Posts Tagged ‘Tevekkül’

Cuma Hutbesi: Mübarek Bir Coğrafyanın Gurbet Yılları

Herkul | | Cuma Hutbeleri

Tuhaf bir dönemden geçiyoruz; ışık karanlıkla iç içe, gece gündüzle at başı; bir yanda yığın yığın ölüme sürüklenenler, diğer yanda İsrafil sûru almış gibi dirilenler; bir tarafta bahar meltemleri üfül üfül, öbür yanda her şeyi kırıp geçiren fırtınalar.. bir bakıyorsun güllerin, çiçeklerin arasında boy boy dikenler ve her yanda bülbül nağmelerine inat saksağan çığlıkları; bir de bakıyorsun, her tarafta kızaran güller ve güller üzerinde şakıyan bülbüller. İlhad hezeyanları iman soluklarıyla yan yana, inkâr ulumaları ikrar âvâzeleriyle iç içe. Yer yer gelip kulaklara çarpan söz şeklindeki hırıltılarla ürperiyor; zaman zaman da gönüllerde ninniler gibi duyulan altın seslerle dinleniyoruz. Evet, dört bir yanda diken tohumları saçanların haddi hesabı yok; herkese ötelerin turfanda meyveleriyle ziyafet çekenlerin sayısı da onlardan az değil. Zannediyorum bunca zıt şey, şimdiye kadar hiçbir zaman bu kadar birbirine yakın olmamıştı.

Yıllar var ki bizler, Atlantis’in yetim çocukları gibi gönüllerimiz hep o yitik ülkenin hasretiyle inim inim ve gözlerimiz üst üste gurûblarla kararan o meş’um ufuklarda sabahladık, akşamladık. Bazen sarsıldık, bazen de kaybettiğimiz değerlerin, tıpkı askerden dönenler gibi dönüp geleceği ümidiyle canlandık ve coştuk. Şu anda da, bazen tüllenen güzellikler ümitlerimize bir şeyler fısıldıyor; arkadan bir tipi-boran esip geliyor ve berdülacûz gibi her tarafı kasıp kavuruyor. Bazen yapılanlar yıkılıyor; yıkılmayanlar da üst üste sarsıntılar yaşıyor.. ve hep böyle tâli’sizce devrilenlerin yerini yiğitçe koşanlar alıyor.

Bizler, olup biten bütün bu şeyleri, Allah’ın ekstra lütuflarına ve özel teveccühlerine bağlayarak yer yer seviniyor, zaman zaman da değişik olumsuzluklar karşısında buruklaşıyor ve inkisarlarla kıvranıyoruz; inkisarlarla kıvranıyoruz, pişip olgunlaştığını sandığımız çiğleri ve çiğlikleri gördükçe ve inkâra, ilhada kilitlenmiş ruhların kabalık ve bağnazlıklarını, dostların vefasızlığını, yakın durup uzak görünenlerin tuhaf tavırlarını, sürekli yüzüp gezen hercâî gönüllerin kararsızlığını düşündükçe. Nasıl olmuştu da, geçmişi o kadar sağlam, mânâ kökleri o kadar mükemmel bir millet, içlere burkuntu şu eğri büğrü düşünce ve eğri büğrü hâliyle böyle bir çelişkiler toplumu hâline gelebilmişti! Nasıl olmuştu da anlayamamıştık ruhumuzu Mefisto’ya sattığımızı ve gönlümüzü tenimize kurban ettiğimizi! Hatta ruhumuzun ağzına gem vurup cismaniyetimizi şahlandırdığımızı; Allah’a başkaldırıp alnımıza isyan damgası yediğimizi..!

Maalesef millî karakterimizle telifi imkânsız bir aymazlık içine girmiştik ve göremiyorduk olup bitenleri; göremiyorduk da milletçe her gün biraz daha kaddimiz bükülüyor, biraz daha kamburlaşıyor, üst üste kırılmalar yaşıyor, yer yer yıkılıp enkazlaşıyor ve peşi peşine bu kırılıp yıkılmalarla millî ruhumuzun rengi, deseni değişiyor, derken ufkumuz daralıyor, çehrelerimiz kararıyor, düşüncelerimiz yamuk-yumuk hâle geliyor ve sözlerimiz tamamen hezeyana dönüşüyordu; dönüşüyordu ama, biz farkında değildik bu ürperten değişimin.

