Posts Tagged ‘Tekebbür’

Bamteli: MÜTREFÎN

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Hârun olma iddiasıyla ortaya atılıp hiçbir ölçü ve kural tanımadan ve hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan dünyevî zevkler peşinde koşup şımararak Kârûn’laşan kimseler hemen her dönemde mevcuttur.

Kendi zevk ü sefasına düşkün, hayatını kendi hesabına yaşayan, kendi hesabına değerlendiren, dünya adına hiçbir şeye doymayan, sürekli tûl-i emel peşinde koşan, hep tevehhüm-i ebediyet ile yaşayan kimselere “mütrefîn” denir. Bunlar, doyma bilmeyen, bir hadis-i şerifin ifadesiyle, iki dağ altını olsa, bir üçüncüsünü -Kârûn gibi- isteyen insanlardır.

Kârûn, Hazreti Musa’nın kavminden; fakat bir fırsat buluyor, aklını değerlendiriyor veya ayak oyunlarıyla çok zengin oluyor. İhtikârın, ihtilâsın, irtikâbın her türlüsünü kullanıyor. Günümüzün insanına çok benziyor; el öpüyor, etek öpüyor, ayaklara kapanıyor, bir şey koparıyor; yerlere kapanıyor, bir şey koparıyor; eğiliyor, bir şey koparıyor; rükûda, bir şey koparıyor; secdede, bir şey koparıyor; “Daha var mı eğilmem adına!” diyor, yine bir şey koparıyor. Ve bir gün geliyor, hazineleri oluyor. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ “Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki, anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir grup insan ancak taşırdı.” (Kasas, 28/76) Hazinelerinin anahtarlarını, ancak on kişilik bir heyetin taşıyabileceği kadar zengin oluyor.

Hırsı sadece hazineleri bir yerde yığmada değil; “Ne olur ne olmaz, hazine tek yerdeyken soyarlarsa, hepsi soyulmuş olur; en iyisi ben onu beş-on yerde gizleyeyim ve hepsinin kapısına da beş-on tane kilit vurayım; birine uydurma anahtarlar uydururlarsa, diğerine uyduramasınlar!..” Şimdi, Kur’ân’ın bu mevzudaki ifadesini nasıl anlayacaksınız? On kişilik bir cemaat ancak anahtarlarını taşıyor hazinelerinin!.. Onca zaman sonra arıyor, buluyorlar, buluyorlar; yine “Kârûn’un hazinelerini bulduk!” diyorlar.

Kârûn, Hazreti Mûsa’ya iltihak ederken Hârun gibi iltihak ediyor; yani, bir gecekondudan geliyor. Sonra kendisine bir pâye verilince, bir saraya konuyor; “ak” dese de, “kara” dese de saray, saraydır. Sonra filoları filolar takip ediyor; villaları villalar takip ediyor. “Hârun” olarak, Hârun rolü oynayacağı iddiasıyla sahneye çıkıyor; fakat “Kârûn” oluyor ve Allah tarafından, öylece yerin dibine batırılıyor. فَخَسَفْنَا بِهِ وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرِينَ “Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi ne de kendi kendisini savunabildi.” (Kasas, 28/81) Yerin dibine batırdık onu ve ârâm eylediği sarayını; Allah’tan başka onu, ondan kurtaracak kimse de yoktu, olamazdı da!..

Emsalleri de aynı âkıbete maruz kalmaya mahkûm namzedidirler; bundan hiç tereddüdünüz olmasın!.. Kim öyle mahiyetinin üstünde, kabiliyetinin üstünde, Cenâb-ı Hakk’ın verdiklerine kanaat etmenin üstünde, değişik şeylere gözünü dikmiş ise, Allah onu alçaltır. مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ، وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ  “Allah için yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” Kim, Allah’ın büyüklüğünü kabul eder, kendi küçüklüğü ile yerlere kadar eğilir ve kapanırsa, tâbir-i diğerle, tevazu kanatlarını yerlere kadar indirirse, Allah, onu yükselttikçe yükseltir! Fiil kipi ile ifade edilmesi, “teceddüd”e delalet ediyor; bir yükseltmek ile kalmaz, bir arş-ı kemâlâta, bir arş-ı kemâlâta, bir arş-ı kemâlâta daha yükseltir.

(“Tevâzu” için “tefâ’ül” (تَفَاعَلَ) kipi kullanılmasına mukabil) وَمَنْ تَكَبَّرَ sözünde fiil, “tefe’ül” (تَفَعَّلَ) kipinden geliyor; bu da kibirdeki tasannu ve zorlanmayı ifade ediyor. Esasen büyüklük, Allah’ın sıfatıdır. Cenâb-ı Hak, bir kudsî hadis-i şerifte, الْعَظَمَةُ إِزَارِي، وَالْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي، فَمَنْ نَازَعَنِي فِيهِمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ buyuruyor: “Azamet izârım, kibriya ridâm Benim; bunları Benimle paylaşmaya kalkanı, derdest ettiğim gibi, tepetaklak Cehennem’e atarım!” Allah’a mahsus iki tane sıfat, bunlar. Dolayısıyla, esasen o fâniye ait urba değil, numara-drobu ona uymuyor; fakat tekellüf ile onlara sahip çıkmaya çalışıyor, zorlanıyor. Fiilin kipinden bunlar anlaşılıyor. وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ Orada da Allah, batırdıkça batırıyor, batırdıkça batırıyor, batırdıkça batırıyor; “esfel-i sâfilîn”e kadar yolu var o işin.

   Her dönemde Kârûn ve Sâmirî gibi kimseler Firavun ve benzerlerinden daha tehlikeli olmuşlardır; zira Hazreti Musa ile Firavun arasında kırmızıçizgiler vardır; diğerleri ise, ehl-i nifaktır.

Böyleleri -esasen- deyip ettiklerinde hiçbir zaman samimi değillerdir, münafıktırlar bunlar. Ve münafıklar, kâfirlerin de altındadırlar. إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar (dibindedirler). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) Evet, Cehennemde en aşağı derekededirler onlar.

“Mütrefîn”, karakter itibarıyla bu türlü insanlardır; dünya adına doymayan ve Hazreti Pîr ifadesiyle -Hayır, Kur’an’ın ifadesine, onun şu şekilde yorum getirmesiyle- “bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih eden” kimselerdir. Hazreti Üstad, bu zamana, “bilerek dünya hayatını ahirete tercih edenler asrı” diyor ve işaret ettiği ayetin, ebced hesabı ile de bu asrı gösterdiğini belirtiyor. Bilerek dünya hayatını, âhiret hayatına tercih edenler… Sokaktaki insan, nahiyedeki müdür, kazadaki kaymakam, vilâyetteki vali, daha üstündeki ekâbir (büyük başlar) ve senâdîd (önde görünenler); bütün bunlar, bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih ediyorlar. Böyle bir asırda yaşıyoruz.

En tehlikelisi nedir? Bir inkârcı, bir mülhid, bir mütemerrid, bir Materyalist, bir Natüralist bunu yapıyorsa, aklınız biraz kabul edebilir. Fakat “Allah birdir!” diyenler, “Dinin ruhunu ikâme etmek istiyoruz!” diyenler, “İdareye, o ruhu katmak, onun ile o idareyi -bir yönüyle- bir dantela haline getirmek, göz kamaştırıcı bir seviyeye ulaştırmak istiyoruz!” diyenler, bunu yapıyorlarsa (dünya hayatını ahirete bilerek tercih ediyorlarsa) çok aldatıcı olur. Yığınlar, sürüler gibi, koyun sürüleri gibi bu kurtların arkasına takılır giderler. Bilemezler ki, esasen o, tenha bir yere sevk ediyor; birer birer onların hakkından gelmek için onları o tenha vadiye celbediyor. Mesele, dinî argümanların kullanılması olunca camideki cemaat de inanır, Beytullâh’ı tavaf eden de inanır, Ramazan’da oruç tutan da inanır, “savm-ı Dâvud” (günaşırı oruç) tutan da inanır, bütün malını sadaka olarak veren de inanır, “Ben ruhumu Allah için vermeye teşneyim, şehit olmaya âmâde bulunuyorum!” diyen de inanır, varsa şayet!.. İnanırlar, çünkü kullanılan argümanlar, bir yönüyle insanları inanmaya mecbur ediyor.

