Posts Tagged ‘Tevazu’

Kibir Marazı

Herkul | | KIRIK TESTI

Kibir, şeytanı doğru yoldan saptırdığı ve şirazeden çıkardığı gibi, her devirde de şeytanın avene ve çıraklarını yoldan çıkarmaya devam ediyor. Şöyle de denebilir: Şeytan, kendisini Allah’tan uzaklaştıran bu çirkin sıfatı, kendi çıraklarını yoldan çıkarmak için kullanıyor. Onlara kendilerini büyük gösteriyor, onlar da büyüklük psikozlarına giriyorlar. İş burada da kalmıyor. Bunlar, büyüklüklerinin başkaları tarafından da kabul edilmesini arzuluyorlar. Herkesten alkış ve takdir beklentisine giriyorlar. Sürekli “sen, sen…” seslerini duymak, övülmek, pohpohlanmak istiyorlar.

Şüphe yok ki bu bir iç marazdır, kalb hastalığıdır. Böyle bir hastalığa yakalanmış, bünyesine böyle bir virüs girmiş birinin iman dairesinde sabit kadem kalabilmesi kolay değildir. Zira kibir, dine girmenin önündeki en önemli engellerden biri olduğu gibi, dinde sabit kadem kalabilmenin önünde de aşılmaz bir engeldir. Kendini büyük gören kibir âbideleri, bazen başını alır nifak vadilerinde dolaşır, bazen de tepe taklak küfür gayyasına yuvarlanırlar. Evet, kibir hastalığına yakalanan kimseler şekil ve kalıp itibarıyla Müslüman görünebilir, Müslümanların yaptıklarını yapabilir, namaz kılıp oruç tutabilirler. Fakat çoğunlukla bunların Allah’la münasebetleri ya çok zayıftır ya da hiç yoktur. Çünkü bunlar, mahiyetlerinden habersiz birer gafil, Rabbilerini hakkıyla tanıyamayan birer cahil, Rabbileriyle aralarındaki münasebeti doğru tayin edemeyen birer aldanmıştır.

Ucüb, fahir, gurur, kibir gibi vasıfların her biri, -İmam Gazzâlî’nin yaklaşımıyla ifade edecek olursak- “mühlikât”tandır, yani insanı helâket ve felakete sürükleyen birer virüstür. Bu tür virüslere yakalanan ve yenik düşen bir insanın camiye gelmesi, namaz kılması, oruç tutması onu kötü akıbetten kurtaramayabilir. Zira bu tür hastalıkların varlığı daha başka hastalıklar için de birer çağrı ve davetiyedir. Kendilerinde büyüklük vehmeden, başkalarına tepeden bakmayı alışkanlık hâline getiren kibir budalaları, marazdan maraza intikal eder, bir marazlar fasit dairesi içinde dolaşır dururlar. Bir kere böyle bir deryaya -daha doğrusu gayyaya- yelken açtıktan sonra artık bir daha geriye dönemez, kibirlerinin kendilerini sürüklediği fikrî, bedenî günahlardan sıyrılamazlar. Hafizanallah.

Gerçek Müslümanlık

Tevazu, mahviyet ve hacalet; Müslümanlığın çok önemli esaslarıdır. Hususiyle iman ve Kur’ân davasına gönül vermiş adanmışların, Allah karşısındaki konumlarını bilmeleri, acziyet ve fakirliklerinin farkına varmaları ve sürekli kendilerini sıfırlayabilmeleri çok önemlidir. Onlar Allah’a karşı her tür iddiadan uzak durmalı, sürekli yüzü yerde olmalı, mahlukata karşı da tevazu kanatlarını açabildikleri kadar açmalıdırlar. Öyle ki aynanın karşısına geçip kendilerine baktıklarında veya iç yapıları itibarıyla vicdanlarında kendilerini temaşa ettiklerinde, “Olduğum kadarına da binlerce hamd ü sena olsun. Bu kadarı da olmayabilirdi. Fakat işin doğrusu, gerçek insanlığın da, ideal Müslümanlığın da çok uzağında duruyorum. Müslümanlık nerede ben nerede! Allah beni nereye koymuş ama ben nerelerde dolaşıyorum!” diyebilmelidirler. Bunu sun’i olarak dile getirmeden bahsetmiyorum, kalbleri böyle diyebilmelidir.

Aslında bir mü’minin günde beş defa Allah karşısında el pençe divan durması, bel kırıp boyun bükmesi, yüzünü yerlere sürmesi, tevazu ve mahviyetin birer sembolüdür. İnsan bunlar vasıtasıyla Allah karşısındaki konumunu hatırlar, gurur ve kibrin kendisine yakışmadığını anlar. Çünkü büyüklük Allah’a mahsustur. Azamet ve kibriya Allah’ın sıfatlarıdır. Kudsî bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, bu konuda kim bu sıfatlara sahiplik iddiasıyla ortaya çıkar, yani Allah’a mahsus olana sahip çıkarsa, tepetaklak Cehennem’e atılır. Zira Allah karşısında kibirlenen bir insan, bir yönüyle kendini O’na ortak görüyor demektir. İşte namaz kılarken önemli olan, namazın bize hatırlattığı bütün bu manaları vicdanda duyabilmek, içimizin sesi ve fıtratımızın bir yanı hâline getirebilmektir.

Tevazu ve mahviyeti fıtratının bir derinliği hâline getiremeyen, kendi konumunu doğru belirleyemez, muhasebe ve murakabe endeksli bir hayat yaşayamaz. Dolayısıyla hata ve kusurlarını göremez. Göremeyince de sürekli dışarıda suçlu arar durur. Kendini yerden yere vurmayan, bunu başkalarına yapar. Böyle biri, enaniyet girdabı içinde çırpınıp durur. Kusur ve kabahatlerini örtmek için türlü türlü yollara başvurur. Gerektiğinde sun’i gündemler oluşturur. Gerektiğinde atf-ı cürümlerle yeni suçlular bulur ve efkâr-ı âmmeyi onlarla meşgul eder. Kendi mesâvîleri konuşulmasın diye dikkatleri başka noktalara çeker. Ne yapıp edip irtikâp ettiği hata ve günahların içinden sıyrılmasını bilir.

Münafık Müşrikten Daha Tehlikelidir

Bazı kimselerde kibirle birlikte bir de nifak marazı bulunur. Bunlar zaten birbirini besleyip büyüten şeylerdir. İşte en tehlikelisi de camiye geldiği, Müslümanlardan biri gibi göründüğü hâlde gerçekte dine, diyanete düşmanlık yapan insanlardır. Çünkü bunları gerçek yüzleriyle tanıyabilmek çok zordur. Aynı safta omuz omuza durduğunuz, birlikte secdeye gittiğiniz, beraber Kâbe’yi tavaf ettiğiniz bir insan hakkında suizan etmezsiniz. Dolayısıyla aldanırsınız. İşte bu yüzden dine düşmanlık yapanların en tehlikelisi bunlardır.

Mekke’de Allah Resûlü’nün karşısına dikilen Ebu Cehiller, Utbeler, Şeybeler, İbn Ebî Muaytlar vardı. Fakat Medine’de bütün bunları unutturacak öyle birisi vardı ki belki hepsinden daha tehlikeliydi. O da münafıkların başı Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selül’dü. O da diğer sahabeyle birlikte camiye geliyordu. Müslümanlar ne diyorsa o da aynısını diyordu. Dudaklarından dökülen kelimelerin kalbinin sesi soluğu olup olmadığını nasıl anlayacaksınız? Peygamber fetaneti lazımdı ki bu gibileri gerçek yüzleriyle tanıyabilsin. Çünkü kendilerini çok iyi kamufle ediyorlardı. Gerçekte şeytan oldukları halde kendilerini melek gibi gösteriyorlardı. Bu yüzden sahabeden bile niceleri onlara inanıyordu. Mü’minlerin aleyhine takındıkları tavırlardan ötürü biri münafıkların üzerine yürüdüğünde, “Mü’min bir kardeşimize nasıl bunu yaparsınız?” diyerek onları koruyorlardı.

Maalesef çağımızda da hem kibir hem de nifak başını almış gidiyor. Hz. Pir bu çağa süfyaniyet çağı diyor. Onun da değişik merhaleleri vardır. Bunun ne zaman biteceğini kestirmek de mümkün değildir. Hakiki mü’minler gözlerini açacakları, hakkı bâtıldan tefrik edecekleri âna kadar süfyaniyetin değişik fasılları yaşanmaya devam edecektir. Nifak şebekesi, saf Müslümanları arkalarına alıp istedikleri yere sürükleyecek ve onlara istediklerini yaptıracaklardır. Tabii bu arada nice nesiller heder olup gidecektir.

İşte bu sebepledir ki en çok ihtiyacını duyduğumuz insan, tevazu ve mahviyetle Hak karşısında iki büklüm duran ve kendini yerden yere vuran insandır. Kalben inanmış samimi bir mü’min, yüzüne karşı övgü makamında söylenen maşallahlara, bârekallahlara prim vermez, övülmeyi sövülme gibi görür. Ortaya koyduğu başarılar yüzüne karşı söylenince mahcup olur. Bunların asıl sahibinin Allah olduğunu bilir. İnsanlığa hizmet edecek olanlar da, nifak ve süfyaniyetle mücadele edecek olanlar da işte bu tevazu kahramanlarıdır.

***

Not: Bu yazı, 1 Şubat 2015 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Kulluk Adına Ölçüler

Herkul | | KIRIK TESTI

İnsan kulluk hayatında ne yeise (ümitsizliğe) düşmeli ne de kendine aşırı güvenmelidir. O, işlediği cürümlerin her daim farkında olmalı ve Allah’ın mücrimlere de güzel işler yaptırabileceğini hiç aklından çıkarmamalıdır. Bunu yapabilen biri, Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve teveccühlerini kendinden bilmez. Nail olduğu güzellikler karşısında şöyle der: “Normal şartlarda bu kirli zeminde, bu çorak arazide bu çiçekler, bu güller bitmezdi. Demek ki Allah’ın hususi bir teveccühü söz konusu!” Kendine böyle bakan, hem mazhar olduğu nimetlere şükürde kusur etmez hem de gurura girmez.

Çok küçük şeylere büyük işler gördürmesi, Allah’ın büyüklüğünü gösterir. O, sürçmüş, düşmüş, kırılmış, dökülmüş ve perişan hâle gelmiş sıradan insanlara bile fevkalâde büyük işler gördürebilir, onun eliyle bir beldeyi, bir ülkeyi ihya edebilir, sa’y ve gayretini semeredar hâle getirebilir. İnsan, kendi eliyle ortaya çıkan olağanüstü mazhariyetleri görünce, inhiraf etmemeli ve sapkınca düşüncelere kapılmamalıdır.

   Kazanma Kuşağında Yaşanan Kayıplar

Elde edilen başarı ve muvaffakiyetler karşısında istikameti koruyabilmek hiç de kolay değildir. Niceleri burada imtihanı kaybeder. Mesela etrafına on tane insan toplayan biri, kendini veli görmeye başlar. Hele bir de etrafındakilerin pohpohlaması ve uçurması söz konusuysa iş burada da kalmaz; birilerinin hüsnüzanlarına binaen kendisine verdiği makamlara sahip çıkarak gözünü kutupluğa, gavslığa diker. Belki de böyle bir zavallı, kendini, kutbiyet ve gavsiyeti cem etmiş biri olarak görür. Hatta burada da durmayarak mehdiyet, mesihiyet iddialarına girer, yerde yürümeye hakkı olmadığı hâlde kendini göklerde uçuyor gibi görür ve derken kazanma kuşağında üst üste kayıplar yaşar. Evet, bazen Allah’ın en büyük ihsanı, ikramını hissettirmemesidir.

Tekrar başa dönecek olursak, işlediği hata ve günahların farkında olan ve bunları hiç aklından çıkarmayan bir insan büyük iddialara girmez. Değil gavslık ve kutupluk gibi yüksek makamlara sahip çıkmak, sıradan insanlığı bile kendine çok görür. Çorak arazilerin gülistanlığa döndüğünü gördüğünde, “Benden bir şey olmaz ama her nasılsa Allah yoklukta varlık cilvesi gösteriyor.” der.

Bunları söylerken, tarihte bazı melâmilerin yaptıkları gibi de yapmamak gerektir. Onlar, bâlâ-pervâzâne (kendini olduğundan büyük görüp, büyük gösteren) iddialardan kaçınmak ve haddini bilmek için günah işlemenin lazım geldiği şeklinde bir hataya düşmüşlerdir. Bu da farklı bir inhiraftır. Mü’mine yakışan tavır, bir taraftan kirlenmeme adına kılı kırk yararcasına bir hayat yaşaması, diğer yandan da mevcut kirlerini görebilmesidir. Esasında insanın farkına varmadan işlediği cürümler, mesela bir yanlışa kulak kabartması, bir günaha adım atması, yalan bir söz söylemesi böyle bir muhasebe adına yeter de artar. İşlediği tek bir hatanın akabinde bin defa tövbe etmiş olsa bile, günahını hiç unutmamalı ve sürekli mülâhazalarında canlı tutmalıdır. Bunu yapabilen biri, Cenab-ı Hakk’ın onun sa’yine lütfettiği başarıları kendinden bilmez.

İsmet mülahazası, yani kendini günahsız ve hatasız görme, insan adına çok tehlikelidir. En önemli vasıflarından biri “ismet” olan enbiya-i izam dahi Allah karşısında tir tir titremiş ve hiçbir zaman gevşekliğe düşmemişlerdir. Bu açıdan insan, bu mülâhazaya karşı ilan-ı harp etmelidir. Bir taraftan iradesinin hakkını vererek ismet yolunda ölesiye bir ceht ve gayret sergilemeli ama diğer yandan da hiçbir zaman pir u pak olduğunu düşünmemelidir.

Evet, insanın haddini bilmesi çok önemlidir. Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir söz nakleder: ﻃُﻮﺑَﻰ ﻟِﻤَﻦْ ﻋَﺮَﻑَ ﺣَﺪَّﻩُ ﻭَﻟَﻢْ ﻳَﺘَﺠَﺎﻭَﺯْ ﻃَﻮْﺭَﻩُ “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 158) Hepimiz etten, kemikten yaratılan insanlarız, nefis taşıyoruz. Sürekli bizi yoldan çıkarmaya çalışan bir şeytan var. Çok temiz bir toplum içinde neş’et ettiğimiz söylenemez. Gezip dolaştığımız sokaklar, belvâ-i âm sayılabilecek (kaçınılamayacak) ve paçaları kirletecek kirlerle doluydu. Hatta bazılarımız itibarıyla değil paçalarımızın kirlenmesi, belki gırtlağımıza kadar kirlere battık. Bu hâlimizle bizden bir şey olması mümkün değildi. Ne var ki Allah’ın öyle engin bir rahmeti var ki, bizim gibi mücrimlere bile çok güzel işler yaptırdı.

Evet, nail olduğu lütuf ve nimetlerin Allah’tan geldiğinin şuurunda olan biri, haddini aşmayacak ve boyunu aşkın iddialara girmeyecektir. Meselelere böyle hâlis bir tevhid ufkuyla bakabildiğimiz sürece, Allah da ihsan ve lütuflarını devam ettirecektir.

Öte yandan insan, işlediği günahların kendisini yeis bataklığına sürüklemesine de müsaade etmemelidir. Gırtlağına kadar levsiyat içinde dolaşmış biri dahi, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden ümit kesmemelidir. Bilindiği üzere Allah Resûlü (aleyhissalâtu ve’s-selâm), günah işleyen biri hakkında uygunsuz laflar edildiğini duyunca hemen müdahale etmiş ve onun, Allah ve Resûlü’nü sevdiğini söylemiştir. Dolayısıyla insan, geçmişte işlemiş olduğu hata ve günahların büyüklüğüne bakmadan Allah ve Resulüllah’ı sevmeye ve onların yolunda olmaya gayret etmelidir. “Ey Allah’ım, biliyorum ki benim i’rapta mahallim yok[1] ama Sen o mahalli verirsin!” diyerek büyüklüğü ve yüceliği, ulûhiyet ve rubûbiyet dairesinin biricik sultanı Allah’a verebilmeli; o daireye en büyük çağırıcı Hz. Muhammed Mustafa’ya (aleyhis’salâtü ve’s-selâm) bağlılık ve sevgisini devam ettirmelidir.  Eğer yapabiliyorsa Allah’a ve Resûlü’ne karşı sevgisini münacat ve naatlarla seslendirmelidir. İşlediği cürümler buna mâni olmamalıdır. Şeytan ve nefis, bu cürümleri gerekçe göstererek insana, kendini çok uzaklarda gösterebilir. Fakat o, duygu ve düşünceleriyle hep yakınlarda dolaşmasını bilmelidir.

   Narsist Ruhlar

Tarihte yaşamış hak dostlarına bakıldığında, onların, muhasebe endeksli olarak kendilerini yerden yere vurdukları ve kendilerine bir kıymet-i harbiye vermedikleri görülür. Asıl büyüklük buradadır. Benlik iddiasında bulunan insanların bir şey olması mümkün değildir. Enaniyet sahibi ve bencil insanlar sürekli kendilerini ifade etme ve farklılık ortaya koyma lüzumu duydukları için bir türlü fantezilerden sıyrılamazlar. Onlar, herkesin söylediği, herkesin inandığı fikirleri konuşmaktan hoşlanmaz, orijinalite ve farklılık ortaya koyabilme adına sürekli marjinal fikirler arkasında koşarlar. Dikkatleri üzerlerine çekebilme ve başkalarında hayranlık uyarabilme adına sıra dışı mütalaalar ortaya koymaya çalışırlar. Arzu ettikleri beğeni ve takdiri toplayamadıklarında çıtayı daha da yükseltirler. Hatta kendilerini pazarlama noktasında doğruların yetersiz kaldığı yerde, malzeme olarak yalanı kullanmaktan da kaçınmazlar.

Kendine, kendi düşüncelerine, kendi edasına, kendi endamına meftun bu tür narsist ruhlar, başkalarını da başkalarının yaptıkları şeyleri de beğenmezler. Bunların bir şeyle tatmin olmaları da zordur. Sürekli zikzak çizer, daldan dala sıçrarlar da ömürleri boyunca bir baltaya sap olamazlar.

Oysaki insanoğlunun varlığı bir damla suyla başlamıştır. Allah, onu yokluktan varlığa çıkarmıştır. Çoğumuz, dönüp sergüzeşt-i hayatımıza baktığımızda ve yaptığımız hata ve yanlışları düşündüğümüzde, yüzümüze bakılacak hâlimizin olmadığını görürüz. Allah bizi kul yaratmıştır. Bu sebeple insanın asıl büyüklüğü de Allah’a kulluğundadır. Ona düşen vazife, Allah’ın kendisini insan yaratmasıyla iktifa etmesi ve en büyük izzet ve şerefi O’na kullukta aramasıdır. İnsan, Allah’ın cebr-i lütfi olarak kendisine ihsan ettiği maddi-manevi bütün mevhibelere şükürle mukabelede bulunmalı ve bunları ubudiyetle inkişaf ettirmeye çalışmalıdır.

   Tevazu Kahramanları

Allah, mütevazi insanları tutar ve layık oldukları yere yükseltir. Tohum, toprağın bağrına düşmeyince mazhar-ı feyz olamaz. Yüzü yerde olanları Allah, ekstradan lütuflarıyla öyle kamet-i bâlâlar hâline getirir ki, onları insanlığa rehber kılar. İşte Şâh-ı Geylânî, işte Muhammed Bahâuddin Nakşibendî, işte Hasan eş-Şazilî, işte Abdülkadir el-Geylâni, işte Hz. Pir-i Muğan! Aradan asırlar geçmesine rağmen bu zatları hayırla yâd ediyor ve onların geride bıraktıkları âsâr-ı bergüzide ile yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Bunların her birinin unutulmayan simalar hâline gelmelerinin önemli bir sebebi, mahviyet, hacalet ve tevazu kahramanları olmalarıdır. Onlar bütün himmetlerini -kendilerini değil- Allah’ı ispat etmeye verdikleri için, Allah da onlara bir vücud-u câvidân (daimi, bâki mevcudiyet) vermiş, onlar adına gönüllerde sevgi vazetmiştir. Onlar tevhid hakikatini ispata koştukları için Allah da onları tespit etmiş (sabitkadem kılmış), her birini sizin ufkunuzu aydınlatan ve size yol gösteren birer rehber hâline getirmiştir. Aradan asırlar geçmesine rağmen biz hâlâ onların evratlarını (günlük okunması âdet haline getirilen dua) okuyor, onların geride bıraktıkları eserler vasıtasıyla günümüzün problemlerine çare bulmaya çalışıyoruz. Bundan daha güzel tespit olur mu?

En tehlikeli şey, insanın hesabının sorulmayacağını zannettiği şeyleri yapmasıdır. Mesela bazen yaptığımız salih amelleri kendimize bağlı yapar ve farkında olmadan onları kirletiriz. Şayet yaptığınız işleri, “eşi menendi yok” mülahazasıyla yaparsanız, bu dünyada ruhî ve kalbî hayatınızı felç eder, ahirete de bir şey bırakmamış olursunuz. Eğer söz O’nun etrafında cereyan ediyor ve yapılan hizmetler O’nun adına yapılıyorsa orada sizin kendinizi silmeniz gerekir. En zor şey de insanın kendini silmesidir. İnsan, pek çok şeyin üzerine bir çarpı çekerek onu yok sayabilir. Fakat kendi üzerine çarpı çekmesi hiç de kolay değildir. Ademoğlunun en büyük problemi, yine kendisidir. Hatta bunları nazari olarak konuşmak, anlatmak da kolaydır. Asıl mesele insanın his ve düşünce dünyasında olup bitenlerdir.

Bütün bu konularda yenilenmeye çok ihtiyacımız var. Hemen her gün bir kere daha düşünce ve mülahazalarımızı endazeden (ölçüden) geçirmeli, mihenge (kriter) vurmalı ve ne olduğumuzu, nerede durduğumuzu ve nasıl bir halde bulunduğumuzu gözden geçirmeliyiz. Yoksa inhiraflar kaçınılmaz olur. Bundan daha tehlikelisi de çok defa içine düştüğümüz inhirafın, inhiraf olduğunu dahi fark etmememizdir. Çok ciddi kaymalar yaşadığımız, gazab-ı ilâhiye doğru yürüdüğümüz hâlde kendimizi emniyette görmemizdir.

Çoğu zaman aklımızı ve hislerimizi kontrol edemiyor, ne tür kurgu ve planların arkasından koştuğumuzu bilemiyoruz. Mesela dünyayla ilgili meselelerde tamahkârlığa (aç gözlülük) girebiliyor, kazanma hırsıyla oturup kalkabiliyoruz veya yaşama tutkusu bütün benliğimizi sarabiliyor. Bu tür duygu ve düşüncelerin büyük günah cetvelinde bir yeri olmasa bile, durduğumuz yer itibarıyla Allah’a karşı düpedüz saygısızlık olduğunda şüphe yoktur. İşte bütün bu tehlikelerden uzak durma adına sürekli Allah’la münasebetlerimizi gözden geçirmeli ve doğru kulluk tavrını ortaya koyabilmeliyiz.

[1] “İ’rabda mahallim yok” tabiri Arapça’daki bir gramer kaidesinden alınmış idyumdur. İnsanın değersizliğini ifade için kullanılır.

***

Not: Bu yazı, 10-11 Haziran 2009 tarihlerinde yapılan sohbetlerden hazırlanmıştır.

Gizli İmtihanlar

Herkul | | KIRIK TESTI

Dünya hayatının imtihanları çeşit çeşittir. Bu imtihanların bazısı aşikâr, bazısı da nispeten gizlidir. Taşıyamayacağı yükün insana yüklenmeyeceği gerçeği müsellem, insan bazen ilk bakışta bilemediği ve farkına varamadığı şeylerle de imtihan olur. Mesela güzel bir iş yapar. Fakat hayal ve tasavvur dünyasına bir sis, bir duman çöküverir de ortaya koyduğu başarı onu gurura sevk eder. Dolayısıyla yaptığı işin ne bereketi ne de sevabı kalır. Zihninde beliren “Ben yaptım, ben ettim, ben başardım.” düşüncesi her şeyi bitiriverir. Zira insanın yaptığı şeyleri kendine mâl etmesi, kendi eseri olarak görmesi içinde gizli şirk barındıran bir yaklaşımdır. Sürekli “ben, ben” demek öyle bir girdaptır ki hiç farkına varmadan insanı dalalet ve küfrün içine çekiverir.

Bu sebepledir ki nefis ve şeytanın hilelerinden uzak kalmak isteyen kişi, en büyük başarılara imza atmış, insanlığı yıldızlar arasında seyahat ettirmiş dahi olsa, sıradanlık duygusundan sıyrılmamalı ve şöyle demelidir: “Hayret ediyorum, Allah nasıl oluyor da bizim gibi sıradan insanlara böyle büyük işler gördürüyor!” Eğer yapılan güzel işlere ille de makul bir mahmil/izah bulmak istiyorsanız meseleye hikmet-i ilâhiye açısından bakarak şöyle diyebilirsiniz: Allah, kendi büyüklüğünü göstermek için bizim gibi küçük insanlara büyük işler yaptırıyor. Böyle büyük işlere bizim güç ve iktidarımızın yetmeyeceği açık olduğundan dolayı bütün bunlar O’nun büyüklüğüne delalet eder.

Kâinat kitabına atf-ı nazar ettiğimizde de aynı şeyi görürüz. Allah Teâlâ, kocaman fizikî âlemleri çok küçük parçacıklardan yaratmıştır. Varlıklar ne kadar büyük olursa olsun, atomlardan, atomları da teşkil eden elektron, nötron ve protonlardan oluşur. Belki Cenab-ı Hak onları da -quark, iyon ve eter gibi farklı isimlerle adlandırılan fakat henüz mahiyet ve hakikatlerini tam tespit edemediğimiz- daha küçük parçacıklardan yaratmaktadır. Dolayısıyla çok küçük şeylerden büyük şeyler yaratmaya bir çeşit âdetullah veya sünnetullah nazarıyla bakılabilir.

Öte yandan Allah, bir karıncaya Firavun’un sarayını harap ettirir. Bir sineğe Nemrud’u yere serdirir. Bir mikropla deccalın hakkından gelir. Bütün bunlar O’nun namütenahi (sonsuz) kudretine delâlet eder.

Bu hakikati daima göz önünde bulunduracak olursak, en büyük başarılar bile bizi ucb ve gurura sevk edemez, bize sıradanlık duygusunu unutturamaz. Hz. Ali’nin ifadesiyle insanlar içerisinde sıradan bir insan olmayı en büyük fazilet bilir, hiçbir şekilde faikıyet (üstünlük) mülâhazasına girmeyiz. Unutmamak gerekir ki insanın kendi yaptığını beğenmesi, bütün güzellikleri kendinden bilmesi, “Var mı benim gibisi!” demesi… bunlar hep şeytanî düşüncelerdir.

   Tevazu ve Mahviyet

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) cihanda öyle bir inkılâp yapmıştır ki, Akif’in ifadesiyle, bir nefhada Kayserleri, Kisraları yere sermiş ve bir hamlede insanlığı kurtarmıştır. Buna rağmen O, hayatı boyunca tevazu ve mahviyetten hiç ayrılmamıştır. Mesela bir seferinde yanına gelen bir adam korkudan titremeye başlayınca, “Korkma, rahat ol! Ben kral değilim. Ben, kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum.” (İbn Mâce, et’ime 30) demiştir.

Cenab-ı Hak, lütuf ve ihsanlarıyla Allah Resûlü’nün büyüklüğünü âleme gösterdikçe, O da Allah’a karşı daha çok şükür ve hamde yöneliyor, insanlara karşı da tevazu kanatlarını yerlere kadar seriyordu. Peygamberliğini nefyedemezdi. Hâşâ, “Ben peygamber değilim!” diyemezdi. Çünkü bu O’na yüklenmiş, taşınması çok ağır bir vazifeydi, dinin en temel rükünlerinden biriydi. Bunun dışında kalan meselelerde ise O, peygamber olduğu halde hiçbir şekilde büyüklük izhar etmiyordu. Ashabıyla birlikte olduğu zamanlarda, dışarıdan gelen bir kişi O’nu görmek istediğinde rahatlıkla seçemiyordu. Çünkü ne kılık kıyafeti ne oturduğu koltuk ne de hâl ve hareketleri çevresindekilerden farklıydı.

İşte gerçek anlamda büyüklüğün ölçüsü budur. Her zaman tekrar ettiğimiz bir ifadeyle söyleyecek olursak, büyüklerde büyüklüğün emaresi tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresi ise tekebbürdür.  

Ortada çok bir başarı yokken enaniyeti kontrol etmek nispeten kolaydır. Eğer yaptığınız hizmetler henüz küçük bir ışık tayfından, mini bir sızıntıdan ibaretse neyi nefsinize mâl edeceksiniz ki! Fakat Allah’ın lütufları sağanak sağanak üzerinize boşalmaya başlamışsa, işte burada tevazu ve mahviyeti koruyabilmeniz hiç de kolay olmayacaktır. Harikulade işlerin yapıldığı, herkesin size teveccüh ettiği zamanlarda gurur ve kibir bataklığına düşme tehlikesi de artacaktır. Dolayısıyla Allah’tan gelen nimetlerin aynı zamanda O’ndan gelen birer imtihan olduğu unutulmamalıdır.

Bu imtihanı kazanmanın gereklerinden biri, ortaya çıkan güzel işleri kendimizden bilmememiz, Allah’ı unutmamamızdır. Şurası iyi bilinmelidir ki, kalblere hükmeden, kalbleri evirip çeviren Allah’tır. Şayet bir dönemde insanlar hizmet adına şahlanmış, coşmuş ve dünyanın dört bir yanına hicret etmişlerse bu Allah’ın lütfu ve inayeti sayesinde gerçekleşmiştir. “Biz sevk ediyoruz, biz yönlendiriyoruz, biz evirip çeviriyoruz, biz başarıyoruz…” gibi mülahazalara girersek, Allah, lütfettiği nimetlerini elimizden alır. Fert planında bu tür düşünceler taşıyorsak bu ferdî enaniyet olur; bir topluluk olarak bu tür mülâhazalara sahipsek bu sefer de cemaat enaniyeti olur. Hatta buna hadisin ifadesiyle “şirk-i hafi” (gizli şirk) de diyebiliriz.

   Her şey O’ndan (celle celâluhu)

Bu sebeple “Cihanın dört bir yanına açılan, şu kadar okul açan, bu kadar faaliyet yapan bir cemaatin fertleriyiz!” diyerek aidiyeti ön plana çıkarmak bizim için yıkım olur. Ferdî enaniyetten kurtulma adına ene’yi (beni) yırtıp nahnü’yü (bizi) göstermeye çalışmalıyız. Fakat bu sefer de cemaat enaniyetine düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağımız için nahnü’yü de ayaklarımızın altına almalı ve hüve’yi (O’nu) göstermeliyiz. İyi bilmeliyiz ki hepimiz her zaman O’na muhtacız; O ise hiçbir zaman hiç kimseye muhtaç olmayan bir Zat-ı Ecell ü Â’lâ’dır.

Bununla birlikte üst üste fetihlerin yaşandığı, medyanın meseleyi abarttığı, herkesin size yahşi çektiği bir dönemde duygu ve düşüncelerin kontrol edilmesi çok zordur. Bu zorluğun üstesinden gelebilme adına Allah’a ne kadar dua edilse azdır. Sürekli ellerimizi açıp, “Allah’ım bizi kendimize hiç ender hiç göster!” demeliyiz. Yapılan hizmetlerin ahirette kişi adına önemli birer kazanım hâline gelmesinin yolu da buradan geçer. Yoksa insanın kendi hesapları adına yaptığı amellerin ahirette ona bir faydası dokunmayacaktır.

Çokça zikredilen bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi (Müslim, imare 152; Nesâî, cihad 22) insan, Allah’ın huzuruna çıktığında salih amellerine güvenecek fakat bunları Allah için yapmadığından kendisine bir faydası dokunmayacaktır. Hatta nefis hesabına yapılan; Allah yolunda mücahede etme, ilimle meşgul olma, vaaz u nasihat etme veya infakta bulunma gibi güzel işler -Allah muhafaza- kişinin helakine sebep olacaktır. Yaptığı salih amelleri övgüye, takdire ve alkışa bağlayan insanlar kendilerini çok ucuza peylemiş olacaklardır. Çünkü onlar yaptıklarının karşılığını bu dünyada almış olacaklarından ahirete bir şey kalmayacaktır. Allah, bizleri, elde edeceği mükâfatı çok küçük şeylere bağlamaktan, hayatını çok ciddi bir darlığın mahkûmu olarak geçirmekten, peşin lezzetlerin arkasında koşmaktan ve bu yüzden de ahirette hüsran yaşamaktan muhafaza buyursun!

Evet, Allah, ne kadar varidat ve mevhibelerini lütfeder, insanın davranışlarını ne kadar semeredar kılarsa, onun da o ölçüde Allah’a teveccüh etmesi ve kendini sıfırlaması gerekir. O, nail olduğu nimetlerin ağırlığıyla Allah huzurunda el pençe divan durmalı, rükû ve secde ile şükrünü seslendirmelidir. Layık olmadığı mülahazasıyla, mazhar olduğu lütufları hayret ve şaşkınlıkla karşılamalı ve bunlara şükür ile mukabelede bulunmalıdır. Alvar İmamı gibi sürekli, “Değildir bu bana layık bu bende, Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!” demelidir.

Emanette Emin miyiz?

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: “İlk hak başka, temsil ile gelen hak başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa her zaman geriye alınabilir.. alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.” ifadesi ne gibi mesajlar içermektedir?

   Cevap: Esasında bütün haklar, bir ismi de “Hak” olan Cenab-ı Hakk’a aittir. Zatî olarak insanın hiçbir hakkı yoktur. Allah, büyüklüğünün ayrı bir tecelli dalga boyu olarak insanlara emaneten bazı haklar vermiş, onları çeşit çeşit nimetlerle donatmıştır. İnsan, hiçbir ceht ve gayret göstermeksizin bir kısım hak ve imtiyazlara sahip olarak dünyaya gelir. Bunlara “bahşedilmiş haklar” diyebilirsiniz. Çünkü bunlar insanın kendi iradesini kullanarak elde ettiği haklar değildir. İnsan olarak yaratılmadan Müslüman beldesinde hayata gözlerini açmaya, yüksek istidat ve kabiliyetlerle donatılmadan münasip bir ortamda neş’et etmeye kadar sahip olunan pek çok hak ve imtiyaza bu gözle bakılabilir.

İnsana düşen vazife, iradesinin hakkını vererek ve sahip olduğu istidat ve kabiliyetleri sonuna kadar inkişaf ettirerek Allah’ın cebr-i lütfî olarak ihsan etmiş olduğu bu haklara layık olmaya çalışmasıdır. Hiç şüphesiz bu konuda peygamberlerin her birisi bizim için önemli birer rehberdir.

Bu hakikati ifade sadedinde, Allah Teâlâ, bu hakları kullarına karşılıksız olarak vermiştir denebileceği gibi, onların hayatları boyunca ortaya koyacakları yüksek performansa binaen bunları ihsan etmiştir de denebilir. Mesela bir insanın nübüvvetle serfiraz kılınması çok büyük bir ayrıcalıktır. Allah, dilediği kulunu böyle bir nimetle şereflendirebilir. Fakat O (celle celâluhu), çocukluklarından itibaren hayatları boyunca ortaya koyacakları ceht ve gayreti ezelî ilmiyle bildiği bazı kullarını böyle yüksek bir payeyle şereflendirmiş de denebilir.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına bakan hangi insan, başta nübüvvet olmak üzere O’nun sahip olduğu iffet, ismet ve fetanet gibi nimetleri hak etmediğini düşünebilir! Zira O, iradesini son haddine kadar kullanmak suretiyle kendisine bahşedilen ilk hakları çok verimli şekilde değerlendirmesini bilmiştir. Hayat-ı seniyyeleri boyunca öyle isabetli kararlar vermiş, öyle yerinde tercihler ortaya koymuştur ki, akl-ı selim sahibi hiçbir ferdin bunlara karşı çıkması, itiraz etmesi mümkün değildir. Beden ve cisimden ibaret olan bir insan, meleklerin yaptığı amellerin ötesinde şeyler yapmıştır.

   Konumun Hakkını Verme

Hayatı süzerek yaşayan bir insan, Allah’ın doğuştan bahşetmiş olduğu hak ve nimetlerin, hayatının daha sonraki safhalarında da devam ettiğini görür. Mesela kaçımız düşünerek, taşınarak, işin felsefesini kavrayarak hizmet-i imaniye ve Kur’aniye davasına gönül vermişizdir? Çoğumuz kendisini bir anda işin içinde bulmuştur. Sanki elli kişiyle birlikte sokakta yürürken bir kapı aralanmış ve içlerinden üç beş tanesi içeriye alınmıştır. Bu yönüyle insanın, “Ben düşündüm, ben planladım, ben ortaya koydum.” demesi çok zordur. Bizden daha akıllı nice insanlar aynı caddeden gelip geçmişler fakat aralanan kapıdan içeriye girmeyi düşünmemişlerdir. Hatta bunların bir kısmı, kapının yanından geçmesine rağmen onu görmemiş, kendisini çağıran sesi dahi duymamıştır.

İşte asıl mesele de bahşedilen bütün bu hak ve nimetlerin çok önemli birer emanet olarak görülmesi ve hakkının verilmeye çalışılmasıdır. İnsan, ne sahip olduğu nimetleri görmezden gelerek küfran-ı nimete (nankörlüğe) girmeli ne de bunlar ile övünmek suretiyle gurura düşmelidir. Öncelikle nimet ve mazhariyetleri asıl sahibine yani Cenab-ı Hakk’a vermesini bilmeli, sonrasında da bunlara lâyık olmaya çalışmalıdır.

Evet, bizler öncelikle Allah’ın lütuf ve ihsanlarının farkına varmalıyız, bunları kendimizden bilmek suretiyle gurur ve kibre kapılmamalıyız. Sonrasında da Cenab-ı Hakk’ın bizi koymuş olduğu yerin, makamın ve statünün hakkını vermeliyiz. Bütün tavır ve davranışlarımızı bulunduğumuz yere göre ayarlamalıyız. Eğer yüce hakikatlere karşı belli ölçüde ufkumuz açılmışsa, bunları çok önemli birer nimet olarak görmeli ve bütün muhtaç sinelere duyurabilme istikametinde koşmalıyız. Zira benlik girdabına düşmemenin yegâne çaresi, yüksek bir mefkûreye dilbeste olmaktır. Şayet batmamak ve boğulmamak istiyorsak, çok sağlam bir kulpa veya kopmayan bir urgana yapışmalıyız.

Allah’ın bize emanet olarak verdiği bütün hakları, nimetleri, ihsanları âdeta verimli bir toprağın bağrına atılmış tohum gibi değerlendirip nemalandırmaya çalışmalıyız. Sürekli “Acaba ne yapmalıyım ki elimdeki tek bir tohumdan iki tane başak, iki başaktan elli tane buğday çıksın?” demeliyiz. Kur’ân-ı Kerim’in ifade buyurduğu gibi tek bir habbeyi yetmişlere, yedi yüzlere ulaştırmanın yollarını aramalıyız. (Bakara sûresi, 2/261) Sahip olduğumuz bütün istidat ve kabiliyetlere bu mantık ve felsefe ile bakarak onları son milimine kadar değerlendirmeye gayret etmeliyiz.

Konumun hakkını verebilmenin veya durulması gerekli olan yerde durabilmenin yolu, meseleye bu mantıkla bakabilmektir. İnsan, durduğu yer ile durması gerekli olan yer arasındaki mesafeyi sık sık kontrol etmelidir. “Allah bana şu lütuflarda bulunduğuna, bana böyle güzel bir atmosferde yaşama imkânı bahşettiğine göre, acaba benden istediği şeyler nelerdir?” demeli ve sahip olduğu nimetlerin şükrünü eda etmeye bakmalıdır.

İlk bahşiş, avans ve mevhibe Allah’ın bir lütfudur. Onda bizim dahlimiz yoktur. Allah bizi getirip belli bir makama koymuştur. Fakat daha sonra ortaya koyacağımız performansla, gayret ve ciddiyetle Allah’a karşı öyle bir kulluk ortaya koymalıyız ki melekler bile şunu demeli: “Ya Rabbi, Senin bu zatı açılan kapıdan içeri almanda ne büyük hikmet varmış!”

Bu konuda sahabe-i kiram efendilerimiz bizim için çok önemli birer örnektir. Allah, onları Peygamber Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı çağda dünyaya getirmiş, onlara sahabe olma yollarını açmış ve onlar da bunun hakkını vermişlerdir. Cahiliyenin karanlıklarında diri diri çocuklarını toprağa gömen, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan, elli tür vahşet içinde bocalayan, kadınlara hak tanımayan insanlar, Kur’ân’ın bir mucizesi olarak cihanı idare edebilecek, beşerin aklını terbiye edebilecek bir kıvam kazanmışlardır. Yani onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği konum ve makamın hakkını vermiş, kısa süre içerisinde insanlığa medeniyet dersi vermiş, yeryüzünü ilim, adalet, hakkaniyet ve merhametle doldurmuşlardır.

   Dava İnsanlarının Özellikleri

Şayet Allah’ın ilk hak olarak vermiş olduğu lütuflar gereği gibi değerlendirilmezse, Allah bunları ehil olmayanlardan alır ve ehillere teslim eder. Zira O, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir, Allah onları sever, onlar da Allah’ı. Onlar, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta hiç kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi bilir).” (Mâide suresi, 5/54)

Allah, burada dininden geri dönen, yani irtidat eden veya yapması gerekli olan mükellefiyetleri gereği gibi yapmayan kimselerin yerine başka bir topluluk getireceğini ifade buyuruyor. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Mesela Emeviler, zulmetmeye, gaddarlığa, kan dökmeye başlayınca Allah onların yerine Abbasileri getirmiştir. Abbasiler sarsıntı yaşamaya başlayınca Selçuklular işe vaziyet etmiştir. Haçlı ve Moğol istilalarına karşı koymak onlara kalmıştır. Onlar da bu büyük misyonu eda edemez hale gelince, bu sefer Allah, onların yerine Osmanlıları getirmiş ve onlar sayesinde İslam dünyası dört asır huzur içinde yaşamıştır.

Demek ki bir topluluk Allah’ın istediği kıvamı ortaya koyamaz, konumunun hakkını veremez, durması gerekli olan yerde durmayarak gerisin geriye gitmeye başlarsa, Allah da bu işi onlardan alıyor, başkalarına tevdi ediyor ve davasını onlara temsil ettiriyor.

Peki, Allah’ın dinine sahip çıkacak, onu etraf-ı âlemde neşredecek insanların özellikleri neler olmalı? İlk olarak Allah’ın onları, onların da Allah’ı sevdikleri ifade ediliyor. Esasında bu sevgi karşılıklıdır. Şayet siz Allah’ı andığınız zaman burunlarınızın kemiği sızlıyorsa, Allah tarafından sevildiğinize inanabilirsiniz. Allah nezdindeki konumunuzu öğrenmek istiyorsanız, Allah’ın sizin nezdinizdeki yer ve konumuna bakmalısınız. Allah’a karşı ne kadar alakanız varsa, Allah’ın size karşı alakası da o kadardır. Bu sebeple bu iki sevgi peş peşe zikrediliyor.

Âyetin devamında yeni bir inşa hareketi başlatacak, umumî bir diriliş peşinde koşacak bu topluluğun mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirecekleri ifade ediliyor. Yani onlar kendilerini herkesten dûn görürler. Hz. Ali’nin ifadesiyle insanlar içinde sıradan ve sade bir insan gibi yaşarlar. Buna karşılık küfür sıfatlarına karşı çok aziz bir duruş ortaya koyarlar. Yani yeryüzünde herkesin insanca yaşaması, doğru düşünüp doğru karar vermesi adına küfür sıfatlarını izale etmeye çalışır, insanların küfür girdabından kurtulması adına ellerinden geleni yaparlar. Farklı bir ifadeyle, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek kalbleri yeniden Allah’la buluşturmaya çalışırlar.

Ayrıca bunlar, hak bildikleri yolda sürekli mücahede ederler. İnsanların olumsuz sıfatlardan sıyrılmalarını ve arınmalarını temin etmeye, onları Allah’a ulaştırmaya çalışırlar. Bu yolda karşılaşacakları hakaretler, ayıplamalar, iftiralar ve eziyetler karşısında da korkuya kapılmaz, paniklemez ve paranoya yaşamazlar. Âlemin uygunsuz sözleri, kaba tavırları, saldırgan davranışları onları yürümeye azmettikleri yoldan alıkoyamaz. Hiç şüphesiz bunların her biri Allah’ın birer fazlı ve ihsanıdır ki O, bunları dilediğine lütfeder.

   Daimi Emanetçiler Olabilmek

Herkes meseleye rasyonelce bakarak kendisini Cenab-ı Hak tarafından ortaya konulan bu yüce vasıflar zaviyesinden tartabilir. Hak davanın, kıvamında insanlar tarafından temsil edilip edilmediğini gözden geçirebilir. Fakat bunu yaparken kimse hakkında suizanna girmemeye dikkat edilmelidir.

Soruda zikredilen, hakikî temsilcilerin bulunmadığı zamanlarda, hakkın, nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşıp duracağı konusuna gelince, günümüzde hak davasının hakiki temsilcilerinin bulunmadığını söyleyecek olursak, herkes hakkında suizanna girmiş oluruz. Fakat herkes kendisine bakarken böyle bakabilir. “Biz, olsa olsa birer emanetçiyiz. Bu işin hakiki temsilciliği bize düşmez.” diyebilir. “Ben, bu bayrak yere düşmesin, değerler bütün bütün unutulmasın, çeşit çeşit vesayetler yaşanmasın diye bu işe sahip çıkmaya çalışıyorum.” şeklinde düşünebilir.

Fakat asıl önemli olan, her bir mü’minin muvakkat değil, daimi emanetçi olmaya çalışmasıdır. Bunun getirisi başka şeylerle mukayese edilemeyecek kadar büyüktür. Böyle yüksek bir hedef varken daha berisindeki şeylere dilbeste olmak dûnhimmetliktir. İnsan her zaman himmetini âli tutmalı, sürekli çıtayı yükseltmeli ve buna göre bir liyakat ortaya koymaya gayret etmelidir. Diğer yandan da sürekli, “Allah’ım, emanetini alacağın güne kadar bizi emanette emin kıl!” diye dua dua yalvarmalıdır.

***

Not: Bu yazı 21 Mayıs 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Tevazu ve İhlas

Herkul | | KIRIK TESTI

Tevazu, insanın kalbindeki bir duygu, bir haldir. Alçak gönüllü olmak, kendini küçük görmek demektir ve Allah katında çok kıymetlidir. Bu yüce sıfata sahip kimseye de mütevazı denir. Tevazu çoğu zaman tavır ve davranışlara aksederse de, sadece zahire yansıyan davranışlarına bakarak bir insanın mütevazı olup olmadığına hükmedemeyiz. Mesela bazısının namazda ön safta durması onun tevazuunun dışa vurmasıdır, bazısının da arka safta durması. Önemli olan bunun hangi mülahazayla yapıldığıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kişinin sürekli kendisini içten içe kontrol etmesi, her zaman ihsaslarının farkında olması ve hayatını da buna göre götürmesidir. Mütevazı insan, başkalarının kendini tazim edecekleri hallerden de kaçınır. Yaptığı bir şeyde başkalarının onu büyük bir makama koyması karşısında rahatsız olur.

