Posts Tagged ‘temsil’

Zamanın Ruhuna Uygun Hareket Etme

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Bugüne kadar seleflerimiz, Allah’ın adını dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için yaşadıkları dönemin şartlarına göre ciddi bir mücadele ortaya koymuş, ellerinden geleni yapmışlardır. Bu iş bazen sofi ve erenlerin eliyle gerçekleştirilmiş, bazen tüccarlar vasıtasıyla, bazen de fetihler yoluyla. Aşılmaz denilen surları aşmış, ulaşılmaz denilen yerlere ulaşmış ve gittikleri yerlerde sulh, huzur ve adaletin temsilcisi olmuşlar.

Ne var ki içinde yaşadığımız dünya artık onların yaşadığı dünya değil. Her şey değişti. Sadece sosyal, siyasi ve iktisadi şartlar da değil; kültürler, felsefeler, anlayışlar başkalaştı. Dolayısıyla i’lâ-i kelimetullah adına takip edilmesi gereken yol ve yöntemlerin de çağın gereklerine uygun olması gerekiyor. Aksi takdirde muvaffak olunması çok zor. Hatta maksadın aksi bir netice bile ortaya çıkabilir.

Bediüzzaman Hazretleri, “Maddi kılıç kınına girmiştir, medenilere galebe ikna iledir.” sözüyle günümüzde takip edilmesi gereken doğru yola işaret ediyor. Bugün Selçuklu da olsa, Osmanlı da olsa, Ukbe İbn-i Nafi de olsa, Tarık İbn-i Ziyad da olsa takip etmeleri gereken hareket tarzı budur. Onlar kendi dönemlerinin şartları içinde problemleri çözme adına yer yer kılıca başvurmak, güç kullanmak zorunda kalmış olabilirler. Fakat günümüzde sahip olduğumuz değerleri muhtaç sinelere duyurabilme, başka yolların bulunmasını iktiza ediyor. Tam bulduk mu bulamadık mı bilemiyorum. Ancak şimdilik bulduklarımızla amel ediyoruz.

Dünyanın halihazırdaki durumuna bakınca, durmamız gereken yer, almamız gereken tavır çok net görünüyor. Her tür şiddet ve radikalizmden uzak duruyor; eğitimle, diyalogla, sevgiyle, çözülmez zannedilen kronik problemlerin çözüleceğini düşünüyoruz. Bu şekilde hareket etmenin dinin ruhuna en uygun hareket tarzı olduğuna inanıyoruz. Fakat en iyisini biz yapıyoruz diye bir iddiamız yok. Tamamen Allah’ın lütfu olarak vücud sahasına çıkan güzel işler asla aidiyet mülahazasına bağlanmamalı, bağlanıp heder edilmemeli. “En doğru, en isabetli, en makul ve dinin ruhuna en uygun yol, bizim yolumuzdur.” gibi enaniyet ve kibir kokan sözlerden uzak durulmalı. Fikir ve aksiyon adına ortaya konulan şeyler İmam-ı Azam, İmam Gazzali ve Bediüzzaman gibi büyük zatların mülahazalarıyla bire bir örtüşse bile mü’mine düşen vazife, mahviyet ve tevazudur. Eğer mevcut içtihat ve yorumlarımızdan daha güzelini bulacak olursak, hemen mevcut fikirlerimizden dönmesini bilmeliyiz.

Tarih felsefecilerinin de üzerinde durduğu gibi, Müslümanlar zorla girdikleri yerlerden bir şekilde dışarı atılmışlardır. Ama gönülleri fethederek, sevgi iksirini kullanarak girdikleri yerlerde kalıcı olmuşlardır. Mesela Endülüs’e bu gözle bakabilirsiniz. Müslümanlar asırlarca orada kalmış, göz kamaştırıcı bir medeniyet kurmuş ve Batı üzerinde ciddi tesir bırakmış olsalar da bir süre sonra çok acı bir şekilde oradan çıkarılmışlardır. Aradan asırlar geçmiş olsa da ne zaman orada meydana gelen hâdiseleri düşünsem gözlerim dolar. Kendime göre bir kısım hikmet ve maslahatlar bularak hafakanlarımı bastırmaya çalışsam da, şimdiye kadar İslâm’ın bu yitik coğrafyası karşısında yaşadığım hasret ve elemi hafifletmenin bir yolunu bulamadım.

Demek ki bu tür yerlerde yaşayan insanlar sizi kabul etse bile, içlerinde bir yara kalıyor ve size karşı zamanla bir tepki gelişiyor. Şartlara göre bu tepki gittikçe şiddetini artırıyor ve bir gün geliyor, sizi bulunduğunuz yerden sürüp çıkarıyorlar. Hatta geride bıraktığınız âsâr-ı bergüzideleri de yakıp yıkıyor, mal ve servetlerinizi yağmalıyor, milyonlarca insanı katlediyorlar. Bu, üzerinde önemle durulması gerekli bir meseledir.

Temsilin Gücü

Eksiğiyle gediğiyle öncekiler kendilerine düşeni yapmaya çalışmışlar. Bizim için önemli olan, bizim ne yaptığımızdır. Bir mü’minin asıl hedefi, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Değil dünya sultanlığı, ahiret nimetleri bile onun için maksud-u bizzat olmamalıdır. Allah rızasını kazanmanın en büyük vesilesi ise O’nun nam-ı celil-i sübhânisini dünyanın dört bir tarafına götürmektir. Bu, gaye ölçüsünde bir vesiledir. Kimse onu görmezden gelemez. Ne acı ki, birkaç asırdan beri Müslümanların böyle bir derdi olmamış. Böyle gelmiş ama böyle gitmemeli. Bazı kimseler bunu dert edinmeli, ciddi bir aksiyon ortaya koymalı ve bu yolda karşılaşacakları sıkıntı ve zorluklara da katlanmalı. Bugün itibarıyla Cenab-ı Hakk’ın önlerine açtığı imkanlar nelerse bunları çok iyi değerlendirmeli, onların üzerinde yoğunlaşmalı ve hizmetlerini o noktadan yürütmeli.. yarın öbür gün karşılarına daha farklı sünuhat ve tuluat çıkacak olursa, o zaman da onları değerlendirmeliler. Bizim gibi günah ve levsiyat asrında yaşayan insanlar için bundan daha büyük bir kefaret vesilesi ve kurtuluş yolu olamaz.

Biz tüm kalbimizle, İslâm’ın en kâmil ve eksiksiz din olduğuna, Cenab-ı Hakk’ın bu din sayesinde insanlığa sunduğu nimetlerini tamamladığına ve günümüz insanlığının onun sunduğu mesaja muhtaç olduğuna inanıyoruz. Yine şuna imanımız tam ki, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), Cennet’e giden yolları gösteren, bundan dolayı insanlığın mutlaka izlemesi gereken, aldatmayan bir rehberdir. Bu bakımdan O’nun bütün yönleriyle dünyaya tanıtılması gerekmektedir. Biz de bu hayatî vazifeyi ifa etmek üzere yollara düşmüş yolcularız.

Bazı mütemerrit ve mutaassıplar bundan rahatsız olacaktır. Düşmanlığa kilitlenmiş kimseler sizi yolunuzdan döndürmeye çalışacaklardır. Fakat meseleyi sadece bu tür zalim ve mütecavizlere bağlayıp ufku kapkaranlık görmüyoruz. Nitekim şimdiye kadar tanıştığımız ve birlikte olduğumuz insanlar hep takdirlerini ve güzel temennilerini dile getirdiler. Çok az istisna dışında şikâyet edene, rahatsızlık izhar edene rastlamadım. Dolayısıyla sadece negatif şeylere bakıp ümidimizi kırmamalı, karamsarlığa düşmemeliyiz.

İnsanlığa sunacak bir mesajı olduğunu düşünen adanmışlar, sözleriyle muhataplarına bir şey anlatmadan önce tavır ve davranışlarıyla mükemmel bir temsil ortaya koymaya bakmalıdırlar. Zira söz, bir kısım tabiatlarda rahatsızlıklara sebebiyet verebilir.. sağa sola çekilebilir.. ondan, sizin aklınıza bile gelmeyen manalar çıkarılabilir. Temsil ise güven verir, inandırıcılığı çok daha yüksektir. Eğer biz Allah’ın insanlığın hayır ve maslahatı için vaz etmiş olduğu ilahî sistemi arızasız ve kusursuz şekilde yaşayabilirsek, insanların etkilenmemesi, büyülenmemesi mümkün değildir. Onca hırpalanmamıza rağmen hâlâ aile düzenimiz, insanî ilişkilerimiz, civanmertliğimiz insanları etkiliyorsa, çok laf söylemeye lüzum yok zannediyorum. “Gelin şöyle olun, böyle yapın” demek yerine, başkalarını çağırdığımız değerleri cezbedici ve imrendirici bir güzellikte temsil edelim.. bunu, başkası görsün diye değil, kendimiz için, Allah’la olan münasebetimiz adına, kulluğumuzun gereği olarak yapalım.. yapalım ve başkalarının ne yapacaklarının kararını onlara bırakalım.

Doğru Üslûbu Yakalama

Her ne kadar temsil çok önemli olsa da sözün ehemmiyeti de tamamen göz ardı edilemez. Temsilin yanında söze ihtiyaç duyulduğu zamanların olacağı da muhakkaktır. Temsilde kapalı kalan noktaların şerh edilmesine lüzum duyulabilir. O zaman da üslûba çok dikkat edilmelidir. Nerede, ne zaman, ne denileceği çok iyi tayin edilmelidir.

Öncelikle, muhatapla aramızdaki ortak noktalar öne çıkarılmalı, daha çok onlar üzerinde durulmalıdır. Zira her şeyden önce aradaki uçurumun kapatılmasına ihtiyaç vardır. Sizin anlattıklarınızla kendi düşünce sistemleri arasında bir kısım koordinatlar yakalarlarsa, söylenenleri daha kolay kabul ederler. Bunun için de muhatabın tâbi olduğu din, içinde yetiştiği kültür ortamı, bilgi seviyesi ve hissiyatı göz önünde bulundurulmalı ve reaksiyona sebebiyet vermeyecek bir üslup tercih edilmelidir.

Eğer muhatap olduğumuz insanlar dine karşı mesafeliyse, evrensel insani değerler üzerinde durabilir, birçok meselemizi onlar üzerinden anlatabiliriz. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, İktisat Risalesi gibi konulara öncelik verebilir, hemen herkesin şöyle böyle dikkatini çekecek mevzular seçebiliriz. Eğer namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetleri anlatmamız gerekiyorsa, bunların hikmet ve maslahat yönlerini öne çıkarır, şahsî ve içtimai hayatımıza bakan faydalarını ele alabiliriz.

Farklı din mensuplarıyla yapacağımız görüşmelerde, onların da üzerinde ittifak ettiği inanç esasları üzerinde durabiliriz. Bütün dinlerde şöyle böyle bir yaratıcı fikri mevcut olsa da hiçbir dinde Zat-ı Uluhiyet, İslâm’daki gibi isim ve sıfatlarıyla detaylı bir şekilde ortaya konulmamıştır. Farklı ad ve unvanlarla Allah’tan bahsetseler de, onların ulûhiyet ve rubûbiyet hakikatleri hakkındaki düşünceleri, İslâm’ın ortaya koyduğu ölçüde ve mükemmeliyette değildir. Muhataplarımızın seviyelerine göre, anlayabilecekleri bir şekilde onlara bu konularda bilgi verilebilir.

Her din mensubu, kendi peygamberinin en üstün olduğuna inandığı için İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan bahsetmemiz onları rahatsız edebilir, bu konuda itiraz ileri sürebilirler. Dolayısıyla onlarla bir araya geldiğimizde, mutlak manada nübüvvet hakikati üzerinde durma ve peygamberlere ait vasıfları anlatma daha faydalı olacaktır. Aynı şekilde Hıristiyanlık ve Yahudilikte net çizgileriyle ortaya konulmuş ve İslam’da olduğu derecede çerçevesi belirlenmiş bir haşr u neşr akidesi yoktur. Siz, Kur’ân demeden, Allah Resûlü’nden bahsetmeden âyet ve hadislerde anlatılan hususları net bir şekilde ortaya koyduğunuzda zannediyorum gönül rahatlığıyla kabul edeceklerdir.

Anlatılan hususların tesirli olması için, muhataplarla ciddi arkadaşlık ve dostluk bağlarının kurulması da çok önemlidir. Karşılıklı ziyaretlerde bulunarak, hediyeleşerek, yardımlaşma ruhuyla hareket ederek, hiçbir şekilde feda edilmeyecek ve vazgeçilmeyecek yakın arkadaşlıklar tesis etmeliyiz. Bu konuda olabildiğince civanmert ve centilmen davranmalıyız. Önyargıların silinip gitmesi ve insanların birbirini dinleyecek hâle gelmeleri adına kurulacak dostlukların çok büyük önemi vardır. Bunu yapabildiğimiz takdirde, sunacağımız mesajlar onlar nazarında daha değerli hâle gelecektir. Unutmamalıyız ki Efendimiz’in sunduğu mesajın, içinde yaşadığı toplum tarafından hüsn-ü kabul görmesinin en önemli sebeplerinden biri, nübüvvetinden önceki dönemde emniyet ve sadakat timsali olarak bilinmesi ve herkesçe sevilmesidir.

Makuliyet ve Sebeplere Riayet

İnsanın kendisini i’lâ-i kelimetullah davasına adaması ve yaptığı bütün işleri ihlâs ve samimiyetle yapması muvaffakiyet adına çok önemlidir. İhlâsla ve güzel niyetlerle yapılan ameller az da olsa Allah nezdinde makbul olur ve değerler üstü değerlere ulaşır. Fakat atılan adımların semere vermesi ve kalıcı olması için niyet ve ihlasın yanında bilgi, tecrübe ve mantık da çok önemlidir. Mesela şiddet kullanmak insanî/İslâmî olmadığı gibi, dini tebliğde şiddete başvurmanın da hiçbir mantıkî yanı yoktur. Bugün birileri tarafından yapılan ve maalesef İslâm’a nisbet edilen terör saldırıları, canlı bombalar bütünüyle dinin ruhuna aykırı olduğu gibi, bunların hiçbir mantığı da yoktur. Zira terör ve şiddetle hiçbir yere varılamaz. Bir yere ulaşılsa bile orada kalıcı olunamaz. Çünkü bu tür eylemler geride kin, nefret, gayz ve öfke bırakır. Gün gelir bu öfke, ona sebep olanları da boğar. Eğer yapılan işlerin insanlar nazarında kabul görmesi ve kalıcı olması isteniyorsa, hem güzel niyet ve düşüncelerle yola çıkılmalı hem murad-ı ilâhîye uygun hareket edilmeli hem de akıl ve mantık sonuna kadar kullanılmalıdır.

Eğer ortaya koyduğunuz güzel işlerin kabul görmesini veya en azından bunlara ilişilmemesini istiyorsanız, meselelerinizi bir dünya meselesi hâline getirmelisiniz. Öyle ki dünya üzerinde hegemonya kurmak isteyen, çatışmadan beslenen veya kin ve nefretlerinin kurbanı olmuş bir kısım zalim ve mütecavizler size engel olmak istediğinde, sizi başkaları savunmalı, “Hayır, bunlara ilişmeyiniz, bunlar insanlık adına çok güzel işler peşinde koşuyorlar.” demeliler. Siz, bir taraftan insanlığın sulh ve selameti adına durma bilmeden koşturmalı fakat diğer yandan da ortaya koyduğunuz güzelliklerin heba edilmemesi adına bütün sebeplere riayet etmelisiniz.

Bizim Cenab-ı Hakk’ın inayetine, hıfz u himayesine itimadımız tam olsa da, projelerimizi bu gibi ekstra lütuflar üzerine bina edemeyiz. Her zaman söylediğimiz gibi, dinimiz bize, esbaba riayette âdeta bir esbapperest gibi davranmayı, Allah’a tevekkülümüzde de âdeta bir “cebrî” gibi düşünmeyi öğretir. Her şey Rabbimizin yaratmasıyla, O’nun inayetiyle, lütf u keremiyle meydana gelir. Ama kuldan, Allah’ın ekstradan gelecek lütfuna değil, yapacağı plana uygun hareket etmesi istenir. Eğer ekstra lütuflar üzerine hüküm bina edilecek olsaydı, bunu en başta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yapardı. Ama O böyle yapmadı. Hiçbir işini, harikuladeler kuşağında planlamadı. Cenab-ı Hak dileseydi Mekke’nin azılı düşmanlarının tepesine göklerden bir meteor gönderiverir ve işlerini bitirirdi. Ne var ki Allah Resûlü (sallallahu eleyhi ve sellem) bir beşerdi ve beşere imam olmuştu. Sebepler dünyasında yaşıyordu. Rehberliği de buna göre olmalıydı. Allah her zaman mü’minlere ekstra lütuflarda bulunsa da, onlara düşen vazife, içinde yaşadıkları şartlara göre yapılması gerekli olan işlerde boşluk bırakmamaları, kusur etmemeleri ve almaları lazım gelen her tür tedbiri almalarıdır.

Evet, insanlığın faydası adına gerçekleştirilen projelerin korunması, bin bir emekle ortaya konulan birikimlerin heder olmaması, yarın birileri tarafından zayi edilmemesi, insanlığa sunulan hizmetlerin kalıcı olması adına bugünden ne kadar tedbir alınsa değer. Cizvitlerin, Urartuların yaptığı gibi iç içe surlar örülmelidir ki, kötü niyetlilerin elleri oraya ulaşmasın, Allah’ın inayet ve keremiyle başlamış ve devam etmekte olan bir açılıma halel gelmesin, dünyanın dört bir tarafında cihanpesendâne hizmet veren güzel insanların emekleri zayi olmasın.

Bu güzel açılımın hiç durmadan yoluna devam etmesi için bir araya gelmeli, beyin fırtınası yapmalı, aklı eren insanlara danışmalı, en makul ve realist yol ve yöntemler nelerse onları bulmaya çalışmalıyız. Bu konuda herkesin fikrinden istifade etmesini bilmeliyiz. Ufkumuzu aydınlatacak, yürüdüğümüz yolda bize önemli doneler verecek ve hareketimizi hızlandıracak alternatif düşüncelere, farklı yol ve yöntemlere açık olmalıyız.

Sabır ve Teenni

Konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir başka husus da şudur: Eğitimle, diyalogla, kültürel faaliyetlerle veya insanî yardımlarla hizmet götürdüğünüz toplum ve milletlerin ortaya koyduğunuz projeleri benimsemesi, kabul etmesi ve sahip çıkması, zamana vabestedir. Her şeyden önce muhataplarınıza güven vaat etmelisiniz. Bunun için de içinde yaşadığınız toplumun bir parçası hâline gelmeniz, bünyenin içine girip onunla bütünleşmeniz gerekir. Eğer içinde yaşadığınız toplumda, bünyenin içine girmiş yabancı bir cisim gibi kalır, entegre olamazsanız, bir gün oradan sökülüp atılırsınız. Onlar sizi benimsemeli ve kendilerinden kabul etmelidirler ki size tepki duymasın ve mesajınızın doğruluğundan şüphe duymasınlar.

Evet, bir topluma entegre olma, onun bir cüz’ü haline gelme, eğreti durmama, zamana vabestedir. Acele edilmemesi, konjonktürün müsaade ettiği ölçüde hareket edilmesi gerekir. Bazen birdenbire amudi yükselmeler tepki toplayabilir. Özellikle kendi geleneklerine, dinlerine bağlı toplumlar, yabancı gördükleri kimselerin ortaya koydukları projeleri hazmedemez ve reaksiyon gösterirler. Mesela bir ülkede sizin birdenbire onlarca okul açmanız oradaki güçlü lobileri rahatsız edebilir. Sizin hiçbir şekilde idareyle, siyasetle işiniz olmasa da, onlar bunu bilmedikleri ve henüz sizi tanımadıkları için endişe duyabilirler. Kendi hesabınıza bazı şeyler yapacağınızı zannedebilirler. Onların öteden beri yaptıkları bir kısım hesapları vardır. Hesaplarının karışmasını istemezler.

Bu bakımdan sadece kendi projelerinize ve ideallerinize odaklanmamalı, her hamle ve açılımınızda içinde bulunduğunuz toplumun çıkarlarını, sizden beklentilerini ve dünya adına onların yapmak istediklerini de hesaba katmak zorundasınız. Ortaya koyacağınız faaliyetlerin bunlarla uyum içinde olmasına dikkat etmelisiniz. Yani fasl-ı müşterekleri çok iyi belirleyerek buradan hareket etmelisiniz. Yürüdükleri yolda bir engel teşkil etmediğinizi, dünya üzerindeki genel politikalarına zıt yanlarınız olmadığını görmeliler. Yoksa kendi ülkenizde bile size rahat verilmediği gibi yabancı ülkelerde hiç rahat vermezler.

Hâsılı; düşünce ve aksiyon iç içeliğiyle çıktığımız bir yolda, ideallerimizin peşinden koşarken, yukarıda zikrettiğimiz hususların da çok iyi hesap edilmesi gerekir. Böyle hassas dengeler üzerine kurulu bir dünyada her şeyi düşünebilmek, doğruyu bulabilmek ve başarılı olabilmek gerçekten çok zor. Allah yanıltmasın ve istikametten ayırmasın. 

Emanette Emin miyiz?

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: “İlk hak başka, temsil ile gelen hak başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa her zaman geriye alınabilir.. alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.” ifadesi ne gibi mesajlar içermektedir?

   Cevap: Esasında bütün haklar, bir ismi de “Hak” olan Cenab-ı Hakk’a aittir. Zatî olarak insanın hiçbir hakkı yoktur. Allah, büyüklüğünün ayrı bir tecelli dalga boyu olarak insanlara emaneten bazı haklar vermiş, onları çeşit çeşit nimetlerle donatmıştır. İnsan, hiçbir ceht ve gayret göstermeksizin bir kısım hak ve imtiyazlara sahip olarak dünyaya gelir. Bunlara “bahşedilmiş haklar” diyebilirsiniz. Çünkü bunlar insanın kendi iradesini kullanarak elde ettiği haklar değildir. İnsan olarak yaratılmadan Müslüman beldesinde hayata gözlerini açmaya, yüksek istidat ve kabiliyetlerle donatılmadan münasip bir ortamda neş’et etmeye kadar sahip olunan pek çok hak ve imtiyaza bu gözle bakılabilir.

İnsana düşen vazife, iradesinin hakkını vererek ve sahip olduğu istidat ve kabiliyetleri sonuna kadar inkişaf ettirerek Allah’ın cebr-i lütfî olarak ihsan etmiş olduğu bu haklara layık olmaya çalışmasıdır. Hiç şüphesiz bu konuda peygamberlerin her birisi bizim için önemli birer rehberdir.

Bu hakikati ifade sadedinde, Allah Teâlâ, bu hakları kullarına karşılıksız olarak vermiştir denebileceği gibi, onların hayatları boyunca ortaya koyacakları yüksek performansa binaen bunları ihsan etmiştir de denebilir. Mesela bir insanın nübüvvetle serfiraz kılınması çok büyük bir ayrıcalıktır. Allah, dilediği kulunu böyle bir nimetle şereflendirebilir. Fakat O (celle celâluhu), çocukluklarından itibaren hayatları boyunca ortaya koyacakları ceht ve gayreti ezelî ilmiyle bildiği bazı kullarını böyle yüksek bir payeyle şereflendirmiş de denebilir.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına bakan hangi insan, başta nübüvvet olmak üzere O’nun sahip olduğu iffet, ismet ve fetanet gibi nimetleri hak etmediğini düşünebilir! Zira O, iradesini son haddine kadar kullanmak suretiyle kendisine bahşedilen ilk hakları çok verimli şekilde değerlendirmesini bilmiştir. Hayat-ı seniyyeleri boyunca öyle isabetli kararlar vermiş, öyle yerinde tercihler ortaya koymuştur ki, akl-ı selim sahibi hiçbir ferdin bunlara karşı çıkması, itiraz etmesi mümkün değildir. Beden ve cisimden ibaret olan bir insan, meleklerin yaptığı amellerin ötesinde şeyler yapmıştır.

   Konumun Hakkını Verme

Hayatı süzerek yaşayan bir insan, Allah’ın doğuştan bahşetmiş olduğu hak ve nimetlerin, hayatının daha sonraki safhalarında da devam ettiğini görür. Mesela kaçımız düşünerek, taşınarak, işin felsefesini kavrayarak hizmet-i imaniye ve Kur’aniye davasına gönül vermişizdir? Çoğumuz kendisini bir anda işin içinde bulmuştur. Sanki elli kişiyle birlikte sokakta yürürken bir kapı aralanmış ve içlerinden üç beş tanesi içeriye alınmıştır. Bu yönüyle insanın, “Ben düşündüm, ben planladım, ben ortaya koydum.” demesi çok zordur. Bizden daha akıllı nice insanlar aynı caddeden gelip geçmişler fakat aralanan kapıdan içeriye girmeyi düşünmemişlerdir. Hatta bunların bir kısmı, kapının yanından geçmesine rağmen onu görmemiş, kendisini çağıran sesi dahi duymamıştır.

İşte asıl mesele de bahşedilen bütün bu hak ve nimetlerin çok önemli birer emanet olarak görülmesi ve hakkının verilmeye çalışılmasıdır. İnsan, ne sahip olduğu nimetleri görmezden gelerek küfran-ı nimete (nankörlüğe) girmeli ne de bunlar ile övünmek suretiyle gurura düşmelidir. Öncelikle nimet ve mazhariyetleri asıl sahibine yani Cenab-ı Hakk’a vermesini bilmeli, sonrasında da bunlara lâyık olmaya çalışmalıdır.

Evet, bizler öncelikle Allah’ın lütuf ve ihsanlarının farkına varmalıyız, bunları kendimizden bilmek suretiyle gurur ve kibre kapılmamalıyız. Sonrasında da Cenab-ı Hakk’ın bizi koymuş olduğu yerin, makamın ve statünün hakkını vermeliyiz. Bütün tavır ve davranışlarımızı bulunduğumuz yere göre ayarlamalıyız. Eğer yüce hakikatlere karşı belli ölçüde ufkumuz açılmışsa, bunları çok önemli birer nimet olarak görmeli ve bütün muhtaç sinelere duyurabilme istikametinde koşmalıyız. Zira benlik girdabına düşmemenin yegâne çaresi, yüksek bir mefkûreye dilbeste olmaktır. Şayet batmamak ve boğulmamak istiyorsak, çok sağlam bir kulpa veya kopmayan bir urgana yapışmalıyız.

Allah’ın bize emanet olarak verdiği bütün hakları, nimetleri, ihsanları âdeta verimli bir toprağın bağrına atılmış tohum gibi değerlendirip nemalandırmaya çalışmalıyız. Sürekli “Acaba ne yapmalıyım ki elimdeki tek bir tohumdan iki tane başak, iki başaktan elli tane buğday çıksın?” demeliyiz. Kur’ân-ı Kerim’in ifade buyurduğu gibi tek bir habbeyi yetmişlere, yedi yüzlere ulaştırmanın yollarını aramalıyız. (Bakara sûresi, 2/261) Sahip olduğumuz bütün istidat ve kabiliyetlere bu mantık ve felsefe ile bakarak onları son milimine kadar değerlendirmeye gayret etmeliyiz.

Konumun hakkını verebilmenin veya durulması gerekli olan yerde durabilmenin yolu, meseleye bu mantıkla bakabilmektir. İnsan, durduğu yer ile durması gerekli olan yer arasındaki mesafeyi sık sık kontrol etmelidir. “Allah bana şu lütuflarda bulunduğuna, bana böyle güzel bir atmosferde yaşama imkânı bahşettiğine göre, acaba benden istediği şeyler nelerdir?” demeli ve sahip olduğu nimetlerin şükrünü eda etmeye bakmalıdır.

İlk bahşiş, avans ve mevhibe Allah’ın bir lütfudur. Onda bizim dahlimiz yoktur. Allah bizi getirip belli bir makama koymuştur. Fakat daha sonra ortaya koyacağımız performansla, gayret ve ciddiyetle Allah’a karşı öyle bir kulluk ortaya koymalıyız ki melekler bile şunu demeli: “Ya Rabbi, Senin bu zatı açılan kapıdan içeri almanda ne büyük hikmet varmış!”

Bu konuda sahabe-i kiram efendilerimiz bizim için çok önemli birer örnektir. Allah, onları Peygamber Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı çağda dünyaya getirmiş, onlara sahabe olma yollarını açmış ve onlar da bunun hakkını vermişlerdir. Cahiliyenin karanlıklarında diri diri çocuklarını toprağa gömen, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan, elli tür vahşet içinde bocalayan, kadınlara hak tanımayan insanlar, Kur’ân’ın bir mucizesi olarak cihanı idare edebilecek, beşerin aklını terbiye edebilecek bir kıvam kazanmışlardır. Yani onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği konum ve makamın hakkını vermiş, kısa süre içerisinde insanlığa medeniyet dersi vermiş, yeryüzünü ilim, adalet, hakkaniyet ve merhametle doldurmuşlardır.

   Dava İnsanlarının Özellikleri

Şayet Allah’ın ilk hak olarak vermiş olduğu lütuflar gereği gibi değerlendirilmezse, Allah bunları ehil olmayanlardan alır ve ehillere teslim eder. Zira O, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir, Allah onları sever, onlar da Allah’ı. Onlar, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta hiç kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi bilir).” (Mâide suresi, 5/54)

Allah, burada dininden geri dönen, yani irtidat eden veya yapması gerekli olan mükellefiyetleri gereği gibi yapmayan kimselerin yerine başka bir topluluk getireceğini ifade buyuruyor. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Mesela Emeviler, zulmetmeye, gaddarlığa, kan dökmeye başlayınca Allah onların yerine Abbasileri getirmiştir. Abbasiler sarsıntı yaşamaya başlayınca Selçuklular işe vaziyet etmiştir. Haçlı ve Moğol istilalarına karşı koymak onlara kalmıştır. Onlar da bu büyük misyonu eda edemez hale gelince, bu sefer Allah, onların yerine Osmanlıları getirmiş ve onlar sayesinde İslam dünyası dört asır huzur içinde yaşamıştır.

Demek ki bir topluluk Allah’ın istediği kıvamı ortaya koyamaz, konumunun hakkını veremez, durması gerekli olan yerde durmayarak gerisin geriye gitmeye başlarsa, Allah da bu işi onlardan alıyor, başkalarına tevdi ediyor ve davasını onlara temsil ettiriyor.

Peki, Allah’ın dinine sahip çıkacak, onu etraf-ı âlemde neşredecek insanların özellikleri neler olmalı? İlk olarak Allah’ın onları, onların da Allah’ı sevdikleri ifade ediliyor. Esasında bu sevgi karşılıklıdır. Şayet siz Allah’ı andığınız zaman burunlarınızın kemiği sızlıyorsa, Allah tarafından sevildiğinize inanabilirsiniz. Allah nezdindeki konumunuzu öğrenmek istiyorsanız, Allah’ın sizin nezdinizdeki yer ve konumuna bakmalısınız. Allah’a karşı ne kadar alakanız varsa, Allah’ın size karşı alakası da o kadardır. Bu sebeple bu iki sevgi peş peşe zikrediliyor.

Âyetin devamında yeni bir inşa hareketi başlatacak, umumî bir diriliş peşinde koşacak bu topluluğun mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirecekleri ifade ediliyor. Yani onlar kendilerini herkesten dûn görürler. Hz. Ali’nin ifadesiyle insanlar içinde sıradan ve sade bir insan gibi yaşarlar. Buna karşılık küfür sıfatlarına karşı çok aziz bir duruş ortaya koyarlar. Yani yeryüzünde herkesin insanca yaşaması, doğru düşünüp doğru karar vermesi adına küfür sıfatlarını izale etmeye çalışır, insanların küfür girdabından kurtulması adına ellerinden geleni yaparlar. Farklı bir ifadeyle, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek kalbleri yeniden Allah’la buluşturmaya çalışırlar.

Ayrıca bunlar, hak bildikleri yolda sürekli mücahede ederler. İnsanların olumsuz sıfatlardan sıyrılmalarını ve arınmalarını temin etmeye, onları Allah’a ulaştırmaya çalışırlar. Bu yolda karşılaşacakları hakaretler, ayıplamalar, iftiralar ve eziyetler karşısında da korkuya kapılmaz, paniklemez ve paranoya yaşamazlar. Âlemin uygunsuz sözleri, kaba tavırları, saldırgan davranışları onları yürümeye azmettikleri yoldan alıkoyamaz. Hiç şüphesiz bunların her biri Allah’ın birer fazlı ve ihsanıdır ki O, bunları dilediğine lütfeder.

   Daimi Emanetçiler Olabilmek

Herkes meseleye rasyonelce bakarak kendisini Cenab-ı Hak tarafından ortaya konulan bu yüce vasıflar zaviyesinden tartabilir. Hak davanın, kıvamında insanlar tarafından temsil edilip edilmediğini gözden geçirebilir. Fakat bunu yaparken kimse hakkında suizanna girmemeye dikkat edilmelidir.

Soruda zikredilen, hakikî temsilcilerin bulunmadığı zamanlarda, hakkın, nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşıp duracağı konusuna gelince, günümüzde hak davasının hakiki temsilcilerinin bulunmadığını söyleyecek olursak, herkes hakkında suizanna girmiş oluruz. Fakat herkes kendisine bakarken böyle bakabilir. “Biz, olsa olsa birer emanetçiyiz. Bu işin hakiki temsilciliği bize düşmez.” diyebilir. “Ben, bu bayrak yere düşmesin, değerler bütün bütün unutulmasın, çeşit çeşit vesayetler yaşanmasın diye bu işe sahip çıkmaya çalışıyorum.” şeklinde düşünebilir.

Fakat asıl önemli olan, her bir mü’minin muvakkat değil, daimi emanetçi olmaya çalışmasıdır. Bunun getirisi başka şeylerle mukayese edilemeyecek kadar büyüktür. Böyle yüksek bir hedef varken daha berisindeki şeylere dilbeste olmak dûnhimmetliktir. İnsan her zaman himmetini âli tutmalı, sürekli çıtayı yükseltmeli ve buna göre bir liyakat ortaya koymaya gayret etmelidir. Diğer yandan da sürekli, “Allah’ım, emanetini alacağın güne kadar bizi emanette emin kıl!” diye dua dua yalvarmalıdır.

***

Not: Bu yazı 21 Mayıs 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Islah Kahramanlarına Düşen Sorumluluklar

Herkul | | KIRIK TESTI

Modernitenin herkes üzerinde çok ciddi bir tesiri oldu. Müslümanlar da bu tesirden kurtulamadılar. İlahiyatçıların dini anlama ve yorumlama tarzlarında bile bu etkiyi görmek mümkündür. Neticede ciddi bir başkalaşma yaşandı. Kendi değerlerimizden uzaklaştık.

Yeniden bir kere daha usulünden füruuna kadar kendi değerlerimize döner miyiz, dönemez miyiz; bir kere daha dini, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun bir şekle irca mümkün olur mu olmaz mı bilemiyorum. Fakat şunu söyleyebiliriz: Tahribat çok büyük olduğu için, dağılan ve bozulan parçaları derleyip toparlama ve bunları yeniden hüviyet-i asliyesine döndürme çok uzun zaman alacak bir restorasyona bağlıdır. Belki de bu iş bir nesle müyesser olmayabilir. Çünkü zamanın, konjonktürün önemli girdileri ve müdahaleleri söz konusudur. Herkes kendi ses ve soluğunu işin içine katıyor. Küreselleşen bir dünyada, meydana gelen bu koro içerisinde kendi nağmemizi, kendi sesimizi bulabilmek hiç de kolay değil. Bu tür gelişmeler zamana vabestedir.

   Temsil ve Tebliğde Usûl

Böyle bir durumda ıslah kahramanlarının problemin farkında olmaları ve zamanın ruhuna uygun şekilde tamir çabalarını devam ettirmeleri çok önemlidir. Onlar öncelikle İslâm’ı, imrendirici ve özendirici yüzüyle kâmil bir şekilde temsil etmelidirler. Sonrasında da hiç kimseyi zorlamadan, kolaylık üzerine müesses olan dini zorlaştırmadan, insanları kaçırmadan, usulü detaya ait meselelere feda etmeden hak ve hakikati muhtaç sinlere duyurmalıdırlar. Başta ailevî hayatımızdan başlamak üzere hem ülke çapında hem de insanlık âleminde öncelikle zaruriyyat ve haciyyat denilen temel meseleler üzerinde durulmalı, detayın kavgası verilmemelidir.

Asıl itibarıyla bir Müslümana düşen, dine ait bütün meseleleri sünnetinden adabına varıncaya kadar kemal-i hassasiyetle yaşamaktır. Fakat bunları başkalarına arz ederken Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavsiyelerine uygun olarak kolaylaştırıcı ve müjdeleyici bir üslupla arz etmeliyiz. Usulde asla kusur etmemeli, teferruata ait meselelerde de çok tutucu olmamalıyız. Bu tür şeylere takılarak insanları dinden soğutmamalı, etrafımızdan kaçırmamalı; bilakis hep imrendirici ve cezbedici olmalıyız.

Kara delik tabirini Müslümanlar için kullanmak hoşuma gitmese de diyebiliriz ki, Müslümanlar, kara delikler gibi bir çekim gücüne sahip olmalıdırlar. Bilindiği üzere kara delikler, yakınlarındaki her şeyi kendilerine çekerler. İşte bir mü’min, fikriyle, düşünce dünyasıyla, muhakemesiyle, mantığıyla, temsildeki parlaklığıyla, hiçbir zaman solmamasıyla böyle bir çekim gücüne sahip olmalıdır. Kendisini görenler, “Vallahi bu insanın çehresinde yalan yok!” demelidirler.

Değişik vesilelerle Üstat Necip Fazıl’ın bir sözünü arz etmiştim. O, mü’minin, sıkıştırılmış bir şeker hapı gibi olması gerektiğini söylerdi. Denizlere, okyanuslara dahi bıraksanız onları şerbete çevirecek bir şeker hapı. Meseleyi Hz. Pir’in sözüyle de irtibatlandırabiliriz. O, “Benim bir yerde bir talebem varsa, orayı kendi hesabıma fethedilmiş bilirim.” diyor. Bu ne âli himmettir! O, hayatı boyunca bu sözüne mutabık hareket etmiştir. Sürekli ümitsizliğin, kemale yürüme yolunda bir mâni olduğunu haykırmış ve insanların böyle bir bataklığa düşmemeleri için çırpınıp durmuştur.

Şayet inandığınız, yaşadığınız ve temsil ettiğiniz değerler manzumesinin, insanların dünya ve ukba hayatları adına bir mana ifade ettiğini düşünüyorsanız, bu konuda cimrilik yapamazsınız. Bilakis çok cömert olmalısınız. Her yere sergiler sermeli ve Alvar İmamı gibi, “Tevhid Güneşi doğmuş; yağmadır, alan alsın!” demelisiniz. Kitaplarla, panellerle, sempozyumlarla duygu ve düşüncelerinizi günümüzün şartlarına ve insanların anlayış ufuklarına uygun olarak ortaya koymalısınız. Bunların hepsi size ait sorumluluklardır.

Bu hususta, ulemanın yaklaşımları çerçevesinde ister “cüz’-i ihtiyari”, ister “istitaat”, ister “meyelan”, ister “meyelanda tasarruf” diyelim, Allah bize irade adına her ne vermişse onun hakkını vermeli, milimini zayi etmeden son kertesine kadar kullanmalıyız. Çok küçük bir sermaye ile büyük işler başarma istikametinde hareket eden bir iş adamı, bir yatırımcı, bir tüccar gibi hareket etmeli, atacağımız adımların fizibilitesini çok iyi yapmalı ve irademizi çok rantabl kullanmalıyız.