Rica ederim, biri gelip imamın arkasında, “Aman ön safta, tam imamın arkasında durayım; imama inen sevabın hemen ikincisini ben alayım; onda onu imama indi, onda dokuzu da bana insin!” diyen biri gibi, o hissi sizde uyarmak için imamın arkasında duruyorsa şayet, siz inanmaz mısınız ona?!. Şimdi bu, abdestli mi, abdestsiz mi belli değil ama bu türlü şeyleri gördüğünüz zaman inanırsınız. Onlar da sizin bu inancınızı, bu temayüllerinizi, bu zaafınızı, “hüsnüzan, adem-i itimat”sız tavrınızı değerlendirmesini bilirler; ulaşmaları gerekli olan yere, Makyavelist mülahaza ile ulaşırlar. Bütün gayr-ı meşru vesileleri kullanarak, hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.

Dolayısıyla bunlar, kâfirden daha tehlikelidir. Kârûn, Firavun’dan daha tehlikelidir. Sâmirî, Firavun’dan daha tehlikelidir. Çünkü kırmızıçizgiler vardır, Firavun ile Musâ (aleyhisselam) arasında. Fakat birisi böyle İsrailoğullarından görünüyor ama ayak oyunları ile başka bir yolda yürüyor ise, farklı bir yolda yürüyor ise, aldatıcı bir yolda yürüyor ise, o daha tehlikelidir. O açıdan günümüzde böyle bir tehlike ile -hakiki mü’minler- karşı karşıya bulunuyorlar. İşte, bunun adı “münâfıklık”tır ve belki önemli bir yazıya mevzu yapılması yerinde olur.

Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl öyle bir münafık idi ve belki üç yüz tane de arkadaşı vardı; bunlar, pek çoğu -pek çoğu, hepsi değil- âlem-i İslam’ın “havz-ı kebîr”i içinde eridiler. Ama Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl gibi kimseler, saflarda önde göründüler, Efendimiz Medine’ye teşrif buyurduğunda -edâlı bir ses tonuyla- “Bize buyurun Efendimiz!” dediler. Fakat bildikleri yoldan katiyen ayrılmadılar ve ölünceye kadar da o temerrütlerini devam ettirdiler. Onun için oğlu -Ashâb-ı Bedir’dendir, Abdullah İbn Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl- geldi; “Yâ Rasûlallah! Babamın cenazesine…” dedi. Allah Rasûlü, o münafığın oğlunun hatırına cenazeye iştirak etmek için adım attı; Allah (celle celâluhu) “Dur!” dedi: وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ “Onlardan (münafıklardan) ölen hiçbir kimse için sakın cenaze namazı kılma ve hakkında dua etmek maksadıyla asla kabri başında da durma!..” (Tevbe, 9/84) Evet, “Onun namazını kılma, kabri üzerinde de durma!” dedi, durdurdu; çünkü öbür tarafa kâfir olarak gitmişti.

Ne kadar zaman?!. Yedi-sekiz sene, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm’ın, en mütemerrid insanları değiştiren, değiştirip farklı bir formata sokan o güçlü “insibağ”ı, o münafığa tesir etmemişti. Münafık, öyle tehlikelidir. Onun için, Kur’ân إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar (dibindedirler). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) buyurur. Onun için Hazreti Pîr, “Münafık, kâfirden (eşeddir) daha tehlikelidir!” der.

   Şayet bir ülkenin ileri gelenleri nimet, refah ve lüks içinde şımarıkça yaşıyorlarsa, azap o beldenin üzerine hak olur.

Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki: وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُوا فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا “Bir beldeyi/ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar. Böylece o ülkeye (azap edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.” (İsrâ, 17/16)

“Biz, bir karyeyi helak etmek istediğimiz zaman…” Cenâb-ı Hakk’ın helak etmeyi istemesi, esasen -şart-ı âdî planında- o istikamette ortaya konacak bir kısım sebeplere muallaktır. Yani “O sebepler var olacak, Ben de o karyeyi helak edeceğim!” demektir; bu, cebrî helak etmek demek değildir. Allah, cebren bir karyeyi helak etmez; fakat o insanlar, şart-ı âdî olarak, iradelerini kullanırlar, daha doğrusu iradelerinin hakkını vermezler; bağışlayın, hayvan gibi hareket ederler. إِنْ هُمْ إِلاَّ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلاً “Doğrusu onlar yolu şaşırmada davarlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar.” (Furkân, 25/44) Dolayısıyla da helaki istihkak ederler.

İşte öyle kimselerin bulunduğu yerle alakalı olarak, Allah (celle celâluhu), وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا “Biz, onların (o karyenin) o mütrefîn olan ehline emrederiz!” diyor. فَفَسَقُوا فِيهَا “Onlar, o mevzuda fısk u fücûra girerler, istikametten ayrılırlar.” “Füsûk”u biliyorsunuz; doğru yolda istikametten ayrılma demektir. “Fevâsiku’l-büyût”, evlerde yaşayan yılanlar, çıyanlar, -bağışlayın- fareler ve sairelere denir. Deliklerinden dışarıya çıktıklarından, kendileri için mahdut olan sınırın dışına çıktıklarından, sınırlarını aştıklarından dolayı, onlara “fevâsık” (fâsıklar) denir. Fâsık; kendisi için takdir edilen sınırın dışına çıkan insan demektir.

Ahsen-i takvîme mazhar olan insana düşen şey, her zaman Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunmaktır; onu yeterli bulmayıp rükûa varmaktır; onu da yeterli bulmayıp, alnını yerlere sürmektir. Sonra “Bu da yetmedi!” deyip bir kere daha âdetâ Cenâb-ı Hakk’ın yüzüne bakıyor gibi kalkmaktır. Efendim, “bî kemm u keyf” bakıyor gibi; bî kemm u keyf… “Benden daha ne istiyorsun? Niye iki tane secde?” Bir kere daha secdeye kapanma.. sonra kalkıp O’na selam veriyor gibi, التَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ  “Bütün kavlî (tahiyyât), bedenî (salavât) ve malî (tayyibât) ibadetler Allah’a mahsustur.” deme… Bütün bunlar, O’na karşı tâzimât u tekrimât u tebcilât u takdisâtı ifade eden kelimelerdir/hallerdir.

İşte, fâsık, bunu yapmıyor, esasen ahsen-i takvîme mazhariyetin hakkını vermiyor, ahsen-i takvîme mazhariyet çizgisinin dışına çıkıyor. أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا “Biz, onlara emrederiz, o mütrefîne.” فَفَسَقُوا فِيهَا “Onlar, o sebeple iradelerini o istikamette kullanırlar.” “Fâ”, “o sebeple” manasına “fâ-i sebebiye” veyahut da “fâ-i tâkibiyye”, “Bizim öyle yapmamızın arkasından onlar fıska girerler; kendileri için mukadder dairenin dışına çıkarlar; şehrâhı bırakır, kendilerini patikaya salarlar.” Bir de arkadan bir “fe” geliyor, onun da “fâ-i sebebiye” olması daha kat’î: فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ “Dolayısıyla da o karye…” Zamirin müennes olması da, “karye”ye râci; فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ “Artık o karye hakkında bizim hükmümüz, kazamız, hüküm vermemiz, hak olur!” Hakk’ın hakkı; ihkâk-ı hak, bu. Ne olur o zaman? فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا “Hak olur da, Biz onun arkasından, onların altlarını üstlerine getiririz!”