Gerçi hadis-i şeriflerde mescide erken gelmenin ve imamın hemen arkasında saf tutmanın fazileti anlatılır. Objektif olan budur. Bizim ifade etmeye çalıştığımız ise meselenin tevazu ve kibre bakan yanıdır. Dolayısıyla da sübjektif mülahazalardır. Fakat kişi bu halis mülahazalarından ötürü de sevap kazanabilir. Mesela mescide erken geldiği halde, sırf o fazilete bir başka kardeşi nail olsun diye arka safta duran biri, ayrı bir civanmertlik sergilemiş ve Allah katında hora geçen bir amelde bulunmuş olur. Fakat böyle bir civanmertlikte bile kişinin sürekli aynı şeyi yapması doğru olmayabilir. Bir süre sonra kendini ifade etmeye dönüşebilir.

Mü’min, yapmış olduğu amel her ne olursa olsun, kendini ifade etme mülahazası içine düştüğü an, hemen bu halden kurtulmasını bilmelidir. Hayatını fevkalade bir tevazu, fevkalade bir mahviyet, fevkalade bir hacalet içinde geçirmeye kararlı olmalıdır. Fakat bunları şekle bağlamamalıdır. Zira muayyen bir şekle ve belli davranış kalıplarına bağlı götürülen bir tevazu anlayışı, insanı hiç farkına varmadan kendini nazara verme kompleksi içine itebilir. Bu konuda insanın esnek olması ve ruh haletine göre karar vermesi gerekir. Tavır ve davranışların zati bir değeri yoktur. Onlara değer kazandıran, insanın niyeti ve iç kararlarıdır.

   Vicdanın Verdiği Hükümler

İnsanı en iyi okuyan, yine insanın kendisidir. Yani vicdan aynasıdır. Vicdan, yanıltmayan bir endaze ve mihenk taşı gibidir. Bu yüzden insan, her tür tavır ve davranışında onu ölçü almasını ve ona göre hareket etmesini bilmelidir.

Tekrar namaz örneğini verecek olursak, birisi vardır ki vicdanında, “Benim önde durmaya hiç liyakatim yok.” diyor ve bu mülahazaya bağlı olarak arka safa geçiyordur. Yani içindeki tevazu duygusu ona bunu yaptırıyor, tevazuu bu şekilde tezahür ediyordur. Arka safa geçen bir diğerinin mülahazası ise başkalarına, “Falan şahıs ne kadar mütevazı. Camiye erken geldiği halde namaza arkada duruyor!” dedirtmektir. Kişi açıktan bunu düşünmese bile çok sinsi bir mülahaza kendini hissettirmeden gelip onun zihnine yerleşebilir. Dolayısıyla da kişi, amelini kendini duyurmaya bağlamış olacağından kaybeder.

 Şunun iyi bilinmesi gerekir ki insan, niyetlerinin, iç kurgularının ve iç planlarının insanıdır. Davranışlara renk ve desen kazandıran bunlardır. Ameller bunlarla kıymet ve derinliğe ulaşır veya büsbütün kıymetini yitirir. Bir hadis-i şerifte anlatıldığı gibi insan savaş meydanında cansiperane mücadele eder. Fakat o, “Hele bir görsünler kahramanlık nasıl olurmuş!” mülahazasının esiri olduğu için yaptığı amel Allah katında hiçbir şey ifade etmez ve bir arpa boyu bile Cennet’e yaklaşamaz; bilakis Cehennem’e yaklaşır.

Bir başkası Karun kadar zengindir ve sahip olduğu hazineleri son kuruşuna kadar infak etmiştir. Fakat “Yahu ne civanmertmişsin. İşte cömertlik dediğin böyle olur!” şeklindeki kurgular gelip zihnine kurulmuşsa, onun yaptığı ameller de beyhude gitmiş demektir. İlim sahibi olma, güzel konuşabilme, yazı yazmayı veya şiir döktürmeyi bilme gibi daha başka amelleri ve meziyetleri de bunlara kıyas edebilirsiniz. Siz başları döndüren hizmetlere imza atmış olsanız dahi, şayet yaptığınız işlerin içine azıcık kendinizi ifade etme, görünme ve bilinme mülahazalarını karıştırıyorsanız, bunlar yaptığınız güzel amelleri alır götürür. Bu itibarla bütün amellerde evvel ve ahir Allah rızası hedeflenmeli ve sadece O hoşnut edilmeye çalışılmalıdır.

Her hal ve davranışını vicdanın imbiklerinden geçirmeyen, sürekli kendini yerden yere vurmayan bir kişi, Hak katında kendini yerden yere vurur. Bize düşen, en masum davranışlarımızın bile kritiğini yapabilmek, onların altında hep bir bit yeniği olup olmadığını tahkik etmektir.

İnsanlığın hayrına çok güzel işler yapabilirsiniz. Mesela gazete ve dergi çıkarabilir, televizyon kurabilir ve yaptığınız işlerde de başarılı olabilirsiniz. Fakat siz bunlarla benliğinizin davasını gütmüşseniz, yaptığınız bütün bu güzel işler ahirette yüzünüze çarpılır ve fiyaskoyla neticelenir. Zira Allah’a dayanmayan hiçbir işin başarıya ulaşması mümkün değildir. Riya ve süm’a kokan işler sizin de aleyhinizedir, dinin de aleyhinedir, milletin de aleyhinedir. Şayet temelinde ihlas ve samimiyet bulunmayan işler muvakkaten başarılı oluyorsa, iyi bilinmesi gerekir ki o bir istidraçtır.

   Yalan, Bir Lafz-ı Kâfirdir

Şayet dünyevî ve uhrevî hüsrana maruz kalmak istemiyorsak bütün amellerimizi Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla, yani fevkalade bir ihlas ve samimiyetle yerine getirmeliyiz. İhsan mülahazasına bağlamadan ne bir söz söylemeli, ne bir kelime yazmalı, ne de bir iş yapmalıyız. En basit mimiklerimizden göz kırpmaya kadar her tavır ve davranışımızda mutlaka O’nun rızasını gözetmeliyiz. Çünkü O’na bağlanmayan bütün ameller yalandır. İstanbul’u da fethetsek, Çaldıran zaferini de kazansak, Mercidabık ve Ridaniye seferine de çıksak, yalandır. Sakın bu sözlerimden Fatih’in ve Yavuz’un yalan bir iş yaptığını düşündüğüm anlaşılmasın. Bu büyük kametlere katiyen yalan yakışmaz. İç dünyamızı kontrolle ilgili bir perspektif vermeye çalışıyorum.

Şunu da belirtmek gerekir ki ahir zamanda ümmet-i Muhammed’in başına musallat olacak bela şebekesinin en önemli vasfı yalandır. “Deccal” kelimesi de yalancı demektir. Hatta bu kelime Arapçada mübalağa kipinde geldiği için normal bir yalancı için kullanılmaz; söylediği yalanlara kendisi de inanacak kadar profesyonel yalancıyı ifade eder. Onun yaptıkları, iman adına, İslam adına, ihsan şuuru adına, millete iyilik yapma adına yapılmış gibi de görünse, ihlas ve samimiyete dayanmadığından koca bir yalan olduğu gibi, gelecek adına verdiği sözler de yalandan ibarettir. Yalan ise Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir lafz-ı kâfirdir; mü’mine yakışmaz.

Maalesef yalan, çağımızda şeytanın en önemli oyun ve tuzaklarından biri haline geldi. İster fiilî, ister hâlî, ister kavlî, isterse hayalî olsun, şeytan bu çağda yalan argümanını kullanmak suretiyle çoklarını aldatıyor, yoldan çıkarıyor. Hakiki mü’mine düşen, daima sıdk peşinden koşmak; yalandan, yılandan çıyandan uzak durduğu gibi uzak durmaktır.

***

Not: Bu yazı 22 Mart 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Hazreti Ebû Bekir’e (Radıyallahu Anh) Talim Edilen Dua

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Hz. Ebû Bekir’in namazlarda okuyacağı bir dua talebi üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ duasını öğretmiştir. (Buharî, daavât 16) Bu duanın bize verdiği mesajlar nelerdir?

   Cevap: Hz. Ebû Bekir Efendimiz, hayatını kılı kırk yararcasına hassas yaşayan oldukça müttaki, bir o kadar da mütevazi bir insandır. Mesela bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kim kibrinden dolayı elbisesini yerde sürürse, Allah kıyamet günü ona (rahmet nazarıyla) bakmaz.” buyurunca, kendisinin de bu kötü akıbete maruz kalabileceğinden endişelenmiş ve hemen, “Dikkat etmediğim takdirde benim elbisemin iki tarafından birisi mutlaka yerde sürünür?” demiştir. Efendimiz de, “Sen bunu büyüklenme kastıyla yapmıyorsun.” ifadesiyle onu rahatlatmıştır. (Buhari, menâkıb 33)

Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’ne ilk iman edenlerdendir. Allah Resûlü’nden sadece iki yaş küçüktür. Dolayısıyla çocukluklarını, gençliklerini birlikte geçirmişlerdir. Fakat o, bu gibi engellere takılmamıştır. Kendisine mü’min olması teklif edildiğinde hiç tereddüt etmeden hemen iman etmiş ve bir ömür boyu da Allah Resûlü’nün yanından ayrılmamıştır. Hicret yolculuğunda ve Sevr sultanlığında İnsanlığın İftihar Tablosu’na arkadaşlık yapmıştır. Efendimiz, onun ve Hz. Ömer’in yerdeki iki veziri olduklarını ifade buyurmuştur. (Tirmizî, menâkıb 16; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/290) Dolayısıyla o, İslam’ı en iyi anlayan ve yaşayan bahtiyarlardan birisidir. Maalesef bazıları onlara tan u teşnide bulunmak suretiyle kendi talihsizliklerine imza atıyor, mühür basıyorlar.

   Gerçek Kulluk Ufku

İşte bu marifet âbidesi, Allah Resûlü’ne gelerek O’ndan namazlarında okuyabileceği bir dua istiyor. Efendimiz de kendisi ile beraber maiyete talip olan böyle bir insana tevazu, mahviyet ve hacalet adına çok manidar bir dua talim buyuruyor. Eğer böyle samimi ve mütevazi bir arkadaşımız bizden dua isteyecek olsaydı, kim bilir ona ne medh u senalarda bulunurduk! Fakat Allah Resûlü, Hz. Ebû Bekir’in gönlünü hoş edecek şeylerden daha ziyade, öbür dünyada onu memnun edecek hususlara ehemmiyet veriyor. Ona ne payeler ve makamlar veriyor ne de onun nefsini okşuyor; bilakis ona gerçek kulluk ufkunu gösteriyor.

Efendimiz ilk olarak duaya şu sözleriyle başlıyor: اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا “Allah’ım ben nefsime çok mu çok zulmettim.” Zulüm kelimesinin mef’ul-ü mutlakla tekid edilmesi, bu da yetmezmiş gibi كَثِيرًا kaydının da eklenmesi ile İnsanlığın İftihar Tablosu en yakın arkadaşına şöyle demesini öğütlüyor: “Ben, adı sanı belli olmayan ne zulümler ne zulümler irtikap ettim.”

Duanın devamında وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ ifadeleriyle günahları Allah’tan başka affedecek, bağışlayacak kimse olmadığı vurgulanıyor ve sonrasında da فَاغْفِرْ لِي مغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي ifadelerine yer veriliyor. Bu ifadeler şu manaları tazammun eder: “Ben irtikâp etmiş olduğum dağlar cesametindeki zulümlerin, günahların nasıl bağışlanacağını bilmiyorum. Benim gibi bir günah hamalı nasıl bağışlanacak, nasıl affedilecekse nezd-i ulûhiyetinden hususi bir iltifat ile onları bağışla ve bana merhamet buyur.” Daha sonra, إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمِ “Yarlığayan da rahmet eden de sadece Sensin!” ifadeleriyle tekrar Allah’ın rahmet ve mağfiretine müracaat ediliyor.

Namaza beşer kelamı sokmak namazı bozar. Dolayısıyla namazda okunacak dualarda da hassasiyet gereklidir. Özellikle Hanefi fakihleri bu hususta çok hassastır; namazda okunacak duaların ya âyetlerden ya da mütevatir veya meşhur hadislerden alınması gerektiğini söyler. Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederken veya O’nun yolunda kanatlanırken kanadımıza takacağımız tüyler de yine O’ndan gelmelidir. Fakat diğer mezhepler bu konuda çerçeveyi biraz daha geniş tutar. Yukarıdaki hadis me’surat içerisinde yer aldığından ve sahih kanallarla bize ulaştığından ötürü namazlarda okunmasında inşaallah bir mahzur olmaz. Zaten Hz. Ebû Bekir de bizzat namazlarında okumak için dua talebinde bulunmuştur.

Namazın rükûsunda da, kavmesinde de, celsesinde de dua yapılabilir; fakat en faziletlisi secdede yapılandır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: أَقْرَبُ مَا يَكُونُ العَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهَوَ سَاجِدٌ فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Rabbine en yakın olduğu yer secdedir. O halde secdede çokça dua edin.” (Müslim, salât 215) Secde, Allah’a kulluğun zirvesi olduğu için Efendimiz de Allah’a en yakın olunan yerde sesimizi, soluğumuzu dua ile Cenab-ı Hakk’a duyurmamızı tavsiye etmiştir.

   Hz. Ebû Bekir’in Konumu

Hz. Ebû Bekir’in hayatına bakılacak olursa o, değil Müslüman olduktan sonra, bizzat kendi ifadesiyle Cahiliye döneminde dahi harama uçkur çözmemiş bir kamet-i bâlâdır. Hz. Ömer’in ona bakışı şu şekildedir: “Şayet Hz. Ebû Bekir’in imanıyla yeryüzündeki insanların imanı muvazene edilse, Ebû Bekir’in imanı ağır gelirdi.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, 1/143) İhtimal o, Müslüman olduktan sonra günahın ve zulmün rüyasını dahi görmemişti. Eğer benim şahadetimi kabul edecek olsalar ben de onun hakkında bu şahadette bulunurum. Fakat bizim şehadetimiz ne olacak ki! Gökte melekler onun şahididir.

Peygamber Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir için böyle bir dua tavsiyesinde bulunması Hz. Ebû Bekir’in oldukça mütevazi olduğunu ve çok güçlü bir hazım sistemine sahip bulunduğunu gösterir. O, Allah karşısında nerede durduğunu bilen ve konumunun farkında olan insandı. Allah Resûlü de onun bu hususiyetlerinin farkında olduğu için diyeceği şeyi rahat diyordu. Yâr-ı Gâr’ının kendisini sürekli sıfırladığını, tevazu ve mahviyeti tabiatının bir derinliği hâline getirdiğini çok iyi bildiği için, söylediği duayı da çok rahat kabulleneceğinden emindi. Yoksa -hafizanallah- bir insanın böyle bir dua karşısında rahatsız olması ve onu tepkiyle karşılaması, sukûtuna sebep olur. Hz. Ebû Bekir, bu duayı daha sonra ne kadar okuduğuyla ilgili bir bilgi vermese de ihtimal o, bunu vird-i zeban haline getirmiş ve bütün namazlarında okumuştur.

Ayrıca Allah Resûlü, onun seviyesine ve ufkuna göre bir dua talim buyurmanın yanı sıra bununla arkadan gelenlere de çok önemli mesajlar veriyordu. Farklı bir ifadeyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o zatın çok iyi bir nümune-i imtisal olduğunu bildiği için, onun şahsında ümmetine de mesaj veriyordu. Efendimiz, Hira sultanlığında Yâr-ı Gâr’ı olan ve “vezirim” dediği en yakın dostuna böyle demesini, kendine böyle bakmasını tavsiye ediyorsa, herhalde bizim bu konuda çok daha fazla hassasiyet içerisinde olmamız gerekir.

Esasında bu dua, Kur’ân’da ifade edildiği üzere Hz. Âdem ve Hz. Yunus’un dualarıyla da aynı mânâyı ifade etmektedir. Hz. Âdem, رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet buyurmazsan kaybedenlerden oluruz.” (Â’raf sûresi, 7/23) ifadeleriyle Allah’a yalvarırken, Hz. Yunus da şöyle der: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Senden başka hiçbir ilah yoktur. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzeh ve yücesin! Doğrusu ben kendime zulmettim, yazık ettim. (Merhamet ve affını bekliyorum Rabbim!)” (Enbiyâ sûresi, 21/87)

   Bütün Hayırların Anahtarı: Tevazu ve Mahviyet

Evet, Cenâb-ı Hak, iltifatat-ı sübhâniyesi, ihsanat-ı rabbâniyesi ve ikramat-ı ilâhiyesiyle sizi yükseltebilir, değişik varidat ve mevhibelere mazhar kılabilir. Eğer sürekli kendinizi kuyunun dibinde tahayyül etmeyi ve oradan gökyüzünü seyretmeyi bırakıp, gördüğünüz güzellikleri elde etme adına ciddi bir gayret ortaya koyarsanız Allah da sizin birlerinizi bin edebilir. Siz Mevlâ’yı severseniz O da sizi sever; rızasını talep ederseniz sizden razı olur. Eyyüb gibi ağlar, sular gibi çağlarsanız O da sizi cevapsız bırakmaz ve gözyaşlarınızı sizi deryaya ulaştıracak bir vesile kılar. Zira kudsi bir hadis-i şerifte O, kulunun bir adımına iki adımla, iki adımına yürüyüşle, yürüyüşüne koşmakla, yani kulun az bir yakınlaşmasına kat kat yaklaşmayla mukabelede bulunacağını ifade buyurmuştur. (Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256)

Bu itibarla, Allah sizi yalnız bırakmaz ve yapacağınız her salih amelle terakki ettirerek zirvelere ulaştırır. İbadet ü taate devam ede ede bir gün gelir kendinizi gökyüzünde görmeye başlar ve her şeye mahruti bir nazarla bakarsınız. İşte insan böyle bir noktaya ulaştığında, “Galiba benim tersim dönmüş; nerede burası nerede ben!” demeyi ihmal etmemelidir. Çok büyük işlerin üstesinden gelse, çok önemli misyonlar eda etse, göz kamaştırıcı başarıların altına imza atsa bile, “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” mülahazasından ayrılmamalı, Alvar İmamı’nın ifadesiyle;

“Herkes yahşi men yaman,

Herkes buğday men saman.” demesini bilmelidir.

Yoksa kendisini yukarılarda, yukarıların da yukarısında gören bir insanın bir gün hiç farkına varmadan tepetaklak bir gayyaya yuvarlanması kaçınılmaz olur.

Aslında bu, mü’minin ikilemlerinden biridir. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ı esmâ ve sıfatlarıyla tanımaya çalışacak, O idrak edilmezi idrak peşinde olacaksınız; ama diğer yandan da nereye çıkarsanız çıkın yine de temkinde kusur etmeyecek, nerede durduğunuzun, ne olduğunuzun şuurunda olacaksınız.

Biraz daha açacak olursak, Nam-ı Celil-i İlâhî’nin, Ruh-u Revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yeni oluşumlara, yeni açılımlara, yeni fütuhatlara vesile olabilirsiniz. Şahsî inkişafınız yanında, imanın, İslâm’ın ve ihsan ruhunun inkişafına da vesile olabilirsiniz. Fakat asıl büyüklük, bütün bunların neticesinde katiyen ucbe girmemek ve gurura kapılmamaktır; “Büyük işler başardık.” düşüncesini zihinden söküp atabilmektir. Zira bütün şerlerin anahtarı kibir ve gurur olduğu gibi, bütün hayırların anahtarı da tevazu, mahviyet ve hacalettir.

Bu yüzden mü’min, mazhar olduğu nimetlerin çokluğu, muvaffak olduğu inkişafların mükemmeliyeti karşısında hep bir asa gibi iki büklüm olmasını bilmelidir. Mü’mine yakışan tavır, başarı ve muvaffakiyetleri karşısında gururlanmak değil, Hz. Ebû Bekir gibi hata ve günahlarını düşünüp Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınmaktır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ihsan, ikram ve lütuflarının artarak devam etmesi, tevazu ve mahviyet ile sürekli O’nun karşısında el pençe divan durmaya bağlıdır. Allah yükselttikçe insan kendisini daha derin bir kuyuda hissetmelidir. Yoksa insan, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve mazhariyetlerini kendi âsâr-ı bergüzidesi gibi algılarsa, Allah bir gün onları elinden çeker alır. 

Burada Hz. Ali Efendimiz’in, كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol.” sözünü hatırlayabiliriz. İnsanlardan bir insan olma düşüncesine göre yaşayan bir kişi, faikiyet mülâhazalarından uzak durmuş, kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulmuş olur. Hatta hakiki bir mü’minin, mücrim ve günahkâr görünen kimselerden dahi kendini, üstün görmemesi gerekir. Zira herkesin gerçek halini ve kalbini ancak Allah bilir.

Netice-i kelam, mü’minin ayağı kaymayacak ve bakışı bulanmayacak şekilde zirveleri talep etmesinin ve oralarda emniyet içerisinde kalabilmesinin garantisi; nerelere çıkarsa çıksın, nereleri gezerse gezsin, yine de kendisini ayakları yerde sıradan bir insan gibi görmesidir.                                               

Tarihte ve Günümüzde Mütekebbirler

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Kur’ân’da anlatılan bazı kavimlerin, kendilerine gönderilen peygamberlere her türlü eza ve cefayı reva görmelerinin önemli sebeplerinden birisinin de onların kibir ve temerrütleri olduğu anlaşılıyor. Günümüzde maruz kalınan zulümlerde kibrin rolü nedir?

   Cevap: Bütün hayırların anahtarı tevazu olduğu gibi bütün şerlerin anahtarı da kibirdir. Kibir, Allah’ın yeryüzünde yarattığı aciz ve fakir bir varlık olan insanın, kendisini olduğundan büyük görmesi veya Allah’ın kendisine ihsan ettiği bir kısım kabiliyetleri sahiplenmesi ve kendinden bilmesi demektir. Gerçekte bizim var olmamız, hayata mazhar olmamız, insan olarak yaratılmamız ve bir kısım istidat ve kabiliyetlerle donatılmamız tamamıyla Allah’ın lütfudur. Şeklimiz, rengimiz, cinsiyetimiz, aklımız ve sahip olduğumuz daha başka özelliklerin hiçbiri üzerinde bizim bir dahlimiz yoktur. Bunların tamamı bize Allah tarafından ekstradan ve bidayeten verilen nimetlerdir. Pekâlâ başka türlü de yaratılabilirdik.

   Kibrin Çirkin Yüzü

İşte insanın kendisine ait olmayan, kendi iradesi ve cehdiyle elde etmediği bu tür hususiyetleri sahiplenmesi ve onlarla başkalarına üstünlük iddiasında bulunması, hem Allah’a ait hakların gasp edilmesi demektir hem de O’na karşı işlenen büyük bir saygısızlıktır. Bundan daha büyük bir ayıp olamaz. Böyle bir kişinin durumunu şöyle bir misalle anlamaya çalışabiliriz: Biri size çok güzel bir elbise giydiriyor, sizi süslüyor, donatıyor. Siz de kalkıyor âleme karşı size ait olmayan bu elbiseyle caka yapıyorsunuz. İşte bu, kibirdir.

Kur’ân ve Sünnet, bir taraftan tevazu ve mahviyeti öne çıkarırken, diğer yandan da kibri ve kibirlileri kınamış, ayıplamıştır. Kibrin takdir edildiğine dair ne Kur’ân’da ne Sünnet’te ne de selef-i salihinin sözleri arasında bir şey bulamazsınız. Bunun tek istisnası, hadis diye de nakledilen bir sözde[1] geçen, mütekebbire karşı aynıyla muamele etmenin sadaka olması meselesidir. Zira burnunu dikip çalım satan bir insana karşı tevazu ve hacaletle muamele etmek, zillet olur. Böyle bir kişiye karşı konumun hakkını vermek ve izzetli olmak asıldır.

Bunun dışında kibir, sürekli kınanmıştır. Çünkü o, hem mü’min olmaya mâni hem de iman dairesinden çıkmaya sebep olabilecek büyük bir hastalıktır. Kibirli bir insanın nazarında hak ve hakikatler önemini yitirir. O, hakkı gördüğü hâlde yüz çevirir veya bir kısım mugalatalarla onu başka şekilde göstermeye çalışır. Kibirli insanın hâdiselere insafla ve hakperestçe yaklaşması mümkün değildir. Hangi gerekçeyle olursa olsun kendisini başkalarından üstün gören ve çevresine küçümseyerek bakan insanlar çoğu kez makul davranamaz ve hakikatleri olduğu gibi göremezler.

Bu tür kişiler muhataplarını yakından tanımadan, onlar hakkında yeterince araştırma yapmadan önyargılarına göre hareket ederler. Her şeyi bildiğini zanneden mütekebbirler, kolayca insanları etiketler, onları kendi düşünceleriyle tanıma yerine kendilerine göre tanımlama yoluna giderler. Bu tür insanlar bir kere zihinlerinde birilerini olumsuz bir yere koyduktan sonra da artık kolay kolay onların fikirlerini değiştirmek mümkün olmaz. Sizi hiç görmese ve sahip olduğunuz düşüncelere vâkıf olmasa bile kolayca hakkınızda yorum yapabilir ve sizi eleştirebilirler.

Onlar ister şahsi enaniyetlerinden isterse aidiyet mülahazalarından kaynaklanan kibirle, eğer size karşı koymaya karar vermiş ve sizi tenkide kilitlenmişlerse artık bundan sonra ne derseniz deyiniz, ne yaparsanız yapınız onların bu temerrüdüne mâni olamazsınız. En masum davranışlarınızı bile sorgulamaya kalkarlar. Hiç olmayacak şeylerden malzeme üretir ve bunu da aleyhinizde kullanırlar. Eleştirilerine vermiş olduğunuz cevapları bile çarpıtır, onların da içinden bir şeyler bulur ve aleyhinize kullanırlar.

   Geçmişin Mütekebbirleri

Esasında Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamberlerin hayat sergüzeştlerine bakılacak olursa bu tür kibir abidelerinin tarihin her döneminde yer aldıkları ve bırakalım bizim gibi sıradan Müslümanlarla uğraşmayı, kendilerine gönderilen peygamberlerle bile amansız bir mücadeleye giriştikleri görülür. Peygamberlerin, ne sahip oldukları üstün ahlâkî vasıflar, ne Allah’tan getirdikleri vahiy, ne de gösterdikleri mucizeler mütekebbirleri yola getirmeye yetmemiştir.

Mesela Hz. Nuh, kavmini Allah’a iman etmeye ve sadece Ona kullukta bulunmaya çağırdığında, kavminin elebaşları bu ulu’l-azm Peygambere şu mukabelede bulunmuşlardır: “Bize göre, sen sadece bizim gibi bir insansın, bizden farkın yoktur. Hem sonra senin peşinden gidenler toplumumuzun en düşük kimseleri, bu da gözler önünde! Ayrıca sizin bize karşı bir meziyetiniz olduğunu da görmüyoruz. Bilâkis sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz.” (Hûd sûresi, 11/27) O dönemin kâfirleri, bir taraftan inananları küçük görmüş diğer yandan da Hz. Nuh’u yalancılıkla itham etmişlerdir. Söylediklerinin çehresine bakacak olursanız üzerinde “kibir” yazıldığını görürsünüz.

Aynı şekilde Hz. Hûd’un kavmi de onun çağrısına şu şekilde mukabele etmiştir: “Ey Hûd! Sen bize seni tasdik edecek açık bir delil, bir mûcize getirmedin. Senin sözüne bakarak tanrılarımızı bırakacak değiliz. Sana inanacak da değiliz. Senin için denecek tek şey şu: ‘Galiba tanrılarımızdan biri seni pek fena çarpmış!’” (Hûd sûresi, 11/53-54) Bunlar dünyanın en mantıklı ve muhakemeli insanları olan peygamberlere söylenilecek sözler midir? Sıdk (doğruluk), emanet (güvenilirlik), ismet (masumiyet, günahsızlık), fetanet (üstün bir akla ve yüksek bir mantığa sahip olma) gibi kâmil sıfatlara sahip olan, semalar ötesi âlemlerle münasebet hâlinde bulunan ve hayatlarını ilham sağanakları altında sürdüren peygamberlere, bizim naklederken bile zorlandığımız bayağı sözler söyleyen bu insanların korkunç bir kibir ve temerrüt içinde bulunduklarında şüphe yoktur.

Diğer peygamberlerin, kavimlerinin elebaşları tarafından maruz kaldıkları muameleler de bunlardan farklı olmamıştır. Onların genel tavırları, kendilerini hak ve hakikate davet eden nebilerden yüz çevirme, onlarla alay etme, onları yalanlama, hafife alma veya tehdit etme şeklinde olmuştur. Bu saygısızlık ve cüretleri sadece sözden ibaret de kalmamış, peygamberlerden kimisini taşlamış, kimisine uyguladıkları tazyiklerle normal yaşama imkânı bırakmamış, kimisini vatanından sürgün etmiş, kimisini ise öldürmüşlerdir.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), kavminin önde gelen inkârcıları tarafından maruz bırakıldığı eziyetler ise hepsinden daha fazla olmuştur. Mekke hayatı boyunca Efendimiz’e çektirmedikleri eziyet kalmamıştır. Bir mucize olarak bir parmak işaretiyle Kamer’i ikiye ayırması bile kavminin inadını kırmaya yetmemiştir. Onlar, bu açık mucize karşısında dahi kibirlerini devam ettirmiş ve bunun bir sihirden ibaret olduğunu söylemişlerdir. Kur’ân, onların bu mucize karşısındaki temerrütlerini şu şekilde resmetmiştir: وَإِن يَرَوْاْ ءَايَةً يُعْرِضُواْ وَيَقُولُواْ سِحْرٌ مُّسْتَمِرٌّ “Onlar her ne zaman bir mucize görseler hemen yüz çevirir ve ‘Bu, kuvvetli ve devamlı bir büyüdür!’ derler.” (Kamer sûresi, 54/2)

Müşrikler, Kur’ân âyetlerini de kabul etmemiş ve onlar için “eskilerin masalları” demişlerdi. Allah Teâlâ, onların bu temerrütlerini de şu âyetiyle bizlere anlatmaktadır: وَإِن يَرَوْاْ كُلَّ آيَةٍ لاَّ يُؤْمِنُواْ بِهَا حَتَّى إِذَا جَآؤُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَآ إِلاَّ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ “Artık onlar her türlü mucizeyi görseler, yine de iman etmezler. O kadar ki yanına geldikleri zaman Seninle münakaşaya girişerek, ‘Bu (Kur’ân), eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ derler.” (En’âm sûresi, 6/25)

Kur’ân âyetleri, Mekke ortamında neş’et eden ümmî bir insanın bilmesi mümkün olmayan haberlerden bahsediyordu; geçmiş peygamberlerin hayatını anlatıyor, gelecekle ilgili bir kısım hâdiseleri haber veriyor, ahirete ait tabloları resmediyor ve kâinatta cereyan eden bir kısım tekvînî emirleri açıklıyordu. Fakat bütün bunlar, atalarından tevarüs ettikleri itikatlarında inat eden kibirzede kâfirler için hiçbir şey ifade etmiyordu. Dolayısıyla onlar, her hakikate bir kılıf buluyorlardı. Kur’ân’ın harikulade şeylerden bahsetmesi üzerine de küfür ve inatlarını şu sözlerle dile getirmişlerdi: أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırtmış olduğu ve sabah akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden başka bir şey değildir.” (Furkân sûresi, 25/5)

Bütün bunlar, tekebbürün, kendini büyük görme psikozunun, insanı nasıl bir temerrüde sürüklediğini gösteriyor. Hele bir de böyle bir kişi güçlü kuvvetli bir oluşuma dayanıyor ve bu da onda aidiyet mülahazası oluşturuyorsa, artık onun kibri yenilmez ve başa çıkılmaz bir hâl alır. Böyle biri öyle bir cinnet psikolojisine girer ki dışarıdan kendisine telkin edilen hiçbir hakikati kabule yanaşmaz. Bu kibriyle şeytanın çekim alanına giren birisi, her türlü maiyetten kaçar. O, ne Allah’a ne de Resûlullah’a yaklaşmak istemez.

   Günümüzün Mütekebbirleri

Kibirli insanların, hak ve hakikat karşısındaki tavırları dünden bugüne böyle olmuşsa, bundan sonra da aynı şekilde olmaya devam edecektir. Bunu değiştirmeye sizin gücünüz de yetmeyecektir. Günümüzde ilhad düşüncesinin temsilcileriyle kibrine yenik düşmüş zavallılar, i’lâ-i kelimetullah yolunda koşturan adanmış gönüllere tepeden bakacak ve onların yürüdükleri yolu yürünmez hale getirebilme adına ellerinden geleni yapacak, asılsız suçlama ve karalamalarıyla onlara olmadık ithamlarda bulunacaklardır. Peygamberlere bile ağza alınmayacak iftiralar atan bu mantık, peygamber yolunun temsilcilerine ne demez ki!

İlhad, inkâr ve nifakın mantığı hep aynı olmuştur. Kendilerini başkalarından üstün ve akıllı gören bu mantıkzedeler, herkese tepeden bakmış ve kendileri gibi olmayan mü’minlere her fırsatta düşmanlık yapmayı meslek edinmişlerdir. Onlar, demagoji, diyalektik, yalan ve iftira ile saf yığınları da aldatmaktan geri durmamış ve onları sürekli kendi yanlarına çekmeye çalışmışlardır. Fakat onların bu asılsız sözlerinin ve çarpık fikirlerinin tesirinin de bir yere kadar olacağını unutmamak lazım. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” diye latif bir Türk atasözü vardır. Bütün söylem ve eylemlerini yalan ve iftira üzerine kuran bu tür şer şebekelerinin gerçek yüzleri de bir gün görülecektir.

Günümüzün adanmış ruhları, eğitim faaliyetlerinde bulunma, diyalog köprüleri kurma ve muhtaçlara el uzatma gibi düşüncelerle dünyanın dört bir tarafına dağılmakta ve açtıkları okullar, üniversiteler, diyalog merkezleri ve kültür lokalleriyle bu düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışmaktalar. Bunu yaparken de kimseye ilişmeme ve kimseyi incitmeme adına olabildiğince hassas hareket ediyorlar. Kimseden herhangi bir çıkar beklentisine girmiyor, kimsenin aleyhinde faaliyette bulunmuyor, dünyevî bir kısım makamlara göz dikmiyor ve siyasete karşı hep mesafeli duruyorlar.

Hizmet gönüllülerinin genel ahlâk ve tavırları böyle olsa da maalesef onların insanlığa hizmet yolundaki bu en masumane gayretleri dahi birilerini rahatsız ediyor. Onlar, akla hayale gelmeyecek bir kısım hile ve desiseleriyle, yapılan hizmetleri engellemeye çalışıyorlar. Hâlbuki bugüne kadar yapılan bütün hizmetler ortada. Eğer bir şüphe ve tereddüt söz konusuysa, bir endişe taşınıyorsa gidilir ve yapılan hizmetler yerinde görülür; bu hizmetlere sahip çıkan insanlar yakından tanınır. Azıcık insaf ve iz’anı olan bir insanın yapacağı şey, gidip görmek, yerinde tetkik etmektir. Ne var ki mütemerrit ve mütekebbirler asla buna yanaşmaz.

   Peygamber Yolunun Cilveleri

Bütün bunları niye söylüyorum? Şunun için: Bazılarının aklından, “Bizler, insanlığın hayır ve selameti adına bu kadar güzel işler yapmamıza rağmen, niçin bir kısım eza ve cefaya maruz kalıyoruz?” şeklinde bir kısım düşünceler geçebilir. Peki, Enbiya-i izam güzel şeyler yapmamış mıydı? İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yaptıkları nelerdi? Onlar bütün hayatlarını dinî hakikatlerin tebliğ ve temsiline hasretmişlerdi. Fakat buna rağmen en yakın çevreleri tarafından tahkir edilmiş ve eziyet görmüşlerdi.

Mesela Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine baktığımızda, bu şefkat ve re’fet abidesinin hayatı boyunca bilerek bir karıncaya dahi basmadığı görülür. O, hep fakir ve muhtaçların yanında durmuş, yetimlerin başını okşamış, açların karnını doyurmuş ve bütün insanlığı sevgiyle kucaklamaya çalışmıştı. Fakat buna rağmen -haşa ve kella- O’na sihirbaz, O’nun getirdiği mesaja da “geçmişlerin masalı” denilmişti. Mekke’nin elebaşları her fırsatta karşısına çıkmış ve O’nu yürüdüğü yoldan çevirebilmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Allah’ın en sevgili kulları olan nebilere bunlar yapıldıktan sonra, bizim gibi sıradan insanlara yapılmasına şaşırmamak gerek.

Hatta, أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً الْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ، ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ “Belânın en şiddetlisi Peygamberlere, sonra da derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 24/245) hadis-i şerifi, Allah yolunda yürüyen insanların bir kısım belâ ve musibetlere maruz kalmalarının kaçınılmaz olduğuna işaret etmektedir. Peygamberler bundan kurtulamadıklarına göre peygamberlerin yolunda olan ve adım adım onları takip eden sadıklar da derecelerine göre ırgalanacak, sarsılacaklardır. Peygamberlerle uğraşıldığı gibi onlarla da uğraşılacaktır. Onlardan kimi yurtlarından yuvalarından edilecek, kimi memleket memleket sürgüne gönderilecek, kimine de hapishanelerde yer hazırlanacaktır. Hatta yapılan müzakerelerde onların idam edilmeleri konuşulacak ve onların kökten kazınması adına komplolar kurulacaktır.

Bu açıdan yapılıp edilenlere bakınca bir yönüyle günümüzün mütekebbirlerinin geçmiş dönemlerdekilere nispetle daha azgın ve daha taşkın olduğu söylenebilir. Zira bunlar hiç utanıp sıkılmadan çok rahatlıkla yalan söyleyebiliyor, yerine göre takıyyeye başvurabiliyorlar. Düşmanlaştırdıkları insanları bitirme adına öyle şeytanî komplo ve planlar tertip ediyorlar ki zannediyorum bunlar ne Ebu Cehil’in ne İbn Ebî Muayt’ın ne Utbe’nin ne Şeybe’nin ne de Velid’in aklına gelmiştir. Hizmet adına ortaya konulan en masum faaliyetler karşısında dahi öyle ifratkâr bir tavır takınılıyor ki belki cahiliye asrının mütemerritleri bile günümüzdekiler ölçüsünde bir paranoya yaşamamışlardır.

   Adanmışların Yolu

Fakat bütün bunlara rağmen Peygamber yolunun yolcularının, yürüdükleri yolda kararlı olmaları ve hiç duraksamadan yürümeye devam etmeleri çok önemlidir. Onlar, kendilerine yapılıp edilenlerin hiçbirine takılmamalıdırlar. Zira herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Akrep sokar, yılan ısırır, gül kokar, bülbül de öter. Herkes karakterinde ne varsa onu ortaya koyar. Bunun farkında olduktan sonra âlemin yapıp ettiğine küsmeye, darılmaya gerek yoktur.

Bu açıdan onlar sadece cehalete, iftiraka ve kötülüklere savaş ilan etmelidirler; yolunu sapıtmışlara, kötülere ve mütekebbirlere değil. Onların amacı kötü insanlarla uğraşmak yerine onlardaki ilhad, dalâlet, temerrüt ve kibir gibi kötü sıfatları izale etmeye çalışmak olmalıdır. Demelidirler ki, “Acaba ahsen-i takvime mazhar olarak yaratılan bu nezih ve abide varlığı dalaletten, fısk u fücurdan, kibir u gururdan nasıl sıyırabilir, onu aslî hüviyetine nasıl yönlendirebilir, ruh ve mana kökleriyle irtibatını nasıl sağlayabiliriz?” Onlar kişilere değil sadece onlardaki olumsuz sıfatlara karşı tavır belirlemeli ve bu olumsuzlukları ortadan kaldırma adına stratejiler oluşturmalıdırlar. İlim ve irfanı kullanarak, sevgi ve muhabbeti esas alarak, insanî ve evrensel değerleri öne çıkararak olumsuzluklara karşı seferberlik ilân etmelidirler.

Hizmet gönüllülerinin bütün mücadelesi bundan ibarettir. Onlar ne yapıyorlarsa bunun için yapmalılar. Asıl misyonları, Hz. Pir’in ta Meşrutiyet yıllarında dile getirdiği üzere, günün şartlarına uygun bir şekilde fakirlikle, ihtilaf ve iftirakla, cehaletle mücadele etmektir. Mâniler ne kadar güçlü olursa olsun, asla bundan geri durmamalıdırlar. Mâniaları aşma ve kandan irinden deryaları geçme mevzuunda kararlı olmalıdırlar.

Kaldı ki günümüz insanlığının çoğu itibarıyla doğruya uyanmaya başladığı, yapılan hayırlı faaliyetleri takdir ettiği de bir gerçektir. Bu açıdan ümitsizliğe düşmeye, yılmaya, sarsılmaya gerek yoktur. İnsanî değerleri yeryüzüne ikame etmek ve onlarla bir değerler abidesi oluşturmak için uyarabildiğimiz kadar vicdanı uyarmaya çalışmalıyız. Belli ölçüde bile olsa kavgasız ve çatışmasız bir dünyanın inşasıyla uğraşmalı, öldürücü korkunç silahları susturmaya ve böylece ütopyalardakine denk bir sulh ortamı oluşturmaya çalışmalıyız. Bunu gerçekleştirme adına da ciddi bir azm ü ikdamla hiçbir şeye takılmadan yürümeli, bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşmalıyız.

[1] Zeyneddin Irakî, Tahrîcü Ehâdîsi’l-İhyâ, 5/2032; Ali el-Kari, el-Esrâru’l-Merfûa, s. 163.

BAMTELİ: İNSANLARIN TAKDİRİ VE İHLÂSIN MUHAFAZASI

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Olduğumuza da hamd ü senâ olsun!.. Ya dünyevîliklere dalıp biz de kirli birer akıntı gibi bataklıklara doğru aksaydık?!. Etrafı çölleştirmeye doğru aksaydık, ne olurdu halimiz?!. İyi ki imana açık bir ortamda dünyaya geldik. Taklidî bile olsa bize imanı yudumlattılar, yudumladık; onun ile beslendik, varlığımızı bugüne kadar devam ettirdik. Bundan sonra bize düşen, yeni kanatlar ilave ederek, “seyr ilallah”, “seyr ma’allah”, “seyr anillah” ufkunda ona seyahatler yaptırtmak… Biri diğerine benzemeyen, biri diğerinin üstünde olan sürekli seyirler yaptırtmak…

   Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar, zira Cennet’in binlerce sene mesûdâne hayatı O’nun cemâlini bir dakika görmeye mukâbil değildir; işte siz ona talipsiniz.

Bunun bir yolu, o mevzuda ölesiye bir cehd ve gayret ortaya koymaktır. Ölesiye bir cehd ve gayret… Tavırlar ile, davranışlar ile o mevzuda sürekli bir cehd ve gayret sergilemek.. dil ile, dudak ile, kalbin heyecanını ifade ederek, o mevzuda bir gayret sarf etmek.. yani, dili-dudağı -esas- kalbin heyecanlarına tercüman yapmak.. hatta biraz aşağıya düştüğü zaman, kalbin itirazı karşısında “Allah, bunu bana sorar: Ne diye tam kalbinin dilini seslendirmedin?” filan diye kendini sorgulamak… Öyle dil-dudak olmalı ki, bir yönüyle, kalb, onun yanında kuyruğunu kısmalı, susmalı, pusmalı, sesini çıkarmamalı; “Beni geçti bunlar!” demeli. Örneği, insanın melekleri geçmesinde aranabilir.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), Miraç’ta Hazreti Cebrâil’i geçti. Oysaki o, nurdan yaratılmıştı. İnsanlığın İftihar Tablosu ise, bir damla sudan yaratılmıştı; tabiatında beşerîlik vardı ama onları öyle aşmış, öyle geçmiş ve öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, Cibrîl, arkadan O’na bakarak, O’nun yürüyüşüne bakarak, o reftâre yürüyüşe hayranlık içinde, “Yürü! Top Senin, çevkan Senindir bu gece!” demişti. Bu ifade de Süleyman Çelebi’ye ait: “Yürü! Top Senin, çevkan Senindir bu gece!” O gece, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizzat Cenâb-ı Hakk’ı, o engin vicdan aynası ile müşahede etti; Kadı Iyaz -Allâme-i Mağrib- ısrarla bunun üzerinde duruyor.

Sizi, Cenâb-ı Hak, iman ile bu dünyadan göçmeye muvaffak eylesin!.. Öbür tarafta O’nu (celle celâluhu) göreceğiniz vaadi var. Ama herkes kendi mir’ât-ı ruhuna göre bir müşahedeye mazhar olacak; ne ölçüde mazhar olursa olsun, kendinden geçecek, bayılacak.. Cennet’i unutacak, evinin yolunu, o Cennet’in köşklerini unutacak… Onlar, öyle dünyadaki kara saraylara, pembe saraylara, turuncu saraylara benzemez; başınızı döndürür orada; onlar enbiyâ-ı ızâmın bile başını döndürecek şekildedir. Fakat O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ettiğiniz zaman, sarayın yolunu unutacaksınız. Hûrilerin çığlıklarını unutacaksınız. Öbür tarafa sizden evvel göç etmiş, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ (ebedîliğe ermiş çocuklar) tabir edilen Cennet çocuklarını unutacaksınız. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, Allah Teâlâ, sizi çocuk sevgisinden mahrum etmemek için, o çocukları orada yine sizin kucağınıza verecek ama O’nu görünce onların oradaki o feryatlarını/çığlıklarını da unutacaksınız, bayılacaksınız.

Yine, Bed’ü’l-Emâlî’nin sözüyle meseleyi ifade edelim:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54) O’nu (celle celâluhu) görünce onları unutacaksınız, Cennet’in bütün nimetlerini, şatafatını, ihtişamını, hezâfirini… Dünya ne oluyor ki?!. Belki o esnada size sorsalar: “Dünya diye bir şey?!.” “Yahu öyle bir şey var mıydı?” diyeceksiniz. Hani, Kur’an-ı Kerim’de de diyor: كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْضِ عَدَدَ سِنِينَ “Yeryüzünde yıl hesabıyla ne kadar kaldınız?” (Mü’minûn, 23/112) Ne kadar yaşadınız? قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَاسْأَلِ الْعَادِّينَ “Bir gün veya günün sadece bir kısmında kaldık! Ama tam da kestiremiyoruz; bunu zamanın hesabını bilebilen ve aklında tutabilenlere sorsanız, diye cevap verirler.” (Mü’minûn, 23/113) “Belki bir gün, belki bir günden de az! Ama yine de her şeye rağmen, Sen bir bilene sorsan bunu, bir bilene sorsan!” diyorlar; yani, o yarım günden bile şüphe ediyorlar.

Ee bir de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede edince ve bir de Cenâb-ı Hak’tan dalga dalga değişik tecelli dalga boyunda “Ben, sizden razıyım!” sözünü işitince… O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşahede edeceksiniz; bir de “Ben, sizden razıyım!..” İliklerinize kadar öyle mest-sermest olacak, öylesine kendinizden geçeceksiniz ki, “Yahu bir dünya var mıydı, yok muydu?!” unutacaksınız onu. Sorsalar, kendi doğup büyüdüğünüz evi, resmedemeyeceksiniz. Öyle… İşte ona talipsiniz, onun arkasından koşuyorsunuz, Allah’ın izniyle. Ama onu da maksûdun bizzat yapmıyorsunuz; çünkü esas “Maksûdun Bizzât”a göre o da yine deryada damladır, güneşte bir zerre hükmündedir. Esası, O (celle celâluhu), Hüve… Hüve ile ifade edilen o ıtlakın ifade ettiği Şey, o ihata edilmez Şey… Cenâb-ı Hak, lütfuyla serfirâz kılsın! Bizi, kendi boşluklarımızın mahkumu etmesin!..

   Zikir ve niyazı ülfet ve ünsiyete emanet etmemek için -tevazu ve mahviyet içinde- sürekli yeni yeni teveccüh mülahazaları ile O’na yönelmek lazım.