   Dünyada Sulh Atmosferi Oluşturma

Bunların yanı sıra adanmışlara düşen önemli bir sorumluluk da günümüzde insanların doyma bilmeyen bir hırsla birbirine saldırdığı, birbirini yemeğe koştuğu ve çıkardıkları savaşlarla ülkeleri bölüp parçaladıkları bir dönemde insanlar arasında yıkılmayacak köprüler oluşturma, çok güçlü irtibat bağları tesis etme ve böylece bütün dünyada genel bir sulh atmosferinin oluşmasına katkıda bulunmadır. Bütün insanlığın Hz. Âdem’den geldiğinin bir kere daha hatırlatılmasına ve insanca yaşama yollarının gösterilmesine şiddetle ihtiyaç var. Şayet sürekli düşmanlık ve çatışmaların körüklendiği ve her yerde öldürücü silahların üretildiği bir dünyada böyle bir sulh atmosferi tesis edilemezse, hiç kimse emniyet, güven ve huzur içerisinde bir hayat yaşayamayacaktır.

Kavga etme, birbirine diş bileme, birbirini yeme, birbirinin yaptığını yıkma, despotluk yapma, insanlar üzerinde hegemonya kurma yerine, onlara kardeşçe paylaşma ufkunu göstermek gerekiyor. Fakat bunun da günümüz dünyasının şartlarına göre yapılması lazım. Yeni Osmanlıcılık gibi düşünceler olsa olsa birer fantezi olabilir. Hz. Pir, “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” diyor. Bu açıdan bütün bir cihanda sulh ve salah temin etmek için yola çıkan kimselerin mutlaka modern dönemin gereklerine göre hareket etmeleri ve buna ne ölçüde muvaffak olacaklarsa realitelerden kopmadan onu temin etmeye çalışmaları gerekir.

Bütün bunların çok iyi yetişmiş bir kadroyla gerçekleşeceği unutulmamalıdır. Onların hem maddî hem de manevî donanımları tam olmalıdır. Aklî, fikrî ve mantıkî açıdan belirli bir olgunluğa erişmeli ve çok ciddi bir müktesebata sahip olmalıdırlar ki hem teşriî hem de tekvinî emirleri doğru okuyabilsin, doğru değerlendirebilsin ve her şeyi yerli yerine koyabilsinler.

Tekvinî emirleri, Kur’ân’ın bize sunduğu bakış açısıyla okuyabilmelidirler. Natüralist, pozitivist ve materyalist mülahazalardan kurtularak, kâinattaki her şeyi Yaratıcısına bağlayabilmeli, bunların Sanatkârları hakkında ve O’nun katında ne ifade ettiğini okuyabilmelidirler. Yani onların zihin ve gönül dünyaları, tabiatın yanında mavera-i tabiata da açık bulunmalıdır. Zira sağdan soldan akıp gelen sızıntıları birer marifet hüzmesi hâline getirebilmeleri ve yakînin mertebelerinde terakkiler yaşayabilmeleri buna bağlıdır.

   Kıvam ve Metafizik Gerilimi Muhafaza

İ’lâ-i kelimetullah yolunda koştururken metafizik gerilimin muhafaza edilmesi ve kıvamın korunması da çok önemlidir. Mevsimlerin olumsuzluklarına takılmadan her zaman canlı kalabilmeliyiz. Ne kışların dondurucu soğukları ne de çölün kavurucu sıcakları karşısında hiç solmamalı ve renk atmamalıyız. أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ ۝ تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا “Allah’ın verdiği misale dikkat et: Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir, Rabbinin izniyle her zaman meyve verir.” (İbrahim sûresi, 14/24-25) âyet-i kerimesinde ifade edilen ağaç gibi dört mevsim revnakdarlığımızı koruyabilmeli ve sürekli meyve vermeliyiz.

Şunu da belirtmek gerekir ki, kazanımları korumak, başta onları elde etmekten daha zordur. Çaba ve gayretlerinizle ciddi bir müktesebata sahip olabilirsiniz, marifetullah ve muhabbetullah noktasında belirli seviyeleri ihraz edebilirsiniz. Fakat daha sonra makam ve mansıp gibi başınızı döndürecek şeyler karşınıza çıkabilir. Maruz kalacağınız bir kısım baskı ve zulümler karşısında yol ve yön değiştirebilirsiniz. Korku damarıyla bazı değerlerinizden bir takım tavizler verme durumuyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Rahata düşkünlük ve tenperverlik gibi illetlerin pençesine düşebilirsiniz. Haset, çekememezlik ve kıskançlık gibi duygular araya girebilir. Bütün bunlar da kıvam kaybına sebep olabilir. Bu açıdan, kaymadan, sürçmeden, düşmeden ve çürümeden sürekli başağa yürüyen rüşeymler gibi canlı kalabilme çok önemlidir.

Allah’ın, gaye-i hayalimiz olan meselelerin gerçekleşmesini hangi hususlara bağladığını tam olarak bilemiyoruz. Bu hakikaten belli bir kıvama sahip olmakla veya kıvamı korumakla doğru orantılı mıdır? Bu kıvamı yakaladığımızda Allah birdenbire bizim arzuladığımız neticeleri gerçekleştirir mi? Yoksa meşiet-i ilahiyenin başka muradâtı mı vardır? Bunların hiçbirini bilemeyiz. Allah’ın bilgisinde her şeyin bir vakt-i merhunu vardır. Her zaman bizim isteyip arzu ettiğimiz neticeleri yaratmayabilir. Her ne olursa olsun, bize düşen vazife, kıvamımızı korumaktan, emanete sahip çıkmaktan ve sorumlu olduğumuz mükellefiyetleri arızasız kusursuz yerine getirmekten ibarettir. Zira âyet-i kerimenin açık beyanıyla, insan için ancak sa’y ve gayretinin neticesi vardır. (Necm sûresi, 53/39) Bunun ötesindeki şeyler bizi alâkadar etmemeli. Sonucu yaratmak Allah’a aittir.

***

Not: Bu yazı 14 Ocak 2011 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Bir Nefes (26)

Herkul | | BİR NEFES, HERKUL NAGME

Klipten cümleler:

* Bir taraftan yapacağımız şeyleri yaparken -Siz yapıyorsunuz, Allah ebeden razı olsun!- diğer taraftan da bu ızdırarlar, ızdıraplar, ihtiyaçlar, iç yanmaları, sızlanmalar, sürekli “o kapı”ya müteveccih yaşamalar, güç kazandırıyor ona, bir sinerji kaynağı oluyor âdetâ.

* Bu ızdırar gücüyle, bu ızdırap gücüyle, bir taraftan da o yüksek gâye-i hayalimize dilbeste olarak -Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile- buluşunca, olmayacak şey yoktur.

* Dünyanın tamire ihtiyacı var; çehresinin değiştirilmesine çok şiddetli ihtiyaç var. Topyekûn insanlık ızdırap içinde.

* Şimdi kendi gücümüzün küçüklüğüne/yetersizliğine bakarak, “Kozalite mülahazasına göre, hiçbir zaman bu sebep ile o sonuç elde edilemez!” falan dememek lazım. Biz şimdiye kadar yaptığımız şeyleri kendi güç, kendi iktidar, kendi amîk efkârımız sayesinde yapmadık ki, bundan sonra yapılacak şeyleri de onlara bağlayarak meseleyi imkânsız görelim!.. 

* Allah, Kendi yolunda O’na doğru yürüyenleri hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır. Sizi bırakacağına da ihtimal vermek, doğru değildir, O’na karşı suizan olur.

* İftihar Tablosu’nun önemli iki vazifesi vardı: Birisi “Tebliğ”, Allah’tan aldığı mesajları insanlığa sunmak; diğeri de temsil/hal, fiilen o meseleyi göstermek. Çok inandırıcı olmuştur bu; ne demiş ise, onun on katını yapmış orada.

* Ee öyle olmasa, Kur’an der mi, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Niye yapmadığınız/etmediğiniz şeyleri söylüyorsunuz?” Bu, “Söylemeyin!” demek değil; “Söylediğiniz şeyleri yapıyor olun!” demektir bu; “Söylediğiniz halde o meseleleri yapmıyorsanız, nezd-i Ulûhiyette bir vesile-i gazab olacak bir şeydir.” diyor.

* Şimdiye kadar militarist sistemler, kadınları tamamen hayattan tecrîd etmişler, bir kenara itmişler. Esasen devr-i Risâlet’teki tarz-ı telakkiye muhalif bir tavır idi bu. 

* İşte hep âcizâne arz ettim; Hazreti Âişe validemiz, Hafsa validemiz, Meymûne validemiz, Hatice validemiz, Efendimiz’e mesajında, o ulvî mesajında öyle destek oldular ki!.. Eğer onlar, O’nu öyle desteklemeselerdi, bir yönüyle tâife-i nisa ile O’nun arasında koordinasyonu sağlayan nurânî bir ekip olmasalardı, o mesele, hanelere/evlere filan o kadar sürat ile yayılamazdı. 

* Bir de bir araya geldiğimizde mutlaka kitap okuma mevzuuna yönelmek lazım; mesela Risaleleri okumak lazım bu mevzuda. Bizim için hakikaten kuvve-i maneviyemizi takviye edecek, ümit gücümüzü güçlendirecek şeyleri müzakere etmek lazım. 

* Her zaman böyle bir beslenmeye ihtiyacımız var. Değişik faktörleri, değişik argümanları, değişik delilleri değerlendirerek sürekli iman adına hep canlı kalmamız lazım.

Not: Bu sohbetin (ister yazılı ister sesli/görüntülü) tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.ozgurherkul.org/bamteli/bamteli-canli-iradeler-ve-sinerji/

Canlı İradeler ve Sinerji

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Şimdiye kadar yaptığımız işleri kendi güç, iktidar ve derin fikirlerimiz sayesinde yapmadık ki bundan sonra yapılması gerekenleri de onlara bağlayarak ümitsizliğe düşelim ve meseleyi imkânsız görelim!..

Bir taraftan yapacağımız şeyleri yaparken -Siz yapıyorsunuz, Allah ebeden razı olsun!- diğer taraftan da bu ızdırarlar, ızdıraplar, ihtiyaçlar, iç yanmaları, sızlanmalar, sürekli “o kapı”ya müteveccih yaşamalar, güç kazandırıyor ona, bir sinerji kaynağı oluyor âdetâ; dolu dolu geliyor, ciddî bir metafizik gerilime ulaşıyorsunuz, Allah’ın izniyle. İnşaallah bu tutuşturulan ocaklar… “Ocak” mı diyelim, “projektör” mü diyelim?!. Bunların hepsi hafif kalır; Cenâb-ı Hakk’ın yakacağı “meşale” karşısında.

Tevbe Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ “Ağızlarıyla Allah’ın yaktığı nuru söndürmeye çalışıyorlar.” (Tevbe, 9/32) وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Kâfirler hoşlanmasalar bile Allah (celle celâluhu) o nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe, 9/32) Onlara “Hayır!” diyor, “Beyhude uğraşıyorsunuz!” يَأْبَى kelimesine bu manayı veriyorum. “Hayır!” diyor, “Beyhude yorulmayın; onu Ben yaktım!” Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez / Bir şem’â ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!” Ayetin/nazmın manası/meali gibi bir şey oluyor.

Evet, inşaallah bu ızdırar gücüyle, bu ızdırap gücüyle, bir taraftan da o yüksek gâye-i hayalimize dilbeste olarak -Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile- buluşunca, olmayacak şey yoktur.

Dünyanın tamire ihtiyacı var; çehresinin değiştirilmesine çok şiddetli ihtiyaç var. Topyekûn insanlık ızdırap içinde. Çıkarlar/menfaatler, o yüksek gâye-i hayallerin yerlerine gelmiş, otağını kurmuş. Şeytan, dediği her şeyi çok rahatlıkla yapıyor/yaptırıyor, insanlara yakıştırıyor. Bu asra bir “Şeytan Asrı” denebilir; belki son üç asır, “Şeytan Asrı” sayılabilir. Hazreti Pîr-i Mugân öyle diyor: “Üç asırdan beri rahnedâr olan İslam kalesinin tamiri…” Sizin üzerinizde…

Şimdi kendi gücümüzün küçüklüğüne/yetersizliğine bakarak, “Kozalite mülahazasına göre, hiçbir zaman bu sebep ile o sonuç elde edilemez!” falan dememek lazım. Biz şimdiye kadar yaptığımız şeyleri kendi güç, kendi iktidar, kendi amîk efkârımız sayesinde yapmadık ki, bundan sonra yapılacak şeyleri de onlara bağlayarak meseleyi imkânsız görelim!.. Allah sevk etti, kendimizi belli bir konumda bulduk. Burada oturuyor gibi… Burada oturunca, benim şurada yaptığım dırdırlar gibi dırdır ediyorsun, onlar mırmır oluyor; bakıyorsunuz millet öyle kabul ediyor onu. Yeni bir kapı açılıyor, daha farklı şeyler görüyorsunuz; “Galiba şu da yapılırmış burada!” falan diyorsunuz.

Bu mesele böyle; konuma göre… İşin mebdeinde müntehasını görerek ona göre bir makro planımız yoktu. Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın ittiği/konumlandırdığı yere bakıyorduk; “Yahu burada şöyle bir çıkış, şöyle bir açılım yapılabilir; buradan da böyle bir açılım yapılabilir!” Meşveret, önemli bir faktör idi; ortak akıl, çok problemleri çözüyordu. Ee gün geldi, sizin de bildiğiniz gibi, Türkiye’de kaç tane üniversite -bilmiyorum ben sayısını- kaç tane orta dereceli okul, kaç tane üniversiteye hazırlık kursu yapıldı!.. Ee birileri geldi bir gün, hazımsızlık gösterdi. Hazımsızlık öyle bir marazdır ki, akıl hastanelerinde bile şimdiye kadar tedavi edildiği görülmemiştir. Bu defa bu hazımsızlık, hased, kıskançlık geldi tosladı. Merkezde -esasen- bir zayiat, bir fay kırılması yaşandı.

   Cenâb-ı Hak dünyanın dört bir yanına açılma imkânları bahşetti; şimdi bize düşen, sözden ziyade hal ve temsil ile bu imkânları güzel değerlendirmek ve Efendimiz’e karşı vefamızı ortaya koymaktır.

Şu kadar var ki, çıktığımız yol, Allah yolu idi, Peygamberler yolu idi. Allah, Kendi yolunda O’na doğru yürüyenleri hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır. Sizi bırakacağına da ihtimal vermek, doğru değildir, O’na karşı suizan olur.

Evet, gün geldi, şimdi dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Bir zamanlar Türkiye’de öyle oluyordu; bir taksi ile, iki taksi ile bir yere gidilince, orayı fethetmiş gibi geliyordu. Şimdi, dünyanın dört bir yanına -hakikaten- birkaç başağa yürüyebilecek tohumlar gibi saçılma durumu/faslı yaşanıyor. Dünyanın dört bir yanına…

Başka türlü de gaye-i hayalinizi gerçekleştiremezdiniz. Türkiye’de durduğunuz zaman, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o gâye-i hayalinin nasıl gerçekleşeceğini kestiremezdiniz. “Benim adım güneşin doğup-battığı her yere gidecektir.” Bunu, ister gayb-bîn gözüyle meseleyi görüp söylemesine verin; isterse size bir gâye-i hayal olarak, bir hedef olarak göstermesine verin. İster öyle olsun ister böyle olsun ama nasıl olacaktı ki o Türkiye’den?!. O insanların çekememezliğini/hazımsızlığını aşarak nasıl gidecektiniz?!.

Fakat Cenâb-ı Hakk’ın öyle esrarengiz işleri var ki!.. Böyle bir meseleye, bu ölçüdeki bir açılıma öyle bir yer/zemin olmalıydı ki hakikaten dünya da ona bir şey demesin!.. Siz, mazlumiyet ile, mağduriyet ile, mahcûriyet ile, ma’zûliyet ile, mahrumiyet ile dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Bir kere, insanların insan olarak şefkat duygularını tetiklediniz orada. Herkes bağrını/sinesini açtı size…

Bir taraftan söz olmalı ama hal onu desteklemeli. Söz ile, saz ile anlatılan şeyler her zaman arkada bir kuşku bırakır; fakat bunlar için -esas- güçlendirici veya doğrulayıcı, en inandırıcı referans, hal ve temsildir. Esas sizi görmeleri lazım; yatmanızı, kalkmanızı, Allah’a teveccühünüzü, düşüncelerinizi, insanlığa bakışınızı… O zaman onlar kendi kendilerine diyecekler ki, “Yahu bir taraftan, ‘Hümanizm’ deyip duruyorduk fakat bizimki çok geride kalmış…. ‘Hümanizm’ diyor yine de birbirimiz ile yaka-paça oluyorduk, yamyamlar gibi birbirimizi yiyorduk. Fakat gerçek Hümanizmi bunlar temsil ediyorlar! Bir diğer taraftan da ‘Kadınların hakkı çiğnendi, onlara hayat hakkı tanınmadı, şu oldu, bu oldu.’ deyip duruyorduk fakat gerçekten bu meseleyi bunlar realize ediyorlarmış!” Böyle diyecekler. Dolayısıyla da hal ve temsil -esas- çok inandırıcı olacaktır.

   Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, tebliğ vazifesini eksiksiz yerine getiriyordu; fakat O’nun tebliğden daha önemli bir yanı, hatta tebliğin birkaç kadem önünde bir enginliği vardı ki, o da temsil idi.

Değişik vesileler ile hep âcizâne arz etmişimdir: İnsanlığın İftihar Tablosu’nun önemli iki vazifesi vardı; çok vazifesi vardı da, önemli iki vazifesi bulunuyordu: Birisi “Tebliğ”, Allah’tan aldığı mesajları insanlığa sunmak; diğeri de temsil/hal, fiilen o meseleyi göstermek. Çok inandırıcı olmuştur bu; ne demiş ise, onun on katını yapmış orada.

Mesela, demiş ki: Allah’a kulluk yapacaksınız! Ne kadar yaparsanız yapınız, onu da az bulacaksınız; velilerin dedikleri gibi diyeceksiniz: مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey Ma’bud-i Mutlak, Maksûd-i bi’l-istihkâk! Büyüklüğüne göre Sana kulluk yapamadık!” Bu duygu ile meseleyi kâfiyelendirme… مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ “Seni azametine yakışır şekilde zikredemedik!” Bu duygu ile ibâdet u tâat anlayışını kâfiyelendirme… مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Allah’ım, Sana hakkıyla hamd edemedik!” Bu duygu ile yine meseleyi kâfiyelendirme…

Ricâli de okuyoruz burada; orada görüyorsunuz. İbadetinin çokluğundan adeta ayaklarından kan damlıyor Enes İbn Mâlik’in; çünkü Efendimiz’e en yakın, hâdim-i Nebevî. Ebu Hüreyre’yi kurcalasanız, bakarsınız ki ondan da aynı şey damlıyor. Kendi çırakları onu anlatırken, ibadetteki derinliğini nazara veriyorlar. Aç, sürekli bayılır. Derste geçen metinde “Mecnun mu?!” ne diyorlar; ben zannediyorum ya Rical, ya Siyer kitaplarında “Sara” (epilepsi) olarak da okumuştum onu. Millet öyle bakıyor. “Oysaki” diyor “Bende sara yoktu, epilepsi yoktu.” diyor. Fakat orada, hangi Rical kitabından alınmış ise, “Mecnun!” falan diyorlar. “Oysaki mecnun değildim, açımdan bayılıp düşüyordum.” diyor. Oysaki niye açından bayılsın? Gider orada çalışır, eder, falan; karnını doyuracak bir şey bulur. Ama dünyaya hiç karışmamış; “Uzzâb” (mefkûresi uğruna aileye karışmamış bekârlar) arasında, öyle birisi. Enes İbn Mâlik değil de o (Ebu Hüreyre) Uzzâb’dan. Bunun gibi, sonraki dönemlere bakıyoruz, o Tâbiîn’de, o Tebe-i Tâbiîn’de hep o yüksek karakter kendisini gösteriyor, Allah’ın izni-inayeti ile. Âdetâ Peygamberâne bir tavır sergiliyorlar.

Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Hücresinde namaz kılıyordu. Onun içine -hâşâ- ucub ve fahr gibi şeyler gelmezdi; O’nun o ruh dünyası, o fikir âlemi, o tahayyülât âlemi o türlü şeyleri hiç misafir etmemiştir. Gelseler bile onlar, kendi kendilerine kovulmuştur o türlü şeyler. Fakat hücre-i saadetlerinde namaz kılıyordu. Hazreti Âişe validemiz anlatıyor. Büyük anamız, hepimizin anası… Evet antrparantez diyeyim: Cenâb-ı Hak, şefaatine bizleri mazhar eylesin!.. Anama karşı çok saygım vardır. Hatta bazen aklıma geliyor ki, “Acaba annem benim, O’na bu kadar saygımı duyunca kıskanır mı?” Zannetmiyorum… Çünkü o da O’nun sevdalısı idi. Âişe Validemiz diyor ki: “Ayakları şişinceye kadar yatmıyordu. Hücre öyle dardı ki, ben ayaklarımı uzatınca, secde edecek yer kalmıyordu. Ayakta ne kadar duruyordu, bilmiyorum. Ben bir fasıl uyuyordum. Sonra O rükûa varıyor, secdeye varınca eli ile ayaklarımı ittiriyordu; başını koyacak bir yer açılıyordu, canım çıksın!.. Başını oraya koyuyordu; kaldırıyordu. Ben yine uykuya dalıyordum; O yine yapıyordu, yapıyordu.”

Bûsîrî, kasidesinde bunu ifade ederken, ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلاَمَ إِلَى * أَنِ اشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ “Ben, o Peygamber’in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu.” diyor. İşte o temsil ve temsildeki derinlik öyle inandırıcı oluyordu ki!.. Ebu Bekir, O’nun delisi.. Ömer, O’nun delisi.. Osman, O’nun delisi…

Bu açıdan, bir yönüyle o sözler ile, ortaya koyduğunuz beliğ beyanlar ile, Firdevsî’nin beyanı gibi bir dil ile, bir üslup ile meseleleri ortaya koysanız, inanın bana, çok inandırıcı olamazsınız. Ama o meseleyi hal ile, temsil ile takviye ederseniz, beslerseniz, hali/temsili ona payanda yaparsanız, millet inanır ve koşa koşa arkanızdan gelir.

Ee öyle olmasa, Kur’an der mi, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ * كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah indinde şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/2) “Niye yapmadığınız/etmediğiniz şeyleri söylüyorsunuz?” Bu, “Söylemeyin!” demek değil; “Söylediğiniz şeyleri yapıyor olun!” demektir bu; “Söylediğiniz halde o meseleleri yapmıyorsanız, nezd-i Ulûhiyette bir vesile-i gazab olacak bir şeydir.” diyor. Evet, temkin, dikkatli olmak…

İnşaallah sizler, çehreleriniz ile, genel tavırlarınız ile, şu âna kadar geliştirdiğiniz o hâl derinliği ile, temsil derinliği ile işi bir noktaya kadar getirdiniz; “Cenâb-ı Hak, size getirtti” diyeyim. “Siz bir adım atarsanız…” Öyle buyuruyor Kudsî hadiste; müteşâbih beyanlar bunlar, mukabele manasına. “O, size on adım ile gelir.” Yani, on adım mukabelesinde bulunur. “Siz, adım ile gelirseniz O’na, O koşma mukabelesinde bulunur.” Evet, “mukabele” demek lazım; yoksa Allah,

“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.

Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,

Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.

Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda;

Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.”

O (celle celâluhu) sıfât-ı selbiyesi ile Kendini bize böyle anlatıyor. Bu sözler de İbrahim Hakkı hazretlerine aitti ama kitabın ortasından. Allah, inayetini bizim ile beraber eylesin!..

   Kadınlar da bir taraftan dinî disiplinlerde kusur yapmamalı; diğer yandan da mutlaka hayatın içinde olmalı ve sosyal hayatta kendine düşen vazifeleri edaya koyulmalıdır.

Şimdiye kadar militarist sistemler, kadınları tamamen hayattan tecrîd etmişler, bir kenara itmişler. Esasen devr-i Risâlet’teki tarz-ı telakkiye muhalif bir tavır idi bu. Esas, dinin kurallarına riayet ederek hayatın içinde olmaları lazım. Bakıyoruz ki biz, Asr-ı Saadet’te tâife-i nisa, beyleri ile beraber savaşın içinde bulunuyorlar. Hatta bazen kılıç, korda, kama bile kullanıyorlar. Ama genelde oradaki o yaralıları gözetiyorlar; kanları dindirme, yaralıları tedavi etme, geriye çekme gibi işlerde hep bulunuyorlar. İnsanlığın İftihar Tablosu bile o mübarek annelerimizi, -Cennet’in hûrilerinin önünde olan annelerimizi- savaşa -On yedi savaşa/harekete iştirak ediyor; on yedi defa.- giderken her defasında onlardan bir tanesini alıyor yanına, götürüyor; örnek olsun diye alıp götürüyor.

Fakat belli bir dönemde… Hani Emevîler döneminde öyle miydi, bilemiyorum. Abbasîler döneminde ve daha sonra Osmanlılar döneminde de biraz öyle olmuş. Hayatın içine girmek isteyen Kösem gibi, Hürrem gibi sultanlar var ama bunlar bile ölüm ile tehdit edilmişler. Kösem’in kaçıp saklandığından bahsedilir. Belki Hürrem Sultan’a da aynı şeyi yaparlardı ama arkasında Kanunî hazretleri (cennet-mekân, aleyhir-rahmetu ve’l-gufrân) vardı. Bunun gibi; o bize ait bir kusurdur.

Bir taraftan dinî disiplinlere milimi milimine riayet etmek, bir tek kusur bile yapmamaya çalışmak, bir tek kusura bin defa “Estağfirullah!” demek… Fakat beri tarafta hayatın içinde olmak; muallim olabilir, doktor olabilir, Allah’ın izni-inayeti ile, üniversite hocası olabilir, talebe olabilir; her şey olabilir.

Siz, böyle bir düşünceyi, kendi dünyanız ve gâye-i hayaliniz adına böyle bir mülahazayı realize ediyorsanız şayet, hakikaten bir yönüyle bir diriliş mesajı temsil ediyorsunuz veya veriyorsunuz demektir. Bir “Ba’s-u ba’de’l-mevt” -Necip Fazıl merhum öyle derdi: “Ba’s-u ba’de’l-mevt.- mesajı veriyorsunuz demektir. İnşaallah daha da geliştirilir; hayatta hâkim hale gelirler. Mutlaka hayatlarında onların meşgul olacakları başka şeyler de var; evleri var, çocukları var, başka hususî halleri var. Bunlar, mesai iyi tanzim edilirse, a’mâl taksim edilirse, teâvün düsturu teshil edilirse karı-koca arasında, erkek-kadın arasında, zannediyorum hiçbir problem kalmaz. Herkes ne yaptığını bilir, dolayısıyla da yaptığı her şeyde mümarese sahibi olur; bağışlayın karambole iş yapmaz, bilerek yapar. Bu söylediğim üç tane düstur da Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân’a aitti; Cenâb-ı Hak, bizi de ona bağışlasın.

İşte hep âcizâne arz ettim; Hazreti Âişe validemiz, Hafsa validemiz, Meymûne validemiz, Hatice validemiz, Efendimiz’e mesajında, o ulvî mesajında öyle destek oldular ki!.. Eğer onlar, O’nu öyle desteklemeselerdi, bir yönüyle tâife-i nisa ile O’nun arasında koordinasyonu sağlayan nurânî bir ekip olmasalardı, o mesele, hanelere/evlere filan o kadar sürat ile yayılamazdı. Değişik hanelerden, oymaklardan insanlar vardır onlar arasında. Beni Mahzum’dan insanlar vardır, Beni Adiyy’den insanlar vardır, Beni Teym’den insanlar vardır; bunların hepsi güçlü kabileler. Birinden Hazreti Ebu Bekir var ise, birinden Hazreti Ömer efendimiz vardır; birinden, Beni Ümeyye’den, Hazreti Osman efendimiz vardır; birinden, Beni Hâşim’den, Hazreti Ali efendimiz vardır. Hepsi ile bir yakınlığı vardı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). O, hiçbir zaman cismaniyet ağırlığında bir hayat yaşamamıştı; esasen o mevzudaki şeyleri bile, mesajının sürat ile etrafa yayılması istikametinde değerlendirmiştir. O’na bin canım olsa, kurban olsun!..

   Farklı vesilelerle bir araya gelmeleriniz hem sinerjiye vesile oluyor ve kuvve-i maneviyeyi güçlendiriyor hem müzakereler sayesinde derinleşmeye kapı aralıyor hem de yenilenme ihtiyacını karşılıyor.

Bir taraftan bu yaptığınız şeyler, çok önemli; diğer yandan da yapılan şeyler diğer insanlara kuvve-i maneviye oluyor. Mesela çok sarsık bir hayat yaşıyorum ben şu anda da. Yaralıyor beni o arkadaşlarımızın, binlerce yüz binlerce arkadaşımızın hayattan tecrîd edilmesi, mahrumiyete mahkûm edilmesi. Her gün öyle bir şey ile yaralanıyorum yeniden. Hazreti Hamza’nın bağrına yediği mızrak gibi bağrıma bir mızrak yemiş gibi bir kere daha inliyorum; çok ağırıma gidiyor. Gecelerim bunun ile kirleniyor. “Kirleniyor” mu diyeyim, yoksa bir yönüyle “Beni hasta hale getiriyor.” falan mı diyeyim?!.

Ama hani bunlar meselenin bir yanı, insanî olma yanı. Duyuyorsunuz bunları; duymamak da bir yönüyle belki kabalık sayılır. Fakat bunlar, hiçbir zaman bizi bir ye’se, bir inkisara, “Artık bir şey yapamıyoruz!” duygusuna atmamalı, itmemeli. Hakikaten bir uçuruma, Ashâb-ı Uhdûd gibi uçurumun kenarına götürseler yine de ye’se düşmemeli!.. Orada hani o minnacık çocuk kucağında bir kadını da atacaklar, “Niye sen bu dine girdin?!” diye. İttiriyorlar kadını; kadın direniyor. Çocuğa bakıyor, çocuk sahipsiz kalacak diye düşünüyor. Üç tane çocuğun bebekken konuştuğundan bahsedilir, onlardan bir tanesi de odur. “Anne, at” diyor, “Korkma!” diyor, “At kendini!” diyor. Bunun üzerine kadın, Cenâb-ı Hakk’ın teminatına kendini salıyor..

Siz böyle bir araya gelince, böyle konuşunca, ben muvakkaten oksijen yudumluyor gibi oluyorum, hakikaten. Muvakkaten kendimden sıyrılıyorum, böyle. Siz olamam da kat’iyyen fakat siz oluyor ve rahatlıyorum böyle; sizin içinizde kendimi hissediyor ve rahatlıyorum, Allah’ın izni-inayeti ile. Bu mesele, sürekli o metafizik gerilimi koruma adına çok önemli bir şey; buna dikkat etmek lazım. O bir araya gelme de esasen o sinerjiyi meydana getiriyor. Mesela, burada bazen şöyle oluyor: Arkadaşlardan birisi namaz kıldırıyor orada, hislerine yenik düşüyor, bir ağlıyor, bir sinerji meydana getiriyor ki, saflarda ağlama meydana geliyor. Ha, ben bunu değişik yerlerde de gördüm; o camilerde, o gençlerin, kalabalık gençlerin beş-on tanesinin orada hıçkırıklara boğulması karşısında, bütün cami hıçkırıkla inliyordu. Zannediyorum çoklarınız herhalde muttalisiniz. Dolayısıyla bir de öyle bir sinerjiye sebebiyet verecek, o bir araya gelmeler.

Bir de bir araya geldiğimizde mutlaka kitap okuma mevzuuna yönelmek lazım; mesela Risaleleri okumak lazım bu mevzuda. Bizim için hakikaten kuvve-i maneviyemizi takviye edecek, ümit gücümüzü güçlendirecek şeyleri müzakere etmek lazım. Bazı arkadaşlarımızın bu mevzuda fevkalade fedakârlıklarını anlatmak lazım; mesela, tek başına gitmiş, bir ülkeyi -Allah’ın izni ve inayeti ile- ayaklandırmış gibi bir şey oluyor. Bütün bunlar…

Her zaman böyle bir beslenmeye ihtiyacımız var. Onun için Kur’an-ı Kerim, Sahabe-i kirama bile, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ  “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne iman edin.” (Nisa, 4/136) “Hele bir kere daha imanınızı yenileyin!” diyor. Üstadımız da bir yerde bunu serlevha yapıyor: جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِـ”لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” Sürekli imanı yenilemeye ihtiyacımız var; değişik faktörleri, değişik argümanları, değişik delilleri değerlendirerek sürekli iman adına hep canlı kalmamız lazım.

Bir Nefes (14)

Herkul | | BİR NEFES, HERKUL NAGME

Mesâî, çok iyi tanzim edilmeli..

Arkadaşlarımızın aktüalite ile çok meşgul olmamaları lazım.

Bizi doğrudan doğruya, evvelen ve bizzat alakadar etmeyen (mâlâyânî) şeylere karşı mesafeli durmamız lazım. Bu mevzuda kırmızı çizgimiz, o olmalı.

İşlerimiz baştan düzenli olarak hep belli bir plan içinde realize edilmeye çalışılmalı.

“A’mâlin taksimi” diyoruz; yani, herkes ne yapabilecek ise, temayülü ne ise, ruh ve kalb ibresi neyi gösteriyor ise, bence o istikamette yol almalıdır. Yoksa öbür türlü bilmediği/istemediği/sevmediği bir patikada yürüyor gibi olur; çok zamana mal olur.

Çok yüksek bir ideal, hayatında onun “on iki”si olmalı; vuracaksa on ikiden vurmalı. Öyle bir gâye-i hayal olmalı. Öyle yüksek bir hedefe dilbeste olursa bir insan, onun beri tarafında değersiz şeylere karşı gönül kaptırmaz. Evet, o, onun “Leyla”sı olmalı; kendisi de o işin “Mecnûn’u olmalı. Leyla’yı gördüğü zaman bile, onu tanımayacak şekilde bir “Leyla”cı olmalı.

“Öyle bir gâye-i hayal olmazsa, ezhân, enelere döner.” Zihinler, enâniyete döner, bir egoist olur, egosantrist olur, narsist olur insan, hiç farkına varmadan.

Onun için, Allah ile irtibatlı, çok yüksek hedeflere talip olmalı!.. “Ne yapsam ki O’nun hoşnutluğunu ve rızasını kazansam?!. Ne yapsam ki, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı memnun etsem! Teşrif buyursa, benim kalbime otağını kursa, benim gecelerimi nurlandırsa. Keşke, her gece öyle olsa!..”

İnsan, gönlünü bunlara kaptırınca, zannediyorum artık bir deli, bir sevdalıdır; başka şey görmez, düşünmez. Hazreti Ebu Bekir çizgisi, Ömer çizgisi, Osman çizgisi, Ali çizgisi, daha yüzlerce… Mus’ab İbn Umeyr çizgisi…

İnsanın sunacağı şeye, o söze, o beyana, o baş döndürücü fesahate, belagate esasen değer kazandıran husus, deyip-ettiği şeyleri harfiyen yaşamasıdır. Onun için tavır istikameti, davranış istikameti çok önemlidir.

Bir gün bu gönüllere, cihan, kapılarını kale kapıları gibi aralayacak; kendi kendilerine “Buyurun!” edecektir inşaallah. Biz o ütopik tavrı sergilemeli, o cazibedar güzellikleri ortaya koymalıyız.

Esasen “O’nu bulan neyi kaybetmiştir ki; O’nu kaybeden, ne bulmuştur ki?!.” Öyle bir şeye talip olmuşsunuz ki, bütün dünyalar onun yanında bir damla etmez!..

***

Not: Bu sohbetin tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.ozgurherkul.org/bamteli/bamteli-ozel-gencler-ile-hasbihal/

Gençler ile Hasbihâl

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Kıymetli arkadaşlar,

Çoğunuzun malumu olduğu üzere, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ramazan ayında inziva ve itikâf yapıyor; dolayısıyla da Bamteli sohbetlerine o ay boyunca ara veriliyor. Bayram sonrası Bamteli sohbetleri hala başlamadı. Fakat dört-beş gün önce, ekseriyeti üniversite öğrencisi yaklaşık 200 genç, Hocamızı ziyaret ettiler. O sırada kayda aldığımız hasbihâli bu haftanın Bamteli olarak arz ediyoruz. Hürmetle…

***

Fethullah Gülen Hocaefendi, şunları söyledi:

Zannediyorum, Üstad hazretlerinin reçete olarak verdiği o husus çok önemli: “Teâvün düsturunun teshîli” diyor… “Mesâînin tanzimi”, “a’mâlin taksimi” ve en sonunda da “teâvün düsturunun teshîli” diyor. Zannediyorum, bir bast-ı zaman gibi, az bir zaman içinde çok iş yapmaya vesile olabilecek bir yöntem o.

   “Musibetlerden kurtuluş, içtimâî yükseliş ve huzurun temini için mesâîlerin tanzimine, yapılacak işlerin doğru taksimine, aramızdaki emniyetin tesisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtacız!..”

Mesâî, çok iyi tanzim edilmeli; hayatımızın içinde ne yapıyorsak, yapacaksak, yarınlar adına neyi planlamışsak, o mevzuda bir kere mesâî çok iyi tanzim edilmeli. Yani, ne kadar evde duracağım? Ne kadar anneme-babama kemerbeste-i ubudiyet içinde mukabelede bulunacağım? Ne kadar uyuyacağım? Ne kadar ayakta duracağım? Ne kadar kitap mütalaa edeceğim? Ne kadar…

Bu durumda olan arkadaşların, böyle önemli şeye dilbeste olmuş, yüksek bir gaye-i hayale bağlanmış insanların aktüalite ile çok meşgul olmamaları lazım. Bizi doğrudan doğruya, evvelen ve bizzat alakadar etmeyen (mâlâyânî) şeylere karşı mesafeli durmamız lazım. Bu mevzuda kırmızı çizgimiz, o olmalı; işlerimiz baştan düzenli olarak hep belli bir plan içinde realize edilmeye çalışılmalı.

“A’mâlin taksimi” diyoruz; yani, herkes ne yapabilecek ise, temayülü ne ise, ruh ve kalb ibresi neyi gösteriyor ise, bence o istikamette yol almalıdır. Yoksa öbür türlü bilmediği/istemediği/sevmediği bir patikada yürüyor gibi olur; çok zamana mal olur. Ben burada çok kıymetli arkadaşlarımızın on senede, on beş senede doktora yaptıklarına şahit oldum. Ee bir ömür bu!.. On ayda yapılabilecek şeyleri, dört seneye serpiştirmişler; dört sene insanı meşgul ediyorlar. Kestirmeden bir şeyler yapılsa; böyle temel disiplinler iyi verilse, matematikteki bir problemi çözme gibi, çözmesi onlara bırakılsa… Zannediyorum bir dört senelik İmam Hatip’i, üç senelik ortaokulu -veya tersi onun- o yedi seneyi insan herhalde iki-üç seneye sığıştırabilir. Üniversite de öyle; o üniversitede verdikleri şeye göre o da iki senede, üç senede olabilir. Böylece insan hayatının en canlı olduğu dönemde, böyle dinamizminin en güçlü olduğu dönemde millete yararlı olur, faydalı olur.

Bir de burada esas benim üzerinde durmak istediğim; bu iki disiplinin yanında üçüncü bir disiplin. Üstad’ın ifade ettiği, “teâvün düsturunun teshîli” (herkesin birbirine kolayca yardım etmesi) çok önemli geliyor bana. “Teâvün” kelimesi, Sarf ilminde, iştikakta, esasen مُشَارَكَةٌ بَيْنَ اْلإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا “müşâreketun beyne’l-isneyni, fesâiden” sözü ile ifade edilen sigadan; yani, iki kişinin veya daha fazla insanın, bir problemi çözme mevzuunda kafa kafaya vermeleri, ortak akla müracaat etmeleri.

Şimdi bir arkadaşımız doktora yapıyor ise şayet, ona yardım etme… Öyle arkadaşlar vardır ki birikimleri itibarıyla kitapları bilirler, kaynakları bilirler mesela. Şimdi o arkadaşa onlar, yardımcı olmalıdırlar. Mesela birisinin kompoze kabiliyeti çok yüksektir; kalemi eline aldığı zaman, şakır şakır yazar. Zannedersiniz ki yazdığı şeyler bizim kendi dünyamızdan Firdevsî’nin o dâsitânî kitapları gibi şeylerdir. -Firdevsî, İranlı, İranlıların övündükleri bir şairdir.- Öyle bir kabiliyeti vardır. Bir meseleyi kompoze etme mevzuunda da o, arkadaşına/kardeşine, arkadaşlarına/kardeşlerine yardımcı olmalıdır. Böylece zamanı büzme/daraltma, çok kısa zamanda taşı-eritebilecek damlalar halinde mermerin bağrına dökülme… Bunu da bir Türk atasözünden mülhem dedim: “Mermeri aşındıran suların akışı değil, devam ve temâdîleridir.”