   Mustafa Sabri Bey, “Bir mübtedînin Mutezilî olmaması ve bir müntehînin de Cebrî olmaması mümkün değildir.” der; fakat en güzeli İmam Mâturidî’nin orta yolunu esas almak olsa gerektir.

Şimdi ayetin icmâlen mealine bakınca, meselenin hangi çizgide cereyan ettiğini görüyorsunuz. Yani; mesele geliyor gidiyor, yine insana, insanın iradesine, onun temayüllerine, o mel’un olan “nefs-i emmâre”sine ve “hevâ”sına bağlanıyor. Daha doğrusu, kalbin menfezlerinin şeytana açık bulundurulmasına, melekûtî âleme ve meleklere kapalı bulunmasına -bir yönüyle- bir ceza olarak altları üstlerine getiriliyor.

Biz, “cebr”e inanmıyoruz. “Kul, fiilinin hâlıkıdır.” da demiyoruz. Onu demediğimiz gibi, “İnsanın iradesi yoktur; insan, eli-kolu bağlı bir ‘mecbur-i mutlak’tır, mutlak bir cebir içindedir!” de demiyoruz. “Cebr-i mutlak” deniyor ona. Onun bir hafifi “cebr-i mutavassıt” ki, Eş’arîlerin esas aldıkları görüş oluyor.

Antrparantez: İnsanların belli bir ufku aştıktan sonra, bir yönüyle kendi iradelerinin minnacıklığı, damla olması ve Meşîet-i İlahiyenin esas, derya olması hakikatini, kendi iradelerinin bir zerre olması ve Meşîet-i İlahiyenin bir güneş olması gerçeğini vicdanlarında tam, derinlemesine duyduklarından dolayı meseleye bakışları farklı olabilir. Mustafa Sabri Bey’in “Mevkifu’l-Akl ve’l-Âlem Min Rabbi’l-Âlemîn” kitabında ifade ettiği gibi veya “Tahte Sultâni’l-Kader” kitabında ifade ettiği gibi, “Bir mübtedînin Mutezilî olmaması ve bir müntehînin de Cebrî olmaması mümkün değildir.”

Bir mübtedînin, bir çocuk akıllının Mutezilî olmaması zordur. “Ben yaptım, ben ettim! Benim yaptığımı onlar, rüyalarında bile görememişlerdir! Bakın neler kazandırdım, neler kazandırdım!” Bu, mübtedî, çocuk akıllı, bir akılsız, ahmağın tekidir; bunun Mutezilî olması kaçınılmazdır. “Kul, fiilinin hâlıkıdır!” diyor bu.

Fakat bir müntehînin, bir yönüyle, en azından cebr-i mutavassıt olması da kaçınılmazdır! Neden? Gerçekten görüyorsun ki esasen sana düşen, şart-ı âdî planında, bir şeye hafif bir temayül. Hafif bir temayül; yani tarafeyn arasından bir tanesini tercih etme gibi, “tesâvi-i tarafeyn”den (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”den -Yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücûd ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsâvîdir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün bulunandan) ibaret olan “iki şey ortasında birini tercih etme” gibi bir şey.. bir kader-dengi değerlendirme gibi bir şey. Bunu görünce de diyorsun ki: “Ben, Mutezilî değilim; demek ki benim bir katkım var burada; bu minnacık katkıma karşılık, Allah (celle celâluhu) Kendi azametine uygun bir tasarrufta bulunuyor!”

Yine antrparantez ifade edeyim; zaten Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraât-ı sübhâniyesi de böyle değil mi? Rica ederim, şimdi muvakkat bir hayata mukabil lütfedileni düşünün. Elli sene, altmış sene, ortalama yaş, şimdiki insanlar için. Eskiden ne kadar yaşıyorlardı, bilmem; şimdiki insanlar için altmış, yetmiş, seksen, doksan. Dünyada yüz otuz, yüz kırk yaşına giren bir insan varsa şayet, o, gazetelere mevzu oluyor. Altmış-yetmiş sene nedir? Şimdi o yaşta, Fakir’in yaşında olanlara sorsanız -Halk ifadesiyle diyeyim mi; diyeyim mi, sıkılır mısınız?- “Vız gelir, tırıs gider!” diyeceklerdir. Hiç farkında değilsin; sen dün annenin kucağında tekme vuruyorsun, “Meme, meme!” diyorsun; bir gün memeyi mamaya çeviriyorsun; bir gün mamayı yemeğe çeviriyorsun; hiç farkına varmadan, bir gün de bakıyorsun ki, öbür âlemin ışıkları yanıp sönmeye başlamış. Bir diyâr-ı âhere, bir meyelân-ı şevk-engiz, senin içinde uyanmaya başlamış, hiç farkına varmadan.

Şimdi böyle muvakkat bir hayat… Fakat bu, değerlendirildiği zaman ne büyük netice lütfediliyor. Bakın muvakkat hayat değerlendirildiği zaman Allah, Cenneti ihsan ediyor ki “Dünyanın bin sene mesûdâne hayatı, o Cennet hayatının bir saat hayatına mukabil gelmiyor.” Dünyanın binlerce sene -“binlerce” deyince, milyon, milyon, milyar sene- hayatı Cennetin bir saatine mukabil gelmiyor.

Evet, bu dünyanın milyonlarca senesi, Cennetin bir saatine mukabil gelmiyor. Şimdi neye, Allah, neyi veriyor?!. Sen ne veriyorsun, O (celle celâluhu) sana ne veriyor?!. Onun ötesinde de buyuruyor ki: “Ben, size şunu, şunu, şunu verdim; Benden istediğiniz başka bir şey var mı?” Bayılmış, kendilerinden geçmişler. Bir dünyanın zevkine, sefasına, debdebesine bakıyorlar, bir de Cennete. Âdetâ bir Kârûn gibi veya Zülkarneyn gibi ya da Büyük İskender gibi, şarktan garba gûna-gûn dünyada hâkimiyet bayrağı dalgalandırmış insan bile bir Cennete bir de bütün geride kalanlara dönüp bakınca, diyor ki “Bunun bir dakikasına mukabil gelmez! Ne isteyeceğiz ki biz, her şeyi vermiş!”

   Allah (celle celâluhu) engin rahmet ve keremiyle bir damlaya deryaları lütfediyor, bir zerreye güneşler vermekle mukabelede bulunuyor.

Bununla beraber, Hazreti Rahman ü Rahîm, “Ben sizden razıyım!” diyor. İşte o “Ben sizden razıyım!” demesi, nasıl bayıltan bir nimet ise, insan vicdanının duyması açısından!.. Yani, şimdi bî kemm u keyf, Cenâb-ı Hak, size “Sizden razıyım!” dese; enbiya-ı ızâma ve bazı büyüklere dediği gibi; mesela Cüneyd-i Bağdâdî’ye, mesela İsmail Hakkı Bursevî’ye. O, “Netâicü’l-Efkâr”ında ifade ediyor; Cüneyd-i Bağdâdî de ifade ediyor. Cenâb-ı Hak, tenezzülât-ı Sübhâniyesi ile dese ki, “Ben, sizden hoşnudum! Sizi Ben, maiyetime, riâyetime, kilâetime, vekâletime alıyorum!” Bunu doğrudan doğruya duysanız, kanatlanır uçarsınız o zaman. İşte orada, oraya göre, o vicdanın derinliği ile duyacaksınız, buraya göre değil.