Şunu diyordum, müsaadenizle: Bir taraftan tavır ve davranışlarımız ile hep o ulvî şeylerin peşinde olmak… Bir taraftan da dilimiz ile onu “vird-i zebân etmek”, “dile dolamak”. Bu, “zebân” kelimesi Farsça “dil” demek. Biz “dil” diyoruz, dil de “kalb” demektir. “Vird” tekrar demek, o da Arapça; onlar da almışlar onu, “tekrar etme” demek. “Dile dolamak” Türkçemizde vardır. Dile dolamak; aynı şeyi durmadan ve her yerde sürekli tekrarlamak.

Oturup kalkıp hep O’nu (celle celâluhu) dile dolamak lazım. Şimdi nasıl diyeyim?!. Bazen insanın aklına geliyor. يَا اَللهُ (جَلَّ جَلاَلُهُ)، يَا هُوَ (جَلَّ جَلاَلُهُ)، يَا رَبُّ (جَلَّ جَلاَلُهُ) diyor ama daha çok demeyi arzuluyor. “Yahu daha nasıl/ne diyeyim ben? En iyisi Esmâ-i Hüsnâ’yı sayayım!” بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ، مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ، يَا اَللهُ، يَا فَرْدُ، يَا حَيُّ، يَا قَيُّومُ، يَا حَكَمُ، يَا عَدْلُ، يَا قُدُّوسُ “Yahu daha ne desem ki?!” filan… Meseleyi ülfete ve ünsiyete fedâ etmemek için, tâbir-i diğerle meseleyi ülfet ve ünsiyete emanet etmemek için, sürekli yeni yeni mülahazalarla, teveccüh mülahazaları ile O’na yönelme.. her yönelişi âdetâ yepyeni, mebdeden bir yöneliş şeklinde, O’na doğru yapma… Bunlar ile yetinmeme esasen.

Bir şeyler duyarsın, bir şeyler hissedersin; kalbinde bir kısım inkişaflara şahit olursun, âlemin duymadığı, görmediği, etmediği şeylere muttali olmaya başlarsın. Fakat böyle hep üveyikler gibi kanat açıp yukarılara doğru uçtukça, yağmur damlaları gibi, tekrar tevazu, mahviyet ve hacalet içinde toprağın bağrına dönersin. خَاكْ شَوْ خَاكْ بِرُويَدْ بَا تُو گُلْ * كِه بَجُزْ خَاكْنِيسْت كَسْ مَظْهَرِ گُلْ “Toprak ol toprak ki, gül bitsin; zira topraktan başkası güle mazhar olamaz.” Toprak ol toprak ki, gül bitiresin!.. Senin büyüklüğünün alameti, kendini mahviyet ve tevazu içinde sıfırlamandır. Bir şey isen, duygu ve düşüncelerinde hep kendini sıfırlıyorsun demektir. Kendini sıfırlama mülahazası hâkim değilse sana, sen -Sana demiyorum; yani, ey insan-ı meçhul, sen- bir “hiç”sin, hiçsin…

Evet, yüksekliği ile makûsen mütenasip (ters orantılı) kendini mahviyet, tevazu ve hacalet içinde, “acz u fakr, şevk u şükür” içinde duymak… Hani onun daha ötesinde seyr-i sülûkta “nefsini terk edip bütün bütün unutmak.” Bir dönemde “iman” olduğundan, “İslam” olduğundan, insanlar “îkân mevzuunda, iz’an mevzuunda daha derinliklere çağrılma istikametinde öyle demişler. Hazreti Pîr, bu çağda bir şeyi imar etme, onun projesini yapma, statiğini yapma vazifesi ile sorumlu olduğundan dolayı, o, kendi çağının insanlarına göre en lüzumlu, en elzem olan şeyi ifade ediyor. Öbürü (Emir Buharî) diyor ki: “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.” “Bizim yolumuzda (Nakşibendî yolunda) dört şeyi terk etmek bir esastır: Dünyayı terk etmek, ukbâyı terk etmek, nefsi terk etmek, terk ettiğini de terk etmek, unutmak. ”

Terk-i Dünya: Herhalde Hazret’in ölçülerine vurduğumuz zaman, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır. “Dün geldi, bugün ayrıldı gitti; var mıydı, yok muydu, bana ne yahu!” diyecek kadar… Arkasından bakmamak.. gözyaşı dökmemek.. “Aman kaybederim!” endişesine kapılmamak… O endişeye kapılanlar, kazanma kuşağında kaybediyorlar. Farkında değiller, kaybediyorlar; her gün bir kere daha çok farklı bir kayıp kuyusuna yüzüstü abanıyorlar veya tepetaklak gidiyorlar. Dünyayı terk…

Terk-i Ukbâ; ukbâyı da terk. Çünkü ukbânın ötesinde Cemâlullah var, Rü’yetullah var, Rızaullah var; Enbiya-ı ızâm ile beraber aynı sofrayı paylaşma var, evliya-ı ızâm ile aynı sofrayı paylaşma var… Bütün bunların varlığı sana -bir yönüyle- ukbâyı da unutturacak. Seni alıp Cennet’te bir yere “Otağın burası!” deyip oturtacaklar; oturacaksın oraya ama görmeyecek gözün onu. Ukbâyı da öyle terk edeceksin. Terk-i dünya, terk-i ukbâ…

   Vird-i zebânımız: “Her şey Sen’den, Sen ganîsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm! // Hem evvelsin hem âhirsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm!..”

Terk-i Hestî: Kendini terk edeceksin; sen, kendini de sıfırlayacaksın. Bir çarpı çekeceksin kendi üzerine; O’na ulaşmanın yolu, bu. “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana.” (Gavsî) Hep ben perdede görünüyorsam, sahnede görünüyorsam, ey Allah’ım, Sen tecelli eylemezsin. Zira Senin tecellin, benim yokluğuma vabestedir. Ben silinmeliyim ki, o zaman, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ hakikati tecelli etsin.

Ne yaparsam yapayım… “Bedir yaptım, Uhud’da hezimeti zafere çevirdim, Yermuk’ta bilmem ne yaptım!..” Bunları unutacak kadar… “Böyle bir şey yaptım mı, yapmadım mı?!.” Unutacaksın Hazreti Halid gibi. Zannediyorum ona sorsaydınız, Perslerin tepesine balyoz gibi, Romalıların tepesine balyoz gibi… “Sen ne yaptın?” “Vallahi ben bir şey yaptığımın farkında değilim. Sadece yaptığım bir şey var ki, onun ezikliği altında hâlâ eziliyorum: Okçular tepesinde, vazife ve sorumluluğunu unutan insanların oradan ayrılmalarını ganimet bilerek, Peygamber ordusuna arkadan hücum ettim! Aklımda kalan bu!..”

Altmış sene evvel işlediğim bir hata; aklıma yeniden gelince, zina etmiş gibi… أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ، أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Günahlarımdan tevbe ve nedamet edip Allah’tan binlerce, milyonlarca defa bağışlamasını diliyorum!” Zannediyorum Hazreti Hâlid’in, Ebu Süfyân’ın unutamadığı bir şey var ise, o da cahiliye döneminde, yani cahiliyenin yaşandığı dönemde -Ben o cahiliyeyi onlara da nispet etmekten hayâ ediyorum.- cahiliyenin hükümferma olduğu dönemde edip eyledikleriydi ki, ona da “zelle” diyeceğim. O zelleler, akıllarına geldiği zaman, Hazreti Âdem-vâri, رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Zulmettik nefsimize yâ Rab! Eğer Sen yarlığamaz, merhamet buyurmazsan, biz, kaybedenlerden, tepetaklak hüsrana gömülenlerden oluruz!” (A’râf, 23/7) رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا “Unuttuk veya hata ettikse, bundan dolayı bizi muaheze etme!” (Bakara, 2/286) diyorlardı.

Hayatını İlahî varidât çerçevesinde götürenler, kendilerini böyle sıfırlarlar. Sen, sende yok olunca esasen öyle şeffaf bir ayna haline gelirsin ki… Onun için Hak dostu, “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et!” diyor. “Dil beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahmân, gecelerde.” diyor. Evet, kalb, öyle bir mir’ât-ı mücellâ haline gelince, o kalbinin vüs’ati, istiap haddi ölçüsünde O’nu duyarsın, O’nu hissedersin.

Fakat bütün bu duymalar ve hissetmelerin taçlandırılması, taçların da sorguçlandırılması, kendini sıfırlamaya bağlıdır. Allah, ne kadar senin üzerine iltifat-ı Sübhâniyesi ile sağanak sağanak şeyler yağdırıyorsa, o ölçüde kendini sıfırlayacaksın. “Bana biraz daha toprak olmak, toprağın altında bir şey olmak, toprağın derinliğinde bir şey olmak, bir şey olmak, bir şey olmak…” El-ayak hareketlerin ile, dil-dudak hareketlerin ile cihanlar fethediliyor, Hazreti Fatih’in İstanbul’u fethi gibi. Fakat bütün bunlar aklına geldiği zaman, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan!..” sözü ile meseleyi taçlandıracaksın; onlara katiyen sahip çıkmayacaksın, katiyen.. “Var bir güzellik ortada; tebessüm ediyor benim çehreme; sanki benim davranışlarımdan dökülmüş gibi ama tenâsüb-ü illiyet (kozalite) mülahazasına göre, tenâsüb-ü illiyet prensibine göre, belli ki bunlar, benim eserim olamaz, belli ki Sahibinin eseri!” diyeceksin.

Meseleye böyle bakmayanlar, farkına varmadan “Din, İslam!” dedikleri zaman bile, şirk bataklığında bata-çıka yürüyorlar demektir; şirk bataklığında bata-çıka yürüyorlar demektir. Fakat, bunlar batarken bile “Bir ay sonra her şey düzelecek.. bir hafta sonra her şey düzelecek.. iki ay sonra her şey düzelecek.. üç ay sonra her şey düzelecek!..” derler. Bunlara dense dense -Terbiyem müsait olsa şöyle derim… Ama burada terbiyenin müsaadesizliğini bozacağım; bunlara dense dense- “dırıltı” denir.

Evet, ne “dırıltı” değildir? Böyle ilham sağanağı altında, varidât sağanağı altında bulunduğun zaman bile, her şeyi ayân-beyân gördüğün zaman bile, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan!..” Bir el, bir ayak işareti ile, bir temsil, bir hâl işareti ile, cihan senin önünde dize geliyorsa şayet, yine orada, çok rahatlıkla كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ demesini bileceksin: “Her şey, Allah’tan!..” “Her şey Sen’den, Sen ganîsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm! // Hem evvelsin hem âhirsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm!..” İşte vird-i zebân, bu. Balyozlar senin başına inip-kalksa, mızraklar sinene saplansa, her gün bir yara ile -muktezâ-ı tabiat- inlesen, yine de gözün hep O’nda (celle celâluhu) olmalı, hep O’nda olmalı, hep O’nda olmalı…

Yaptığınız güzel işler vardır, Cenâb-ı Hak, onları devam ettirmeye muvaffak kılsın! Güzel bir şey vardır. Fakat o güzelden daha güzel bir şey varsa, o da, o güzelin sürekli güzellikler sâlih dairesi içinde devam ve temâdîsidir. Güzellik, bir yerde gidip çirkinliğe aborda oluyorsa, o güzele “güzel” denmez. Güzel odur ki güzel doğurur, o da güzel doğurur, o da güzel doğurur; bir “güzel doğurma sâlih dairesi, doğurgan döngüsü” ortaya konur.

   “Rıza-ı İlahî kâfidir; eğer o yâr ise, her şey yârdır; eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para etmez.”

Hazreti Bediüzzaman, insanların takdiri ve ihlâsın muhafazası konusunda çok önemli bir hususa dikkat çekiyor: “İnsanların takdiri/istihsânı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde “illet” ise, o ameli iptal eder. Eğer “müreccih” ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izâle eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek Cenâb-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki, وَاجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلآخِرِينَ buna işarettir.”

“İnsanların takdiri/istihsânı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder.” İnsanların takdir ve istihsânı… “Takdir” bildiğiniz gibi, Türkçemizde de kullanılıyor; “istihsân” da “güzel görmek” demek. Uhrevî amellerde… Allah için yapıyorsak, öteler için yapıyorsak.. yani, bugünün insanı olmaktan sıyrılarak, yarınları olan insanlar gibi davranıyorsak.. upuzun yarını olan, ebedî yarını olan insanlar gibi davranıyorsak.. eğer yaptığımız güzellikleri, namazı, haccı, orucu, irşadı, bir yönüyle dünyaya nâm-ı celîl-i İlahî’yi, nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyurmayı gaye-i hayal yapmışsak… Bütün bunlarda eğer insanların takdirini “illet” yapıyorsak, o amellerimiz boşa gider. (İllet; sözlükte “hastalık, zafiyet, sebep ve gerekçe” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, hükmü gösteren veya gerekli kılan yahut hükmün kendisine bağlandığı durum, vasıf, mânâ, gerekçe demektir.)

İnsanlar takdir etsinler… “Maşallahı var; dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde okul açtılar!” desinler… Bu aklının köşesinden geçiyorsa… Bu gelince, nöronların kapısını çaldığında, hemen o kapıyı sürmelemeli, hemen; bir daha da o türlü duyguların açamayacağı hâle getirmeli. Fakat işte, eğer illet ise.. insan onun için yapıyorsa.. takdir edilsin istiyorsa.. “Bak, bunca insana duyurdum ben bu meseleyi!” filan diyorsa…

İyilikleri unutmak lazımdır esasen. Unutulacak bir şey var ise, o da kişinin kendi yaptığı/vesile olduğu iyilikleri unutmasıdır. Aklına geldiği zaman da “Allah Allah!.. Bencileyin bir insana Cenâb-ı Hak, nasıl oldu da bu lütufta bulundu?!” demek suretiyle -Bu da bir nevi tahdîs-i nimettir.- O’ndan bilmelidir. Yine onu kabul etme fakat O’ndan bilme… O’ndan bilince o hem “illet” sayılmaz, hem de insan o sâyede açık-kapalı şirke girmemiş olur. Öbür türlü, farkına varmadan insanların takdiri, insanların alkışı, insanların büyük görmesi, insanların parmak ile işaret etmesi, “Sen yaptın!” demesi, geldiğinde ayağa kalkılması; bütün bunlar, bir yönüyle yapılan güzelliklere illet sayılıyorsa, o ameli iptal eder. Bir şey yapmamış gibi olur.

Evet, ne gibi? رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلاَّ الْجُوعُ وَالْعَطَشُ Hadis: “Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan yanlarına kâr olarak sadece açlıkları ve susuzlukları kalmıştır.” وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice sabahlara kadar ayakta duran insanlar vardır ki, sadece yorgunlukları ve uykusuzlukları yanlarına kâr kalmıştır.” Öyle değil… Dolayısıyla ameli iptal eder o. O ameli iptal etmemek için, o güzelliğin yeni bir güzellik doğurması için, yaptığınız o şeylerde halkın takdirini, alkışını, müşârun bi’l-benân (parmakla gösterilir) olmayı hedef yapmamak lazım, illet yapmamak lazım; ameli iptal eder o.

   İhlâs; ferdin, ibadet ü tâatinde, Cenâb-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması, vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi ve sadece O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi demektir.

“İnsanların takdiri/istihsânı, eğer amel-i uhrevîde “müreccih” ise, o ameldeki ihlâsı kırar.” Eğer müreccih (o ameli yapıp yapmama hususunda tercih ettirici sebep) ise… Bu, ondan (“illet” yapılmasından) beri bir şey oluyor; biraz daha “Tevhîd”e yaklaşılıyor, Tevhîd’e doğru bir adım atılmış oluyor. O işi yapıyorsunuz ama o takdiri, o alkışı, o mevzuda “illet” yapmamışsınız. Fakat “O da iyi bir şey; insanlar kabul ediyorlar bunu!” diyorsunuz. Bazen de şeytan şöyle dedirtir: “Bu insanlar kabul edince, onlar da sizin çizginizde yerlerini alırlar, size arka çıkarlar; onlar da size destek olurlar.” Bu da şeytanın sağdan gelme ayak oyunlarındandır. “Tercih ettirici bir faktör” ise, yani, başka şeyler yapacakken, onu tercih ettiriyor size… O da o ameldeki ihlâsı kırar. Çünkü ihlâs demek -esasen- bir şey emredildiği için yapmak ve yaparken sadece O’nun rızasını gözetmektir. “Bir zerre ihlâslı amel, batmanlar ile hâlis olmayana müreccahtır.” beyanı da bu sözleri söyleyen, Hazreti Pîr-i Mugân’a ait.

Evet, siz ihlâslı amel ettiğiniz takdirde, Allah (celle celâluhu) hiç bilemediğiniz şekilde binlerce insanın sinesini açar. Ama ihlâslı amel ettiğiniz takdirde… Peygamberlere açılan kapılar da öyle açılmıştır. Dolayısıyla, insanların takdirini tercih ettirici bir sebep yapmak da o ameldeki ihlâsı kırar. İhlâs kırılınca, mesele yine Cenâb-ı Hak’tan koparılmış olur, hafizanallah. Tercihte bile… Amel var fakat ihlâs yok. Zannediyorum kabirden başlamak üzere bütün Berzah hayatında, Mahşer’de ve Mizan’da meselenin hesabı görülür; sorarlar: “Sen bunu yaptın ama çok ihlâslı değildin bu mevzuda!..”

Oysaki Kur’an-ı Kerim, çend yerde, ihlası nazara veriyor. Mesela, işte o Kısâr’dan (kısa sûrelerden) “Lemyekunillezîne” diye bilinen Beyyine Sûresi de onların başında geliyor. Orada şöyle buyuruluyor: وَمَا أُمِرُوا إِلاَّ لِيَعْبُدُوا اللهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلاَةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ “Oysa onlara da ancak, Din’i bütün yanlarıyla içten kabul ederek ve sadece O’nun rızasını hedef alarak, küfür ve şirkten uzak, dupduru bir tevhîd inancı içinde Allah’a ibadet etmeleri, namazı bütün şartlarına riayet ederek vaktinde ve aksatmadan kılmaları ve zekâtı tastamam vermeleri emredilmişti. Budur kusursuz, sağlam ve dosdoğru Din.” (Beyyine, 98/5) Din, diyanet, Allah’a aittir. “İbadet”, “Ubûdiyet” ve “Ubûdet” Allah’a yapılır. Başkalarının o mevzuda takdir ve alkışının kıymet-i harbiyesi yoktur; onun tercih ettirici bir faktör olması ise, o ameldeki ihlası kırar.

“Eğer müşevvik ise, saffetini izâle eder.” İnsanların takdiri/istihsânı teşvik edici bir faktör olarak, yaptığınız iyiliklere ve güzelliklere tesir ediyorsa.. o, bunlarda bir müşevvik ise… İnsan arzu eder; “Başkaları teşvik etsin de yapayım!” İnsanın zaaflarından birisidir, bu; fakat insanın en zayıf olan zaaflarından birisidir. Yani, artık bütün bütün iptal değil.. aynı zamanda ihlâsın zedelenmesi, yara alması, berkenâr edilmesi de değil.. fakat müşevvik olduğundan, bu, o meselenin saffetini, duruluğunu esasen götürür; bulanıklık olmaya başlar onun içinde, bazen kapkaranlık çizgiler olur orada. Cenâb-ı Hakkın beğendiği, takdir buyurduğu, öyle olmasını istediği amel, desen bozukluğuna düşer. Oysaki o meseleyi ortaya koyarken, vaz’ ederken, “Bu meselenin şu desende ortaya konması lazım!” buyurmuştur. Öyle bir şey ki, ne “iptal etme” mevzuu, ne “ihlası zedeleme” mevzuu, ne de meselenin “saffetini izâle etme” mevzuu söz konusu olmamalıdır.

Evet, her şeyden evvel o, Allah için yapılmalı; iptal edilmemeli. Aynı zamanda elin-âlemin takdiri falan da beklenmemeli. Fakat aynı zamanda “Başkaları teşvik etsin de biz de bu güzel şeyi yapalım!” falan da denilmemeli. Çünkü teşvike meyletmek, bir yönüyle gözün teşvikte olması veya kulağın teşvikte olması, bu da meselenin saffetini izâle eder, hafizanallah.

   Kul ile Mabud münasebetlerinde sır tutucu olmak ve hep O’nun uhrevî teveccühlerine bağlı yaşamak da ihlâsın ayrı bir buududur.

Burada antrparantez bir şey arz edeyim: Sabahlara kadar bin rekât namaz kılarsın ve bu mevzuda kimseye sır vermek istemezsin. Karanlık, gece… Hatta “Yahu şu seccâde bile bilmese!.. Benim şu gözyaşlarımla ıslandı; bir an evvel kurusa da bilmese!.. Benim iç döküşlerimi bilmese! Döşeğim bilmese benim kendinden ayrıldığımı! Yorganım farkına varmasa! Varsa hayat arkadaşım, yanından ayrılıp gittiğimi bilmese!..” dersin. Meseleyi öyle sâfiyâne yapıyorsun, öyle dupduru olarak yapıyorsun. Allah’ın izni-inayetiyle, bir yerlere ulaşıyorsun, belki bir şeyler hissediyorsun. O türlü şeyleri hissetmenin tâlibi bile olmamalısın!:.

Çünkü talep ettiğin şey o kadar büyük ki!.. Bir insan neyi talep ediyorsa, aynı zamanda kendi kıymetini ifade eder. Talep edilen şeyin kıymeti, insanın kıymetini aksettirir. Kimisi bakırcılar çarşısında bakıra tâlip olur. Kimisi sarraflar çarşısında altına-gümüşe tâlip olur. Kimisi mercan adalarına dalar, ona tâlip olur. Bence sen, öyle bir şeye tâlipsin ki!.. “Allah!” diyorsun: “Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için görüşünüz, Allah için konuşunuz; lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O zaman ömrünüzün dakikaları, saniyeleri, saliseleri, âşireleri, seneler hükmüne geçer.” Hazreti Pîr birini (dakikaları) diyordu, ben diğerlerini ilave ettim; ömrünüzün âşireleri, seneler hükmüne geçer.

Burada bile yine Cenâb-ı Hakk’ın rızasından başka değişik şekilde bir beklenti olmamalı. Hani, “Firâsetim inkişaf etsin benim!” dememeli!.. Ettirirse ettirir… “Böyle her şeyi doğru okuyayım, bu yaptığım şeyler ile!” Bakın içinize bunlar gelebilir. Değişik makamlar, pâyeler, hatta nezd-i Ulûhiyetteki pâyeler… “Her gece rüyamda -bir yönüyle- kendi mir’ât-ı ruhumda O’nu temâşa edeyim!” Bunlar kendi kendine geliyorsa şayet, bence öpüp başa koymak lazım; tahdîs-i nimettir bu. “Allah Allah! Nasıl oldu da bencileyin fakire, böyle sultanlara armağan edilen şeyler armağan edildi, lütfedildi!” falan… Onu da o çerçevede ele almak lazım; evet, onu da karartmamak lazım.

Hatta bazı kimseler biliyorum ki veya duydum ki… Mesela herkes Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmeyi ister; ben de O’nu bir dakika görmeye, belki dünyaları fedâ ederim. Fakat öyle kimseler vardır ki, hafizanallah, “O’nu gördüm!” mülahazası, yaptığı şeylerde aklına geliyorsa, ona da razı olmaz. “Yâ Rabbi! Ben, O’nun için ölüp ölüp dirileyim, kalbim O’nun ateşi ile yansın. Leyla Hanım gibi diyeyim: ‘Yanarsam, nâr-ı aşkınla yanayım yâ Rasûlallah! / Ezelden kapında bağrı yanık bir gedâyım yâ Rasûlallah!’ Fakat, bana vereceğini öbür tarafta ver!..” der. “Yâ Rasûlallah!..” redifli nice naatlar söylenmiştir. “Yâ Rasûlallah! Yâ Rasûlallah!..” Meşgul olmuşsanız, görmüşsünüzdür bunları. Gönlünüz öyle olmasını arzu eder. Fakat “Ya ben onu suiistimal edersem; ‘Bana bir hususiyet olarak geldi!’ mülahazasına kapılırsam?!. Allah’ım! Onu da bana verme! Bana vereceğin şeyi öbür tarafta ver. Öbür tarafta ben, başımı O’nun ayaklarının altına koyayım!” O kadar…

   “Cenâb-ı Hak, insanların takdir ve istihsânını sırf makbuliyet alameti olarak, istenmeden ihsan etse, bunu o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-i tesiri namına kabul etmek güzeldir.”

Ama kendi kendine geldi… Bu defa da ciddî bir nefis muhasebesi ile, iç sorgulama ile, hemen Latife-i Rabbâniye’ne yönelerek, “Bencileyin bir insana bunların lütfedilmesi çok olacak şey değildi ama Cenâb-ı Hak -herhalde utûfet-i şâhâne, eltâf-ı şâhânenin olduğu dönemde tufeylîlerin de mahrum edilmediği gibi- bencileyin bir tufeylîyi de mahrum etmedi!” mülahazasıyla meseleye bakma… Havada uçsa, suda batmadan gitse, insanların çehresinde kalblerinden geçenleri okusa, iki tane kelime ile bir insanı hemen hakikatin göbeğine otağ kurmaya çağırabilse… Bütün bunlarda yine kendine bir şey çıkararak meseleye bakmamak lazımdır. Şu kadar var ki, kendi kendine gelmiş şeyler olarak onları inkâr etmemeli; çünkü O’ndan gelmiş şeylerdir, iltifattır.

Böyle olunca, “İnsanlardaki hüsn-i tesiri namına kabul etmek güzeldir ki, وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ ‘Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!’ (Şuarâ, 26/84) beyanı da buna işarettir.” Hazreti İbrahim diyor bunu: “Beni, arkadan gelen insanlar nezdinde yâd-ı cemîl kıl!” Örnek olarak söylüyor o peygamber. Kalbi ne kadar duru, ne kadar temiz!.. Beklenti ifadesi değil de hayır ile yâd edilme arzusu. O arzu, kabul buyurulmuş da Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) salât u selamlarda anarken, O’nu da anıyoruz. اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ، كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى سَيِّدِنَا إِبْرَاهِيمَ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا إِبْرَاهِيمَ فِي الْعَالَمِينَ رَبَّنَا إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ Bizde yok bazı ilaveler; bazı kelimeleri diğer mezhepler ilave ediyorlar. Herhalde Âhâdî şeyler olduğundan dolayı Hanefîlerde yok; Hanefîlerin Garîb, Âhâdî şeyleri namazda söyleyip söylememe konusuna karşı biraz hassasiyetleri var. Evet, Hazreti İbrahim, وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ diye dua etmiş; arkadan gelen nesiller tarafından da yâd-ı cemîl olarak yâd edilmiş.

Bir de bir örnek; Allah’a öyle bir teslimiyeti var ki!.. İşte her zaman O’ndan ders almalı!.. Mancınığa konup ateşe atılırken, daha ateşin içine düşmeden, Cebrâil yetişiyor orada: “Cenâb-ı Hakk’ın selamı var, senin için bir şey yapalım mı?” diyor. “O, haberdar ise, benim kimseden beklediğim bir şey yok!” cevabını veriyor.

İşte bu örneğe binaen esasen, hayat böyle götürülmeli. حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129) حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.” (Âl-i Imrân, 3/173) نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ “O ne güzel Mevlâ, ne güzel Yardımcı’dır!” (Enfâl, 8/40) غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Affını dileriz ya Rabbenâ, dönüşümüz Sanadır.” (Bakara, 2/285) رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) denmeli. Bu mevzuda şeref-nüzûl olmuş ne kadar beyan varsa, o mülahazaya bağlamak lazım. Esasen, Hazreti İbrahim bize de bu dersi veriyor.

Dolayısıyla, zannediyorum, وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ duasının baktığı mülahazalardan bir tanesi de, budur. Bu açıdan, o meseleyi de böyle makul bir mahmîle hamletmek lazımdır. وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ * وَاجْعَلْنِي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعِيمِ “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!.. Ve beni içinde nimetlerin kaynadığı Cennet’in mirasçılarından kıl.” (Şuarâ, 26/84-85)

اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ * اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى * اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا، خَلِّصْنَا، نَجِّنَا مِنَ النَّارِ؛ وَعَافِنَا وَاعْفُ عَنَّا وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِعَفْوِكَ يَا مُجِيرُ، بِفَضْلِكَ يَا غَفَّارُ * وَأَسْأَلُكَ بِحَقِّ هَذِهِ اْلأَسْمَاءِ الْكَرِيمَةِ الشَّرِيفَةِ، وَالصِّفَاتِ الْجَلِيلَةِ اللَّطِيفَةِ، أَنْ تُصَلِّيَ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ، وَاحْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ، وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلإِنْسَانِ، وَمِنْ شَرِّ الْبِدْعَةِ وَالضَّلاَلَةِ وَاْلإِلْحَادِ وَالطُّغْيَانِ؛ وَأَجِرْنَا، نَجِّنَا، خَلِّصْنَا مِنَ كَيْدِ وَمِنْ مَكْرِ وَمِنْ خِيَانَةِ وَمِنْ فِتْنَةِ وَمِنْ فَسَادِ وَمِنْ حِقْدِ وَمِنْ حَسَدِ أَعْدَائِنَا الْعَسْكَرِيِّينَ وَالشُّرْطِيِّينَ وَاْلاِسْتِخْبَارِيِّينَ وَالْعَدْلِيِّينَ وَالْمُلْكِيِّينَ، وَاجْعَلْهُمْ خَائِبِينَ خَاسِرِينَ فَاشِلِينَ مَخْذُولِينَ مَرْدُودِينَ مَطْرُودِينَ مَقْهُورِينَ مَنْفُورِينَ مُنْقَرِضِينَ مُنْهَزِمِينَ؛ بِحَقِّ ذَاتِكَ، بِحَقِّ عَظَمَتِكَ، بِحَقِّ كِبْرِيَائِكَ، بِحَقِّ أُلُوهِيَّتِكَ، بِحَقِّ رُبُوبِيَّتِكَ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ صِفَاتِكَ السُّبْحَانِيَّةِ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ أَسْمَائِكَ الْحُسْنَى، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ اسْمِكَ الْعَظِيمِ اْلأَعْظَمِ، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفَى، بِحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ الْمُصْطَفَيْن اْلأَخْيَارِ، يَا رَحِيمُ يَا رَحْمَانُ، يَا ذَا اْلجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Allah’ım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Allah’ım, Sen’den hidayet, takva, iffet ve (gönül) zenginliği dileriz. Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, halas eyle, koru. Bize af ve afiyet lütfeyle. Ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle. Affınla imdat ve himaye buyur ey Mucîr Allah’ım, fazlınla bağışla ey Gaffâr Rabbim. Bu şerefli ve mübarek isimlerin hürmetine, latîf ve celîl sıfatların hatırına Sen’den Efendimiz Hazreti Muhammed’e ve O’nun mübarek aile fertlerine salât ve selam etmeni diliyoruz. Bu makbul olduğuna inandığımız duaya şu talebimizi de ekliyoruz: Bizi nefis ve şeytanın şerrinden, cin ve insin şerrinden, bidat, dalalet, ilhad ve tuğyana düşmekten muhafaza buyur. Asker, polis, istihbaratçı, hukukçu ve idareci devlet memuru gibi hayatın her biriminden olup bize karşı düşmanca davranan kimselerin komplolarından, tuzaklarından, hıyanetlerinden, fitnelerinden, kinlerinden ve hasetlerinden bizi koru, uzak tut, muhafaza buyur. Düşmanlığa kilitlenmiş o şerirleri hayal kırıklığıyla kederli, eli boş kalıp hüsrana düşmüş, fiyasko yaşamış, perişan, hücumları akim kalıp püskürtülmüş, kovulup uzaklaştırılmış, kahra uğrayıp yara bere içinde kalmış, bozguna uğramış, yıkılıp batmış ve hezimet yaşayıp sönüp gitmiş hale koy!.. Ya Rahmân, ya Rahîm, ya Zelcelâli ve’l-ikrâm! Zat’ın, azametin, ululuğun, Ulûhiyetin, Rubûbiyetin hakkı için.. Sıfât-ı Sübhâniye’nin hatırı ve şefaati için.. Esmâ-i Hüsnâ’n hürmeti ve şefaati için.. İsm-i A’zam’ın hürmeti ve şefaati için.. Hazreti Muhammed Mustafa’nın hürmeti ve şefaati için.. seçkinlerden seçkin ve en hayırlı kulların enbiya/evliya hürmeti ve şefaati için duamızı kabul buyur. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, ailesine ve ashâbına salât ü selam ederek bunu diliyoruz Rabbenâ!..”

Bamteli: ŞEFKAT KAHRAMANI KADINLAR

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen hiçbir zaman üstünlük tavrı sergilemiyor; “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu her haliyle temsil ediyordu.

Her halimizde, her davranışımızda, Hazreti Ali efendimize nisbet edilen o söz çerçevesinde kalmamız lazım: كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında, insanlardan bir insan ol!” Öyle davran ve yarım adım bile olsa önde görünerek bir fâikiyet, bir üstünlük tavrı sergileme! Hatta seni toplum içinde gördükleri zaman içten saygı duysalar bile, ilk bakışta seni belirleyememeliler.

Bu, aynı zamanda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavrı idi. Malum, Siyer’de anlatıldığı üzere, Medine-i Münevvere’ye teşriften evvel, daha sonra Kubâ Mescidi’nin yapıldığı yerde ârâm buyurmuşlardı. Muvakkat bir istirahat lütfetmişlerdi, o yeri şereflendirmişlerdi. Şimdi de koca bir cami var, minareleri ile. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada muvakkaten ârâm buyurduğu için, orada hususî mahiyette namaz kılmayı, insanlar, kendileri için Efendimiz’e saygının gereği olarak görüyorlar. Orada (Kubâ’da) Sevir sultanlığı arkadaşı (Hazreti Ebu Bekir) ile beraber, yan yana oturuyorlardı. Demek ki ciddî bir benzerlik de vardı. Siyer’de bir benzerlik var olduğunu görmedim; fakat şekil-şemâil itibarıyla -herhalde- bir benzerlik vardı ki, yeni Müslümanlığa ısınıp ona doğru adım atanlar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) oraya kadar teşrifini tebrik adına, gelip tebriklerini sunmak istediklerinde, bazen yanlışlıkla Hazreti Ebu Bekir’e gidiyorlardı. O (radıyallahu anh) da böyle eliyle işaret yapıyor, Efendimiz’i gösteriyordu.

Demek ki Efendimiz, aynen sizin oturduğunuz gibi, aynı çizgide oturuyordu; yarım adım ileride değildi; fâikiyetini ifade edebilecek bir tavrı yoktu, ne kılığında, ne kıyafetinde, ne tavrında, ne davranışında, ne bakışında, ne de oturuşunda. كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ Rehber-i küll ve muktedâ-bih olan o Zât, bu mevzuda da bizlere bir örnek, bir misal.

Zaten Kur’an şöyle diyor: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللهَ كَثِيرًا “Hakikaten, Allah’ın Rasûlü’nde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir numune vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21) İlle de birine uyacaksanız, iktidâ edecekseniz, birinin arkasından gidecekseniz, o, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmalıdır, illa O; çünkü O, mir’ât-ı mücellâ-ı İlahîdir. “Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür daim!” (A. M. Hüdâî hazretleri)

Evet, Cenâb-ı Hak, o ahlak ile mütehallık eylesin!.. Bizleri şuna-buna fâikiyet mülahazasından masûn ve mahfuz buyursun!..

   Bu mazlumiyet ve mağduriyetler döneminde kadınlar da başka devirlerle kıyaslanamayacak zulümlere maruz kaldılar/kalıyorlar; ayrıca “şefkat kahramanı” da olmaları hasebiyle adeta her mazlumun elemini onunla paylaşıyorlar.

Kadınlar, birer şefkat âbidesidir. Başta çocuklarına karşı sergiledikleri şefkat, aynı zamanda sizin mesleğinizin de bir esasıdır. “Acz”, “fakr”, “şevk” ve “şükür”den sonra, “tefekkür” tedebbür, teemmül ve bir de “şefkat”. Bunlar, adeta imanın altı rüknü gibi, imana ve Kur’an’a hizmet mesleğinin altı rüknüdür; şefkat de onlardan bir rükündür.

Başkalarına karşı şefkatli olmak çok önemlidir. Kimde olursa olsun, şefkat mühimdir; fakat tâife-i nisâda, bu, müzâaf, hatta mük’ab şekilde vardır. Kadınlar, başta çocuklarında bunu gösterirler; hatta rahm-i mâderde iken bile, onu gözlerinden -âdetâ- esirgerler, “Nazarım değer!” diye; tir tir titrerler o mevzuda, dünya kadar meşakkate katlanırlar onun için. Bilmiyoruz biz onu, o dünyayı yaşamadığımızdan dolayı!.. Ne ihtimamlar gösterirler o mevzuda, “Amanın bir şey olur!” diye. Sonra dünyaya getirdikleri zaman, çocuklarını güller gibi koklarlar, öperler, bağırlarına basarlar; ağlar çocuklar, onlar uykularını terk eder ve onu dindirmeye çalışırlar.

Anneler, o şefkatli tavır ve davranışlarını belki hayatlarının sonuna kadar devam ettirirler. Hani, bunu hepiniz görmüşsünüzdür; bir babanın, bir annenin -hususiyle de annelerin- evlatları için nasıl yanıp yakıldıklarını!.. Onu, Kıtmîr de görmüştür. Buraya geldiğim defalardan birisinde, validem telefonla beni aradığında, sözleri birbirine karıştırdı, anlayamadım ben ne dediğini. Yakın zamanda vefat eden amcam -ki zannediyorum, o da kederden vefat etti; benden iki yaş büyüktü, sütkardeşimdi aynı zamanda- yanındaydı; “Telefonu ona ver!” dedim, “Ne demek istiyorsan, o söylesin!” Bana diyeceği şeyleri diyecek kadar bir gücü, bir iktidarı yoktu; şefkatine yenik düşmüştü o zaman. Evet, baba da sever ama annelerin şefkati ayrıdır.

Şimdi böyle bir dönemde, kadınlar öncelikle kendi evlatlarına, kendi yakınlarına yönelik o şefkat hislerini, şefkat potansiyellerini bu defa -bir yönüyle- diğer kardeşlerine, mü’min kardeşlerine kullanma için âdetâ yarışıyorlar. Burada ben de görüyorum, kermesler yapıyorlar: Gelip orada ocaklar tüttürme.. onun üzerinde kebaplar yapma veya ekmekten burma gibi bir şeyler yapma.. gelen insanlara onları fiyatında veya fiyatının üstünde satma.. onunla mazlumun, mağdurun imdadına koşma… “Muavenet” duygusu…

Sizler, eskiden Hizmet adına, insanları o hizmete çağırırken, “himmet” diyordunuz ve millet de himmet ediyordu. O himmetlerin santimi zâyi olmadan, santimi herhangi bir şahsa gitmeden himmet yoluna gidiyordu, himmet noktasında gidip temerküz ve tahaşşüd ediyordu. Onun yerinde okullar yapılıyordu, üniversiteler yapılıyordu. Fakat öyle okullar, öyle üniversiteler ki, onlar, hem tekkenin vazifesini/fonksiyonunun edâ ediyordu, hem câminin fonksiyonunu edâ ediyordu, hem de yuvanın fonksiyonunu edâ ediyordu. Cehalete karşı savaş ilan etmişti; fakirliği giderme gayreti içinde idi; ihtilaf ve iftirâka karşı, kalbi, muhabbet, meveddet ve şefkatle çarpıyordu. Aslında -antrparantez- bunlara karşı harp ilan etmek, onları yıkmak; mâbedi yıkmaktan daha büyük bir vebaldir. Onları kapamak, mâbedlerin kapısına bir dönemde kilit vurulmuştu, ondan daha büyük bir cinayettir.

Evet, bir zamanlar, “himmet” ünvanı ile o türlü şeyler yapılıyordu ve hemen hemen dünyanın bütününe -Allah’ın izni ve inayetiyle- ulaşıldı. Ve bu, yerinde bir şeydi; aynı zamanda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) işaretlediği bir hususu realize etme demekti. Buyuruyor ki: “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” Hedef gösterme şeklinde algılayın bunu!.. O zaman, o hedefi gerçekleştirmek size düşüyor. Gayb-bîn haberiyle, bu meseleyi haber verme şeklinde algılayın!.. Demek ki o iş olacak; öyle ise, olacak o işi oldurma mevzuunda ne diye küheylanlar gibi şahlanmıyorsunuz?!. İster meseleye öyle yaklaşın, isterse böyle yaklaşın.

Bir dönemde “Himmet!” dediler insanlar, bunu yaptılar. Döküldüler, saçıldılar ama hiçbir zaman o dökülüp saçılmada kendileri için bir dikili taşları olmasını düşünmediler. Çünkü Hizmet, kendini düşünmeme hizmetidir; ölesiye bir fedakârlıkta bulunma, adanmışlıkta bulunma ama o adanmışlığı bile hissettirmeme hizmetidir. Hizmet eri, o işe adanmış.. esasen o işin kölesi/bendesi olmuş.. sultanlara köle olmaya tenezzül etmeyen, hükümdarlara bende olmaya tenezzül etmeyen biri o ama nâm-ı celil-i Muhammedî dört bir yanda şehbal açsın diye hakikate bende olmuş.. “Biz, bu işe adanmış ruhlarız; onun dışında da bir şey düşünmüyoruz!” demiş.. giderken de dünyadan, “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dû cihanım kalmadı!” diyerek gidecek.. Münker-Nekir gelip, “Neyiniz var orada!” diyerek geriye dönüp baktıklarında, “Bir şeyleri yok; bunlara sual sormak fuzulî!” diyecekler!.. Kendilerine çok sualin sorulacağı insanlar, akıbetlerini düşünsünler; o da bizi alakadar etmez.

   Eşinden/çocuklarından koparılan, hapse atılan veya ıssız bir yerde aile birleşimi bekleyen ya da kendisi nispeten emniyette olsa da bütün elemleri gözyaşlarıyla paylaşıp kermes gibi vesilelerle imdada koşmaya çalışan on binlerce Hâcer…

Evet, bugün mezâlim, zirveye vurmuştur, onu söylemeye lüzum yok! Yürekler yakıcı, bütün şefkat duygusunu tetikleyici bir tablo var, bir manzara var. Bu resmi, genel olup-bitenlerin resim mülahazasını, siz iyi ifade ederek ortaya koysanız, Picasso’ya verseniz, zannediyorum, ortaya çıkacak tablonun karşısına dikilen herkes, gözyaşları ile yetinmeyecek, dize gelecek, başını yere koyacak, hıçkırıklarını seccadeye boşaltacaktır. Tablo odur ama zannediyorum bu mesele, benim zavallı ifade tarzım ile de ifade edilemediğinden dolayı, henüz kıvamında bir ifade tarzını bulmuş değil. O, iyi bir resmedilseydi, iyi bir tasvir edilseydi, zannediyorum, insanlık, şu âna kadar duyduğu tiksinti ve ürküntünün belki on katını duyacaktı ve aynı zamanda nefretle mukabele edecekti.

Eşinden koparılan.. hapse atılan.. çocuklarını kaybeden.. onlardan ayrı düşen.. Hazreti Hâcer misali, tek başına ıssız bir yerde aile birleşimi bekleyen… Binlerce mazlum ve mağdur kadın…

Hazreti Hâcer validemizi Hazreti İbrahim oraya götürdüğünde, Allah’ın emri ile götürüp oraya koymuştu. Hâcer validemiz de bunu bildiğinden dolayı “Beni buraya koymasını emreden Allah (celle celâluhu), beni burada zâyi etmeyecektir.” diyordu. Onun için mübarek annemiz, hiç ümidini yitirmedi. Sadece Hazreti İsmail orada bir çocuk olarak ağlayıp ayağını yere vurduğundan dolayı, Safa-Merve arası -şimdi öyle olmuş, mevcut hale dönüşmüş Safa-Merve arası- koştu; hep “Mâ, mâ, mâ!..” (Su, su, su!..) dedi durdu. İbranicede, Aramicede neydi o? Herhalde onlarda da yine “mû” meselesine geliyor; “mû”, su demek, “sâ” da orman demek; “Mûsâ” kelimesi esasen “su ve orman” demek. Herhalde öyle bir şey söyledi; Safa’dan Merve’ye, Merve’den Safa’ya koştu, koştu. Sonra yavrusunun yanına döndüğünde, şefkatle üzerine eğileceği zaman, onun ayağının altındaki suyu gördü.

Tabanla da su çıkar mı? Oralarda su bir yönüyle sondajlar ile ancak çıkarılıyor. Fakat Allah istediğinde olur. Seyyidinâ Hazreti Mûsâ’nın asâsı sert kayaya çarpıldığı zaman, on iki gözeden, on iki kaynağın fışkırması gibi, o mübarek yavrunun ayağının altında da su çıkmıştı. O yavruya canlarımız kurban olsun!.. Bir: Hazreti İbrahim’in evladı; iki, Hâcer validemizin evladı; üç, Efendiler Efendisi’nin cedd-i emcedi. Efendimiz, o mübarek tohumun meyvesi; o mübarek tohumun meyvesi… Hazreti İsmail, tabanını yere vurunca, oradan su fışkırıyor.

Ve mübarek validemiz… Bir: Allah’ın emrine inkıyat.. iki; Peygamberin emrine imtisal.. üç; gelip bir yerde tek bırakılma ve âdetâ bütün esbâbın bilkülliye sukût etmesi… Nur-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet’in zuhuru ve onunla hemen bir suyun fışkırması… Bütün bunları üst üste görünce, anamız, ciddî bir itminan içinde oluyor. Onun için, şimdiki insanlarda o ölçüde bir iman derinliği, o ölçüde bir teslimiyet, o ölçüde bir tevekkül, o ölçüde bir tefvîz, o ölçüde bir sika aramak doğru olmayabilir. Ben, “Bu işleri yapanlar, bunlardan mahrumdurlar!” demek istemiyorum. Fakat “Hâcer validemizin hususiyetini vurgulamak da hakkın hatırı adına önemli!” diyorum. Annemizin hususî mazhariyetleri vardı; dolayısıyla tek başına ıssız bir yerde bırakılmıştı ama ona katlanmıştı. Yine de bir insan, kadın, Peygamber hanımı…

…Ve kendisi nispeten emniyette olsa da bütün elemleri gözyaşlarıyla paylaşıp kermes gibi vesilelerle imdada koşmaya çalışan yüz binlerce kadın, “şefkat kahramanı” da olmaları hasebiyle derin acılar yaşıyorlar.

   Kardeşleriniz için dertlenmelerinizi, yürekten niyazlarınızı ve kermes gibi fiili dua sadedindeki gayretlerinizi Gören görüyor, Bilen biliyor; günümüzde de Cennet’in peylendiği bir alış-veriş gerçekleşiyor.

Zannediyorum, bazen Cuma bazen de Pazar günleri gelip burada da kermes yapıyorlar; sadece burada değil, dünyanın değişik yerlerinde de yapıyorlar. Eskiden sizin “himmet” dediğiniz şeye, şimdi “muavenet/yardım” diyorlar. Bu, Sarf’taki kip olarak esasen “karşılıklı yardımlaşma” ifade ediyor; siz, onlara bu mevzuda maddeten yardımcı oluyorsunuz; bir yönüyle onlar da dualarıyla sizin ahiretteki emniyetiniz adına yardımcı oluyorlar, size dua ediyorlar. Onlar, etmeseler bile, Gören görüyor, Bilen biliyor, Karar Veren veriyor; dolayısıyla iyilik edenlerin ahireti teminat altına alınıyor.

Varsın başkaları zulmetsin; esas kazanılan şey kazanıldıktan sonra… Birileri kaybediyormuş!.. Onların o acınacak durumuna da acımak ve ettikleri şeylerle mukabelede bulunmamak lazım; centilmenlikte bulunarak, “Cenâb-ı Hak, kalblerine re’fet, şefkat, mülayemet ihsan eylesin!” demek lazım. Yüzlerce insan, onlardan kaçarak Meriç’te boğuluyor. Onlardan bir kısım kimselerin, mesela erbâb-ı cerâidin (gazete, dergi, medya mensuplarının) bir tek kelime ile bile olsun insanca bir soluğunu, insanca bir nefesini duymadım; onlardan insanca bir nefese rastlamadım.