   Bencillik bağlarından kurtulmanın ve beden insanı olmaktan sıyrılmanın yolu, yüce bir mefkûreye bağlı kalmaktır ki, en yüce mefkûre de Allah’ın rızasını kazanmaktır.

Bu husus, kendini böyle okumaya vermiş arkadaşlarımız için. Hani bazıları vardır ki, babalarının yanında, kendi işlerinin içinde; öyle de olabilir. Bazıları, siyasî alana atılır, orada ona göre hizmetler görebilirler. Fakat hani bizim arkadaşlarımız genelde bir gaye-i hayali olan insanlar ki, yine Hazreti Pîr, Şem’-i Tâbân, Ziyâ-i Himmet’in ifadesiyle, “Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse, ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.”

Çok yüksek bir ideal… O “gâye-i hayal” diyor; zannediyorum Fransızcadaki bu “ideal”in karşılığı ki Ziya Gökalp de ona “mefkûre” demişti. Yüksek bir ideale dilbeste olma, sürekli onu hedefleme böyle… O, hayatında onun “on iki”si olmalı; vuracaksa on ikiden vurmalı, ondan. Öyle bir gâye-i hayal olmalı. Öyle yüksek bir hedefe dilbeste olursa bir insan, onun beri tarafında değersiz şeylere karşı gönül kaptırmaz. Evet, o, onun “Leyla”sı olmalı; kendisi de o işin “Mecnûn’u olmalı. Leyla’yı gördüğü zaman bile, onu tanımayacak şekilde bir “Leyla”cı olmalı. Tanımayacak şekilde, öyle mest ve sermest olmalı ki, evet, tanımamalı onu…

Bunun gibi, yüksek bir gayeye tâlip olmuş arkadaşlarımız/hemşirelerimiz gibi kimseler, onun berisindeki her şeyi pes şeyler saymalı, onlara karşı çok iltifat etmemeli. O pes şeyler dağınıklığa sebebiyet verir. Onun için diyor ki: “Öyle bir gâye-i hayal olmazsa veya nisyan edilse, unutulsa veya insan tenâsî etse…” Unutuyor gibi bir tavır alsa… Bu da yine biraz evvelki iştikâk kipinden; “tenâsî”. Eskiden, eski tıpta kullanılırdı: “Temâruz”. Hasta olmadığı halde hasta görünme; bu da o demektir. Esasen unutmadığı halde, unutma tavrı içinde bulunma. “Ezhân, enelere döner.” Zihinler, enâniyete döner, bir egoist olur, egosantrist olur, narsist olur insan, hiç farkına varmadan.

Onun için, Allah ile irtibatlı, çok yüksek hedeflere talip olmalı!.. “Ne yapsam ki O’nun hoşnutluğunu ve rızasını kazansam?!. Ne yapsam ki, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı memnun etsem! Teşrif buyursa, benim kalbime otağını kursa, benim gecelerimi nurlandırsa. Keşke, her gece öyle olsa!..” İnsan, gönlünü bunlara kaptırınca, zannediyorum artık bir deli, bir sevdalıdır; başka şey görmez, düşünmez. Hazreti Ebu Bekir çizgisi, Ömer çizgisi, Osman çizgisi, Ali çizgisi, daha yüzlerce… (Radıyallahu anhüm ecmaîn.) Mus’ab İbn Umeyr çizgisi… Ben, o iki kolunun Uhud’da biçildiğini kitaplarda görmüştüm fakat önemli bir hoca efendi vaaz ederken kürsüde -kendisine saygım vardı- dinlerken şu ilaveyi yapmıştı: Bir darbe de boynundan yemiş, işte o zaman yıkılmış; fakat yüzünü toprağa kapamış, “Aman kimse görmesin!” diye. “Melekler bana derlerse: Hala boynun vardı da senin, Rasûlullah’a niye iliştiler?!” falan. “Utanıyorum ya Rabbim, Senin huzuruna çıkmaya!..”

O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kadar dilbeste olmak… Bu, O’na doğru atılan adımdır, adımlardır. Siz bir adım atarsanız, on adım ile mukabele görürsünüz. Kudsî hadis ifade buyuruyor ve bunu Zât-ı Ulûhiyet diyor: “Kulum, Bana bir karış gelirse, Ben, bir adım gelirim. O bana bir adım atarsa, Ben, gezerek gelirim.” Böyle diyor ki, bunlar teşbihe, tecsime, hayyize, mekâna, Cenâb-ı Hakk’ın otağını kurmasına delalet ettiğinden dolayı biz aynıyla tercümeyi mahzurlu buluyor, onun yerine “mukabelede bulunur” diyoruz.

   Sözlerinizin muhatap gönüllerde tesir uyarması daha çok hal ve tavrınızın da o sözleri teyîd ediyor olmasına bağlıdır.

Sizin âlemden beklediğiniz şey ne ise, âlemin sizden beklediği de aynı şeydir. Bir şeyler bekliyorsanız, bir şeylerin beklendiğini bilmeniz lazım. Sözlerin tesiri önemlidir; biraz evvel “Firdevsî” dedim, Firdevsî gibi konuşabilirsiniz veya Mevlânâ Celâleddin-i Rumî zenginliğinde ya da ifade zenginliği itibarıyla -tabii üzerinde durduğu konular hepsininkinden daha önemli- Hazreti Bediüzzaman’ın ifade zenginliği ile… -Üzerinde durulmadık bir husus; üzerinde durulması gerekli olan bir mevzu: Her konuyu o konu ile alakalı çok zengince kelimeler ile, nüanslara dikkat ederek nasıl ifade ediyor, öyle…- Şimdi öyle, o tarzda, o üslup ile çok yukarıdan anlatsanız, hatta biraz Jules Verne hayali ile anlatsanız, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” veya “Bay Tekin Göklerde” gibi anlatsanız bile, zannediyorum çok cazip gelmeyebilir. Fakat onların diyeceğiniz şeyler üzerinde im’ân-ı nazar etmeleri, konsantrasyona geçmeleri, sizin hal ve tavırlarınıza bağlıdır. Hâl ve tavır mercekleriniz ile size bakarlarsa ancak diyeceğiniz şeylere de kıymet atfederler.

Çok acele etmeden… Mesela sizin arkadaşlarınız, bizimkiler bazı yerlerde kafa karıştıracağı âna kadar, on sene, on beş sene; onu da geçti… Çünkü doksan birden (1991) itibaren başladı bizim ihtiyarî hicretlerimiz, dünyanın dört bir yanına. Evvelâ ana yurdumuz olan Orta Asya’dan başlandı. Azerbaycan’a gittiler; hatta Rusların işgalinden evvel gittiler, o işgalde arkadaşlarımız orada idi. Sadettin bey de orada idi; tanırsınız herhalde, orada idi. Bana telefon ettiler, “Ne yapalım?” dediler. “Kalın orada!” dedim, “Ancak o zaman vefâ tavrınızı sergilemiş olursunuz; onlar için gittiğinizi göstermiş olursunuz; kendiniz için, ülkeniz için, memleketiniz için oraya gitmediğinizi ortaya koymuş olursunuz.” Ee Haydar Aliyev’in gönlünü fethetti bu mesele. O işgalde Fakir’in de kürsüde bayılması olmuştu; ona karşı dayanamamış bayılmıştı. Onu çok önemsediler mesela o insanlar. Yani, onları kendinizden aziz bilmeniz lazım; o tavır…

Şimdi “Acaba doğru mu bu?!” dediler. On sene, on beş sene sizin kalbinizin ritmine baktılar, nabzınıza baktılar, “Allah, Allah! Hep ritmik atıyor bu! Bu kalbde hiçbir ahenksizlik yok! Bir insan bu kadar zaman hep aynı çizgide olamaz!” dediler. Böyle bir inanma oldu, “tavır”a inanma oldu, “temsil”e inanma oldu, “hâl”e inanma oldu.

   Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, tebliğ vazifesini eksiksiz yerine getiriyordu; fakat O’nun tebliğden daha önemli bir yanı, hatta tebliğin birkaç kadem önünde bir yanı vardı ki, o da temsil idi.

Fakir, arz ederim her zaman; İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bir “tenzîl” durumu var, bir “tebliğ” durumu var. Yani, Kur’an-ı Kerim’i Allah “inzâl” buyuruyor, ceste ceste; “tenzîl”, onun için dedim. Efendimiz aldığı o mesajları insanlara “tebliğ” ediyor, ifade buyuruyor. Bir de esasen “temsil” durumu var O’nun. Siyer’e baktığımız zaman görüyoruz ki, Sahabe-i Kiram üzerinde -esasen- en müessir olan şeyler, daha ziyade O’nun temsili. Söylediği sözlere değer kazandıran, onları üveyik gibi kanatlandıran, semâvîleştiren, O’nun mübarek ahvali. O, sabaha kadar ayakları şişmeden yatmıyor, ayakta kemerbeste-i ubudiyet içinde duruyor. Ee buna Hazreti Âişe validemiz de bayılır, Hafsa validemiz de bayılır, başka validemiz de bayılır. Hadice validemiz de buna bayılmıştı, O’nun bu haline. O tebliğe, insanın sunacağı şeye, o söze, o beyana, o baş döndürücü fesahate, belagate esasen değer kazandıran husus, deyip-ettiği şeyleri harfiyen yaşamasıdır.

Nitekim Kur’an-ı Kerim buyuruyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ * كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah indinde şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/2) “Ne diye yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz!” Bu “Madem yapmıyorsunuz, söylemeyin!” demek değildir; aslında, “Madem bunları söylüyorsunuz, öyle ise dediğiniz şeyleri evvelâ temsil ederek ortaya koyun!” manasınadır. Dilinizden o kelimeler dökülürken, başkaları hayallerinde âdeta bir perdede, bir sinema şeridinde görüyor gibi sizin hâl ve tavırlarınızın dediğiniz şeylere uygunluk içinde olduğunu müşahede etmeli. Bu iki şey birbirine inzimam edince, inandırıcı olur.

Bu açıdan da bizim başkalarına nüfuz etme mevzuunda bir inandırıcılık süremiz olmalı; zamanımızın bir kısmını ona ayırmalıyız. Hakikaten onca zaman bizi, hatta mümkünse dimağımızı, nöronlarımızı dinleseler, böyle hep aynı sesi alsalar, aynı âhenk içinde alsalar. O insanlar inanırlar bize, diyeceğimiz şeylere de inanırlar. Onun için tavır istikameti, davranış istikameti çok önemlidir.

Duruş çok önemlidir esasen. İnsan, nerede duruyor ise, nasıl duruyor ise, nasıl tekmil verme vaziyeti sergiliyor ise, bu çok önemlidir; fakat ondan daha önemli bir şey vardır,  o da “duruşta temâdî”; uzun süre o istikamette öyle kalma ve senin o olduğunu ortaya koyma!.. “Evet, ben, bundan başka değilim!” Sözün, beyanın, bakışın, mimiklerin, göz irisinde işaretlemelerin senin hep aynı şeyi, aynı noktayı hedeflemeli!.. Zannediyorum bu inandırıcı olur. Ağzınızı açıp konuştuğunuzda “Ha bu, hal ve davranış istikameti insanının hal ve davranışını aksettiren beyanları!” falan derler ve işte o zaman karşı koymazlar.

Zannediyorum, eğer o tavır ve davranış istikametini koruyabilseydik, bugün çok kimse Müslümanlığı din olarak kabullenmese bile, hakikaten en azından “Bunlar ile geçim olur!” diyecekti.

   “Teennî (temkin ve sükûnetle hareket etmek) Rahman’dan; acele ise şeytandandır.”

Sonra bir de bütün bunların ötesinde şu hakikat var: Siz, bu yolda samimi yürüyorsanız, O size inayet buyurur. Biraz evvelki mülahazalarla, kendi dırdıriyâtım içinde geçtiği gibi, siz Cenâb-ı Hakk’a karşı bir adım atarsanız, O da gelme mukabelesinde bulunur; siz gelme tavrını sergilerseniz, koşma mukabelesinde bulunur; koşma mukabelesine karşı siz tavırlarınızı ayarlar, biraz daha üveyikliğe dönerseniz, O da üveyik mukabelesinde bulunur. Daha hızlı şeyler var ise, kuşlar var ise, daha hızlı uçaklar var ise şayet, öyle bir mukabelede bulunur. “Mukabele” diyoruz bunlara.

“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.

Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,

Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.

Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,

Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.” diyor, İbrahim Hakkı hazretleri, Tevhidnâme’sinde.

Evet, onun için acele etmemeli. اَلتَّأَنِّي مِنَ الرَّحْمَنِ، اَلْعَجَلَةُ مِنَ الشَّيْطَانِ “Teennî (temkin ve sükûnetle hareket etmek) Rahman’dan; acele ise Şeytandandır.” Hazret-i Sâhib-i Zîşân (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle buyuruyor. Teennî; temkin, atacağı adımları bilerek atmak, sürçmeyecek, düşmeyecek yerlerde yürümektir ki, bunlar çok önemlidir. “Vakitsiz hedefe şitâb eyleyen kaybeder.” diyor; vakitsiz… Her şeyin vaktini, zamanını çok iyi belirlemek lazım; âdetâ bir iftar vakti gibi… O vakitten biraz evvel orucunuzu açarsanız, o gün akşama kadar boşuna aç durmuş olursunuz; sonraya bırakırsanız da kerahet irtikâp etmiş olursunuz. Çünkü Sâhib-i Şeriat, orada إِلَى الْمَغْرِبِ “Akşama kadar” diyor. Onun gibi, bu miadı çok iyi belirlemek lazım, kollamak lazım. Vakt-i merhûnu gelince, ona göre diyeceğimiz-edeceğimiz şeyi dememiz lazım. Yavaş yavaş, adım adım…

Düşünün ki, İnsanlığın İftihar Tablosu… Yine Kendisi hadis-i şerifte buyuruyor: إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ “Hakiki Mü’min görüldüğü zaman, Allah hatırlanır.” Sahabe, Tabiîn, Tebe-i Tâbiîn içinde bu kıvamda insanlar vardı. Bir meclise girdiklerinde tavır ve davranışlarından âdetâ lafz-ı celâle dökülürdü; ondan, “Allah!” derdi millet hep. İnsanlığın İftihar Tablosu o idi. إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ İnsaflı bakınca; garaz, hased, çekememezlik olmayınca… Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl, Ka’bu’l-Eşref; bunlar, sindirememiş, hazmedememişlerdi; Allah Rasûlü, onların aralarında onca zaman kaldığı halde, temerrütlerini devam ettirdiler. Ama Abdullah İbn Selâm, insaflı idi; Allah Rasûlü’nün mübarek çehre-i dırahşanını görünce, “Vallahi, bu çehrede yalan yok!” dedi, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dedi. İnsaf ile bakanlar, öyle dediler.

   Cenâb-ı Hakk’ın temiz gönüllere nasıl teveccühte bulunacağını kestirmek mümkün değildir; inşaallah bir gün onlar için gönül kapıları kale kapıları gibi aralanacaktır.

Şimdi zannediyorum bir gün -inşaallah- sizin çehrenize bakan kimseler, evlerine gidip çaylarını içtiğiniz zaman, onlar sizin evinize gelip sizin çayınızı içtikleri zaman, sizinle içli-dışlı olacaklar, kaynaşacaklar. Kültürümüzün güzelliklerini onlara verirken, onların kültür güzelliklerini alırken, karşılıklı… Buna alış-verişte “te’âtî” denir; siz bir şey veriyorsunuz, mukabelesinde onlardan da bir şey alıyorsunuz. Bu alışveriş böyle devam ettiği sürece, zannediyorum, bunlar çok ciddî bir sıcaklığa sebebiyet verecek; dediğiniz şeyleri de o sıcaklık içinde kabullenecekler. Efendim, kazanımdır bu.

Ne o mevzuda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun kullandığı yöntemlerde/argümanlarda ne de samimiyette inhiraf göstermeden, yürüdüğümüz yolda yürürsek, esasen, o şehrâhı insanlar görmezlikten gelmeyecekler. Yürünen yol, bir şehrâhtır ama bugün yanlış temsil edenler onu patika haline getirmişlerdir.

Evet, burada yine antrparantez bir şey diyeyim: Türkiye’de bugün sergilenen Müslümanlığa dışarıdan, bir kilisenin haziresinden, bir havranın haziresinden baktığınız zaman, “Müslümanlık!” dediklerinde, “Aman Allah göstermesin!” derdiniz. Zannediyorum böyle derdiniz; çünkü mide bulandırıcı bir tavır var.

Öyle değil; esasen ütopyalarda olduğu gibi, böyle baktıklarında hayran olmalılar. Arkadaşlarımızda biraz da o ruh haleti hissedildiğinden, geçende misyoner mahiyetinde birisi gelmişti buraya fakat Müslümanlığa öyle hayranlık duyuyor ki!.. Kelimesi kelimesine ifade edemem tabii, aklımda kaldığı şekliyle, dedi ki, “Ben, sizin arkadaşlarınızı tıpkı Seyyidinâ Hazreti Mesih’in havarîleri gibi görüyorum!” Efendim, yaşatma duygusunu, yaşama zevkine tercih etmişler!.. Dünyanın dört bir yanına -böyle- tohumlar gibi saçılmışlar. Toprağın altında çürüyorlar -çünkü kendileri için yaşamıyorlar- ama bir başağa yürüyecekleri muhakkak!.. Bu ilaveler bana ait.

Evet, O’nun ile geceleyenler, hep O’nu heceleyenler, mutlaka bir gün Ebced’e çıkarlar, bir gün “Fatiha” derler, bir gün “Amme” derler, bir gün de “Bakara” der, diyeceklerini tamamıyla ifade etmiş olurlar.

Allah razı olsun, zahmet etmişsiniz. Bu türlü şeyler (çiçek buketi hediyesi) fazladan; sizin gelmeniz, gülden-çiçekten daha önemli. Allah razı olsun.

Bu temiz gönüllere, Cenâb-ı Hakk’ın, nasıl teveccühte bulunacağını kestirmek mümkün değildir. İnşaallah bir gün bu gönüllere, cihan, kapılarını kale kapıları gibi aralayacak; kendi kendilerine “Buyurun!” edecektir inşaallah. Biz o ütopik tavrı sergilemeli, o cazibedar güzellikleri ortaya koymalıyız.

İnşaallah, (söz alıp konuşan misafir) hemşiremizin iç dökerek dediği gibi, tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına saçıldınız.  Esasen “O’nu bulan neyi kaybetmiştir ki; O’nu kaybeden, ne bulmuştur ki?!.” Öyle bir şeye talip olmuşsunuz ki, bütün dünyalar onun yanında bir damla etmez!.. Allah âfiyet-i dâime ihsan eylesin.

Elektronik tabloda, Fuzûlî’den bir söz çıktı:

“Canımı Cânân isterse, minnet canıma,

Can nedir ki, onu kurban etmeyem Cânân’ıma?!.”

Evet, kâfiyesini o koydu. Kafiye, oldu mu?!.

Hakkınızı helal edin!.. Baş ağrıttığım endişesini de taşıyorum.

İnşaallah, Cenâb-ı Hak, sağlığım hayırlı ise onu lütfeder; başka zaman da yine rûberû görüşür, sizden daha güzel bişâretler/müjdeler alırız!..

Acıyorum!..

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Dünyanın her yerinde ve hayatın her biriminde, şekil ve suretten sıyrılmış hakiki müminlerden en az biri bulunmalı ki, insanlık, IŞİD, Boko-Haram ve Murâbıtîn gibi örgütleri İslam’ın temsilcileri olarak görmesin.

Şu anda İslam dünyasında ve hususiyle sizin o mübarek memleketinizde kapkaranlık bir tablo var. Toprağını tûtiyâ gibi gözünüze süreceğiniz memleketinizde… Hususiyle Kıtmîr açısından meseleye bakacak olursanız, hep aklımdan geçmiştir, uçaktan indiğim an bir avuç toprağını alıp yüzüme-gözüne süreyim, diye; benim nazarımda o kadar kutsaldır. Çünkü neredeyse bin seneden beri orada sizin atalarınız, sizin dedeleriniz, dedelerinizin dedeleri hep hak ve hakikati bir bayrak gibi, bir şehbal gibi dalgalandırmışlar. Öyle bir ülke…

Siz, orada neş’et etmişsiniz; taklidî dahi olsa, yani görmeye uyma şeklinde bile olsa, duymaya uyma şeklinde bile olsa, dininizi-diyanetinizi, Allah ve Peygamber sevginizi hep o ülkede öğrendiniz. Dünyanın değişik yerlerine -çoğunuz itibarıyla- açılırken, o donanım ile açıldınız, Allah’ın izni ve inayetiyle. Fakat hâlihazırdaki durumuna bakılınca, şiddetin, hiddetin, öfkenin fokur fokur kaynadığı bir ülke haline gelmiş; dıştan bakan insanlara, “Aman, Allah içine düşürmesin!” dedirtecek kadar. O kadar çirkinleşmiş, o kadar gayzın, nefretin kaynadığı, magmalar gibi köpürüp durduğu, insanı kaçırdığı, etrafındakileri yakıp-yıktığı bir ülke haline gelmiş. Cenâb-ı Hak, basiretli insanlar ihsan eylesin!..

Söz, oraya gelince şunu da ifade edeyim: Hani buradaki gençler/sizler, ileride bir daha kendi ülkenize “Bura bizim ülkemiz!” deyip -bir kısmınız itibarıyla- gidebilirsiniz. Antrparantez arz edeyim ki, işler düzeldiğinde, her şey rayına oturduğunda, sistemler tıkır tıkır işlemeye başladığında, yine de siz, o zaman dengeli düşünmeli, “Acaba nerede daha faydalı olabilirim; ben, insanlık için nerede daha yararlı olacaksam, orada kalmalıyım!” demelisiniz.

Bence her yerde bir tane aklı başında insan olmalı; şekil insanı değil, sûret insanı değil, taklidin âzâd kabul etmez kölesi değil. Her şeyi sindirmiş, içtenleştirmiş.. tavır ve davranışlarına aksediyor inandığı şeyler.. kalbi, fokur fokur Allah muhabbeti ile kaynıyor, Peygamber sevgisi ile kaynıyor.. ve bu, davranışlarına aksediyor. Hadîs-i şerif öyle diyor: “Eğer kalbinde Allah’a karşı saygı/haşyet hissi olsaydı, bu, senin tavır ve davranışlarına da aksederdi!” El-ayak hareketlerine, ses tonuna, vurgulamalarına, gözünün irisine, yüzündeki takallüslere, kırışıklığa, tebessümlerine, oturuş-kalkışına, her şeyine aksederdi. O hâli, o keyfiyeti ihraz ederek, nerede dünyaya numune olunabiliyorsa, insanlığa numune olunabiliyorsa, oraya gitmek lazım.

Diyordum ki; işler düzelince, her şey rayına oturunca, nerede daha yararlı olacaksak bence orayı seçmeliyiz; yeniden, bir kere daha istişare ederek ona göre tercihte bulunmalıyız. “Orada mı, öbür tarafta mı?” Onu ona göre tercih etmek lazım!..

Fakat gerçekten huzur içinde, sevgiyle kucaklaşabilecek şekilde insanların birbiriyle kaynaşması/bütünleşmesi adına, zannediyorum dünyanın her yerinde bulunmak, insanlık adına çok önemli bir hizmet olacaktır. Şu kadar üniversite var, şu kadar hastane var, şu kadar hapishane var; binlerce… Bunların her birinde bir tane, o Müslümanlığı tavır ve davranışları ile aksettirecek şekilde insan olsa, Müslümanlığın, IŞİD tarafından temsil edildiği gibi, Boko-Haram tarafından temsil edildiği gibi, Murâbıtîn tarafından temsil edildiği gibi olmadığını anlayacaklar; “Bu, başka bir Müslümanlık!” diyecekler. O kadar… Ve dünyanın buna şiddetle ihtiyacı var!..

   Sarsıntı üstüne sarsıntı yaşamış, her tarafından çivileri sökülmüş dünyanın tamire ihtiyacı var; bu ıslahın gerçekleşmesi de sebepler planında numune-i imtisal bir topluluğun güzel temsiline bağlı.

Bu açıdan burada ele aldığımız insanlar, ister orta yaşta, ister yaşlı, isterse de çocuk olsun, onlar öz değerlerimizle çok iyi beslenmeli. Çocuklar, daha mekteplerde okuyan insanlar, hususiyle onlar, güzel beslenmeli. Eski ifadesiyle, şuuraltı müktesebatın donanımı esnasında fikrî beslenmeler, insanın gelecek adına şekillenmesi açısından çok önemli. Belli bir yaşta o şuuraltı beslenme gerçekleşiyor;  “0-5 yaş” diyorlar, 0-7 de olabilir. Fakat Fakîr, dar tecrübelerimle, 15 yaşına kadar o beslenmenin devam ettiğini zannediyorum. Biz, onlara belki lise sınıfına kadar hep böyle şerbet gibi güzel şeyler içirirsek, şuuraltı müktesebatları/donanımları o olursa, Allah’ın izni ve inayetiyle, büyüdükleri zaman ona, mantığa ve muhakemeye göre, drobu uygun, numarası uygun bir hal, bir keyfiyet kazandırırlar ve o, inandırıcı olur. Şekilden sıyrılmış oluruz, sûretten sıyrılmış oluruz; bir yönüyle hakikatin dilbestesi, dolayısıyla da dilrubâsı oluruz. Bir taraftan ona bend olma, bağlanma; bir diğer taraftan da âlemin baktığı zaman hayranlık duyacağı şekilde kâmet-i bâlâ birer insan olma. Bu, o şuuraltı müktesebat döneminde -ki mekteplerde o oluyor- sağlanmalı. Cenâb-ı Hak, arkadaşlarımızı öyle bir hizmete muvaffak kılsın; arkadan gelen nesilleri de o istikamette yetişmeye muvaffak eylesin!..

Dünyanın tamire ihtiyacı var. Çivileri sökülmüş her taraftan, kırılma üstüne kırılma yaşıyor dünya; topyekûn dünya. Ve en acısı da İslam dünyasında yaşanıyor. İslam dünyasında İslam’ın sadece adı kalmış!.. Ne tadı var, ne tuzu var!.. Onu, diline-dudağına değdiren “Aman, Allah göstermesin; bunu bir kere daha tatmayalım!” diyecek kadar, birileri tarafından çirkinleştirilmiş o. O güzel çehre, zift püskürtülmek suretiyle çirkinleştirilmiş. Dünyaya âlet ediliyor, dünyevî saltanata âlet ediliyor, dünyayı put haline getirmeye âlet ediliyor. Âhiret unutturuluyor; Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, kapı ardı, hafizanallah…

Kaç insan Allah sevgisi ile oturup kalkıyor?!. Kaç insan Peygamber sevgisi ile meşbu; aklına geldiği zaman gözleri doluyor?!. Kaç insan “Acaba Sana ne zaman kavuşabilirim!” mülahazası ile oturup-kalkıyor veya “Dünyada kaldığım sürece başkalarını Sana ulaştırma, Senin ile tanıştırma, Senin ile buluşturma cehd ü gayretinde olacağım; muvaffak eyle beni!” mülahazası ile oturup kalkıyor?!. Evet, bu…

Oysaki insanların çoğu -hafizanallah- dünyaya tapıyor; dünyayı put haline getirmişler. Yunus Emre diyor ki: “Demedim mi, demedim mi / Gönül sana söylemedim mi? // Gönül mürgi (güvercini) yuvasından / Uçar bir gün demedim mi?.. // Canım derviş, gözüm derviş / Çalış maksuduna eriş // Bu gafletle baş olmaz iş / Geçer fırsat demedim mi?!.” Fırsatı kaçırmadan, imkanları fevt etmeden, elimizdeki insanları, bir heykeltıraşın yontup şekillendirdiği gibi, imrenilecek hâle getirmemiz lazım!

Dünyada bir yer, çok küçük çapta bile olsa, mikro-planda bile olsa örnek hale gelse… Kendi köyümün adı ile ifade edeyim; Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa… Yani, orada herkes Allah sevdası ile oturup-kalksa.. “Peygamber!” dediği zaman -Kıtmîr’in nenesi gibi- yirmi dört saat ağlayan kadınlar olsa… Yirmi dört saat ağlardı neredeyse, onun ninesi; Peygamberin adını duyunca, “Muhammed!” deyince (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağlardı. Allah ölmüş kalblerimizi bunun ile ihyâ buyursun, ölmüş kalblerimizi diriltsin!.. O kadarcık bir yerde, gayet lokal bir yerde, imrendiren bir keyfiyet olsa.. insanlar namaz vaktinde “Aman kaçırırım!” diye hemen koşuverseler.. ezanı duydukları zaman “ilk tekbir”e yetişmek için âdetâ atlarını mahmuzluyor gibi oraya koşuverseler.. ellerini Cenâb-ı Hakk’a kaldırdıkları zaman da O’nun huzurunda bulunuyor olma huzuruyla diyeceklerini deseler.. diyeceklerini derken, kalbleri bir mızrap yemiş gibi, dillerinden-dudaklarından dökülenler, o kalbin çıkardığı ses olsa… Bir yer, böyle olsa… Helale, harama dikkat edilse.. arpa kadar kimse kimsenin hukukuna tecavüz etmese.. kimse kimseye bir tokat vurmasa.. kimse kimseye ekşi bir yüz ile bakmasa.. herkes birbiriyle karşılaştığı zaman sarmaş dolaş olsa…

   Herkesi Hayran Bırakan Kardeşlik Tablosu ve Bayram Tebriği Olarak Habbâb Bin Erett Hadisi…

Antrparantez: Çok az olduğumuz, böyle beş-on kişi olduğumuz dönemde, Kıtmîr Edirne’de imamlık yaparken, hususiyle mübarek gecelerde ders yaptığımız zaman, zannediyorum oraya dıştan gelmiş insanlar üzerinde en müessir olan şey, o idi; örneğini anlatacağım size, arkadaşlar kalkar ağlaya ağlaya birbirlerine sarılırlardı. “Bugün, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyaya teşrif ettiği gün.. bugün de hicret ettiği gün.. bugün Bedir’de muzaffer olarak döndüğü gün.. bugün Hendek’te o kadar insanın yedi-sekiz kat fazla düşman karşısında bir zafer sergilediği gün!..” Değişik günler değerlendirilmek suretiyle, onlarla alakalı üç-beş tane laf edilirdi; gönüler yumuşardı. Ondan sonra kalkar namazı kılarlar, dolayısıyla sarmaş-dolaş olurlardı, muânaka yaparlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere, iki kere belki bunu yapmıştır. Bir-iki kere yaptığına göre, yapılması cevaza dayanıyor. Ama her zaman yapmak, doğru mu, değil mi?!.

Öyle bir sarılma, öyle bir sarmaş-dolaş olma… O Korucuk Köyü’nde böyle örnek bir şey sergileniverse.. camiler, ağlamalar ile, iniltiler ile inlese.. müezzininin -bir yönüyle, belki militarizmden kalma- komutlarıyla “Subhânallah, Subhânallah, Subhânallah!” diyen insanlar değil; doğrudan doğruya “Subhânallah!” dediği zaman, “Allah’ım, Seni kâinattaki zerreler adedince takdis ediyorum!”; “Elhamdülillah!” dediği zaman “Kainatların zerreleri adedince Sana hamd u senada bulunuyorum!..” diyen, bunu vicdanının sesi olarak onu ortaya koyan insanlar… Hazreti Sâhip-kırân, Çağın Sözcüsü, yaparken, öyle yapıyor.

İşte o beş-on insanın öyle sarmaş-dolaş olması, en muannitlere bile öyle müessir olmuştu ki!.. Bir gün karakola celb etmişlerdi. Çend defa Kıtmîr’i derdest edip götürmüşlerdir karakollara; 27 Mayıs’ta da, ondan sonra da, ondan sonra da… Şimdi oraya götürdüklerinde, iki tane polis istintak edebilir, soru sorabilir, cevabı alabilir; fakat Emniyet Müdürü geliyor. Diyor ki, “Seni, şurada, şu odaya alınca, bir Allah bilir, bir de ben bilirim!” “Sen beni oraya alıp, orada üç-beş tokat, üç-beş tekme atabilirsin; öbür tarafa gittiğimiz zaman, sen, göreceğini görürsün o zaman! Kim alçak, kim yüksek, onu o zaman göreceksin!” Bir şey diyemiyor adam, şaşırıp kalıyor. Sonra birisi geliyor, oradaki âmirlerden; “Yahu” diyor bana, “O gün, ben camide sizi seyrettim.” Onlar da kolluyorlar, camide biz ne yapıyoruz diye; namaza gelmiyor ama caminin dışında, pencereden bakıyor, ne yapılıyorsa onu görüyor. “O sarmaş-dolaş hal ne idi, senin bu şimdiki hâlin ne?!.” diyor.

Benim o “şimdiki hâlim” şuymuş: Habbâb İbn Erett (radıyallahu anh) Efendimiz’e gelip diyor ki: “Ya Rasûlallah! Bu belâ, bu musibet ne zaman bitecek?!” Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sıhâh’ta geçen bir hadis-i şerife göre, buyuruyor ki: “Sizden evvelki insanların etleri, kemikleri birbirinden ayrılırdı. Onları kütükte doğruyor gibi doğrarlardı. Onları derin derelere atarlardı. Fakat onlar, yine dinlerinden dönmezlerdi!” Ben, insanların sıkıntı çektiği bir dönemde, bayram tebriği olarak bu hadisi alıp yazdım/yazdırdım. Fakat çok işgüzar, çok akıllı (!), çok vatanperver (!) bir matbaacı, götürmüş, bunu savcılığa vermiş. Dolayısıyla benim oraya celb edilmeme vesile oluyor bu. Şimdi adamın “Bu neydi?!” dediği mesele oymuş; Efendimiz’in mübarek beyanı imiş, o. Oysaki esasen insanların olup-biten şeyler karşısında sarsılmadan, dik durmaları adına sahabenin çektiği şeylere göre bizim çektiğimiz şeylerin çok az/önemsiz olduğunu, onlarınkinin onda biri bile sayılamayacağını ifade etme adına bir gayret idi o. Adam ona itiraz ediyor ama bir hususa hayranlık duyduğunu da ifade ediyor: “O camideki durum neydi?!” diyor, “O incelik, o nezâket, o sarmaş-dolaş olma, o kaynaşma neydi; bu hal nedir?!” falan diyor; yani, onu ters görüyor fakat öbürünü takdirden de dûr olmuyor..

   Hak ve hakikati temsilin sadece şebnemlerini gören insanlar hayranlıklarını dile getiriyorlar; şayet İslam gerçek güzelliğiyle sergileniverse, kim bilir onlar nasıl mesafe alırlar.

Evet, geriye dönüyorum, parantezi kapadık. Çok küçük bir köyde bile olsa, böyle ideal bir toplum olsa… Campanella’nın “Güneş Devleti” gibi bir şey, bir köy ölçüsünde bile olsa, inanın bütün insanlık öyle bir sistem kurma adına kümelenecek her yerde, “Yahu biz de böyle bir sistem gerçekleştirelim!” diyecek. O “Güneş Devleti”ni yazan insan, Osmanlı’ya muttali olunca diyor ki: “Ben, beyhude meşgul olmuşum! Bir yerde adamlar o dünyayı kurmuşlar!” Yani, Kanûnî’ler, Yavuz Cennet-mekân’lar, bir ölçüde Sarı Selim’ler… Sarı Selim, tam öyle miydi? Ama Edirne’deki Selimiye Camii’ni yaptıran, o; Kıbrıs’ı fetheden de yine o; yani düşüklerinden bir tanesi. Atın-katırın sırtında, dünya hakimiyeti tesis etme.. devletler muvazenesinde muvazene unsuru olma.. problemleri çözmede sihirli bir anahtar gibi, hemen o anahtarı o kilidin içine sokma ve çözme… Böyle bir dönemi yaşadıklarını duyunca, “Ben, beyhude bir Güneş Devleti yazmışım!” diyor, bir yönüyle kendisini suçluyor, israf-ı zaman ettiği üzerinde duruyor. Böyle ütopik bir toplum ve yapı esasen.

Bu açıdan elimize aldığımız insanlar, genç yaşta, çocuk yaşta olabilirler; orta yaşta veya yaşlı da olabilirler. Böyle müsait zamanları bu istikamette değerlendirmek suretiyle, kendi değerlerimizi şeker-şerbet gibi o insanlara içirirsek Allah’ın izni ve inayetiyle, zannediyorum bir gün dünya imrenecek bu hâle… Zaten daha şimdiden bunun reşhalarını, damlacıklarını, şebnemlerini görünce -Biliyorsunuz yapraklara düşen şeylere “şebnem” denir.- diyorlar ki: “Hakikaten bugün dünyanın değişik yerlerindeki tiksindiriciliğe karşı Hareket ve Cemaat ümit vaad ediyor!” Ne gösterdik ki öyle diyorlar?! Gösterilen şey, bellidir. Siz, dünyanın nerelerine gittiniz? Burada binlerce üniversite var, binlerce hapishane var; kaç tane chaplain’iniz (din görevliniz) var, bu hapishanelere giden, hastanelere giden. Değişik devlet kurumlarına giden kaç tane insanınız var?!. Fakat buna rağmen, gördükleri insanlar imrendirici olduğundan dolayı, hayranlıklarını ifade ediyorlar.

Buraya gelen belki yüz tane insan oldu. “Yüz” dedim, az oldu değil mi, belki çok daha fazla oldu ama giderken -Hayret ediyorum ben!- hiçbiri gayr-ı memnun olarak gitmedi. Demek ki benim yerimde aklı başında bir adam olsaydı, meseleleri doğru anlatan birisi olsaydı, o adamlar çıkarken çıkamayacaklardı, bayılıp eşiklere yığılacaklardı! Bu kadar dar anlayışlı, dar görüşlü, dar düşünceli, meseleleri ciddî analiz edemeyen bir insanın yanına gelip-giderken bile, “Vallahi biz dersimizi aldık!” diyorlar. Hayret!.. Bu kadarcık şeyle ders alan bu insanlar, demek çok güzel bir tablo oluşturulduğu takdirde ne büyük mesafeler kat’ edecekler. Müslümanlık kendi değerleri ile âdetâ sergileniyor gibi -kitap fuarlarında kitapların sergilendiği gibi- bir sergileniverse, Allah’ın izni ve inayeti ile insanlar birbirini yemekten vazgeçecekler, yamyamlığı bir tarafa bırakacaklar, kardeş gibi sarmaş-dolaş olacaklar, Allah’ın izniyle ve inayetiyle..

   Şefkat Peygamberi, kendine has o derin merhamet hissi ve Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusuyla, insanları ebedî saadete yönlendirmek için Miraç’tan şu mihnet yurduna dönmüştü.

“Acıma hissi” ve “şefkat duygusu” çok önemlidir. Hazreti Sâhib-i zaman, Çağın Sözcüsü, “acz, fakr, şevk, şükür” dedikten sonra bir de meseleyi “tefekkür” disiplinine bağlayarak, sonra onu “şefkat” ile taçlandırıyor. Düşünürseniz, aklınızı kullanırsanız, insanca mantığınız ile meseleyi ele alırsanız, görürsünüz ki, insanın imanının derinliğinin nispeti, şefkati ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı) demektir. Ne kadar imanınız (şefkatiniz) varsa o nispette de şefkatiniz (imanınız) var demektir. İnsanlığın İftihar Tablosu gibi…

Bu mesele ifade edilirken, orada da (Çağlayan Dergisi için yazılan “Acıyorum” başlıklı makalede de) esasen bu ifade ediliyor: İnsanlığın İftihar Tablosu, hiçbir kimseye müyesser olmayan Miraç’a çıkıyor. Aklımız ermez o derinliğe… Hazreti Üstad, “Vücûd-i Necm-i Nurânî” diyor. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) farklı bir vücut ile Miraç’a yükseldi. Birilerinin dediği gibi “rüya” değil. Bu mevzuda, çok büyük, muhakkik birisi de bu yanlışı yaparak “rüya” dedi. “Rüya” değil esasen, “Vücûd-i Necm-i Nûrânî”si ile yükseldi.