Orada maddî yapınız nasıl değişiyor?!. İhtiyarlamayan bir maddî yapı.. Cehennemde yanarken, cayır cayır yanarken, kül olmayan bir yapı… Ne ise, o?!. Buradaki atomlardan, elektronlardan, nötronlardan, protonlardan, partiküllerden değil. Neyden yaratıyorsa sizi, madde-i asliyesiniz ne ise, “eter” ötesi şeylerden, “esir” ötesi şeylerden, âdeta gen gibi kendi hususiyetinizi esas almak üzere yaratıyor. Siz, sizin, siz olduğunuzu hissederek, siz gibi tecessüm ederek var ediliyorsunuz; fakat Allah (celle celâluhu) ayrı maddeler kullanarak, sizi, siz ediyor. “İlm-i İlahî”de vücudunuz farklı şekilde idi; fakat haricî vücûd nokta-i nazarında farklı şekilde oldu. “Ruh âlemi”nde farklı şekilde idiniz, “Kâlu: Belâ!” (“Dediler ki: Evet, Rabbimizsin!”) zamanında; fakat bu hâricî vücûd nokta-i nazarından farklı oldunuz. Bir farklılık da orada yaşayacaksınız.

Şimdi öyle bir hayatı duyacaksınız ve diyeceksiniz ki: “Dünyanın milyonlarca sene hayatı, bunun bir saatine mukabil gelmez!” Bu neyi gösteriyor? Huluk-i İlahîyi gösteriyor: Allah (celle celâluhu) bir damlaya deryayı lütfediyor. Derya ne? Deryaları… Bir zerreye güneşi… Güneş ne? Kehkeşanları, Allah (celle celâluhu) lütfediyor. Bu, bir âdet-i Sübhâniye.

Şimdi şart-ı âdî planında, “Tesâvi-i tarafeyn”den (veya mütesâvi’üt-tarafeynden) ibaret bir yerde, kader-dengi değerlendiriyorum!” mülahazası ile, bir insanın bir tercihte bulunması sadece… Fakat o, isabetli tercih ise şayet, o isabetli tercihte bulunmasına karşılık, Allah, kabirde, ona ayrı bir mutluluk yaşatıyor. Münker-Nekir geldiğinde, “Yahu buna ne soracaksınız? Adam cevabını hazırlamış, gelmiş; dili hep o cevap ile لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ikrarıyla dönüyor.” diyorlar. Hayata gözlerinizi kapadığınız zaman ve o zamana kadar لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demişseniz, öyle gidersiniz ve oraya gittiğiniz zaman vird-i zebân olarak da hep diliniz onu tekrar eder.

Rahmetli Ahmet Feyzi gibi, tebessüm ederek gidersiniz: Herhalde Hazreti Azrail’i gördü: “Ben geldim!” “Aman efendim, hoş geldin, safâ geldin! Ben de bu ânı bekliyordum zaten. Bir diyâr-ı âhere, öyle bir meyelân-ı şevk-engiz vardı ki içimde!.. Bir an evvel… Sevdiğime ne zaman kavuşacağım, o şeb-i arûsu ne zaman yaşayacağım!” Mevlana için diyorlar ya hani!.. Dolayısıyla, tebessüm ettiğini bizzat gördüklerini iki zat bana söyledi; kendi kendime, “Gidip neden bakmadın o temiz çehreye bir!” dedim. Cenaze namazını da ben kıldırdım o zâtın.

Evet, öyle bir çehre ile oraya girmiş insana melekler bakınca, ne soracaklar ona? “Yahu arkadaş, biz çekip gidelim, bu adam dopdolu gelmiş zaten buraya!” diyecekler herhalde. Belki yine diyeceklerini diyecekler ama alacakları cevabı da Allah’ın izni ve inayetiyle alacaklar. Ve bu, o Berzah hayatı -“Elli bin sene” deniyor bir yerde, o Berzah hayatına- O’na (celle celâluhu) ulaşma adına bir yönüyle bir pusula olacak; aynı zamanda bir peyk olacak, bir projektör olacak. Öyle mü’minler, hep o aydınlık içinde sürekli O’na doğru yürüyecekler, tâ Mahşere kadar O’na doğru yürüyecekler.

Oraya gidince de zaten bir yönüyle ümitleri tam olarak gidecekler. Amelleri terazinin bir kefesine konunca, Allah’ın izniyle ağır basacak. إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلاَئِكَةُ أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ * نَحْنُ أَوْلِيَاؤُكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِي أَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَدَّعُونَ * نُزُلاً مِنْ غَفُورٍ رَحِيمٍ “Buna karşılık, ‘Rabbimiz Allah’tır’ diye ikrarda bulunup, sonra da (bu ikrarın gereği olarak inanç, düşünce ve davranışta) sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine zaman zaman melekler iner. (O melekler, dünyada onları korur, Âhiret’te ise hem dostluk izharında bulunur, hem de onlara şu mesajı iletirler: (Azap görür müyüz diye) endişe etmeyin, (dünyada iken işlediğiniz ya da işlediğinizi düşündüğünüz günahlar, yapamadığınız iyilikler sebebiyle de) üzülmeyin; size va’d olunan Cennet’le sevinin! Biz, dünya hayatında olduğu gibi (burada) Âhiret’te de sizin yakın dostlarınızız. O Cennet’te canınız her neyi çekerse onu hazır bulacak, orada istediğiniz her şeyi elde edeceksiniz; affı, bağışlaması ve bilhassa mü’minlere karşı hususî merhameti pek bol Allah tarafından bir ikram olarak!..” (Fussilet, 41/30-32 ) Bunlar ile, melekler, muştulayacaklar onları.

Cenâb-ı Hak, öyle etsin!.. O küçük irademizi, minnacık irademizi, deryaları peyleme istikametinde değerlendirmeye Allah muvaffak eylesin!.. Birilerinin, deryalar kadar zannettikleri kendi iradelerini damla istikametinde kullanmalarına mukabil.. yani; ucuza, bir mahluk gibi ucuza peylenmelerine mukabil.. daha net; bir saraya, bir villaya, bir filoya kullanmalarına mukabil, onu Allah’ın rızasına, Cenâb-ı Hakk’ın likâsına iştiyak istikametinde kullanmak, öyle bir kazanımdır ki bin tane dünya verilse, bunun yerini tutmaz!

   “Lezâiz çağırdıkça ‘Sanki yedim!’ demeli; ‘Sanki yedim!’i düstur eden, bir mescidi yemedi!” Hususiyle günümüzde iktisat etmeli ve muhtaçların imdadına yetişmeli!..

Esas “mütrefîn”, onlar. Bu cemaate “mütrefîn” nazarıyla bakmak, doğru değil. Fakat bir yönüyle, “israf” da “itrâf”a (aşırılık ve lükse) açılan bir yoldur. Bir insan, sadece vücudunun ihtiyacı olan kaloriyi/vitamini almalı; bunun dışında… Onun için, Hazreti Pîr iki cümle ile ifade eder meseleyi: “Tatmaya izin var, doymaya izin yok!” Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm’ın ifadesiyle de “Alacağın gıda senin, vücudunun ihtiyacı kadar olmalı!.. Ve midende suya da yer bırakmalısın, havaya da yer bırakmalısın!” Zannediyorum bu, hıfzıssıhha açısından, hekimlerin de üzerinde duracağı bir husustur esasen. Ve günümüzde bu “çok yeme”, “çok içme”, “çok yatma” mevzuu, insanlık için çok ciddî problemler oluşturmaktadır ve değişik hastalıklara sebebiyet vermektedir. Bu açıdan, hani bize ve cemaatimize dense dense, şöyle denir; Allah sorsa, onu sorar: “İsraf ediyordunuz. Günde iki defa yemek vardı.. veya üç defa yiyecekseniz, sadece açlığı giderecek iki kaşık alsaydınız!”