Böylesine tersliklerin yaşandığı belli bir dönemde, bazılarının bu mevzuda muavenette bulunmaları çok önemlidir. Aynı zamanda kaybetmiyorlar onlar; diğerleri gibi öyle kaybetmiyorlar, muavenette bulunuyorlar muhtaç olanlara.

Tabii bu arada bir de kanalların tıkanması meselesi var. Karar veriyorlar: “Yardımlar nereden geliyor? O damarları tıkamamız lazım!..” Onlar, bilmiyorum öyle diyorlar mı; öyle demiyorlarsa şayet, iftira olur. “Yardımları da gelmesin; açlarından gebersinler onlar! Bize muhtaç olsunlar; gelsin el-etek öpsünler, biatte bulunsunlar!” falan. Bütün bunlara binaen mi?!. Korkunç, öldürücü bir mahrumiyet yaşatmanın arkasında ne var, Allah bilir!..

Dolayısıyla böylesine bî-hadd ü pâyân zulme karşı, i’tisâfa karşı, haksızlığa karşı, o muavenet duygusuyla şahlanmış -özellikle- validelerimiz, âdetâ Cenneti peyliyorlar: إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılık olarak Cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) “Bi-enne” ibaresindeki “be” harfi mukabele ifade ediyor. Allah’ın (celle celâluhu) Cennet vaadi mukabilinde onlar o işi yapıyorlar. Onlar, onu veriyorlar. Bir yönüyle küçük bir şey; fakat dünyadaki durumumuz itibarıyla büyük bir şey. Onlar, onu veriyorlar; fakat öyle bir şey kazanıyorlar ki!.. Öbür tarafa gittiklerinde, yaptıklarını tohum gibi, dâne gibi görecekler; verilen şeyi de Everest tepesi gibi görecekler; “Allah, Allah! Bu, bunu nasıl doğurdu!” diyecekler. Şimdi kim kazanıyor, kim kaybediyor burada?!.

Dolayısıyla bilemediğimiz şekilde “insiyaklar” ile, “ihsaslar” ile -bir yönüyle “sevk-i İlahî” ile demek daha uygun- o hemşirelerimiz -erkeklerin gösterdikleri gayretler gibi onlar da- kermesler yapıyorlar. “Kermes” galiba Latinceden gelmiş bir kelime. Kullanıyoruz biz de bunu ama yerleşmiş bayağı, otağını kurmuş içimize; kullanıyoruz ve ne manaya geldiğini hepimiz biliyoruz. Orada elimizde ne var, ne yok, hepsini Allah’ın izni ve inayetiyle yardımlaşma istikametinde değerlendiriyoruz. Ben oraya beş kuruş vereceksem, gücüm ona yetiyorsa, mutlaka onu vermeliyim; benim de o kadar muavenetim olmalı!.. Beş lira verebiliyorsam, onu vermeliyim. Bir yerden bir gelirim varsa ve beş bin lira vermem gerekiyorsa, onu vermeliyim. On bin lira gerekiyorsa, onu vermeliyim; yüz bin lira gerekiyorsa, onu vermeliyim. Nezd-i Ulûhiyette bu neye varır, varın onu siz hesap edin. Nezd-i Ulûhiyette… Şimdi, bacılarımızın yaptıkları şeyleri de değerlendirirken, bu espriye bağlı değerlendirmek lazım. Elimizden geldiğince bizim de yapmamız lazım.

   Allah rızası yolunda yapılan hiçbir iyiliği küçük görmeyin!..

Bir kere daha ifade edelim: Kadınlar, şefkat kahramanlarıdır. Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyet’ine mazhariyetin ifadesidir. Bu da dünya ve ukbâda, Cenâb-ı Hakk’ın, bütün mahlukâtı re’feti ile, utûfeti ile -kucaklama tabiri caiz ise- kucaklaması, himaye etmesi, sıyânete alması demektir. Evvelâ onlar, böyle bir mazhariyetlerini, yüksek mazhariyetlerini sergilemiş oluyorlar. Bunu, insanlar görüyor ve gönülleri ile onlara açılıyorlar; ellerini açıp dua dua yalvarıyorlar. Allâmü’l-guyûb olan Hazreti Allah görüyor, Mele-i A’lâ’nın sakinleri de görüyor. Benim gibi cahiller -hatta zilzurna cahiller diyeyim- de…

Kendi kendime tahayyül ediyorum. “Tahayyül” diyorum bakın; el-âlem yanlış anlamasın bunu. Ben tahayyül ediyor ve onlar için dualarla iki büklüm oluyorum. Onlar orada böyle içleri dolu, hıçkıra hıçkıra ağlarken… Kimisi çocuğu için ağlayan… Çocuğu dilini yutmuş; annesi ve babası için hıçkırığı içinde düğümlenen… Bazıları eşleri için; bazıları anneleri, babaları için ağlayan insanlar… Ve bu krizli dönemde immün sistemi tamamen çöktüğünden dolayı, belli hastalıklara yenik düşen, beyin kanamasından giden, kalbi durup da öyle giden, dünya kadar -“katl” tabirini kullanıyorum- katledilen insanlar… Bütün bunlar için ehl-i vicdanın yürekleri sızlıyor, onlar da ağlayıp sızlıyorlar. Bunların boşa gitmeyeceği muhakkak!.. Bunlar, nezd-i Ulûhiyette öyle bir kıymete tekâbül eder ki, benim burada tasvir edeceğim kıymet, öbür tarafta gülünç olur onlara. “Meğer ne kadar basit şeylerden bahsetmiş! Meğer bu türlü gayretlere ve cehtlere Cenâb-ı Hak, neler ihsan ediyormuş?!.” derler.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: اِتَّقِ اللَّهَ، وَلَا تَحْقِرَنَّ مِنَ الْمَعْرُوفِ شَيْئًا “Allah’tan kork, takva dairesi içine gir, sığın Allah’a ve maruflardan hiçbirini hafife alma!” Maruf, “Allah’ın emrettiği, senin yapman gerekli olan şey” demektir.

Şimdi dünyada küçük gibi olabilir bunlar ama bugün gücümüz/takatimiz ölçüsünde çok ağır şeyler yapılıyor. İnsanlar, ellerinde-avuçlarında ne varsa, onu veriyorlar; “Olsun! Allah, Kerim; Cenâb-ı Hak, bana da verir!” diyorlar. Kimisi evinin anahtarını veriyor. Aynı zamanda kimisi götürüp bir muhtacın kapısının önüne bir şey koyuyor, “kimse görmesin” diye gizlice; pusula yazıyor, “Bunu çok rahatlıkla alabilirsiniz; ben, ihtiyacınızı biliyorum!” diyor. Böyle de çok vaka var. Şimdi onlar, bunu ihtiyaçlarına binaen alıyorlar fakat bir de onurları var; “Birilerinin eline muhtaç olduk; birileri bakmazsa, kendimize bakacak durumda değiliz!” diyorlar. Bütün bunlar, onlarda birer ızdırap haline geliyor. Berikilerde de yardım etme ızdırabı yaşanıyor. Toplu bir ızdırap yaşanıyor. Belki bu ızdırap, birkaç milyon insan tarafından yaşanıyor. Çünkü akraba ve taallukatı var, yakınları var, tanıdıkları insanlar var, bugüne kadar iyi dedikleri insan var, toz kondurmadıkları insan var. Toz kondurabilecek gibi de değil esasen o insanlar ama sen gel gör ki, zift püskürtülüyor üzerlerine; kapkara gösterilmeye çalışılıyor ruhu kara insanlar tarafından. Şimdi, bunlar, çok hafife alınacak şeyler değil. Dolayısıyla meseleyi biraz nezd-i Ulûhiyetteki kıymetlerine bağlamak lazım.

   Kur’an’da erkeklerin hicreti övülüyor, ya kadınlarınki; mü’min erkekler güzel vasıflarla yâd ediliyor, ya kadınlar?!.

Ümmü Seleme validemiz, Peygamber Efendimiz’e Kur’an-ı Kerim’de kadınların zikri ile alakalı sorular yöneltmiş; “Ey Allah’ın Rasûlü, Kur’an’da erkeklerin hicreti övülüyor, kadınların hicreti hakkında bir şey söylenmiyor. Erkeklerden bahsedildiği gibi kadınlardan bahsedilmiyor.” şeklinde istifsarlarda bulunmuştur.

Aslında, Kur’ân meseleleri Arapçadaki “tağlîb” tarikiyle (bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir manayı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya “ebeveyn” denilmesi gibi) ifade etmektedir. Tağlîb tarikiyle bahsedilen şeyler, müzekker kipi ile ifade edildiğinden ilgili ayetler hep erkeklere inmiş gibi zannedilmiş olabilir. Hâlbuki tağlîb tariki şudur: Bir şeyi diğeri ile beraber zikrederken, esas ikisini tesniye (kelimeyi iki kişiye/şeye delâlet ettiren sîga) şeklinde ifade etme. Bu, ille de büyüğün esas alınıp diğerinin ona zammedilmesi ile ifade şeklinde de olmayabilir. Mesela, tabiî âlemden Ay ile Güneş’ten bahsedilirken, “Kamereyn” (iki ay) deniyor; yukarıdaki, aşağıdakine zammediliyor. Mesela, Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer’den bahsedilirken, Hazreti Ebu Bekir’e toz kondurulmuyor ama Siyer’de geçen şekli ile “Ömereyn” deniyor; Ebu Bekir, Ömer’in derecesine indiriliyor. Zira İmam Rabbânî, Mektubât’ında, “Onların faziletleri dahi, hilâfet sıralarına göredir; pâyeleri nezd-i Ulûhiyette öyle idi.” diyor: “Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali.” Ama tağlîb ile ifade edilirken “Ömereyn” deniyor.

Mesele böyle olduğu halde, mübarek Validemiz, herhalde o fevkalade iştiyakından dolayı, bir de Kur’an’da kadınların ayrıca ve açıkça ifade edilmesini arzuluyor; “İlle tâife-i nisâ da olsun!” diyor. Bu talebi kabul ediliyor ve o istikamette ayetler nazil oluyor. Esasen Allah’ın o şekilde ifade buyurduğu başka ayetler de var.

İşte Ahzâb Sûresi’ndeki -işaret edilen- ayet: إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرِينَ اللهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا “Allah’a tam teslim olmuş erkekler ve tam teslim olmuş kadınlar.. hakkıyla ve gerçekten iman etmiş erkekler ve hakkıyla ve gerçekten iman etmiş kadınlar.. (İslâm’ın her hükmüne boyun eğmiş) tam itaatkâr erkekler ve tam itaatkâr kadınlar.. (bütün söz ve davranışlarında) dürüst ve yalandan uzak erkekler ve dürüst, yalandan uzak kadınlar.. (İslâm’ı yaşamada) sebatkâr ve başlarına gelenlere sabreden erkekler, sebatkâr ve sabırlı kadınlar.. (Allah karşısında) tam manasıyla saygılı ve boyunları önde erkekler ve tam manasıyla saygılı, boyunları önde kadınlar.. (Allah yolunda ve muhtaçlar için) infakta bulunan erkekler ve infakta bulunan kadınlar.. oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar.. ırzlarını, iffetlerini ve açılmaktan avret yerlerini koruyan erkekler ve ırzlarını, iffetlerini ve açılmaktan avret yerlerini koruyan kadınlar.. (ibadet içinde ve dışında) Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar: Allah, bu kutlu insanlar için sürprizlerle dolu bir mağfiret ve pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb, 33/35)

Evet, Ahzâb Sûresi’ndeki bu ayet, validemizin suali üzerine nazil oluyor; böyle her vasıfla ilgili hem kadınlar hem de erkekler, hem kadınlar hem de erkekler zikrediliyor. Daha farklı yerlerde de esasen zikrediliyor bu mesele, bir yere münhasır değil. Bu açıdan esasen o mevzuda bir fark yok.

   Kadınların erkeklerden farkı yoktur; fark, değişik kültürlerin ve devlet yapılarındaki militarist düşüncelerin icadıdır.

Antrparantez bir şey arz edeyim: Farkı -zannediyorum- farklı kültürler, devlet yapılarındaki militarist düşünceler ortaya koymuş.

Mesela; Âişe validemiz, kadınların en afîfesi, en sıddîkası, en mâsûmesi, en masûnesi… Diğerleri de ondan geri değil, hepsi öyle. Ama o (radıyallâhu anha), Hazreti Sıddîk-i Ekber’in kızı; aynı zamanda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de çok genç yaşında zevcesi. Vahyin sağanak sağanak yağdığı bir yerde, bir zeminde yetişmiş; âdetâ onun altında neşv ü nema bulan bir fidan, servi haline gelen bir fidan. “Âişe validemiz” derken, öyle bakmak lazım; Peygamber yuvasında, vahiy yağmuruyla, vahiy rahmetiyle neşv ü nema bulmuş bir fidan. Hazreti Ebu Hüreyre’den sonra en çok hadis rivayet eden, yani, dinimizin yarısını kendisinden aldığımız, hususi ile tâife-i nisâya ait meseleleri rivayet eden kadın.

O kadar erkek sahabî ondan hadis rivayet ediyor ki!.. Kûfe Mektebi’nden kimseler -Esved İbn Yezîd en-Nehaî’den alın da Tavus İbn Keysân’a kadar çok büyük kimseler- bile ondan hadis rivayet ediyorlar. Ama bir maksure arkasından… Sonra mü’minlerin anası, anamız bizim; o hususiyeti var. Sonra kimseye düşmüyor onlar; o hususiyetleri var. Ama buna rağmen, Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki: يَا نِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنَ النِّسَاءِ إِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلاَ تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلاً مَعْرُوفًا “Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, (nâmahrem erkeklerle konuşmak zorunda kaldığınızda bir başka mü’min kadından daha fazla dikkatli olun) ve cilveli bir eda ile konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan bir kimse ümide kapılmasın. Konuşurken size yaraşır şekilde ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin, ölçülü konuşun.” (Ahzâb, 33/32) İşte, kalbinde marazı olan bir kısım insanlarda bir şey olur diye maksure arkasından konuşuyor. Bir de sesleri ona göre ayarlama gibi, terbiyeye ve edebe dair bir husus talim buyuruluyor kendilerine.

Bu açıdan kadınların erkeklerden farkı yok; bazı yerlerde kültürler farklılaştırmış onları. O mübarek (Hazreti Âişe) validemiz, bir dönemde de ata biniyor, Hazreti Ali’ye karşı çıkıyor, kumandanlık yapıyor. Günümüzde var mı böyle bir şey?!. Medenî ülkelere bakın; gayr-ı medenî emekleyen İslam dünyasına bakın; Peygamber yolunda yüzüstü sürüm sürüm giden insanlara bakın!.. Var mı böyle bir şey?!. Çok geriyiz bu mevzuda. Dolayısıyla, bir yönüyle belki hapse mahkûm etmişiz onları. Bu, esas -zannediyorum- militarist düşüncenin bir sonucu, bir neticesi. Yoksa buz gibi hayatın içindeler. Ama ne kadar? Çoluk çocukları var, ev işleri var tabii… Diğer taraftan, fırsat buldukları ölçüde, Allah’ın izni ve inayeti ile, sizin el attığınız meselelere onlar da el atıyorlar, onlar da sahip çıkıyorlar; onlar da o mevzuda sizin gibi göğüslerini geriyor, yapılması gerekli olan şeyleri yapıyorlar.

Antrparantez arz ettim bunu. Bu açıdan, farklılığı biz yapıyoruz. Hatta değişik vesileler ile arz ettiğim gibi; esas “fitne” dendiği zaman bile onlara bir tahfif hatıra gelmemelidir; o, esasen sizin için bir “imtihan unsuru” demektir. Çok defa onda erkekler imtihanı kaybettiklerinden dolayı, “imtihan kaybettiren bir unsur” demek oluyor. Çünkü bohemlik duygusu, insanı dize getiren, insanı sürüm sürüm hale getiren bir şeydir. O da bir yönüyle o unsur karşısında oluyor; ondan dolayı… Yoksa, hâşâ ve kellâ, fitne olacaksa şayet, o fitneye burnunu sokan insanların günümüzde emsâl-i kesîresi var ve siz de onları görüyorsunuz.

   Günümüzün mazlum ve mağdur kadınları, Hazreti Hatice, Âişe ve Hâcer gibi validelerimizin temsilcileridirler; Allah onları da zayi etmeyecektir; onların katlandıkları mağduriyetlerin ve yaptıkları iyiliklerin de hiçbiri boşa gitmeyecektir.

Geriye dönelim: Kadınların katlandıkları mağduriyetlerin ve yaptıkları iyiliklerin de hiçbiri boşa gitmiyor, Allah’ın izni ve inayetiyle. Esasen, onlar da tıpkı diğerleri gibi: إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ “Allah, karşılık olarak cenneti verip mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar…” (Tevbe, 9/111) Şimdi o savaşma yok. يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ Allah yolunda mücâhede ederler. يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ بِاْلأَسَاسِيَّاتِ الْقُرْآنِيَّةِ Kur’an’ın temel disiplinleri ile, düsturları ile onlar da mücâhede ediyorlar.. nefislerine karşı mücâhede ediyorlar.. din-i mübîn-i İslam’ı neşretme adına mücâhede ediyorlar… Bir araya geliyorlar bir yerde, yine sohbet-i Cânân ile vakit geçiriyorlar, imanlarını yeniliyorlar. Sizden -bu yönleri ile- hiçbir farkları yok. Çoluk çocuklarına bakmanın dışında, ev işlerini görmenin dışında, sizin işlerinize de omuz veriyorlar, Allah’ın izni-inayetiyle, size de yardımcı oluyorlar.

Meseleyi dengeli anlamak lazımdır. Denge, “sırât-ı müstakîm” demektir. Ondan kayma, ya ifrat olur ya da tefrit olur. Bazıları bu mevzuda ifrata gitmiş, bazıları da tefrite gitmiş. Her ikisi de sırât-ı müstakîmden kayma demektir. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allah’ım! Bizi, sırât-ı müstakîme hidayet eyle; onda sâbit-kadem eyle, ayağımızı kaydırma!..”

Evet, kadınları, şahsen çok noktada kendimizden çok yüksek, çok fâik görüyorum. Onlar, Âişe validemizin, Hatice validemizin temsilcileridirler. Zaten dua ederken de, hiçbir tefrîğe (ayırıma) meydan vermeden dua ediyoruz. Nasıl diyoruz biz dualarımızda? اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا وَانْصُرْ إِخْوَانَنَا وَأَخَوَاتِنَا، وَأَصْدِقَاءَنَا وَصَدَائِقَنَا، وَأَحِبَّاءَنَا وَأَحْبَابَنَا فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ، أَجْمَعِينَ “Allah’ım bize yardım et; dünyanın dört bir yanında ve hayatın her alanındaki erkek kardeşlerimize kadın kardeşlerimize, erkek arkadaşlarımıza kadın arkadaşlarımıza, erkeği ve kadınıyla bütün dostlarımıza nusret lütfet!..” diyoruz. Böylece hiç tefrik yapmadan, biraz evvelki ayetin mazmununa uygunluk içinde, kadın-erkek bütün kardeş, dost, taraftar, muhip ve sempatizanlarımızı -bu işe baş koymuş ne kadar insan varsa, hepsini- müşterek duada yâd ediyoruz. Cenâb-ı Hak hepsini ve hepinizi Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede, Peygamber Yolunda sabitkadem eylesin!.. Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali’ler yolunda sabitkadem eylesin!..

Gerçek Müslümanlık, onların yoludur: Ebû Bekir giderken, arkada bir dikili taşı yoktu. Ömer giderken, bir dikili taşı yoktu. İki süper gücü sağdan hizaya getirmişti, iki süper gücü -hutbede îrâd edildiği gibi- hem de on sene gibi kısa bir zaman içinde. Tank yoktu, top yoktu, uçak yoktu, gemi yoktu ve saire yoktu; var olan katır idi -bağışlayın- deve idi, merkûp idi. Bunların sırtında, sizin bir saatte varacağınız yere, bir ayda gidiliyordu. Kadını ile, erkeği ile, bu seferlerin hiçbirinden geriye kalmadılar. Sahabî itiraz ederdi: Yeni müslüman olmuş; iki senelik, üç senelik müslüman Ebu Süfyân’ın hanımı Hind. Ben-i Ümeyye’den; Mekke fethedileceği âna kadar da Allah Rasûlü’nün can alıcı düşmanlarından. Ama Yermük vakıasına iştirak ediyor. Bir an oluyor ki, karşı taraf, Müslümanların çadırlarına kadar geliyor. O esnada o da kılıcını çekiyor; kocası Ebu Süfyân’ın yanında, onunla beraber Romalılara karşı savaşıyor. Ve o savaşı kazanıyorlar; Romalılar kaçıyor, tabana kuvvet.

Kadını ile, erkeği ile…

Işık Yolcuları

Herkul | | KIRIK TESTI

Işık yolcuları hep cismâniyeti aşma gayreti içinde oldular. Tavırlarında her zaman hayvânî hislere veda azm u gayreti nümâyândı. Sürekli kalb ve gönül deyip ruh ufkunu, sır ufkunu temâşâya koşmuşlardı. Daha baştan gölgelerini arkalarına almayı başarmış ve öyle yürümeye koyulmuşlardı ışıklar kaynağına doğru. Yığınların iç içe gurbetler yaşadığı ve karanlığa yenik düşüldüğü meş’um bir dönemde, dahası toplumların takılıp yollarda kaldığı, ümitlerini yitirip hep karanlık türküleri mırıldandığı, şehrâhta bile çizgi inhiraflarıyla baş dönmeleri yaşadığı en uğursuz günlerde ve iç içe handikaplarla yaka-paça olduğu demlerde, onlar hâl ve temsil diliyle, bütün yolzede yürüme özürlülerine gözleri açan, kulaklardaki pasları silen, ölü gönüllere “ba’s-ü ba’de’l-mevt” vadeden güftesiz besteler sunarak, bütün yol yorgunlarına “ahsen-i takvim”e mazhariyet hususiyet ve gereklerini anlatıyor ve onları kendilerine saygıya çağırıyorlardı.

Onlardaki bu derin hâl ve temsil büyüsüyle, zamanla, bizim biz olmamızla takılıp kaldıkları yer arasındaki uçurumlar dümdüz hâle geliyor; geçilmez gibi görülen zirveler değişip şehrâha dönüşüyor ve kandan-irinden deryalar da berrak birer çağlayan halini alıyordu. Kendileri durmadan yürüyüp mesafelerle yarıştıkları gibi çekip götürüyorlardı anlama özürlü gamgînleri ışık tayfları ufkuna doğru. Onlar da çamurdan, balçıktan yaratılmışlardı ama manevî pek çok değişim yaşamışçasına, içi nur, dışı nur, mahiyeti nur varlıklarla at başı kanatlanıyor ve kanatlandırıyorlardı atmosferlerine girenleri, bî kem u keyf “fenâ fillah, bekâ billah” âlemleri zirvesine.. fizikî yapıları bir adım geride, metafizikî derinlikleri fersah fersah önde, ruhânîlerin “barekâllah” nağmelerinin tınladığı ve “Yürüyün, top sizin, çevkân sizin!” dedikleri nâkâbil-i idrak sır ötesi âlemlere.

Cenâb-ı Hak, irade-i Rabbâniyesi, ekstra havli ve kuvveti, harika lütfu ve engin rahmetiyle onların tek adımlarına mil mil yakınlık mukabelesi, bir karışlık yönelmelerine tâdât edilmez teveccühleri, iktidarları çerçevesindeki vefalarına çerçeveleri aşkın eltâf-ı ilahiyesi, sınırlı muhabbet ve aşk u iştiyaklarına bîhadd ü pâyân utûfetiyle öylesi göz görmemiş, kulak işitmemiş, tasavvur ve tahayyüllere sığmayan iltifat sağanaklarında bulunmuştur ki, onlar bu sayede hep hayret ve heyman arası gel-gitler yaşamaya durmuş ve bir daha da o atmosferden ayrılmayı hiç mi hiç düşünmemişlerdir. Nasıl düşünürler ki, gözleri ufuk ötesinde, ötelerin de ötesinde.. gönülleri hep sonsuzluk heyecanıyla çarpıp durmakta.. duyguları aşk u iştiyak neşvesiyle pür heyecan.. tabiî atmosfer üstü “nâkâbil-i idrak” zirvelere açıldıkları aynı anda nefse ait bütün hususiyetleri âsâb ve hassasiyete devredip ihsas ufuklarıyla mâkûsen mütenâsib olabildiğine bir tevazu, mahviyet, hacâlet ve mehâfet hissiyle dopdolu.. bazen, “Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Rahman / Kırılır arsa-yı mahşerde mizan!” der, inler; bazen de, “Kâinatın defter-i a’mâline kıldım nazar / Nâme-i cürmüm gibi bir tâde defter görmedim!” mülahazalarıyla kendilerini yerden yere vururlar.

Zirveden zirveye koşan bu bahtiyar, hakikate adanmış, Hak erlerine mukâbil, bir de İblis ve avenesine takılmış, şehvetin, şöhretin, debdebenin, kuvvetin, şatafatın âzâd kabul etmez tali’siz bendeleri vardır ki, bunlar Hakk’a kulluktan koptukları için sayılmayacak kadar putlara takılıp onların arkasından sürüklenmiş ve öteleri kaybetmenin yanında stresler, anguazlar ve paranoyalarla dünyalarını da cehenneme çevirmişlerdir. Elde ettikleri şeylerin ellerinden çıkacağı korku ve telaşıyla oturup-kalkmış, mevhum düşmanlar üreterek açık-kapalı onlarla cedelleşmeye girmiş, güç ve kuvvetlerini zulüm, haksızlık, tagallüp, tahakküm ve tasallut istikametinde tüketmiş ve lânet ile anılan cebbarlara rahmet okutturacak bir duruma düşmüşlerdir.

Tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde, yüzlerce örneğiyle, o şatafat, saltanat, iktidar, kuvvet ve şöhret budalaları hep benzer tavırlar sergilemiş, benzer entrikalara başvurmuş, emsalî komplolarla kitleleri uyutmuş ve sonunda da kendi kazdıkları kuyuya yuvarlanmışlardır. Ne hoş söyler Şeyhülislam İbn-i Kemâl:

“Verme nefsinin eline kazma!..

Kimsenin yolunda kuyu kazma!

Kazarsan birinin yolunda kuyu,

Gider düşersin oraya yüzü koyu…”

Dünün bütün o hodgâm, bencil, zâlim gaddarları hep birbirine benzer akıbetlerle yok olup gitmişlerdir. Günümüzün olabildiğine çılgın, hezeyanla oturup-kalkan ve insaf, iz’an, hak, adalet tanımayan tiranlarının da çok yakın bir gelecekte aynı akıbete maruz kalacaklarından şüphe edilmemelidir.

Onlara karşılık istikamete müteveccih dırahşan çehreler ise, her zaman doğruyu görerek, doğru düşünerek, kendileri gibi başkalarını da Hakk’a yönlendirmeye çalışmakta; nefsine yenik düşerek şeytana takılıp onun arkasında sürüklenenlere el uzatmakta; böylelerine yol işaretlerini göstererek onları nura ve ziyaya uyarmaktadırlar. Zira hayatlarını inhiraflar içinde sürdürenleri bâtılın savlet ve tahakkümünden kurtararak hak ve adaletin ferahfeza iklimiyle buluşturmak, yaşamalarını başkalarını yaşatma duygusu ve mefkûresiyle taçlandırmak onların olmazsa olmaz şiarlarıdır.

Günler ne kadar kararsa, haftalar ne kadar abûslaşsa, aylar ne ölçüde gadirle başlayıp gadirle bitse ve sürekli olumsuz şeyler birbirini takip etse de onlar,

“Âbistan-ı safa vü kederdir leyâl hep,

Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar!”

mülahazasıyla yarınlara tebessümle bakar; “Her gecenin bir nehârı, her kışın da bir baharı vardır.” diyerek yürürler gaye-i hayalleri olan o kutsal hedefe doğru. Yürürler belâ ve musibetleri birer arınma kurnası görerek.. tagallübü, tahakkümü, peygamberler yolunun lazım-ı gayr-ı mufarığı bilerek.. ve ebediyete yürümenin şuuruyla dünya ve mâfîhâyı ellerinin tersiyle iterek, sonsuza ve sonsuza ait güzelliklerin nümâyân olduğu kevn ü mekan ötesine.. hem de daha şimdiden öteler mülahazasıyla mest ü mahmur olarak.

Bin “bârekallah” bu yolun yorulmaz yolcularına!..

Yuf olsun onları bu yoldan alıkoymak isteyen yarınsız bedbahtlara!..

***

Not: Bu makale, Çağlayan’ın 2017-Mayıs sayısında neşredilen başyazıdır.

Bamteli: ŞEYTANIN SANTRALİ VE PEYGAMBER YOLU

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Nefis belli yollarla tezkiye edilir ve kalb kapıları şeytan sinyallerine karşı sürgülenirse, nefs-i emmâre itminana erip saffet kesbedebilir ve bu sayede, nefis kalbin vefâdâr bir refîkı haline gelebilir.

İmam Bûsîrî meşhur kasidesinde terbiye görmemiş nefsin halini şöyle bir teşbihle dile getirir:

وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ إِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ عَلَى * حُبِّ الرَّضَاعِ وَإِنْ تَفْطِمْهُ يَنْفَطِمِ

“Nefis tıpkı süt emen bir çocuk gibidir. Şayet (vakti geldiği hâlde onu sütten kesmez de) kendi hâline bırakırsan, süt emme arzusu gittikçe kuvvetlenir. Bir kere sütten kesme iradesini gösterebilirsen, o zaman da sütten kesiliverir.” Evet, nefis de tıpkı bir çocuk gibidir; sütten kesme mevsiminde sütten keserseniz, kesilmiş olur. Yoksa ne yaşlanır, ne başlanır; on yaşına girer, on beş yaşına girer, yine de “Anne sütü!” der, durur. Vaktinde önünü kesmek lazım; siz, onun önünü kesmezseniz, bir yerde durdurmazsanız, o, bütün hayat boyu hep sizin önünüzü keser-durur gideceğiniz “Peygamberler Yolu”nda, Allah’a ulaşma güzergâhında.

Nefis, insanın başına musallat olmuş şeytanın bir sistemi, bir mekanizmasıdır insan mahiyetinde. “Tezkiye” ile, “tasfiye” ile onu “sâfiye”ye, “zâkiye”ye yükseltebilirseniz, o zaman, “Latîfe-i Rabbâniye”nin bir refîk-i sâdıkı olur. Kendi başına kalırsa, şeytanın arkadaşlığı ile sahibini burnunun üstüne hayat boyu süründürür-durur; öyle geldi dilime, “hayat boyu”.

Evet, o iki mısra, mesnevî şeklindeki Kaside-i Bür’e (Bürde)’den. İmam Bûsîrî, Efendimiz’i medh sadedinde söylemiş fakat içinde değişik konular da ifade ediliyor. Burada da nefis terbiyesi ve tezkiyesi ile alakalı iki mısra var. Hazret, yerinde böyle nefsin korkutucu yanını ifade etmenin yanı başında, en son kendisinin Rabbimiz ile münasebeti ve Efendimiz ile alakası açısından durumunu ifade ederken, der ki:

يَا نَفْسُ لَا تَقْنَطِي مِنْ زَلَّةٍ عَظُمَتْ * إِنَّ الْكَـبَائِـرَ فِي الْغُفْرَانِ كَاللَّمَمِ

“Ey nefis! Allah’ın rahmetinden ümidini kesme! Koca koca günahlar, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet deryasında sadece işin üzerindeki birer dalga, birer köpük gibidir.” Birisi, bu mazmunu, bu mefhumu çok güzel şekilde, Türkçe, yine nazmen şöyle ifade eder: “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehû şey’ün kalîl!..” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle çok az bir şeydir; deryada damla bile değil.) Son üç tane söz, Arapça. Günahlar, Kafdağı kadar bile olsa… “Ey Celîl!” diyor orada çok haklı olarak; çünkü o, Cenâb-ı Hakk’ın Celâline bakıyor; orada toparlanmak iktiza ediyor. Ama rahmetin bahrına, deryasına nispeten, o çok az sayılır; ne olacak, bir damla!..

Nefis, hepimizin başının belası; teker teker, ferden ferdâ, hepimizi saptırmak, yüz üstü yere vurmak, süründürmek için bize musallat olmuş bir şey. Nefis, mahiyetimize konmuş!.. Bununla beraber, bir şâir-i şehîrimiz, ona, “Allah’ın bir rahmeti” der; çünkü o, bizim mahiyetimizde olmasa, böyle bir düşman ile karşı karşıya olduğumuz duygusu/düşüncesi bulunmaz bizde. Öyle tehlikeli bir düşman ki, bünyemizde taşıdığımızın şuurunda olursak şayet, sürekli Cenâb-ı Hakk’a sığınma duygusu hâsıl olur. اَللَّهُمَّ نَفْسًا مُطْمَئِنَّةً، رَاضِيَةً، مَرْضِيَّةً، صَافِيَةً، زَاكِيَةً “Allah’ım! Sen’den, nefislerimizi doygunluk ve itminana erdirerek “nefs-i mutmainne” ufkuna yükseltmeni.. dahası, onun bir üst mertebesi olan, kullarının Sen’den hoşnutluğunu anlatan, Sen’den ne gelirse gelsin, her zaman şükürle karşılık verip katiyen şikâyet etmeme, bu yolda gülü de dikeni de aynı görme noktası sayılan “nefs-i râdıye” zirvesine ulaştırmanı.. hatta, rızana mazhar edilmenin, bizim küçüklüğümüze göre değil Senin azametine yakışır bir iltifata erdirilmenin unvanı olarak anılan “nefs-i mardıyye” şahikasıyla bizleri serfirâz kılmanı; bunların da ötesinde, doğrudan doğruya Hakk’ı aksettiren, Hakk’ı gösteren ve Hakk’a götüren zâkiye ve sâfiye nefis ikliminden nasiplendirmeni diliyoruz.” der durursunuz. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقِ “Allah’ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz!..” der durursunuz.

Bu açıdan, nefsin var oluşunu kötümsememek lazım; fakat onun kötülüklerine meydan vermek ve kapıyı aralık bırakmaktır kötü olan. Kötülüğün anahtarları, yine bizim elimizde; şart-ı âdî planında. Liyakat izhâr edilirse, iradenin hakkı verilirse, Allah, onun burnunu kırar, onu sürüm sürüm süründürür; sizi de üstünde gezindirir onun/nefsin. Ayaklarınızın altında “Tezkiye, tezkiye, tezkiye!” nağmeleri dinlersiniz; “Tasfiye, tasfiye, tasfiye!” nağmeleri dinlersiniz. Sonra birden bire Latîfe-i Rabbâniye dile gelir: “Yahu bu arkadaşımı ne diye çiğniyorsunuz böyle; bakın, aynen benim dediğimi diyor!” der o da. Öyle olma yolu var.

   Tezkiye edilmemiş nefis, insan mahiyetinde şeytanın emrine hazır bir santraldir; ondan gelen sinyalleri alıp çözerek kalbî ve ruhî latîfeleri işlemez hale getirir.

Fakat onu kendi izinde bıraktığınız zaman, bu defa o, sürekli şeytan ile haberleşir; kâh o kendi göndermeciyle onun almacına bir şeyler gönderir; kâh ondan bir şeyler alır. Fakat şifreleri kendi aralarındadır; biz, sadece üzerimizdeki tesirinden onu anlayabiliriz. Kötü bir duygu ve kötü bir düşünce içimizde belirdiğinde anlarız ki, şifre onu ifade ediyor; o şeytanın gönderdiği bir şifreydi, nefis de bir şifre subayı gibi onu çözdü. Çözdü onu; dolayısıyla bizim letâifimize pompaladı veya nöronlarımıza pompaladı. Artık beyin aktivitelerimiz, sürekli o duygu ile oturup-kalkıyor, onu mırıldanıyor.

Nefis, şeytanın santralidir insan mahiyetinde; onu Latîfe-i Rabbâniyenin santralı haline getirmek hedeftir. Hazreti Gazzâlî’nin -“Gazâlî” de diyorlar- ifade ettiği gibi, Latîfe-i Rabbâniye de diyebileceğimiz kalbde menfezler/kapılar var: Şayet o kapıları ruhânîler tutmaz ise… Yani, o sizin alakanıza göre diyeceğiniz şeyler ile… Mesela, onlar “ney” sesine geliyorsa şayet, onları çağıracağınız şey, o ney sesi olmalıdır. Öyle bir ney sesi ile inceden inceye, yumuşakça, “Lütfen!” dercesine, “Lütfen, lütfen!” dercesine ruhânîleri/melekleri çağırmış olursunuz. Onlar da Latîfe-i Rabbâniye’nin kapılarını/menfezlerini tutuverirler; bu sayede, şeytanın nüfuzuna açık olan kapılar kapanıverir. O gelir-gelir, toslar onlara; gelir-gelir toslar.

Kendinizi dinliyorsanız, bu hususları mahiyetinizde hissedersiniz. Mesela, belki sübjektif bir şey ama arz edeyim size; sübjektif bir şey: Namaz kılıyorsunuz; esasen Cenâb-ı Hakk’ı evsâf-ı âliyesi ile anıyorsunuz. Bir kere اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ diyorsunuz; “Bütün hamdler, Rabbü’l-âlemin olan Allah’a mahsustur; ezelden ebede kadar, kimden kime olursa olsun, medh, sena ve şükürlerin hepsi Allah’a mahsustur, Allah’ın hakkıdır, Allah içindir!” Lafza-i Celâlin başındaki “Lâm”ın, “ta’lîl” ve “ihtisas” için olmasına göre, manalarını söyledim. Şimdi bu, Zât-ı Ulûhiyeti tazim, tekrîm, tebcîl ve takdir manasına çok önemli bir kelime; fakat onunla yetinmiyor ve devam ediyorsunuz.

“O, öyle Allah ki!” Hani öyle derlerdi, sıfat ifade ederken. “Er-Rahman, er-Rahîm; dünya ve ahiretin Rahman’ı; âhiretin de Rahîm’i”. Cenâb-ı Hak, orada o “Rahîmiyet”i ile bizlere muamelede bulunsun inşallah; Cemâlî tecellisi ile bizi serfirâz kılsın, Celâlî tecellisi ile kahretmesin!.. اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ diyor, iki evsâf-ı âliyesini de böyle zikrediyorsunuz. İsm-i Zât’tan sonra, bir de ism-i sıfat; Rahman ve bir de isim, er-Rahîm. Yetmiyor; bir de مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ diyorsunuz. Bu evsâf-ı âliye ve mezâyâ-yı gâliye ile de tavsif ettikten sonra, artık öylesi karşısında kulluk itirafına gidilir: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorsunuz.

Bu arada, إِيَّاكَ hitabıyla, “Sen!” deme lütfunda bulunuyor bize. Buna da “Et-tenezzülâtü’l-ilâhiyyetü ilâ ukûli’l-beşer” (اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلإِلَهِيَّةُ إِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ) denir; “Zât-ı Ulûhiyetin beyân-ı Sübhânîsinin beşer idraki seviyesine aksi” demek oluyor. Tenezzülât-ı İlâhiye, güneşin, senin dar aynana, aynan çerçevesinde aksetmesi demek gibi bir şey. Sana diyor ki, “Bana ‘Sen!’ de; Bana. ‘Sen’ de!” O kadar evsâf-ı âliye ile zikrettikten sonra, sana, Kendisine (celle celâluhu) “Sen!” deme kapılarını açıyor. Kurban olayım, canım kurban olsun!.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Allah’ım!) Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım bekler ve dileniriz.” (Fatiha, 1/5)

Bunu söylerken de, çoğul sigası kullanıyorsun. إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Sana -hepimiz- ibadet ederiz.” O’nu, Kendi azametiyle, kibriyâsıyla, celâliyle görünce, duyunca, hissedince, vicdan O’nun ile ürperince, kendi kulluğunu cılız, deryada bir damla gibi görüyorsun. Hazreti Pîr’in ifadelerine/mülahazalarına bağlayacağım: Sağında-solunda kemerbeste-i ubudiyet içinde el-pençe durmuş bütün insanları mülahazaya alıyorsun. Önce, ilk saftakileri düşünüyorsun, sonra diğer halkadakileri, ilk mekândakileri düşünüyorsun, sonra bütün küre-i arzdakileri düşünüyorsun. Daha sonra fezâ-i ıtlaktaki ruhânîleri düşünüyorsun, sonra melekleri düşünüyorsun, sonra “Hamele-i Arş”ı düşünüyorsun, sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya girip çıkanları düşünüyorsun… Trilyon, trilyon, trilyon, trilyon; zerrât-ı kâinat adedince mahlûkat-ı Sübhâniye adına إِيَّاكَ نَعْبُدُ diyorsun. “Allah’ım! Gücüm yetse, bunların dediği her şeyi, kendi namıma Sana takdim ederdim; çünkü bu bile Sana az gelir! Çünkü bana verdiğin şeylerin hadd ü hesabı yok! Hep meccanen vermişsin bunları. Bundan sonra benim Sana yapacağım şey, Sana karşı bu ölçüde bir ubudiyettir.” إِيَّاكَ نَعْبُدُ Hazreti Pîr’in mülahazasına dayandırıyorum. “Fakat yâ Rabbi, bu o kadar zor ki!.. Bütün o mahlukatın ibadetini birden mülahazaya alarak, zerrât-ı kâinat adedince hamd u senada bulunmak, melekler sayısınca hamd u senada bulunmak, ‘Sana kuluz!’ falan demek, çok zor bir mesele!..” Öyleyse, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Ve yalnız Sen’den yardım istiyoruz!”

Şimdi meseleyi bu mülahazalara bağlı getirince, orada mesele, tam bir konsantrasyon noktasına gelip ulaşıyor. Artık -bir yönüyle- içinizi orada döküyorsunuz. “Sen!” diyorsunuz. “Ve bizler, Sen’in boynu tasmalı bendeleriniz, ayağı prangalı bendeleriniz! Kapıkulu köleleriniz! Başları kapının eşiğinde kullarınız Sen’in! إِيَّاكَ نَعْبُدُ diyorsunuz. Tam o esnada, konsantrasyon zirvede; إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorsunuz.

İşte, en çok, böyle bir yerde o şeytan musallat olur. Bilmem denediniz mi orada? O mübarek kelimelere gelince, sizde en azından bir nisyan vaki olur. “Acaba bu ne demek ki?” filan dersiniz; “Şu dediğim şeylerin acaba onda biri akılda kalıyor mu? Acaba bu ne demek?!.” falan… Dahası benim gibi gafillerde tam o esnaya rast getirir, esneme hissi verir. Çünkü “Tesâüb şeytandandır.” buyuruyor, Peygamber Efendimiz, “Hapşırma, Rahman’dandır; tesâüb, şeytandandır.” Tesâüb (التَّثَاؤُبُ) esneme demektir. Efendim, o -bir günahkâr var ya- zavallı, yemin ederek söylüyor, diyor ki: “Oraya geldiğimde, böyle bakıyorum, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ derken esneme geliyor, tam orada.” Yahu, esneyecek yer mi orası; tam konsantre olacağın bir yer!.. Ne yaparım o zaman? İşte o zavallı/gafil diyor: Ne yaparım o zaman? Ben de bir kere daha إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ derim. Fakat yine de kafasına takıldığını söylüyor, bir kere daha إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyor.

   “İçinizden benden sonra yaşayanlar pek çok ihtilaf ve herc ü merç göreceklerdir. Siz sünnetime ve doğruya götüren Râşid Halifelerin çizgisine sarılın, yapışın. Bunlara azı dişlerinizle sımsıkı tutunun!”

Bir de اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ، اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ derken… Miraç muhaveresinde, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkasının yapması mümkün olmayacak şekilde tâzimât-ı Nebeviyesi ile tâzimâtını takdim ettikten sonra, Allah (celle celâluhu) اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ “Ey insanlara mesajımı ulaştıracak Nebî! Sana selam! Dünya ve ahirette esenlik, senin için olsun!” buyuruyor. İşte bir de burası tam konsantre olunacak bir yer. Allah konuşuyor; sen de bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın o dediği şeyi, sanki muvacehe karşısında, Efendimiz’e sunuyorsun. “Benim Rabbimin dediği gibi ben de diyorum: اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ

İşte, namazdayken, geliyor geliyor -zavallı anlatıyor- geliyor geliyor, tam orada ya bir gaflet, ya bir duyarsızlık veya bir esneme; tam orada geliyor. Şimdi orada da -biraz evvel arz ettiğim gibi- “Ha, sen orada bana o gevşekliği getirdin, konsantrasyonuma mâni oldun; öyleyse bir kere daha, اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ Muvacehede, oradaki parmaklıklar gözünün önünde tebellür edercesine.. Merkad-i Nebevî’yi, ruhunun ufkuna yürüdüğü yeri âdetâ müşahede edercesine.. اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ diyorsun. Sen, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle yürekten içini dökünce, Allah’tan (celle celâluhu) aldığın şeyi, Allah’ın O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) dediği şeyi, “Allah’ın dediği o şeyi emanet olarak ben de aynıyla Sana sunuyorum!” mülahazasıyla, çok ciddî bir konsantrasyon içinde O’na ifade edince, sanki O’ndan da şunu duyuyorsun: اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللَّهِ الصَّالِحِينَ “O esenlik ve güven, dünya ve ahirette emniyet, senin de, Benim de, bütün inanan insanların da üzerine olsun!” آمِينَ، أَلْفَ أَلْفِ آمِينَ، أَلْفَ أَلْفِ آمِينَ Âmin, binlerce, milyon kere âmîn; kabul buyur Rabbimiz!..

Bize sunduğu şeyler, nâmütenâhî… O’nun o nâmütenâhî vefakârlığına karşı, nâmütenâhî bir samimiyet ile iltizam etmek, yolunu takip etmek, o yoldan ayrılmamak; gayret, cehd ve azim içinde O’nun yolunda bulunmak!.. “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” demek… Bütün dünya Yezîd kesilse, Haccâc kesilse, Hitler kesilse ve siz de bütününüzle mazlumiyetin en acısını çeken, mağduriyetin en acısına maruz kalan insanlar olsanız, yine de رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً نَبِيًّا diyerek, Allah’ın o türlü takdirâtına karşı rızâdâde olarak, rıza duygunuzu ifade etmelisiniz. Sürekli اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allah’ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz!..” demelisiniz. Allah’ım, dedirt bunu bize.. söylettir kalbimizi bununla.. Sana teveccühte sâbit-kadem eyle.. Habib’inin yolundan bizi zerre kadar ayırma!..

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir yerde dediğim gibi âcizâne, on üç sene Mekke’de, beş sene de Medine-i Münevvere’de çekti, on sekiz sene. Yirmi üç senelik Peygamberlik döneminde, on sekiz sene hep çekti, şeytanın avenesinden. Ee şeytanın avenesi, her zaman var olmuştur. Bugün de şeytanın avenesinden çekenler, çektiklerine katlanmalı; biraz evvel dediğim şeyi demeli: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً نَبِيًّا Böyle demeli ve bir yönüyle kafalarına gelip takılan şikâyet duygusunu, bunun ile ayaklarının altına almalı, ezmeli, üzerinde raks etmeli. “Sen, tam ezilecek, böyle preslenecek bir şeysin!” demeli ve o şikâyet duygusunu ezmeliyiz ki, Allah ile münasebetimizi pekiştirmiş olalım. وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا  “Ve topluca Allah’ın ipine yapışın!..” (Âl-i Imrân, 3/103) hakikatini tam göstermiş olalım.