Efendimiz, bütün enbiyâ-i ızâmın bulunduğu göklere uğruyor. Hazreti İsa ile görüşüyor, Hazreti Musa ile görüşüyor; zirvede Hazreti İbrahim (aleyhisselam) ile görüşüyor. Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ile şerefyâb oluyor ve Cennet’ler de O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağını basmasıyla O’nunla şerefyâb oluyor. O, Cennet’leri şereflendiriyor; aynı zamanda Kendisi de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek ile şerefleniyor ve aramıza öyle dönüyor.

Öyle bir nimet ki, yine Hazreti Pîr’in bu mevzudaki -sizin de çok iyi bildiğiniz- bir sözü ile meseleyi değerlendirmek istiyorum: “Dünyanın binlerce mesûdâne hayatı…” Bakın, “bin-ler-ce se-ne”; bir milyon sene olsun, bir milyon senesi bir dakikasına veya bir saatine mukabil gelmeyen Cennet hayatı… Bir milyon sene yaşasanız ve birilerinin zırhlı arabalarda, kapkara saraylarda, hayatlarını bilmem kimlerin garantisi altında, arzu ettikleri her şeyi yiyerek, yiyip içip kulakları üzerine yan gelip yatarak yaşadıkları gibi ömür sürseniz… Böyle dünyevî bir mutluluk, hayvanî bir mutluluk, sûrî bir mutluluk… Böyle bir mutluluk içinde geçen binlerce sene, milyonlarca sene bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cennet hayatı… Cennet hayatının da binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede…

İnsanlığın iftihar Tablosu’nun hayatta en çok sıkıldığı dönemlerden bir tanesi… Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot yaşıyor, üç sene… Belki bir çadır kurmasına bile müsaade etmiyorlar, nasıl çardaklara sığınıyorlar ise, sığınıyorlar oraya… Yoksa güneş, beyinlerine vurduğu zaman, beyin kaynar, delirir insan orada. Tam üç sene orada İnsanlığın İftihar Tablosu, Beni Hâşim ile beraber… Henüz inanmamış amcası Ebu Tâlib de onların içinde; analar anası, mübarek anamız -Canım kurban olsun!..- Hazreti Hadîce de orada.. Yaşça Efendimiz’den evvel dünyaya gelmiş. “Büyük” tabirini be-tahsis kullanmıyorum; çünkü insanlar arasında O’ndan daha büyüğü yoktur. Ama yaşta/yaşça Efendimiz’den evvel dünyaya gelmiş, öyle mübarek bir anne… Evliliği kendisi teklif ediyor. Efendimiz, onun ticarî işlerini görürken, tanışma imkânı bulunuyor. Dünya güzeli o görkemli İnsan (sallallâhu aleyhi ve sellem), iç derinliği ile ayrı bir güzellik sergileyen o İnsan, onun da dikkatini çekiyor; “Sen!” diyor. Başkalarının bu mevzuda araya girmesiyle O da “Pekâlâ!” diyor. O mübarek validemiz de orada, o üç sene…

Daha Kur’an-ı Kerim’den çok fazla ayet nâzil olmamış, din tamamlanmamış; denecek şeylerin hepsi denmemiş ama denenleri yeterli bulmuşlar; orada O’nunla beraber. Güneşin altında, kumun üstünde, yiyecek şey ya buluyorlar, ya bulamıyorlar. Öyle bir ızdırap içinde kıvranıp duruyorlar… Ama ben o mevzu ile alakalı Siyer’de, Megazî’de, Hadis kitaplarında Efendimiz’den bir buçuk cümle ile bir şey işitmedim; “Şunu çektik, bunu çektik!” dediğini görmedim. Onu, o Siyer’e muttali olan insanlar anlatıyorlar. Ne O, ne de Beni Hâşim’den başkaları…

Fakat orada çok yıpranma oluyor. Dolayısıyla o boykot sona erdirilince… Üç tane vefalı insan, henüz Müslüman olmamışlar ama üç vefalı insan… Cenâb-ı Hak bana öbür tarafta “Bir isteğin var mı?!” dediği zaman, diyeceğim bazı şeyler var. “Ya Rabbî o üç tane insanı bağışla, bahtına düştüm!” de diyeceğim. Bir de Hazreti Ebu Bekir gibi “Ebu Tâlib’i bağışla, ne olur, bahtına düştüm!” diyeceğim. Çünkü benim Efendim’e yapılacak iyi şeylerin kat katını, kat katını yapıyorlar. Ama o sıkıntılı hayat, onları orada öyle yıpratmış ki, boykot sona eriyor fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki şoku birden yaşıyor. Hadîce validemiz, ruhunun ufkuna uçuyor, kanatlanıp gidiyor; tâ başından o güne kadar O’na kucak açmış, himaye etmiş, destek olmuş, her şeyi ile O’nu tasdik etmiş mübarek anamız, analar anası vefat ediyor. Ebu Tâlib de arkadan vefat ediyor. Üzüntü üzüntü üzerine… Mekke’deki temerrüt gemi azıya almış. Günümüzde o zindanlardaki insanlara yapılanların kat katı, biraz önce dediğiniz gibi, kadın-erkek denmeden çilenin kat katı irtikâp ediliyor.

İnsan nihayet.. hadisenin şokunun yaşandığı ân.. O da insan… İzzet Molla’nın sözünü çok tekrar ediyorum: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!” Tekme yiyorsun, çifte yiyorsun, yumruk yiyorsun… Hırpalanmış İnsanlığın İftihar Tablosu, en âlî bir şey ile şereflendiriliyor, pâyelendiriliyor, taçlandırılıyor.

Cenâb-ı Hak diyor ki İnsanlığın İftihar Tablosu’na, “Sen, yeryüzünde bunca şeye maruz kaldın. Ben şimdi Seni huzuruma almak ve nikâbı kaldırmak istiyorum. Senin kalb aynanda Sana tecelli etmek için Seni huzuruma çağırıyorum, misafir ediyorum; mihmandârın oluyorum!” Cennet’i dedim; sonra Cemâlullah’ı da demeye çalıştım. Cennet’in binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen… İnsanlığın İftihar Tablosu bütün bunları ihraz ediyor. Ama geride de sıkıntı var, ızdırap var, elem var.. boynunu sıkan, öldürmeye teşebbüs eden insanlar var.. işkembeyi, sırtına koyan insanlar var.. geçtiği yollarda önünü kesen insanlar var.. Ashâb-ı kirâmı -çarmıha geriyor gibi- çarmıha gerenler var.. Bilal-i Habeşîleri, Sümeyye’leri, Yâsir’leri, Ammâr’ları kumun üstüne yatıran, kayaları onların üzerine koyan insanlar var… Dünya, O’nun için Cehennem. Fakat “Olsun!” diyor. O gördüğü şeyleri gördürmek, duyduğu şeyleri duyurmak, tattığı şeyleri tattırmak için Miraç’tan ayrılıyor, geliyor insanlığın içine; o Cehennem-zebûn hayatın içine geliyor.

Bir Hak dostu diyor ki: “O, öyle pâyeleri ihraz etti ki, Allah’a yemin ederim, ben o noktaya ulaşsaydım, vallâhi, billâhi, tallâhi geriye dönmezdim!” Allah Rasûlü, çile yurduna neden dönüyor? Akın akın Cehennem seline kapılmış, o akıntıya kapılmış, Cehennem’e dökülen insanlar dökülmesin diye, ciddî bir şefkat hissi ile dünyaya dönüyor.

   Gayr-ı mütecânis toplumlarda reçete, demokrasidir; merhametsiz insanlar, o reçeteyi uygulama yerine hem kendi ülkelerini hem de başka memleketleri kan gölüne çevirdiler/çeviriyorlar.

“Şefkat” dediniz; bakın, şefkat oradan geliyor. Acıyor; acıma hissi ile “Ben, o yanmaya dayanamam!” diyor, “İnsanların yanmasına dayanamam!” diyor. “Mekkelinin yanmasına dayanamam! Bunların hepsi Hazreti İsmail’in torunları ama bir zaman gelmiş, bunlardan kimisi ‘Lât!’ demiş, ‘Menât!’ demiş, ‘Uzzâ!’ demiş, ‘İsâf!’ demiş, ‘Nâile’ demiş; bir kısım taşa-toprağa tapmaya başlamışlar. Bu gidiş iyi bir gidiş değil, Ben buna dayanamam!” diyor.

Hani biraz evvel Kıtmîr… Sen kimsin ki, Ebu Tâlib’i istiyorsun!.. O üç tane insanı, Mekke’deki o fermanı yırtan insanları, Efendimiz’in o boykottan kurtulması adına… Evet, arzumu Cenâb-ı Hakk’a öyle arz etmeyi düşünürüm ama benim gibi bir mücrime orada öyle bir konuşma hakkı verirler mi, vermezler mi, o mevzuda da bir şey diyemeyeceğim. Ama o şefkat, o acıma duygusu, O’nun Miraç’tan dönmesine vesile oluyor.

Kendinden sonradaki “Hâle” de öyle şefkatli. “Hâle” diyoruz; ayın etrafındaki o ışık çemberine “hâle” deniyor. Nâbî bir şiirinde şöyle der: “Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!” O, “Kamer-i Münîr”, Mehtap; etrafındakiler de esasen yıldızlar. Yıldızlara Nur ayetini tefsir ediyor. O, bir vâiz için söylüyor; Nâbî’nin o sözünü vâiz için fazla mübalağalı buluyorum. Muhatabı belirleyememiş; o muhatap, İnsanlığın İftihar Tablosu. “Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!” O Hâle’dekiler de aynı ruh hâletini paylaşıyorlar; “Acıyorum!” duygusunu, “Acıyorum!..”

Burada yine antrparantez bir şey arz edeceğim: Devr-i Risâletpenâhi’de onca savaş içinde Müslümanlardan ölen insanların sayısı yüz yetmiş küsurdur. Şimdi “Müslümanım!” diyen insanların o Müslümanca, samimi (!), derin (!), engin gayretleri (!) sayesinde ülkesini terk edip kaçan insanlardan Meriç’te ahirete yürüyenler yüz yetmiş küsuru çoktan geçti. Evet, bir kandırma ile Türkiye’ye geldiler; tatmin edici bulmadıklarından dolayı, “Biz de Yunanistan’a!..” dediler, onlar da “Meriç’i geçelim!” dediler; Suriyeli mü’minler de orada sulara karıştı. Sayılarını Allah bilir. Ve orada insanlar, birbirine karıştı; yanlış diplomasi ile, yanlış politikalar ile, ülke karıştırıldı. Oysa demokrasiye gitme yolu vardı…

Gayr-ı mütecânis toplumlarda reçete, demokrasidir. Herkes kendi inandığına ölesiye inanmalı. Bırak… Birisi Karl Marks’a inanır.. birisi Engels’e inanır.. birisi Efendimiz’e inanır.. birisi Ebu Hanife’ye inanır.. birisi Şafiî’ye inanır.. birisi Hazreti Ali’ye inanır, “İnandım!” der ve “İnandım”ı aynı zamanda Aleviliğe bağlar, Şiîliğe bağlar… Toplumun yapısı bu ise, buna “gayr-ı mütecânis toplum” diyoruz. Bence onun için herkesin anlayışına, duygusuna, düşüncesine, hayat felsefesine, dünya görüşüne saygılı olmak lazım. Toplumu ancak böyle ayakta tutabilirsiniz. “Herkes benim gibi düşünmeli, benim gibi düşünmeyenler yerin dibine batsın!” mülahazasıyla hareket ederseniz, tam o “acıma hissi”ne ters bir şey olur. Başta geçtiği gibi, esasen kin, nefret, garaz, intikam hissi… “Herkes ölmeli, sadece ben kalmalıyım!” marazı… Hatta “Bana zarar verecek, villalarımı elimden alacak, filolarımı elimden alacak!” paranoyası… “Elimden alacak!” mülahazası… “Yüzde bir ihtimal, binde bir ihtimal elimden alacaklar!.. Bunları bile ben yok etmeliyim! Bu türlü ihtimallere bile kapıları kapamalıyım!” filan…

Şefkat ve acıma gurbetinin yaşandığı bir dönemde, o “acıma hissi” çok önemli. Acıyorlardı, acımışlardı, acıma mecburiyetindeyiz. Yolumuz, Peygamberler yolu ise, Râşid Halifeler yolu ise, Enbiyâ-ı ızâm yolu ise, acıma da tabiatımız olmalı!.. Onu öyle içtenleştirmeliyiz ki, birinin dediği gibi, karıncaya basmayacak şekilde içtenleştirmeliyiz. Karıncaya acımalıyız; bir arıya şefkat edecek kadar ince olmalıyız; o işi içtenleştirmeliyiz.

   “Hüsn-ü zan, adem-i itimat” denmişti; bu disipline uyamayıp hüsn-ü zanna yenik düştüğümden dolayı kendime de acıyor, içten içe hayıflanıyor ve sinemde derin bir keder hissediyorum!..

Bu mülahazalarla (Çağlayan Dergisi’ne başyazı olarak kaleme alınan makalede) “Acıyorum, acıyorum, acıyorum!..” deniyor. Ondan sonra da şu mazmunla devam ediliyor: “İnsan, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.” “Hak!” derler, “Adalet!” derler, hakkı ayaklarının altına alırlar, adalet üzerinde de raks ederler. Ama sen, o sözlerine bakarak inanırsın.

“Hak!” dediler, “Adalet!” dediler, “Müslümanlık!” dediler, “Hazreti Muhammed!” dediler, “İslamiyet!” dediler; sen de inandın. Hususiyle, karşısında bunun tersini söyleyen insanlara mukabil, “ehvenü’ş-şerreyn!” diye tercih ettin. “Ehvenü’ş-şerreyn” deniyor, Mecelle’de de bir disiplindir; iki şer söz konusu olduğu zaman, bu şerlerin ehveni, en hafif olanı tercih edilir.

Yapmadık şey bırakmadınız iyilik adına. Onlar da yüzsuyu döktüler, ayağınıza kadar geldiler; size yalvardılar o mevzuda. Fakat sonra yapacaklarını yaptılar, dünya kadar insanın canına kıydılar, ettiler.

“Bunu göremediğimden dolayı, kendime de acıyorum! Münafığı, mü’min-i hakiki gördüğümden dolayı kendime acıyorum! Yapacakları şeyleri bir firâset ile sezemediğimden dolayı kendime acıyorum!.. ‘Yuf olsun bana!’ diyorum. Onları doğru okuyamadığımdan dolayı kendime acıyorum! Bunca acınacak şeylere sebebiyet vereceklerini baştan sezemediğimden dolayı kendime acıyorum! Acınacak durumdayım!..” Bu muhteva da var o yazıda; “Acıyorum!”

O yazıların çoğunda kâğıtların bazıları gözyaşları ile ıslanmıştır; bazılarını yırtmış atmışsınızdır, bazılarını da öğütme makinesine atmışsınızdır, kadimden bu yana.

O mülahazalar ile, o hisler ile hissiyatınızı ifade etmişsiniz. Tabii kendi dar ufkum itibarıyla… Siz -belki- böyle bir meseleyi ele alsaydınız, çok daha derince şeyler söyleyebilirdiniz; uyarıcı, tenbih edici şeyler söyleyebilirdiniz, hatta mezardakileri ayağa kaldıracak şeyler söyleyebilirdiniz.

Cenâb-ı Hak, o duygu ile, sizleri de serfirâz kılsın! Vaktinizi çok aldım, siz bağışlayın, Rabbim de affeylesin!.. Vesselam.

Dar Bir Açıdan Ahlâk (2)

Herkul | | KIRIK TESTI

Hilkati itibarıyla, “esfel-i sâfilîn” ile “âlâ-i illiyyîn” arasında gel-git yaşama konumunda bulunan insanoğlunun, nefis ve şeytana uyduğu, iman ve sâlih amele sarılmayıp Allah’la münasebetini koruyamadığı ve kendini durağanlığa saldığı sürece baş aşağı aşağıların aşağısına sürüklenmesi; aksine iradesinin hakkını yerine getirip iman ve aksiyonla kanatlandığı sürece de âlâ-i illiyyîn-i kemâlâta yükselmesi Cenâb-ı Hakk’ın lâyetebeddel âdet-i sübhâniyesidir. İnsan her zaman bu çizgiyi koruyamayabilir, zira sürçme ve hata insanoğlunun tabiatında vardır. İnsanlığın İftihar Tablosu, “Âdem hata etti, evlatları da hata etti; Âdem unuttu evlatları da unuttu.”1 buyurarak bu önemli hususa dikkatlerimizi çeker. Ne var ki böyle bir sürçme Hazreti Âdem’de (aleyhisselam) içtihat hatalı bir zelle idi. Bizlerin -Allah muhafaza buyursun- böyle bir duruma düşmesine ise zelle denemez, kırılma ve çözülme denir.

İnsanoğlu şayet kalbî, kavlî, fiilî Allah’a müteveccih olup O’nunla münasebetini koruyamaz ve hayatını Kitap ve Sünnetin hısn-ı hasîn seralarında güven altına almazsa her zaman ciğeri de ısırılır, kalbi de ısırılır; ısırılır da iç içe kırılma fasit dairelerine maruz kalır ve hevâ-i nefsin felç eden tesirinden kurtulamaz. Böylesi bir çöküş ve çözülüşe karşı, imanda yenilenme ve derinleşme mülahazasıyla sürekli “Hel min mezîd!..” diyerek iman, irfan ve aşk u iştiyak adına devamlı Hakk’a teveccüh edip O’na sığınma, haram-helal konularında kılı kırk yararcasına yaşama, günde birkaç kez nefis ile hesaplaşma, nefs-i emmâre dürtülerine bütün bütün kapanarak “levvâme” ufkuna yönelme, böyle bir yönelmenin yol azığıyla mutmainne zirvelerine gözünü dikme, Râziye-Marziye heyecanıyla soluklanma, sâfiye-zâkiye hülyalarıyla oturup kalkma, ihlas ve ihsan “habl-i metin”ine sımsıkı sarılarak “iştiyak-ı likâullah” rüyalarına dalma, O’nun rızasını rızamızın biricik esası sayarak, ihlas, rıza, iştiyak-ı likâullah temcitleriyle kalben hep uyanık kalma, sonra da muhtemel muhalif rüzgârlar karşısında dimdik durabilme ve bu duruşu temadiyle taçlandırma… Evet işte bütün bunlar Kur’an ve Sünnet-i Sahîha ile ortaya konan ilahî ahlakın temel dinamikleridir.

Bu dinamiklerle çerçevesi belirlenen İslam ahlâkı, kat’iyen bir kısım pedagog ve psikologların zannettiği gibi dar gözlemlere dayalı nazarî bir kitle ahlâkı, bir sınıf ahlâkı değildir. Aksine o topyekûn beşerî hayatı şekillendirecek, insanların ruhlarından bütün menfi şeyleri söküp atacak, kalbî ve ruhî hayatta potansiyel olarak bulunan ve insanın melekler üstü gerçek derinliğinin melekûtî dinamikleri sayılan metapsişik unsurları harekete geçirerek ruhanîlere, “Yürü top da senin çevkân da senin!” dedirtecek meknî bir zenginliğin olmazsa olmaz esaslarındandır.

Bu yüce ahlak sisteminin temel dinamiği, sağlam iman, imanda iz’an ufku, hakka’l-yakîn cehd ü gayreti ve bunlarda devam ve temadi; “menhelü’l-azbi’l-mevrûd”u ise, Kitap, Sünnet, selef-i sâlihînin cadde-i nurâniyesi, isim-müsemma birliği içinde tekye, zaviye, mektep, medrese ve mabet gibi yerlerde mahrûtî bakışlı hakikat eri muallim rehberlerin, Allah’a dilbeste olmuş kâmil mürşitlerin, dünya ve mâfîhâyı doğru okuyan beklentisiz vaiz, nâsih ve imamların Kitap ve Sünnet çerçevesinde ciddi bir adanmışlık ruhuyla yerine getirdikleri irşad ve rehabilitasyonlardır.

İsim-müsemma birliği içindeki böyle bir ahlâk telakkisi, huluku Kur’an olan o müstesna Zat’ın altın çağında ve o Kamer-i Münir’in hâle-i nurâniyesiyle gerçekleşmişti. O ışık çağında insanlar, “Ahlâk iledir kemal-i âdem / Ahlâk iledir nizam-ı âlem.” mülahazasına sımsıkı bağlı, gözleri öteler ötesinde, hayatları vahiy yörüngeli, yürekleri ihlasla çarpıyor, duyguları rıza mırıldanıyor, ruhları meâlî aşk u iştiyakıyla kanatlanıyor ve hep görülüyor olma yakîniyle, görüyor olma ufku istikametinde kanat çırpınıp duruyorlardı… Evet, işte o dönemde böyle bir gül ve bülbül demi yaşanıyor ve ütopyacıların tahayyül dünyalarının çok çok üstünde ve ötesinde en fâik bir ahlâkî ve insanî değerler dantelası sergileniyordu.

Daha sonraları ise mükemmel hâl ve göz kamaştıran temsilin omuzlarında çok geniş bir coğrafyada şehbal açan bu huluk-ı Ruh-u Seyyidi’l-enâm, tefsir, hadis, değişik çizgide ahlâk ve rekâik kitaplarıyla evrensel bir derinliğe ulaşıyor, daha doğrusu âlem-şümul bir sistem olarak duyulup hissediliyordu. Evet, bu ikinci fasılda Kur’an ve sahih hadisler temel kaynak olarak ele alınıyor; “Kitabü’l-Birr”ler, “Kitabü’l-Edeb”ler telifine gidiliyor; “el-Edebü’l-Müfred”lerle daha derinliklere açılmalar oluyor; “Kitabü’z-Zühd”lerle konu kalbî ve ruhî hayatla irtibatlandırılıyor; “Edebü’d-dünya ve’d-din” ile maverâîlik ufkuna açılım denemeleri yapılıyor; “el-Ahlâk ve’s-siyer”lerle konunun nurani kaynağı üzerinde duruluyor; “Uyûnu’l-ahbâr”larla çağ ve zamanın yorumlarına imada bulunuluyor ve “İhyau ulûmiddin”lerle de münciyât ve mühlikât akına-karasına tenbih edalı bir nokta konuyordu.

Bu çeşitli ve renkli yaklaşımların yanında, kalb ve ruh erbabı nezdinde huluk ve ahlak konuları daha bir ledünnîlik kazanarak farklı bir derinlikle karşımıza çıkar. Düşüncelerinde metafizik enginliklere açık, damlada deryayı okuyan, zerrede güneşin esrarından bahisler açan lâhûtî ufuklu bu insanlara göre, “huluk” bâtınî ve ledünnî bir derinlik, “halk” ise bu engin buud üzerinde baş döndüren eda-endam ve imrendiriciliğiyle o mazrufa uygun bir zarf; “huluk”, insanoğlunun melekûtî yanının dünya ve ukba meşcereliği, “halk” da bu meşcereliğin havası ve toprağıdır.

Sofiler, hüsn-i huluk derken hüsn-i bâtını, hüsn-i halk derken de hüsn-i zâhiri kastederler. İkincisi cismâniyete, insan anatomisine ve onun fizikî yapısına, birincisi ise, kalb, ruh, sır ve daha ötesine bir aynadır. Bunlardan ikincisi hilkatle alakalı olduğundan, onun değiştirilmesinin, başkalaştırılmasının söz konusu olmamasına mukabil; diğeri, Kur’an ve Sünnet disiplinleri, seyr u sülûk-i manevî, mücâhede, tedebbür, tezekkür, tefekkür, acz, fakr ve şevk u şükürle Hakk’a teveccüh sayesinde, melek mahiyetini kazanmaya kadar değişime ve dönüşüme açıktır.

Hüsn-i zâhirde el-ayak, göz-kulak, dil-dudak, bütün aza ve cevârihin tam bir tenasüp içinde olmasına karşılık, hüsn-i bâtında da bütün mesâvî-i ahlaktan uzak bulunmak ve bütün mehâsin-i ahlakla ittisaf etmek olmazsa olmaz bir esastır. Bu itibarla, ara-sıra da olsa mehâsin-i ahlakı terk eden ve mesâvî-i ahlak akıntılarına kapılan kimsenin, hüsn-i bâtına sahip olmadığı hükmüne varılmıştır.

Ayrıca ehli irfan arasında çok şayi olmayan avamın huluk-ı haseni, havasın huluk-ı haseni ve ehass-ı havassın huluk-ı haseni gibi bir taksim de söz konusudur:

Avam, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla, taklit edalı, dar ufuklu ve derinliği olmayan hoş ve sevimli bir ahlak sergiler ki, bunun her zaman وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Peygamber size ne getirip sundu ise ona sımsıkı sarılın, sizi neden de men etti ise ondan da vazgeçin ve uzak durun.” (Haşr, 59/7) ilahî mesajına uygun düştüğü söylenebilir. Böyleleri, idrak ve şuurları seviyesinde vazife ve sorumluluklarını yerine getirir ve Allah’a karşı saygılı, insanlara karşı da belli ölçüde edepli davranırlar.

Havassa gelince, bunlar, farz, vacip, sünnet ve adap adına her mükellefiyeti yerine getirmenin yanında, memnûat ve menhîyâttan da tiksinti duyarcasına uzak dururlar. Yürekleri hep peygamber yolunda yürüme heyecanıyla çarpar; akılları emirlere ve nehiylere uymayı tabii birer insiyak gibi hatırlatır ve uymaya sevk eder; böylece onlar sürekli kemal yörüngeli bir yol takip ederler. Değil tavır ve davranışlarının emir ve nehye muhalefet kirleriyle kirlenmesi, tasavvur ve tahayyülleriyle bile böyle bir muhalefeti ciddi bir kirlenme sayarak hemen tevbe ve inâbe duygusuyla kanatlanırlar.

Haslar hası mukarreb ruhlar ise, memur oldukları şeyler ve yasaklandıkları hususlar mevzuunda, her şeyi tabiatlarının bir derinliği haline getirdiklerinden hayatlarını melekûtî bir nurâniyetle melekler gibi لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Allah’a karşı asla isyan mülahazasına girmez ve emrolundukları hususları (gök ehli hassasiyetiyle) yerine getirirler.” (Tahrîm Sûresi, 66/6) Bunlar, memur oldukları mükellefiyetleri en derin cismani zevklerin üstünde bir aşk u iştiyakla yerine getirir; büyük-küçük her türlü münkerâtı da bir iç bulantısıyla karşılarlar. Akıl, mantık, muhakeme ve vicdan dinamiklerini taakkul, tasavvur ve tahayyül kirlenmelerine karşı sürekli aktif bulundururlar. Şöyle-böyle bu sistemlere gelip bulaşan, esip konan en küçük sis-duman karşısında hemen istiğfar ve evbe kurnalarına koşar; bir kirli tasavvur ve tahayyül için elli defa “elfü elfi estağfirullah” der ve yeniden ciddi bir arınma ile Hazîratü’l-Kuds’e teveccühlerini yenilerler. Görülüyor olma mülahazası bunların her zamanki halleri, görüyor gibi olma da olmazsa olmaz hedefleridir; اَلَّلهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْهُمْ وَإِنْ لَمْ نَكُ أَهْلًا فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَ.

Böyle bir makale çerçevesinde bütün mehâsin ve mesâvî-i ahlakı, tabiri diğerle bütün münciyât ve mühlikâtı ifade etmenin mümkün olmadığı/olamayacağı açıktır. Bu itibarla da onları yukarıda kısmen işaret edilen o güzide eserlere havale ederek konuyu bu dar çerçeve ile noktalamak istiyorum. İnayet ve tevfîk Allah’tandır.

***

  1. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, A’raf Sûresi.

 

Işık Yolcuları

Herkul | | KIRIK TESTI

Işık yolcuları hep cismâniyeti aşma gayreti içinde oldular. Tavırlarında her zaman hayvânî hislere veda azm u gayreti nümâyândı. Sürekli kalb ve gönül deyip ruh ufkunu, sır ufkunu temâşâya koşmuşlardı. Daha baştan gölgelerini arkalarına almayı başarmış ve öyle yürümeye koyulmuşlardı ışıklar kaynağına doğru. Yığınların iç içe gurbetler yaşadığı ve karanlığa yenik düşüldüğü meş’um bir dönemde, dahası toplumların takılıp yollarda kaldığı, ümitlerini yitirip hep karanlık türküleri mırıldandığı, şehrâhta bile çizgi inhiraflarıyla baş dönmeleri yaşadığı en uğursuz günlerde ve iç içe handikaplarla yaka-paça olduğu demlerde, onlar hâl ve temsil diliyle, bütün yolzede yürüme özürlülerine gözleri açan, kulaklardaki pasları silen, ölü gönüllere “ba’s-ü ba’de’l-mevt” vadeden güftesiz besteler sunarak, bütün yol yorgunlarına “ahsen-i takvim”e mazhariyet hususiyet ve gereklerini anlatıyor ve onları kendilerine saygıya çağırıyorlardı.

Onlardaki bu derin hâl ve temsil büyüsüyle, zamanla, bizim biz olmamızla takılıp kaldıkları yer arasındaki uçurumlar dümdüz hâle geliyor; geçilmez gibi görülen zirveler değişip şehrâha dönüşüyor ve kandan-irinden deryalar da berrak birer çağlayan halini alıyordu. Kendileri durmadan yürüyüp mesafelerle yarıştıkları gibi çekip götürüyorlardı anlama özürlü gamgînleri ışık tayfları ufkuna doğru. Onlar da çamurdan, balçıktan yaratılmışlardı ama manevî pek çok değişim yaşamışçasına, içi nur, dışı nur, mahiyeti nur varlıklarla at başı kanatlanıyor ve kanatlandırıyorlardı atmosferlerine girenleri, bî kem u keyf “fenâ fillah, bekâ billah” âlemleri zirvesine.. fizikî yapıları bir adım geride, metafizikî derinlikleri fersah fersah önde, ruhânîlerin “barekâllah” nağmelerinin tınladığı ve “Yürüyün, top sizin, çevkân sizin!” dedikleri nâkâbil-i idrak sır ötesi âlemlere.

Cenâb-ı Hak, irade-i Rabbâniyesi, ekstra havli ve kuvveti, harika lütfu ve engin rahmetiyle onların tek adımlarına mil mil yakınlık mukabelesi, bir karışlık yönelmelerine tâdât edilmez teveccühleri, iktidarları çerçevesindeki vefalarına çerçeveleri aşkın eltâf-ı ilahiyesi, sınırlı muhabbet ve aşk u iştiyaklarına bîhadd ü pâyân utûfetiyle öylesi göz görmemiş, kulak işitmemiş, tasavvur ve tahayyüllere sığmayan iltifat sağanaklarında bulunmuştur ki, onlar bu sayede hep hayret ve heyman arası gel-gitler yaşamaya durmuş ve bir daha da o atmosferden ayrılmayı hiç mi hiç düşünmemişlerdir. Nasıl düşünürler ki, gözleri ufuk ötesinde, ötelerin de ötesinde.. gönülleri hep sonsuzluk heyecanıyla çarpıp durmakta.. duyguları aşk u iştiyak neşvesiyle pür heyecan.. tabiî atmosfer üstü “nâkâbil-i idrak” zirvelere açıldıkları aynı anda nefse ait bütün hususiyetleri âsâb ve hassasiyete devredip ihsas ufuklarıyla mâkûsen mütenâsib olabildiğine bir tevazu, mahviyet, hacâlet ve mehâfet hissiyle dopdolu.. bazen, “Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Rahman / Kırılır arsa-yı mahşerde mizan!” der, inler; bazen de, “Kâinatın defter-i a’mâline kıldım nazar / Nâme-i cürmüm gibi bir tâde defter görmedim!” mülahazalarıyla kendilerini yerden yere vururlar.

Zirveden zirveye koşan bu bahtiyar, hakikate adanmış, Hak erlerine mukâbil, bir de İblis ve avenesine takılmış, şehvetin, şöhretin, debdebenin, kuvvetin, şatafatın âzâd kabul etmez tali’siz bendeleri vardır ki, bunlar Hakk’a kulluktan koptukları için sayılmayacak kadar putlara takılıp onların arkasından sürüklenmiş ve öteleri kaybetmenin yanında stresler, anguazlar ve paranoyalarla dünyalarını da cehenneme çevirmişlerdir. Elde ettikleri şeylerin ellerinden çıkacağı korku ve telaşıyla oturup-kalkmış, mevhum düşmanlar üreterek açık-kapalı onlarla cedelleşmeye girmiş, güç ve kuvvetlerini zulüm, haksızlık, tagallüp, tahakküm ve tasallut istikametinde tüketmiş ve lânet ile anılan cebbarlara rahmet okutturacak bir duruma düşmüşlerdir.

Tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde, yüzlerce örneğiyle, o şatafat, saltanat, iktidar, kuvvet ve şöhret budalaları hep benzer tavırlar sergilemiş, benzer entrikalara başvurmuş, emsalî komplolarla kitleleri uyutmuş ve sonunda da kendi kazdıkları kuyuya yuvarlanmışlardır. Ne hoş söyler Şeyhülislam İbn-i Kemâl:

“Verme nefsinin eline kazma!..

Kimsenin yolunda kuyu kazma!

Kazarsan birinin yolunda kuyu,

Gider düşersin oraya yüzü koyu…”

Dünün bütün o hodgâm, bencil, zâlim gaddarları hep birbirine benzer akıbetlerle yok olup gitmişlerdir. Günümüzün olabildiğine çılgın, hezeyanla oturup-kalkan ve insaf, iz’an, hak, adalet tanımayan tiranlarının da çok yakın bir gelecekte aynı akıbete maruz kalacaklarından şüphe edilmemelidir.

Onlara karşılık istikamete müteveccih dırahşan çehreler ise, her zaman doğruyu görerek, doğru düşünerek, kendileri gibi başkalarını da Hakk’a yönlendirmeye çalışmakta; nefsine yenik düşerek şeytana takılıp onun arkasında sürüklenenlere el uzatmakta; böylelerine yol işaretlerini göstererek onları nura ve ziyaya uyarmaktadırlar. Zira hayatlarını inhiraflar içinde sürdürenleri bâtılın savlet ve tahakkümünden kurtararak hak ve adaletin ferahfeza iklimiyle buluşturmak, yaşamalarını başkalarını yaşatma duygusu ve mefkûresiyle taçlandırmak onların olmazsa olmaz şiarlarıdır.

Günler ne kadar kararsa, haftalar ne kadar abûslaşsa, aylar ne ölçüde gadirle başlayıp gadirle bitse ve sürekli olumsuz şeyler birbirini takip etse de onlar,

“Âbistan-ı safa vü kederdir leyâl hep,

Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar!”

mülahazasıyla yarınlara tebessümle bakar; “Her gecenin bir nehârı, her kışın da bir baharı vardır.” diyerek yürürler gaye-i hayalleri olan o kutsal hedefe doğru. Yürürler belâ ve musibetleri birer arınma kurnası görerek.. tagallübü, tahakkümü, peygamberler yolunun lazım-ı gayr-ı mufarığı bilerek.. ve ebediyete yürümenin şuuruyla dünya ve mâfîhâyı ellerinin tersiyle iterek, sonsuza ve sonsuza ait güzelliklerin nümâyân olduğu kevn ü mekan ötesine.. hem de daha şimdiden öteler mülahazasıyla mest ü mahmur olarak.

Bin “bârekallah” bu yolun yorulmaz yolcularına!..

Yuf olsun onları bu yoldan alıkoymak isteyen yarınsız bedbahtlara!..

***

Not: Bu makale, Çağlayan’ın 2017-Mayıs sayısında neşredilen başyazıdır.

Bamteli: NE GÜZEL YOL, NE İYİ ARKADAŞLAR!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Öbür tarafta Sırât’ı rahatlıkla geçebilmek, burada sırât-ı müstakîm üzere yaşamaya bağlıdır!..

Ötede, Sırât’ı rahat geçecek olanlar, burada sırât-ı müstakîm üzere yaşayan insanlardır! Sırat-ı müstakîm, yani “doğru yol” üzere yaşamak lazım. Kur’an-ı Kerim, bu yolun yolcularını şöyle anlatıyor: وَمَنْ يُطِعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا “Allah’a ve Rasûlüne itaat eden kimseler, işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar kıldığı nebîler, sıddîklar, şehitler, sâlih kişilerle beraber olacaklardır. Ne güzel arkadaşlardır bunlar!..” (Nisâ, 4/69) اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ beyanının tefsirinde -yukarıdaki ayete de işaret edilerek- hep bu söyleniyor; hemen hemen tefsirlerde ittifak halinde denebilir.

“Sırât-ı Müstakîm” nedir? Dosdoğru, eğrisi-büğrüsü olmayan şehrâh.. herkesin çok rahatlıkla gözlerini kapayıp yürüyeceği kadar rahat yol.. tepesi, tümseği olmayan yol. O, sırât-ı müstakîm. İfrat ve tefrite düşmeden yürüme, Allah’ın (celle celâluhu) emrettiği gibi yürüme ve Nebî’nin arkasında inhiraf yaşamadan yürüme: Sırât-ı Müstakîm.

O yol, kimin yolu? فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ Allah’ın in’âmına mazhar olanların… أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ diyor. Nimetsizlikten, nimet haline Allah’ın i’lâ buyurduğu insanlar; sağanak sağanak nimetlerini onların başlarından yağdırdığı insanlar. Bakın, bu beraat-i istihlal bir merak uyardı: “Allah Allah, kim bunlar?” أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ Allah’ın, in’âmât-ı sübhâniyesini -insanların utûfet-i şahânesini, lütf-u şahânesini değil, Kendi utûfetini- sağanak sağanak başlarından yağdırdığı insanlar.. o sırât-ı müstakîm erbabı.. burada o yolu öyle düzgün götürenler.

Kim bunlar? فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ O in’âm-ı İlahîye mazhar olanların bir kısmını “Nebîler” teşkil ediyor. Âyet-i kerimede geçen “min” (مِنْ) harf-i cerri, (“onlardan bir kısmı” manasına gelen) “teb’îz” için değil, (“onlar şu kimselerdir” manasına gelen) “beyan” içindir. Nebîlerin bütünü kastedilmektedir. Onun (Allah’ın nimetlerine mazhar olanların) bir kısmını nebîler teşkil ediyor, demektir.

Fakat nebîlerde kıskançlık ve hased yoktur. “Bu yolda sadece biz yürürüz, siz yürüyemezsiniz!” filan değil; arkalarında yürüyenlere de yollar açık, bilmem nereye kadar. Onun için, مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ Peygamberler topluluğu zikredildikten sonra, arkadan “sıddîkîn” geliyor; Allah’a karşı sürekli sadâkat içinde bulunanlar…

   Nübüvvetten sonraki en büyük mertebe sıddîkıyet, o makamın en âbide şahsiyeti de Hazreti Ebû Bekir’dir; bununla beraber, Allah her dönemde nebîlere ve peygamber vârislerine sıddîklar lütfetmiştir.

Onlardan bazıları, peygamberleri adım adım izliyorsa, diğerleri de her dönemde yaşayan sıddîkları öyle takip ediyorlardır. Her halde, Hazreti Âdem’in yanında da öyle bir sıddîk vardı; mesela, kardeşine “Ben sana elimi uzatmam!” diyen Hâbil de herhalde öyle birisi idi. Hazreti Nuh’un gemisine binenler arasında, öyle bir sıddîk vardı. Hazreti İbrahim’in yanında, Hazreti Lût vardı, amca çocuğu; Sodom-Gomore’ye gönderildi, Allah onu da peygamberlik ile serfirâz kıldı.