Hususiyle günümüzde binlerce insan -bin-ler-ce in-san- ihtiyaç içinde. Bunlar, içeriye atılmışlar; gelirleri varmış, kesilmiş. Çocukları var evde, hanımları var evde veya hanımlarını çocuklarıyla beraber içeriye atmışlar, beyleri dışarıda. Bunların beş kuruşluk gelirleri yok. Bir yerden kendilerine bir şey ulaştırılmazsa, onlar -zannediyorum- o bir lokmayı bile bulamıyorlar, bir lokma ekmeği bile bulamıyorlar. Şimdi böyle bir dönemde, tam bir iktisat ile yaşamak lazım. İktisat Risalesi’nde Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, tam bir iktisat düşüncesiyle, sadece açlığı giderecek kadar, vücudun ihtiyacı olan vitamini, proteini, kaloriyi alacak kadar bir şeyle iktifa etmek lazım. Hani, “Sanki Yedim” camii var ya!.. Hazreti Üstad, onu yaptıranla alakalı “O adam ‘Sanki yedim!’ demeyi adet/düstur edindi, koca bir camiyi yemedi!” diyor.

Efendim, “Sanki yedim!” demeli, “Sanki yedim!” demeli, “Sanki yedim!” demeli… Ve bir miktar ayırarak, muavenet duygusuyla, inayet duygusuyla, o aç, susuz, hiçbir şeyi olmayan kardeşlere ulaştırmalı!.. Böyle bir dönemde, onların imdadına koşmalı!..  Efendimiz’in de çok defa, Ashâb-ı Suffe’nin imdadına koştuğu gibi… Eline bir şey geçince, hemen Hazreti Ebu Hüreyre’yi çağırıp, “Çağır fakirleri!” diyor. Yüz tane mi, iki yüz tane mi, üç yüz tane mi, Suffe’de kalanları çağırıyor. Bazen sayıları o kadar bile olmuş; “Çağır onları, yesinler!” buyuruyor. “Çağır onları, yiyecekleri şeyden yesinler!” mülahazasıyla hareket etmek, “Peygamberler Yolu”dur. Böyle bir dönemde, birileri açken, susuzken, ızdırap içindeyken.. onların giyecek bir elbiseden başka bir şeyleri yokken.. o da yırtıldığı zaman yenisini alacak imkânları yokken… Bizim kat kat elbisemizin olması, gardıroplarımızın birkaç elbise ile donatılmış bulunması, aynı zamanda ambarlarımızın dopdolu olması, teknelerimizin her an bizim için hamurlar ile dolup taşması, çanakların fokur fokur bizim için kaynaması, Cenâb-ı Hakk’ın affedeceği şey değildir. Ve bu, “itrâf”a açılan bir yoldur. İnsan, bu istikamette “teref”e (rahatlığa, bolluğa ve şımarıklığa) açılır ise şayet, hafizanallah, gider o “mütrefîn”den olur ve Allah da helak eder.

Şimdi bunun kadrini bilerek, bu dönemde o kardeşlerimizin imdadına koşmalı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Kendi yememizi-içmemizi de, bir kaba, bir öğüne veya kaşığın ucuyla bir şeyden bir tane, öbür şeyden de bir tane -onun da hatırı kalmasın- almaya göre ayarlamalı. Çünkü alışmamışız; ona alışacağımız âna kadar!.. Bir çorba yeter; bir un çorbasının içine ekmek doğrarsın, yersin; vitaminini de alırsın, proteinini de alırsın, kalorini de alırsın, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir de bunun yanında bir çay içersen, bir de içine bir şeker atarsan bunun, o zaman glikozunu da alırsın. Alırsın ve bunun dışında eline geçen şeyleri de senin için “ebedî bir sermaye” olabilecek bir yolda kullanırsın!..

Verirsin, verirler; verirsin, verirler!.. Bu “Verirsin!”de seninki yine damla; “Verirler!” ise, derya; verirsin zerre, verirler güneşler, kehkeşanlar!.. Cenâb-ı Hak, böyle yaşamaya muvaffak eylesin!..

Bamteli: Toplumsal Cinnet

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

*Allah her halükârda istikâmetten ayırmasın; önemli olan, odur. Fırtınalar karşısında savrulmama, devrilmeme.. selin önündeki bir kütük gibi sürüklenmeme.. toprağa düştüğü zaman hemen çürümeme.. çürüdüğü zaman ise başağa yürüme.. ya da bir ağaç gibi ser çekme yolunda olma.. ve sürekli değişip durma fakat iyiliğe doğru değişip durma; her tebeddül ve tagayyürle, tebeddül ve tagayyür etmeyen Zat’a birkaç adım daha yaklaşma… İşte bunlar bizim yolumuzun gereğidir.

İrşat Yolunun Şiarı Beklentisizlik ve İstiğnadır

*Beklentisizlik Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşat yolunun hususiyetidir.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yahûdîden veresiye yiyecek satın almış ve borcuna mukabil demirden mâmul zırhını rehin bırakmıştı. Hâlbuki Nebîler Sultanı’nın uğrunda ruhlarını dahi feda etmeye âmâde bulunan Ashab-ı Kiram efendilerimiz küçük bir işaret görselerdi, bütün varlıklarını çok rahatlıkla verebilirlerdi. Fakat İstiğnâ İnsanı (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) Sahabe-i güzine borçlansaydı, onlar, verdiklerini kat’iyen borç olarak görmez ve onu asla geri almazlardı. Hele Hazreti Sâdık u Masdûk’un zırhını borcun teminatı olarak ellerinde tutmaya hiç yanaşmazlardı. İşte, İnsanlığın Medâr-ı Fahrı, böyle bir minnet altında kalmaya kesinlikle razı olamayacağından dolayı, Ashâb-ı Kiram’dan değil de bir yahûdîden borç istemiş ve karşılığında kalkanını rehin bırakmıştı.

*Daha da önemlisi, Nezâhetin Hülâsâsı (aleyhissalâtü vesselam) ashabından borç almayı istiğna anlayışına muvafık bulmamış; onlardan hiçbir dünya malı istememeyi, risâlet vazifesine karşılık ücret beklememe esasının icabı saymıştı. Din-i Mübîni tebliğ ve temsil etmesine, insanlara saadet-i dareyn vesilelerini bildirmesine ve hususiyle Sahabe’ye Cennet yolunu göstermesine mukabil en küçük bir menfaat talep etmediğini bu vakıayla bir kere daha ortaya koymuş ve dava-yı nübüvvetin vârislerine yine hüsn-ü misal olmuştu.

“Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır” Sözünün Aslı

*Ashab-ı Kiram efendilerimiz mütevazı yaşadıklarından büyük oldular. Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde:

مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir.

*Tekebbür, kip itibarıyla büyüklendikçe büyüklenmek demektir; tabiatında büyüklük bulunmayan, zatında büyük olmayan, sıfır ibn-i sıfır, sıfır ibn-i sıfır birinin kibirlenmesidir. Aslında küçük olan insanlar bir aşağılık duygusunun gereği olarak büyük görünme kompleksine girerler.

*Aslında kelam-ı kibâr olan ama hadis diye şâyi bulunan “Et-Tekebbürü ale’l-mütekebbiri sadakatün –  Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır.” sözü yanlış yorumlanmakta ve uygulanmaktadır. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in beyanları arasında böyle bir söz yoktur. Eğer bir büyük tarafından söylenmişse, ona da makul bir mahmil bulmak lazımdır: Şayet birisi seni hor hakir görüyor ve sana tepeden bakıyorsa, ona zillet göstermek insanlığına karşı saygısızlıktır. Fakat bu sözü -haşa ve kellâ- “Biri geldi, ayağını ayağının üstüne attı; o halde ben de atayım. Çünkü kibirlenen birine karşı kibir tavrı sergilemek sadaka sayılır!” deyip o şekilde davranmak doğru değildir. Rica ederim, dünyanın süper güçlerinden vezir seviyesinde elçiler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzuruna gelip kendilerine göre bir tavır aldıklarında O (aleyhissalâtü vesselam) Şah İsmail’in tahtı gibi bir tahta kurulup ayağını ayağının üstüne mi attı?!. Öyle yapmadığı gibi, dışarıdan gelen insanlar çoğu zaman O’nu cemaat içinde tefrik dahi edemiyorlardı.