Siz, o yolun yolcularısınız. Bir konferans, “Peygamber Yolu” şeklinde icrâ edilmişti Türkiye’de, senelerce evvel, zannediyorum. http://www.herkul.org/bamteli/peygamber-yolu/ İsim de isabetli idi esasen; o konferansa mevzu teşkil eden bildiriler de ona göre idi, zannediyorum. “Ona göre idi.” derken, herhalde yine kâmet-i kıymetimize göre bizim; yoksa O’nu tam idrak etmek, O’nu tam aksettirmek, bizim işimiz, bizim kârımız değil. O’nu tam takdir edemeyiz, Cenâb-ı Hak, takdire muvaffak kılsın; takdir etmeden de insan, öyle bir Muktedâ-bih’in arkasında olduğunun şuurunda olamaz. Amanın! O’nun izlerine basmadan geri durmayalım!.. “Basma” mı, “yüz sürme” mi, diyelim? Fakat takip etme manasına daha ziyade, adım adım O’nu takip etme!..

Hele o Râşid Halifeler, hele o Râşid Halifeler… عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي، وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ “Siz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” “Benim yolum, yöntemim, yaptığım şeyler, ortaya koyduğum sistem. Bir de Benden sonraki Râşid Halifelerim.” Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali. Bir şairimizin bir manzumesinin dördüncü mısraı: “Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali.” Radıyallahu anhüm ecmaîn.

Bu mir’ât-ı mücellâlar, Allah’tan gelen şeyleri tek harfini, tek sinyalini kaybetmeden O’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) almışlar Allah’ın izni-inayetiyle ve hayatlarını hep o çizgide sürdürmüşler, Allah’ın izniyle. İnşaallah yanılmıyorumdur, Efendimiz’in gördüğünü görmüşler, duyduğunu duymuşlar, işittiğini işitmişler. Öyle ki Müslim-i Şerif’te okuyoruz; sened açısından çok farklı kanallarla gelen rivayetlerde: “Eğer birinin dostum olması mümkün olsaydı, Ebu Bekir’i dost ittihaz ederdim; onunla hıllet/hullet/hallet tesis ederdim. Ama Allah, benim Halil’imdir!”

   Peygamber yolunun yolcuları tevazu, mahviyet, hacâlet, acz ü fakr mülahazalarına sâdık kalarak sürekli kendilerini nefyetmeli ve “Nefy-i nefiy isbattır” disiplinine bağlı kalmalıdırlar.

Bu, bir hakikatin ifadesidir ama bir yerde kendisini tebcil/takdir manasına: “Halîl!” denince, “O, İbrahim idi!” buyurur. O, benim Efendim’in kemâlidir; kimi O’nun yanında takdirkâr ifade etseniz, hemen onu öne çıkarır. Bir gün deseniz ki, “Hazreti Musa (Musa İbn Imrân) benim Efendimden sonra geliyordur!” Hemen buyurur (sahih hadiste geçtiği üzere): “Beni, Musa İbn İmran’a tercih etmeyin! Zira öbür tarafta haşr u neşr olduğumuz zaman, onu Arş’ın kaidelerine veya örtüsüne tutunmuş olarak göreceğim. Bilemiyorum, O’nun o sâika ile Tûr’daki bayılıp gitmesine mukabil (mükafat) gelmiş de ondan dolayı mı, yoksa Benden evvel dirildi de ondan dolayı mı?!.” Sana kurban olayım; bu ne tevazu, bu ne mahviyet, bu ne hacâlettir?!.

Hiç kimsede kıskançlık duygusu, tepki hissi uyarmayacak şekilde, bir üslup, bir ifade ile öyle gönüllere giriyor ki, katiyen aslı-usûlü, üsluba feda etmiyor; en mütemerrid insanlar bile, “Vallahi buna bir şey denmez!” diyorlar.

Kur’an-ı Kerim, فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلاَ تَكُنْ كَصَاحِبِ الْحُوتِ إِذْ نَادَى وَهُوَ مَكْظُومٌ “Rabbinin hükmüne sabret ve balığın yoldaşı zât (Hazreti Yunus) gibi olma!” (Kalem, 68/48) buyuruyor. Sâhib-i Hût, Hazreti Yunus İbn Mettâ. O, bir içtihad ile, kavmine bela geleceği zaman kavminden ayrılıyor, gemiye biniyor, denize atılıyor, balık yutuyor; لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) diyor. İhtimal ki, bunu Kur’an-ı Kerim’de duyan insanların bazılarının aklından geçebilir: “Acaba Yunus İbn Mettâ ne yaptı ki, Cenâb-ı Hak, böyle yaptı, O’nu -min vechin- tecziye buyurdu? O da kalktı o tecziyeye karşı öyle niyaz etti.” Büyüklerin kendileri ile yüzleşmesi mevzuunda -Çağlayan Dergisi’nde neşredilen “Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku” başlıklı seri makalelerde- o meseleye de temas ediliyor; merak edenler bakabilirler. لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Seni tesbih u takdis ederim; Sen’den başka Ma’bud-u bi’l-hak, Maksûd-u bi’l-istihkak yoktur. Sen, noksan sıfatlardan müberrâsın!.. “Sübhân” kelimesi, bunu ifade ediyor. إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “İnnî” diyor, “Şüphesiz ben, katiyen ben, zâlimlerin tâ kendisinden oldum!” diyor. O, kendi ile yüzleşirken, bunu diyor. Şimdi, zannediyorum, siz de bunu duyduğunuz zaman, “Acaba ne yaptı?” dersiniz. O “Ne yaptı?” mülahazasına, yanlış mülahazasına meydan vermemek için, tevazu âbidesi o Büyük İnsan (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Beni, Yunus İbn Mettâ’ya tercih etmeyin!” diyor.

Anlıyor musunuz büyüklüğü?!. Büyüklük; tevazudan, mahviyetten, hacâletten, kendini nefyetmekten geçiyor. Hazreti Pîr’in ifade buyurduğu gibi, “Nefy-i nefiy, isbattır!”; “yok”, yok olsa, “var” olur! Sen, bir “yok”sun, zâtın itibarıyla. Sen nesin? O’ndan gelen -peşi peşine gelen karelerin birbirini sinema şeridinde takip ettiği gibi- bir şeysin! Bu mülahazayı ifade eden bazıları, “vücûd” demiş; her şeyi -bir yönüyle- O’ndan ibaret bilmiş; bazıları “şuhûd” demiş; duyulan ve hissedilen her şeyi O’ndan ibaret görmüş; Batılı düşünürler, Panteizme, Monizme vararak -biraz farkla da olsa- belki aynı mülahazaları seslendirmişler, Mistisizm mülahazası içinde. Evet, sen, osun sadece; peşi peşine gelen, birbirini takip eden, eksiksiz birbirini takip eden karelerden ibaret; hepsi o kadar. Dolayısıyla sen, “yok”sun; “yok” -bence- “var”lık iddiasında bulunmamalı. “Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu / Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan.” diyor şâir.

   Biz zahire göre hükmetmeli ve kimse hakkında nifak, irtidat, küfür isnatlı kesin hükümler vermemeliyiz; ayrıca, bugün milyonlarca insanı ağlatan zalimler hakkında bile Cehennem azabı istememeliyiz.

Böyle yok iken bir insan, kendini bir şey zannediyor, “Varım!” zannediyor. Bir de varlığa erince, günümüzde varlığa eren birileri gibi birden bire kendini villalar içinde bulunca, başı dönüyor: “Bu, yetmedi; bana filolar da lazım! Sadece karalar benim değil ya; ben, denizlerde de arz-ı endam etmeliyim! Herkes beni orada da görmeli!..” Kim bilir belki kendini bir şey zannediyorsa… “Melekler de seyretmeli; ruhânîler de benim orada nasıl balıkların yüzdüğü gibi yüzdüğümü görmeli, o yaptığım/yaptırdığım filolarım ile!” filan… “Üç tane yaptık!.. Yahu, üç bu; kesretin en azı!.. Beş olsa? Neden olmasın? Beş olsun; çünkü اَللهُ وِتْرٌ، يُحِبُّ الْوِتْرَ ‘Allah, birdir; teki sever!’ Beş olsun.” Sonra beş oldu. “Yedi niye olmasın ki.. dokuz niye olmasın ki.. on bir -mübarek bir rakam- niye olmasın ki?!.” Bir tûl-i emel; tevehhüm-ü ebediyet menhus toprağında neşv ü nema bulmuş bir tûl-i emel; sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi.

Yahu, yarın olmazsa öbür gün, öbür gün olmazsa daha sonraki gün öbür tarafa gideceksin ve ettiklerinin cezasını göreceksin. Ettiklerine nâdim olup ağlayacaksın. Ağlayıp, sana karşı bile olsa, şefkat duyanların içini dağlayacaksın. Yanacaklar, yakılacaklar. Bugün bile onlar, senin için diyorlar ki: “Allah’ım! Bu zâlimlere, hâinlere ille de bir ceza vermek istiyorsan, bahtına düştüm, Cehennem ile cezalandırma! Ne yapacaksan yap, dünyada yap; öbür tarafta -bahtına düştüm- benim yüreğimi yakma! Ben, dayanamam. Çünkü onları bazen camide gördüm. Abdestli miydi, değil miydi? ‘Müslümanım!’ diyorlardı. Gerçekten o, kalblerinin sesi miydi? ‘Tasdîkun bi’l-kalb’ miydi, yoksa sadece ‘ikrârun bi’l-lisan’ mıydı? Ne bilelim biz!..” İkrârun bi’l-lisan’da bulununca, onu Usûlüddin uleması, “mü’min” sayıyor. Çünkü içini bilemeyiz biz onun. Öyle birisini, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikaz ediyor. Kim o “öyle birisi”? Çok sevdiği, canından aziz bildiği, Üsâme İbn Zeyd. Allah Rasûlü, onun babası Zeyd İbn Hârise’yi evlatlık edindi ama evladı değil, mevâlîsinden.

İşte o Zeyd İbn Hârise’nin oğlu Hazreti Üsâme, bir yerde savaşta düşmanı sıkıştırıyor. Düşman, bir ağacın altına sığınıyor. Orada sıkışınca, “Lâ ilahe illallah, Muhammedun Rasûlullah!” diyor. O da “Korkudan bunu söyledi!” diye onu öldürüyor. Bu haber, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşınca, o “Korkusundan söyledi yâ Rasûlallah!” diyor. Allah Rasûlü’nün, canından artık sevdiği ve ruhunun ufkuna yürürken Bizans’a karşı gönderdiği ordunun başına kumandan yaptığı insan. Zannediyorum Üsâme İbn Zeyd, yirmi küsur yaşında ya var ya yok; fakat kabiliyetli, babası gibi donanımlı. Hatta Hazreti Ömer, o ordunun içinde bir er olarak sefere iştirak ediyor. Sonra Hazreti Ebu Bekir efendimiz halife olmasına rağmen, başkumandan Hazreti Üsâme’ye diyor ki: “Ömer’i bana versen de bazı meselelerin meşveretine iştirak etse!” Bu ne terbiyedir bunlarda?!. Bu nasıl olgunluk?!. Biraz evvelki o “parlak ayna olma” mülahazasına ircâ edin ki mesele anlaşılsın. “Ömer’i bana ver ki bazı meseleleri istişare edeyim!” Evet, Allah Rasûlü’nün o sevdiği insan, “O adam kelime-i şehadeti zorundan, korkudan, ikrah ile söyledi!” diyor. Buyuruyor ki, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam): “Yarıp kalbine mi baktın?!.”

Demek ki esas mesele, imanın “tasdîkun bi’l-kalb” olmasıdır; fakat onu da biz bilemeyiz. “İkrârun bi’l-lisan” (dil ile söylemek) bir yönüyle, onun (kalb ile tasdikin) tercümanıdır. Ve öyle deyince bir insan, siz de onu öyle kabul etme mecburiyetindesiniz. Hele bir de camiye geliyorsa, hele bir de ön safta yerini alıyorsa… Neden? Çünkü ön safta, hususiyle imamın arkasında durma, diğer fertlere göre sevabı kat kat onun. Bir de orada duruyorsa… Fakat bütün bu mülahazalarında camide görünme, bir de ön safta imamın arkasını kollama, bir de herkesten evvel ayağa kalkma, “Bak nerede duruyorum ben, bilin ha!” filan der gibi bir hal sergileme.. ve böylece dince en mukaddes bir şey olan namazı kullanma gibi şeyler de olabilir. Ne var ki biz zahire göre hüküm vermek zorundayız. “Sefine-i din”i yürüten bir şeydir namaz, Alvar İmamı’nın ifadesiyle: “Namaz, dinin direğidir, nurudur / Sefine-i dini, namaz yürütür // Cümle ibadetin namaz piridir / Namazsız, niyazsız İslam olur mu?!.” Bu şekilde gördüğünüz zaman, ee artık siz bir şey deseniz onun hakkında, size -zannediyorum- çok uzaktan, bin dört yüz küsur sene evvelki bir âlemden, öteki âlemden gelen bir ses, “Yarıp kalbine mi baktınız? Ne biliyorsunuz!” falan diyecektir. “Ne biliyorsunuz da, ‘Dönme!’ diyorsunuz, ‘Münafık!’ diyorsunuz?!.” filan… Gelir o ses, tın tın vicdan kulağına çarpar; tın tın vicdan kulağına çarpar.

Cezaları, Cehennem’de yanmaları ise şayet, onu istemeyiz; çünkü orada bizim yüreğimiz yanar. Bakın, zulüm tabloları birbirini takip ediyor; tabloya, tablo ekleniyor. Ve hepsi, o zalimlerin hesabına kaydoluyor. Zulüm gören her bir fert ile irtibatlı belki yüz insan, belki bin insan var. Yüz bin insan, bugün ızdırap ile inliyorsa.. kadını ile, erkeği ile, çocuğu ile, yaşlısı ile, genci ile, ihtiyarı ile yüz bin insan inliyorsa.. yurdundan yuvasından edilmiş ise… Bunu yirmi ile, otuz ile, kırk ile, elli ile -alakadarlık cihetiyle- çarptığınız zaman, milyonlar yapar. Milyonlara ızdırap çektiriyorsunuz, kan kusturuyorsunuz, ağlatıyorsunuz. Namazda başlarını yere koyuyorlar; سُبْحَانَ رَبِّيَ اْلأَعْلَى diyeceklerine, akıllarından geçen şey, “Allah’ım, bunların haklarından gel!” oluyor. Ben de diyorum: اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمْ آمَالَهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ، وَعَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ، وَعَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ، وَعَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ “Allah’ım o zalimleri sana havale ediyoruz. Allah’ım o zalimleri sana havale ediyoruz. Onları kötü emellerine ulaştırma. Onlara karşı bize yardımcı ol. Onlara karşı bize yardımcı ol. Bizim için kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde olsun! Evet, kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde dolaşsın! Allah’ım, bizim için kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde olsun!”

Evet, işin encâmı, bu. Öbür tarafta Cenâb-ı Hak, çektirmesin! Çekecekleri şeyleri bu dar dünyada, dar alanda çeksinler. Cehennem’e koymakla, Mahşer’de terazinin günahlarından dolayı kırılması karşısında bizi ağlatmakla, Allah (celle celâluhu) onları öyle cezalandırmasın!.. Cezanın en hafif faslıyla, yani dünyada cezalandırsın. Onları dünyada ebedî ölüme mahkûm etse bile, yine o hafif kalır; çünkü ebedî âleme nispeten ne kıymeti var ki bunun?!. İşte, O mülahaza ile dedim.

Bamteli: HUZUR, TABİÎ İHTİYAÇLAR VE GÂYEYE SADÂKAT

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kâmil mü’min, bir huzur insanıdır; zira o emindir her şeyi O’na bağlayıp yürüdüğü takdirde hedefe ulaşacağından, yol boyu güven içinde bulunacağından ve ötelerde de iç içe “şeb-i arûs”lar yaşayacağından!..

İnsanları huzura bâis (götüren, vesile olan) üç husus vardır: Akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-i selim; bunlara bağlı “hiss-i selim”i de ilave edebilirsiniz. Bunlar, insanı, huzur iklimine götürür, huzur atmosferinde dolaştırır. En acı anlarda bile insan, sürekli huzur soluklar. Aklı selim ise, kalbi selim ise; ruhu selim ise ve letâf-i insâniyesi selim ise, yani ârızâlardan müberrâ, nefsânî ve cismânî virüs bulaşmamış ise, insan her yerde huzur soluklar. O, kimseyi rahatsız etmez ve herkes “Keşke o gelse de yanımıza otursa!” der.

Hani, İbn Abbas hazretleri çok güzel koku kullanıyor, gülyağı sürüyor öyle geçiyor; o bir yerden geçerken, pencerelere koşuyor millet, “Acaba ıtriyatçı birisi mi geçti!” falan diyorlar. Aynen öyle, insan, geçtiği her yerde güzellikler sergilemeli.. huzura bâdî/bâis tavırlar sergilemeli.. ve millet demeli ki: “Keşke o gelip hep önümüzden geçse, durduğumuz saflarda içimizde bulunsa, yanımızda olsa, bir şeyler söylese de kulaklarımızın pası açılsa, nöronlarımız farklı harekete geçse, kuvve-i hâfızamız duymadığı şeyleri duysa ve duyduğu o şeyleri de orada hep hıfzetse, sonra diyeceği-edeceği şeyleri onun ile test ederek ortaya koysa!..”

“Huzur insanları”, başkadır; onlar, kimseyi incitmezler, kırmazlar, rencide etmezler. Evvelâ herkese “insan olarak” bakarlar. İnsan, “insan” ise, nerede duruyorsa dursun, hangi anlayışta olursa olsun, insan, “insan”dır. Neden? Nakış, nakkaşsız olmaz; bir san’at, sâni’siz olmaz. İnsan da Allah’ın nakşettiği bir şeydir; O’nun (celle celâluhu) Kudret, İrade, Meşîet fırçasından geçmiş, “Ahsen-i takvim’e mazhar yarattım!” demiş, “kıvamında”. İç-dış yapısı ile öyle âhenk içinde bir varlık ki, şimdi anatomistlerin çok küçük parçaları tahlillerinde bile ortaya çıkıyor. En küçük bir parçacığında bile ihtimal hesaplarına göre, riyâzî mülahazaya göre, trilyonca ihtimalde o şeyin kendi kendine olması mümkün değildir. İşte böyle bir sanat eseri! Böyle bir sanat eseri ortaya koyan Allah’a karşı, sanatından dolayı saygı duymak ve Allah’ın sanatına, O’nun sanatı olması itibarıyla saygı duymak…

“İman”, ona ayrı bir derinlik, ayrı bir buud kazandırır; “İslam”, ayrı bir derinlik, ayrı bir buud kazandırır; kalbî hayat/ruhî hayat, ayrı bir derinlik, ayrı bir buud kazandırır. Fakat bütün bunlar, -bir yönüyle- o insanın maddî-manevî anatomisiyle alakalıdır. “Maddî anatomisi”ni, Alexis Carrel güzel tahlil etmişti, ellili yıllarda; zannediyorum 58’de falandı, onun kitabı Türkçe’ye tercüme edildi. Bir de insanın “manevî anatomisi” var; o da insanın “iman-ı billah”ı, “marifetullah”ı, “muhabbetullah”ı, “zevk-i rûhânî”si, “aşk u iştiyâk-ı likâullah”ı… “Cüdâ düştüm güzellerden / Derem: ‘Vâ hasretâ!’ şimdi.” mülahazasıyla yaşaması… “Sen’den uzak kaldım; bir an evvel kavuşma iştiyakıyla doluyum. Kalbimin ritimlerinde, O’nu Sen biliyorsun; kalbim hep Sen’in için çarpıyor, nabızlarım Sen’in için atıyor!..” Böyle bir iştiyakla… Hani Hazreti Mevlânâ’nın vefatına “şeb-i arûs” diyorlar; evet, işte o, dostun “Dost”a ulaşması ânı.

Şimdi düşünce dünyasını böyle ulvî şeylere, çok yüksek gâyelere bağlamış bir insan, zannediyorum dünyada çektiği şeylerden de hiç ızdırap duymaz. Çünkü kazanacağı şeyi başta kazanmış demektir. Sıkıntılar geldiği zaman, baştan kazanmış olduğu şeylere nazarını diker, nazar yolu ile onlar beynine akar ve bütün benliğini sarar. Sonra da kendi kendine, halk ifadesiyle -bağışlayın-: “Ulan boşver!” der. Neyi? Zincirlere vurulmayı.. Promete gibi dağın başında bir yere çivilenmeyi… “Adam boşver… Boşver!”

   Hem dünya hem de ahiret için iyilik ve güzellik talep edilmeli; her iki âlemde haseneye ulaşabilmek için de her zaman reca, teyakkuz ve temkîn yörüngeli bir hayat sürmeli!..

Bütün büyükler, hep çekmişler, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) ve bütün enbiyâ-ı izâm… Hazreti Âdem’den O’na (aleyhissalâtü vesselam) kadar hep çekmişlerdir. İnsanlığa düşünceleriyle, yüksek fikirleriyle faydalı olan insanlar da çekmişlerdir. Sokrates, çekmiştir, zehirlenmiş; Eflatun, çekmiştir; yararlı olan herkes, mutlaka çekmiştir. Onun için buyurur Hazreti Sâhib-i Zîşân, Söz Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem): أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belânın en çetini, en zorlusu, başta enbiyaya, sonra derecesine göre diğer insanlara!..” Belâ ve musibetler, demek ki insanın seviyesiyle -eski ifade ile diyelim- “mebsûten mütenâsib”, yeni yalın ifadesi “doğru orantılı”.

Şu kadar var ki, bela ve musibet istenmemeli. Çünkü Allah, istenecek şeyi bize talim buyurmuş: رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Rabbimiz, bize dünyada da (Sen’in nezdinde) iyi ve güzel her ne ise onu, Âhiret’te de (yine Sen’in indinde) iyi ve güzel olan ne ise onu ver ve bizi Ateş’in azabından koru!” (Bakara, 2/201) Allah’ım! Bize dünyada da, âhirette de güzellik ver. Her şeyde güzellik; duyguda düşüncede güzellik, cismânî huzurda güzellik; güzellik, güzellik… Birilerinin sadece meseleyi, beklentiyi dünyevî debdebe ve saltanata bağlamalarına, ona bağlı istemelerine ve talep etmelerine karşılık, Allah bunu talim buyurmuş. Onlara o verilir ama onun ile kalırlar. Ama birileri de vardır ki hac ayetlerinin sonunda Bakara sûre-i celîlesinde şöyle anlatılır: وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Buna karşılık, onların içinde ‘Rabbimiz, bize dünyada da (Sen’in nezdinde) iyi ve güzel her ne ise onu ver; Âhiret’te de (yine Sen’in indinde) iyi ve güzel olan ne ise onu ver. Ve bizi Ateş’in azabından koru!’ diye dua edenler de vardır.” (Bakara, 2/201) Dünyada da, âhirette de güzellik isterler. وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Bizi Cehennem azabından da âzâde eyle, halâs eyle!” derler. (Âmin.)

Vakıa hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli!.. يَا نَفْسُ لَا تَقْنَطِي مِنْ زَلَّةٍ عَظُمَتْ *** إِنَّ الْكَـبَائِـرَ فِي الْغُفْرَانِ كَاللَّمَمِ “Ey nefis! Allah’ın rahmetinden ümidini kesme! Günahlar, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet deryasına nispeten, derya yüzündeki köpük gibidir!” لَعَلَّ رَحْمَةَ رَبِّي حِينَ يَـقْسِمُهَا *** تَأْتِي عَلَى حَسَبِ الْعِصْيَانِ فِي الْقِسَمِ “Umulur ki, Rabbimin rahmeti, O onu paylaştırırken, taksimde günah miktarınca gelir.” Sanki Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, insanlara masiyetleri ile mütenasip olarak gelmiştir; ne kadar hatalı iseler, o kadar acınacak durumdadırlar, Allah da o kadar “Raûf”tur, “Rahîm”dir. Bir taraftan bu mülahazalar; öbür taraftan da temkîn…

Temkîn, tasavvufta en son mertebedir. Dikkatli olma, “teyakkuz”dan çok ötedir; çünkü teyakkuz ilk basamaktır, atacağı adımı uyanık olarak atmak, “sâir fi’l-menâm” olmamak. “Abdullah Efendi” romanında anlatır bunları Tanpınar, “sâir fi’l-menâm” sözüyle; eskiler öyle derdi, “uyur-gezer” demek. İnsan, gireceği bir yer için uyur-gezer olarak gitmemeli; gözleri, açık olmalı; kalbi, hüşyâr olmalı; beyninin bütün nöronları çalışmalı o istikamette. Fakat bir zerre sermayesi var!.. Onun bile nezd-i Ulûhiyet’te kıymete geçeceğini, bir şey ifade edeceğini düşünerek Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden de kat’iyen ümidini kesmemeli! Cenâb-ı Hak, o dengeyi korumaya bizleri muvaffak eylesin!..

   Peygamber Efendimiz’e yaşatma yaşamadan daha zevkli geliyor, yedirme yemeden daha fazla haz veriyor ve sevindirme sevinmeden daha şirin görünüyordu; onun için ruhunun ufkuna yürürken mübarek zırhı, üç-beş kuruşluk nafaka karşılığında bir dünyalı nezdinde rehin bulunuyordu.

Bazı kimseler, ille de Rabbimiz ile münasebetlerini daha kavî tutmak ister; “fenâ fillah”, “bekâ billah-maallah”, hatta “anillah” zirvelerini hedeflerler. Seyr anillah; yaşamasını yaşatmaya bağlı olarak yaşama demektir. “İnsanları yaşatıyorsam, yaşamamın bir anlamı var!” demektir. Çok iyi biliyorsunuz; Efendimiz’in Miraç’tan dönüşünün manası, budur. O (sallallahu aleyhi ve sellem), o güzellikleri temaşa ettikten sonra, adeta “Ben bunları nasıl nefsime münhasır görürüm! Bana karşı şöyle-böyle alaka duyan insanların elinden tutup onları da bu ufka ulaştırmak düşmez mi bana?!” demiştir.

O güzellikleri görüyor, fakat ne başı dönüyor, ne bakışı bulanıyor orada! Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Cennetin binlerce sene hayatı, bir dakika rü’yet-i Cemâline mukâbil gelmez! Dünyanın da binlerce sene hayatı, Cennetin bir saatine mukabil gelmez!” Şimdi bütün bu güzellikleri temâşa ettikten sonra, bayılıyor O (sallallahu aleyhi ve sellem) bir şeye!.. Neye bayılıyor? “Ellerinden tutup oraya getireceğim insanları da getirmeliyim ben!” diyor.

Sekiz sene çekmiş orada, boykota maruz kalmış, aç-susuz bırakılmış. Kâbe’nin karşısında başını yere koyduğunda, sırtına işkembe konmuş, Ukbe ibn Ebî Muayt gibi bir şakî, eşkâ tarafından. “Eşka’l-kavm” (أَشْقَى الْقَوْمِ); o toplumun en kötüsü, şakîsi, şerlisi. Hazreti Sâlih’in “eşka’l-kavm”i var ya!.. Eşka’l-kavm, boğazını sıkmış, öldürmeye teşebbüs etmiş. Çok defa Mü’min-i Âl-i Firavun’un fonksiyonunu edâ eden o sıddîklar sultanı Hazreti Ebubekir yetişmiş. “Yapamazsınız onu!” demiş, göğsünü germiş. O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ölümünün -hâşâ- O’nun ruhunun ufkuna yürümesinin önüne geçmiş; “Ruhunun ufkuna yürüyecek biri varsa o benim, öteye yürüyecek bir ruh varsa, o da benim ruhumdur!” demiş.

Aynen ona öyle bakılmış, Mü’min-i Âl-i Firavun. Nasıl ki, Mü’min-i Âl-i Firavun, Hazreti Musa’ya karşı kollarını germiş, Firavun’un dokunmasına mani olmuş!.. Başkomutan; Âsiye validemizin ağabeyi, Firavun’un ordularının da başkomutanı, Mü’min-i Âl-i Firavun. Kur’an’da “Mü’min Sûresi” var, ondan bahsediyor. Adamın usulüne göre bahsetmesine -antrparantez- bayıldığımı size söylemiştim. Nereden, nasıl başlıyor.. sözünü nasıl noktalıyor.. en sonunda nasıl وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللهِ diyor… Artık ölüm, onun kapısının ziline dokununca, “Emrimi Allah’a havale ediyorum!” diyor. Ve Allah da onu koruyor. “Sen, Mevlâ’yı seven de, Mevlâ seni sevmez mi? / Rızasına iven de, rızasını vermez mi? / Sen, Hakk’ın kapısında, canlar fedâ eylesen, / Emrince hizmet etsen, Allah, ecrin vermez mi? / Sular gibi çağlasan, Eyyüp gibi ağlasan, / Ciğergahı dağlasan, ahvalini sormaz mı?” O, öyle yapınca, Allah da onu koruyor.

Öyle diyor Kur’an: فَوَقَاهُ اللهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا وَحَاقَ بِآلِ فِرْعَوْنَ سُوءُ الْعَذَابِ “Neticede Allah O’nu (Firavun ve yönetiminin) kurduğu tuzakların şerrinden korudu; buna karşılık, Firavun oligarşisini o en kötü azap kuşatıverdi.” (Mü’min, 40/45) Bazıları, “Firavun onu öldürdü.” diyor; bu doğru değil. Esas, mazbut Siyer kitaplarına göre, Firavun boğulduktan sonra orada Mısır’ın kaderine hâkim oluyor Mü’min-i Âl-i Firavun. Birçok benzerlikle beraber, o yanı da aklıma gelmemişti. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun “mü’min”i (Hazreti Ebubekir radiyallahu anh) de aynı zamanda insanlığın kaderine hâkim oluyor.

Evet, Allah Rasûlü, insanlığın elinden tutup gördüğü, duyduğu, zevkettiği şeyleri onlara da duyurmak için miraçtan döndü. Çok civanmert bir insan!.. Hep, yaşatma duygusuyla yaşıyor; “Ben, birilerini yaşatmayacaksam, yaşamamın anlamı yok!” diyor. Ve Allah (celle celâluhu) da O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) verdikçe veriyor, verdikçe veriyor, verdikçe veriyor. Bir istiyor, on veriyor; on istiyor, yüz veriyor; yüz istiyor, bin veriyor.

Rehber-i Ekmel Efendimiz, dünyevî bir kısım isteklerde bulunmuyor; burada zaruri ihtiyaçlarını temin ile iktifa ediyor. Hayat-ı seniyyelerini o mevzuda zaruretlere bağlıyor; öyle ki, dünyadan göçüp giderken, mâlum, kalkanı birinin, bir Musevî’nin elinde rehin bulunuyor. Çoluk-çocuğunun rızkını temin etmek için borç para almış. Evet, böyle gidiyor dünyadan.

   İnsan hayatında muktezâ-i beşeriyet olan hususlar sadâkat ve vefanın rağmına değildir; bir mefkûre insanı beşerî hal ve ihtiyaçları ile gaye-i hayaline sadâkat ve vefasını bir arada dengeli götürebilir.

Bununla beraber Allah Rasûlü aynı zamanda aile hukukuna riayet ediyor, kendi sıhhatine dikkat ediyor ve çevresine de o mevzuda tenbihler yapıyordu. Ezcümle, إِنَّ لِرَبِّكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَلِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَلِأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، فَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ “Allah’ın, senin üzerinde bir hakkı vardır; nefsinin bir hakkı vardır; aile efradının da bir hakkı vardır; her hak sahibine, hakkını ver!” buyuruyordu. (Ebu Derdâ hazretleri dünyadan bütün bütün el etek çekince) önce bu mesaj ile Selman-ı Fârisi’yi gönderiyor ona; sonra o da test ediyor, bakıyor ki Efendimiz aynı şeyi söylüyor, sallallahu aleyhi ve sellem. Şimdi Sâdıklar Sâdıkı… O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sıddîk” mı diyeceksiniz, “Esdak” mı diyeceksiniz?!. Dildeki ism-i tafdil kipiyle -herhalde- “Esdaku’l-Esdakîn / Sâdıklar Sâdıkı” demek lazım.

O’ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) o meselenin zılliyeti Hazreti Ebubekir’e intikal edince, yine mübalağa kipiyle ifade ediliyor, “sıddîk” deniyor. “Sâdık” değil, sadece “doğru” değil; “sıddîk”, çok yaman bir sâdık, her şeyinde doğru. Ama onun (radıyallahu anh) da eşi var, evladı var, bildiğiniz gibi. Aynı zamanda küçük bir kulübe bile olsa bir evi de var, başını sokacağı bir evi de var. Devlet bir maaş veriyor ama o adalet anlayışıyla, “Halkın orta seviyesindeki veya en düşük seviyesindeki ne ile geçiniyorsa, bana öyle bir maaş takdir edin!” diyor, devlet reisi iken.

Evet, bu derin hakikat, onu iddia edip de yaşamayanların sağır kulaklarına, kör gözlerine ve anlamayan kalblerine mızrak gibi saplansın!.. “Ben öyle bir Peygamber’in ümmetiyim ki, bir bardak su, iki tane hurma ile hayatını geçirmişti!” “Maşallah”ları var, aynı şekilde yaşıyorlar (!); bayılıyor insan onların yaşamalarına!.. Hayatlarında bir günde sarfettikleri şeyler, bir köyün, bir günde kullandığı şeylerin kat kat üstünde… Ya, işte öyle bir Peygamberin ümmetiyiz!..

Sıddîk… Hazreti Fâruk-i âzam, devletler muvazenesinde denge unsuru haline gelmiş. Dünyaya yeniden bir nizam vermiş. Adaleti dillere destan olmuş; Pers’te olmuş, Roma İmparatorluğu içinde olmuş. Eğer halk, ayak takımı, dini bilmeyen kimseler o mevzuda ayak diretmeselerdi, belki o gün başlarındaki hükümdar Herakliyus da Müslüman olacaktı. Nitekim Dihyetu’l-Kelbî’nin (radıyallahu anh) mesajı karşısında, yumuşamış; “O, Peygamberdir ve benim şu ayağımı bastığım yere bir gün gelip hâkim olacaktır!” demişti. Bunlar, belli bir dönemde hizaya gelmişler, onların o mevzudaki o engin insanî derinlikleri karşısında. Uzun sözler değil, Firdevsî destanlar değil onları insafa getiren… Gâlib’in şiirleri, Mevlânâ’nın nazımları gibi değil… Esas; hâl derinliği, temsil derinliği, hakkaniyet derinliği, adalet ve insanî değerler derinlikleriyle gönüllere öyle taht kurmuşlar ki, herkes pes etmiş. “Bunlara da teslim olmayacaksak, kime olalım ki?!” demişler. Muvazene unsuru olmuş ama dünyadan giderken, çoluk-çocuğunu gayet fakir olarak bırakmış, öyle gitmişler. Milletin hukukundan zerre kadar almamışlar; وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ Zerre ağırlığı, atom ağırlığı veya elektron ağırlığı, nötron ağırlığı başkasının hakkı üzerlerindeyken Allah’ın huzuruna öyle gitmek istememişler. Öyle yaşamışlar onlar.

Şimdi böyle yaşamışlar ama bu dünyada ihtiyaçları olan şeyleri de -gördüğünüz gibi- görmüşler. Bunların hangisine “sâdık” değildir diyebilirsiniz; hepsi “sâdık” idi, “sıddîk” idi ama onları da yapıyorlardı. Hazreti Dâvud da sâdık idi, sıddîk idi; fakat elinin emeğiyle, zırh yapmak suretiyle geçimini temin ediyordu. Hükümdar idi; İsrailoğullarının o dönemde hükümet olarak zirve yaptığı bir dönem idi. Hazreti Süleyman, döneminde, garptan şarka her tarafa hâkim olmuştu. Hani tâ Sebe’ye kadar hâkim olduğu anlatılıyor; Sebe melikesinin gelip kendisine teslim olması da onu gösteriyor, Belkıs. Fakat şahsî hayatları itibarıyla, bakıyorsunuz ki onlar, sıradan birer insan gibi yaşamışlar. Bununla beraber mutlaka muktezâ-i beşeriyet olarak gerekli olan şeylerde de kusur yapmamışlar.

Çünkü tabiat ile savaşmaya kalkarsanız, yenik düşersiniz. Yemeden, içmeden yatmaya kadar, yatmadan beşerî garizelerinizi icrâ etmeye kadar, bir hayat arkadaşına kadar, çoluk-çocuğa kadar, başınızı sokacağınız bir binaya kadar… Evet, bu mevzuda tabiat ile savaşmaya kalkarsanız, bence maksadın aksiyle tokat yersiniz.

Ben kendim mi söyledim bunu?!. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyuruyor ki: إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ، وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلَّا غَلَبَهُ “Din, yüsr (kolaylık) dinidir; herkesin tabiatına uygun, tabiatları da nazara alan bir dindir. Onu, kendi hevâ ve hevesine göre zorlaştıran, ağırlaştıran, yenik düşer!” Ve yine buyuruyor: يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا “Bişâret verin, müjdede/muştuda bulunun, insanları tenfir etmeyin, kaçırmayın!” Muktezâ-i beşeriyeti nazar-ı itibara alın! O insanları da o konumlarıyla görün, gözetin! İşte.. Söz Sultanı’nın beyanları bunlar, kendimden konuşmuyorum bu mevzuda. Fakat bunlar “sıddîk” olmalarına, “esdak” olmalarına mâni değil, o kadar. Ancak hak yemiyorlar, zerre kadar kimsenin hukukuna tecavüz etmiyorlar; faziletleri orada, meziyetleri orada, centilmenlikleri orada, civanmertlikleri orada.

   “Büyüklerde büyüklük alâmeti tevazu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emaresi de kibir ve enaniyettir.”

Büyükler, kendi kâmetlerine göre, mebsûten mütenâsib olarak, Allah ile münasebetleri ölçüsünde, bir taraftan “sadâkat”larını korumuşlar, fakat bir taraftan da muktezâ-i beşeriyeti gözetmişler. Hani hep arzettiğim gibi, bir Tahirî Mutlu’nun evi, evlâd u iyâli vardı, çoluk çocuğu vardı. Fakat belli bir dönemde, basılması gerekli olan kitaplara, o kitapları bastıracak Zat para bulamayınca, hemen hiç kimseye bir şey söylemeden köyüne gidiyor. Tarlasını satışa çıkarıp teklif ediyor. Malum ekonomide arz-talep mevzuu vardır; talep çok olursa, arz edeceğiniz şey de kıymet kazanır. Fakat o, kendisi “Ben, arazimi satıyorum!” diyor. Hep “Yahu, niye satıyorsun, mevsimi değil bunun şimdi! ‘Ben satıyorum’ deyince de fiyatını vermezler, bunun yarısını verirler!” diyorlar. Tahirî Mutlu diyor ki: “Benim Pîr-i mugânım, şem’-i tâbânım, ziyâ-i himmetim, dem-i devrânım orada kitaplarını bastıracak; fakat bastıracak para bulamıyor. Ben şimdi tarlalarımı, damımı satmazsam, ne zaman satacağım ki?!.”

Kıtmîr, o zatı görmüştü; defaatle huzurunda oturmuştu. Ama o sizin yanınızda kendini sizden çok küçük görüyordu. Ne kadar büyüktü?!. Büyüklüğün emâresi olarak, o Hazret’in dediği gibi: Bir insanın boyu yüksek ise, başkaları tarafından görülmek için, biraz büzülür; boyu kısa ise, âlem görsün diye ayakları üzerine dikilir. Büyüklerde büyüklüğün alâmeti, tevâzu ve mahviyettir. Küçüklüğün alameti de tekebbürdür, büyüklenmedir. Evet, bunu da alın, söylemeyeceğim ben, antrparantezini siz zihninizde oluşturun; günümüzdeki insanların tavırlarını Allah için değerlendirin!.. Komplekslere bakın; ne ile büyük görünmeye çalışıyorlar? Büyüklüğün emâresi, tevâzu ve mahviyettir!..

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), yerde, diğerleri ile beraber oturuyordu. Gelince dışarıdan birisi, tanımıyorsa şayet, “Acaba o mu, o mu, o mu?!” falan diyordu. Mesela, mübarek cemâl-i bâ kemâli -Kurban olayım ben O’na!..- Hazreti Ebubekir’e çok benziyordu; bazen, onun eline yapışıyorlardı. O (radıyallahu anh) böyle işaret ediyordu, eliyle, “O, O!..” diyordu. Büyüklüğü ile mebsûten mütenâsib bir tevâzu içindeydi; insana saygı duyuyordu, -işin/sohbetin başında geçtiği gibi- Allah’ın sanatına karşı saygı duyuyordu, kim olursa olsun!..

Cerîr, Yemen’de Becîle kabilesinin reisi, geliyor. Onların Kadîsiye savaşında yaptıkları kahramanlık, dillere destandır; o tevhid uğruna, Ruh-i Revân-i Muhammedî’nin bir şehbal gibi açması, dalgalanması uğruna, niceleri orada şehid oluyor, en çok şehid veren de Becileliler oluyor. O gelince, kimse bilmiyor kadrini; hemen mübarek sırtındaki cübbesini çıkarıp onun altına alıyor, “Buyur otur şuraya!” diyor. O kadar tevâzû, mahviyet içinde, İnsanlığın İftihar Tablosu. Evet, burada yine kesip, bir noktalı virgül koyayım; fikir devam ediyor. Biz, öyle bir Peygamberin ümmetiyiz!.. Ve O’nun yolunda yürüdüğümüzü iddia ediyoruz. Ben, sizin o yolda yürümediğiniz mevzuunda bir şey söyleyemem, Allah’a sığınırım, suizan etmiş olurum; fakat öyle bir Peygamberin yolunda yürüdüğümüzün farkında olalım!..

Arkasında O’nun Ashâb-ı Kirâm… Bir yönüyle, hâlesi… Nâbî, bir şiirinde şöyle der: “Değildir hâle çıkmış câmi içre, kürsi-i va’za, / Gürûh-i encümen, Nur âyetin tefsir eder mehtâb!” Kamer-i Münîr gibi görüyor, etrafında da hâlesi var, ışık hâlesi var. Yıldızlar ordusuna Nur ayetini tefsir ediyor. O, bir hatib için söylüyor; fakat diyorum ki: A be üstad Nâbî! Sen yanlış söylüyorsun, o söz O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) için idi esasen; bu, ancak O’na denebilirdi. Ama hüsnüzannının ifadesi, herhalde bir kalb ehline karşı söylüyor onu. Evet, öyle mahviyet ve tevâzû içinde idi ki o, başkalarının gözünde, O’nu daha bir büyük hâle getiriyordu. Bir kere böyle samimi, önyargısız bakan O’na hayran kalıyordu; Abdullah İbn Selâm gibi. O, Musevîler arasında yed-i tûlâ sahibi, duayen bir ilim adamı idi. Böyle baktı, önyargısız baktı, “Vallahi bu çehrede yalan yok!” dedi; kelime-i şehadet getirdi ve O’na iltihak etti, hâleye girdi. Kamerin etrafındaki hâleye girdi veya o yıldız ordusuna o da dâhil oldu.

   İnsan, yüksek bir ideale dilbeste olmazsa, enâniyetine takılmaktan kurtulamaz; bazen egoist olur, bazen egosantrist olur, bazen de narsist olur.

Bir dava adamı, bir mefkûre insanı… “Mefkûre” tabirini “ideal” karşısında dilimize Ziya Gökalp kazandırmıştır. Fakat sizin tanıdığınız Pîr-i Mugân, “gâye-i hayal” tabirini kullanıyor. Gâye-i hayal, bir insanın hayatının gayesi olması demektir. “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse; ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” Öyle yüksek bir ideale dilbeste olmamışsa bir insan, enâniyetine takılmaktan kurtulamaz; bazen egoist olur, bazen egosantrist olur, bazen narsist olur, hafizanallah. Emsâl-i kesîresi ile günümüzde hepsi var; size “İşte bakın, şunları görün!” falan demeye lüzum yok. Başınızı kaldırıp böyle en yakından uzağa doğru baktığınızda, Cenâb-ı Hak sizi mahrum etmemiş, binlercesi ile karşı karşıya gelebilirsiniz, maşallahı var!.. O büyük zat da buyuruyor, “Bu asır, enâniyet asrı…” diyor. Kendini beğenmişler asrı, bu asır; hafizanallah.

Gâye-i hayal olmalı; insan yüksek bir mefkûreye dilbeste olmalı. Nedir gâye-i hayal? Bir kere, dinimiz açısından, Efendimiz buyuruyor ki; “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yerde bayrak gibi dalgalanacaktır!” İşte al sana bir gâye-i hayal!..

Senin yakın tarihin itibarıyla… Üstad Necip Fazıl yine -makamı cennet olsun- derdi ki: “Türk milleti eğer gerçekten derinliğiyle bir millet ise şayet, İslamiyet ile o derinliğe ermiştir!” Bu da bin senelik bir şeydir. Bir anda onuncu asırda, onbirinci asra doğru gelirken, bin çadır o zaman. Bin çadır… Hani çadırlar, bizim bildiğimiz çadırlar gibi, üç kişilik çadırlar gibi değil; bir-iki ailenin içinde yaşadığı çadır; burada kurduydu bir arkadaşımız, bir zaman içinde de oturduk onun. Bin çadır birden dehâlet ediyor. Mübalağa olduğu kanaatinde değilim, diyorum ki: Hicaz’da zuhûr etti fakat o din, uçlar bıraktı; o uçlar, senin milletinin, senin atalarının eliyle, Buharîler, Müslimler, Nesâîler, Tirmizîler, Ebu Davud-i Sicistânîler vasıtasıyla… Tâ o dönemde başladı… Aynı zamanda onuncu asra gelince, yani Efendimiz’den neredeyse dört asır sonra… Düşünün Gazzâlî Tuslu’dur, beşinci asırda yaşamış, devâsâ bir insan. “Hüccetü’l-İslam” demişler kendisine; “Din için hiçbir delil olmasa, Gazzâlî delil olarak yeter!” demişler. Bunlar, senin içinden çıkmış; bu açıdan da senin geleneklerin ve kültürün, kültür değerlerin var.

Sen, bunları dünyanın değişik yerlerine götürdüğün, sergilediğin, meşherlerini yaptığın zaman, hüsn-ü kabul gördüler. Ama insan olarak başkalarının da sergilediği güzel şeyler vardır. Bakın şimdi; siz cebrî hicrete maruz kalmışsınız; adam, evinin anahtarlarını veriyor, “Bir sıkıntıya maruz kalmayın, maaşımın yarısını veriyorum!” diyor. Demek ki insan olarak, çok insanlarda, insana şâyeste bir kısım değerler var. Demek ki karşılıklı bir te’âtî (karşılıklı alış-veriş) oluyor.

Evet, temel disiplinlerinizle, temel esaslarınızla -bir yönüyle- filtreden geçirilmiş, kalibrasyon görmüş değerleriniz var, gelenekleriniz var, an’aneleriniz var. Bunların çoğuna da “tâlî derecede edille-i şer’iyye” diyoruz; Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet, Kıyâs-ı Fukaha aslî ama örf, âdet, gelenekler de var. Siz, bu güzellikler mecmuasını temsil ediyorsunuz, âdetâ bunları urba gibi giymişsiniz, tavırlarınızdan, davranışlarınızdan dökülüyor. Dünyaya açılmışsınız, her yerde millet, sizi görmüş, sonra bağrını açmış, kucağını açmış.

Gerçi şimdi bazı kafalar bozulmuş. Bunların eteklerine biraz para dökünce, bazı yerlerde, yüzde on yerde, hafif bir beyin bulanıklığı yaşandı. Fakat fesat, kolaydır; tahrip, kolaydır. Bir çocuk, kocaman bir sarayı, yerle bir eder. Sonra yüz tane mimar, bilmem ne kadar işçi, ne kadar zamanda ancak onu inşa eder. Tahrip taraftarları, sizin yüz yetmiş küsur ülkede açtığınız müesseselerin onda birinde ancak tahribe muvaffak oldular. Devlet gücünü kullanarak ancak o kadar tahribe muvaffak oldular.