Sıddîk… Hazreti Musa’nın yanında, Mü’min-i Âl-i Firavun vardı. O, Firavun ordularının başkomutanı, Âsiye validemizin de ağabeyi idi. Hazreti Musa’ya bir kötülük yapılacak diye o güne kadar imanını -Kur’an diyor- ketmetmiş, sağlam saklamış. Halk arasında âdetâ halvet yaşamış; fakat kalbi hep Allah için çarpmış ve hep Hazreti Musa’nın yanında bulunmuş. Onların tuğyan ve dalaleti karşısında da en son sözü şöyle olmuş: فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللهِ إِنَّ اللهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ “Bugün size söylediklerimi çok geçmeden hatırlayacak (ve bana hak vereceksiniz). Ben ise, tam bir teslimiyet içinde işimi Allah’a bırakıyorum. Allah, elbette kullarını çok iyi görmektedir.” (Mü’min, 40/44) Hani, onun için bir âkıbet görünür gibi oluyor. Ne var ki, orada, rivayet muhtelif. Bazı zayıf rivayetlere göre, ona bir şey yaptılar. Kuvvetli rivayetlere göre ise, ona bir şey yapmıyorlar; seyyidinâ Hazreti Musa, Beni İsrail’i yanına alıp da Mısır’dan ayrıldıktan sonra, Mısır’ın kaderine o hâkim oluyor.

Diş sıkıp sabredenler… مَنْ صَبَرَ ظَفِرَ Sabreden insan… Doğru, bu ifadede, biri hariç, bütün harekeler fetha; hepsi fetha, fetha, fetha: Fütuhât. Ondan sonra karşı tarafın belini kırar: Kesre. Aynı zamanda, kendi zaferini ortaya koyar, yine sonunda “ra” harfinde fetha.

Hazreti Îsâ’nın yanında da var öyle sıddîklar… فَلَمَّا أَحَسَّ عِيسَى مِنْهُمُ الْكُفْرَ قَالَ مَنْ أَنْصَارِي إِلَى اللهِ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ أَنْصَارُ اللهِ آمَنَّا بِاللهِ وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ “Ne zaman ki Hazreti Îsâ onların inkârlarında ısrar ettiklerini hissetti, ‘Allah’a giden yolda bana yardım edecek kim var?’ dedi. Havârîler: ‘Allah yolunda yardımcılar biziz. Biz Allah’a iman ettik. Ey Îsâ, bizim Müslüman olup Allah’a itaat ettiğimize sen de şâhid ol!’ dediler.” (Âl-i Imrân, 3/52) Böyle diyorlar, göğüslerini geriyorlar, o Sultân-ı Zîşân’a (aleyhisselam) kanat açıyorlar; kanatlarını geriyor, koruyor, sıyânet altına alıyorlar O’nu. O’nun nezdindeki sâdıklar da, onlar idi.

Evet, مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ İkisi de çoğul. Yine kıskançlık yok; مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ Onlardan sonra da şehitler geliyor. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir.” Kılıcın kınından çıkıp meselelerin -biraz- kılıç ile, mızrak ile, ok ile, yay ile halledildiği dönemde, o mevzuda göğsünü gererek güle güle ölüme yürüyen insanlar… Hani bir İbn Cahş heyecanıyla bir sahabî heyecanını değerlendirebilirsiniz. Uhud’da bir kayanın dibine sinmiş. Arkadaşlarından bir tanesi yanına sokulduğunda, “Allah’ım! Bir kılıç darbesiyle bir kolumu koparsınlar, öbür kılıç darbesiyle de öbür kolumu. Bir kılıç darbesi ile bacağımı kessinler; öbür bacağıma da bir kılıç darbesi indirsinler. Sonunda, boynumu koparsınlar. Nezd-i Ulûhiyetine geldiğim zaman, ‘Abdullah, sana ne oldu?’ diyesin. Ben de ‘Senin yolunda, Allah’ım!..’ diyeyim!” diyor. Ölesiye savaşıyor orada; göğsünü geriyor, Allah Rasûlü’nün önünde. Ve dilediği/istediği o şeyler, başına geliyor. Mus’ab İbn Umeyr ile beraber, âdetâ melekler hızında, Allah’a yükseliyor.

Şehit… وَالشُّهَدَاءِ deniyor. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ Nâm-ı Celîl-i İlahî şehbal açsın ve nâm-ı celîl-i Muhammedî dört bir yanda câmi minarelerinde asılan mahyalar gibi, hep pırıl pırıl parıldasın diye mücâhede eden.. ve dünyanın dört bir yanına şedd-i rihâl için çantasını eline alıp ama ihtiyârî ama cebrî göç eden, dört bir yana tohumlar gibi saçılan, saçılıp toprakta çürüyen, çürüyüp başaklara yürüyen insanlar: الشُّهَدَاءِ

   Maddî kılıcın kınına girdiği günümüzde selâm ruhu bizim tek sermayemiz, Kur’an’ın elmas düsturları sağlam vesilelerimiz ve temsîl de en tesirli dilimizdir.

Günümüzde maddî kılıç kınına girdiğinden dolayı, Kur’an’ın elmas düsturları ile, o elmas düsturların hâle intikali ile, tabiatın bir derinliği haline gelmesi ile, hâl ve temsil diliyle doğru Müslümanlığı anlatmak esastır. İnsanlar, sazınıza, sözünüze, neyinize, nayınıza (sazınıza) bakarak değil, sizi gözleriyle temâşa ederek, tavırlarınızda sizi okuyarak Müslümanlığı tanımalılar. Ama bir sene, iki sene, üç sene, dört sene, beş sene… Çizgi aynı, hiç değişmiyor. Kalb, aynı ritimde hep, yetmişin üzerine geçmiyor; gayet ritmik, aritmi yok o kalbde. Nabzı tutuyorlar, aynen; her şey sağlam. Öyle bir inandırıcı tavır sergiliyorlar ki!.. İşte, o hal diliyle, temsil diliyle anlatmaktır. Allah, öyle anlatmada sâbit-kadem eylesin!..

“Tenzîl dili”ne, tebliğine mukabil, Allah Rasûlü’nün gürül gürül ayrı bir ikinci dili vardı; o da “temsil” dili. Hayat-ı seniyyelerinde kendine “Emîn” dedirtmişti, “Sâdık” dedirtmişti. Peygamberlerin sıfatları “sıdk”, “emanet”, “tebliğ”, “ismet”, “fetânet” diyebilirsiniz. Bir de “ayıplardan münezzehiyet/müberreiyet”; arkasında olan insanların tiksinti duymayacakları şekilde kıvamında insan olmaları; edalarıyla, endamlarıyla, görkemleriyle hep imrendiren tipler. Evet, bu da şimdiye kadar kabul edilen şeylerin dışında altıncı bir sıfat oluyor onlar için.

Sıdk ve sadâkat içinde, Allah Rasûlü, kendisine yüklenen o büyük, o ağır, o dağları paramparça edebilecek sorumluluğu her şeye katlanarak mübarek omuzlarında taşıdı. Omuzuna değil, O’nun ayaklarının altına kurban olayım!.. Kuddûsî’nin dediği gibi, “Ol Medine izi-tozu bu Kuddûsî’nin yüzüne tûtiyâdır.” Ayağını bastığı yerleri, İmam Mâlik gibi… Ayakkabısız gezerek, “Buraya belki basmıştır! Ama ben ayakkabı ile oraya basamam!” Medine’de, “Buraya basmıştır belki, buraya basmıştır!..” diyor. “Ol Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır!”

Evet, Allah Rasûlü’nün temsili öyle müessir olmuştu ki, “Emîn” diyorlardı, “Sâdık” diyorlardı, “Vazifesini bihakkın yapıyor!” diyorlardı. Aynı zamanda, “Mâsum” idi; o gayr-ı meşru hiçbir şey karşısında eğilmemişti, Allah’ın izni-inâyetiyle; onlar da itiraf ediyorlardı bunu. Fakat hazımsızlıkları, başka şeyden dolayı idi: Onlar, öyle bir pâyeyi başkasına, mesela Velid İbn Muğîre’ye ve Tâif’teki Urve İbn Mes’ûd es-Sakafî’ye yakıştırıyor; “Nübüvvet olacaksa, bunlara gelmeli!” diyorlardı. Urve, Haccâc-ı Zâlim’in dedesi. Oğlu, Müslüman oluyor da, o olmuyor; Haccâc’ın babası, Müslüman. Kur’an-ı Kerim, ifade ediyor: وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ عَلَى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ “Ve şunu da söylediler: Bu Kur’ân, şu iki şehirden önde gelen büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhrûf, 43/31) Yani, siz belirleyeceksiniz Allah’ın takdirini?!. Hâşâ ve kella; O’ndan iyi bileceksiniz?!.

Maddî kılıç, kınına girdiğine göre, bundan sonra insanlar, anlatacakları şeyleri, hâl dili ile anlatacaklar. Millet, kulak kesilecek, onları “hal”leri ile dinleyecek; kulak kesilecek, onları “temsil”leri ile dinleyecek, onları “yaşayış tarzları” ile dinleyecek, onları “yürüdükleri yol” itibarıyla dinleyecek, onları haram-helal mülahazalarıyla dinleyecek. İslamiyet, “haram-helal” mülahazasını bilmeye bağlıdır. O mevzuda ne kadar hassaslar?!.

Sizin kardeşleriniz.. dünyanın değişik yerlerine sizden evvel açılanlar.. onlardan evvel açılanlar.. yirmi beş, otuz sene evvel açılanlar… Gittikleri yerlerde dikili bir taşları olmadı. Bunu görenler -bağışlayın- aptal değil; diyorlar ki: “Allah Allah! Bu insanların dünya adına bir beklentileri olsaydı, burada bir şey yaparlardı; bir makam kaparlardı, bir mansıp peşinde koşar dururlardı. ‘Üç beş kuruş bir şey elde edelim, dünya adına birkaç yere, birkaç tane taş dikelim!’ derlerdi. Hiç birini yapmadılar. Ya bu insanlar çok aptal!.. Fakat yaptıkları şeye bakınca, çok akıllılar. Zira yabancı bir ülkede eğitim faaliyetleri adına açtıkları okullar sürekli birinci oluyor. Talebeler, dünya birinciliğine seçiliyor. Aynı zamanda dünya olimpiyatlarında birbirleriyle sarmaş-dolaş oluyorlar ki, Hümanistler o meselenin rüyasını bile görmemişlerdir; ütopyacılar öyle bir meselenin rüyasını bile görmemişlerdir. Allah Allah! Bu adamlar, deli ise, deli bunu yapamaz! Bu adamlar, akıllı ise, dünya namına hiçbir şey arkasında koşmuyorlar. Demek ki bunlar, birer vefâ âbidesi, sadakat âbidesi, emanet âbidesi, ismet âbidesi, îsâr kahramanı… Yaşatmak için, dünyanın dört bir yanına açılıyorlar. Yaşamayı, buzdolabına koymuş; yaşatma hissi ile mahmuzlamışlar nefislerini. Koşmuşlar dünyanın dört bir yanına; dört bir yanı, tek bir yan haline getirmek için, öldürücü/kahredici kavgaları durdurmak için, boğuşmaları durdurmak için, insanca yaşama ufkunu göstermek için!..”

   Yakın dönemde, öz yurdunda zulmün paletleri altında kalmaktan, cebrî hicret yollarında farklı musibetlerden ve gurbet diyarlarında biraz da kederden vefat eden yüzlerce insan oldu ki, onlar da birer şehittirler.

Bakın, nereden geçtik buraya; مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ dedik. Şehitler… Şehitler, o dönemde oluyordu; şimdi de şehit olabilir. Evet, antrparantez ifade edeyim: Bu cebrî hicret içinde ve baskılar altında, Meriç’te boğulanların yanında, daha başka yollarda da tedavi imkânı bulamayan, hatta üzüntüden vefat eden insanlar oldu. Belki üzüntü de -zannediyorum- stresler de, anguazlar da metastazı hızlandıran sebeplerdir. Böyle olup vefat eden kahramanlar/şehitler oldu. Çok şehit oldu; zannediyorum Uhud şehitlerinin birkaç katı şehit oldu. Çocuk, şehit oldu; anne, şehit oldu; baba, şehit oldu. Zulüm diyarından başka bir diyara giderken -serbest nefes almak için, üç-beş yudum oksijen yudumlamak için, rahat bir hayat yaşamak için giderken- hayatından oldu bir hayli insan. Yüzlerce… Evet, onlar da yine şehit.

Ayet-i kerimede, şühedâdan sonra وَالصَّالِحِينَ deniyor bir de. Şehitlerin arkasında geliyor bunlar; şehit olmamış fakat aynı yolda koşmuşlar. “Yolumuz, peygamber yolu, başka yolda yürümek, bize haram olsun! Yaşama zevki, bize haram olsun! Allah, yaşatma duygusunu, şeker-şerbet gibi bize duyursun!” demişler; evet biz de diyelim. Dediler, diyeceğiz inşaallah, demeye devam edecek ve o yolda da yürüyeceğiz.

Zira zaten baştan kazanmış oluyorsunuz. Yola çıkarken, size vaad edilenler yazılmış oluyor: “Bunlar, geldikleri zaman, kapıda vize sormayın, içeriye alın!” Kazanmış oluyorsunuz. Üç-beş dakikalık dünya hayatında kaybettiğiniz şeylerin ne önemi olur?!. Öbür tarafa geçtiğiniz zaman, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, karşılıklı koltuklarda oturacak, birbirinize dünyada olan -Hazreti Pîr’in ifadesiyle- muhavereleri tekrar edeceksiniz: “Allah Allah! Ne komik şeyler idi. Bir kısım Şeddâdlar, zâlimler, Saddamlar, Kazzâfîler, Hitlerler böyle zulmediyorlardı. Ne komik adamlardı onlar! Hani biz de ayrılıyorduk ama yolumuzdan ayrılmıyorduk. Sevdiğimiz ülkeden, toprağının her parçasını gözümüze sürme diye çekebileceğimiz bir yerden ayrılıyorduk, içimiz sızlıyordu ama Sen’in için ayrılıyorduk. Ve ilk ayrılan da biz değildik zaten!”

Hazreti Nuh, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Hazreti İbrahim, Ulû’l-azim peygamber, Babil’de idi; o da ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Seyyidinâ Hazreti Musa, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Hazreti Lût, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), -Ayağının tozuna kurban olayım!..- doğduğu maskat-ı re’sinden ayrılmış mıydı ayrılmamış mıydı?!. Kâbe’nin/Beytullâh’ın tev’emi/ikizi. Kâbe, Sidretü’l-müntehânın izdüşümü; Allah Rasûlü de onun ikizi. Dünyada, o yerden daha mukaddes bir yer olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu, orada dünyada gelirdi; Âmine Hatun, orada olurdu; Hazreti Abdullah, orada olurdu; Abdulmuttalib, orada olurdu; Hâşim, orada olurdu. Orası idi; o mübarek yer, orası idi; orada dünyaya gelmişti. O da bir insandı; onun için orayı terk edip ayrılacağı zaman, emniyet alanına ayak bastığı ân, döndü, Kâbe’ye baktı, Mekke’ye baktı; gözleri dolu dolu oldu ve ağladı; “Çıkarmasalardı, çıkmayacaktım!” dedi. O da cebrî hicrete mecbur olmuştu.

Her devirde, Ebu Cehiller olmuştur, Utbeler olmuştur, Şeybeler olmuştur, İbn Ebî Muaytlar olmuştur. Yol, hep o olmuştur ve bu yol “peygamber yolu”dur. Ama -çok duyduğunuz, çok tekrar edilen bir söz- “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var!..” Aşılması çok zor tepeler var, gâileler var, belâlar var, musibetler var, handikaplar var; var oğlu var… Ama O (celle celâluhu) var; size ebedî bir varlık vadeden Allah var! Cem Karaca ifade etti: “Allah, yâr!..” Allah, yâr; Allah, yâr; başkası, ağyâr; Allah, yâr!.. O, yâr olduktan sonra başka ayrılıklar ne ifade eder ki?!. Cenâb-ı Hak, Kendi “yâr”lığıyla bizi sâbit-kadem kılsın!…

Ve sâlihler… وَالصَّالِحِينَ Ha, siz de esas o meseleye teşne; yürümüşsünüz, “Ne gelirse gelsin! Gelsin başımıza, ne gelirse gelsin!” diyerek. Ama kimilerine sizden evvel öbür tarafa, ruhlarının ufkuna yürüme müyesser olmuş; kimilerine de olmamış. Ee canım, herkese müyesser olsa, o bayrağı oraya kadar taşımak mümkün olmaz ki! Sahabe-i Kirâm’dan da şehit olanlar oldu, Allah Rasûlü döneminde; aşağı-yukarı yüz yetmiş insana yakın insan, şehit oldu. Ama her biri dünyaya bedel insandı onların; bunları hafife almamak lazım.

Burada -antrparantez- Allah Rasûlü’nün savaşlarının tedâfuî savaşlar, müdafaa savaşları olduğunu bir kere daha hatırlatalım. Peygamber fetâneti ile, çizdiği stratejiler ile öyle savaştı ki, kan dökmeden hedefine ulaştı, her defasında; akıl almaz.

   “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun; benimçün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!”

Fakat günümüzde Allah (celle celâluhu) size hayatınızı bağışlıyor ve gittiğiniz yerlerde bir şey yapma imkânı veriyor. Vüdd vaz’ edilmiş; millet, hüsnükabul gösteriyor. Dünyanın değişik yerlerinde, o küçük küçük kümeler, doğruyu kâmet-i kıymetine uygun, doğruluk içerisinde sergiledikleri zaman… Belki kendileri o âkıbeti görecek veya göremeyecekler. O mülahazalarını da şuna bağlayabilirler: “Sen, tohum at git! Kim hasat ederse etsin!” Bir gün mutlaka bastıkları yerler, o hâristanlar, bâğistana, gülistana, bostana dönecektir. Ve dünya, birer yâd-ı cemîl olarak yâd edecektir sizi, sizden öncekileri ve sizden sonrakileri; Allah’ın izni-inâyetiyle.

Varsın birileri kendileri adına Cehennem çukuru kazsın dursunlar. Yolunuz, Peygamber yolu olduğuna göre -hedefinizde de Cennet var, Cemâlullah var, Rıdvan var- kazanmışsınız, emin olun!.. Kur’an’ın düsturları, bunu söylüyor; bakmayın başkalarının mübalağalı ifadelerine.

Gönlümüzü kırmışlar, haysiyet ve şerefimizle oynamışlar, -yine Türkçe’mize gelmiş oturmuş, otağını kurmuş yabancı bir kelimeyle diyeyim- onurumuzla oynamışlar; varsın olsun, varsın olsun!.. “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun!” Sebk-i Hindî tarikiyle olduğundan dolayı, orada bir oyun oynuyor şâir; “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı…” diyor. Zaten yıkık olan, harabe olan benim hatırımı yıkan insanlar, yâ Rab, şâd olsun!.. “Benim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!” Vird-i zebânınız olsun: “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımızı -yâ Rab- şâd olsun / Bizim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!”

Allah, Kendisini tanıttırmakla o zâlimleri de bermurâd eylesin! O yalancıları da bermurâd eylesin! Sabah, ayrı bir yalan; öğle, ayrı bir yalan; ikindi, farklı renkte bir yalan; akşam, farklı renkte bir yalan; söylememiş bütününü, bazılarını tehir etmişlerse, “Yatmadan evvel şunu da söyleyelim!” diye, yatmadan evvel söyledikleri yalan… Tenakuzlar dünyasında düşe-kalka yürüyen insanlar; varsın onlar, o bataklık içinde düşe-kalka yürüyedursunlar.

Fakat, Allah (celle celâluhu) onların da gözünü açsın! Kalblerinde şeytanlara açık kapıları kapasın! Ruhânîlere açık yeni -kale kapıları gibi- kapılar açsın! Kalbleri hep meleklerin konağı haline gelsin, ruhânîlerin konağı haline gelsin!..

Evet, hiç endişe etmeyin!.. Bunu da söyleyeyim: “Hak, tecelli eyleyince, her işi âsân eder / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder!..” Bunu görünce, hepiniz vicdanlarınız ile, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ der misiniz, demez misiniz?!. “Hepsi, Allah’tan. Bütün hayırlar, Allah’tan!” Varsa bizim biraz sürçmemiz veya az yüzüstü düşmemiz ya da bazı imkânları rantabl değerlendirmemiş/değerlendirememiş olmamız, Allah Teâlâ bunlardan dolayı kulak çekme mahiyetinde, Hazreti Pîr ifadesiyle şefkat tokadı.. veyahut da huzur-i Kibriyâsına tertemiz, arınmış olarak gitmemiz için -bir yönüyle- belâ kurnalarından geçiriyor, belalar ile bizi arındırıyor. Bu açıdan sabredersek, -başa döndük yine- مَنْ صَبَرَ ظَفِرَ Fethadan fethaya, fethadan fethaya, fethadan fethaya; sonra bir kırılma ama o kırılmadan sonra yine fetha.

   Her zaman inanç, ümit ve azmin sesi-soluğu olmuş Mefkûre Şairi bile hadiselerin boğuculuğu karşısında -istiğfarla bohçalayıp- “Yok musun ey adl-i İlahî?!.”demiştir; musibetlerin ilk şoku yaşanırken sabırlı olmak ve istikameti korumak gerektir.

Bela ve musibetler sağanak sağanak geldiği zaman, bazen insanın duygu ve düşüncesi, daha doğrusu “istikamet mülahazası” kayabilir. Bir yönüyle, o istikamet mülahazasını koruyacak şey de kalbdir, kalbin ruhânîlere ve melekûtî âlemlere açık olmasıdır. Melekûtî âlemlere açık olması lazım ki, mülkî âlemlere kapalı kalsın; melekûtî âlemlere açık olmalıdır ki, melekler, sürekli orayı kontrol altında tutsun ve şeytan oraya nüfuz etme imkânı bulamasın. Kalb, ciddî sıyanet altına alınmalı ve korunmalı. Fakat bazen hadiseler, öyle şok tesiri yapar ki, insan, işte o hadisenin şoku ânında orada istikametini koruyamayabilir.

Şok anında düşünce istikametini koruma, kalb selametini koruma, Allah ile münasebetini koruma çok zor olduğundan, İnsanlığın İftihar Tablosu, اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى buyuruyor, “Sabır, hâdisenin şoku yaşandığı ândadır!” diyor. Hadisenin şoku yaşandığı ânda, özellikle o zaman, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalaletten başka, her hale hamd ü senâ olsun!” demeli. Değişik musibetler karşısında “aktif sabır” demek, dişini sıkıp katlanmak; o hadisenin şokunu yediği ânda, orada dengeyi korumak…

Fakat bazen o zayıf iradelerin -benim gibi iradesi zayıf olan insanların- aklına öyle -İlahî takdiri tenkit ifade eden düşünceler- gelebilir. Onu hemen savmaya bakmak lazım. Bir nöron zehirlenmesi denebilir ona; bir zihin zehirlenmesi denebilir.

Evet, hadisenin şoku yaşandığı ân, denge korunamayabilir. Zannediyorum, milletine çok bağlı, değerlerimize çok bağlı, benim de candan sevdiğim M. Akif’in o sözü: “Yok musun ey adl-i İlahî?!.” Öncesinde de  “Ağzım kurusun!” diyor: “Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî / Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i İlahî?!.” Hatta söylerken, böyle evvelâ istiğfar edip sonra günah işleme… Oysaki mesele aksinedir; günah işlemekten uzak durmak lazım; işlemiş ise, sonra “Estağfirullah! Ağzım kurusun; keşke ağzımı o istikamette kullanmasaydım!” diyebilir. Bazen latife-vâri bunu da arz ediyorum.

“Nûr istiyoruz, Sen, bize yangın gönderiyorsun,

‘Yandık!’ diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun.

Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında

Yâ Rab, o cehennemle bu tufan arasında,

Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslâm;

Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!”

Tarihin, yerin altına gömdüğü o putlar, bütünüyle bir kere daha hortlayacak. Ee Hazretin dediği de olmuş; bütün putlar hortlamış. Mahrutî bakış ile, bütüncül bir bakış ile bakınca, hadiselerin yoğunluğu onun üzerinde öyle bir tesir icrâ etmiş ki!.. Fakat hani ondan sıyrıldığı dönemler var, onu alıp bir kenara elinin tersiyle ittiği ânlar da var.

“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Ye’s öyle bataktır ki, düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar…”

Bir de böyle gürlediği, ezan sesiyle gürlediği, bir yönüyle her tarafta sesi mâkes bulacak şekilde gürlediği, yankılanacak şekilde sesini yükselttiği ânlar var.

İşte bizim de değişik şeylere maruz kaldığımız zaman, hadisenin şoku yaşanırken, ona sabretmemiz lazım. Yaramıza bir neşter vuruyorlar, bir bıçak vuruyorlar; burada bazen “Of!” dememek mümkün değildir. Onun için “Of!” dedirtmemek için, narkozluyorlar insanları, yarayı duymasın diye. Ee biz de bilemiyoruz, o meseleye karşı nasıl narkoz olacak? Bir de hele günümüzde olduğu gibi, böyle belâ sağanağı gelirse şayet, “Haydi şunun için narkozluyorlar; ya diğer bela?!.” Mesela müesseselerinizi kapattıkları ân beyninize bir balyoz iniyordu, narkozladılar sizi.. muallimleri içeriye attılar, bir daha narkoz.. karıyı-kocayı birbirinden ayırdılar, bir daha narkoz.. şu kadar yüz çocuğu, bin çocuğu içeriye attılar, bir daha narkoz.. narkoz, narkoz, narkoz… Zannediyorum narkozu icat eden insanlar, “Vallahi yetiştiremiyoruz artık!” diyeceklerdir. Evet, narkoz yetiştiremeyeceğiz o bela sağanağına.

   “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!” dedik, hep diyeceğiz; kaba kuvvetle üzerimize gelenlere mukabele etmedik, etmeyeceğiz; ahd ü peymânımız var, ezilsek bile, zalimler gibi davranmayacağız!..

Bu açıdan da aklımıza gelen şeyleri, Cenâb-ı Hakk’a olan güvenimiz ve itimadımız ile tadil etmeliyiz. Ne pahasına olursa olsun!.. Diyoruz ki, “Bugüne kadar lütfettiği şeyler, bugünden sonra lütfedeceği şeyler adına en önemli referanstır!” O (celle celâluhu) sizi, bir doğru yola hidayet buyurmuşsa, O’na doğru yürüyorsanız, O’na doğru yürüyenleri, O, hiçbir zaman yolda yüzüstü bırakmamıştır: Hazreti Âdem’i bırakmamıştır, Hazreti Nuh’u bırakmamıştır, Hazreti İbrahim’i bırakmamıştır, Hazreti Yakûb’u bırakmamıştır, Hazreti Musa’yı bırakmamıştır, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bırakmamıştır. Çekmişler, çektiğinizin yüz katını; fakat lütuflara mazhar olmuşlar ki, mazhar olduğunuz lütufların bin katı; bin katı…

O en son dalgalarla bugün hâlâ bir dirilik sergiliyorsak şayet, o ne müthiş bir kazanımdır?!. Hâlâ bugün, şöyle-böyle, taklidî dahi olsa, o camilerde el-pençe divan durup اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ diyorsak, ani’l-merkez o nûr tayflarının bize doğru gelmesi, ne müthiş bir hadisedir ve O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) için ne büyük bir kazanımdır!.. Allah’a sizi yaklaştırma adına ne büyük bir kazanımdır! “Bir” çekmiş fakat Cenâb-ı Hak, “bin” lütfetmiştir.

Bu açıdan, meselelere böyle bakarak, muvakkat musibet dönemlerine sabretmek lazım; bir ay mı olur, iki ay mı olur, bir sene mi olur, iki sene mi olur?!. Ashâb-ı Kirâm, üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykota maruz bırakıldılar. Hem de içlerinde inanmayanlar bile vardı; sadece mensubu oldukları kabileden dolayı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mensup olduğu kabile Benî Hâşim’e mensup olduklarından dolayı boykota maruz kalmışlardı. Fakat bir tek kelime ile şikâyet ettiklerini bilmiyorum. Bazılarını ölüm çağlayanı önüne katmış, almış götürmüştü; oradan ayrıldıkları zaman, bizim bildiğimiz Ebu Tâlip ve mübarek validemiz, valideler validesi büyük vâlide, “Kübrâ” diyoruz, Hadîcetü’l-Kübrâ.

O nebîler, sıddîklar, şehitler ve sâlihler refakati adına nelere katlanılmaz ki?!. Balyozların değil, tankların paletleri altına atsınlar.. Bilâl-i Habeşî gibi, üzerinize kocaman kocaman taşlar koysunlar.. insanın beynini kaynatan o sıcakta, çölde, kumun üzerinde sizi yatırsınlar.. sizi tehdit etsinler, ölüm ile tehdit etsinler.. ve yanınızda ölen insanlar olsun… Yine her şeye rağmen, “Ehad, Ehad, Ehad!” (أَحَدْ، أَحَدْ، أَحَدْ) (celle celâluhu) diyeceksiniz; evet, “Tek, Sen’sin! Çifti olmayan tek, Sen’sin! Ehad’sin!”

Belâ ve musibetler sağanağı karşısında, o şokun olumsuz tesirini böyle kırıp Hazretin muvakkaten söylediği, “Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî / Ağzım kurusun, yok musun, ey Adl-i İlahî!” demeyelim. Bizim için de söz konusudur ve Kıtmîr de çok korkuyor. “Allah’ım! Islah eyle onları!” diyor; “Kötülük yapanları, kalben ölmüş insanları, nefis ve enâniyet cihetiyle hortlamış insanları, Allah’ım, insanlık ufkuna hidayet eyle! Gönüllerine lüyûnet lütfeyle. اَللَّهُمَّ لَيِّنْ قُلُوبَهُمْ، لَيِّنْ قُلُوبَهُمْ لِلْإِيمَانِ، وَاْلإِسْلاَمِ، وَاْلإِحْسَانِ، وَالصَّدَاقَةِ، وَاْلاِسْتِقَامَةِ، وَالْمَحَبَّةِ، وَإِلَى خِدْمَتِنَا، وَحَرَكَتِنَا، وَجَمَاعَتِنَا، وَمُؤَسَّسَاتِنَا؛ وَإِلاَّ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ “Allah’ım kalblerini yumuşat; iman, İslâm, ihsan, sadâkat, istikamet ve muhabbete karşı, hizmetimize, hareketimize, cemaatimize, müesseselerimize karşı kalblerini yumuşat! Şayet muradın bu değilse, Allah’ım onları Sana havale ediyoruz!..” diyoruz. اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ “Allah’ım onları Sana havale ediyoruz! Allah’ım onları Sana havale ediyoruz!..” Gücümüz yetmiyor, ne diyelim?!. اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ

Gücümüz olsa bile, “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!” diyoruz. Silahla, hoyratlıkla üzerimize gelenlere, yumruğumuzla bile mukabele etmiyoruz. Yüz ekşitmekle bile mukabelede bulunmuyoruz, sert bir kelimeyle bile mukabelede bulunmuyoruz; çünkü bunları, insanî karakterimize aykırı buluyoruz. El-âlem yapmış bunu fakat biz yapmayacağız; ahd ü peymânımız var, yapmayacağız!.. Ezseler bile, onlar gibi davranmayacağız! Öldürseler dahi onlar gibi davranmayacağız!.. Onlar gibi davranmaktansa, on defa ölmeyi tercih edeceğiz, yirmi defa ölmeyi tercih edeceğiz, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Allah’a güvenmenin ve Allah yolunda olmanın gereği budur. Katlanacağız bunlara. Nöronlarımızı kontrol altına alacağız, şeytanın nüfuz etme deliklerini kapayacağız; meleklere nüfuz etme pencereleri, kale kapıları açacağız, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ve Cenâb-ı Hak’tan gelen o şeyleri hep hoşnutlukla karşılayacağız: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً diyeceğiz: “Rabb olarak, Sen’den razıyız, hoşnuduz; Peygamber olarak, Hazreti Rasûlullah’tan hoşnuduz; din olarak da İslam’dan tâ dünden hoşnud olageldik, bu gün de hoşnuduz.” Allah’ım, ebedlere kadar da Sen, hoşnut eyle! Âmin!.. Vesselam.

Bamteli: CEBR-İ LÜTFÎ VE HASANÎ RUH

Herkul | | BAMTELI

  SORU: Muhterem Efendim! Bir eserinizde “cebr-i lütfî”nin bir buudu olarak “Hasanî ruh ve düşünce”nin temsîlini nazara veriyorsunuz. Yakın bir gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında, “Hasanî ruh ve anlayış”ı temsil eden müstağnîlerin pek çok fitneyi önleyebileceklerini ifade buyuruyorsunuz. Bu hususun şerhini ve o günlerin geçip geçmediğini lütfeder misiniz?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde yukarıdaki soruya cevap sadedinde şunları söyledi:

  “Cebr-i lütfî” tabiri, insanın irade ve ihtiyarı olmadan Cenâb-ı Hakk’ın ona ihsan buyurduğu ve çoğu zaman zahirî yüzü itibariyle sevimsiz görülen lütufları ifade eder.

Evet.. Cebr-i lütfî’nin bir buudu olarak… Bazen Cenâb-ı Hak, insanlara lütfederken cebren eder, onun irade ile çok alakası yoktur. Hani o muhâceret konusunda bile bir “ihtiyarî hicret” diyoruz, bir de “cebrî hicret” diyoruz.

Çok defa bu cebrî şeylerin arka planında Cenâb-ı Hakk’ın nasıl bir lütufta bulunduğunu sezemeyebiliriz. Büyüklerin çoğu bile bunları sezememiş olabilir. İsim tasrih etmeden diyebilirim: Başına gelen onca devâhî, mûbikât ve mühlikâta (Gazzalî ifadesiyle, insanın altını üstüne getiren, insanı kahreden bela ve musibetlere) maruz kalıyor. Hadiselerin süzgecinden mi, eleğinden mi geçiyor, paletleri altında mı eziliyor? Hadiseye yaklaşırken, bir yönüyle şok tesiriyle, acılar duyduğunu da ifade ediyor. Evet, “Çok çektirdiniz!” diyor. Fakat sonra dönüp o çekilen acılara terettüp eden eltâf-ı İlâhiyeyi tetkik etmeye başlıyor; hadiseleri yeni baştan, bir kere daha gözden geçiriyor.

Hani her zaman Kıtmîr der: Bir müessesede bulunmama tahammülü olmayanlar, iki defa oradan ayrılmam için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Bugün mü’minlere çektirenler gibi onlar da aslında dindar görünümünde, hatta dindarlıkta derinlemesine bir görünüm arz eden bir gruptu. Böyle derken, siz bununla ne anlıyorsanız, onu anlayın! Ama benim gönlüm de orada idi; orası benim için gözağrısı gibi bir şeydi. İmam Hatip ve İlahiyat talebeleriyle meşgul olmak, bana zevkli geliyordu; mütevazıâne bir hayat içinde, geleceğin önemli insanlarını yetiştirme mevzuunda, min gayr-i haddin, Cenâb-ı Hakk’ın dedirttiklerini demek suretiyle… Fakat o kadarını bile çekemediler, hazmedemediler.

Hazımsızlığın ne zehir-zemberek bir şey olduğunu size söylemeye gerek yok; bazen küfrün yaptırtmadığını insana yaptırtır hazmedememe, çekememezlik ve hased. Günümüzde bunu detaylarıyla yaşıyorsunuz.

Ama oradan ayrıldıktan sonra, dar bir alanlı hizmet olarak gördüm ben onu. Şimdi gönlünüz orada olsa ve ilk gözağrınız veya ikinci gözağrınız olması itibariyle yüreğinizde bir sızı şeklinde hep hissetseniz bile, oradan ayrılmaya terettüp eden eltâf-ı Sübhâniyeyi gözden geçirince, وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ  “Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur.” (Bakara, 2/216) hakikatinin tecelli ettiğini görürsünüz. Evet, sizin bazen nâhoş gördüğünüz şeylerde, hayırların muza’afı vardır, mük’abı vardır, mük’ab der mük’abı vardır, katlanmış hayırlar vardır, farkına varmadan!.. Ve öyle olduğuna şahit olundu.

  Bugün maruz kaldığımız bela ve musibetlerin de pek çok cebr-i lütfî yanı olduğu muhakkaktır; bütün cihanın Hizmet’i duyup tanıması bu lütuflardan biri olsa gerektir.

Şu anda da -bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’ın belki bir imtihanı mahiyetinde benzer hadiselere şahit oluyoruz. Burada antrparantez arz edeyim: Bazen Cenâb-ı Hakk’ın daha önce bize lütfettiği ihsanları rantabl değerlendirmediğimizden dolayı hafif şefkat tokadı yiyoruz; kulak çekme de diyebilirsiniz buna. Veya paçaları sıvayıp küçük bir ırmağı geçiyor gibi.. az dikkat ederek bir tepeyi aşıyor gibi.. endişeli bir köprünün bir tarafından öbür tarafına geçmeye çalışıyor gibi… Belki de daha hayırlı bir şeye geçme adına, Allah (celle celâluhu) muvakkat bir sıkıntıya maruz bırakıyor. Bir süre geçti mi, bir süre sonra dönüp geriye bakacak, diyeceksiniz ki, “Yahu bunda da bir hayır varmış hakikaten. Açılmaya vesile imiş. Koskocaman bir cihanın -net olmasa bile- duymasına, tanımasına, en azından ‘Böyle bir şey varmış!’ demesine vesile imiş.” Böyle bir cebr-i lütfî. Allah (celle celâluhu) lütfediyor.

Cebr-i lütfî… Bir cebir var, farkına varmadan zorlanıyorsunuz; kendi irade ve ihtiyarınızla yapmıyorsunuz onu, yapma mecburiyetinde oluyorsunuz. Fakat sonra dönüp hadiseleri analiz ettiğinizde, diyorsunuz ki, Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Meğer onda da hayır varmış, onda da hayır varmış, onda da hayır varmış!..” “Bana bunca ezâ ve cefayı çektirenlere hakkımı helal ediyorum!” diyorsunuz. Bir de kendini sorgulama gibi bir şey; “…Hizmet-i imaniye ve Kur’anîyeyi maddî-manevî terakkime âlet etmekliğimmiş!” diyor.

Biz de kendimize ve hadiselere bakarken, bu mülahazayı esas almalıyız. Acaba imana, Kur’an’a, millî mefkûremize, geleneklerimize ve an’anelerimize hizmet ettirmek için mi sizi dünyanın dört bir yanına saçıyor?!. Evet, daha şümullü bir ifade ile, “edille-i şer’iyye-yi asliye” ve “edille-i şer’iyye-i tâliye”yi insanlığa duyurma, milletimizde olan güzellikleri, güzelce yaşadığı dönemlerden tevârüs ettiğimiz şeyleri cihana duyurma, onlar için müşteri arama maksadıyla, Allah (celle celâluhu) cebrî olarak dünyanın dört bir yanına sizi saçıyor. “Niye saçıldınız?” diye sorulunca, siz de bu defa cebrî olarak neden saçıldığınızı anlatıyorsunuz. Mazlumiyetinizi, mağduriyetinizi ortaya koyuyorsunuz; “Böyle bir şey olmuş da bundan dolayı böyle bir şey oldu!..” Hiç farkına varmadan, kendi ülkenizde bulamadığınız bir re’feti, bir şefkati, bir mülâyemeti, bir insanca duyguyu buluyorsunuz, onunla karşılaşıyorsunuz.

Parantez içinde arz edeyim: Şu Amerika’da, bir tane de değil birkaç tane, dün ve evvelki gün, arkadaşlar anlattılar. Yabancı birisi gelip diyor ki, seviyeli birisi, “Siz, buraya cebren gelmiş görünüyorsunuz. İmkânlarınız da yoktur, oturacak eviniz de yoktur. Benim falan yerde bir evim var, o evde bedava oturabilirsiniz! Malî bir sıkıntınız olduğu zaman, imkânlarım da var, o mevzuda da size yardımcı olurum!..” diyor. Mazlumiyet ve mağduriyet, böyle bir mukabeleye vesile oluyor. Bir yerde bir vahşetle, gayr-ı insanî mülahazalarla, âdetâ tardedilir gibi kendi ülkenizden, hem de ciğeriniz dâussıla ile yanıyor olmasına rağmen, uzaklaştırılıyorsunuz. Fakat başka bir yerde birileri size sinelerini açıyor, “Benim gönlümde senin de oturabileceğin bir sandalye vardır!” diyorlar. Ve bunların sayısı hiç az değil. Bir yerde ilticayı kabul ediyor, ev veriyor ve aynı zamanda geçinecek kadar da imkân veriyorlar; yanı başınızda bir yerde, bir ülkede. Başka bir yerde “Yedi cihan gelse, sizi istese, zorlasalar, bizden sizi koparamazlar, Allah’ın izniyle!” diyorlar.