Allah Rasûlü, “taayyün-i evvel”in kahramanıydı ama insanlardan bir insan olarak yaşardı!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam’daki firaset yoktu; o, Efendimiz’i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü’nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O’nu hemen fark ederdi. Fakat o firasette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, tasavvufî ifadesiyle “taayyün-i evvel”in kahramanıdır; “Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım” kudsî hadisinin mazharıdır. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğrudur; çünkü o “Muarrif” olmasaydı, bu âlemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Rasûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur’ân’la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.”

*Kibir, kirli gönüllerin kiridir. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuyor ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennet’e giremez!”

*Kibir, ataları/öndekileri körü körüne taklit ve bakış zaviyesindeki inhiraf imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan marazların başında gelir.

Ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek sağlam imanın önündeki engellerden biridir

*Evet, ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek de sağlam imanın önündeki engellerden biridir. Kur’ân-ı Kerim pek çok yerde müşrik ve kâfirlerin bu tutumunun yanlışlığına dikkat çekmiştir. Mesela bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Onlara Allah’ın indirmiş olduğu şeye tâbi olun denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuş isek o yola uyar gideriz.’ derler.” (Bakara, 2/170) Tarih boyu, inanmayanlar, inanmak istemeyenler kendilerine göre bir ata, bir tiran bulmuş ve kör bir taklitle onun arkasından gitmişlerdir. Bu mukallitlere göre, ataları taşa, ağaca, helvadan yapılmış putlara tapsa da onlar “lâyüs’el”dir; yani sorgulanamazlar. Onların söyledikleri ve yaptıklarında hiçbir zaman yanlışlık aranmaz. İşte bu da kaybettiren, imandan mahrum bırakan çok tehlikeli bir marazdır.

*Taklit ve geçmişlerin izinde yürüme bütün bütün mezmum değildir, peygamberler ve hak dostları gibi taklit edilmesi faydalı hatta gerekli olan şahıslar da vardır. Bu, özleri sâfi, düşünceleri duru, kafaları Hak’la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanları taklit doğruya yönlendirici ve maddî ma’nevî huzura erdiricidir. Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harabîsin, harabatîsin” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Zararlı taklit ise, akl-ı selim kâle alınmadan, müspet fenlerin ortaya koyduğu neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların düşüncelerini benimsemesi ve onların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânâsına hakarettir; insanı, iman-ı kâmilden uzak tutar ve kendi gibi aciz zayıf varlıklara köle yapar.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ

“Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, Sünnet 5) buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Dini hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm),

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ

“Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” buyurarak, sahabe-i kiramın takip edilmesi gereken rehberler olduğuna ve ulaşılmaz konumlarına dikkat çekmiştir.

Bakış açısını doğru ayarlayamayanlar en açık hakikatleri dahi göremezler

*Bakış zaviyesindeki inhiraf ve meselelere yanlış açılardan bakma da bir küfür sebebi olagelmiştir. Bazen fizikî kıstaslarla metafiziği ölçme, bazen sadece metafiziğe ait mülahazalarla fiziği tartmaya kalkma insanı yanlış neticelere götürür. Rabb’i tanıma yolunda, bakış açısının çok iyi ayarlanması şarttır. Yoksa Firavun’un, yüksek kuleler yapıp, o kulelerin başından Allah’ı bulmaya çalışması; Nemrud’un gökyüzüne ok atarak O’nu vuracağını sanması hep yanlış bir bakış açısı ve niyet bozukluğunun sonucudur. 20. asırda, firavunca bir düşünceyi de Gagarin seslendirmiş ve dünyanın etrafında tur atıp geriye döndüğü zaman, “Allah’a rastlamadım” diyebilmiştir. O’nun bu hezeyanına karşılık Necip Fazıl’ın şu sözü çok manidardır: “A be ahmak! Allah’ın fezâda dolaşan bir balon olduğunu sana kim söyledi?”

*Mekke müşrikleri, İnsanlığın İftihar Tabosu’na bakarken sadece Abdülmüttalip’ten Ebu Talib’in himayesine kalmış bir yetim görüyorlardı. (O yetime canlarımız kurban olsun!..) Onun maddeten fakirliğini -haşa- bir eksiklik sayıyorlardı. Mekke’de Velid b. Muğire’yi, Taif’te de Urve b. Mesud’u kastederek, “Bu Kur’ân, Mekke’de veya Taif’teki iki şerefli insandan birine inmeli değil miydi?” diyorlardı. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), maddî açıdan fakir ‎birisiydi. Ebû Talib’in himayesinde yetişmişti. Dolayısıyla O’nu, o günkü toplum telâkkisine takılarak ‎kabullenemiyor ve hazmedemiyorlardı.

Günümüzde Sadece “Hücûmat-ı Sitte” Değil, Belki “Hücumât-ı Sittîn” Mevcut

*Maddî virüsler için sürekli bir değişim söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de zamana ve şahsa göre değişiklik arz edebilir. Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enâniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Günümüzde “hücumât-ı sittîn”den de bahsedilebilir; yani o altı asla irca edilebilecek belki altmış hastalık mevcuttur. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah’ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır.

*Bugün peylenen kimseler de söz konusu marazlardan bir ya da birkaçına müptela olduklarından dolayı bir meta gibi alınıp satılmaktadırlar. Meselâ, bohemlik, makam tutkusu, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret tutkusu ve para/mal düşkünlüğü tehlikeli birer marazdır; bunların yalnızca biri bile insanın iradesini felce uğratabilir.

*Mal mülk arzusu ve para hırsı tarih boyu insanların büyük çoğunluğunun en büyük zaaflarından biri olmuştur. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şu ifadeleriyle beyan buyurur: “Âdemoğlunun bir (diğer rivayette iki) vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister, onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz, gözünü doyurmaz. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” Evet, doyma bilmeyen bir hırsla sürekli daha fazlasını isteme ve her şeyi ele geçirme gayreti içine girme çoğunluğun zaafı olan bir husustur. Esasında toplumdaki pek çok kavga ve çatışmanın arkasında da böyle bir menfaat yarışı yer almaktadır.

“Paranoya ne demek; toplumsal bir cinnet yaşanıyor!..”

*Böylelerine “deli” nazarıyla bakabilir ve onların arkasından koşanlara da “deli” hükmünü verebilirsiniz. Genel manada bakar, görür, değerlendirirsiniz; eğer sonunda bir de kendi ülkenize bakacak olursanız, zannediyorum, yeryüzünde o ölçüdeki delileri istiâb edebilecek bir tımarhanenin olmadığı kanaatine varırsınız. On beş-yirmi sene evvel, Hizmet Hareketi için pozitif düşündüğünü zannetmediğim, sizin de bildiğiniz meşhur gazetecilerden bir tanesiyle aynı sofrada oturuyorduk. Bir aralık “Bu ülkede günümüzde korkunç bir paranoya yaşanıyor!” demiştim. O, “Hocam paranoya ne demek? Toplumsal bir cinnet yaşanıyor!” dedi. Şu uyumuşluğa ve uyuşmuşluğa bakılınca, sahiden bir cinnet hali müşahede ediliyor.

*İnsanın zaafa açık noktalarından birisi de “tûl-i emel” duygusudur. Tûl-i emel; hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmak; sonu gelmez isteklerin, bitmez tükenmez arzuların, önü alınamaz hırsların ve tamahın peşine düşmek demektir. Tûl-i emelin menşei ise tevehhüm-ü ebediyettir. Tevehhüm-ü ebediyet, insanın kendisini ebedî ve lâyemût (ölmeyecek) zannetmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanması, peşin zevk-safa ve ücretlerle avunarak sadece hâlihazırı yaşaması, geçmiş ve geleceği umursamaması demektir.

*Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.”

İstemez misiniz dünya onların olsun, ahiret de bizim?!.

*Nebîler Serveri’nin eşleri de birer beşerdi; her insanda bulunan bazı duygular onlarda da zaman zaman hükmünü icra ediyordu. Hane-i Saadet’te vahiyle besleniyor olmalarına rağmen, dünya nimetlerine karşı tabii alâka onların içlerinde de bir ölçüde canlılığını koruyordu. Gerçi, o huzur atmosferinde, bugünkü evlerden yükselen şikâyet edalı sesler hiçbir zaman duyulmamıştı; fakat birkaç kere, onların da günde bir-iki öğün yemek yeme ve herkesin istifade ettiği kadar dünyadan istifade etme arzuları ve bu arzularını açığa vuran imaları olmuştu. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bol bol nimetler lütfettiğini görünce, Ezvâc-ı Tâhirât da kendilerine verilen nafakanın arttırılması hususunda Gönüllerin Efendisi’ne başvurmuşlardı. Fakat Ufuk İnsan (aleyhissalâtü vesselam) zevcelerinin bu müracaatından hiç memnuniyet duymamış; bilakis, oldukça üzülmüş ve hoşnutsuzluğunu belirtmişti. Hatta Habîb-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, eşlerinin daha fazla nafaka talep etmelerinden dolayı o kadar hüzünlenmişti ki, hücre-i saadetine kapanmış ve bir süre hiç kimseyle görüşmek istememişti. Allah Rasûlü’nün eşlerine karşı bu şekilde tavır ayarlamasına ve hücre-i saadetine kapanmasına bir yönü itibarıyla “Îlâ Hâdisesi” denmiştir.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!” buyurmuştu.

“Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” Söndüremeyecekler, Allah’ın inayetiyle!..

*Önemli olan, Hazreti Pir’in ifadesiyle, dünyayı kalben terk etmektir, kesben değil. Çünkü ahiret adına dünyanın çok önemi vardır. Kârun kadar bile zengin olabilirsiniz. Fakat iktiza ettiği dönemde, hiç tereddüt etmeden, “Alın bunu, götürün, bir yerde üç-dört tane üniversite açın!” diyebiliyorsanız, bir yönüyle dünyayla Cennet’i peyliyorsunuz demektir. Gününüzde sizin zenginlerinizin çoğu bu felsefeye göre hareket ediyorlar; Allah adetlerini çoğaltsın, birlerini bin etsin.

*Başkaları bundan rahatsızlık duyuyor, baskınlar yapıyor ve yapılan himmetlerin önünü almaya çalışıyorlar. Fakat “Takdir-i Hudâ kuvve-yi bâzû ile dönmez / Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” (Ziya Paşa) Bu yol peygamber yoluysa, bu yol sahabe yoluysa, bu yol Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali yoluysa, bu yol Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Hazreti Fatıma yoluysa -Allah bu yoldan bizi ayırmasın- bunu değil öyle zayıf insanlar, Nemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar, Amnofisler, İbnüşşemsler bile önleyemeyeceklerdir.

*Hizmet Hareketi bir kere çağlamış gidiyor, Allah’ın izni ve inayetiyle. Dünya ve mâfîhâyı kafalarından silip atmış insanlar da kendilerini o çağlayana salmışlar. Deryaya, deryalara boşalacağı âna kadar da bu akıntı devam edecektir. Bunun önünü, falan yerdekiler de, filan yerdekiler de alamayacaklardır.

*Sadece bir şeyden endişe ediyorum: Bahreyn’den gelen ganimetler oldukça çoktu. Dünya nimetleri Sahabenin gözünün önüne dökülünce, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek parmaklarıyla ganimet mallarını işaret buyurdu; “Ben şu düşmandan, bu düşmandan, şundan bundan endişe duymuyorum; fakat bir gün bunun karşısında tenafüse girip birbirinizle rekabet etmenizden korkuyorum.” dedi. Evet, bu mübarek hareketin gönüllüleri, bu Peygamber yolunda yürüyenler, bu sahabe yolunda hizmet edenler, peylenemeyen bu insanlar peylenememeyi devam ettirirlerse, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu iş de devam eder gider. Ama birileri dünyaya meylederlerse, dökülür yollarda kalırlar hafizanallah!..

457. Nağme: Aşağılık Kompleksi, Kibir ve Tevazu

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu mealdeki hadis-i kudsîyi hatırlatarak sözlerine başladı: “Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Büyüklerde büyüklüğün alameti tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresine gelince o da tekebbürdür.” tesbitine dair Asr-ı Saadetten ve günümüzden çok önemli misaller serdetti.

Tekebbür marazının ancak aşağılık kompleksine yakalanmış kimselerde görülebileceğini, gerçek büyüklerin ise mutlaka mahviyet insanları olduklarını anlatan Hocaefendi, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sürekli tekrarladığı “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” duası üzerinde durdu.

Aziz Hocamız hasbihalinin sonunda insanın çok âli bir varlık olduğunu ve hakiki mü’minin asla dünyalıklarla satın alınamayacağını vurguladı.

Muhtevasına kabaca işaret ettiğimiz ama her kelimesinin hüşyar gönüllere dokunacağına inandığımız bu sohbeti 33:34 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

351. Nağme: Gaybın Son Habercisi (sallallahu aleyhi ve sellem)

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “…Ve Gaybın Son Habercisi” başlıklı makalesinde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i anlatırken şöyle diyor:

“Fevkalâde asalet, necâbet ve Hak’la münasebetin hâsıl ettiği, herkesin başını döndüren o müthiş mehâbetine rağmen, zıtları bir arada yaşıyor gibi öylesine mütevaziydi ki; az önce arz edilen hususiyetleri görmeyenler O’nu âhâd-ı nâstan biri sanırlardı. Arkadaşlarının onca tazim ve saygısını görmezlikten gelerek onlarla aynı zeminde bulunur, aynı sofrada yemek yer; farklılık ve hususiyetlerini bir namus gibi setreder ve yanında bulunanları, tabiatındaki mehâbet, haşmet ve mehâfetle bunaltmamak için yer yer cemâlî tecelli dalga boyundan, ibret, ders ve nükte edalı mülâtefelerle rahatlatır; izzetini tevazu ile süsler; mehâbetini şefkatle tadil eder ve nâsûtî rengini öne çıkararak o şeker-şerbet konumuna ayrı bir halâvet katardı.”

Çay faslında “Gaybın Habercisi” unvanının letafetine işaret edip orada Efendimiz’in kendi hususiyetlerini bir namus gibi setredişinin nazara verildiğini hatırlattık. Bunun üzerine,

“O’nun hakkında söylenen sözler, söyleyenin güzellik döktürmesine verilmemeli. O Güzeller Güzeli hakkında başka şey söyleme imkanı olmadığından o sözlerin güzel düştüğü düşünülmeli!”

tesbitiyle başlayan 07:29 dakikalık çok enfes bir hasbihal dinledik.

Kıymetli Hocamız özellikle şu hususları dile getirdi:

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz, insanların hatalarını yüzlerine vurup onları mahcup etmezdi; gördüğü kusurları bütün cemaate hitap ederek dile getirir; böylece hiç kimseyi rencide etmeden nasihatten herkesin kendi nasibini almasını sağlardı.

*Rehber-i Ekmel Efendimiz bir münasebetle “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin olsun ki, Musa (aleyhisselam) çıkagelseydi, siz de ona ittiba edip beni bıraksaydınız, doğru yoldan sapıtmış olurdunuz. Eğer Musa (aleyhisselam) hayatta olsaydı ve benim nübüvvetime yetişseydi, muhakkak ki, o da bana tabi olurdu!” buyurmuştur. Efendimiz’in bu türlü ifadeleri bazı yanlış düşünceleri tashih etmek içindir ve tebliğ misyonunun gereğidir; yoksa O her zaman çok mütevazidir.