O da zannediyorum, bütün zihinlerden silememişlerdir. Bir kısım angajmanlıklar vardır, diplomasinin gerekleri vardır. İçlerinden homurdanıp duruyorlardır fakat “Münasebeti bozmamız da doğru değil, çünkü çıkarlarımız da var; ee bunlar ile gelecekte beraber olacağız!” mülahazaları da vardır.

Fakat bir gün -zannediyorum- bütün bunlar ortadan kalkacak, siz, bugüne kadar kemâl-i samimiyet ile yürüdüğünüz yolda daha bir hızla yürüyeceksiniz. Durmamış iseniz şayet.. bir şeye takılmamış iseniz.. yeniden “Vira-bismillah!..” demeyecekseniz şayet… Sadece belki vites değiştirdiniz; sekizli viteste gidiyordunuz, dörde aldınız. Karşınıza bir araba çıkar, yürüyeceği şeridi bilmeyen biri ile karşılaşabilirsiniz, “Neme lazım, trafiğe sebebiyet vermiş oluruz!” filan mülahazasıyla vites değiştirdiniz. Şimdi eğer durmuyorsanız, Allah’ın izni ve inayetiyle, sekizinci vitesi, onaltı vites yaparsınız; onaltıyı otuziki, otuzikiyi altmışdört yaparsınız. Daha üstü var mı? Belki uçaklarınki olur!..  Neyse olduğu kadar olsun. Allah’ın inayeti, sizinle olsun!..

Bamteli: Yüce Ruhlar Tevâzuyla Yükseldiler!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Virdi olmayanın varidâtı da olmaz!..

*“Âfitâb-ı hüsn-ü hûbân âkıbet eyler ufûl / Ben muhibb-i lâyezâlim lâ uhibbü’l-âfilîn(Anonim) “Bütün güzel şeylerin güzellikleri bir gün mutlaka kendileri gibi fena bulur. Ben fânî güzelleri değil, batmayan ve sonu olmayan Biricik Güzel’i severim.” Güneş çehreli güzeller, güzellikleriyle beraber ufûl eder, batar giderler. Ben muhibb-i lâyezâlim; lâyezâl olan, batmayan, gitmeyen bir güzelliğin hayranıyım; batıp gidenlere dilbeste olmam, gönül kaptırmam, onlara karşı aşk u şevke düşmem. Öyle birine iştiyak duyarım ki, O batmaz, O gitmez, O her zaman bizimle beraberdir.

*O virdiniz ise, O’nunla alakalı vâridâtınız da sağanak sağanak olur. Virdi olmayanın varidâtı da olmaz; onun kalbi katı, duyguları hissiz, kendi de Allah’la münasebeti açısından hareketsizdir.

*Günümüzün dökülen insanlarının dökülmelerinin en büyük sâiki, Rabbimizle münasebet açısından boş olmaları, atâlet yaşamalarıdır. Fizikî cisimler gibi atâlet içinde sağa sola savruluyorlar; bir gün orada, bir gün burada; bir gün başka türlü, öbür gün başka türlü; bir gün bir türlü beyan, diğer gün başka türlü beyan; bir gün bir türlü strateji, öbür gün onu yıkan başka türlü strateji… Oysa aktif olmak, aktif olma yolunda bulunmak lazım ki insan çizgisini koruyabilsin.

Allah, tevâzu ve mahviyetten yüzü yerde olanı yükselttikçe yükseltir.

*Hakiki imanın ve halis ubudiyetin bir yanını Rabbimizle münasebet, diğer yanını da tevazu, mahviyet ve hacâlet teşkil eder. Mü’min, Allah’la münasebeti ölçüsünde kendisini hiçlemeli, sıfırlamalı ve mahviyetle iki büklüm olmalıdır.

*Aslında namaz ve özellikle secde, Allah’la münasebeti ve kulluktaki mahviyeti ifade eder: “Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade / İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!” İnsan o caddede yürüyorsa, O’na yaklaşır.

*Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde:

مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Allah için yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir. Bir kudsî hadîste de Cenâb-ı Hak, “Kibriya, Benim ridâm; azamet ise, Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu cehenneme atarım!” buyurmaktadır. Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kâinatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, mahlûkatın binlerce dille anlattığı hakikatleri idrak edip anlayamaz. Zira basiret körleşince basar da idrak adına hiçbir işe yaramaz.

“Büyüklerde büyüklük alâmeti tevazu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emaresi de kibir ve enaniyettir.”

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam’daki firâset yoktu; o, Efendimiz’i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü’nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O’nu hemen fark ederdi. Fakat o firâsette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ’da istirahat buyurduğu esnada, Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira O, farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz. Meselâ tevâzu ve mahviyetle iki büklüm yaşayan Hazreti Ebû Bekir Sıddık efendimizin Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder:

جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلهِي مَـنْ لَـهُ زَادٌ قَـلِيـلْ

مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ

ذَنْبُهُ ذَنْبٌ عَظِيمٌ فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ

إِنَّهُ شَخْـصٌ غَرِيبٌ مٌذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ

مِنْهُ عِصْيَـانٌ وَنِسْيَـانٌ وَسَهْـوٌ بَعْدَ سَهْـوْ

مِنْكَ إِحْسَانٌ وَفَضْلٌ بَعْـدَ إِعْـطَاءِ الْجَزِيـلْ

Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,

İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!

Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,

Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.

Onunki isyan, onunki nisyan ve hata üstüne hata,

Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl.”

“Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir!”

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) döneminde, bugünkü Suriye ve Filistin toprakları da Müslümanların eline geçmişti. Fetihten sonra, ordu kumandanları Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını isteyince, oranın ileri gelenleri, “Biz, Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını alacak zatın vasıflarını çok iyi biliyoruz; bu anahtarları ondan başkasına asla veremeyiz!” demişlerdi. Daha onlar, aralarında bu konuyu müzakere ederlerken, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) hazineden bir deve almış, hizmetçisini de yanına katarak yola koyulmuştu.

*İzzeti tevazu ile atbaşı götüren büyük halife, yanlarındaki tek deveye hizmetçisiyle beraber nöbetleşe olarak binmeyi kararlaştırmış ve bir süre yaya daha sonra da bir müddet deve üzerinde olmak üzere Kudüs önlerine kadar gelmişti. Onun bu şekilde Mescid-i Aksa’ya yaklaştığını haber alan muzaffer komutanlar, “İnşaallah, Ürdün nehrini geçerken deveye binme sırası Hazreti Ömer’e gelir. Aksi halde, kendi saraylarında ihtişam ve debdebeden başka bir şey görmeyen Bizans halkı, halifeyi hizmetçisini deveye bindirmiş, kendisi paçalarını sıvamış ve devenin yularından tutmuş bir halde görürlerse yanlış mülahazalara girer ve onu hafife alırlar.” diyerek dua etmeye durmuşlardı.

*Onlar, bu şekilde dua etseler de –takdîr-i ilahî– tam nehri geçecekleri zaman, yürüme ve devenin yularından tutma sırası yine Hazreti Ömer’e gelmişti. Mü’minlerin halifesini karşılamak için nehrin kenarına koşanlar hayretler içinde kalmışlardı. Çünkü dünyanın o dönemdeki en büyük devletinin hükümdarı, ayağındaki mestleri çıkarıp koltuğunun altına koymuş, hizmetçisini taşıyan devenin yularını eline almış, sıradan bir insan gibi başı önde yürüyordu. Dahası, üzerinde de giysi olarak bir izar (gömlekten az uzun tek parça elbise, peştemal) ve bir sarıktan başka bir şey yoktu. Ayrıca, yüce Halife’nin o basit elbisesi, oraya gelinceye kadar, devenin üstündeki semere sürtüne sürtüne birkaç yerinden yırtılmıştı, o da her defasında bu yırtık yerleri –birer şeref nişanesi ekler gibi– yeniden yamamıştı.

*Onu istikbal eden Müslümanlardan bazıları bu durumu biraz yadırgadıklarını ve Rumlara açılan bir kapı mahiyetindeki o topraklarda İslam halifesinin böyle görünmesini uygun bulmadıklarını ifade etmek istemişlerdi. Nihayet, içlerinden sözü dinlenen birisi, “Ya Emira’l-mü’minîn! Büyük bir kalabalık sizi bekliyor; bu insanların önüne bir sultana yaraşır şekilde aziz ve heybetli bir kılık-kıyafetle çıksanız!..” demeye kalkışınca, daha o sözünü bitirmeden, adalet timsali yüce halife, “Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir. Madem ki, bizi aziz eden İslam’dır; izzeti ve şerefi onun dışında aramayız ve istemeyiz.” diyerek sesini yükseltmişti. Bütün bu olup bitenleri bir köşeden seyreden Kudüs’ün ruhânî reisleri, “İşte, biz, anahtarları ancak bu zata veririz; çünkü kitaplarımızda haber verilen vasıfların hepsi bunda mevcuttur” demiş ve onları Hazreti Ömer’e teslim etmişlerdi.

İnsanlık Hazreti Ömer’in engin ufkuna, Hazreti Osman’ın tevazuuna ve Hazreti Ali’nin mahviyetine ne kadar da muhtaç!..

*Namaz vakti gelip de Hazreti Ömer, namaz kılması gerektiğini söyleyince, Kudüs’teki diğer dinlerin müntesipleri “Ey Mü’minlerin Emiri! Mabedimizin bir köşesinde namazınızı kılabilirsiniz.” demişlerdi. Fakat Hazreti Ömer, “Şayet Mü’minlerin Emiri burada bir yerde namaz kılarsa, arkadan gelenler teberrüken orayı bir mescid hâline getirirler. Bu da sizin hukukunuza tecavüz olur.” diyerek dışarıya çıkmış ve kayaların üzerinde namazını eda etmişti. Evet, “Yâ Emire’l-Mü’minîn şurada namaz kıl!” teklifine Hazreti Ömer’in cevabı bu olmuştu: “Hayır, Mü’minlerin emiri burada namaz kıldı diye burayı kendileri için ibadethane haline getirirler; oysa ki burası Yahudi’nin de Hristiyan’ın da Müslüman’ın da hakkı olan bir yerdir!” Bu ne ufuktur!.. Bakın, bu ufkun onda birine ulaşamadık; canavar gibi insanlar birbirlerini yiyorlar!..

*Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke’nin, daha sonra da Medine’nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi’ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber tasadduk eden, yani bugünkü kıstaslarla beş yüz Ferrare’yi birden İslam’a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî’de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu.

*Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) efendimizin, el-Kulûbü’d-Dâria’da da yer alan Kaside-i Mecdiyye’sindeki şu sözleri kendisine nasıl baktığını, tevazu ve mahviyetini çok güzel yansıtmaktadır:

إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ

فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ

“Allahım, şayet Sen ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen, (benim gibi) nefsinin isteklerine dalmış düşe kalka yürüyen günahkarlara kim merhamet edecek, onların yüzlerini kim güldürecek!..”

Bir mü’minin Allah’a yakınlığı ve O’nunla münasebetindeki derinliği ölçüsünde tevazu ve mahviyeti de engin olmalıdır.

*İnsan, her zaman haddini bilmeli, konumunun farkında olmalı, temkin ve teyakkuz içinde bulunmalıdır. Kendi üzerinde görünen güzelliklere asla sahip çıkmamalı, hatta -Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla- “mazhar” dahi değil belki bir “memerr” olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü bizim üzerimizde görünen güzellikler bizim zatımızın lazım-ı gayr-i mufarıkı (ayrılmaz parçası/vasfı) değildir. Suyun üzerinde güneşin aksini alan kabarcıklar gibi bu güzellikler de bizim üzerimizde bazen görünüyor, bazen de görünmüyor. Öyleyse bütün bu güzellikler, bize ait değildir ve bizden kaynaklanmamaktadır; o Güzeller Güzeli’ne aittir.

*Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-i fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” diyor. Evet, Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid eder. O Yezid var ya, Kur’an’ı harekelendirenlerden birinin o olduğu söyleniyor. Haccac’ın Kur’an’a hizmetinden bahsediliyor. O da dine hizmet ediyor, o da dine hizmet ediyor ama ikisi de zalim.

*Hâsılı, bir mü’minin Allah’a yakınlığı ve O’nunla münasebetindeki derinliği ölçüsünde tevazu ve mahviyeti de engin olmalıdır. O, bir taraftan kurbet istikametinde zirveleşirken, beri taraftan da duygu, düşünce ve tavırları açısından sıfırlaşmalıdır. İnsana düşen, Allah karşısında zirveleştikçe kendisini sıfırlamasıdır. Yoksa -hafizanallah- halkın yanlışlıkla alkışlamasına bakarak kendini bir şey zannetmesi, insanın Hazreti Vücud-u İlahîye gölge etmesi; tabir-i diğerle, güneşe sırtını dönmesi ve kendi gölgesine takılması demektir. Gavsî’nin şu hoş sözüyle noktalayalım: “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana!”

Toprak ve Gül

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Sadî’nin Gülistan’ında yer alan, “Toprak ol toprak ki gül bitiresin; zira topraktan başkası gül bitirmez.” sözünün kulluk anlayışımız açısından ifade ettiği mânâlar nelerdir?

Cevap: Bu güzel sözü, öncelikle hakikat mânâsında ele alacak olursak şunları söyleyebiliriz: Gül, sadece toprakta biter. Granitin, mermerin veya demirin üzerinde gülün neşv u nema bulması mümkün olmadığı gibi, insanlar nazarında çok kıymetli olan gümüş, altın, zebercet ve yakut gibi değerli madenler üzerinde de gül bitmez.

Esasında öldükten sonra insanların toprağa gömülmesini de bu espriye bağlayabilirsiniz. Ölen bir insan kaldırılıp bir kenara atılmıyor. Bilâkis o, öbür tarafa ait güller bitirmesi için toprağa gömülüyor. Bu, ister acbü’z-zeneb hakikatine, isterse başka bir yoruma bağlansın, insanda öyle bir öz var ki, Allah (celle celâluhu) onun üzerinden insanı yeniden ihya buyuruyor. Fakat bu dünyada henüz toprağa gömülmeden mânen kendisini çürümeye salmış bir insanın ukba yamaçlarında bir gül hâlinde arz-ı endam etmesi mümkün değildir.

Kulluğun Zirvesi: Secde

Öteden beri toprak, hep tevazu ve mahviyetin misali olarak zikredilir. Çünkü o, ayaklar altında ezilmesine rağmen, insanlar ve diğer canlılar için -Allah’ın izni ve inayetiyle- hep bir hayat kaynağı olmuştur. Dolayısıyla insan da yüzü yerde olduğu, hangi konumda bulunursa bulunsun kendisini hep sıfır gördüğü, Allah karşısında el pençe divan durduğu sürece yükselip meyve verecektir. Ancak o, büyüklük taslayıp havada uçmaya kalkıştığında ise bir gün gelecek, tepetaklak yuvarlanıp gidecektir.

Bu açıdan insan, Allah’ın kendisine olan ihsanları, nimetleri ve mazhariyetleri ölçüsünde eğilmelidir. Bu hakikati, namazdaki rükünleri düşünerek zihninizde canlandırabilirsiniz. Mesela “Allahu ekber” deyip, kemerbeste-i ubûdiyet içinde kıyama duran insan, Allah karşısındaki bu hâlini yetersiz görür; O’na doğru ayrı bir âzim ifadesi olan rükûa gider, âsâ gibi iki büklüm olur. Arkasından, “Allah’ım! Bana böyle bir ibadet imkânı verdiğin için Sana şükürler olsun. Sen, ne büyüksün! Sen, ne yücesin! Tek büyük Sen olduğuna göre bana küçüklük düşer. Fakat ben, ayaktaki hâlimle bunu ifade edemem. İşte iki büklüm oluyor ve Senin karşında eğiliyorum.” duygularıyla secdeye kapanır. Daha sonra muradını arıyor gibi başını secdeden kaldırır, âdeta kendisine açılan kapı aralığından O’na bakıyor gibi yönelip, “Hayır, bu yetmedi!” der, tekrar secdeye kapanır.

Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu, أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ  “Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir.” (Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, mevâkît 35) ifadeleriyle secdenin dışında insanın, Allah’a daha çok yakınlaşabileceği başka bir hâlin bulunmadığını ifade buyurmaktadır. Secdenin ifade ettiği bu mânâ bir şiirde şöyle ifade edilmektedir:

“Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade,

İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!”

Başarıları Kendinden Bilme Âfeti

Demek ki insan, ne kadar mütevazi, ne kadar başı yerde, ne kadar iki büklüm ise, o ölçüde Allah’a yakın olacaktır. Esasında Allah’a gönülden inanmış bir insanın başından aşağı sağanak sağanak dökülen nimetler karşısındaki genel mülâhazası budur. O, Rabb-i Kerim’inin sonsuz nimetleri karşısında tevazu ile eğildikçe eğilir, ayağını bastığı yere başını koyar, Sonsuz karşısında sıfır olduğunu ilân ve itiraf eder.

Bu açıdan kendisini dinine, ülkesine ve milletine hizmet etmeye adamış insanlar, hangi başarıları elde ederlerse etsinler, hangi konuma yükselirlerse yükselsinler hiçbir zaman elde edilen başarıları kendilerinden bilmemelidirler. Hep yüzleri yerde olmalı ve O’nun rızasından başka hiçbir beklentiye girmemelidirler; dünyevî veya uhrevî bir geri dönüşe gönül bağlamamalıdırlar. Kendilerini hak yolunda hizmete adamış insanların, yaptıkları hizmetler karşılığında, “Dünyaya ait şu işim hallolsun; rahat yaşayabileceğim bir evim olsun; çocuğum bir yere gelsin.” gibi mülâhazalara girmemeleri gerekir. Bununla birlikte onlar, yapılan hizmetleri Cennet’e girmeye veya Cehennem’den sakınmaya bile bağlamamalı, bunları Allah’ın lütfundan, inâyetinden, riayetinden ve kilâetinden beklemelidirler.

Yoksa dinine, milletine hizmet etme iddiasıyla ortaya çıktıkları hâlde keselerini dolduran, oluşturdukları havuzlara bir şeyler akıtan insanlar, hâl ve tavırlarıyla apaçık yalan söylüyorlar demektir. Yapılan hizmetleri popülizme, alkışa, takdire bağlama, müşarun bi’l-benân (parmakla gösterilen) olma maksadını takip etme, dünyevî bir kısım makamların arkasına düşme hem riyakârlık hem bencillik ve hem de Allah’a karşı saygısızca pazarlığa girme demektir. Bir lütf-u ilâhî olan başarıları ve nimetleri kendilerinden bilen, bunları kendi akıl, zekâ, fetanet ve dirayetlerine veren, bu istikamette Firavunca laflar edenlere bugün bir fırsat verilse bile yarın bu fırsat onların ellerinden alınır, burunları yere sürtülür, bugün şımarıp küstahlaştıkları ölçüde yarın mahcup duruma düşerler. Âdet-i ilâhiye böyledir, onun değiştiği hiç görülmemiştir.

Gübre Ol ki Güller Yetişsin!..

Hakikî bir mü’minin, nail olduğu bir kısım muvaffakiyetleri kendi çıkarları istikametinde kullanması veya üzerinde bülbüller ötüşüyor diye şımarıp küstahlaşması söz konusu olamaz/olmamalı. O, mazhar olduğu ihsan ve ikramlar karşısında, “Acaba ben, gülümle, çiçeğimle, yapraklarımla, kökümle yeniden bir kere daha toprağa dönüp, yeni bir kısım güllerin neşv ü nema bulması için uygun bir ortam ve zemin teşkil edebilir miyim?” mülâhazalarıyla hareket eder/etmelidir.

Üstad Necip Fazıl (makamı Cennet olsun), kendisinden bahsederken, “Beni de bir gübre kabul edin.” derdi. Onun bu sözünü hiç unutmam. Aslında kendi büyüklüğünün farkında olmasına rağmen bu mülâhazalar içinde bulunması onun tevazu, mahviyet ve hacâletini ifade etme adına çok önemlidir. İşte bir mü’min kendisine böyle bakmalıdır. O, bir gül bahçesine dönse, her tarafa ser çekse, dört bir yandan bülbüller üşüşerek onun yapraklarına konsa, onun için şarkılar ve naatlar okusa, o, tekrar yeni güllerin bitmesi adına gül yaprakları hâlinde toprağa dökülmelidir. Zira Allah’ın sağanak sağanak başımızdan aşağıya yağdırdığı nimetleri karşısında bize düşen vazife, mahviyet, tevazu ve hacaletimizi daha da derinleştirme olmalıdır. Hatta birileri, bizden bahsedip de takdirle yâd ettiğinde, biz, “Allah Allah! Ne halt karıştırdık ki bu insanlar, bizim için sövme mânâsına gelen bu övgü dolu sözleri söylüyorlar!” demeliyiz.

Ortaya konulan hizmetleri ille de esbab-ı âdiye içinde bir sebebe dayandırmak gerekirse, onu mü’minler arasındaki vifak ve ittifaka vermelidir. Cenâb-ı Hakk’ın, vifak ve ittifakı kendisine yönelmiş bir teveccüh veya nazar kabul ettiği, teveccühe teveccühle, nazara da nazarla mukabelede bulunduğu düşünülmelidir. Çünkü vifak ve ittifak, tevfik-i ilâhînin en büyük vesilesidir.

Enfâl Sûresi’nde geçen, وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلٰكِنَّ اللهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “(Allah), mü’minlerin kalblerini birbirine ısındırıp bir araya getirdi.  Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin, yine de onların kalblerini birleştiremezdin; fakat Allah onları birleştirdi. Çünkü O Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Enfâl sûresi, 8/63) âyet-i kerimesinin de işaret ettiği üzere asıl mesele Allah’ın inâyeti, riayeti ve kilâetidir. Biz, O’nunla münasebetimizi ne kadar sıkı tutarsak, O da birlerimizi bin yapar. O, bir damlaya koskocaman deryanın, bir zerreye güneşin, bir karıncaya da gergedanların işini gördürmek suretiyle büyüklüğünü ifade eder. Çünkü Allah’ın, büyüklüğünü ifade etme hususlarından birisi de çok küçük unsurları kullanmak suretiyle büyük işler yapmasıdır.

Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde sayıları otuz-kırk bini geçmeyen sahabe-i kiram efendilerimiz, o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasanî’nin hakkından gelmiş, devletler muvazenesinde önemli bir yere oturmuş ve dünyaya yeni bir nizam vermişlerdi. Üstelik onlar, her birisi bugünkü PKK’nın üç-dört katı büyüklüğündeki on bir tane irtidat hâdisesinin üstesinden gelmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), iki buçuk seneye varmayan hilâfeti döneminde, bütün bu fitneleri bastırmış ve asayişi temin etmişti. Bugün kendilerini büyük devlet olarak görmelerine ve mekanize birliklerinden bahsetmelerine rağmen, PKK gibi bir hâdisenin önüne geçemeyenler hicapla iki büklüm olmalıdırlar.

Toprakla Öyle Bütünleş ki Mezarın Dahi Bilinmesin!..

Allah bes, bâkî heves (Allah yeter, kalanı heves). Alkışa, takdire, alâyiş ifade eden sözlere ihtiyacımız yok. Kemâl-i mahviyet ve tevazu içinde Cenâb-ı Hakk’a karşı hizmet etmeli, O’nun rızasına kilitlenmeli, sonra da yeniden bir güle çekirdek olmak üzere toprağa gömülmeliyiz. Değil hayatta iken takdir edilme, gömülürken bile, “Cenazeme çok insan iştirak etsin.” şeklinde bir arzu ve beklentimiz olmamalıdır. Hatta bir yerde, “Mevtayı nasıl bilirsiniz? Haklarınızı helâl eder misiniz?” şeklindeki sözleri güft ü gû saymalı, asıl olanın Allah’la münasebeti kavi tutmak olduğunu da asla unutmamalıyız.

Silik bir insan gibi yaşamalı ve ruhumuzun ufkuna yürümeyiz. Mümkünse, çağın devasa kâmetinin dediği gibi mezarımızın bile saklı kalmasını istemeliyiz. O, “İki-üç talebemden başka, kimse benim mezarımı bilmesin.” demiştir. Allah aşkına, bu nasıl bir tevhid telâkkisidir; Allah’la ne müthiş bir irtibattır! Nitekim ruhunun ufkuna yürüdüğü günden bugüne birkaç kişinin dışında kimse onun mezarının yerini bilmemektedir. O, eserlerinde dile getirdiği fevkalâde tevazu, fevkalâde mahviyet ve fevkalâde hacâlet ilkesini bir hayat düsturu hâline getirmiş, hayatını nefye bağlı götürmüştür. (Bkz.: Şuâlar s.305 (On Üçüncü Şuâ); Emirdağ Lâhikası 1/106)

Eğer yaptığımız hizmetler neticesinde ille de bir beklentimiz olacaksa o da dünyanın dört bir yanında “ruh-u revân-ı Muhammedî”nin şehbal açması olmalıdır. Fakat bu hususta bile illâ neticeyi görelim diye ısrarcı olmamalı, meseleyi murad-ı ilâhîye havale etmeliyiz. Çünkü O’nun muradının önünde bir murat takip etmek doğru değildir. Biz isteriz, arzu ederiz ama O’nun muradını bilemeyiz. Biz istesek de bazı kömür istidatlar hidayete ermeyecektir. Dolayısıyla biz, Allah’ın (celle celâluhu) ve O’nun Şânı Yüce Nebisi’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) gönüllere taht kurması hususunda kararlı ve ısrarcı olsak da neticeyi Allah’a havale eder, O’nun hüküm ve takdirine razı oluruz.

İnsanın Kendini Keşfi ve Kullukta Derinlik

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İnsanın Allah’la irtibat ve kullukta derinleşmesinin kendini bilmesi ve keşfetmesiyle mümkün olacağı ifade ediliyor. İzah eder misiniz?

Cevap: Arapça’da اَلْعَادَاتُ لَا تُتْرَكُ “Âdetler terkedilmez.” şeklinde bir söz vardır. Bundan تَرْكُ اَلْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكَاتِ Âdetlerin terki helâkete götüren sebeplerdendir. disiplini çıkarılmıştır. Bu açıdan eğer bir mü’min illâ bir şeyi âdet hâline getirecekse, Allah’la (celle celâluhu) münasebeti adına ortaya koyması gereken ibâdet ü taatleri asla terk edemeyeceği âdetler hâline getirmelidir. Şayet insan, ibadet ü taati ve Allah’la sıkı münasebetiyle böyle bir keyfiyeti elde eder de onu vicdanının iç derinliği hâline getirebilirse, bir kısım Hak dostlarının “Bir ân huzur gaybûbeti yaşarsam ölürüm.” mülâhazasına ulaşabilir. Bunun için de onun, her an Allah’ı (celle celâluhu) görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla hareket etmesi; his, şuur ve iradesiyle sürekli O’nun hoşnutluğunun peşinde olması, gazabına götürebilecek davranışlardan olabildiğince uzak durması; mahiyetindeki sevme ve saygı duyma hislerini O’na tevcih etmesi çok önemlidir.

Böyle bir kıvam, inanan herkes için bir hedeftir, daha doğrusu bir hedef olmalıdır ama o hedefe ulaşmak için insan konum ve duruşunu sürekli gözden geçirmeli ve samimiyetle kendine şu soruları sormalıdır: “Acaba böyle bir ufku yakalama adına gerekli olan kıvamı sergileyebiliyor muyum? Bulunduğum konumu yeterli görmeyip, ‘Bir fasıl daha, bir fasıl daha!’ deyip terakki semalarında sürekli ötelere kanat çırpabiliyor muyum?”

Hakikat Mesleği ve Tevazu

Hakikat yolcusunun kalb ve ruh ufkunda seyahat ederken ulaştığı mertebeyi hiçbir zaman yeterli görmeyip sürekli daha yukarıları hedeflemesi çok önemlidir. Fakat bu sözümüzle onun, bir kısım harikulâde şeyler sergileyerek kendini ifade etmesini değil, Yüce Allah’ı (celle celâluhu) bilip tanıması ve O’nun huzurunda kendisini bir hiç olarak görmesi adına derinleşmesini kastediyoruz. Sözün gelişi insan, kendi gücüyle sadece küre-i arzın değil bütün dünyaların hareket yönünü değiştirse bile, onun Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü ve icraatı karşısında bunun bir “hiç” olduğunu görmesi ve her şeyi O’ndan bilmesi gerekir. Bu açıdan hakikat mesleğini benimseyenler, suda batmadan yürüme, havada kanatsız uçma, tayy-i mekân yaparak bulunduğu yerde otururken bir anda Kâbe’yi tavaf etme gibi harikulâdeliklere kat’iyen talip olmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, bazı veli kullarına verdiği bu türlü mazhariyetlere talip olma, hakikat mesleğinin ruhuna zıttır. Hakikat mesleğinde esas olan tevazudur, mahviyettir, nefsini yerden yere vurup kendini hep sıfır görmektir. Bu arada şunu ifade edeyim ki, bu tür mânevî makam ve payelere talip olmayan hakikat kahramanları, elbette ki kaymakamlık, valilik, vekillik, bakanlık ve benzeri dünyevî makam ve payelere de hiç talip olmazlar.

Bu ifadelerle idareye ait o makamların hafife alındığı, küçük görüldüğü anlaşılmamalıdır. Fakat talip olunan yüksek değerlerin büyüklüğü karşısında bu türlü şeylere meyletmek, talip olunan o hakikatlere bir saygısızlık olur. Yürünen bu yolda eğer “Allah rızası” denmişse, ondan daha büyüğünün olmadığı; “O’nun cemâli” hedeflenmişse, ondan daha müstesnasının bulunmadığı; Firdevs’e talip olunmuşsa, ondan daha önemli bir yerin söz konusu bile olamayacağı bilinmelidir. İnsan bir kere bu yüce gayeleri hedeflemişse, artık onlardan dönüp başka şeylere teveccühte bulunmak, onlara karşı saygısızlık olur. Evet bir hakikat eri, Resûl-i Kibriyâ’nın (aleyhi ekmeletüttehâyâ) bir kapı kulu ve âzât kabul etmez boynu tasmalı bir bendesi olmaya talip olmuşsa, Hazreti Mevlânâ’nın ifadeleriyle:

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum!

Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.

Kullar âzât olunca şâd olur;

Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”

diyerek âdeta avazı çıktığı kadar İslâm’a teslimiyetini ifade mânâsında Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) bende olduğunu haykırmışsa, bunu başka hiçbir şeyle değiştirmez, değiştirmemelidir.

“Ben” Diyene Kapılar Sürmelidir

Ama insan, kendini işin içinden çıkartamamışsa benliğine takılır kalır. Benliğine takıldığı ölçüde de o, şeytana yakın, Allah’a (celle celâluhu) uzaktır. “Ben” diyene, hiçbir zaman Allah’a giden yolda kapılar açılmaz. Her açmak istediğinde o, kapıları sürekli kapalı ve sürgülü bulur, o kapının önünde beyhude bir şekilde bekler durur. Çünkü bir yerde iki tane “ben” olmaz. Esasen “ben” demekte kibir emaresi vardır. Efendimiz  (sallallâhu aleyhi ve sellem), kapısının tokmağına dokunan sahabîye, “Kim o?” diye sorar, “Ben!” deyince, kapıyı açar.. açar ancak “Ben, ben!” diyerek de o söze karşı rahatsızlığını ortaya koyar. (Buhârî, isti’zân 17; Müslim, âdâb 38, 39) Çünkü ihtimal bu “ben” deyişte bir nevi kibir vardır; âdeta o “benim kendimi tanıtmaya ihtiyacım yok” demiş olmaktadır.

Evet sürekli “ben” deme, âdeta bir davul sesi çıkarma demektir. Malûm olduğu üzere davul, içi bomboş olduğu için ses çıkarır. Sürekli “ben” diyen kişi de kendisini bomboş, hakir bir varlık seviyesine indirmektedir. Zira içi dolu olanlar, dışarıya bir davul gibi ses vermezler. Mevlânâ Hazretleri, bu mânâda boş kimseleri, içinde bir-iki tane oyuncak türünden inci-mercan bulunan, sağa-sola döndürüldüğünde tıkır tıkır ses çıkaran kutulara; dolu insanları da içleri cevherlerle dolu olduğu için dışarıya ses ve sır vermeyen cevher kutularına benzetir.

Tevâzu, mahviyet ve hacâletin alâmeti sessizliktir. Bu duygularla hareket ederek ülkesi, milleti ve topyekûn insanlık adına sürekli plan ve proje üretmeye çalışanlar, aksiyon öncelikli insanlardır ve onların icraatları, tıpkı yıldırımların gök gürültüsünden önce hedeflerine ulaştığı gibi, seslerinin önünde yürür. Diğer yandan gösteriş ve âlâyiş, içi boş ama gürültülüdür. Dolayısıyla hayatlarını gösteriş ve âlâyiş üzerine tesis edenler, sadece boş gürültü çıkarmış olurlar. Hâlbuki esas olan, sözlerin aksiyon öncelikli olmasıdır. Nitekim Hazreti İbrahim (aleyhisselâm), وَاجْعَل لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِرِينَ “Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasip eyle bana!” (Şuarâ sûresi, 26/84) şeklinde dua ederek gelecek nesillere uzanan kalıcı hizmetler yapmayı Cenâb-ı Hak’tan istemiştir. Bu, aksiyon öncelikli bir sözdür. Onun için insan, bildiği ve yapabildiği kadar tarlaya tohumu atıp gerisini Allah’a bırakmalıdır. Ancak böyle engin bir mülahazayla hizmet etme de Allah’ı (celle celâluhu) biliyor ve tanıyor olmakla mümkündür ki O’nu (celle celâluhu) bilip tanıma ise insanın kendini, kendi konumunda bilmesine bağlıdır.

Kendini Bilmeyen Rabb’ini de Bilemez

Hadis diye rivayet edilen مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabb’ini de bilir.”  (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343) sözünde ifade edildiği gibi, fizyolojik yapısıyla, vicdanıyla ve onun dört rüknü olan irade, latîfe-i rabbâniye/kalb, zihin ve hissiyle birlikte kendini tahlil ve analiz eden insan, Rabb’ini daha iyi bilir. Bu sözün mefhum-u muhalifi alınacak olursa, “Kendini bilmeyen, Rabb’ini de bilemez.” demektir. O hâlde insanın, Rabb’ini bilmesi için kendisinin ne olduğunu bilmesi lâzımdır. Hazreti Pîr’in ifadesiyle insan, öyle mükemmel bir “fabrika”dır ki (Bkz.: Sözler s.165 (On Üçüncü Söz, İkinci Makam)) onun her parçası bir diğeriyle ciddî tenasüp içindedir. Aynı zamanda bu varlık, kâinatla da çok ciddî bir tenasüp içindedir. Mesela, insanın ağzı ve onunla yiyeceği şeyler arasında bir münasebet olduğu kadar, gözleri ve onlarla göreceği şeyler arasında da bir münasebet vardır. Hem öyle bir münasebet ki, onunla değişik tecellî dalga boyundaki varlıkları görüp seçebilir.

İnsanın âzâları arasındaki bu tenasüp, onun içinde bulunduğu kâinattaki diğer varlıklar arasında da söz konusudur. Fizikçi ve astrofizikçilerin ifadelerine göre, en uzak sistemlerin bile, yeryüzünde çok küçük görülen insanla bir alâkası ve münasebeti vardır. Ancak bu münasebeti sezip anlayabilmek için işe öncelikle yakın daireden başlamak gerekir. Mesela insan, yiyeceği maddelerle ağzının, göreceği nesnelerle gözünün münasebetleri açısından kendini tahlil ettiği zaman mutlaka Yüce Yaratan’ın varlık ve birliğini gösteren delillere ulaşacaktır. Onun için kudsî hadis diye rivayet edilen ve tasavvuf kitaplarında da yer alan bir mübarek sözde Cenâb-ı Hak, “Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin. Ey insanoğlu, Ben Rabb’im; nefsini bilen Beni de bilir.. nefsini terk eden Beni bulur… Beni bilmek için nefsini terk et; Benim mârifetimle mamur olmayan bir kalb kördür!” buyurmuştur.

Anatomik Yapıdan Ruhun Derinliklerine

Alexis Carrel, daha 1935 yılında yazmış olduğuİnsan Bu Meçhul” adlı eserinde, insan vücudundaki mükemmelliğe ve mutlaka onun bir Yaratıcısı olduğuna dikkat çekmiş, böylece önemli bir çalışmaya imza atmıştı. Her ne kadar kitabın yazarı, Türkiye’de bazılarının karalamasına maruz kalsa da söz konusu eser, insanımız tarafından okunmuş ve ondan istifade edilmiştir. İnsanlar, -hususiyle doktorlarımız- o kitabı okurken ondaki insan anatomisi üzerine yapılan tahlillere baktığında, o tahlillerin her faslında “Lâ ilâhe illâllah-Allah’tan başka ilâh yoktur.” diyeceklerdir. Zira O’nun (celle celâluhu) kudret eli olmadan insan vücudundaki o harikulâde tenasübü izah etmek mümkün değildir.

İnsan, bu şekilde kendi anatomisi ve fizyolojisi başta olmak üzere onların eşya ile irtibatlarını yani dış âlemini tanıdıktan sonra, iç âlemi de diyebileceğimiz nefsini, vicdan mekanizmasını ve içine doğanları bilmeye yönelmelidir. Zaman zaman “içe doğma” şeklinde de ifade edilen “hiss-i kable’l-vukû”ların yaşanması; mesela, insanın sabah vakti aklına gelen birisiyle ikindi vakti karşılaşması; rüyada âlem-i misal ve âlem-i berzaha ait levhaların insanın müşâhedesine sunulması ve sabah olduğunda rüyada gördüğü bazı şeylerin aynıyla, bazılarının da “tevil-i ehâdis”e vâkıf olanların tevil ettiği şekliyle zuhur etmesi gibi olaylar, onun iç âleminde yaşadığı olaylardır. Bunları sebepler çerçevesinde izah etmek de mümkün değildir. İnsan, bütün bunlardan hareketle kendi iç âleminde yolculuğunu sürdürdüğünde hem kendini icmâlî olarak bilecek, hem de Yüce Yaratıcı’nın varlığına ulaşacak ve Rabb’ini daha iyi tanıyacaktır.

Gerçek Hürriyet

Kudsî hadis diye rivayet edilen yukarıdaki sözde, “Beni bilen, Beni arar.” buyruluyor. Bu da bir önceki fasla bağlanabilir. İnsan, Yüce Yaratıcı’yı tanıdıkça, “Acaba O, benden ne istiyor? O’nun yakınlığına nasıl erebilirim, sinemi O’nun iştiyakıyla nasıl doldurabilirim? Zira sinemi O’nun iştiyakıyla doldurmak benim vazifem, O’nun da hakkıdır. Bu sinede sadece O tecelli etmeli, O’ndan gayrı her şeyi (mâsiva) çıkarıp atmalı!” diyecek ve arayışını derinleştirecektir. Fuzûlî, bu hakikati şöyle seslendirir:

“Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil;

Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?”

Evet insanın, bu şiirde işaret edildiği gibi, dünya ve içindekileri sinesinden söküp atması, sadece O’nun mülahazasıyla dolup taşması ve zihnini sürekli O’nunla meşgul etmesi lâzımdır. İnsan, bunları yerine getirdiği takdirde Cenâb-ı Hakk’ı bulmuş olacak; O da kulunun bu samimi gayretlerini karşılıksız bırakmayacak ve kudsî hadis diye rivayet edilen sözün devamında buyurulduğu gibi, onun bütün arzularını, hatta daha da fazlasını lütfedecektir. Alvarlı Efe Hazretleri bu hakikati ne güzel ifade eder:

“Sen Mevlâ’yı seven de

Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de

Hak rızasın vermez mi?”

“Ben, Ganimet İçin Müslüman Olmadım Yâ Resûlallah!”

İşte bu mertebeye eren mü’min, değişik arzu ve isteklerin vesayetine girmekten kurtularak hakikî hürriyete kavuşur. Zira merhum Seyyid Kutub’un ifadesiyle “Hakikî hürriyet, Allah’a kul olmaktan geçer.” Evet Allah’a (celle celâluhu) kul olanlar, başkalarına kulluktan kurtulurlar. O’na hakkıyla kul olmayanlar ise başları secdeye gitse bile makama, mansıba, korkuya, yuvaya, rahata, zevk u sefaya, bohemliğe, alkışa, takdire, çoluğu çocuğu adına da yalıya, villaya kulluk gibi onlarca kulluk çeşidi sergileyeceklerdir ki, herhalde cahiliye dönemi müşriklerinin bile bu kadar çok putu olmamıştır!

Evet başka şeylere kul-köle olmaktan sıyrılmanın yolu, Allah’a hakikî mânâsıyla kul olmaktan geçer. Bu konuda sahabe efendilerimizin hayatları ne güzel, ne çarpıcı misallerle doludur. Mesela askerî ve siyasî bir dâhi olan Hazreti Amr İbnü’l-Âs (radıyallâhu anh) çok geç Müslüman olmasına rağmen, bu mevzuda dinin ruhunu öylesine güzel kavramıştır ki, o anlayışa hayran olmamak mümkün değildir.

Bildiğiniz gibi Amr İbnü’l-Âs Hazretleri, Hudeybiye Sulhü sonrasında Müslüman olmak için Medine’ye gidip Efendimiz’in yüce huzuruna çıkar. Mahcubiyetinden dolayı âdeta tir tir titremektedir. Çünkü o güne kadar İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi ekmelüttehâyâ) çok kötülük yapmıştır. Fakat Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapılan hiçbir kötülüğü deftere yazmamış, onları çoktan unutmuştu. Musafaha yaparken Amr İbnü’l-Âs kendisinden geçmiş, âdeta bir cezbe hâliyle Allah Resûlü’nün mübarek elini sıktıkça sıkmış, bunun üzerine de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ne demek istiyorsun yâ Amr?” diye sormuştu. Hazreti Amr, “Kusurumu bağışla yâ Resûlallah!” diye mukabelede bulununca, Allah Resûlü ona, “Bilmiyor musun yâ Amr, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ geçmiş bütün günahları siler, süpürür ve temizler…” fermanında bulunmuştu. (Bkz.: Müslim, îmân 192; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/204) Amr İbnü’l-Âs Müslüman olduktan kısa bir süre sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu çağırmış, kendisini bir seriyye ile harbe göndereceğini ve neticesinde de ganimet elde edeceğini bildirmişti de o, “Yâ Resûlallah! Ben, ganimet için Müslüman olmadım…” demişti. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/197, 202; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 4/467)

Aynı şekilde Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), kaynaklarda ismi zikredilmeyen bir sahabî efendimize ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat: “Yâ Resûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben -boğazını göstererek- şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş, ganimeti elinin tersiyle itmişti. Neticede o, arzu ettiği gibi boğazına isabet eden bir okla şehit olup ötelere yürümüştü. (Nesâî, cenâiz 61; Abdurrezzak, el-Musannef 5/276; Hâkim, el-Müstedrek 3/688)

Yine Mekke’nin fethine kadar Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem]) karşısında yer almış olan Ebû Süfyan’ın (radıyallâhu anh) gözüne Yermûk Savaşı’nda bir ok isabet etmişti. Ebû Süfyan, çıkan gözünü avucuna aldıktan sonra diğer gözüyle ona anlamlı anlamlı bakmış, “Neye yararsın ki, yetmiş sene kendi sahibini görmedin!” diyerek yere atmıştı. (Bkz.: İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 6/158)

Bütün bu misaller,

“Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş.” (Niyazî-i Mısrî)

sözleriyle ifade edildiği üzere, insanı yetiştiren muallimin tesirini ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda bir hamlede amudî (dikey) yükselme adına da misal teşkil etmektedir.

İşte günümüzün inanan gönülleri de, kendilerine ashâb-ı kiramı örnek alıp hiçbir dünyeviliğe tâlip olmamalı; hele hele devletin herhangi bir kademesinde görev yapıyorsa, makamının kredisini kullanarak kendisine, çoluk çocuğuna, yakınlarına çıkar sağlamamalı; araba, uçak, yat, gemi.. vb. şeyler peylememelidir. Meşhur bir atasözünde denildiği gibi o sadece “Allah bes, bâki heves!” deyip Hak rızası istikametinde yürümeli, sadece O’nun rızasına tâlip olmalı; hedeflediği rızâ-i ilâhîyi, cemâlullâhı, iştiyak-ı likâullâhı ve maiyyet-i nebeviyeyi hiçbir şeye değişmemelidir. Hatta bunlardan vazgeçmesi karşılığında ona cennetler teklif edilse bile, “Allah Allah! Bunlar bende nasıl bir eğrilik gördüler ki bana rızâ-i ilâhînin, iştiyak-ı ilâhînin, ru’yet-i ilâhiyenin berisinde bir şeyler teklif ediyorlar.” diyebilme yiğitliğini göstermelidir. Yüreğini öylesine bu duygularla “lebrîz” etmeli, doldurup taşırmalı ki başka şeyleri içine almasın. Zira bunların yanında gökte uçma, suda batmadan yürüme, insanların içini okuma, çehrelerine bakarak başlarına gelecek şeyleri onlara söyleme gibi şeyler, çer-çöp denecek kadar basit kalır.

Hâsılı, kendini iman ve Kur’ân hakikatlerini i’lâya ve ruhunun âbidesini ikâme etmeye adamış insanlar, izah edilen hususlara çok dikkat etmek mecburiyetindedirler. Evet onlar, dünya ve mâfîhâ adına her şeyi ellerinin tersiyle itmeli ve فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ “Sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et.” (Hûd sûresi, 11/112) âyeti hükmünce, kendi tarz-ı telâkkilerine göre doğru bildikleri şeylere göre değil, doğruluk denilince nezd-i ulûhiyette neye karşılık geliyorsa işte o şekilde doğru olmaya çalışmalıdırlar.

487. Nağme: Ey nefis haddini bil!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

Mü’min, iddiadan uzak insandır!..

*İman, insanı iddiadan alıkoymalı. Olmayacak şeyleri iddia eden müddei, hakiki mü’min olamaz.

*Her şeyi yüzde yüz ihlas dairesi içinde, rıza hedefli ve sonuçta bir aşk u iştiyakla Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olmaya vesile sayarak yapıyorsak, yaptıklarımız bir şey ifade eder. Yoksa dağlar cesametinde yaparız da -bu mülahazalardan uzaksa şayet- boşuna samanlar üzerinde döven yürütmüş oluruz; başaksız samanlar üzerinde döven yürütmüş oluruz.

*İnsanı esfel-i sâfilîne sukuttan alıkoyacak iki zümrütten kanat: Allah’a yürekten iman ve sâlih ameldir.

*İnsan, iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak hususlarında doyma bilmemeli, hep “Daha yok mu?” demeli. Zira nâmütenâhî istikametinde seyr ü sülûk nâmütenâhîdir, bitmez.

Meyveli ağaçların dalları sarkık olur!..

*İnsan terakki edip yükseldikçe daha bir tevazu ve mahviyet eri olmalıdır. Dalları meyve ile dolu olan ağaçlar aşağıya doğru sarkarlar. Çamlar, kavaklar, meyve vermeyen ağaçlardır ki, onlar hep dik dururlar, kendilerini ifade ederler. Mü’minin namazı esasen her zaman böyle bir hususu hatırlatır.

*Allah’ın varidâtı karşısında kula düşen, eğilmek ve yüzünü yerlere sürmektir.. ama hayatın her safhasında: Kalem safhasında.. daktilo safhasında.. mastır safhasında.. doktora safhasında.. vaaz u nasihat safhasında.. hutbe safhasında.. imamet safhasında.. aktif hizmette bir eleman olma safhasında… Bir ülkeye gidiyorsunuz; Allah vüdd (gönülden alaka ve hüsn-ü kabul) vaz etmiş orada sizin için, gönüller sevgiyle sonuna kadar kapılarını -kale kapıları gibi- açıyor ve insanlar size hüsn-ü teveccühte bulunuyorlar, siz de iş yapıyorsunuz. Bir ülkeye gidiyorsunuz, orada birden bire bir iki sene içinde yüz tane okul açıyorsunuz. Bu sizin asâ gibi bükülmenizi gerektirir.