  Cebr-i lütfî hicretler size hâl ve temsîl sergileri açma ve oralarda insanlara hakikatlere doğru iradî adımlar attırma imkânları sunuyor.

Böyle bir duyma ve böyle bir kabul var, o “cebr-i lütfî”nin altında. Şimdi bunun küçük emarelerini görüyorsunuz; bunlara bakarak, gelecekte daha büyük emareleriyle karşılaşacağınızı tahmin edebilirsiniz. Hâl ve temsilin sergilendiği meşherlerde, sizi ruh dünyanız itibariyle temâşâ eden insanlar, size doğru adımlar atacaklar. Mesela, düşmanlık duygularını atmaları, bir adımdır. Mesela, sizi dost kabul etmeleri, ayrı bir adımdır. Mesela, “İslam da bir dinmiş!” deyip saygı duymaları, bu da bir adımdır. “En azından bunu da diğer dinler seviyesinde görmeli!..” demeleri, bir adımdır. Bazıları da, “Yahu, bu, diğerlerine göre biraz daha câmî; makam-ı cem’in sahibi bir insanın beyanına, planına, projesine benziyor!” diyeceklerdir ki, bu, daha başka bir adımdır. Dedi mi, demedi mi adam?!. Sadece, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) adına yazılan kitabı okuduğundan dolayı, gözleri dolu dolu, sizin yanınıza gelip “Bunu siz sevdirdiniz bana!” deyip size kristale işlenmiş (Muhammed) adını gösterdi mi göstermedi mi?!. Sıradan bir insan değil, popülaritesi yüksek, Arapça’yı da bilen, zaten Amerikalı, şöyle-böyle belki Türkçe’yi telaffuz eden, aynı zamanda yüksek bir akademisyen; kredisi ve itibarı, bulunduğu yerde çok yüksek. Bir de böyle bir kabul var; böyle bir adım atma var.

Zaten dinin tarifi de -esasen- bunu ifade ediyor: اَلدِّينُ: وَضْعٌ إِلَهِيٌّ، سَائِقٌ لِذَوِي الْعُقُولِ بِاخْتِيَارِهِمُ الْمَحْمُودِ إِلَى الْخَيْرِ بِالذَّاتِ “Din, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle bizzat hayırlı olana sevk eden bir İlahî kanunlar mecmuasıdır.” Evet, din, öyle bir İlahî sistemler mecmuasıdır ki, insanlar, hür iradeleriyle onu seçerler. Ve o seçme mevzuunda, Sahabe ve Tâbiin döneminde en önemli faktör de nedir?!. Bunu siz çok daha iyi biliyorsunuz; meselenin, hâl ve temsil meşherlerinde teşhir edilmesidir.

Nitekim sizin içinizde yaşayan insanlar, “Yahu tercih edilmeyecek gibi de değil!” dediler. Düşünün, hicret-i seniyyenin sekseninci senesinde, Horasan’da teslim olmayan millet kalmadı. Ve din-i mübin-i İslam, Ceziretü’l-Arap’ta neş’et etti; fakat özünde ve ruhunda olan felsefe, mantık, sistemlilik -bir yönüyle- Horasan taraflarında meydana çıktı. Bir kere Ebu Hanife’leri, İmam Ebu Yusuf’ları, İmam Muhammed bin Hasan Şeybânî’leri, İmam Züfer’leri düşünün!.. Bir kere Buharî’leri, Müslim’leri, Nesâî’leri, İbn Mâce’leri, Ebu Dâvud es-Sicistânî’leri düşünün!.. Devâsa kâmetler, oralarda yetiştiler. Ve o meselenin, özünde meknî (saklı) bulunan temel esprisiyle, bir yönüyle “niçin”e, “neden”e cevap verecek mahiyette şerhi ve hâşiyesi orada yapıldı. Hadis kitapları, fıkıh kitapları, usûlüddîn kitapları, usûl-i fıkıh kitapları, büyük ölçüde, orada telif edildi. Koca, devâsa -eşini beşer yetiştirememiştir- Taftazânî’ler, Seyyid Şerif Cürcânî’ler orada yetiştiler, sadece Ebu Hanife’ler değil. Hâl ve temsîl meşherlerinde mesele ortaya konunca, milletin başı döndü; “Vallahi, alınmayacak gibi değil!” dediler. Dolayısıyla “cebr-i lütfî” öyle lütuflara vesile oldu ki Allah’ın izni ve inayetiyle, siz Firdevsî destanlarla ve elli türlü üslupla anlatsaydınız, o kadar müessir olamazdınız. Evet, “cebr-i lütfî”, böyle bir şey.

  Yakın bir gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında, “Hasanî ruh ve anlayış”ı temsil eden müstağnîler pek çok fitneyi önleyebileceklerdir.

Cebr-i lütfî’nin bir boyutu olarak “Hasanî ruh” diyoruz. Esasen buna bir “ruh güzelliği” diyebilirsiniz. Bunu aynı zamanda Seyyidina Hazreti Hasan’la da irtibatlandırabilirsiniz. Hâşâ Seyyidinâ Hüseyin efendimizi veya oğlu Muhammed İbn-i Hanefiyye’yi, onun torunları Zeynü’l-âbidîn ve İmam Câferü’s-Sâdık’ı veya diğer eimmeyi görmezlikten gelmemeli. Ruhlarımız bin defa onlara kurban olsun; Ehl-i beyt-i Rasûlillah… Fakat aynı zamanda bir Hasanî ruh vardır orada.

Hazreti Ali’nin oğlu, aklı her şeye eren, dünyayı çok iyi bilen bir insandır Hasan efendimiz (radıyallahu anh). Bununla beraber, o, halk tarafından kendisinin intihabının/hilafete seçilmesinin ve Emevîler bir yanda bir şeyler yaparken onun kendisini ifade etmesinin bazı problemlere sebebiyet verebileceği mülahazasıyla istiğnada bulunuyor. Öyle bir îsâr ruhu sergiliyor ki!.. Hilafet ayağının ucuna kadar gelmiş. Nasıl bir ülkede? Türkiye’nin yirmi katı kadar olan bir ülkede ayağının ucuna kadar gelmiş bir şey; “Varsın Muaviye olsun!” diyor. Evet, böyle bir îsâr ruhu… Bu itibarla da “hasenî ruh” diyerek meseleyi sadece kelimenin lügat manasının ifade ettiği “ruh güzelliği”ne, kalbî hayattan sonra insanın ikinci kez sıçrayıp üveyik gibi kanatlanıp ulaşması gerekli olan beşerî bir semâya hasretmemek lazım. Hasanî ruh…

Yakın gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında…” Her zaman olmuş; tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde, birileri kazanmış, birileri de o kazanılan şeyleri paylaşmanın kavgasını vermiş. Nitekim Bahreyn’den gelen ganimet, Mescid-i Nebevî’de göz doldurucu ve gönüllerde itminan hâsıl edici mahiyette çok hacimli olduğundan, herkes “Hisseme düşecek epey bir ganimet var burada!” diye sevinirken, İnsanlığın İftihar Tablosu, parmağına kurban olayım, mübarek parmağıyla işaret ederek, “Ben, başka bir konuda değil, şunun üzerinde birbirinize düşeceğinizden korkuyorum!” buyurdu. Biri kazandı, biri elde etti; başkaları, o kazanılmış şeyin kavgasını verdi. “Bana daha fazlası; bana, bana, bana, bana, bana, bana!..” Ramazan davulcusunun davul sesi gibi hep bir “Ben!..” sesi yükselmeye başladı. Allah Rasûlü, tâ o dönemde, yüksek fetânetiyle ve gayb-bîn gözüyle gördüğü bu hali böyle ifade etti.

Yakın bir gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında, Hasanî ruh ve anlayışı temsil eden müstağnilerin pek çok fitneyi önleyebileceklerini ifade ediyorsunuz!” Evet, bu ruhu temsil edenler belki o gün istiğna ile bir kısım fitneleri önlediler/önleyecekler. Seyyidina Hazreti Hasan gibi.. veya hayvaniyetten çıkmış, cismâniyeti bırakmış, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmiş, ruhların en güzelini taşıyan.. “istiğnâ duygusu”yla sürekli köpürüp duran.. “Îsâr” duygusunu “haslet-i lâzıme-i gayr-ı müfârıka”sı yapmış.. başkalarını kendisine tercih etmeyi tabiatının ayrılmaz bir parçası haline getirmiş; “Îsâr, benim tabiatımın bir derinliği!” demiş.. yememiş, yedirmiş.. giymemiş, giydirmiş.. kendisini görmemiş, başkalarını görmüş… “Niye böyle yapıyorsun?” diye soranlara “Yahu bundan daha tabiî bir şey mi olur?” cevabını vermiş… Ama her meselede…

  Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer efendilerimizin halife tayininde birbirini tercih etme tavrı îsâr ve istiğnanın güzel bir misalidir.

Özür dilerim; bir imamete geçme mevzuunda bile, “Falan kardeşim varken, bu hak ona daha fazla düşüyor!” demek lazımdır. Oysaki o da o hakkı ona vermiş; “O, benden daha elyak!” demiş. Sen de diyorsun ki “O benden daha elyak!..” Muhtarlıkta “O, benden daha elyak!”; müdürlükte “O, benden daha elyak!”; kaymakamlıkta “O, benden daha lâyık/elyak!” Tafdil sigasıyla diyorum, “çok daha layık” manasına “elyak”. Efendim, valilikte “O, benden daha elyak!”; milletvekilliğinde “O, benden daha elyak!”; devlet başkanlığında, “Yahu bana Çankaya’nın yolu göründü veya bir sarayın yolu göründü; fakat falan olsaydı, daha iyi olurdu. O, benden daha elyak!” Mülahazayı çevirip şöyle de diyebiliriz: “Benim intihabıma bedel, falan seçilseydi, o benim yerimde olsaydı, ülkemin çehresi çok farklı olacaktı! Benim ülkem böyle problemler sarmalı içinde bulunmayacaktı. Demek ki ben, meseleyi yüzüme-gözüme bulaştırdım! Bazı şeyleri yemeye-içmeye durdum, önlüğümü kirlettim.. çocuklar gibi, önlüğümü kirlettim.. ve gelecek nesiller tarafından önlüğü kirli bir insan olarak yâd edileceğim! Keşke îsâr ruhuyla hareket edip de “Falan olsaydı!” deseydim, “Falan!..” Kim yani?!. Kulübesini değiştirmeyen bir insan.. yeme-içmesini değiştirmeyen bir insan.. halkın orta sınıfının -en fazla, orta sınıfının- hayat standartları içinde geçimini temine çalışan bir insan… “Öyle birini yerime intihap etseydim!.. Îsâr ruhuyla, Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ömer arasındaki müdaveleye benzer bir müdavelede bulunsaydım!”

Orada ilk defa eli sıkılan kim? Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer’in elini sıkıyor; “Bu babayiğide ben biat ediyorum!” Açık.. Ashab-ı re’yin huzurunda.. Sâbikûn-u evvelûn, o ilk Muhacirler, o ilk Ensar, gökteki meleklere denk insanlar… Onlar, bu iki insanın gözünün içine bakıyorlar. “O, Hazreti Ömer’e biat ettiyse, demek Ömer’e biat etmek lazım!” Neden? “Çünkü Hazreti Ebu Bekir öyle bir insan ki, biz onun Efendimiz’in hayatındayken bile yanıldığına şahit olmadık!” Hazreti Ebu Bekir, onun elini sıkınca, birden gözler Hazreti Ömer’in üzerine dönüyor. O, ondan evvel davranıyor: “Allah Rasûlü’ne en önce inanan, Sevr sultanlığında O’na refakat eden, falan yerde filan yerde O’nunla beraber bulunan Ebu Bekir’in olduğu yerde Ömer’e biat edilmez, ben Ebu Bekir’e biat ediyorum!” İnsanca davranış, bu!.. Gerçek îsâr ruhuyla hareket etmek, bu!..

Ve böyle olduğu zaman, nizâ’ olmuyor.. böyle olduğu zaman, münakaşa olmuyor.. böyle olduğu zaman, küfür sıfatı “hazımsızlık” hortlamıyor, “hased” hortlamıyor, ülke sarmallar içinde olmuyor, bela ve musibet sağanağına maruz kalmıyor, bir ülke bitirilmiyor, parçalanma sath-ı mâiline düşmüyor! Aksine öyle bir biat sonucunda, Güneydoğu’daki hadise gibi on bir hadise kısa sürede ve en az zayiatla hallediliyor.

Hep arz ediyorum bunu, zihinlere iyi yerleşsin diye. Güneydoğu’daki hadise. Kırk senedir, topla, tüfekle, NATO ordusu içinde sayılan ordulardan birisi olan ordunuz ile, siyasî siyasetinizle, çözmeye çalıştığınız bir hadise var, Güneydoğu hadisesi. O dönemde de onun gibi tam on bir tane hadise var. Kendisine isabetle biat edilen insan, iki sene üç ay on küsur günde, bu on bir tane hadisenin hakkından geliyor. Sâsânîlere giden köprüler kuruyor; oraya giden yolları açıyor. Dünyanın süper gücü Roma İmparatorluğu ile karşı karşıya gelme adına köprüler kuruyor, yollar açıyor. Bunca şeyi ne/kim açıyor? O îsâr ruhuyla intihap edilen insan!.. İstemiyor o fakat zorla (hilafet) kendisine kabul ettiriliyor. Ama hayat-ı seniyyesi hiç değişmiyor. İşin başında Sunh’da falan efendinin, filan efendinin sürülerini, koyunlarını sağarak geçimini sağlıyor. Sonra küçük bir maaş takdir ediyorlar; “Maaşım, halkın orta sınıfının aşağısında olsun!” diyor, Türkiye’nin yirmi katı kadar olan bir devletin başındaki insan!..

Yalan söylemesinler!.. Allah’tan utansınlar.. Peygamber’den utansınlar… Bir zırhlı araç karşısında namuslarını, haysiyetlerini, şereflerini fedâ ederek, ehl-i imana “Fırak-ı dâlle” demesinler!..

Yüksekler böyle idi, yüksek uçuyorlardı. Melekler, gerilerinde kalıyordu onların. Orayı ihrâz etmeyi düşünüyorsanız, nezd-i Ulûhiyette o işin hakkı, o. Allah’ın takrir ettiği hakka meseleyi bağlarsanız, öyle otuz iki tane hadisenin bile, Allah’ın izniyle hakkından gelebilirsiniz. Diğeri yalan, hepsi yalan!.. Firavun gibi yaşama ama Müslüman görünme, yalan!.. O Müslümanlık, yalan!.. Müslüman görünüp Hitler gibi yaşama; yalan, o Müslümanlık!.. Mü’mine “Fırak-ı dâlle!” deme ama Müslümanca yaşama; yalan, o Müslümanlık!..

  “Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim fakat bir Yâr-ı Bâki isterim!..”

İşte böyle bir dönemde, dünyanın şatafatı, debdebesi, ihtişamı, göz kamaştırıcılığı karşısında başı dönmeyen, bakışı bulanmayan Hizmet erlerinde.. dünyanın yüz yetmiş küsur, yüz seksen ülkesinde bin dört yüz tane -yirmi küsur senede- okul açmak suretiyle, kültür lokalleri açmak suretiyle, İslam’ı ve bizim geleneklerimizi teşhir etme adına meşherler açmak suretiyle, milletimizin güzel yanlarını anlatan o insanlarda… Ne kadarı vardı o îsâr ruhunun? Ne kadarı vardı o başkasını kendine tercih ahlakının; o Hasanî ruhun, ne kadarı vardı?!. Aidiyet mülahazası ile iddialara girmeyelim fakat bu meseleye “Yalan!” demek de -bence- yalan ile doğruyu bilmemenin ifadesi olur. Yalan olsaydı, yirmi küsur senede o insanlar anlarlardı ve kapı dışarı ederlerdi. Hele bir kısım münafıkların “Bunları kapı dışarı edin!” demelerine rağmen, o insanlar hâlâ direniyorlarsa, demek ki tartmışlar, biçmişler, ölçmüşler, “Hayır, vallahi bunlarda yalan yok!” demişler. Meşherlerde sergiledikleri o temsîl ve hâl, o hâl meşheri hakikaten onların ruhlarına öyle işlemiş ve tabiatlarının öyle bir derinliği haline gelmiş ki, -Allah’ın izni ve inayetiyle- kendilerini tanıyanlara “Bunlar, çağın problemlerini bile halledebilirler.” dedirtmişler.

İnşaallah bir gün, kendi ülkelerini dahi problem sarmalı olmaktan çıkarırlar.. ama gözleri asla yukarılarda olmaz. Değil şöyle-böyle bir şey olmak, bir köye muhtar olmayı bile düşünmezler. Onları bir köye muhtar veya bir nahiyeye müdür yapmak için, dünyanın en akıllı, en iknâ edici insanlarının bütününü üzerlerine salsanız, yine de kandıramazsınız. Çünkü onları öyle bir şey kındırmış ki!.. Eskiler “kındırma” derlerdi “hâs” kelimesine; “el-hâs” sözcüğüne bu manayı verirler, “teşvik eden, kındıran” derlerdi; doğru istikamete ve kazandıran yola teşvik eden manasına “el-hâss ala sebîli’s-sevab” gibi tabirleri kullanırlardı. “Kandırma” da oradan geliyor. İşte onlar, اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق demişler, bayılmışlar buna. “Allah’ım, iman.. İslam.. ve bunların ihlas eksenli olması.. ihlasın rıza hedefli olması.. rızanın, Sana aşk u iştiyak hedefli olması!..” Öyle bir şeyi peylemeye kalkmışlar ki, boylarını aşkın… Dönüp de böyle, muhtarlıkmış, müdürlükmüş, milletvekilliğiymiş, valilikmiş, kaymakamlıkmış… Onlara bakabilecek halleri yok. Ha o makamları tutanları da hafife aldığım zannedilmesin; yerinde, namuslu, iffetli, misyonunu kılı kırk yararcasına hakikate riayet ederek yerine getiren insanları, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali’ler gibi alkışlar, başımıza taç yaparız.

Evet, onlar öyle bir şeye dilbeste olmuşlar ki, onun dışında başka bir şey ile onları kandıramazsınız. Hatta Cennet’i köşkleriyle, hurileriyle gösterseniz, onlar yine önce o işte Allah’ın izin ve rızasının olup olmadığına bakarlar. Hani, “(Cennet hurilerinden) birisi güzelliğinden nikabı açsa, yeryüzü güneşle aydınlanmış gibi aydınlanır!” buyuruyor Sâhib-i Şeriat, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem). İşte Cennet’i, saraylarıyla, köşkleriyle, villalarıyla, ırmaklarıyla teklif etseniz, o اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق diyen.. kendini böyle bir harekete bağlamış.. Hizmet’e dilbeste olmuş.. başka mülahazalara bütün kapılarını kapayıp arkasına da sürgüler sürmüş.. “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir ey milletvekilliği, ey bakanlık, ey cumhurbaşkanlığı; içeriye giremezsin; ben öyle bir şeye açık duruyorum ki, sana karşı bütün kapılarımı kapadım!” demiş insanlara, öyle bir şeyi kabul ettiremezsiniz, (onları Allah’ın rıza ve Rıdvan’ından başka bir şeyle tatmin edemezsiniz), Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bu anlayıştaki insanlara, gelecekteki düzenin ve âhengin ihtiyacı var. Bu, mikroplanda da olsa, bugün temsil edildi/ediliyor Allah’ın izni ve inayetiyle. İnşaallah, bir gün normoplanda, insan çerçevesinde, Hümanizm çerçevesinde, bir gün de makroplanda bütün cihanı alakadar edecek şekilde, inşaallah o güzellikleri sergilerler.. sergilerler ve bugün denen şeyler, gerçek şerhini/hâşiyesini o zaman bulmuş olur.

Allah sizden razı olsun. Öbür tarafta -eğer- çok sıkışmış olursam, Kıtmîr’in elinden tutmayı da ihmal etmeyin!..

Canlı Yayınlanan Bamteli: Yürüyün Şeytan ve Avenesine Rağmen!..

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, canlı yayınlanan bu haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur.”

*Hedefi belli olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez. Pusulasız giden geminin rotası denizin dibidir. İnsan mutlaka yüksek hedeflere bağlanmalı ve nereye, niçin gittiğini çok iyi belirlemelidir.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” (Deylemî, Müsned, II, 324) buyurmuştur. Bu açıdan adanmış ruhlar, hangi ülkede ve toplumun hangi kademesinde bulunurlarsa bulunsunlar, insanlığa hizmet etmeyi en büyük pâye bilmelidirler.

*“Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur.” Derdiniz dünya, makam mansıp, istikbal olursa, şeytan sizi yürüdüğünüz yoldan saptırır. Siz O’nunla meşgul olmazsanız, şeytan sizi meşgul eder. Öyleyse, bu yolda yürüyen insanlar, dünyayı asıl maksat yapmamalı; yeryüzünü imar etmek, insanları barıştırmak, birbirine sevdirmek ve siyahı beyazla, kuzeyliyi güneyliyle kucaklaştırmak için çalışmalıdırlar.

Allah Rasûlü’nün temsili tebliğine denk idi, belki onun da önündeydi.

*“Hal ile halledilmedik hiçbir mesele yoktur.” sözü sabit bir gerçektir. Temsilin te’siri, dünya kadar kitap okumaktan daha müessirdir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun en müessir yanlarından biri, belki en başta geleni, tebliğin yanındaki engin temsilidir.

*Dini anlatmak ve din esaslarını başkalarına sunmak her dönemde farklı şekillerde ve değişik yollarla olabilir. Belli şartlar altında ve zamanın değişmesiyle, tebliğ yol ve usulleri de değişebilir. Belki değişmeyen tek esas vardır; o da, tebliğin temsille derinleştirilmesi; yani tebliğin yanında, tebliğ edilen şeyin temsil edilmesidir.

*Temsil, insanın deyip anlattıklarını kendi hayatına tatbik etmesi, önce kendisinin yapmasıdır. Peygamberlerin önemli bir vasfı tebliğdir. Tebliğ, nebinin Allah’tan aldığı vahyi başkalarının sinelerine ifâza etme vazifesidir. Bu çok önemli, baş tacı bir misyondur fakat buna denk, belki onun da önünde temsil, yani duyurduğu, bildirdiği hakikatleri kendisinin de milimi milimine yaşaması gelmektedir.

“Siz, usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayan; kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin de önünü almaya çalışan insanlar olmalısınız!”

*Mü’minlerin en önemli vazifelerinden biri iyilik, doğruluk ve güzelliğin temsilcisi ve teşvikçisi olmalarıdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ

“(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz). Eğer Kitap (Tevrat) Ehli de (sizin gibi) iman etmiş olsaydı, (keşke şimdi olsun etseler,) hiç şüphesiz bu haklarında hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde (gerçekten inanmış) mü’minler de vardır, fakat onların çoğu (Din’den çıkmış) fasıklardır.” (Âl-i İmrân, 3/110)

*Mü’minlerin aksine münafıklar kötülük ve çirkinliği teşvik edip yayarken, iyilik, doğruluk ve güzelliğin önünü almaya çalışırlar:

*اَلْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِن بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُوا اللّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Erkek olsun kadın olsun, bütün münafıklar birbirinin aynısıdır: kötülük ve çirkinliği teşvik edip yayarken, iyilik, doğruluk ve güzelliğin önünü almaya çalışırlar; ellerini de hayır, iyilik ve Allah yolunda infaktan yana pek sıkı tutarlar. Onlar (hayatlarında kulluk noktasında) Allah’ı unuttular; Allah da (mükâfat noktasında) onları ‘unutup’ terketti. Muhakkak ki münafıklar, fasıkların (Allah’a itaatsizlikte, günahta ısrarlı olanların) ta kendileridir.” (Tevbe, 9/67)

*Aynı hakikat bir ayet-i kerimede de şöyle ifade edilmektedir:

وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

“Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri, çok yakın yardımcıları ve birbirlerinin işlerine vekildirler. Usulü dairesinde doğruyu ve iyiliği teşvik edip yayar, yanlışın ve kötülüklerin önünü almaya çalışırlar. Namazı bütün şartlarına riayet ederek, vaktinde ve aksatmadan kılarlar ve zekâtı tastamam verirler; Allah’a ve Rasûlü’ne daima itaat içindedir onlar. Onlardır Allah’ın merhametle muamele edeceği seçkin kimseler. Hiç şüphesiz Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.” (Tevbe, 9/71)

Şayet hak yoldaysanız, şeytan ve avenesinin karşınıza çıkması meselesi Kur’ânî bir realitedir.

*Hazreti Üstad’ın doktorluğunu yapmış olan Sadullah Nutku Ağabey, “Kızımı gelin edemedim.. oğlumu everemedim.” diye diye ölen ve ruhunu teslim ettikten sonra sol gözü bir türlü kapanmayan bir hastasının halini yorumlarken demişti ki: “Sol göz dünyaya, sağ göz âhirete bakar. Tûl-i emel ile, dünyada daha yapacak işleri olduğunu düşünerek öldüğünden sol gözü açık gitti.” Evet, iki gözünü de dünyaya teksif eden ahireti göremez. Hâlbuki dünyaya dünyalığı ahirete de ebedîliği ölçüsünde teveccüh etmek lazımdır.

*Maneviyata karşı gözlerini kapayanlara şeytanlar sırnaşık olur. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ

“Kim, (Kur’an’ı göz ardı eder) Rahmân’ı hatırlayıp anmaktan bile bile yüz çevirir, (sanki O mevcut değilmiş ve kendisini görmüyormuş gibi bir hayat sürerse), ona bir şeytan sardırırız da, artık o şeytan onun ayrılmaz yoldaşı olur.” (Zuhrûf, 43/36)

*Hazreti Üstad, “Mühim ve büyük umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.” diyor. Evet, eğer hayırlı işlerin arkasındaysanız, şeytan ve onun cinnî-insî dostları sizinle de mutlaka uğraşacaklardır. Ebu’l-Leys Semerkandî, “Tenbîhü’l-Gâfilîn” isimli kitabında, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) “Senin dünyada en büyük düşmanın kimdir?” diye sorunca, Şeytan’ın “Sensin” dediğini anlatır. Çünkü iblisin oyunlarını bozanların başında İnsanlığın İftihar Tablosu vardır.

*Şayet hak yoldaysanız, şeytan ve avenesinin karşınıza çıkması meselesi Kur’ânî bir realitedir. Bunu çok iyi bilen Sahabe efendilerimiz, normal şartlarda insanın ürkeceği, korkacağı ve telaşa kapılarak ne yapacağını şaşıracağı yer ve hallerde bile حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deyip metafizik gerilime geçmişlerdir.

*Kur’an ve Sünnet ile kendinizi test ettikten, dünya adına herhangi bir hedef arkasında koşmadığınızı bir kere daha gözden geçirdikten ve kendinizi ciddi bir nefis muhasebesine tâbi tuttuktan sonra “Elhamdülillah, yürüdüğümüz yol, günde kırk defa tekrar ederek ‘Allahım, bizi sırat-ı müstakîme hidayet buyur’ deyip dilediğimiz, Nebilerin, sıddıkların, şehitlerin, salihlerin yürüdüğü yol.” diyebiliyorsanız.. bir diğer taraftan da şayet dini ve diyaneti özüyle benimseyememiş, sindirememiş, içselleştirememiş, dini dünyasını mamur kılma adına kullanan zalimler aleyhinizdeyse, yürüdüğünüz yol doğrudur. Bu iki delilin pozitif olanını sağ tarafınıza alın, diğerini de sol yanınıza; Allah’ın izni ve inayetiyle, birer asâ gibi dayanın onlara; hiç tereddüt etmeden ve hızınıza hız katarak, Allah’ı sevdirme adına koşun dünyanın dört bir bucağına!..

Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat ettiler. Diğerleri de sıranın kendilerine gelmesini beklemektedirler.

*Kur’an-ı Kerim’de iman kuvveti ve Allah’a teslimiyet sayesinde asla sarsıntı yaşamayan mü’minler sena edilmekte; ezcümle şöyle denmektedir:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun!’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallah ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ demişlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/173)

*Kur’an-ı Kerim, kâmil mü’minlerin sadâkatini şu ilahî beyanla da adeta destanlaştırmaktadır:

مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلاً

“Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi; kimi de şehitliği (sıranın kendisine gelmesini) gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (Ahzâb, 33/23)

*Evet, bazıları verdikleri sözün gereğini yerine getirdi, bazıları da beklemeye durdular: “Acaba bize ne zaman sıra gelir?!.” Ashâb-ı Kirâm dönemi itibarıyla, insanlar, Mus’ab bin Umeyr, Abdullah ibn-i Cahş, Sa’d ibn-i Rebi’, Mikdat bin Amr gibi sahabîlerin, atlarını mahmuzlayıp adeta ateşin üzerine sürüyor gibi yiğitçe gittiklerini görünce “Acaba bize ne zaman sıra gelir?” dediler. Bu “Bize ne zaman sıra gelir?!.” düşüncesi, kıyamete kadar, o rehberlerin arkasında yürüdüğüne inanan insanların genel mülahazasıdır.

Cennet, Rüyet, Rıza ve Rıdvan yolunda, değil sair musibet, ölüm de cana minnet!..

*Hazreti Câbir şöyle anlatır: “Uhud günü babam yüzü örtülü olarak getirilmişti. Üzerindeki örtüyü kaldırdım. Müşrikler, burnunu ve kulağını kesmişler ve onu tanınmaz hâle sokmuşlardı. Kendimi tutamayarak ağladım! O sırada halam Fâtıma da geldi. Feryat edip ağlamaya başladı. Onu teselli etmek için Rasûlullah şöyle buyurdu: Ne diye ağlıyorsun?! O şehit kaldırılıncaya kadar melekler onu kanatlarıyla gölgelendirmekten geri durmadılar.” Peygamberimiz, Hazreti Abdullah’ın Amr bin Cemuh’la (radıyallahu anhüm ecmaîn) birlikte defnedilmesini emretmiş, “Bunlar hayattayken birbirlerini seven en iyi iki dosttu.” buyurmuştu.

*Bir gün İnsanlığın İftihar Tablosu, Câbir bin Abdullah’ı mahzun görmüştü: “Ey Câbir, ne oldu sana? Seni üzgün ve kalbi kırılmış görüyorum.” dedi. Hazreti Câbir de “Ey Allah’ın Rasûlü, babam şehit oldu!” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz şu müjdeyi verdi: “Baban şehit olunca Allah onu huzuruna aldı ve ona ‘Ey kulum, dile Benden, dilediğini sana ihsan edeyim!’ buyurdu. Baban da ‘Ya Rabbî, ben Sana hakkıyla kulluk edemedim. Beni dünyaya geri göndermeni, Peygamberimin yanında savaşıp Senin uğrunda bir kere daha şehit olmayı dilerim!’ dedi. Allah da, ‘Ben şehitlerin geri dönmeyeceklerine hükmettim.’ buyurdu. Sonra baban ‘Öyleyse ya Rabbî, bunu geride kalanlara ulaştır.’ deyince Cenâb-ı Hak onun isteğini kabul buyurdu.” Bu hadise üzerine şehitlerle ilgili âyet-i kerimeler vahyolundu.

*Bedir Harbi bütün şiddetiyle devam ederken Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştu: “Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bugün Allah’ın rızasını umarak, sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak cennetine koyacaktır!” Ensardan Umeyr b. Humam Hazretleri, elinde hurmasını yerken Rasûlullah’ın bu müjdesini işitti ve “Ne iyi, ne iyi! Cennet’e girmek için şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş!..” diyerek elindeki hurmaları yere attı ve hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve ahiret hayatının ehemmiyetine dair müessir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş, o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, birçok müşriği öldürdükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.

Adanmış ruhlar hak yolda seferberlik çağrısını duyar duymaz iki elleri kanda da olsa koşarlar!..

*Sahabe-i kiramdan Hazreti Hanzala bin Âmir evlendiği gecenin sabahında Uhud Harbi için Rasûlullah’ın çağrısını duymuştu. Hemen koşup orduya yetişmiş ve derken Uhud’da şehit olmuştu. Cihad emrini duyunca gusletmeye dahi vakit bulamamış bu insan hakkında İki Cihan Serveri “Birinci kat semada teneşir tahtası kuruldu.. ve Hanzala’nın nâşı orada melekler tarafından yıkandı…” buyurmuştu. Evet, Allah Rasûlü’nün emrine itaatte zirveyi tutanlara Cenâb-ı Hak ayrı bir teveccühte bulunur; bundan dolayıdır ki Hazreti Hanzala’nın nâşı meleklerce yıkanmıştır ve o aziz sahabi tarihe “Gasîletü’l-melâike” (meleklerin gusül yaptırdığı insan) unvanıyla kaydolmuştur.

*Bugüne kadar yapılanları Cenâb-ı Hak size avans olarak verdi. Şimdiye kadar verdikleri bundan sonra lütfedeceklerinin referansıdır. El verir ki, siz doğru bildiğiniz yolda yürüyün. Tabii ki, bunca felaketlere rağmen hala ayakta durmanız, şeytanları şirazeden çıkarıyordur; nam-ı celil-i Muhammedî’nin dünyaya yayıldığını gören şeytan, yeryüzündeki avenesini üzerine salacaktır. Hatta sizin önünüzü kesmek için 24 saat mesai yapıyor ve yaptırıyordur. Şu halde siz de mesainiz sekiz saatse onu on sekiz yapmaya bakmalısınız.

*İyiler iyilikleriyle yâd edilecekler, siz yâd-ı cemîl olacaksınız; kötüler kötülükleriyle, zalimler zulümleriyle, yalancılar yalancılıklarıyla, müfteriler iftiralarıyla, zift medyası da kendi ziftleriyle yâd edilecekler ve yâd-ı kabîh olacaklar.

*“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Allah nurunu tamamlayacaktır isterse münafıklar ve zalimler bunu kerih görsünler. Bir meşale ki Allah yakmış, onu kimse söndüremez. Lâ yentafî; sönmez ve söndürülemez.

*“Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer inanıyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i İmrân, 3/139) Hiç endişeye kapılmadan açılın yeryüzünün dört bir yanına. “Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez.” diyen Hazreti Mevlânâ’nın mesajını almış insanlar olarak, ellerinizdeki ışık kaynaklarıyla nur saçın bütün dünyaya.

505. Nağme: Mü’minlerin Temsil Fakirliği

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Mü’min, her zaman emniyet, güven, doğruluk, sadakat, sulh ve huzurun temsilcisi olmalıdır.

*İman; “emn ü emân” kökünden türetilmiş; inanmak, güven vaad etmek, başkalarının emniyetini temin etmek ve emin, güvenilir, sağlam olmak mânâlarına gelen bir kelimedir. Allah’a inanmak, O’nu tasdik etmek ve doğrulamak, vicdanî itiraf ve kalbî iz’anda bulunmak da bu mübarek kelimeye yüklenen mânâlardan sadece birkaçıdır.

*İman edene mü’min denir. Mü’min, diğer insanlara emniyet ve güven vaad eden, elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu insandır. Emin ve güvenilir olma manasına emanet, bir Peygamber sıfatıdır.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in hayatına ve ahlakına baktığımızda, O’nun tam bir emniyet ve güven insanı olduğunu görürüz. Emin olma, emanete hıyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda imanın sâdık temsîlcisi olma gibi hususlar O’nun şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Zaten, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de “Mü’min”dir. Çünkü O, güven kaynağıdır. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar.

*Lügat itibarıyla “silm” ve “selâmet” kökünden gelen “esleme” fiilinin ism-i faili olan “müslim” kelimesi, “kendini Hakk’a teslim eden kişi” mânâsına geldiği gibi, “selâmete erdiren, esenliğe çıkaran, karşılıklı emniyet ve barış tesis eden insan” mânâsına da gelmektedir. Bu açıdan, “Müslüman” dendiğinde, “Allah’a teslim olan, bundan dolayı O’nun emir ve nehiylerine hassasiyetle riayet eden ve böylece kendisini selamet atmosferi içinde tutan insan” akla gelmelidir. Ayrıca, “başkalarının da ondan gelecek şeyler karşısında selamet ve güven içerisinde bulunduğu, barış ve emniyetin temsilcisi, emanette emin insan” mânâsı anlaşılmalıdır.

Allah Rasûlü’nün temsili tebliğine denk idi, belki onun da önündeydi.

*Dini anlatmak ve din esaslarını başkalarına sunmak her dönemde farklı şekillerde ve değişik yollarla olabilir. Belli şartlar altında ve zamanın değişmesiyle, tebliğ yol ve usulleri de değişebilir. Belki değişmeyen tek esas vardır; o da, tebliğin temsille derinleştirilmesi; yani tebliğin yanında, tebliğ edilen şeyin temsil edilmesidir.

*Temsil, insanın deyip anlattıklarını kendi hayatına tatbik etmesi, önce kendisinin yapmasıdır. Peygamberlerin önemli bir vasfı tebliğdir. Tebliğ, nebinin Allah’tan aldığı vahyi başkalarının sinelerine ifâza etme vazifesidir. Bu çok önemli, baş tacı bir misyondur fakat buna denk, belki onun da önünde temsil, yani duyurduğu, bildirdiği hakikatleri kendisinin de milimi milimine yaşaması gelmektedir.

*Allah Rasûlü, emir ve tebliğ buyurduğu her hususu önce kendi hayatına tatbik ediyor, onu haliyle gösteriyordu. Mesela, insanın mükellef olduğu farzlar için, Hazreti Pîr’in de ifade ettiği gibi, abdest ile beraber günde bir saat kâfidir. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, bize mükellefiyet adına teklif buyurduğu bu ibadetlerin on katını yapıyordu. Ümmetine objektif mükellefiyeti emrediyor ve kimseyi farzların ötesine zorlamıyordu ama kendisi ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu.

*Evet, Allah Rasûlü sabahlara kadar namaz kılardı. Hücre-i Saâdet o kadar dardı ki, -o hücreye canlarımız kurban olsun- Efendimiz’e rahat secde edecek kadar bile yer kalmazdı. Âişe Validemiz’in naklettiğine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gece namaza durduğunda dakikalarca kıyam ve kıraatte bulunur, secde edeceği zaman eliyle Hazreti Âişe’nin ayaklarına dokunur ve ancak o mübarek Validemiz ayaklarını çektikten sonra oraya secde edebilirdi.

Günümüzde inananların başındaki en büyük bela hal ve temsili yitirmiş olmalarıdır.

*Bizim birkaç asır evvel yitirdiğimiz husus hal ve temsildir. Militarist bir düşünceyle, meseleyi şekle bağladık. Bir sosyoloğun dediği gibi, kültür Müslümanlığına takıldık.

*Çok tekerrür eden bir mülahazamız var: Ezkaza sizler bir kilise ya da bir havra haziresinde neşet etseydiniz, sonra da bir rasathaneden veya çok uzakları gösteren bir dürbünle âlem-i İslam dediğimiz şu mezar-ı müteharrik bedbahtların diyarını seyretseydiniz, Müslümanlığı tercih, takdir, tebcil adına içinizde bir duygu uyanır mıydı?!.

*Demek ki, şekle ve surete takılıp kalmamız sadece bize zarar vermiyor, aynı zamanda İslam’ın nurundan istifade edebilecek insanlara da mani oluyor. Bu açıdan da dünyanın bir kısım batıl düşünceler içinde bata çıka yürümesine sebebiyet veren hususların başında İslam dünyasındaki hal ve temsil fakirliği sayılabilir. Hal ve temsili yitirmemiz en büyük beladır bizim için.

*Urve bin Zübeyr hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca teyzem Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor (bazı rivayetlerde ve belki başka zamanlarda farklı ayetleri sürekli okuduğu da nakledilir); bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor, ağlıyor ve adeta gözyaşlarıyla yüzünü yıkıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”

“Selahaddin-i Eyyûbîlerin, Fatihlerin yurdu…” O yurt böyle mi olmalıydı?!.

*Haçlı seferlerinin başındaki insanlardan biri olan İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard kötülük duygusuyla dopdolu şekilde gelip savaşmış olmasına rağmen ülkesine dönünce, “Selahaddin’den insanlık öğrendim.” demişti.

*Merhum Mehmet Akif, Selahaddin-i Eyyûbî ile Fatih’i bir mısrada, bir sırada zikreder, “Selahaddin-i Eyyubilerin, Fatihlerin yurdu…” der. O yurt böyle mi olmalıydı? Birbirini yiyen canavarlar gibi insanlarla mı dolmalıydı?