*Mazhariyetlerinin onda biriyle görünen birisi varsa, o İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’dir.

*Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) peygamberliğinin gereği olarak sadece mükellefiyetlerimizle alakalı olan hususları ifade etmiş ve ortaya koymuştur; yoksa O’nun Rabbi ile arasında öyle sırlar vardır ki, Alvar İmamı’nın ifadesiyle, şayet evliya, hatta sıddîkîn O’nunla Allah arasında olan şeyleri duysalar araya kılıç girerdi.

*Herkesin Allah’la alâka ve irtibatına göre, kulluk tavrı da, Hakk’ın muamelesi de farklı farklıdır.. ve aşağıdakiler, bir üsttekilerin Hak’la münasebetini ve Hakk’ın da onlarla muamelesini bilemezler. Ezcümle, avam halk, erbâb-ı basîret dediğimiz havâssın Hak’la irtibat ve alâkasını, Hakk’ın da onlarla muamelesini bilemedikleri gibi, havâss da, ehass-ı havâssın Hakk’a teveccüh ve tahsis-i nazarlarını, Hakk’ın da onlarla değişik mevârid ve mevâhib muamelesini bilemez; ehass-ı havâss da, Hakk’ın mükerrem ibâdı “muhlasîn” ve “mustafayne’l-ahyâr” dediğimiz mukarrabîn ve Akrabü’l-mukarrabîn’in esmâ ve sıfât ötesi Hazreti Zât’la olan irtibat derinliklerini ve O’nun da bu seçkinlere özel teveccüh ve ekstra muamelesini bilemezler; bilseler, “araya kılıç girer.”

*Hazreti Üstad, tevazu ve tekebbür adına bir ölçü ortaya koyuyor: “Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.” İşte mü’minin kendi hakkındaki düşüncelerini bu esaslar belirlemelidir.

 

Tevazu ve Tekebbür

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ عَمْروٍ بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

مَنْ تَوَاضَعَ لِلّهِ رَفَعَهُ اللهُ

وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

* * *

Hazreti Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anh), İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Yüzü yerde olan mütevazi kimseyi Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine geçirir.”

(Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 5/139; Beyhakî, Şuabü’l-İman, 6/297; Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, 1/219; biraz farkla; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/76)

 

Tevazu ve Tekebbür

Alçakgönüllü ve yüzü yerde olma gibi manalara gelen tevazu, büyüklenme ve caka satma gibi manalara gelen tekebbürün zıddıdır. Tevazu, Allah Teâlâ’nın sevip razı olduğu en güzel hasletlerden birisi olduğu için Kur’an-ı Kerim’de;

وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ

“Mü’minler için tevazu kanatlarını yerlere kadar indir.” (Hıcr Suresi, 15/88) buyrulmuştur. Yine, Allah’ın (celle celâluhû) sevdiği mü’minlerin özelliği Kur’an-ı Azîm’de şöyle anlatılmıştır:

أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ

Onlar, mü’minlere karşı mütevazi ve alçakgönüllü, kafirlere karşı da izzetli ve onurludurlar.(Mâide Suresi, 5/54)

Hak dostu kâmil zâtlara göre tevazu; Allah’a yakın olabilmenin ilk şartlarından sayılmış, Kur’ân hizmetinin ve sahabe mesleğinin esasları arasında da tevazu, mahviyet ve hacâlet ilk sıralarda kabul edilmiştir. Bu hakikat, bir hadiste şöyle dile getirilmiştir: “Allah bana, tevazu ve mahviyet içinde bulunmanızı.. ve kimsenin kimseye karşı fahirlenmemesini, böbürlenmemsini emretti.” (Müslim, cennet 64; Ebû Dâvûd, edeb 48; İbn Mâce, zühd 16)

Gönül erlerinden Bayezid-i Bistâmî Hazretleri, bütün gücünü kullanarak Allah’a tam otuz yıl ibadet ettikten sonra alem-i gayptan şu nidayı işittiğini söylemiştir: “Ey Bayezid! Cenab-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen Allah’a ulaşmaksa, O’nun kapısında kendini küçük gör ve amellerinde ihlaslı ol.”

Kişiyi imana ve kurbiyete götüren tevazuya karşılık kibir ve gurur imana girmeye mâni ve imandan çıkmaya da sebep olarak görülmüşlerdir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (salallahü aleyhi ve sellem) “Kalbinde zerre miktarınca kibir olan cennete giremez.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir) buyurarak tekebbürün kötülüğüne dikkatleri çekmiştir.

Tekebbür, Kur’an-ı Kerim’de şeytanın vasfı olarak anlatılmış ve mü’minler İblis’in kötü akıbetinden ibret almaya çağrılmışlardır:

فَسَجَدُوا إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ

“İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis ise bundan kaçındı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara Suresi, 2/34)

Allah Teâlâ bir hadis-i kudsîde ise tekebbürün zararını kullarına şöyle haber vermektedir:

الْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ

“Kibriyâ (büyüklük) benim ridâm, azamet (yücelik) ise benim izârımdır. Kim benimle bunlar hakkında yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse onu cehenneme atarım.” (Sünen-i Ebî Dâvûd; Sünen-i İbn-i Mâce)

Hak aşığı sadık kullarda büyüklüğün alameti tevazu ve mahviyet, küçükler insanlarda küçüklüğün emaresi de tekebbür ve enaniyettir. Bu yüzden, insanlar nazarında büyük görünmek isteyen birisi, Allah katında küçülür. Allah’ın rızasını hedefleyen, O’na karşı edeple kulluk edip O’nun kullarına karşı mütevazi ve mülayim olan birisi de hem Allah katında hem de insanlar nazarında sevimli ve değerli olur.

“Size ateşin kendine ilişmeyeceği kimseyi haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve mülayim insanlara dokunmaz.” (Tirmizî, kıyâmet 45; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/272)

Hz. Ömer (radıyallahü anh), bir gün minber üzerinden insanlara şöyle seslenmiştir: “Ey insanlar! Mütevazi kimseler olunuz. Şüphesiz ki ben, Allah Rasülü’nden şunu işittim: ‘Kim alçak gönüllü olursa, Allah onu yükseltir. Aslında o, kendini küçük görmektedir ama halkın gözünde asıl büyük olan da odur. Her kim de kibirlenirse, Allah onu yerin dibine batırır. Kendini büyük zanneden bu kişi, insanlar nazarında çok küçüktür.” (el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/219; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 8/172)

Cenab-ı Hakk’ın halis kulları kendilerini hep sıradan bir insan olarak görmüş ve düz bir insan görünümünde yaşamışlardır. Hatta onlar çok defa kendilerini çukurlar içinde yaşıyor kabul etmişlerdir. Nitekim Hz. Âişe annemize “Bir insan ne zaman kötü birisi olur?” diye sorulduğunda; “Kendisini iyi bir insan zannettiğinde.” diye cevap vermiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken diğer önemli bir husus ise mütevazi olayım derken, tevazu yapma yanlışlığına düşülmemesidir. Mütevazi kimse fıtrî olarak davranır ve amelinde Allah rızasını takip eder. İnsanlara da Allah’tan ötürü sevgi ve saygı duyar. Tevazu yapma yapmacıklığına girenler ise ihlastan yoksun ve gayr-i tabiidirler. Amellerini insanlara beğendirmek için çalıştıklarından faydasız yere çok yorulurlar.

Bahsimizi Alvarlı Efe Hazretlerinin bir beytiyle noktalayalım:

“Su gibi yerlere yüzler kim sürer, insan olur.

Yerdeki yüz daima şayeste-i ihsan olur.”

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُتَوَاضِعِينَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