O “mış”lar Şeytanın Karbondioksit Atması

*“Gitmiştim de ben oraya.. demiştim de.. arkadaşlar da böyle yapmışlardı.” gibi bu “mış”lar var ya!.. Bunların hepsi şeytanın karbondioksit atmasıdır ve biz onları yudumluyoruz demektir hafizanallah. Evet, gitmiştik, etmiştik fakat o işleri yaratan Allah’tı (celle celaluhu).

*Hazreti Pir-i Mugan’ın ifadesiyle, birisi sana güzel bir cübbe giydirse, sen de o cübbeyle ayna karşısına dikilip kendi edana endamına bakıp kırıtsan ve “Ben çok güzel oldum, var mı benim gibi bir güzel?” desen, bu gurur olur, kibir olur. Fakat “Nerede o güzellik nerede ben, hiçbir şey yok bende!” desen, bu da nankörlük olur. Bu ikisi ifrat ve tefrittir. Bir de bu ikisinin ortası vardır; ona sırat-ı müstakim diyoruz. Orta yolu şudur: “Evet bir güzellik var fakat o güzellik bana o cübbeyle, o atlasla geldi, dolayısıyla da o güzellik o atlası bana giydirene aittir.” Bu da tahdis-i nimet olur.

*Hizmetimiz içerisinde en tehlikeli faktörlerden biri belki budur: Muvaffakiyetleri kendimizden bilmek ve gurura, kibre kapılmak. Hâlbuki Cenâb-ı Hak teveccüh sağanaklarını başımızdan aşağıya yağdırırken ve biz O’nun karşısında eğilirken, üzerimize düşen, daha bir mahviyet, daha bir tevazu, daha bir hacâlettir.

İstidraçtan kork ve kendini sıradan biri gör!..

*Tevazu, mahviyet ve hacâlet!.. “Ben yaptım.” değil, “Yaptın Allahım, yaptırdın! Kullandın.” demeli ve nimetlerin birer istidraç olabileceği endişesiyle yaşamalı.

*İstidraç, nimet şeklinde gelen, insanı Allah’tan uzaklaştıran nıkmettir.

*Mülahazalarımızı çok duru, çok temiz ve O’na karşı çok ciddi bir saygı içinde korumamız lazım. Mülahazalarımızı koruduğumuz nispette korunmaya mazhar oluruz.

*Mefkûre insanı, bütün hizmetlerinde sırf Hakk’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, muvaffakiyetleri kendisinden bilmemeli, kimseden takdir bile beklememeli ve her zaman Hazreti Ali’nin ifadesiyle “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol, kendini sıradan biri gör!” düsturuna riâyet etmelidir.

Gavs mı, kutup mu, mehdi mi?!.

*İnsanların içinde çok değişik şeyler karşısında başı dönen dengesiz kimseler vardır. Üç beş tane insana tesir edince, “Acaba gavs mı derler, kutup mu derler?” diye düşünen ve -günümüzde enflasyonu yaşanıyor- mehdi, mesih sapıklığı içinde bulunan bir sürü sergerdan var. Evet, o mevzuda aldanmamak lazım. Milyonlar arkanıza takılabilir ve gözünüzün içine bakabilirler. O zaman genel mülahazanız itibarıyla, Alvar İmamı’nın dediği gibi, “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” demelisiniz.

*İnsan övgü dolu sözlere muhatap olduğunda hemen şu hadisi hatırlamalıdır: “Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor.

*İnsanın aldanma noktalarıdır bunlar: Yazınız okunuyorsa, şiirinize kulak veriliyorsa, besteniz zevk u şevkle dinleniyorsa, Hizmet adına aktiviteleriniz takdir ve alkışla karşılanıyorsa, siz bir imtihandasınız demektir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, Allah Teâlâ, bazen hasene ile, bazen de seyyie ile imtihan eder.

Duygu ve Düşüncedeki İsi Pası Silecek İksir

*Duygu ve düşüncelerdeki isi pası silecek bir iksir varsa o da ortak akla müracaat etmek, meşveretle iş görmektir.

*Kur’ân-ı Kerîm’de istişâre, iki âyette sarâhaten ele alınır; işâreten şûrâya temas eden âyât-ı Kur’âniye ise pek çoktur. Te’vilsiz, yorumsuz açıktan açığa şûrâ ile alâkalı bu iki âyetten biri, “Bu iş hususunda onlarla istişârede bulun!” (Âl-i İmrân, 3/159), diğeri de “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (Şûra, 42/38) mealindeki fermân-ı Sübhânîdir. Bu konuda, “Meşverette bulunan pişman olmaz. İstişâre eden zarar görmez.” beyanı gibi, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sâdır olmuş pek çok güzel söz ve tavsiye de vardır.

*İnsan birileri tarafından takdir edilebilir; saf kimseler azıcık parıltı gördükleri insanları hemen kutup, gavs zannedebilirler. Önemli olan, takdir edilen insanın o övgüleri temellük etmemesi ve “ben oyum” dememesidir. Aksini düşünmek aldanmışlık olur.

Firavunları küstahlaştıran kibirdir!..

*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir:

مَنْ تَوَاضَعَ للهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

*Kişiyi imana ve kurbiyete götüren tevazuya karşılık kibir ve gurur imana girmeye mâni ve imandan çıkmaya da sebep olarak görülmüşlerdir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kalbinde zerre miktarınca kibir olan cennete giremez.” buyurarak tekebbürün kötülüğüne dikkatleri çekmiştir.

*Firavun’u küstahlaştıran kibirdir. Deccal’ı küstahlaştıran kibirdir. Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selül’ü küstahlaştıran kibirdir. Hitler’i küstahlaştıran kibirdir. Mussolini’yi küstahlaştıran, en aşağı mahluk haline getiren kibirdir. Çağdaş firavunları firavunlaştıran kibirdir, büyüklük tutkusudur, komplekstir. Onlar küçük olduklarından dolayı -bir yönüyle- Allah’ın mazhar kıldığı bir kısım nimetleri, kendi hususiyetleri, kendileri için mutlaka olması lazım gelen şeyler gibi gördüklerinden dolayı, kendini ifade etme kompleksine girmiş insanlardır.

Övülmeyi sövülme gibi kabul etmeliyiz!..

*Olgun insanlar, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radiyallahu anhü ecmaîn) gibi hareket ederler. Mesela, Hicret esnasında Kuba’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Oysa İnsanlığın İftihar Tablosu olmasaydı, ne yazardık ki biz? Bilebilir miydik kâinatın manasını, tekvini emirlerin mahiyetini, esmâ esrârını, sıfât esrârını bilebilir miydik? Zat-ı Baht nedir? Orada insanın tevakkuf etmesi gerektiğini bilebilir miydik? Cennet’e giden güzergâhı bilebilir miydik? Bütün bunları O’nun sayesinde, O’nun neşrettiği nurlar sayesinde, O’nun önümüze tuttuğu projektörlerin aydınlatması sayesinde öğrendik ve o işi öyle götürüyoruz.

*Kardeşlerimiz, övülmeyi sövülme gibi kabul etmeliler. Hazret Pir’in bir sözüyle irtibatlandırayım bunu: “Ben beni beğenmiyorum, beni beğenleri de beğenmiyorum.” Sizi takdir ettikleri zaman, belki “Bu adamlar bir çeşit hüznüzanlarını ifade ediyorlar.” demelisiniz. Eğer övgüleri vicdanımızda sövme gibi hissedip rahatsızlık duymuyorsak -hafizanallah- boynumuzun kırılması kuvvetle muhtemeldir. Hadiste ifade edildiği gibi, birisi birinin yüzüne onu methedince İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşinin boynunu kırdın!” buyurmuştur.

*İnsanız; unutabiliriz. En büyük nisyan, insanın kendi konumunu unutmasıdır; sadece bir sanat-ı ilahi olduğunu ve her türlü takdirin Allah’a ait bulunduğunu unutmasıdır.

İlmin arttıkça zühdün de ziyadeleşmelidir ki, Allah’tan uzaklaşmış olmayasın!..

*İlim hakkında rivayet edilen bir hadis-i şerifte, İnsanlığın İftihar Tablosu şöyle buyurmuştur:

 مَنِ ازْدَادَ عِلْمًا وَلَمْ يَزْدَدْ في الدُّنْيَا زُهْدًا لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا

“Dünyada kimin ilmi arttıkça zühdü de artmazsa, onun sadece Allah’tan uzaklığı artar.”

*Zühd kısaca dünya ve içindekileri kalben terk edip, yüzünü ahirete çevirmek ve gönlünü hep Allah’a müteveccih tutmak olarak anlaşılabilir. Hazreti Pir’in tarifiyle, zühd, dünyayı kesben değil, kalben terketmek; dünya bütünüyle gelse sevinmemek, bütünüyle elden gitse hiç üzülmemektir.

*Bazıları zühdü dünya ve mafihayı bütünüyle terketmek şeklinde anlamışlar. Mesela, Fuzuli’ye göre “Hikmet-i dünya vu mafiha bilen arif değil / Arif oldur bilmeye dünya vu mafiha nedir?” diyebilendir zahid. Fakat onun ötesinde gönlünü Allah’a kaptırmış, âşık-ı dilhaste vardır. “Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği / Ârif-i dilhastenin gönlündeki dildârıdır.” (Şeyh Galib)

*O’na hasta olan gönlün sahibi, her şeye O’nun emrettiği çerçevede bakar: “Eşim bir emanettir; emanet vermiş, emanete hıyanet olmaz ki! Münafıklıktır bu! Evlatlarım bir emanettir, sahibi O. Mal mülk adına verdikleri birer emanettir. Sa’y ü gayrete terettüp eden muvaffakiyet bir emanettir. Bunların hepsi O’nun değişik tecelli dalga boyunda iltifatlarıdır. Hepsi O’na aittir.” der.

*Evet, bir insan ilim açısından donanımını artırdıkça artırdı ama o istikamette dünyayı kalben terk etmediyse, o sadece Allah’tan uzaklığını artırmış olur. Sâdî de Gülistan’ında “Bir insan malumatıyla amel etmiyorsa, o cahil sayılır.” der.

“Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil!..”

*Bir insan bilgisiyle amel etmiyorsa, o bilgisini kalbinin bir derinliği haline getirmiyorsa ve malumatını aksiyona çevirmiyorsa, sırtında çok ağır bir yük taşıyor demektir. Kur’an böylelerini hımara ve kelbe benzetir ki, Kur’an’ın nezih lisanı açısından o kimselerin bu türlü resmedilmeleri, meselenin ciddiyetini aksettirmesi bakımından çok önemlidir.

*Bu açıdan, Cenâb-ı Allah’ın lütufları karşısında ister ilim, ister beyan gücü, ister yazma kabiliyeti, isterse çevreye müessir olmak, bütün bunlar sahibinden bilinirse, sırtımızda anlamsız bir yük olmaktan çıkar ve Allah’ın eltâf-ı sübhaniyesi olur. Hele öbür tarafta bunlar nasıl buutlaşır, nasıl derinleşir, farklılaşır, karşımıza ne şekilde çıkar, bunu kestirmek mümkün değil!..

*Allah Teâla bir hadis-i kudsî de şeyle buyurmuştur: “Salih kullarıma öyle nimetler hazırladım ki: ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşerden birinin hatırından geçmiştir.”

*Cenâb-ı Allah, bizlere o iman ufkuna ulaşmayı -liyakatimiz olmasa bile- lütfeylesin. Bunlar şu paye, bu paye ile değil esasen gönlünü Allah’a vermekledir. “Dervişlik dedikleri Hırka ile taç değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” (Yunus Emre)

Tevazu Kanatları Yerde Mükemmelliğin Peşinde

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Mü’minin bir taraftan iradesini son kertesine kadar kullanması ve sürekli mükemmeliyetin peşinde olması fakat diğer yandan da başarılar karşısında nefis muhasebesi yapması ve tevazuu elden bırakmaması gerektiği ifade ediliyor. Bu iki hususun arası nasıl cem edilebilir?

Cevap: Hakiki mü’min, aksine ihtimal vermeyecek şekilde Allah’a inanmış, en onulmaz hâdiseler karşısında bile ümidini yitirmeyen azim ve irade insanıdır. Bu sebeple o, bütün yolların tıkandığı durumlarda bile asla ye’se kapılmaz, hep dimdik durur ve önüne çıkan engeller karşısında kendisine yeni bir yol bulup hedefine doğru yürümeye devam eder. Zira o bilir ki Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yolsuz bırakmamıştır. Meselâ Mekke’de yaşama imkânının kalmadığı bir dönemde, Allah (celle celaluhu) Habib-i Zişan’ı için (sallallâhu aleyhi ve sellem) göklere doğru öyle bir yol açmıştır ki, enbiya-i izamın her birisi bu yolun menzillerinde O’na selâm durmuşlardır. Hatta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Cibril-i Emin dahi, “Bir adım daha atarsam mahvolurum.” demiştir.

Mükemmele Talip Olma İlahî Ahlakla Ahlaklanmanın Gereği

Evet, Allah (celle celaluhu), kendi yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yol mağduru etmemiştir. En umulmadık yerlerde bile onların elinden tutmuş ve onları sahil-i selâmete çıkarmıştır. Siz, bir kuyunun dibine düşebilirsiniz. Fakat hiç beklemediğiniz bir anda birdenbire kuyuya güçlü bir ip salınıverir ve siz de ona tutunarak yukarı çıkarsınız. Yeri gelir üç beş tane kardeşin gadr, haset ve çekememezliğine uğrarsınız. Fakat bir müddet seyr u sulûk-i ruhani geçirdikten sonra bakmışsınız bir anda Cenâb-ı Hak sizin için gönüllerde tahtlar kurmuş. Bu açıdan hangi ağır şartlarla karşılaşırsa karşılaşsın Allah’ın yardım ve inayetini her zaman arkasında hisseden mü’minler büyük işlere talip olur, o büyük işleri kendi kamet-i kıymetine göre yapma adına iradelerinin hakkını vermeye gayret eder ve böylece en mükemmel eserler ortaya koymaya çalışırlar. Zira bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlere Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmayı emretmiştir. Bu konudaki ilahi ahlak, bir ayette “الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ ” (Secde Sûresi, 32/7) diğer bir ayette “الَّذِي أَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ” (Neml Sûresi, 27/88) ifadeleriyle belirtilerek, O’nun, yaptığı her şeyi en iyi, en güzel, en sağlam, en mükemmel şekilde vücuda getirdiği beyan edilmiştir. O, ibdâ, inşâ ve ihyâ etmişse görenlere, “Dahası olmaz.” dedirtmiştir. Hazreti Pîr de, bununla ilgili olarak İmam Gazzâlî’nin şu sözünü nakletmiştir: لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Kâinatta mevcut olandan daha güzeli mümkün değildir.” Evet, kâinata kuşatıcı bir nazarla bakan ve tığını sebep-sonuç arasında götürüp getirebilen bir kimse şu itirafta bulunmak zorunda kalacaktır: “Allah, kâinatı öyle güzel yaratmıştır ki, bana bin sene ömür verilseydi ve ben, mevcudatın küçük bir parçasını inşa etmekle memur kılınsaydım, asla bunu yapamazdım.” İşte ilahî ahlak bize şunu göstermektedir: Mü’min, Allah yolunda koştururken bütün cehdini ortaya koyup işlerini en güzel ve en sağlam şekilde yapmaya çalışmalıdır.

Amellerinizi Allah’a ve Resûlüne Arz Ediyor Gibi Yapın

Mü’minin Allah rızası yolunda yaptığı işlerde mükemmele talip olmasıyla alakalı Tevbe Sûresi’nde ise şöyle buyrulmuştur:

اِعْمَلُوا فَسَيَرَى اللهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Amel edin: Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecekler. Sonra gizli ve açık her şeyi bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptığınız her şeyi bir bir sizin önünüze çıkaracak, karşılığını verecektir.” (Tevbe sûresi, 9/105) Cenâb-ı Hak, burada bir fiil ortaya koyma manasına gelen اِفْعَلُوا fiilini kullanmamış, bunun yerine اِعْمَلُوا buyurmak suretiyle mü’minlere amelde bulunmalarını emretmiştir. Amel etme ise –başka âyet-i kerimelerde sıkça “salih amel” ifadesiyle nazara verildiğinden anlaşılacağı üzere– neticesini hesap ederek belirli bir plan dâhilinde pozitif ve arızasız iş yapma demektir.

Âyet-i kerimenin devamında, amellerin Allah’ın, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlerin teftişine arz etme mülâhazası içinde yerine getirilmesi emredilmiştir. Yani bir mü’min öyle bir amel ortaya koymalıdır ki Allah, “Bu iş, işte böyle olur.” buyursun, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Barekallah benim ümmetime!” desin, mü’minler de yapılan amele baktıklarında, “Keşke biz de böyle güzel bir iş yapmaya muvaffak olsaydık!” desinler.

Söz buraya gelmişken, asıl konumuz olmasa da bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Yaptığı amellerde mükemmelliğin peşinde olan bir mü’minin amacı, başkalarının beğeni duygusunu harekete geçirip onu gıptaya sevk etmek değildir. Bilâkis o, yapılan işin hakkını vermek suretiyle rıza-i ilâhiyi tahsil etmeye çalışır. Bu açıdan böyle birisine imrenmek, ona benzemeye çalışmak, uhrevî güzellikleri elde etme noktasında ondan geri kalmamak için gayret etmek gibi düşünceler makbul olsa da, kıskançlık ve rekâbet duygusuyla meseleye yaklaşmak asla bir mü’min sıfatı olamaz.

Melekler Bizim İçin Ne Güzel Örnek!

Kur’ân-ı Kerim, melekler hakkında, لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَۤا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Onlar asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam olarak yerine getirirler.” (Tahrîm sûresi, 66/6) buyurmuştur. Yani onlar, Allah’ın her bir emrini kılı kırk yararcasına yerine getirir ve bir milim ölçüsünde bile O’nun emirlerine muhalefet etmezler. Bu özellikleri itibarıyla onlar bizim için önemli birer örnektir. Dolayısıyla mü’minler de işlerini, Cebrail (aleyhisselam) çizgisinde dengeli, yerinde ve takdir-i ilâhiye mazhar olacak şekilde yerine getirmelidirler. Gerekirse Allah’ın kendilerine ihsan buyurduğu iradenin hakkını verme ve sorumlu oldukları vazifeleri mükemmel bir şekilde yerine getirme adına göbeklerini çatlatmalı, şakaklarını zonklatmalı ve öz beyinlerini burunlarından kusmalıdırlar. Zira güzel bir sözde ifade buyrulduğu gibi, kim bir işin arkasına düşer, onu yerine getirme adına bütün ceht ve gayretini ortaya koyarsa, Allah da ona istediğini lütfeder.

Başarıyla Gelen Ağır İmtihan

Bu ölçüde bir cehd u gayret ortaya koyan bir insan Allah’ın izni ve inayetiyle hakikaten çok güzel neticelere muvaffak olabilir. Belki binler, yüz binler böyle güzel bir faaliyet etrafında kümelenerek onu yapana teşekkürler, medh u senalar yağdırabilir. İşte insan için en büyük imtihan da bu noktada başlamaktadır. Şahıs, ortaya çıkan neticeleri kendinden mi bilecek yoksa hakiki sahibine mi verecektir? Başarılar onda şükür duygularını mı tetikleyecek yoksa baş dönmesine, bakış bulanmasına mı yol açacak? Bu ağır imtihanı başarıyla geçen, nefsini terbiye istikametinde onun başına sürekli balyozlar indirip duran, mahviyet ve tevazu mülahazasına kilitlenmiş gönül erleridir. Onlar kazanma kuşağında insana kayıplar yaşatacak böyle kritik bir noktada hadlerini bilirler. Nasıl ki işin başında iradenin hakkı verildiyse, burada da vicdanlarının hakkını verir ve durması gerekli olan yeri doğru tayin ederler. Bu bakış açısına göre onlar, asla nefislerine pay çıkarmaz, “Yapan O’ydu, eden O’ydu, eyleyen O’ydu!..” der, yılandan-çıyandan kaçar gibi gurur, kendini beğenme gibi zaaflardan kaçar, yapıp ettiklerini beğenmek bir yana kendi muhasebe ufukları açısından işin eksik kalan taraflarını görür, onlara üzülür ve daha mükemmelini ortaya koyamamanın ızdırabını yaşarlar.

Biraz daha açacak olursak, hayatın değişik birimlerinde görev yapan insanlar, vazifeli oldukları alanla ilgili farklı başarılara imza atabilirler. Yaptıkları her işin üzerine mele-i alânın sakinlerinde hayranlık uyaracak ölçüde güzellik mühürleri basabilirler. Kimisi yaptığı konuşmalarla, kimisi yazdığı yazılarla, kimisi sevk ve idare kabiliyetiyle, kimisi de sanat kabiliyetiyle mükemmel işler ortaya koyabilirler. Fakat bütün bu muvaffakiyet ve zaferler karşısında hakiki mü’min, “Benim yerimde aklı başı yerinde ve vicdanı engin bir başkası olsaydı, muhtemelen çok daha mükemmel ve verimli iş ortaya çıkarırdı” der, demelidir.

Hatta farz-ı muhal onun bir parmak işaretiyle, ay ikiye yarılsa, güneşin yörüngesi değiştirilse, dünyadaki bütün insanlar yüce bir hakikat etrafında bir araya getirilse, Cibril-i Emin’in ameli ölçüsünde bir başarı sergilense yine de vicdanın sesi şunu söylemelidir: “Benim yerimde bir başkası olsaydı, kim bilir bu işi nasıl daha sağlam ve güzel yapardı! İşin doğrusu bu işler benim kirli elimden ortaya çıktığı için olması gereken yerin oldukça gerisinde, perişan, derbeder ve güdük kaldı.”

Kıyamet ve Kendini Kınayan Nefis

Mü’minin nefsini bu ölçüde yerden yere vurması niçin bu kadar önemlidir? Zira, işin sonunda kazanma kuşağında en büyük kaybı yaşama vardır. Bakın Cenâb-ı Hak, Yüce Beyan’ında

لَا أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

“Kıyamet gününe kasem ediyorum. Nefs-i levvameye kasem ediyorum.” (Kıyâme sûresi, 75/1-2) buyurmak suretiyle kıyamet gününe yemin ettikten sonra, nefs-i levvâmeye yemin etmiştir. Bilindiği üzere önem verilen, kıymetli olan şeylere yemin edilir. Kıyamet günü önemlidir. Çünkü o gün, insanların gözlerinde büyüttükleri bütün kehkeşanlar, samanyolları, güneş sistemleri Allah’ın ilm-i muhiti, irade-i müthişesi ve tasarrufat-ı azimesi karşısında herc ü merc olacaktır. O gün, her şey adeta bir saman çöpü gibi savrulup hallaç edilecektir. İşte burada kıyamet gününe yemin edilerek Allah’ın bu tasarrufat-ı sübhaniyesinin çok büyük bir hâdise olduğu nazara veriliyor.

Bunun arkasından ise nefs-i levvâmeye yemin ediliyor. Nefs-i levvâme ise, yaptığı işleri beğenmeyen, sürekli kendisini sorgulayan ve kınayan nefis demektir. Bu yönüyle o, nefis yoluyla terakkide ilk basamaktır. Bu basamağı çıkamayan bir insanın nefs-i mülhemeye, nefs-i mutmainneye, onun iki farklı kanadı olan nefs-i radiye ve mardiyyeye, hele nefs-i sâfiye veya nefs-i zâkiyeye ulaşması mümkün değildir. Nefs-i levvâme, insanı bu nefis mertebelerine ulaştıracak bir merdiven, bir helezon ve bir asansör gibidir. Bu sebepledir ki, insanın sürekli kendisiyle yüzleşmesi, meydana gelen olumsuzlukları kendisinden bilmesi, her zaman kendisini kınaması çok önemlidir.

Günahlardan Temizlenmenin En Emin Yolu

Zafer ve başarılar sonucunda ortaya çıkacak nefsanî tuzaklar karşısında nasıl bir mücadele sergilenmesi gerektiğine dair Hazreti Pîr’in yaklaşımı da oldukça dikkat çekicidir. O, bir yerde âdeta nefsini karşısına alır ve ona şöyle hitap eder: “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. إِنَّ اللهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyit ve takviye eder.’ (Buhâri, cihad 182; Abdurrezzak, el-Musannef 5/270) sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” (Bediüzzaman, Sözler s. 515 (Yirmi Altıncı Söz, Dördüncü Mebhas)) Onun nefsin tezkiye edilmesi adına ortaya koyduğu disiplin ise, nefsin tezkiye ve tebrie edilmemesidir. Buna göre kendisini kirli görmeyen, arınmaya ihtiyacı olduğunu düşünmeyen bir insan nefsini tezkiye etmiş olmayacağından müzekka da olmaz. Müzekka olmadığından dolayı da nefsin, bütün olumsuz ve negatif şeyleri kendinden bilmesi gerekir.

Eksik ve kusurları insan kendinden bilirse ne olur? Böyle bir kişi Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve O’ndan hidayet talebinde bulunur. Aynı zamanda Allah (celle celaluhu) onun bu tür mülâhazalarını, bir iç nedamet ve tevbe olarak kabul buyurur ve ona affa giden yolları açar. Bu tür mülâhazaları olmayan bir insan ise hiç farkına varmadan elli türlü hata işler ama yine de kendisini bir şey zanneder. Tıpkı günümüzün pek çok insanının lâ şey (hiçbir şey) oldukları halde kendilerini bir şey zannetmeleri gibi.  

Düşünün ki, kendi dönemindeki süper güçleri dize getiren, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar Allah karşısında el pençe divan duran, sürekli kemerbeste-i ubudiyet içinde O’na inkıyatta bulunan ve aynı zamanda günahın semt-i nasutiyetine sokulamadığı bir insan olan Hazreti Ömer, kuraklık olduğu bir dönemde bir harabenin içinde başını yere koymuş ve “Allah’ım, ne olur benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammedi mahvetme!” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamıştır. Başka bir gün kendisine, “Ey Emire’l-mü’minin, bir yağmur duasına çıksan!” dediklerinde, muhtemelen kendi kendine, “Ben kim, el kaldırıp Allah’tan yağmur istemek kim!” demiş ve böyle bir mülahazayla Hazreti Abbas’ın elinden tutup onunla bir tepeye çıkmıştır. Daha sonra da onun elini yukarı kaldırıp, “Allah’ım, bu senin Habibi’nin amcasının elidir. Bunun hürmetine bize yağmur ver!” diyerek kendini nefyedip Hazreti Abbas’ı şefaatçi kılarak isteyeceğini istemiştir. Siyer kaynakları diyor ki, bunun üzerine şakır şakır yağmur yağmaya başladı.

İşte kâmil insanın tavrı bu olmalıdır. O, yaptığı işleri mükemmel yapmanın, her zaman işin en mükemmeline talip olmanın ve iradesini son kertesine kadar kullanmanın yanı başında, yaptığı işlerde kendine göre türlü türlü eksiklikler görmeli ve sürekli kendisini sorgulamalıdır. Hazreti Ömer’e nisbet edilen bir sözde yer aldığı üzere o, sîgaya çekilecek gün gelmeden önce kendisini sürekli sîgaya çekmelidir.

Hâsılı, Zat-ı Ulûhiyet’e arz edildiğinde bir mahcubiyet duymayacağı ölçüde mükemmel iş yapan bir insanın aynı zamanda kendi kusurlarını görmesi ve “Bu işleri bir başkası daha iyi yapardı. Ben ise bunu elime yüzüme bulaştırdım.” mülâhazasıyla oturup kalkması, Allah’ın izni ve inayetiyle tepeden tırnağa onun bütün kusurlarını âdeta âb-ı hayatla, zemzemle yıkanıp arınmış hâle getirecektir.

466. Nağme: Sen Bilirsin!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Yaklaşık iki senedir artarak devam edegelen hakaretlere ilaveten, hayatını iman, din, Kur’an ve insanlık hizmetine adamış ruhları yılana/kertenkeleye benzetme talihsizliğine düşen edep mahrumu zavallılar ve “Ya biat, ya bitiririz!..” tehditleri savuran irili ufaklı gaddarlar karşısında belki bazen gerekli sabrı gösteremiyor ve hata edip kendi üslubumuza aykırı sözler söylüyoruz. Onların seviyesizliğine asla inmesek de bağlı kalmamız icap eden nezahet ufkundan da ayrılmış oluyoruz.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi dünkü sohbetinden hemen önce bazılarımızın bahsettiğimiz türden birkaç cümlesine muttali oldu. Bunun üzerine, ikindi namazını müteakip yaptığı hasbihalde bu konudaki mülahazalarını dile getirdi. Sözleri arasında şu cümlelere de yer verdi:

*Allah herkesi belli bir donanımda yaratmış; kimisi yılan, kimisi çıyan, kimisi sırtlan tabiatlı.. arkalarındaki Hâlık’a bakarak “yaratılış hikmeti” demeli ve bunların hepsini hoş görmeli.. hoş görmeseniz bile nahoş görmemeli.. aşamayıp nahoş görürseniz, o zaman da fâş etmemeli, yutkunmalı.. o bile sevaptır. “Yılan niye ısırdı?” diye öfkelenmemek lazım, tabiatının gereğini yapıyor. “Falan neden diş gösterdi?” diye kızmayın, karakterinin gereğini sergiliyor. Kur’an ferman buyuruyor: “Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler!..”

*Bağırıp çağırmaya karşı bağırıp çağırmayla, çığırtkanlığa karşı çığırtkanlıkla, terbiyesizliğe karşı terbiyesizlikle mukabelede bulunmamalı.

*Her dönemde böyle terbiyesizler, hatta terbiyesizliği zirve yapan kimseler olmuştur. Hazreti Musa (aleyhisselam) döneminde Firavun onlardan biridir. Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.

*Bir kere yalan söylemek günah-ı kebâirdir ve münafıklığın ilk sıfatıdır. Fakat umursamadan sürekli yalan söylemek küfürdür. İftira günah-ı kebâirdir; “Bundan bir şey olmaz!” diyerek iftira eden bir kimse kâfir olur. Ve böylelerinin zulüm ve küfürlerini görmeyen insanlar da onlara iştirak etmiş olurlar.

*Cezalarını Allah’ın vereceği insanlara mukabelede bulunmamak lazımdır. Siz mukabelede bulundukça Cenâb-ı Hakk’ın iki türlü muamelesi gecikir.

*Allah hidayet etsin, kalblerini yumuşatsın; gerçek insanî ufku onlara göstersin. Kime? Yılan dilini uzatıp sizi ısıranlara.. salya atanlara.. diş gösterenlere.. haşhaşî, yılan, çıyan, akrep diyenlere.. Allah kalblerine iman ilkâ etmek suretiyle, gerçek imanı, imanda itminanı ve iz’anı duyursun; hakiki mü’min olmaya muvaffak eylesin. Onun ötesinde, Allah bunu murat buyurmamışsa, başlarına bir taş mı vurur semadan, yerin dibine mi batırır… Ne var ki, böyle bir ceza geldiği zaman sadece zalimlerle sınırlı kalmaz. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Enfâl, 8/25) buyurulmaktadır.

*Allah’ın tecziye edeceği insanlarla uğraşmamak lazım. Yiğitçe tavır ve davranış, düşen insana tekme sallamamaktır. Hakiki mü’minlere, bütün dünyada iman, İslam ve millet ruhunu temsil edenlere, ruh ve mana köklerini her yana duyurmaya çalışanlara dünyanın her yanında kötülük yapmak isteyen ve “Ya biat, ya bitiririz!..” diyenler, bütün bütün mü’min olma kabiliyetlerini yitirmişlerse -hafizanallah- cezalarını Allah verecektir. Ceza vermeye kalkmayın siz. O sizin için bir günah, bir cürüm olur.

*İlle de bir şey diyecekseniz, evvela, haklarında hidayet dilek ve temennisinde bulunmalı; kalblerine Allah’ın lüyunet (yumuşaklık) atmasını dilemeli; hak, adalet, istikamet ve insana saygıya hidayet etmesini istemelisiniz. Cenâb-ı Hak bunu yapmayacaksa, Anadolu’da bazı yerlerin kullandığı ifadeyle diyeyim: Allahım Sen bilin!..

*Bize düşen vazife: Allah’ın huzuruna giderken insanî değerlere sımsıkı bağlı olarak, insanî değerleri yıpratmadan, aşındırmadan, kırmadan, onları mukaddes birer emanet olarak koruyup o hamuleyle gitmektir. Tevazu, mahviyet ve hacâlete bağlı kalmaktır.

*Beyazıd-i Bistami Hazretleri buyurur ki: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım.”

*Kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları/öndekileri körü körüne taklit imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan virüslerdir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, o büyüklüğüne rağmen, “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” diye dua ediyordu.

*Bir keresinde, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), en sadık dostu, sema ve zeminin emini Cebrâil (aleyhisselam) ile beraberken “Üç günden beri Muhammed ağzına bir lokma bile koymadı.” der. Tam o esnada semadan bir melek iner. Cibril-i Emin, inen melek hakkında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu, arz ve sema yaratıldığı günden şimdiye kadar ilk defa yeryüzüne inen bir melektir.” der. Melek, Allah Rasûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönelir ve O’na şöyle seslenir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril (aleyhisselâm), Efendimiz’e “Rabb’ine karşı mütevazi ol!” manasına işarette bulunur. Bunun üzerine O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da, “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…” cevabını verir.

457. Nağme: Aşağılık Kompleksi, Kibir ve Tevazu

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu mealdeki hadis-i kudsîyi hatırlatarak sözlerine başladı: “Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Büyüklerde büyüklüğün alameti tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresine gelince o da tekebbürdür.” tesbitine dair Asr-ı Saadetten ve günümüzden çok önemli misaller serdetti.

Tekebbür marazının ancak aşağılık kompleksine yakalanmış kimselerde görülebileceğini, gerçek büyüklerin ise mutlaka mahviyet insanları olduklarını anlatan Hocaefendi, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sürekli tekrarladığı “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” duası üzerinde durdu.

Aziz Hocamız hasbihalinin sonunda insanın çok âli bir varlık olduğunu ve hakiki mü’minin asla dünyalıklarla satın alınamayacağını vurguladı.

Muhtevasına kabaca işaret ettiğimiz ama her kelimesinin hüşyar gönüllere dokunacağına inandığımız bu sohbeti 33:34 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Nifak Marazı ve Şeytanî Atmosfer

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konuları vurguladı:

Kibir Kaynaklı Ölümcül Hastalıklar

*Gerçek Müslümanlık adına tevâzu ve mahviyet çok önemli bir esastır. Kibir, şeytanı şirâzeden çıkardığı gibi günümüzde de şeytanın avenesini ve çıraklarını yoldan çıkarmaya devam ediyor. Diğer bir ifadeyle, şeytan kendisini yoldan çıkaran kibir dinamiğini bugünkü çıraklarına karşı da kullanıyor. Onlar da kendilerini olduklarından büyük görüyorlar, büyük kabul edilmek istiyorlar, herkesten alkış bekliyorlar, “sen, sen” denmesini duymak arzuluyorlar. Evet, bu bir iç maraz, bir hastalıktır. Bir insan böyle bir hastalığa tutulmuş, bünyesine böyle bir virüs girmişse -muhakkikîne göre- dinde buna büyüklenme, kibir deniyor.

*Kibirli bir insanın iman dairesine girmesi, bir şekilde girmişse uzun süre o daire içinde kalması çok zordur. O, yerinde başını alır nifak vadilerinde dolaşır; hafizanallah, bir gün gelir tepetaklak küfür gayyâsına yuvarlanır.

*Nifak, bir yönüyle küfür ile iman arasında bir orta menzildir. Zâhiren, şeklen müslüman gibi görünürler; müslümanların yaptıklarını yaparlar; namaz kılarlar, oruç tutarlar. Fakat Allah ile münasebetleri yoktur; mağrurdurlar, kibirlidirler!

*Gurur, aldanmışlık demektir; mahiyetini görememe, bilememe, kendini tanıyamama ve menşeiyle kendini okuyamama demektir. Bunun insanın içine aksedişine “ucub” denir, “iç beğeni” diyebilirsiniz; dışa vuruşuna da “fahr” denir; böbürlenme. Bunlar İmam Gazzâlî hazretlerinin “Mühlikât” tabir ettiği “insanı helâkete götüren faktörler”dendir.

*İnsan bu türlü virüslere yenik düşmüşse, camiye gelmesi, namaz kılması da onu kurtaramayabilir. Çünkü bu marazlar başka marazlara birer çağrı, birer davetiyedir. Bunlara yakalananlar marazdan maraza sıçrayarak/geçerek bir marazlar fâsid dairesi içinde dolaşır dururlar. Sıyrılamazlar bir türlü!..

Tevazu, Mahviyet ve Hacâlet

*İster “hareket” deyin, ister “câmia” deyin, ister “cemaat” deyin; hususiyle bu meslekte yürüyenler için tevâzu ve mahviyet çok önemli bir faktördür. Hazreti Pîr üç kelime ile ifade ediyor: “Tevâzu, mahviyet ve hacâlet.” Yüzü yerde olma; kendini sıfırlama, hiç görme; aynı zamanda bir yönüyle hep bir mahcubiyet içinde bulunma, “Benden de müslüman olur mu?” mülahazasını taşıma…

*Kendini yerden yere vurmayan bir insan, dışta suçlu arar ve onları yerden yere vurmaya çalışır. Kendi konumunu belirleyemeyen ve enaniyet girdâbı içinde çırpınıp duran kimseler kusurlarını, kabahatlerini, fezâetlerini ve fecâetlerini setretmek için sun’î gündemler oluşturarak dışta suçlular ararlar. Hiç olmayacak insanları suçlar, efkârı onlarla meşgul etmeye çalışırlar. Hakikatte, yaptıkları mesâvîden sıyrılmaları mümkün değildir fakat halkın dikkatini başka noktaya çekmek suretiyle, bir yönüyle ca’lî bir sıyrılma ameliyesine kendilerini salarlar. “Böyle yapar ve sun’î mücrimler oluşturursak, milletin dikkatini onlar üzerinde yoğunlaştırmış oluruz ve bizi mesâvîmizle, densizliğimizle göremezler.” mülahazaları hâkimdir onlarda. Bütün mücrimlerde, günahkârlarda fasl-ı müşterek, ortak düşünce, ortak payda bu evsaftır.

İslam dünyasının kaderine münafıklar hâkim!..

*Belki dine, diyanete, dinin ruhuna, Allah ile münâsebete, Peygamber ile irtibata, Kur’an ile alâkaya karşı daha ziyade düşmanlık yapan en tehlikeli kimseler de camiye geldikleri halde o işi yapanlardır. Çünkü insanlar öyle bir şeyde aldanabilirler, onlara inanabilirler. Aynı safta gördüğünüz bir insan hakkında sû-i zan edemezsiniz. Onun için: “Biz ki Müslümanız, aldanırız, aldatmayız!” diyor Hazreti Pîr. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de “Mü’min, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.)” buyuruyor.

*Hakiki mü’minler gözlerini açacakları ve bu meseleyi doğru okuyacakları âna kadar, bu nifak şebekesi nifakını sürdürecek ve saf müslümanları arkalarında sürükleyip dediklerini yaptırmaya devam edecektir.

*Onun için bize, kendini yerden yere vuran insan gerek! Her gün tevâzu ve mahviyetle birkaç defa eğilen, Allah karşısında iki büklüm olan insan gerek. Övülmeyi sövülme gibi kabul eden insanlara ihtiyaç var. Hakiki mü’min, övülmeyi sövülme gibi kabul eden insandır. (…) Kalben inanmış insanın tavrı budur! Elde ettiğiniz başarıları yüzünüze söyledikleri zaman, eğileceksiniz, utanacaksınız. Mü’mince düşünce budur! Fakat günümüzde münafık çok; münafıklara aldananların sayısı onlardan daha çok. Bunlar karşısında böyle hayırlı bir hizmete muvaffak olmak da epey zor. Cenâb-ı Hak inâyetini üzerimizden eksik etmesin.

*İnsanlığın doğruyu duymaya; doğruyu hissetmeye, her şeyi doğru görmeye ve doğru okumaya ihtiyacı var. Bütün insanlığın ihtiyacı var ama bu mevzuda en çok ihtiyaç içinde olan da İslam dünyası. Çünkü İslam dünyasının kaderine münafıklar hakim!..

“Kötülüğü iyilikle ve en iyi tarzda sav!..

Soru: “Kur’an-ı Kerim’de

اِدْفَعْ بِالَّتىِ هِىَ اَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

âyetinden sonra

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

buyuruluyor.

Kötülüğü iyilikle savma mevzuundan sonra istiâze emrinin gelmesindeki hikmetleri ve bu âyetlerden anlaşılması gerekenleri lütfeder misiniz?

*Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Bu cümleden olarak şöyle buyurulmaktadır:

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ

“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

*Halk arasında yaygın olan bir söz vardır: “Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın!” Ben bu sözü biraz bencilce buluyor, değiştiriyor ve “Şerrinden korktuğun kimseye bile iyilikte bulun.” diyorum. Bir lokma ekmeğe bal kaymak koy, muhatabının dudaklarına tutuştur onu. Bir kısım şeyler geveleyeceklerse, onu yemekle meşgul olsun ve diğerini gevelemesinler.

*Soruda zikredilen ilahî beyana gelince, Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

“Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav. Biz onların, senin hakkındaki asılsız iddialarını, çirkin vasıflandırmalarını pek iyi biliriz.” (Mü’minûn, 23/96) Burada bizlere yüce bir İslam ahlakı olarak kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunma dersi veriliyor. Hani bir Türk atasözü vardır: “İyiliğe iyilik her kişinin kârı; kötülüğe iyilik er kişinin kârı!”

Rabbimiz, şeytanların dürtülerinden ve atmosferimizi kirletmelerinden Sana Sığınırız!..

*Şeytan, bir kısım kimselerin etrafında kötü bir atmosfer oluşturur; orada laubalîlik estirir, bâtılı tasvir ettirir, nefret hislerini alevlendirir ve insanın mahiyetindeki şehevî, gazabî duyguları harekete geçirir; böylece ağına düşürdüğü o şahısların bakışlarını bulandırır, başlarını döndürür. Evet, o vesveselerini sürekli üfler durur; onun insî borazanları da o üflemeleri yaldızlı sözlerle ve diyalektiklerle sese dönüştürürler. Yani vahyeder gibi seri bir ima ve işaretle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. Bu açıdan da insî-cinnî şeytanlardan gelebilecek hücumlara karşı latifelerimizi güçlendirmemiz, onlardaki nefsanî/şeytânî tuzaklara tepki gücünü artırmamız ve bu konuda Kur’an-ı Kerim’in talim buyurduğu üzere Allah’a sığınmamız gerekmektedir:

وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ

“Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından (atmosferimi kirletmelerinden) Sana sığınırım!” (Mü’minûn, 23/97-98) De: Allahım şeytanın dürtülerinden, bana bazı olumsuz sinyaller göndermelerinden Sana sığınırım. Aynı zamanda o şeytanların gelip başıma tebelleş olmalarından, onlar tarafından kuşatılıp bir sarmal içine alınmadan da Sana sığınırım.

Şeytanı Rahatsız Edip Kaçıran Ameller

*Bir günah şahsî ve zararı yalnız ferde yönelik ise, o mümkün olduğu kadar setredilir ve mücrim, ıslaha çalışılır. Fakat bir cürüm heyet-i umumiyeye zarar veriyor, toplumu temelden sarsıyor ve bütün bir milleti alakadar ediyorsa, o konuda susmak doğru olmaz. Topluma zarar veren meselelerde mutlaka ya elinle tutup engelleyeceksin veya dilinle irşat edeceksin ya da en azından kalbinle tavır belirleyeceksin. Mesela, sana selam vermek istediği zaman, yüzünü çevireceksin. Bütün bunlar, onu o zift bataklığından çıkarma adına yapılması gerekli olan farklı farklı argümanlardır.

*Şeytan, sizin mü’mince atmosferinizden rahatsızlık duyar. Ebu Hureyre hazretlerinin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Ezan okunmaya başlayınca şeytan kaçmaya durur ve kaçarken de ezanın sesini duymamak için yellenmeye benzer bir ses çıkarır. Ezan bitince tekrar döner. Kâmet okunurken tekrar kaçar; kâmetten sonra gelir ve namazda kişiyle nefsi arasına girer; ‘Şunu da hatırla, şunu da hatırla!’ diyerek ona hatırlayamadığı şeyleri hatırlatır; hatta insan o hale gelir ki namazda kaç rekât kıldığını hatırlayamaz olur.” Evet, ezan okunurken, kemerbeste-i ubudiyet içinde ‘elhamdulillah’ dediğinizde, Cenâb-ı Hak karşısında asâ gibi büküldüğünüzde, başınızı secdeye koyduğunuzda şeytan oradan kaçar.

Şeytanı Zevkten Bayıltan Hareketler!..

*Nefis, insan bünyesinde şeytanın santralidir. Şeytan sinyaller gönderir, nefis de bunları çözer. Sonra bunları insana telkin eder. Şahıs, o olumsuz şeyleri kendisinin söylediğini zanneder; oysaki onlar ilhâmât-ı şeytandır. Üstad Hazretleri buyuruyor ki: “İblisin en mühim bir desisesi, kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmektir.” Bu ikinci bir gaflettir: Birincisi, şeytanın dürtüleriyle mırıldanma, bu muzaaf bir cehalet; ikincisi de “Bunu ben yaptım, şeytan yok, nefis yok!” deme, bu da muk’ap bir cehalet.

*Kur’an-ı Kerim’in şeytanın dürtüleri konusunda vahiy kelimesini kullanmasının hikmetlerinden biri de o işe muhatap olan insanların, içlerine üflenen ve kafalarına pompalanan şeyleri ihtar ve ilham edilmiş gibi düşünmelerindendir: “Nasıl da aklıma geldi? Mesela ‘karmatî’ dedim, ‘haşhaşî’ dedim, ‘kan emici sülük’ dedim; turnayı gözünden vurdum.” Gâfil, bilemiyor ki esas birisi onu gözünden vuruyor; farkında değil. Şeytan arkasında sürekli, “Oh ne güzel tekrar ediyor bu; her dediğimi mırıldandıkça sürurdan bayılıyorum!” diyor.

Haftanın Hadîs-i Şerîfi

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

 

عَنْ أَبِي  هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

 

 مَا نَقَصَتْ صَدَقَةٌ مِنْ مَالٍ،

 وَمَا زَادَ اللّهُ عَبْدًا بِعَفْوٍ إِلاَّ عِزًّا،

وَمَا تَوَاضَعَ أَحَدٌ لِلَّهِ إِلَّا رَفَعَهُ اللهُ

***

 

Devsin Arslanı Hazreti Ebu Hüreyre (radıyallahu anh),

Fahr-i Âlem Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’ın şöyle buyurduğunu bildirmektedir:

 “Sadaka malı eksiltmez.

Allah, insanları affeden bir kulunun ancak izzet ve şerefini artırır.

Allah için mütevazı olan bir kimseyi de Allah yücelttikçe yüceltir.”

  (Sahih-i Müslim, Sünen-i Tirmizi)

 

Beşerî Zaafları Amûdî Velayet Rampası Yapmalı!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 7-8 saat önce sona eren sohbetinde şu konuları anlattı:

*Her gün kalb ve ruha yeni bir bahar yaşatmak lazım ki öteden, nâmütenâhîden gelen esintileri duyabilsin ve canlı kalabilsin.

*Ağaç canlı ise baharı duyar.

*Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz çok büyük başarılara imza attıkları halde kendilerini her zaman bir hiç  (sıfır) görmüşlerdir.

