimde beni benimle baş başa bırakma! İrşad tecellilerini benim üzerimden hiçbir zaman eksik etme! Beni her daim doğru yola hidayet buyur! Bütün tavır ve davranışlarımda beni samimiyet ve ihlasla serfiraz kıl! Sazımın sözümün insanlara tesir etmesi için inayetini, görüp gözetmeni üzerimden eksik etme! Allah’ım! İrşad ve tebliğ yolunda mücadele ederken biliyorum ki ehl-i dalâlet beni rahat bırakmayacak; çok küçük şeyleri dahi bahane ederek üzerime gelecek. Onlardan gelecek her türlü belâ ve musibet karşısında eğilmeden, bükülmeden, kırılmadan, taviz vermeden dimdik ayakta durabilmek ve sadece Senin karşında eğilebilmek için yine Senin inayetine, koruyup kollamana sığınıyor, bir kere daha kapının tokmağına dokunuyor ve ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum. Allah’ım! Kalbimi duru tutamıyor ve hakkıyla hukukullaha riayet edemiyorum. Kalbimin, yarattığın günkü gibi dupduru olabilmesi adına tekrar Senin kapının tokmağına dokunuyor ve bir kez daha ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum.” şeklinde sadakat ve samimiyetinizi ortaya koyarsanız Cenâb-ı Hak sizin bu teveccüh ve yakarışlarınızı boş çevirmez; sizi içtihat, istinbat ve tercihlerinizde göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsinizle baş başa bırakmaz.

Evet, eğer siz hayatınızı bu mülahazalara bağlı götürüyor, sabah-akşam hep O’nun kapısının tokmağına dokunuyor ve isteklerinizi birer dilekçe gibi hep o kapıya arz ediyorsanız, arz-ı hâlinizi duyan, bilen, gören Allah (celle celâluhû) mutlaka icabet edecek ve sizi asla karşılıksız bırakmayacaktır. Hak dostlarının yürekleri yakan o derin ve dokunaklı virdlerinde çok defa ifade edildiği gibi, şimdiye kadar O’nun kapısına gidenlerden hiç kimse eli boş dönmemiştir. Hata ve günahlar içinde düşe kalka yürüdükleri hâlde niceleri o kapının tokmağına dokunmuş, O’nun afv u mağfiretine sığınmış ve neticede O’nun rahmet, lütuf, ihsan ve inayetiyle sarılıp sarmalanmışlardır.

Hâsılı, Cenâb-ı Hak, fenâ fillah, beka billâh ve maallaha mazhar olamamış, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerinden geçerek Zât-ı Baht’a ulaşamamış, bu yolda ciddî bir sermayesi bulunmayan; fakat son derece samimî ve ihlâslı olan, sürekli “Allah’ım! İman-ı kâmil!” “Allah’ım! İslâm-ı etemm!” “Allah’ım! İhlâs-ı tam!” “Allah’ım! Samimiyet!” diyerek Allah’a teveccüh eden ve tam bir sadakatle o kapının tokmağına dokunan tamir, ıslah ve tecdit yolcularını yalnız bırakmamış; ilahi koruma, görüp gözetme ve kollamasıyla onları hep muhafaza altına almıştır.