*Selahaddin-i Eyyûbîlerin, Fatihlerin yurdu Yezidlere, Haccaclara kaldıktan sonra, elbette ki onlar kendilerine göre SS’ler oluşturacaklardır. Onları kışkırtacak, samimi ve yürekten Müslümanların üzerine salacaklardır. Bu canavarlığı gören ve bu tabloyu bütün şenaat ve denaetiyle müşahede eden siz olsanız, ne dersiniz Allah aşkına?!. Vicdanlarınızı yoklayın. Bu manzara karşısında Müslümanlık adına bir tercihte bulunmayı düşünür müsünüz? Vebal kime ait? Emniyeti zir ü zeber (altüst, darmadağın) edenlere.. silm ü selâmı zir ü zeber edenlere!..

Dünyada “tebliğ” ve “temsil”den daha büyük ve daha mukaddes bir vazife yoktur.

*Her şeye rağmen, bize düşen, bütün benliğimizle bir kere daha Allah’a yönelmek, yüce mefkûremiz adına hareket etmek ve kusursuz bir sa’y ü gayretle gerilmektir. M. Akif ne hoş söyler:

“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı,

Ne sandın! Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?

Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı;

Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!

Ne yaptın? ‘Leyse li’l-insâni illâ mâ-seâ’ (Necm, 53/39) vardı!..”

*Din-i mübîn-i İslâm’ı tanıtmak, Allah’ı, Peygamber Efendimiz’i, Kur’an’ı, iman esaslarını ve İslâm’ın şartlarını söz ve hal ile anlatmak bir mü’minin en önemli vazifesidir. Dünyada “tebliğ” ve “temsil” dediğimiz bu işten daha mukaddes bir vazife yoktur. Eğer ondan daha kutsal ve Allah indinde daha makbul bir vazife olsaydı, Allah en sevdiği kullarını o vazifeyle yeryüzüne gönderirdi ve onu en önemli kurbet vesilesi kılardı. Oysa Cenâb-ı Hak, peygamberlerini tebliğ vazifesiyle gönderdi ve onları Kendine en yakın kullar yaptı.

496. Nağme: “Siz Kıvamınıza Ve Yürümenize Bakın!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları ifade etti:

Temsil dili ve hâl şivesi, Firdevsî’nin destansı beyanlarından daha beliğdir!..

*Temsilde öyle bir güç vardır ki, Firdevsî’nin beyanıyla kitaplar yazsanız ve o büyüleyici ifadelerle insanlara sunsanız, hâl ile ortaya konan temsilin bir damlacığı kadar tesir etmez. Şayet bugün dünyanın değişik yerlerinde sizin değerlerinize karşı saygı duyuluyor ve soluklarınız adeta oksijen gibi yudumlanıyorsa, bu belli ölçüde hâl ve temsile bağlıdır.

*Hâlde ve temsilde kaybeden kimseler, o boşluğu demagojilerle, diyalektiklerle, yalanlarla, iftiralarla ve nefsi tezkiye etmelerle doldurmaya çalışırlar. Fakat yalanla hakikatin boşluğunu doldurmak mümkün değildir. Binlerce yalan, tırnak ucu kadar bir hakikatin boşluğunu dolduramaz.

*İslamiyet muameleden ve hâlden ibarettir. Hâlde kaybedenler, ne kadar büyük iddialarla ortaya atılırlarsa atılsınlar, kendi kendilerini aldatıyorlar demektir.

*Biz her zaman hem dünya hem de ahiret için “hasene” niyaz ederiz;

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Ey bizim kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik (hasene) ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver.. ve bizi cehennem ateşinden koru!..” (Bakara, 2/201) deriz. Şu kadar var ki, başımıza bela ve musibet geldiğinde de onu yürüdüğümüz yolun kaderi ve hakkaniyetine emare sayarız.

Rica ederim, “Bu musibet, benim günahlarımdan dolayı oldu!” diyen kaç insan gösterebilirsiniz?

*Her problem akabinde başkalarını suçlar, kabahatleri ona-buna yükler durursak, vazifemizin dışında işlere girişmiş olur ve dağınıklıktan bir türlü kurtulamayız. Bu açıdan da bize düşen vazife, her şeyden önce kendimize bakıp kendimizi düzeltmeye çalışmamızdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide, 5/105) Evet, bu âyetin mânâsı, “Başkalarına hiç karışmayın, siz sadece kendinize bakın!” demek değildir. Aksine âyetten anlaşılması gereken mânâ, başkalarının dalâlet ve sapıklıklarını gidermeye çalışırken, yanlışlıklarını görüp konuşurken insanın kendisini unutmaması, şahsî muhasebeyi asla ihmal etmemesi ve önce nefsinin kusurlarını düzeltmeye çalışmasıdır.

*Hemen her musibet, bir yönüyle insanın kendisinde başlar, onun boşluklarında beslenip boy atar; zamanla büyümesini tamamlar ve gün yüzüne çıkar. Bu açıdan, gerçek sebebi arama ve bulma yolunda atılması gereken ilk adım insanın kendisini sorgulamasıdır. “Bu musibet, benim yüzümden meydana geldi; buna benim tutarsızlığım ve Allah’la münasebetteki kopukluğum sebebiyet verdi!..” diyerek, musibeti, iradenin hakkını veremeyişe bağlamak ve hemen istiğfara sarılmak mü’mince bir tavırdır. Hani Türkiye’de bir sürü -el âlem “tabiî âfet” diyor- “ilâhî âfet” meydana geliyor. Rica ederim “Bu, günahlarımdan dolayı oluyor!..” diyen kaç tane insan gösterebilirsiniz?!. Oysa herkesin, şahsî, ailevî ve içtimaî hayatı itibarıyla farklı farklı sorumlulukları vardır. İnsanların kimisi aile, kimisi mahalle, kimisi nahiye, kimisi şehir, kimisi de kocaman bir ülke genişliğinde sorumluluğa sahip olabilir. Her dairenin problemi öncelikle onun sorumlusuyla ilgilidir; bir ülkenin maruz kaldığı musibetler de bir yönüyle o ülke için söz sahibi olan insanlar yüzündendir.

“Allahım, ümmet-i Muhammedi (s.a.v.) benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki: “Hazreti Ömer’i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım, ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*Kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer’e müracaat etmişti. Yağmur duasına çıkmasını istemişlerdi. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas’ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle!..” dedi. O’nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas’ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver!” Sahabe diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer’in bu tavrı, öncelikle mahviyet ve tevazuundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas’a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk’ın muradı görmesinin neticesiydi.

*İmam Şafii Hazretleri buyurur ki: “Sen kendini Hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

*Evet, insan, nefsini problemlerin asıl kaynağı görmelidir ki bu, aynı zamanda zımnî nedamet, tevbe ve istiğfar sayılır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, kaldı ki Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 42/30) denilmektedir.

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) mescidde hançerlenince alıp evine götürdüler. Herkes başucundaydı ve hıçkırıklar boğazlarında düğümlenip kalmıştı. Hazreti Ömer, “Oğlum! Git, Hazreti Âişe’ye benden selâm söyle. Fakat sakın, ‘Emirü’l-Mü’minînin selâmı var.’ deme. Zira şu anda ben Mü’minlerin Emiri değilim. ‘Ömer senden, iki arkadaşının (Peygamber Efendimiz ve Hazreti Ebû Bekir) yanına defnedilmek için müsaade istiyor.’ de.” Abdullah İbn Ömer, babasının emrini yerine getirmiş, Hazreti Âişe’nin evine gitmiş ve onu bir köşede oturmuş ağlıyor bulmuştu. Ona babasının arzusunu söyleyince, Hazreti Âişe Validemiz, “Vallahi, orayı ben kendim için düşünmüştüm ama Ömer’i nefsime tercih ederim!” deyivermişti. Oğlu bu müjdeli haberle dönüp babasını müjdeleyince, Hazreti Ömer çok rahatlamış ve dudaklarından şu cümle dökülmüştü: “Vallahi, işte benim arzum buydu!”

Bir insan kendi kusurlarını görmezse, bu maraz onu sürekli kusur arayan bir paranoyak haline getirir.

*Urve Hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli -bir rivayette- “Bizzat işleyip kayıtlarına geçen kötülükler, (kazandıkları günahlar) önlerine dökülür ve alay edegeldikleri gerçekler kendilerini her taraftan sarıverir.” (Zümer, 39/48) -diğer rivayette- “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor; bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor ve ağlıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince ben biraz sıkıldım ve daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Geri döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”

*Hafizanallah, bir insan kendi kusurlarını görmezse, bu maraz onu sürekli kusur arayan bir paranoyak haline getirir. Kendi kusurlarını görmeyen zavallı kusur-zâde birilerine kalkar “paralel” der, birilerine kalkar “terör örgütü” der; müdde-i umumi (savcı) gibi elin âlemin kusurlarını araştırır: “On sene evvel ne demişti, ne söylemişti? Bu sözden ne çıkar? Hele bir kitaplarını karıştırın, bakalım elini-kolunu bağlayacak bir şey bulabilir miyiz?” İşte, insan kendine bakmayınca ve kendi kusurlarını görmeyince, şeytan onu bu türlü densizliklere sürükler; farkına varmadan o da kendini densizliğin çağlayanına salınca, bir daha da geriye dönmeye fırsat bulamaz.

*Allah’a mülâki olma ve O’nu hoşnut etme yolunda “Hel min mezid – Daha yok mu?” âbidesi olmaya bakmalısınız. Şayet iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhani, aşk u iştiyak adına “Hel min mezid – Daha yok mu?” kahramanı olmazsanız, siz hiç farkına varmadan, şeytanın dürtüleriyle bir dünya hel min mezid zavallısı haline gelirsiniz. O zaman dünya hesabına “Daha yok mu?” der durursunuz: Bir filo daha, bir yalı daha, bir yat daha, bir araziyi kapama daha, biriyle bir irtikâba, irtişâya, ihtilâsa girme daha, mutlaka bir şeyler kotarma, koparma, elde etme daha… Kıbleni tayin edememişsen, ne tarafa yöneleceğini bulamamışsan, neyin arkasından koşacağını bilememişsen, bütün hayat boyu beyhude koşmuş olursun.

Yeni yetmelerin tahribatı ülkenin anahtarlarını başkalarına vermek kadar korkunç bir denâet ve şenâet ifadesidir.

*Allah’a şükürler olsun, Hakk’a adanmış ruhlar, rıza yolunun “Hel min mezid” abideleri oldular. Cenâb-ı Allah da onları te’yid buyurdu ve dünyanın hemen her yanında bir mum tutuşturmaya muvaffak kıldı. Milletimizin ekseriyeti ve onu idare edenlerin çoğu da yapılan hizmetleri hep desteklediler. Gittiği her yerde devlet başkanlarına “Ben bu arkadaşlara kefilim.” diyen Turgut Özal başta olmak üzere, belki elli yere referans mektupları yazan Süleyman Demirel ve Türkçe’nin Amerika’da bile öğretiliyor olmasının sevincini yaşayıp alakasını hiç eksik etmeyen Bülent Ecevit gibi rical-i devlet, meseleye sahip çıktılar. Bu arada Abdullah Gül beyin bir-iki yere telefon ettiğini de şayan-ı şükran olarak yâd etmeliyim.

*Bunlara rağmen, yeni yetme bazı kimseler arkadan geldiler, milletimizin tarihinde çok farklı formatta ortaya konan böyle mükemmel bir açılımı yıkmak için adeta savaş ilan ettiler. Adeta savaş ilan ettiler ve her tarafta “Aman bu okulları kapatın, buralarda hainler yetişiyor!” dediler. Sanki yirmi senedir nabız tutan, kalb dinleyen dünya insanları ahmak!.. Sanki Amerikalılar ahmak, İngilizler ahmak, Almanlar ahmak, Afrikalılar ahmak; bütün devlet başkanları ahmak!.. Sanki sadece üç-beş tane yeni yetmenin aklı eriyor da “Sakın bunlara fırsat vermeyin; aman vermeyin ve bunların hakkından gelin!” dediler. Hâlbuki bu korkunç tahribat ülkenin anahtarlarını başkalarına vermek kadar bir denâet ve şenâet ifadesidir.

*Kudsî bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَـمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلٰى قَلْبِ بَشَرٍ

“Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurlarını aşkın şeyler hazırladım.” 

*Hadis-i şerifte işaret edilen o lütuflarla serfiraz olmak istiyorsanız, günlük dedikodulardan uzak kalarak kendi kıvamınıza ve yolunuzda yürümenize odaklanmalısınız. Mevcut sıkıntılarda alternatif yollar oluşturarak, istemeyenlere rağmen, nerede, nasıl ve hangi yolla yürümek gerektiği üzerinde yoğunlaşmalısınız. Nam-ı celil-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmadığı ve Anadolu insanının bin senelik kültür değerlerini götürmediğiniz bir yer bırakmamaya bakmalısınız. Dünya kardeşliği adına gittiğiniz her yere tohumlar saçmalısınız. Yeryüzünün dört bir yanında açtığınız okullar başağa yürüdüğü ve ser çekip ağaçlar halinde salınmaya durduğu gibi, bir gün geriye dönüp bakacaksınız ki bugün ektiğiniz tohumlar da başağa yürümüş, Söğüt’teki söğüt gibi ser çekmiş, dal budak salmış, bütün cihanı gölgesi altına almış ve herkese huzur, sulh u salah solukluyor…

Bamteli: İman Zaafı ve İslam’ın Gurbeti

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları dile getirdi

Doğruyu doğru, eğriyi eğri görmek ancak O’nun nuruyla mümkündür!..

*Bütün hatalarımızın arkasında O’nun aydınlatmasıyla aydınlanmama var. Göklerin ve yerin nuru O’ndan. Kur’an-ı Kerim, doğrudan doğruya “Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur.” (Nur, 24/35) diyor. O’nunla irtibatı olduğu ölçüsünde insan tenevvür eder; doğruyu doğru görür, eğriyi eğri görür. O’ndan uzaklaştığı ve koptuğu ölçüde de çok defa eğrilere “doğru” der, doğrulara da “eğri” der. Öylelerinin ne doğrusu bellidir, ne de eğrisi bellidir. Şayet onlar bir de toplumun önünde, serkâr, rehnümâ, pîşuvâ konumunda iseler, yığınlar yanlışı, doğruyu tefrik edemeden arkalarında sürüklenir giderler.

*Öyle kimselerin tahribâtı kâfirin tahribâtından daha tehlikelidir. Çünkü iman zaafı ve imanı doğru anlayamama sebebiyle onlar münafık tavrı sergiler ve hep ikiyüzlülük yaparlar. Çok farklı diller konuşurlar; dün dediklerini bugün yalanlarlar, bugün söylediklerine de yarın başka türlü izahlar getirirler. Bağışlayın, halk ifadesiyle, kıvırır dururlar, sürekli çark yaparlar.

*Günümüzde İslam dünyasında çok ciddi bir iman zaafı yaşanmaktadır. Hususiyle gözlerin üzerinde olduğu ülkelerdeki bu zaaf, dinin tahrip edilmesine yol açmaktadır. Mesela Türkiye’de böyle bir iman zaafı yaşanıyorsa, söz gelimi, çalıp çırpma, rüşvet alıp verme gibi günahlarda mahzur görülmüyorsa, hatta diyalektik nev’inden bir kısım izahlar getirilerek günahlar meşru gibi gösteriliyorsa, artık iş şirazeden çıkmış, kitleler aldatılmış ve Müslümanlık tahribata uğratılmış demektir.

Günümüzde din garip, diyanet garip!..

*Bugün Müslümanlık öyle bir talihsizliğe maruzdur. İslâm, onu doğruluğuyla, hususiyetleriyle, arka planıyla bilmeyen insanların elinde yetimdir, öksüzdür. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis mecmualarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığıyla yer alan bölümlerdeki beyanlarında âhir zamanda dinin bir gurbet yaşayacağından bahsediyor. Fitnelerin ve cinayetlerin çağlayan haline geldiği o dönemde gerçek din ruhunu ihya edecek insanlara da müjdeler çekiyor.

*Evet, insanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki din gariptir, diyanet gariptir. Emin ellerde değildir. Söz sahibi kimseler diledikleri gibi onda tasarruf yapıyorlardır; kesiyor, biçiyor, kendi hevesât-ı nefsâniyelerine göre ona bir şekil veriyorlardır. Gayr-i meşru şeyleri yakıştırıyor ve olmayacak şekilde onu yamalıyorlardır. Dini/diyaneti hüviyet-i asliyesine göre ihya etme yerine, kendi hevâ ve heveslerine göre bir kalıba sokuyor ve onu öyle sunuyorlardır. Böyle kimselerin ellerinde din gariptir.

*Böyle bir dönemde dinine yürekten sahip çıkan insanlar da birer gariptir. Her yerde onlara saldırırlar, diş gösterirler, salya atarlar. Gezdikleri her yerde “Aman, yıkın bunları, iflah etmeyin! Aman söndürün bunların ışığını!” derler.

Müjdeler olsun ıslah ehli gariplere!..

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz şöyle buyurur:

بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ

“İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!”

*Dindar olmayan olmayabilir; “Ben laikliği Fransızların anladığı manada anlıyorum!” diyenler diyebilirler. Onların da kendi düşünce ve inanç dünyalarına göre bir hayatları vardır. Onlara bir şey demeye hakkımız yoktur. Fakat bazı kimseler “din” dedikleri, “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yolu” dedikleri, “Hulefa-yı Raşidîn’in yolu” dedikleri halde onu tahrip ediyorlarsa, buna hakları yoktur. Beddua etmek tabiatıma uygun değil ama diyeceğim; Allah, böylelerinin kollarını, kanatlarını kırsın!.. Çünkü Müslüman göründükleri ve “Onu ikâme edeceğiz, toplumun temel düşüncesi haline getireceğiz; herkes ona göre yaşayacak!” dedikleri halde, şayet haram-helal tefrik etmiyorlarsa, gırtlaklarına kadar levsiyât içinde yaşıyorlarsa, bohemlikten sıyrılamıyorlarsa, fuhşiyâtı “mut’a nikâhı” adı altında tecviz ediyorlarsa, hatta bazıları itibarıyla bunu Kur’an-ı Kerim’in tefsiri içine sokmaya çalışıyorlarsa, bunlar öyle korkunç tahribâttır ki, zannediyorum, kâfirler bu ölçüde bir tahribâtta bulunmamışlardır.

*Onun için, bu işe gönül vermiş insanlara düşen vazife, oturup kalkıp hep dinde takviyeye gitmek ve iman zaafını bertaraf etmektir. Hakiki mü’min, bir arpa ağırlığında haramı, bilerek ağzına koymaz. Şayet bir arpa ağırlığında haramı ağzına koyuyorsa, millete hizmet unvanı altında bir kısım çıkarları hedeflemişse, bir yönüyle hizmetini o türlü menfaatlere bağlamışsa ve bunlara rağmen “Ben Müslümanım!” diyorsa, yeminle diyeyim bunu, o münafığın ta kendisidir. Zaten hizmetlerini şahsî menfaatlerine bağlamış kimselerinin kalıcı bir şey ortaya koymaları mümkün değildir. Değil ihya hareketini gerçekleştirmeleri ve millete faydalı olmaları, ortaya kalıcı bir şey koymaları dahi mümkün değildir. Onlar dün koyuyor gibi oldukları şeyleri daha sonraki tahribat ahlaklarıyla yerle bir ederler.

Halimiz Ashâb-ı Kirâm’ın haline uyuyorsa hakiki Müslümanız demektir; yoksa, yalan söylemeyelim!..

*“Hal ile halledilmedik hiçbir mesele yoktur” sözü sabit bir gerçektir. Temsilin te’siri, dünya kadar kitap okumaktan daha müessirdir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun en müessir yanlarından biri, belki en başta geleni, tebliğin yanındaki engin temsîlidir.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vessellam) efendimiz ve Raşid Halifeler (radıyallahu anhüm ecmaîn) arkada dünya namına bir şey bırakmadıkları gibi idareci olarak yakınlarını da tavsiye etmediler. Mesela, çevresindekiler Hazreti Ömer’e oğlu Abdullah’ı tensip etmesini söylediler. Hazreti Abdullah dâhi bir insandı. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu adım adım takip edenlerdendi. Abâdile-i Seb’a (Abdullah isimli yedi âlim sahabe) arasındaydı, belki onların serkârıydı. Halk “Ya Ömer, Abdullah!..” deyince, o, sırtından hançer yemiş bulunduğu, kanlar içinde ruhunun ufkuna doğru adım adım yürüdüğü ve Allah’a mülâki olacağı esnada, latifevârî şöyle diyerek meseleyi adeta savmıştı: “Bir evden bir kurban yeter!..” Kendisine yakın birinin, yerine geçmesini katiyen istememişti. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimiz de istememişlerdi.

*Müslümanlık diyorsak ve onların yolunda olduğumuzu iddia ediyorsak, hallerimizle hallerini mukayese edelim. Halimiz onlarınkine uyuyorsa, hakikaten Müslümanız demektir; yoksa rica ediyorum, yalan söylemeyelim. Aksi halde yalan söylüyoruz, Müslümanlığa iftirada bulunuyoruz ve farkına varmadan onu tahrip ediyoruz demektir.

İnkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında ayakta kalabilmek için taklidî iman yetmez, tahkîkî iman lazımdır.

*İnsanlarda dinî duygu ve düşünce, öncelikle telkinle başlar, sonra da taklitle benimsenir ve yaşanmaya devam eder. Belki hepimizin mebde-i hayatına inilse, çocukluk dönemine gidilse bir ilmihal bilgisi mahiyetinde Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere imanın yanında kelime-i şehâdet getirmek, namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinin temel rükünlerinin bizlere telkin edildiği, bizim de onları taklitle alıp zamanla benimsediğimiz görülür. Usûlüddin uleması (kelâmcılar), bu şekilde taklitle kazanılan inancın bile insanı kurtaracağını söylemiş ve bunu ıstılahî ifadesiyle, “Taklidî iman makbuldür.” şeklinde ifade etmişlerdir. Fakat her ne kadar böyle denmiş olsa da, inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında imanın ayakta kalabilmesi için taklitle benimsenen bu mülâhazaların, daha sonra altlarının doldurularak sağlam bir blokaja oturtulması ve içte hazmedilip sindirilmesi gerekir. Zira taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla elde edilenlerin kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür.

*Belki günümüzdeki bu iman zaafının, Allah’tan kopukluğun ve Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) fersah fersah uzak bulunuşun arkasında bu taklit vardır. Bu açıdan da evvela imanın amelle, nazarî bilginin aksiyonla takviye edilmesi lazımdır. Sonra ikinci derecede, yaptığı amelleri şuurluca yapmak gelir. Bunun üzerinde ısrarla durmak lazımdır. Şayet iman, marifetle taçlandırılmazsa, insan yol yorgunluğundan kurtulamaz; sürekli imanı heceleyip dursa da onun semerelerine ulaşamaz.

*Evet, iman, “vicdan kültürü” şeklinde de ifade edebileceğimiz marifet ile taçlandırılmalıdır. Ondan sonra bir aşk ve Allah’la münasebet dönemi gelir. Biliyorsanız, O’nu çok seversiniz. Bilen sever; bilmeyen sevemez. İyi biliyorsanız, içinizde O’na mülâkî olma iştiyakına kadar meseleyi götürebilirsiniz.

“Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete, ahiret kadar değer ver! Ehh bu arada dünyadan nasibini de unutma!..”

*Dünyaya dünyalığı ahirete de ebedîliği ölçüsünde teveccüh etmek lazımdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا

“Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; ehh bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas, 28/77) Bu âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret yurdunu ara” derken “ibtiğâ” fiilini kullanıyor ki bu, “Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete, ahiret kadar değer ver!” demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de “nasibi unutmama” esasına bağlı kalınmalıdır.

*İnsanlar çok kitap okuyabilirler, çok kitap yazabilirler, belki çok güzel şeyler de konuşabilirler. Fakat imanlarını marifetle taçlandırmamışlarsa, marifetlerine muhabbet sorgucu takmamışlarsa, muhabbetlerini aşk u iştiyaka çevirememişlerse, bu mevzuda bir “Hel min mezîd – Daha yok mu?” kahramanı olarak yaşamamışlarsa, bir de dünyada bata çıka yürüdükleri halde mümin olduklarını iddia ediyorlarsa, yalan söylüyorlar demektir. Kur’an-ı Kerim, kuru bilgi, faydasız malumat ve amele dönüşmeyen nazariyat insanlarını “tıpkı ciltlerle kitap taşıyan bir merkebe” benzetir. (Cuma, 65/5) Ziya Paşa’nın şu sözü de bir yönüyle aynı hakikati ifade etmektedir: “Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma? / Zer-dûz pâlân ursan, eşek yine eşektir.” Yani; özü kötü olan insanlara hiç giydiği üniforma (işgal ettiği makam) şeref verir mi? Nitekim sırtına altın semer vursan da eşek yine eşektir.

“Sen bilin Allahım!..”

*Günümüzde, Müslüman göründükleri halde münafık gibi davranan kimseleri, kâfirden daha tehlikeli buluyorum. Yalan söyleme, Müslümanlığı hakiki hüviyetiyle temsil eden insanlara iftirada bulunma, “Beni arkamdan hançerlediler” deyip din-i mübin-i İslam’ı dünyanın dört bir yanına götüren insanlara her gün ayrı bir bühtanla çamur atma… Bunlar o kadar korkunç şeylerdir ki, zannediyorum, koyu kâfir olanlar din-i mübin-i İslam’a bunları yapanlar kadar ihanet etmemişlerdir.

*Liyakatleri bulunuyorsa, istidatları varsa ve murad-ı sübhanî de o istikametteyse, Cenâb-ı Hak en yakın zamanda onları da hak ve adalete hidayet buyursun, kalblerine merhamet ve yumuşaklık versin. “Allahümme leyyin kulûbehum – Allahım onların kalblerini yumuşat!” şeklinde hep dua ettiğimiz üzere, Allah onlara lüyunet (kalb yumuşaklığı) versin ve Müslümanlığa yürekten sahip çıkmış Hizmet insanlarını onlara sevdirsin. Şayet buna liyakatleri yoksa, bir yönüyle kirlenmişlerse, hakikati parçalamış, onu hüviyet-i asliyesinin dışında değişik şekillerde yorumlamış ve farklı göstermişlerse, ne yapalım, o halde bize şöyle demek düşüyor: “Allahım, o zaman bu insafsız nâdânları Sana havale ediyoruz!..” Anadolu’da bazı yerlerde kullanılan ifadeyle diyelim: “Sen bilin Allahım!..”

Allahım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver!..

*İlâhî esrâra âşina olanlar, kendi ruh aynalarının kabiliyeti nisbetinde varlığı temâşâ ederken kâh İmam Rabbânî hazretleri gibi “şühûd”dan bahsederler, kâh Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi “vücûd” mülahazalarını seslendirirler. Herkesin bir kemâlât arşı vardır ve herkes istidadı ölçüsünde zirvelere yükselir. “Herkesin istidadına vâbestedir âsar-ı feyzi / Ebr-i nisandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.” (Anonim) Herkes vicdanının enginliği ve inkişafı ölçüsünde esrâr-ı ilahiyeyi farklı şekilde duyar ve zevk eder. İmam Rabbânî hazretleri “Ben vücud rasathanesini çok gerilerde bıraktım, geçtim onu!” der. Bir başkası -mesela Hazreti Bediüzzaman- ise, “Ben o şühûd mertebesini de çok gerilerde bıraktım, geçtim; asıl meslek gayba imana bağlı sahabe mesleği ve Kur’an yoludur!” diyebilir.

*Çokları “istidat ölçüsünde inkişaf” meselesini değişmez bir kural gibi yorumlar; insanın kabiliyet çeperini aşamayacağını düşünür ve meseleyi sadece yetenekten ibaret görürler. Cenâb-ı Hakk’ın âdiyât üstü tasarrufları hesaba katılmazsa bu düşünce doğru gibidir; ne var ki her varlığın kendi istidadıyla kayıtlı bulunmasının yanı sıra, Mevlâ-yı Müteâl’in bir ihsan-ı ilahî olarak bahşedebileceği lütuflar da her zaman söz konusudur. Bu düşünceyle, “Allahım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver!” diye dua ediyoruz. Allah’ın izin ve inâyetiyle istidatların aşılabileceğine, yetenek ve kabiliyetlerin geliştirilebileceğine inanıyoruz.

Kalp Müslümanlığı değil, Kalb Müslümanlığı!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini himaye eden amcası ve çok sevdiği zevcesi Hazreti Hatice Validemiz’i kaybettiği “hüzün senesi”nde, “Habib-i Zîşanım, tasalanma! Ebu Talib’i ve Hatice’yi aldım ama Ben varım.” manasına gelen ilahî bir davet almış; hem bedeni hem de ruhuyla mi’râca mazhar olmuştu. “Kâb-ı Kavseyn-i ev Ednâ – İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” tabiriyle Kur’an’da anlatıldığı üzere, imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı.

*Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, melekût âlemini seyerân eylemiş, daha sonra urûcunu, nüzulle taçlandırmış ve ümmetini Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmiştir. Büyük velilerden Abdülkuddüs Hazretleri demiştir ki: “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mi’râç’ta gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü’l-Müntehâya ulaştı, Cenâb-ı Allah’la konuştu. Fakat Cennet’in câzibedâr güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!..” Bunu değerlendiren bir büyük zât ise, “işte nebi ile veli arasındaki fark” diyerek önemli bir hakikate işaret etmiştir.

*Kalp Müslümanlığı değil, kalb Müslümanlığı!.. Birinin sonunda “p” var, “kalp” (sahte, düzmece, işe yaramaz); diğerinde “b” var, “kalb” (gönül). Vâkıa şimdi kalbi de “p” ile yazıyorlar. Her şey o kadar şirazeden çıkmış ki, kelimelerin bile canına okuyorlar, dinin canına okudukları gibi.

488. Nağme: Sözde Değil Özde Müslümanlık

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

Günümüzün dünyasında Müslümanlığın özünü görmek zor, her yanda şekil, suret ve söz hakim!..

*Müslümanca yaşamanın büyük ölçüde özü sıyrılıp gitti, sadece aramızda mevcut olan sözü kaldı; manası muhtevası bir yerde unutuldu; bizimle beraber takılıp arkamızdan gölgemiz gibi yürüyen sadece şekli ve sureti kaldı. Böyle derken, umum İslam toplumunu nazara alıyoruz; buradakileri tecrîme, ayıplamaya ve tahkire matuf söylemiyoruz. “Biz” derken koskocaman bir heyetten bahsediyoruz.

*Çok tekerrür eden bir mülahazamız var: Ezkaza sizler bir kilise ya da bir havra haziresinde neşet etseydiniz, sonra da bir rasathaneden veya çok uzakları gösteren bir dürbünle âlem-i İslam dediğimiz şu mezar-ı müteharrik bedbahtların diyarını seyretseydiniz, Müslümanlığı tercih, takdir, tebcil adına içinizde bir duygu uyanır mıydı? İnsaflarınıza soru bu!..

*Birbirini yiyen insanlar.. hak hukuk tanımayan insanlar.. kavînin zayıfı ezdiği bir ülke.. M. Akif’in ifadeleriyle, “Hayâ sıyrılmış, inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde / Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bi-medlûl / Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl / Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş / Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türab olmuş / Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl / Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!”

*Böyle bir manzarayı temaşa eden insanlar içinde sizin insafınıza soru: Siz olsaydınız; bir kilisede, bir havra çevresinde ya da Budizm, Şintoizm gibi farklı bir tarz-ı telakki içinde neşet etmiş bulunsaydınız, sonra iç âlemi itibarıyla bu dünyanın anatomisini size gösterselerdi; İslam dünyasını, şu birbirini yiyen, haram helal bilmeyen, adalet ve hukuk tanımayan, gücü ve kuvveti elde ettiği zaman zehirlenen, her türlü mesâvîyi irtikap eden insanların dünyasını, anatomisini tam görerek, temaşa etseydiniz -insaflarınıza soruyorum- bu istikamette, böyle bir tercihte bulunur muydunuz?

İnsanlığın batıl düşünceler içinde bocalamasının sebebi Müslümanlardaki hal ve temsil fakirliğidir!..

*Demek ki dünyanın bir kısım batıl düşünceler içinde bata çıka yürümesine sebebiyet veren İslam dünyasındaki hal fakirliği, temsil fakirliği, meseleyi özüyle kavrayamama fakirliği.

*İnsanlar hâle ve temsile bakarlar. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün güzel sıfatları, amelleri, ahlakı derindir. Yerde durup gökler ötesi âlemle irtibatı, mesaj alması ve sizlere mesaj sunması -ki buna irsal ve tebliğ denir- derinlerden derindir. Fakat zannediyorum, O’nun temsilini tebliğinin yanına koysanız, o temsili kendi anatomisiyle tahlil etseniz, o zaman diyeceksiniz ki, “tebliğden daha derin bu!” Neyi söylemişse, ölesiye onu yaşamıştır. Neyi söylemişse… Mesela “Namaz kılın!..” demiştir ama kendisi on kat kılmıştır, ayakları şişinceye kadar yatmamıştır. Dilinden Allah’ın nâm-ı celîli hiç düşmemiştir, onu hep vird-i zeban etmiştir. Senelerce O’nu bu istikamet içinde gören insanlar “Yahu bu meselenin içinde binde bir taklit olsaydı, herhalde bir inhiraf görürdük. Bu istikamet gösteriyor ki, bu adam müstakim bir insan, sâdık bir insan!.. Bu istikamet gösteriyor ki bu adamın Allah’la irtibatı fevkalade kavî. Öyle bir hablülmetine sarılmış ki kopması mümkün değil!..” demişlerdir. Onun için gözlerindeki o aba u ecdadı taklidin, o gururun, o inhiraf bakışının perdeleri yırtılınca, Nasr Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, İslamiyet’e fevc fevc dehalet etmişlerdir.

*Hal ve temsil gönüllere öyle bir aksediyordu ki “Vallahi bu adamın çehresinde de, tavırlarında da, davranışlarında da yalan yok!” dedirtiyordu. Gönülleri fetheden, imrenme duygusunu harekete geçiren işte bu hal ve keyfiyetti. Bizim yitirdiğimiz de işte budur.

*Onun için Türkiye’ye dıştan bakan insanların Müslümanlığı seçmesi düşünülemez. Zaten zannediyorum, koca devleti senelerce idare eden insanların gayret ve sa’yleriyle -devlet imkânlarını da kullandıkları halde- onlara bakan yüz tane insan Müslüman olmamıştır. Fakat adanmışlık ve vakıflık mülahazasıyla, işin esasını, sahabe yolunu, peygamber yolunu şöyle böyle, yarım yamalak taklit eden insanlar sayesinde pek çokları hakikate uyanmışlardır.

Mefkûre muhacirleri misyonerlikle değil, hal şivesi ve temsil dili sayesinde gönüllere giriyorlar!..

*Adanmışların yolu, misyonerlik, zorlama ve propaganda yapma değil; onlar hal şivesi ve temsil dilini kullanıyorlar. Hal, durum ve keyfiyetin şuaları ve tecellileri karşısında muhatapların nefsaniyet, hayvaniyet ve garize-i beşeriyeleri pes ediyor; insanlar bütün kendi değerlerini bir tarafa atıyor ve “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûluhu” diyorlar.

*Ayrıca, okullara iştirak eden insanların yüzde otuzu, otuz beşi Türkçe’yi, Türklerin konuştuğu gibi konuşuyorlar. Bu milletimiz adına dünya çapında çok büyük bir kazanımdır.

*Peygamber yolunda, özellikle ashab-ı kiram ve tabiîn-i izam tarafından hal ve temsil asliyet planında ve çok mükemmel şekilde cereyan etmişti. Bugün o mefkûre muhacirleri tarafından zılliyet planında, nisbî olarak ortaya konuyor; Müslümanlığın yarısı mı yaşanıyor, çeyreği mi yaşanıyor ama bir adanmışlık ruhu ve bir istikamet var. Onlar durdukları gibi duruyorlar; Allah (celle celaluhu) da devletlerin yapamadığı işi o bir avuç insana yaptırıyor. Hem de neye rağmen? Sizin arkadaşlarınızın açtığı o müesseseleri kapama adına ilan-ı harb etmiş ve seferberlik yapmış gibi, senelerden beri değişik kimselere tesir edip bütün yabancı misyon şeflerini bu işin üzerine sürmelerine rağmen!..

Gerekirse biz hepimiz birer birer veya toptan ölelim ama insanlık yaşasın!..

*Hala sağdan-soldan salim düşüncenin ifadeleri geliyor. “Yahu daha fazla okul açamıyor musunuz? Okul açtınız, niye üniversite, araştırma merkezi açmıyorsunuz? Niye ciddi laboratuvarlar tesis etmiyorsunuz?” diyorlar. Bir taraftan korkunç bir tahrip söz konusu; fakat bir taraftan da sahabe yolunun yarım, çeyrek veya onda bir temsiliyle ortaya konan işler fevkalade bir imrenme ve arzu uyarıyor Allah’ın izni ve inayetiyle.

*İnsanlar adanmış ruhların hallerine imreniyor ve faaliyetlerini artırmalarını istiyorlar. Çünkü işin içinde yalan yok, haramîlik yok, “çalma caizdir” deme yok, rüşvete “helal” deme yok, saraylar peşinde koşma yok, dünyaya tapma yok, şahsî ikbal ve istikbal düşünme yok!.. Onlar kendilerini adeta bir meçhul akıntıya salıyorlar; “Bize ne olursa olsun ama insanlığa onda biri olmasın! Biz hepimiz birer birer veya toptan ölelim ama insanlık yaşasın!” diyorlar. Yaşatmak için yaşama anlayışına bağlı bulunuyorlar. Zaten, yaşatmak için yaşayacaksak yaşamanın bir kıymeti vardır yoksa beyhude, abes yere yaşıyoruz demektir.

Tebliğde Dört Esas

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu soruyu cevapladı ve özetle şunları söyledi:

Soru: Hazreti Muaz bin Cebel’in (radıyallahu anh) Yemen’e gidişiyle alakalı hadisler müzakere edilirken mübelliğin dört vasfına dikkat çekildi: Temsil, merak uyarma, meraka cevap verecek donanım ve üslupta tedricîlik. Günümüz açısından bu hususların şerhini lütfeder misiniz?

*Muaz ibn Cebel (radıyallahu anh) hazretleri, Sahabe-i Kirâm’ın âlimlerinden, ahlak ve karakter bakımından da her kesimle uyum içinde olabilecek bir insandı. Çevresine karşı itimat telkin eden ve saygı uyandıran aydınlık bir simaydı. Kendisinden yaşça büyük sahabenin çoğu Hazreti Muaz’a karşı hürmetkârdı. Allah Rasûlü onun hakkında, “Ümmetimin helâl ve haramı en çok bileni Muaz b. Cebel’dir.” buyurmuşlardı.

Peygamber Efendimiz’in Fetanetinin Bir Buudu: İnsanları Doğru Yerde İstihdam

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fetanetinin farklı bir derinliği de kimi nerede istihdam ettiyse o mevzuda milimi milimine isabet buyurmasıdır. Evet, O, tayin ve tavzifte bulunduğu insanlardan hiçbirini değiştirme lüzumu duymamıştır. Çünkü kimi nereye tayin etmişse o orada başarılı olmuştur. Bu da vazife verirken insanları çok iyi okumaya, çok iyi test etmeye ve karakterlerini çok iyi keşfetmeye bağlıdır. Günümüz şartları içinde kabiliyetlerin doğru okunması ve onların yerli yerinde istihdam edilmesi ise bir yönüyle müşterek akla ve kolektif şuura vâbeste bir durumdur.

*Evet, Allah Rasûlü’nün gönderdiği insanlar hep başarıyla dönmüşlerdir. Bir kısım muvakkat hezimet türü sarsıntılar ve sürçmeler yaşanmışsa, O’nun dediğinin hilafına hareket edildiğinden dolayıdır. Örnek olarak, Uhud Savaşı’nda okçular tepesini terk eden insanların durumunu düşünebilirsiniz. Şu kadar var ki, Kur’an-ı Kerim’de ilahi af, mağfiret ve rahmete mazhar olduklarına işaret edilen o insanları suçlamaya kalkmamalısınız; onların zellelerini bir içtihad hatası olarak kabul etmelisiniz.