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’in mucizelerinden bir çeşidi de duasıyla zâhir olan harikalardır. Hazreti Üstad, Mucizât-ı Ahmediye Risalesi’nde bu konuda da misaller verir. Bu cümleden olarak, Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: Cuma günü Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbe verirken bir adam geldi ve “Yâ Rasûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yağmur yağmaz oldu. Allah’a dua et de bize yağmur yağdırsın!” dedi. Rasûlullah hemen dua etti, derken üzerimize yağmur yağmaya başladı. Öyle ki, az daha evlerimize ulaşamayacaktık. Ondan sonraki cumaya kadar üzerimize hep rahmet yağdı durdu. Öbür cuma, bu adam yahut bir başkası ayağa kalktı ve “Yâ Rasûlallah, bu yağmuru, bizden çevirmesi için Allah’a dua et!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allahım! Etrafımıza (yağdır), üzerimize değil.” dedi. Yemin olsun, bulutların sağa-sola parçalandıklarını, etraftakiler üzerine yağmur yağarken Medine ahalisinin yağmur altında olmadıklarını muhakkak görmüşümdür.

*Hazreti Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık oluyor. Öyle ki, insanların açlıktan ölmemeleri için yeme içme mevzuunda bir gıda nizamnamesi vaz’ ediliyor ve herkese belli ölçüde yiyecek içecek veriliyor. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) “Medine’nin en fakir insanı ne yiyip içiyor ve nasıl geçiniyorsa, benim hayat standardım da öyle olmalı!.” diyor; insanların ekseriyetinin zeytinyağına ekmek banarak beslenmeye çalıştığını öğrenince, kendisi de hep öyle yapıyor. Dahası, umumî musibeti de kendinden biliyor ve “Allahım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i açlıkla helâk etme!..” diye dua ediyor. Hazreti Ömer’in yanından hiç ayrılmayan Hazreti Eslem der ki: Eğer kıtlık bir müddet daha uzayacak olsaydı, Mü’minlerin Emiri üzüntüsünden ölecekti!.. Onu çok defa, secdeye kapanmış olarak görürdüm; sürekli gizli-açık, sesli-sessiz münâcâtta bulunur ve ağlardı. Bazen bütün bütün hıçkırığa boğulur; “Allahım! Öyle zannediyorum ki, yağmursuzluk ve kıtlık benim günahlarım sebebiyledir. Ne olur, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed’i mahvetme!” diyerek âdeta inler ve hüzünle tir tir titrerdi.

*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir ki: “Allah Teâlâ Kendisi için yüzü yerde olanı yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, işledikleri günah sonrası pişmanlıkla Mescid-i Nebevî’ye koşan, suçlarını itiraf eden ve Allah’ın huzuruna temiz olarak gitmek için cezalandırılmak isteyen Mâiz ve Gâmidiyeli kadın için şöyle böyle bir mahmil bularak, “Dön, git, Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur!” demişti. Onlara tevbe yolunu göstermiş; kendi ısrarlı talepleriyle cezalandırıldıktan sonra da biri hakkında “Öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe şu iki dağ arasındaki insanlara paylaştırılsaydı hepsine yeterdi!” demiş; diğeri hakkında da “O öyle bir tevbe etti ki, eğer haraç alan bir mü’min dahi bu tevbeyi yapsaydı, Allah affederdi!” buyurmuştu.

*Bir zaman yine uzun süre yağmur yağmamıştı, Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyordu. Halifeye müracaat edip “Ya Ömer, ümmet muztardır. Allah muztarrın duasına icabet eder. Gel, o kırık kalbinle Allah’a yalvar; bize yağmur ihsan etsin!” dediler. Hazreti Ömer büyüklüğünün alameti olan muhasebe ve mesuliyet duygusuyla, Allah’a el açmak liyakatini kendinde göremiyordu. Aklına bir şey gelmiş gibi birden yerinden fırladı, kalktı. Peygamberin amcası Hazreti Abbas’ın yanına gitti. “Ya Abbas! Sen Rasûlullah’ın amcasısın. Gel birlikte Ümmet-i Muhammed için yağmur duasında bulunalım!” dedi. Rasûlullah’ın, üzerine çıkıp halkı davet ettiği Ebu Kubeys tepesine vardılar. Hazreti Abbas’ın elinden tutup yukarıya kaldırdı ve şöyle dedi: “Ya Rabb, bu Senin habibinin amcasının elidir. Bunun hürmetine yağmur ver!” Sahabi diyor ki: “Allah bu duaya icabet etti. Daha biz aşağıya inmeden, yağmur, her tarafı kapladı.”

*İnsana düşen; kusur, hata ve günahlarının farkında olmak, ahirete temiz gitmek için -Mâiz ve Gâmidiyeli kadın gibi- hemen tevbe kurnasına koşmak ve henüz vakit varken günah lekelerini yuyup yıkamaktır.

*Yapılan iyilikler ilm-i ilâhîde ve meleklerin defterlerinde kaydedildiğine göre, insan iyiliklerinin kâtibi olmamalı; onları hafızasında tutup yer yer ima ve işaretlerde bulunmaya çalışmamalıdır. İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, günde iki yüz rekat namaz kılsa, savm-ı Davud tutsa, malının kırkta birini değil yarısını Hak yoluna verse, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır.

*Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir beladır. Hatayı söylemek doğru değildir; dinimiz hata ve günahların sayılıp dökülmesini yasaklamıştır. Fakat, bir insana -farzımuhal- “Hatalarını anlat” dense, o, çocukluğundan itibaren ne kadar sürçmesi ve tökezlemesi varsa hepsi önünde yazılıymış gibi bir bir sayabiliyorsa; bütün yanlış adımlarının ve zikzaklarının pişmanlığını her an yepyeni gibi duyabiliyorsa; hatta işlediği yeni ve küçük bir hata ile bütün eski hatalarını da hatırlıyor ve bir kere daha kendini levmediyor, hemen istiğfara yöneliyorsa, bu da çok önemli bir mazhariyettir. Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, sum’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmamak; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulamak.. en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlamak.. dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîgaya çekmek… Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duymak.. işte burada da unutmama çok önemlidir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibarıyla, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Mesela; “Allahım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka ve beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi kalbimi de günahlardan temizle. Allahım, doğu ile batının arasını birbirinden uzak tuttuğun gibi, benimle hatalarımın arasını da uzak tut.” diye dua ederdi.

Soru: Pek çok kimseyi insî cinnî şeytanların ağlarına düşüren insanın mahiyetindeki makam tutkusu, bohemlik, korku ve tama gibi boşluk ve zaaflar mutlak şer midir? Bunların götürüleri olduğu gibi getirilerinden de bahsedilebilir mi?

*İnsî cinnî şeytanların ağlarına düşme, gereken tedbirleri almamak ve onların tuzaklarına karşı açık hale gelmekten kaynaklanır. Racîm olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak kale kapılarını kapalı tutmak gibidir. Felak ve Nas Sureleri gibi sureler ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in talim buyurduğu istiâze duaları gibi niyazlarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak şeytanî ağlara takılmamanın ilk şartıdır.

*Maddî virüsler için sürekli bir değişim söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de zamana ve şahsa göre değişiklik arz edebilir. Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah’ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır.

*Bir insanda olumsuz his, arzu ve temayül ne kadar güçlüyse, bu durum karşısında o, Rabbine sığınıp iradesinin hakkını verirse, Allah (celle celâluhu) o insana, o handikapları aşması istikametinde lütuflarını katlayarak ihsan eder. Hemen herkeste şu veya bu seviyede bir kısım kötülükleri yapma hissi vardır. Meselâ, makam tutkusu, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret ve mal düşkünlüğü nüve hâlinde şöyle veya böyle her insanda bulunabilir. Ama bu hislerin bazıları bazı kimselerde daha güçlü olur. Meselâ öyle insan vardır ki, onu alıp altınların içine koysanız tek bir altına dahi elini sürmez. Çünkü onun bu mevzuda bir zaafı bulunmamaktadır. Ancak aynı kişinin hubb-u cah mevzuunda bu ölçüde sağlam bir duruş sergileyip sergilemeyeceğinden emin olamazsınız. Zira bu mevzuda bir zaafı, bir boşluğu söz konusu olabilir. Hatta bazılarında Üstad’ın Hücumat-ı Sitte’de ifade ettiği virüslerin hepsi birden bulunabilir. Şimdi bu virüslerin hükmünü icra etmek istediği bir insan, iradesinin hakkını vererek, “Ben hayvaniyet ve cismaniyet zebunu bir varlık değilim. Benim bunların yanında aynı zamanda bir kalbim ve ruhum da var. O yörüngede seyahat yapmam lâzım.” diyebiliyor; iradesinin hakkını vererek bütün o duygulara karşı kahramanca mücadelede bulunuyor ve onlara karşı koyuyorsa, ona dönen sevap çok farklı olacaktır. İşte böyle bir insanın derecesi, o ölçüde arzu ve temayülü olmayan sıradan bir insana nispeten çok daha âlî olur ve o insanı alır rampadaki füzeye binmiş gibi, amudî (dikey) bir yükselişle velilik ufkuna ulaştırır.

*Kaynaklarda, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) gözünün nuru olan bir delikanlıdan bahsedilir. O genç ismet ufkunun temsilcilerindendir. Bir tuzağa düşüp günaha karşı hafif bir temayül gösterecek gibi olunca birdenbire “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir dürtü ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahip olurlar.” (A’raf, 7/201) mealindeki ayetin diline dolandığını farketmiş; Cenâb-ı Allah’tan hayâ etmiş; gönlü Allah korkusundan hâsıl olan heyecana dayanamamış ve genç oracığa yığılıp kalmıştır. Hazreti Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona şu ayetle seslenir: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki Cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) O, sözlerini bitirdikten sonra herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: “Yâ Emire’l-Mü’minîn! Allah bana onun iki katını verdi.”

Kötülüklerle Mücadelede Mü’mince Tavır

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Zulüm ve haksızlıkları engellemede mü’mince mücadele tarzı nasıl olmalıdır?

Cevap: İslâm, bütün aşırılıklara karşı evrensel ahengi tesis edecek denge ve adalet mesajıyla gelmiştir. Kötülüklerle mücadelede de o, ne zulmü hoş görecek, ona boyun eğecek pasif ve miskince bir tavrı benimser, ne de zalimlerle mücadele ediyorum diye ayrı bir zulüm ve haksızlığa yol açacak şiddet ve aşırılığa müsaade eder. Yeri geldiğinde mü’min sarsılmaz bir kale, bükülmez bir bilek hâlinde zulüm karşısında dimdik durur, korkmadan ve geri durmadan hakkın ikamesi için elinden gelen gayreti ortaya koyar. Ama umumî mânâda o, fevkalade mahviyet ve tevazu içerisindedir, herkese karşı şefkat, merhamet ve mülayemetle muamele onun genel tavrıdır.

Mesela, ırzına, namusuna, haysiyetine, şerefine, vatanına, ülkesine, istiklaline, devletine taarruz eden mütecaviz düşmanlarla karşı karşıya geldiği zaman mü’mine düşen bükülmez bir bilek, eğilmez bir baş hâlinde orada işin hakkını vermektir. Fakat o, savaşın bitirilip sulhun talep edilmesi durumunda, hemen bir hilm ü silm insanı olarak sulhu esas alır; barış atmosferi içerisinde İslam’ın güzelliklerini yaşamaya ve yaşatmaya çalışır. Zira Kur’ân-ı Kerim’in bu konudaki emri şudur:

وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ

“Karşı taraf sulh ve barışa yönelirse, sen de yönel ve Allah’a tevekkülde bulun!” (Enfâl Sûresi, 8/61)

Mâide Sûre-i Celilesi’ndeki bir âyet-i kerimede de bir başka açıdan mü’minlerin bu özellikleri şu ifadelerle anlatılır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar.” (Mâide Sûresi, 5/54) Yani onlar, mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirir, “zillet” denecek ölçüde kardeşlerine karşı alçakgönüllülük ve mülayemetle muamele ederler. Fakat küfür ve küfran içinde olanlara karşı da onlar aziz mi azizdirler. Kat’iyen onlar karşısında serfüru etmez, asla boyun eğmezler. Akif’in şu mısraları bu mazmunu ne güzel seslendirir:

“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!”

İşte bu, izzet açısından tam prototip bir insandır. Fakat bir kere daha ifade etmek gerekirse, bu iki tavrın sergileneceği yerin çok iyi belirlenmesi gerekir.

“Yarıp da Kalbine mi Baktın?”

Meselâ kahramanlık çok güzel bir haslettir. Hazreti Halid’in (radıyallahu anh) kahramanlığına hayran olmayan yoktur. Daha üç günlük Müslüman iken sergilediği kahramanlık ile herkese dudak ısırtmıştır. Ne var ki İslam’la ilk tanışma günlerinde “Müslüman olduk!” demeyi beceremeyip, “Sâbiî olduk! Sâbiî olduk!” diyenlerin bir kısmını öldürmüş ve bir kısmını da esir etmişti. Hâdise Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) intikal edince Allah Resûlü, mübarek ellerini kaldırmış ve “Allah’ım! Halid’in yaptığından sana sığınıyorum!” (Buhârî, meğâzî 58) demiş, bu durumdan çok teessür duymuştur. Benzer bir vakada da yine O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kelime-i tevhidi söyleyen bir düşmanını öldüren Hazreti Üsame’ye (radıyallahu anh), “Yarıp kalbine mi baktın!” (Buhârî, meğâzî 45) diyerek çok ciddî ikazda bulunmuştur. İşte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadelerinde, sıcak savaş ortamında, harp meydanında bile Müslüman’ın mutlak adalet düsturuyla davranması gerektiğini anlıyoruz.

Kaba Kuvvet Yerine Akıl ve Diplomasi

Öte yandan mü’min, düşmanla mücadele adına bile olsa, her zaman kılıçla, topla, tüfekle meselenin halledilemeyeceğini hesaba katmalıdır. Bazen olur ki, siz kaba kuvvetle meselenin üzerine gittikçe, kin ve nefretleri körüklemiş, düşmanlarınızı mağdur ve mazlum durumuna düşürmüş ve böylece onlara bir sürü yandaş kazandırmış olursunuz. Neticede mevcut problem, daha da büyür ve başa çıkılmaz hâle gelir. Hâlbuki kaba kuvvetle değil de diplomasiyle işin üzerine gidildiğinde, çok daha güzel neticeler elde etmek her zaman mümkündür.

Mesela şahsen, Yavuz cennetmekânı çok severim. Hatta onu, bir ikisi müstesna, bütün padişahların önünde görürüm. Fakat kendi dar mantığımla onun bazı askerlik stratejilerini sorgulamaktan da kendimi alamam. Hazretin kendisi güçlü kuvvetli olduğu gibi, arkasında da hakikaten bükülmez bilekler vardı. O, “Ölüme gidin!” emrini verdiği zaman, gözünü kırpmadan bu emri yerine getirecek bir orduya sahipti. Karşısında da, İslâm dünyası için fitne unsuru hâline gelmiş ve Pers hırsıyla oluşmuş bir fitne devleti vardı. O da, İslâm birliği ve nizam-ı âlem mülâhazası hatırına onların üzerine gitmiş ve muzaffer olmuştu. Ama acaba kaba kuvvete başvurulacağına alternatif bütün aklî, mantıkî, diplomatik yollar kullanılsaydı günümüze kadar gelecek bazı fitne unsurlarının önü alınamaz mıydı? Bu beyanlar, benim bu konudaki tereddüdüm. Ben bu mülahazamda hata ediyorsam, o büyük ruhtan özür dilerim. Günah işliyorsam “Allah (celle celâluhû) beni affetsin!” derim. Fakat aklın, mantığın, muhakemenin ve diplomasinin önemine vurguda bulunmayı da kendi hesabıma gerekli görüyorum.

Bakın yıllardır ülkemizdeki terör hâdisesiyle başa çıkılamıyor. Otuz senedir, şiddet ve hiddetle üzerine gidilmesine rağmen problem devam edip gidiyor. Acaba bu işi önlemenin başka bir yolu olamaz mıydı? Öğretmeniyle, polisiyle, imamıyla, doktoruyla, kaymakamıyla bu insanların gönüllerine girebilseydik, iç dünyalarına açılabilseydik; onlara dağın patika yoluna mukabil liseye, üniversiteye giden şehrahları gösterseydik ve aynı zamanda başkalarının her fırsatta önlerine döktüğü paralara tamah etmeyecek ölçüde onlara imkân ve fırsatlar verseydik, problemi halledemez miydik? İşte bu da, diplomasi dilinin kullanılması demektir. Fakat çok defa kaba kuvvet, akıl ve mantığın mükemmel işlemesine mâni oluyor. “Nasıl olsa, güç kullanarak onları hizaya getiririm.” mülahazası, alternatif politika ve strateji takip etmenin önüne geçebiliyor.

Menfaat Beklentisi İçindeki “Zillet” Tevazu Değildir

Kötülüklerle mücadelede akıl, muhakeme, diplomasi, yumuşak dil ve yumuşak üslûp meselenin bir kanadını teşkil ediyorsa, meselenin diğer kanadını da güç ve kaba kuvvet karşısında hiçbir zaman eğilmemek, hep dimdik bir duruş sergilemek oluşturmaktadır. Bu açıdan zulüm ve haksızlık irtikâp edenlere karşı menfaat endişesiyle zillet tavırları içine girmek mahviyet ve tevazu ile karıştırılmamalıdır. Bu tamamen farklı bir durumdur. Maalesef hak ve hakikate çağrı adına çok önemli birer dinamik olan, kavl-i leyyin, hâl-i leyyin ve tavr-ı leyyin (yumuşak söz, yumuşak hâl, yumuşak tavır) bazı durumlarda kaba kuvvetin temsilcilerine yaranmak ve şirin görünmek amacıyla bir kılıf olarak kullanılmaktadır. Evet, bazı zayıf karakterlerin, yumuşak söz ve tavır sergilemekten maksadı, kendi itibar ve kredilerini yükseltmek, iltifat görmek veya hubb-u cah (makam arzusu) mülahazasıyla hareket ederek bir koltuk kapmaktır. Elbette ki, “Sen bu konuda riyakârlık veya münafıklık yapıyorsun!” diyerek hiçbir kimse hakkında su-i zanda bulunamayız. Hatta firaset sahibi bazı insanlar, bu zayıf karakterlerin tavır ve davranışları arkasındaki gerçek niyeti sezseler bile bunu objektif bir hükümmüş gibi ortaya koyamazlar. Aksi takdirde günaha girmiş olurlar ve bu günahın hesabını da Allah sorar. Fakat herkes ortaya koyduğu davranışları kendi vicdanında ölçüp biçip tartmalı ve kendi muhasebesini yapmalıdır.

Toplumun farklı kesimleri arasında uzlaşma, kaynaşma, paylaşma adına gösterilen bütün gayret ve çabaların insana sevap kazandıracağında şüphe yoktur. Fakat kimi zaman şahsî çıkar sağlama, makam ve mevki elde etme, değişik payeler kazanma, alkış ve takdir toplama, dünyada refah ve konfor içinde yaşama ve rahatını sağlama maksadıyla yüz yere sürülüyor, iki büklüm olunuyor ve başkaları karşısında temenna duruluyorsa bunun adı zillettir.

Toplumun Maslahatı Adına Mümaşat

Ancak problemlerin çözümünde mümaşat ve müdarat dediğimiz yol ve üslûbun da tezellülle karıştırılmaması gerekir. Mümaşat ve müdarat, insanları idare etmek, belli bir sulh zemini oluşturmak ve düşmanla kavga çıkarmamak adına takınılan tavırlardır. Hâfız-ı Şirazî, iki cihanın asayişini iki kelimenin tefsir ettiğini söyler. Bunlardan birisi, dostlara karşı mürüvvetkârâne davranmak, diğeri de düşmanları idare etmektir.(Hâfız Şirazî, Dîvân-ı Hâfız Şirazî s.4 (5. gazel)) Bu perspektife göre düşmana karşı izzetli olmak demek, her fırsatta onlarla kavga ve savaşa tutuşmak demek değildir. Hele hasım iki millet arasında güç dengesinin bulunmadığı bir yerde böyle bir maceraya kalkışmak, zayıfın kendi eliyle kendisini tehlikeye atması demektir. Bu sebeple de, kuvvet dengesinin olmadığı yerde bütün bir toplumun hukukunu koruma gayesiyle düşmanları idare etme adına yumuşak davranmada maslahat olabilir. Çünkü her türlü zararı verebilecek haset, kin ve düşmanlığı tahrik etmenin hiçbir faydası yoktur. Hem Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla meseleye bakılacak olursa, doksan dokuz tane düşmanı bulunan bir insan eğer akıllı ise herhalde bunu yüz yapmak istemeyecektir; bilakis yüz düşmanı varsa, bunu doksan dokuza indirmenin hesaplarını yapacaktır. İşte bütün bunlar müdarat kategorisi içinde mütalaa edilebilir.

414. Nağme: Hakk’a Adanmış Ruhlar

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sohbetine ecdat tarafından çokça zikredilen “Allah, tevfikini refik eylesin!” şeklindeki duayı açıklayarak başladı.

Bu duanın sevkiyle bir kere daha “adanmışlık ruhu”na vurguda bulunan aziz Hocamız şu hususlara temas etti:

*İstiğnâ ve beklentisizlik, Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşad yolunun hususiyetidir. Nitekim, Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah’ın salat ve selamı Efendimiz’in ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) hep aynı cümleyi tekrar etmiş;

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn’dir.” (Şuarâ, 26/109) diyerek, bütün peygamberlerin ortak duygu ve düşüncesini dile getirmişlerdir.

*Yâsîn Sûresi’nde anlatılan kahraman (Habib-i Neccar),

اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ

“Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) demek suretiyle, yine irşad erlerinin aynı vasfına dikkat çekmiştir. Habib-i Neccar, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken, onların hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtmiştir ki, doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri hiç mümkün değildir.

*Sen su ol, ak mecranda; içmeyen içmesin. Sen güneş ol, şualarınla başları okşa; ondan istifade etmeyenler etmesin. Sen bir ağaç ol, etrafına gölgeler sal; o gölgeye sığınmayan sığınmasın. Sen meyvedar ağaçlar haline gel, meyvelerin sarksın salkımlar halinde, yemeyen yemesin, almayan almasın. Sen bir bülbül ol, hep güle karşı şakı dur; varsın gülün yağını başkaları sürünsün, kullansın.

*Hazreti Pir; Ebu’l-Hasan eş-Şazilî, Abdülkadir Geylanî, Mustafa Sıddıki’l-Bekrî, Ahmed Rifaî, Muhammed Bahaüddin Nakşibendî, Mevlana Halid-i Bağdadî gibi büyüklerin, tesbihin her tanesine dokunduklarında bütün zerrat-ı kâinat adedince Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiklerini ve bunu vicdanlarının enginliğinde duyduklarını ifade ediyor. Hatta Allah hakkının büyüklüğü karşısında bir tesbihin O’nu ifade etmeyeceğini düşünen bu zatlar, tesbihlerini, denizlerin kumlarına, yağmurların damlalarına ve mahlûkatın soluklarına bağlıyor, öyle söylüyorlar. Hazreti Pîr, onların bu durumuna imreniyor ve onlar gibi bir tesbih tanesine dokunduğunda trilyon adet tesbihlerin içine akmasını duymak istiyor. Hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru bir gün bir has talebesine diyor ki, “Kardeşim, Allah’a hamd olsun. Ben de artık Ebu’l-Hasan eş-Şazilî ve Abdülkadir Geylanî Hazretleri gibi ‘Sübhanallah’ dediğim zaman bütün zerrat-ı kâinatı birden duyuyor gibi oluyorum.”

*Bir Hak dostu büyük vecd içinde tesbih çekiyor; Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber dedikçe kâinatın zerrelerinin de kendisiyle beraber zikrettiğini duyuyormuş. Bir aralık yanındaki talebe aklına gelmiş ve ona da işittirircesine sesini yükseltmiş. Tam o esnada Hazretin önünde manevi bir perde açılıvermiş, başka bir buud aralanmış.Bakmış ki elindeki tesbihin her tanesi bir yıldız gibi ışık saçıyor, parıl parıl parlıyor; sadece bir tesbih tanesi ise adeta simsiyah, yanık ve kupkuru görünüyor.Hazret hayretle meseleyi anlamaya çalışırken bir ses duymuş: Yıldız gibi olan taneler sırf Allah rızası için yaptığın zikirle çekilmiş olanlar; o kupkuru ve simsiyah tane ise “duysunlar, desinler, görsünler” düşüncesiyle nurunu kaçırdığın zikirden geriye kalan.

*Gönüllere girmenin yolu yumuşak sözdür. Allah Teâlâ, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’u (aleyhimesselam), Firavun’a gönderirken bile “Ona yumuşak söz söyleyin, belki düşünür ve ürperir.” (Tâ hâ, 20/44) buyurmuştur.

*Âşık Ruhsati şöyle der:

“Bir vakte erdi ki bizim günümüz,

Yiğit belli değil mert belli değil;

Herkes yarasına derman arıyor,

Deva belli değil dert belli değil.”

İşte her şeyin böylesine belirsizleştiği bir dönemde bize düşen, elden geldiğince her karanlık bucakta bir mum tutuşturmaya bakmaktır.

*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir:

مَنْ تَوَاضَعَ للهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

399. Nağme: Hor Bakma, Gönül Yıkma!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birkaç saat önceki sohbetinin çay faslından bazı satırbaşları:

*Önemli olan murad-ı ilahîyi gözetmek ve O’nun her icraatına saygı duymaktır. İstek, arzu ve tercihlerde Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu aramak; hâl, hareket, tavır ve davranışlarda O’nun rızasını kollamak; her hadise karşısında “Rab olarak Allah’tan razı olduk.” hakikatiyle soluklanmak çok mühimdir.

*Olan şeylerde O’nun iradesi dışında hiçbir şey yoktur. Bazen Cenâb-ı Hak, sizi bir yere götürmek ve bir noktaya ulaştırmak için “Hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir” (Bakara, 2/216) hakikatini tecelli ettirir. Şer gibi gördüğünüz bazı şeylerle karşılaşabilirsiniz; fakat, onların sonu lütuf ve ihsandır. Latif isminin muktezası olarak, eltâf-ı sübhaniyesini başınızdan sağanak sağanak yağdırır. Onun önünde yıldırımlar şimşekler olabilir. Fakat sonra rahmet yere iner, her taraf dilnişin bahçelere dönüşür, gül bahçeleri olur. Sonra siz o muvakkat ürperti ve korkuyu da unutuverirsiniz; sadece tatlı bir hatıra kalır nöronlarınızda, korteksinizde. Sonra nakledersiniz hikaye olarak, naklederken de ayrı bir zevk duyarsınız.

*Her şey bu günden ibaret değildir.. ve bugün olan şeylerden de ibaret değildir. Bugün olan hadiseler yarın adına çok önemli neticeleri bağrında geliştiriyorsa.. geceler bağrında nehârı geliştiriyorsa.. kışlar bağrında baharı geliştiriyorsa.. bu da Cenâb-ı Hakk’ın farklı bir telattuf tecelli dalga boyudur; çok farklı mahfazalar ve çok farklı esbab perdeleri içinde yine lütufta bulunuyor demektir. “Âbisten-i sefa vü kederdir leyal hep / Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar.” (Geceler hep sefa ve kedere gebedir / Gün doğmadan yarının rahminden neler doğar.)

*Hoş görmek lazım. Olumsuz davrananları da hoş görmek lazım. İnsan tabiatında var tepeden bakma, hor görme, küçük görme. Bazen insan dünyevî imkanlara sahip olunca, başkalarını hor görme ve onlara tepeden bakma gibi bir hastalığa mübtela olabilir. Evet, o bir virüstür. Kur’an’a gönül vermiş olan, kendisini kalbî ve ruhî hayatlarının âbidesini ikame etmeye adamış insanlar, bundan uzak durmalıdırlar.

*Bütün büyüklük imkanları, ortamı ve argümanları bulunduğu halde bile hakiki mü’mine düşen şey; fevkalade mahviyet, tevazu ve hacalettir. Allah sevmez tekebbürü. Bir kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak, “Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” buyurmaktadır. Hazreti Pir’in ifadesiyle, büyüklerde büyüklüğün alameti tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresine gelince o da tekebbürdür.

*İnsan bazen olduğundan fazla görünmek ve herkes tarafından bilinmek için, görünme tutkusuna ve gürültü çıkarma sevdasına düşebilir. Dünyevi bir beklentiye bağlı değilseniz -ki bağlı değilsiniz- kendinizi ifade etme adına herhangi bir gayrete girmemeli ve sizi kıymetinizin altına çekip götürecek o türlü şeylere tenezzül etmemelisiniz.

*Bazen de güç ve kuvvet, insanda adeta bir virüs gibi tepeden bakma ruh haleti hasıl eder. Hakiki mü’min tepeden bakmamalı ve hiç kimseyi kendinden küçük/dûn görmemelidir. İbrahim Hakkı Hazretleri, “Hiç kimseye hor bakma / İncitme, gönül yıkma / Sen nefsine yan çıkma… / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler…” der. Hiç kimseye hor bakma. Hor bakarsan sonra incitir ve gönül yıkarsın. “İş bende bitiyor” dersin. Bu duygu, insanı “Ben büyüğüm; imkanlarım, servetim, gücüm, kuvvetim itibarıyla beni dinleme, bana inkıyad etme, vesayetime girme mecburiyetindesiniz!” deme gibi yanlışlıklara sevkeder.

*Hor bakmayın, sonra incitir ve gönül yıkarsınız; yıktığınız gönül, bir manada, zıllıyet planında, O’nun arşıdır. Mü’minin kalbine “arş-ı Rahman” denilmiş; o bir “beyt-i Hudâ” olarak görülmüştür. Alvar İmamı, “Kalb-i mü’min arş-ı Rahmân’dır / Onu yıkmak vebaldir, tuğyandır.” derken; İbrahim Hakkı Hazretleri de “Dil beyt-i Hudâdır ânı pak eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.” sözleriyle ve Nâbî “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicab et!” ifadeleriyle onun kıymetine vurguda bulunmuştur.

*Allah, insana insanın kalbiyle bakar. Allah (sizin cisim ve suretlerinize değil) kalblerinize nazar eder.” fehvâsınca da, O’nun insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder.

*Mahviyet, tevazu ve hacalet, imana ve Kur’an’a kendini adamış insanların temel vasıfları olmalıdır.

*Bazen Cenâb-ı Hak, büyük devletlerin yapamadığı şeyleri, beş-on insana yaptırtıyor. Türkçe Olimpiyatları’na, açılan okullara, arkadaşların fedakârlığına bakarak, farkına varmadan -hafizanallah- bazen şahsî enaniyetle/egoizmayla bazen de aidiyet mülahazasıyla insanda kendini büyük görme gibi bir hastalık olabilir.

*“-Ci”yi de “-cu”yu da her türlü âidiyet mülahazasını kaldırıp atmak lazım. Olup biten şeyleri sadece Kur’an mâkûliyeti ve Kur’an mantıkiyetinde bir araya gelmiş insanlara Cenâb-ı Allah’ın ekstradan lütufları olarak bakmalı. Hatta çoğu zaman “Acaba istidrac mı?” korkusuyla titremeli.

*Hangimiz gece kalkıp kırk rekat namaz kılıyor, secdede uzunca iç döküyor?!. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanları karşısında bir asâ gibi bükülmeli; bu büyük nimetlerin bizi baştan çıkarmak için liyakatimizin üstünde gelen birer istidrac olması endişesiyle tir tir titremeliyiz. Yaptığımız şey küçük dahi olsa, o büyük lütuflar karşısında iki büklüm olmalı, her şeyi Allah’tan bilmeli ve herkesi kendimizden aziz saymalı, herkesi nezd-i uluhiyette kendimizden daha makbul görmeliyiz.

*“Allah’tan kork ve ma’ruftan hiçbir şeyi hafife alma!..” buyuruyor Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Kim bilir belki bazılarının ihlasla yaptığı bir zerre halis amel, sizin batmanlarla yaptığınız şeylere tereccuh eder, bilemezsiniz. Nezd-i ulûhiyette meselelerin değerlendirilmesi, tartılması, belli kriterlere tabi tutulması çok farklıdır, bizim anlayışlarımızı aşar.

*“Benim yerimde aklı başında, tamamen ihlasa kilitlenmiş bir tanesi olsaydı, insanların böyle teveccüh etmesi, imkanlarını seferber eylemesi ile herhalde küre-yi arz üzerinde fethedilmedik yer olmayacaktı; ama bu iş bize düştüğünden, böyle güdük kaldı.” mülahazasıyla dolu olmalı ve nefsimize bakan yanıyla kendimizle böyle yüzleşmeliyiz.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, Cenâb-ı Hakk’a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir:

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي.. إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahud hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.” Hâşâ, biz Nebiler Serveri’nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O’nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat, O’nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, kendini yerden yere vurma, meseleyi nefsin yetersizliğine bağlama ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığınma adına çok önemli ikazlar almış oluruz.

*Bir parmak işaretiyle kameri iki şakk eden Sultanlar Sultanı, mutlak manada İnsan-ı Kâmil, “Zaafımı Sana şikayet ediyorum.” diyor. Bize düşen şey: O’nun arkasında bulunmanın hakkını vermek; fevkâlade mahviyet, fevkâlade tevazu ve fevkâlade hacaletle hareket etmek; yapılan şeylerin istidrac olabileceği korkusuyla tir tir titremek; “Allahım, bize bizden evvelkilerin emanetiydi, bizim buradaki densizliğimize binaen bunu bizim elimizden alma; gelecek nesillere, emin ellere bunu devredelim ve sonra dünyadan bu mevzuda nam, nişan, şöhret, mal, menal adına hiçbir şey kazanmamış olarak ruhumuzun ufkuna yürüyelim.” mülahazasını hep canlı tutmaktır.

351. Nağme: Gaybın Son Habercisi (sallallahu aleyhi ve sellem)

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “…Ve Gaybın Son Habercisi” başlıklı makalesinde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i anlatırken şöyle diyor:

“Fevkalâde asalet, necâbet ve Hak’la münasebetin hâsıl ettiği, herkesin başını döndüren o müthiş mehâbetine rağmen, zıtları bir arada yaşıyor gibi öylesine mütevaziydi ki; az önce arz edilen hususiyetleri görmeyenler O’nu âhâd-ı nâstan biri sanırlardı. Arkadaşlarının onca tazim ve saygısını görmezlikten gelerek onlarla aynı zeminde bulunur, aynı sofrada yemek yer; farklılık ve hususiyetlerini bir namus gibi setreder ve yanında bulunanları, tabiatındaki mehâbet, haşmet ve mehâfetle bunaltmamak için yer yer cemâlî tecelli dalga boyundan, ibret, ders ve nükte edalı mülâtefelerle rahatlatır; izzetini tevazu ile süsler; mehâbetini şefkatle tadil eder ve nâsûtî rengini öne çıkararak o şeker-şerbet konumuna ayrı bir halâvet katardı.”

Çay faslında “Gaybın Habercisi” unvanının letafetine işaret edip orada Efendimiz’in kendi hususiyetlerini bir namus gibi setredişinin nazara verildiğini hatırlattık. Bunun üzerine,

“O’nun hakkında söylenen sözler, söyleyenin güzellik döktürmesine verilmemeli. O Güzeller Güzeli hakkında başka şey söyleme imkanı olmadığından o sözlerin güzel düştüğü düşünülmeli!”

tesbitiyle başlayan 07:29 dakikalık çok enfes bir hasbihal dinledik.

Kıymetli Hocamız özellikle şu hususları dile getirdi:

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz, insanların hatalarını yüzlerine vurup onları mahcup etmezdi; gördüğü kusurları bütün cemaate hitap ederek dile getirir; böylece hiç kimseyi rencide etmeden nasihatten herkesin kendi nasibini almasını sağlardı.

*Rehber-i Ekmel Efendimiz bir münasebetle “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin olsun ki, Musa (aleyhisselam) çıkagelseydi, siz de ona ittiba edip beni bıraksaydınız, doğru yoldan sapıtmış olurdunuz. Eğer Musa (aleyhisselam) hayatta olsaydı ve benim nübüvvetime yetişseydi, muhakkak ki, o da bana tabi olurdu!” buyurmuştur. Efendimiz’in bu türlü ifadeleri bazı yanlış düşünceleri tashih etmek içindir ve tebliğ misyonunun gereğidir; yoksa O her zaman çok mütevazidir.

*Mazhariyetlerinin onda biriyle görünen birisi varsa, o İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’dir.

*Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) peygamberliğinin gereği olarak sadece mükellefiyetlerimizle alakalı olan hususları ifade etmiş ve ortaya koymuştur; yoksa O’nun Rabbi ile arasında öyle sırlar vardır ki, Alvar İmamı’nın ifadesiyle, şayet evliya, hatta sıddîkîn O’nunla Allah arasında olan şeyleri duysalar araya kılıç girerdi.

*Herkesin Allah’la alâka ve irtibatına göre, kulluk tavrı da, Hakk’ın muamelesi de farklı farklıdır.. ve aşağıdakiler, bir üsttekilerin Hak’la münasebetini ve Hakk’ın da onlarla muamelesini bilemezler. Ezcümle, avam halk, erbâb-ı basîret dediğimiz havâssın Hak’la irtibat ve alâkasını, Hakk’ın da onlarla muamelesini bilemedikleri gibi, havâss da, ehass-ı havâssın Hakk’a teveccüh ve tahsis-i nazarlarını, Hakk’ın da onlarla değişik mevârid ve mevâhib muamelesini bilemez; ehass-ı havâss da, Hakk’ın mükerrem ibâdı “muhlasîn” ve “mustafayne’l-ahyâr” dediğimiz mukarrabîn ve Akrabü’l-mukarrabîn’in esmâ ve sıfât ötesi Hazreti Zât’la olan irtibat derinliklerini ve O’nun da bu seçkinlere özel teveccüh ve ekstra muamelesini bilemezler; bilseler, “araya kılıç girer.”

*Hazreti Üstad, tevazu ve tekebbür adına bir ölçü ortaya koyuyor: “Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.” İşte mü’minin kendi hakkındaki düşüncelerini bu esaslar belirlemelidir.

 

342. Nağme: Büyüklük Ölçüsünde Tevazu ve Hep Talebe Kalmak

Herkul | | HERKUL NAGME

Can dostlar,

Bu sohbette, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sorduğumuz şu sualin cevabını bulacaksınız:

“Tevazu makalesinde, ‘Allah’a karşı yer ve konumunu belirlemiş olanlar, dinî hayatlarında da, halkla münasebetlerinde de, hususî murakabelerinde de hep muvazene içindedirler.’ deniliyor. Burada nazara verilen muvazene nasıl anlaşılmalıdır?”

Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce ve bu tesbiti benliğine tam mâl etmesi gerektiğini anlatan muhterem Hocamız, Allah’a kul olduğunun şuurunda bulunan insanların, O’ndan başka hiç kimseye kulluk yapmayacaklarını ve hiçbir güç karşısında boyun eğmeyeceklerini ifade etti. Bununla beraber, Hakk’a kulluğun manasını anlamış olgun insanların, halkla münasebetlerinde de mütevâzi, mahviyet içinde ve dengeli olacaklarını belirtti.

Hak karşısındaki konumunu belirleyebilmiş insanların dine karşı da tevâzu ve mahviyet içinde olacaklarını; onun ne menkûlüyle ne de mâkûlüyle hiçbir çelişki yaşamayacaklarını dile getiren Hocaefendi, öyle bahtiyarların, Rasûlullah tarafından tebliğ edilen, bilhassa temsil edildiği bilinen hiçbir meseleye, akla, kıyasa, zevke, siyasete -aslında, dinin ruhunda müstakim akla, sahih kıyasa, selim zevke, şer’î siyasete aykırı hiçbir mevzu yoktur- muhalif görseler bile karşı çıkmayacaklarını; taabbüdi meselelerde emre itaatteki inceliği kavramış olarak hareket edeceklerini vurguladı.

Mütevazi insanların, Abdullah bin Ömer hazretleri gibi, fevkalade bir dirayet ve kiyaset sahibi olmanın yanı başında dinin emirlerine uyma mevzuunda da “Bu adamın aklı hiçbir şeye ermiyor!” dedirtecek kadar safiyane davrandıklarını anlatan Hocamız, bu konuyu açıklama sadedinde Hac’da şeytan taşlama esnasındaki mülahazalarını seslendirdi.

Hak karşısındaki konumunu belirleyemeyen bir insanın zamanla “hadim” ve “talebe” olduğunu unutup hakim ve mürşid tavrına girebileceğini; böyle bir haddi aşmışlığın da insanı felakete sürükleyeceğini önemle ifade eden Hocaefendi, Hazreti Üstad’ın talebesi Albay Hulusi, Ahmet Feyzi, Tahiri Mutlu ağabeylerimizi “fevkalade büyüklükle beraber fevkalade tevazuu şahsında cemetmiş” insanlara misal olarak anlattı.

Türkçe Olimpiyatları boyunca kendi adı anıldığında hemen istiğfara yöneldiğini belirten Hocamız, yapılan güzel işlerde kendi payının da bulunduğuna dair mülahazalar uzaktan göründüğü zaman bile Allah’tan mağfiret dilediğini ve günde belki beş yüz kere istiğfar ettiğini, dahası her defasında bir kere estağfirullah demeyi de yeterli görmeyip “Bin bin, bir milyon estağfirullah ya Rabbi!” dediğini anlattı.

Hocaefendi sohbetin son kısmında “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde yegane bilendir.” (Mâide Sûresi, 5/54) ayetini hatırlatarak, çok temkinli yaşamamız gerektiğine dikkat çekti.

“Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a imanınız tamdır.” (Âl-i İmran, 3/110) mealindeki ayet-i kerimeyi hatırlatan kıymetli Hocamız, başkalarına iyiliği emredip onları kötülükten sakındırma manasına gelen “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” vazifesinin her Müslüman’ın yapması gereken bir mükellefiyet olduğunu; bu itibarla da sürekli sohbet-i Canan peşinde bulunarak birbirimize tevazu ve mahviyet hayırhahı olmamız lazım geldiğini vurguladı.

Özetlediğimiz konuların geniş açıklamasını ihtiva eden günün nağmesini 16:26 dakikalık sesli ve görüntülü dosyalar halinde arz ediyoruz.

Muhabbetle…

Tevazu ve Tekebbür

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ عَمْروٍ بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

مَنْ تَوَاضَعَ لِلّهِ رَفَعَهُ اللهُ

وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

* * *

Hazreti Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anh), İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Yüzü yerde olan mütevazi kimseyi Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine geçirir.”

(Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 5/139; Beyhakî, Şuabü’l-İman, 6/297; Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, 1/219; biraz farkla; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/76)

 

Tevazu ve Tekebbür

Alçakgönüllü ve yüzü yerde olma gibi manalara gelen tevazu, büyüklenme ve caka satma gibi manalara gelen tekebbürün zıddıdır. Tevazu, Allah Teâlâ’nın sevip razı olduğu en güzel hasletlerden birisi olduğu için Kur’an-ı Kerim’de;

وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ

“Mü’minler için tevazu kanatlarını yerlere kadar indir.” (Hıcr Suresi, 15/88) buyrulmuştur. Yine, Allah’ın (celle celâluhû) sevdiği mü’minlerin özelliği Kur’an-ı Azîm’de şöyle anlatılmıştır:

أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ

Onlar, mü’minlere karşı mütevazi ve alçakgönüllü, kafirlere karşı da izzetli ve onurludurlar.(Mâide Suresi, 5/54)

Hak dostu kâmil zâtlara göre tevazu; Allah’a yakın olabilmenin ilk şartlarından sayılmış, Kur’ân hizmetinin ve sahabe mesleğinin esasları arasında da tevazu, mahviyet ve hacâlet ilk sıralarda kabul edilmiştir. Bu hakikat, bir hadiste şöyle dile getirilmiştir: “Allah bana, tevazu ve mahviyet içinde bulunmanızı.. ve kimsenin kimseye karşı fahirlenmemesini, böbürlenmemsini emretti.” (Müslim, cennet 64; Ebû Dâvûd, edeb 48; İbn Mâce, zühd 16)

Gönül erlerinden Bayezid-i Bistâmî Hazretleri, bütün gücünü kullanarak Allah’a tam otuz yıl ibadet ettikten sonra alem-i gayptan şu nidayı işittiğini söylemiştir: “Ey Bayezid! Cenab-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen Allah’a ulaşmaksa, O’nun kapısında kendini küçük gör ve amellerinde ihlaslı ol.”

Kişiyi imana ve kurbiyete götüren tevazuya karşılık kibir ve gurur imana girmeye mâni ve imandan çıkmaya da sebep olarak görülmüşlerdir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (salallahü aleyhi ve sellem) “Kalbinde zerre miktarınca kibir olan cennete giremez.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir) buyurarak tekebbürün kötülüğüne dikkatleri çekmiştir.

Tekebbür, Kur’an-ı Kerim’de şeytanın vasfı olarak anlatılmış ve mü’minler İblis’in kötü akıbetinden ibret almaya çağrılmışlardır:

فَسَجَدُوا إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ

“İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis ise bundan kaçındı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara Suresi, 2/34)

Allah Teâlâ bir hadis-i kudsîde ise tekebbürün zararını kullarına şöyle haber vermektedir:

الْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ

“Kibriyâ (büyüklük) benim ridâm, azamet (yücelik) ise benim izârımdır. Kim benimle bunlar hakkında yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse onu cehenneme atarım.” (Sünen-i Ebî Dâvûd; Sünen-i İbn-i Mâce)

Hak aşığı sadık kullarda büyüklüğün alameti tevazu ve mahviyet, küçükler insanlarda küçüklüğün emaresi de tekebbür ve enaniyettir. Bu yüzden, insanlar nazarında büyük görünmek isteyen birisi, Allah katında küçülür. Allah’ın rızasını hedefleyen, O’na karşı edeple kulluk edip O’nun kullarına karşı mütevazi ve mülayim olan birisi de hem Allah katında hem de insanlar nazarında sevimli ve değerli olur.

“Size ateşin kendine ilişmeyeceği kimseyi haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve mülayim insanlara dokunmaz.” (Tirmizî, kıyâmet 45; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/272)

Hz. Ömer (radıyallahü anh), bir gün minber üzerinden insanlara şöyle seslenmiştir: “Ey insanlar! Mütevazi kimseler olunuz. Şüphesiz ki ben, Allah Rasülü’nden şunu işittim: ‘Kim alçak gönüllü olursa, Allah onu yükseltir. Aslında o, kendini küçük görmektedir ama halkın gözünde asıl büyük olan da odur. Her kim de kibirlenirse, Allah onu yerin dibine batırır. Kendini büyük zanneden bu kişi, insanlar nazarında çok küçüktür.” (el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/219; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 8/172)

Cenab-ı Hakk’ın halis kulları kendilerini hep sıradan bir insan olarak görmüş ve düz bir insan görünümünde yaşamışlardır. Hatta onlar çok defa kendilerini çukurlar içinde yaşıyor kabul etmişlerdir. Nitekim Hz. Âişe annemize “Bir insan ne zaman kötü birisi olur?” diye sorulduğunda; “Kendisini iyi bir insan zannettiğinde.” diye cevap vermiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken diğer önemli bir husus ise mütevazi olayım derken, tevazu yapma yanlışlığına düşülmemesidir. Mütevazi kimse fıtrî olarak davranır ve amelinde Allah rızasını takip eder. İnsanlara da Allah’tan ötürü sevgi ve saygı duyar. Tevazu yapma yapmacıklığına girenler ise ihlastan yoksun ve gayr-i tabiidirler. Amellerini insanlara beğendirmek için çalıştıklarından faydasız yere çok yorulurlar.

Bahsimizi Alvarlı Efe Hazretlerinin bir beytiyle noktalayalım:

“Su gibi yerlere yüzler kim sürer, insan olur.

Yerdeki yüz daima şayeste-i ihsan olur.”

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُتَوَاضِعِينَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