*Allah Rasûlü, Yemen halkının İslam’a büyük hayırları dokunacağını biliyor; onlara ihtimam gösteriyordu. Bir gün Rasûl-i Ekrem Efendimizin meclisinde herkes yerini almış otururken Cerîr İbni Abdullah el-Becelî hazretleri içeri girmişti. Hazreti Cerîr, kavminden 200 kişiyle birlikte Yemen’den Medine’ye gelerek müslüman olmuş saygıdeğer bir insandı. Genç, heybetli, güzel yüzlü ve imrendirici bir hâli vardı. Peygamberimizin huzuruna kim önce gelmiş ve nereye oturmuşsa orası onun hakkı idi; günümüzün nakil vasıtalarındaki numarasız koltuklarda olduğu gibi önce gelen arzu ettiği yere otururdu. Cerîr İbni Abdullah (radıyallahu anh) içeri girince oturacak yer bulamamıştı ve kendisine yer gösteren de olmamıştı. Bu durumu farkeden Peygamber Efendimiz, hemen cübbesini çıkarmış, künyesiyle ona seslenmiş “Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!” demişti. Sonra da, çevresindekilere dönerek, “Bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü yanınıza geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve hürmet edin.” buyurmuştu.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, değişik dönemlerde Yemen’in farklı bölgelerine çok büyük sahabileri vazifelendirmişti. Onlardan biri de Muaz bin Cebel (radıyallahu anh) olmuştu. Sahiden onun Yemen’e gidişiyle alakalı hadisler dikkatlice mütalaa edildiğinde özellikle dört vasfın öne çıktığı görülür: Temsil, merak uyarma, meraka cevap verecek donanım ve üslupta tedricîlik.

Tebliğin Temsil ile Derinleştirilmesi

*Din-i mübîn-i İslâm’ı tanıtmak, Allah’ı, Peygamber Efendimizi, Kur’an’ı, iman esaslarını ve İslâm’ın şartlarını anlatmak bir mü’minin en önemli vazifesidir. Dünyada “tebliğ” dediğimiz bu işten daha mukaddes bir vazife yoktur. Eğer ondan daha kutsal ve Allah indinde daha makbul bir vazife olsaydı, Allah en sevdiği kullarını o vazifeyle yeryüzüne gönderirdi ve onu en önemli kurbet vesilesi kılardı. Oysa Cenab-ı Hak, peygamberlerini tebliğ vazifesiyle gönderdi ve onları Kendine en yakın kullar yaptı.

*Dini anlatmak ve din esaslarını başkalarına sunmak her dönemde farklı şekillerde ve değişik yollarla olabilir. Belli şartlar altında ve zamanın değişmesiyle, tebliğ yol ve usulleri de değişebilir. Belki değişmeyen tek esas vardır; o da, tebliğin temsille derinleştirilmesi.. yani; tebliğin yanında, tebliğ edilen şeyin temsil edilmesi.

*Temsil, insanın deyip anlattıklarını kendi hayatına tatbik etmesi, önce kendisinin yapmasıdır. Peygamberlerin önemli bir vasfı tebliğdir. Tebliğ, nebinin Allah’tan aldığı vahyi başkalarının sinelerine ifâza etme vazifesidir. Bu çok önemli, baş tacı bir misyondur fakat buna denk, belki onun da önünde temsil, yani duyurduğu, bildirdiği hakikatleri kendisinin de milimi milimine yaşaması gelmektedir.

*Kur’an, “Ey iman edenler, yapmadığınız/yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir gazap sebebidir.” (Saf, 61/2-3) diyor Yani; madem söylüyorsunuz, yapın onları! Söylediğiniz şeylerin hüsn-ü kabul görmesi, onların pratik hayatta yaşanmasına bağlıdır. Deyin ve yaşayın onları. Hatta bir deyin, iki yaşayın, üç yaşayın, dört yaşayın!..

İnsanlığın İftihar Tablosu, kulluğun ve hizmetin her çeşidinde her zaman en öndeydi!..

*İnsan farz ibadetleri -keyfiyetlerine uygun şekilde- yerine getirerek Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Farzlarla kurbeti yakalama en sağlam bir yoldur. Çünkü farz dediğimiz şeyler, dindeki zaruriyattır, olmazsa olmaz esaslardır. Hakikî zaruriyât imân esasları; bir manada zaruriyât da İslâm’ın şartlarıdır. Evet, farzlar çok önemli birer kurbet vesilesidir ki; farzları hakkını vererek eda etmek suretiyle Hak yakınlığına ermeye “kurbet-i ferâiz” denir.

*Nafile ibadetler ise “cebren linnoksan” yani, “eksikleri kapama, yarayı sarma, gedikleri tıkama” vazifesi görürler. Farzlarında eksiği, gediği, kusuru olan insan nafilelerle onları telafi ettiği için, arzuladığı neticeye nafilelerin desteğiyle ulaşabilir. Öyleyse, ana atkılar yine farzlardır; nafileler ise, onların üzerindeki dantela gibi işlenmiş nakışlardır. Bu itibarla da, farzları nafilelerle tamamlayıp derinleştirme vesilesiyle Hakk’a yakınlık kesbetmeye “kurbet-i nevâfil” denmektedir.

*İnsanın mükellef olduğu farzlar için, Hazreti Pîr’in de ifade ettiği gibi, abdest ile beraber günde bir saat kafîdir. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu’na gelince, O bize mükellefiyet adına teklif buyurduğu bu ibadetlerin on katını yapıyordu. Ümmetine objektif mükellefiyeti emrediyor ve kimseyi farzların ötesine zorlamıyordu ama kendisi ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) her zaman vazife başında, hizmette önde ve her hayırlı faaliyetin bizzat içinde olmuştu. “Allah’ın arslanı” lakabıyla tanınan şecaat kahramanı Hazreti Ali, “Biz savaşın kızıştığı, gözlerin yuvalarından fırladığı zamanlarda Rasûlullah’ın arkasına sığınır, o sayede korunurduk” der. Huneyn Savaşı’na bakarsanız bu sözün en güzel misalini görürsünüz: Bir ara karşı cephenin askerleri zafer sarhoşluğuyla koşarken Allah Rasûlü Müslümanlara, “Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Yalan yok, ben Rasûlullahım; Ben Abdülmüttalib’in torunu, Abdullah’ın oğlu Muhammedim!” diye seslenir. Bu çağrı üzerine mü’minler derlenip toparlanır. Allah Rasûlü, “İşte ocak şimdi kızıştı” buyurur, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlatır; saldırıya geçilirken yine en önde O vardır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, orada önde olduğu gibi hizmetin her çeşidinde her zaman önde bulunmuştur. Bundan dolayı da, bütün tehlike dolapları herkesten önce O’nun başında dönüp durmuştur. Bu böyle devam ettiği sürece de bizim ikbal yıldızımız adeta kutup yıldızı gibi hep kendi çevresinde dönmüş, hiç yer değiştirmemiş, hiç batmamıştır; belki de bütün yıldızlar onun etrafında tavaf ediyor gibi dönmüştür. İkbal yıldızımız!.. Emevî döneminde de böyle, Abbâsî döneminde de böyle, Osmanlı’da da böyle!..

Mefkûre muhacirleri ortaya koydukları temsil sayesinde tesirli oldular

*Evet, temsil çok önemlidir! Tebliğ ancak onunla inandırıcı olur! Firdevsî edasıyla veya Câmi inceliğiyle ya da Mevlana içtenliğiyle talâkatlı, belagatli hutbeler îrad etseniz de, temsildeki bu güç kadar çevrenizde müessir olamazsınız.

*Eğitim faaliyetlerinde bulunmak ve sulh adacıkları kurmak için dünyanın dört bir yanına açılan arkadaşlarınız, yirmi küsur senedir temsildeki bu güç sayesinde hüsn-ü kabul görmüşlerdir. Sahabe-i Kiram’ın ve selef-i salihînin ortaya koydukları temsilin kaçta kaçını uyguladılar; onu Allah bilir. Fakat gönüllere öyle otağlar kurdular ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, bir iki senedir kafalar karıştırıldığı halde, ev sahibi insanlar çağırdılar sizin arkadaşlarınızı ve dediler ki: “Hakkınızda ne derlerse desinler, bakmayın onların dediklerine. Biz onlarla da aramızı bozmak istemiyoruz ama siz işinize devam edin!” Hatta o mevzuda ifsâdat kabardıkça, köpürdükçe, onlar “Birkaç tane daha okul açsanız iyi olur!” dediler. Ne onların eliyle gelen talebeler pişmanlık duydu, ne de sizden oraya -havariler gibi- giden insanlar adem-i kabul ile karşı karşıya kaldılar.

Merak Uyarmak ve İlgiye Cevap Verecek Donanım

*Tebliğde önemli bir husus da merak uyarmaktır. Sunacağınız mesaj etrafında merak uyaracaksınız. Hem ele alacağınız, anlatacağınız mevzuları çok iyi belirleyecek hem de temsilinizle “Böyle iyi ve güzel insanlar olmanızın vesileleri nedir? Şunu neden böyle yapıyorsunuz?” dedirteceksiniz. Merak-âver meselelerle başlayarak onların içinde bir öğrenme arzusu tutuşturmaya çalışacaksınız.

*Ulvi hakikatlere ilgi ve merak uyarmak kadar o alakaya cevap verebilecek bir donanıma sahip bulunmak da lazımdır. Mübelliğ ve rehber diyebileceğimiz şahısların, dinin temel kaynakları olan Kitap ve Sünnet’e muttali olmaları gereklidir. Aynı zamanda onlar gittikleri yerlerdeki muhataplarını kendi karakteristik çizgileri ve ana hatlarıyla bilmelidirler. Bütün bunların yanında belli ölçüde fünun-u müspeteye vâkıf olmalı, yani az buçuk fizik, kimya, riyaziye, antropoloji gibi ilimleri yudumlamalıdırlar. Evet, rehberlik yapacak insan, gittiği yere mükemmel yetişmiş bir fert olarak gitmelidir.

Usûl, üsluba feda edilmemeli!..

*Kendi değerlerimizi başkalarına arz ederken usûl ve üslup meselelerine çok dikkat etmeliyiz. Usûl kelimesi, temel, esas, kök, mebde’ ve hakikat manalarına gelen “asl” sözcüğünün çoğuludur. İnsanca yaşama hedefine ulaşmak için vaz edilen kanun, kural ve disiplinlere de usûl denir. Tefsir, hadis, fıkıh gibi her ilim dalının kendine has usûlü vardır. Üslup ise, tarz, metod ve tertip demektir; muhatabın durumuna göre en tesirli anlatış şeklini belirlemenin ve hakikatleri belli bir nizam çerçevesinde dile getirmenin adıdır. Evet, çok farklı tabiatlardaki insanlara hak ve hakikatleri anlatmanın da mutlaka bir üslubu olmalıdır.

*Şahısların fıtratları da nazar-ı itibara alınarak herkes için en uygun üslup tespit edilmeli ve farklı argümanlar kullanılmalıdır. Aksi halde, dine çağırma ile dinden kaçırma öyle birbirine karışır ve Sonsuz Nur’a koşması beklenenler O’ndan o denli uzaklaşırlar ki, onları bir daha döndürmek hiç mümkün olmaz. Bu itibarla, usulün başı olan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah” hakikati anlatılırken dahi belli bir üslup takip edilmelidir ki maksadın aksiyle tokat yenmesin.

*Mesajınız çok mübarek, mukaddes, muallâ olabilir. O bir esastır ve usule ait önemli bir meseledir. “Lâ ilâhe illallah” bir esastır, hem de olmazsa olmaz bir esastır. “Muhammedu’r-Rasulullah” da olmazsa olmaz bir esastır. Fakat bu esasları sunarken, üslupta yaptığınız bir hata esasın da reddedilmesine sebebiyet verebilir. Mesele nasıl sunulacak? Hangi ambalajla ortaya konacak? Karşı tarafın hissiyatı nasıl gözetilecek? Şayet empati yapmazsanız, muhataplarınızı kendi duygularıyla ölçüp, değerlendirip, takdir edip, “Bunlar da şöyle düşünüyorlar!” deyip hesaba katarak düşüncelerinizi ortaya koymazsanız, bir yönüyle usulü üsluba feda etmiş olursunuz; temel meseleyi yönteme feda etmiş olursunuz. Hakikat gümbür gümbür yıkılır.

Tekvinî ve Teşriî Emirlerde Tedrîcîlik

*Bir diğer hayati mesele de üslupta tedrîcîliktir: Tedrîc; adım adım, azar azar, derece derece ilerlemek manasına gelir. Hadiselerin yavaş yavaş, mertebe mertebe, zaman zaman ve belli bir vakte bağlı şekilde cereyan etmesine “tedrîciyye” (tedrîcîlik) adı verilir. Tedrîcîlik, Kur’an-ı Kerim’in tenzil keyfiyetinin ve Efendimiz’in tebliğdeki üslubunun da önemli bir derinliğidir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşerin efendisi olduğu gibi, İnsanlığın Efendisi’nin sözleri de insan sözlerinin efendisidir. O’nun lâl u güher gibi dudaklarından dökülen kelimeler gönülleri fetheder. Fakat o Söz Sultanı söyleyeceklerini tek fasılda söylememiştir; insanları rehabilite ede ede hakikatleri dile getirmiştir. Mesela, içki dört fasılda yasak edilmiş; kati yasak da Bedir’den sonra gelmiştir.

*Her mefkure kahramanının, kainatta bir nizam dahilinde meydana gelen hâdiselerden ders alması, sebep ve netice münasebetini gözetmesi ve eşyâ arasında bulunan tertibe riayet etmesi gerekir. Bu ilahî ahlakın, Kur’an-ı Kerim’in ceste ceste inen ayetlerinde ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun tebliğ metodunda da kendisini gösterdiğine dikkat etmesi icap eder. Evet, emir ve yasaklar, bir başka ifade ile teklifî hükümler birden bire değil, belli zaman aralıkları ile nazil olmuştur; ilahî emirlerden önce adeta kalb ve kafalar rehabilite edilerek her şeyi kabule hazır hale getirilmiştir. Mürşit ve mübelliğler de dile getirecekleri hususlarda bu tedrîcîliğe riayet etmelidirler.

Kaç kişinin katilisin?!.

*Çok önem arz etmeyen veya ehemmiyet arz eden esasa nispeten nisbî önemi bulunan meseleleri öne çıkardığınız zaman tepki alırsınız, reaksiyonlarla karşı karşıya kalırsınız. Bu itibarla da, nereden başlayacağınızı çok iyi belirlemeniz lazım. Onun için Hazreti Pir, daha ziyade iman mevzuunu işliyor, namaz gibi ibadet u tâati nazara veriyor.

*Kırklareli’nde vazife yaparken Fırıncı Ahmet Efendi’den bir hikâye dinlemiştim: Yemeği ağzınıza götürdüğünüzde parmaklarınızı bile yiyebileceğiniz kadar enfes yemekler yapan bir aşçı varmış. Fakat bu aşçı hayatında hiç servis yapmamış. Bir gün garson gelmediği için servis yapma vazifesi ona düşmüş. O da ellerini arkasına koyup “Arkadaş, ün görmüşüm, gün görmüşüm; baştan gelsin baklava!” demiş.

*Bir hikâye olsa da, bu kıssanın bize ifade ettiği çok mânâ var. Evet, sizin sunduğunuz baklava gibi leziz bir yiyecek olabilir ve siz o baklavayı gönlünüzden kopup gelen bir insanlık ve iyi niyetle sunabilirsiniz. Ancak her şeyin bir sırası bulunduğunu ve karşınızdaki insanların belli alışkanlıklarının olduğunu asla unutmamalısınız. Başta çorba gelmesi gerektiği halde, “gelsin baklava” derseniz, servisi yüzünüze gözünüze bulaştırmış olursunuz. Söylediklerinizin ve yaptıklarınızın zamanlamasını ayarlamanız, önce muhataplarınızı tanıyıp onların neş’et ettikleri kültür ortamlarını nazar-ı itibara almanız bu açıdan çok önemlidir.

*Belki çoğumuzun tebliğ yapayım derken insan kaçırmamızın altında da temelde bu üslup hataları var. Eski âlimler bir araya gelince, birbirlerine “Kaç kişinin katilisin?” diye sorarlarmış. Yani; sen dini anlattığından dolayı kaç kişi dinden uzaklaştı ve kendini manevî ölüme saldı!..

Yılmayın, usanmayın; “Demek bu işin kabul saati gelmemiş!” deyip vazifenize bakın!..

*Peygamber Efendimiz’in Yemen’e göndermek için Muaz bin Cebel’i seçmesinin çok hikmetlerinin yanı sıra -başta da işaret edildiği gibi- fıtrat ve kabiliyetleri tanımasının da büyük payı vardır. Mesela, Efendimiz, Hazreti Ebû Zerr’i göndermemiş, hatta imaret istediği halde onu emir de yapmamıştır. Hazreti Ebu Zerr çok hakperest ve heyecanlıydı; Müslüman olduğu dönemde Mekke’de bulunması hem kendisi hem de diğerleri için zarar doğuracağından Allah Rasûlü onu kabilesine geri göndermiş ve “Bizim galebe çaldığımız devri gözet; işte bize, o zaman gel!” demişti. Ebû Zerr (radıyallâhu anh), Hayber’in fethinden sonra gelip Allah Rasûlü’ne dehalet etmişti; hâlbuki o, daha Mekke döneminin ilk yıllarında Müslüman olmuştu.

*Bu dört esas da dahil, tebliğ, temel disiplinleri itibarıyla değişmemiştir. Günümüzün mürşitleri de dünyanın dört bir yanına açılırken veya çevrelerindeki insanlara hayırhahlık yaparken bu ölçülere riayet etmelidirler.

*Evvela konu komşudan başlayarak, onları ziyaret ederek, onların sizi ziyaret etmesini sağlayarak, onlara ikramda bulunarak, onların size ikramda bulunmasını sağlayarak, değişik vasıtaları değerlendirip münasebet ve diyalog köprüleri kurarak insanların ruhlarına nüfuz etmeye çalışacaksınız. Ruhunuzun ilhamlarını onların sinelerine boşaltmaya gayret edeceksiniz. Kendi ülkenizde bunu yaptığınız gibi, ülkenizin dışında bütün dünyada insanların genel durumlarını nazar-ı itibara alarak, yani o toplumu, değerlerini, kültür ortamlarını ve tesirde kaldıkları şeyleri doğru okuyarak nereden başlayacağınızı belirleyip ona göre onlara tebliğde bulunacaksınız.

*Bazı yerlerde temerrütlerle karşılaşacaksınız. Yılmadan usanmadan, her şeyi o tedrîcîliğe emanet ederek vazifenize devam edeceksiniz. “Vakt-i merhunu gelmedi; demek bu işin kabul saati gelmedi!” diyeceksiniz. Çünkü o, Allah’ın (celle celaluhu) elindedir. Hemen öyle istediğiniz zaman olsaydı, istediği her şey olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun istediği şeyler gökten yağan yağmur gibi anında oluverirdi. Ama öyle olmadı!.. O Zât, aynı zamanda o mevzuda da çok önemli bir temsil sergiliyor. Allah, O’nun öyle yapmasıyla adeta bize diyor ki: Bakın, Benim en sevdiğim İnsan bile mesajını yirmi üç seneye yayarak insanlara kabul ettirmeye çalıştı. Bu sizin için esasen nümune-i imtisaldir, alınacak bir örnektir.

Bir Ömür Boyu Adanmışlık Ruhu

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Adanmışlık ruhunun gönüllerde canlılığını sürekli koruyabilmesi için göz önünde bulundurulması gereken temel disiplinler nelerdir?

Cevap: Her şeyden evvel adanmış gönüllerin güven kredilerini zedeleyebilecek her türlü tavır ve davranıştan uzak durmaları gerekir. Samimi hislerle, herhangi bir beklenti içine girmeksizin bir mefkûreye gönül vermiş, bir davaya kendini vakfetmiş insanların, içinde bulundukları daireye bilerek zarar vereceklerini, beraber oldukları insanların lekedâr olmasına yol açacak davranışlar sergileyeceklerini zannetmiyorum. Fakat bazen düşünülmeden atılan adımlar, iyi hesap edilmeden girişilen işler, bir kısım falsoların yaşanmasına, dolayısıyla itibar yıpranmasına yol açabilir. Böyle bir durumda yapılması gereken aynı duygu ve düşünceye sahip insanların ortak akıl ve müşterek hareketle hemen o yanlışlık ve falsoyu telafi edecek bir ceht ve gayret ortaya koymalarıdır. Böyle yapıldığı takdirde hata yapan insan mahcubiyetten kurtarılmış olacağı gibi, içinde bulunulan daire adına da bazı olumsuz düşüncelerin zihinlerde yer etmesine fırsat verilmemiş olur.

“Allah’ım arkadaşlarımı benimle mahcup etme!”

Mevlana Halid-i Bağdadî’nin istiğna konusundaki hassasiyeti bizim için çok güzel bir örnek teşkil eder. O, kendi döneminde, olumsuz bir kısım mülahazaların önüne geçme adına talebe ve müritlerine daha baştan şu manada ikazlarda bulunur: “Sakın zenginlerle, hükümdarlarla, idarecilerle senli benli olmayın. Onlar yemek yedirmeyi, iltifat-ı şahanede bulunmayı, hatta tebessümlerini bile rüşvet vasıtası olarak kullanmak isteyebilir. Eğer onların tesiri altına girerseniz ömür boyu diyet ödeme mecburiyetinde kalırsınız. Bu itibarla elinizdeki imkânlarla yetinin, hiç kimseye el açmayın. Şayet evliyseniz, ikinci evliliğinizi yapmayın. Unutmayın hükümdar ve idareciler elinize ve kolunuza vuracakları prangalarla sizi kontrol altında tutmak ister.” Bu açıdan, hayatını hizmet önceliğine bağlamış insanlar bence haklarında suizan oluşmasına sebebiyet verebilecek her türlü muameleden uzak durmalı ve töhmet mahallerine hiç mi hiç yaklaşmamalıdır. Mesela “Acaba oradan mı çıktı?” dedirtmemek için bir meyhanenin önünden bile geçmemeye dikkat etmelidir. Hususiyle birisinin ayıbının başkalarına mâl edilmesi söz konusuysa, fevkalade hassas hareket edilmelidir.

Fakat ne kadar hassas davranılırsa davranılsın, her zaman eleştiri ve tenkit oklarına maruz kalınabileceği de unutulmamalıdır. Hep birlik ve beraberlik solukladığınız, hep sevgi deyip inlediğiniz, herkese bağrınızı açtığınız ve kimseyi karşı cephe kabul etmediğiniz halde şayet hınçla gerilmiş, gayzla köpüren insanlar varsa, onlar size el uzatmayacak, bağrını açmayacak, tebessümünüze yüz işmizazlarıyla karşılık vereceklerdir. Bu takdirde hâlinizi Allah’a arz etmekten, el açıp O’na dua dua yalvarmaktan başka yapacağınız bir şey yoktur. Unutulmamalı ki, Hazreti Âdem’den bugüne bütün bunlar hep olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Burada önemli olan hak erlerinin gerek şahsî, gerek ailevî, gerekse içtimaî hayatlarında içinde bulundukları hareketi mahcup edecek hâl ve hareketten uzak durmalarıdır. İrademizin hakkını vermekle beraber dualarımızda her zaman, “Allah’ım bizimle arkadaşlarımızı, arkadaşlarımızla da bizi mahcup etme!” demeli, Allah’ın himayesine sığınıp inayetinden yardım istemeliyiz. Yoksa insan için her zaman bir yerde nefsine yenik düşme ihtimali vardır. Çünkü mühlikât denilen ve neticede insanı helâkete götürebilecek heva u heves kaynaklı yüzlerce zaaf ve günah vardır. Ayrıca şeytan sürekli bunları süsleyip püsleyip insanın karşısına çıkarmakta, her zaman günahları insan için cazip göstermektedir. Bütün bu tehlikelere karşı uyanık ve teyakkuz halinde olmayan insan hiç farkına varmadan kendini bu tür felaketlerden birisinin içine salarak -hafizanallah- bir yüz karası haline gelebilir.

 Bu sebepledir ki, milyonların gözünün içine baktığı bir harekete mensup olan insan, iffet ve ismetlerine dokunacak şeylerden fevkalade uzak durmalı, şeytan ve nefsin zorlamalarına karşı metin durmalı, sadakat ve emanetlerinden de asla ödün vermemelidir. Beraber yürüdükleri arkadaşlarının hukuklarına tecavüz etmiş olmaktan öyle korkmalıdır ki,  çok rahatlıkla ellerini kaldırıp, “Allah’ım ben arkadaşlarımın yüzünü yere baktıracaksam, bin can ile yerin dibine batmayı arzu ederim.” diyebilmelidir. İşte bu, davaya vefanın ve sadakatin ifadesidir. Aleyhte bir söz söyletmemek ve en küçük bir yanlışlığa meydan vermemek için adanmış her ruh daima birer güven, sadakat ve ismet memuru gibi gayret göstermelidir. Evet, her zaman müstağni olmalı, kimseye el açmamalı, yüzsuyu dökmemeli, açgözlü olmamalı, Allah’ın verdiğine kanaat etmeli ve itibara dokunacak her türlü işten uzak durulmalıdır.

Temsil Tebliğin Önünde Olmalı

Ayrıca Hak ve hakikatin sesi olmaya çalışan insan, söylenilen sözlerden ziyade samimi tavır ve davranışlarıyla inandırıcı olabileceğini unutmamalıdır. Zira hakikatin ifadesi olmayan veya maksadı aşan, mübalağaya giren bir sözün geçici bir süre muhatabı büyüleme ihtimali vardır. Fakat bütün bunlar kalblerde kalıcı bir tesir bırakma bir yana, inandırıcılığın önüne geçen engellerdir. Mütemadi davranışlarda ise yalan olmaz. Onlar sürekli doğru bir mecrada akıp durur. Daima sadakat sergileyen, her zaman vefalı davranan, asla iffetinden taviz vermeyen, sürekli çevresine emniyet ve güven vaat eden bir insan inandırıcı olur. Bu açıdan rahatlıkla diyebiliriz ki Müslümanlıkta temsil tebliğin önündedir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik vasıflarından birisi de başımızın tacı olan tebliğdir; yani Allah’tan aldığı mesajı ümmetine bildirmektir. Fakat Allah’ın bir vahyi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bir temsilcisi olmasaydı, o, asrımıza kadar kulaklarımızda gürül gürül kendisini hissettiren bir beyan olmaz ve bu ölçüde gönüllerde makes bulmazdı. Dolayısıyla evlerimizde, yatak odalarımızın başucunda asılı bulunan ve kadife kaplamalar içinde muhafaza edilen Kur’ân-ı Kerim’in müessiriyeti onu temsil eden insanlarla olmuştur/olacaktır. Bu açıdan Efendimiz’in temsil derinliği, tebliğ derinliğinin önündedir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece Kur’ân’ı tebliğ ettiği için değil, aynı zamanda onu hakkıyla temsil ettiği için miraç unvanıyla semalara davet edilmiştir.

Alçakgönüllülük ve Gıpta Damarını Tahrik Etmeme

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ

“Bir kavmin efendisi, onların hizmetçisidir.” (Deylemî, Müsned, II, 324) buyurmuştur. Bu ruhun önemli bir temsilcisi İslam kahramanı Selahaddin Eyyûbî, “Hâdimü’l-Harameyn” yani “Mekke ve Medine’nin hizmetkârı” unvanını ilk kullanan hükümdar olmuştur. Aynı ruhla Yavuz Selim Hazretleri (cennet-mekân aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufran) hutbede, kendisi için Hâkimu’l-Harameyn denilmesinden rahatsızlık duymuş ve hemen dizleri üzerine doğrularak, “Hayır hayır, Hâdimü’l-Harameyn” demiştir. Daha sonra arkadan gelenler de kendilerine Hâdimü’l-Harameyn demişlerdir. Bu açıdan adanmış ruhlar, toplumun hangi kademesinde bulunurlarsa bulunsunlar, başkalarına hizmet etmeyi en büyük pâye bilmelidirler. Onlar, gerektiğinde “Bir işe gönül vermiş, belli bir düşünce, mefkûre ve mantık birliği etrafında bir araya gelmiş insanlara bir de su dağıtan, hizmet eden insan lazımdı.” demeli ve başkalarına hizmetkârlıkta hep önde koşmalıdırlar.

Öte yandan insanların belli alanlardaki başarıları, başkalarını gıptaya sevk edebilir. Hatta bazı zayıf karakterler hasede girebilir, rekabet duygusuna kapılabilirler. İşte bu konuda da İslâm’ın nefisleri terbiye adına vazettiği ilahî prensiplere riayet edilmelidir. O prensipler ışığında bir düstur ortaya koyan Hazreti Pîr, hakiki Kur’an talebelerinin, kardeşlerinin gıpta hislerini tahrik etmemeleri gerektiğini ifade etmiştir. Oysaki gıpta, İslâm’a göre mahzuru olmayan bir duygudur. Fakat gıptanın hasetle hemhudut olduğu nazara alınacak olursa, gıpta hislerine sahip olan bir insan hiç farkına varmadan sınırın öbür tarafına geçebilir. İşte bu sebepledir ki Hazreti Pîr, gıpta damarını tahrik etmemeyi Kur’an talebelerinin bir sorumluluğu olarak ifade etmiştir. Bunun yolu ise, hizmet eden herkesi alkışlamak ve yerinde başkalarını kendisine tercih etmektir. Ayrıca insanlarda takdir edilme, alkışlanma, beğenilme, makam mansıp arzusu gibi değişik zaaflar olabilir. Bu açıdan herkese kendisine göre bir alan tahsis edilmeli, geniş dairede hareket etme zeminleri oluşturulmalı ve bu alan farklılığı içinde fertlerin verimli hizmet etmeleri ve aynı zamanda yaptıkları işle tatmin olmaları sağlanmalıdır. Bunun yanında insanların iman ve ahlâkla mücehhez olmaları temin edilmeli, Allah’la irtibatları güçlü tutulmalı ve sahip olunan her şey Allah’tan bilinmelidir.

Zirve Tehlikesi

Dikkat edilmesi gerekli olan hususlardan bir diğeri de istikamette sebattır. Cenâb-ı Hak bizi hayırlı bir yola sokmuş olabilir. Fakat sadece doğru yolu bulmak yeterli olmuyor; bu yolun sonuna kadar gözleri açık bir şekilde doğru yürümek de gerekiyor. Konuyla ilgili Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle bir hadis rivayet edilmektedir:

“İnsanların hepsi potansiyel olarak helâkete maruzdur, ancak âlimler bundan müstesnadır; alimler de helâkete gidebilirler, ancak ilmiyle amel eden aksiyon insanları değil; onlar da helâkete sürüklenebilirler, ancak ilmiyle amel etmeyi sırf Allah’ın rızasına ulaşmak için yapanlar değil. Fakat onlar da çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/415)

Bu büyük tehlikeye bir ad koyacak olursak bunun adı “zirve tehlikesi”dir. Dolayısıyla Allah bizi nereye yükseltirse yükseltsin, her zaman baş aşağı gelebileceğimiz endişesiyle tir tir titremeliyiz. Allah daha önceki semavî din mensuplarını doğru yola hidayet etmiş, fakat onlar merkezde belli esaslara dikkat etmediklerinden dolayı muhit hattında telafisi imkânsız büyük kaymalar yaşamışlardır. Onlardan birisi “dâllîn/dalalete düşenler” damgasını yerken, öbürü de “mağdûbîn/gazaba uğrayanlar” mührüyle mahkûm olmuştur. Bu itibarla doğru yolu bulmak zor ve önemli bir iş olsa da, sürekli doğru yolda yürümek ondan daha da zordur. Evet, zirvelere çıkmak zordur ama ondan daha zor olanı zirvedeki durumu muhafaza etmektir. Bunun için Hazreti Pîr ihlâs kulesinin başından düşen bir insanın, derin bir çukura düşme ihtimali olduğunu ifade etmiştir.                          

Kabiliyete Göre İstihdam

Adanmış ruhların uzun soluklu hizmet yapabilmeleri için göz önünde bulundurmaları gereken önemli bir husus da eşya ve hadiseleri doğru okumak, fıtratla savaşmamaktır. Cenâb-ı Hak insanları farklı farklı tabiatlarda yaratmış ve onlara farklı farklı kabiliyetler ihsan etmiştir. Bazı insanlar vardır ki, onların sosyal yönleri zayıf olduğundan çevrelerine doğrudan doğruya çok müessir olamayabilirler. Mesela, kalemi eline aldığı zaman hak ve hakikate tercüman olan, yazılarıyla pek çok kişiye tesir eden, gönüllerde diriliş duygusunu uyaran öyle insanlar vardır ki, kendisine bir yerde bir konuşma teklif edildiğinde, kitaplarıyla kazandığı bütün krediyi ilk konferansta kaybedebilir. Çünkü Allah ona yazma ölçüsünde bir konuşma kabiliyeti vermemiştir. Fakat aynı insan inandığı değerleri kitap, makale ve benzeri vasıtalarla seslendirmede çok başarılıdır. İşte insanları sevk ve idare konumunda bulunan yöneticilerin bu hususun farkında olması ve herkese istidat ve kabiliyetlerine göre bir iş teklif etmesi gerekir.

Bilindiği üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Halid’i, arzusuna binaen irşat ve tebliğ vazifesiyle Yemen’e gönderiyor. Ebu Musa el-Eş’arî’nin bildirdiğine göre aradan iki gün, üç gün, iki hafta, üç hafta geçiyor, ne gelen var, ne de giden. Aslında Halid b. Velid, konuşmasını bilmeyen bir insan değildi. Fakat Cenâb-ı Hak onu irşad âlemi itibarıyla mercuh, ordu komutanı olması yönüyle racih kılmıştı. Yani onun üstünlüğünü başka bir yöne bağlamıştı. Hikmet-i ilahiyeye akıl ermez. Eğer Hazreti Halid de, tarihte emsaline az rastlanır bazı sahabi efendilerimiz ölçüsünde ayrı bir söz sultanı olsaydı, Bizans’ın başına balyoz gibi kim inecek, Sasanileri kim yerle bir edecekti! İşte Hazreti Halid Yemen’de bir müddet durduktan sonra Medine’ye dönüyor ve bunun üzerine Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ali’yi onun yerine Yemen’e gönderiyor. Sözüyle ruhlarda ciddi heyecan uyaran; sesini çağlar ötesine ulaştıran; bir hatip, bir vaiz ve bir nâsih olarak Allah’ın kendisine ayrı bir hususiyet ve imtiyaz bahşeylediği Hazreti Ali oraya ulaştıktan birkaç gün sonra, inanan insanların sayısı dalga dalga genişlemeye başlıyor. Çünkü o, konuşurken ruhlara girmesini, nerede ne zaman ne söylemesi lazım geldiğini çok iyi bilen bir yüce kametti.

İşte idarecilere düşen vazife de, çevresindeki kabiliyetleri farklı farklı mütalaa etmek ve onlardan rantabl olarak istifade etmek için herkesi yerinde değerlendirmektir. Karıncaya fil vazifesi yüklemek, onu bu işin altında bırakıp ezeceği gibi, ormanı söküp götürebilecek bir fili de karıncanın işinde kullanmak ona yazık etmek olur.

Vazife taksiminde şahısların kabiliyet ve karakterlerinin hesaba katılması çok önemli olmakla birlikte, asıl tesirin Allah’a ait olduğu da asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Mesela konuşma kabiliyeti zayıf olan, maksadını ifade etme adına üç beş cümleyi bir araya getirmekte zorlanan öyle insanlar tanıdım ki, birisine iki laf ettiklerinde muhatapta hemen bir yumuşama görülüyordu. Bu tesiri, orada söz söyleyen insanın şekline, şemailine, kapasitesine, düşünce ufkuna, konuşma kabiliyetine vererek izah edemezsiniz. Demek ki, kalbler Allah’ın elinde. Dilediğine hidayet nasip eden O’dur. Dolayısıyla gönül erleri, Allah yolunda yapılacak hiçbir işi hafife almamalıdır. Onlar bazen bir çay içirerek, bazen bir yemek yedirerek, bazen ziyarette bulunarak, kısaca gönüllere girme istikametinde her vesileyi değerlendirerek sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmalıdır.        

Adanmış Gönüllerde İdeal-Realite Dengesi

Diğer taraftan ideallerle realiteler birbirine karıştırılmamalıdır. Evet, himmetler âli tutulmalı, insan yüksek hedeflerin peşinden koşmalıdır. Öyle ki, mefkûre muhacirleri bir anda dünyanın çehresini değiştirebilecek kadar çok yüksek gaye-i hayaller peşinde olmalıdır. Zira himmetler âli ise, davranışlarla ona yetişilemediği durumlarda bile Allah, niyetlerle o boşluğu doldurur ve kişiyi hayalinde kurguladığı hedefe göre mükâfatlandırır. Yani insan, realize edilemeyen güzel niyetlerinin bile sevabını alır.

Bu açıdan insan çıtayı hep yükseğe koymalı, gaye-i hayallerini çok engin tutmalıdır. Fakat bütün bunların yanında, zaman, mekân, imkân ve insan unsurunun hesaba katılarak meselelerin realize edilmesi gerekir. Güzel düşüncelerin mevcut şartlar açısından gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği iyi hesap edilmelidir ki, atılan adımlar hüsran ve fiyasko ile neticelenmesin.

Bazen dünyanın rengini değiştirmek için yola çıkılır; fakat Farabî’nin Medinetü’l-Fazıla’sı ya da Campanella’nın Güneş Ülkesi gibi ütopyalara girilir. Tasavvur edilen bu dünyada, insanlar karşılaştıkları her yerde birbiriyle kucaklaşırlar. Aslanlar ve kurtlar koyunlara gelerek helallik isterler. Çarşı-pazar o kadar mükemmeldir ki, alış-veriş yapan insanlar adeta melekleşmiştir. Bu dünyada hiç kimse zerre kadar istikametten şaşmaz, inhiraf etmez. Ciddi bir talim ve terbiyeye ihtiyaç duyulmaksızın çocuklar hemen bir gelişme ve olgunlaşma sürecine girer ve on beş yaşına gelince de adeta melek gibi olurlar. Evet, bütün bunları düşünmek ve hayal etmek mümkündür. Fakat bunların realize edilmesi ayrı bir meseledir.

İşte burada insan tabiatını, insanların birbiriyle münasebetlerini hesap etmek zorundasınız. Peygamberlerin çevresinde bile bu ölçüde bir hayat yaşanmamış, çarşı-pazar hiçbir zaman bu ölçüde müstakim olmamış, kurtlar ve koyunlar arasında hiçbir zaman böyle bir kardeşlik teessüs etmemiş ve aslanlar et yemeyi bırakıp ota yönelmemişlerdir.

Kanaatimce realiteler bunu gösteriyorsa, dilbeste olunan hakikatlerin realize edilip edilmeyeceği nazardan dûr edilmemelidir. Eğer biz beraber olduğumuz insanlardan dünyanın çehresini değiştirecek ve ona yeni bir veçhe kazandıracak işler bekliyorsak, hükümleri hayale bina ettiğimizden ve gerçekleşmeyecek şeylerin arkasına takılıp kaldığımızdan dolayı hem kendimiz inkisar-ı hayale uğrar, hem de bize ümit bağlayan insanların ümitlerini kırmış oluruz. Böyle bir vebalin altına girmemek için fertlerin istidat ve kabiliyetleri teker teker hesaba katılmalı, ona göre bir iş taksimi yapılmalı ve güzel düşüncelerimiz zaman, mekân, insan ve imkân unsurları göz önünde bulundurularak realize edilmelidir.

348. Nağme: Allah’a Kullukta Derinleşme ve Temsil

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli dostlar,

Değişik vesilelerle, günümüzde problemlerin üstesinden gelebilmek için kullukta daha bir derin olmak gerektiğini dile getiren muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye

“Kullukta derin olmaktan maksat nedir; tavsiye edilen derinleşme neleri gerektirir?”

sualini tevcih ettik.

Dört gün öncesine ait olan bu sohbette aldığımız cevabı 12:48 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…