Gün geldi, bu iç içe fezâyi ve fecâyi ile millî konumumuza yakışır duruşumuz bütün bütün bozuldu; birlik, beraberlik ruhunda kırılmalar başladı.. toplumu teşkil eden fertler, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi şuraya-buraya saçıldı.. bunu, sağda-solda sun’î gruplaşmalar takip etti.. gruplar arasında kinler, nefretler körüklendi ve herkes birbirinin kurdu hâline geldi. Zamanla toplum bütünüyle çirkinleşti ve o dırahşan çehrelerin yerini simsiyah simalar aldı.. her yanda kapkara sesler yükselmeye başladı.. ardından da kitleler birbirini yemeye, sistem de hepsini birden ezip öğütmeye koyuldu. Artık her yanda duyulan ya zalimlerin “hayhuy”u ya da mazlumların âh u efgânıydı. Bütün bunlar oldu, oluyor ve bundan sonra da olacağa benzer. Böyle bir durumun çok acı ve üzücü olduğunda şüphe yok; ancak, bundan daha acısı da, bu üzücü ve ezici duruma çare bulma yolunda beklediğimiz, o sineleri heyecanla dopdolu büyük muzdarip ve çilekeşlerin ağızlarına fermuar vurulmasıydı.

Mevcut manzaradan şikâyete hakkımızın olmadığı muhakkak; ne var ki olup bitenleri görmezlikten gelmenin de, Müslümanlıkla, milliyetperverlikle telifi imkânsız. Ama ne acıdır ki, kökü çok eskilere dayanan çarpık bir anlayışla biz, dini, diyaneti tamamen kendimize benzettik.. milliyet ruhunu da hevâ ve heveslerimize feda ettik.. aklın sahasına giren şeyleri akla, aklı da kalb ve ruhun yedeğinde meâlîye tevcih edip gönüllerimizi mârifetle mamur kılacağımıza; basiret, irade, şuur, his, idrak ve latîfe-i Rabbâniye… gibi iç ve dış duyularımıza sırtımızı dönerek maddî-mânevî her iki âlemi de kararttık. Gayri her gün, ayrı bir şaşkınlık içinde farklı bir yöne yöneliyor; her gün değişik bir kısım fantezilere takılıyor ve dur-durak bilmeden mihraptan mihraba koşuyoruz. Konuşup bir şeyler anlatmaya çalıştığımızda da, nefeslerimizi tutup suskunlaştığımızda da sürekli hatalar yapıyor ve sürekli yeni arızalara sebebiyet veriyoruz; sebebiyet veriyor ve muttasıl aynı hataları tekrar edip duruyoruz. Derlenip toparlanamıyor, bir türlü hedefe kilitlenemiyor ve sağlam bir tevhîd-i kıble mülâhazasıyla “Yâ Hak” deyip gönülden O’na yönelemiyoruz.

Düştüğümüzün farkında değiliz, hiç olamadık da; doğrulma yönündeki azmimiz ise süreksiz. Düşüncelerimiz yamuk-yumuk; iradelerimizde çatırtılar duyuluyor; kararlarımız tutarsız ve ruhlarımızı öldüren o yabancılaşmadan bir türlü kurtulamıyoruz. Bazen inanç ve millî mefkûremize ters patikalarda yürüyor; bazen kendi düşünce istikametimize zıt cereyanlara kapılıyor ve bilmediğimiz meçhullere sürükleniyor; bazen de arkalarından koştuğumuz kimselerin ihanetine uğruyor ve arkadan hançerleniyoruz.

Yıllar var, bu garip maceralar âdeta kaderimiz oldu: Hep susuz vadilerde su deyip koştuk; hep kupkuru kuyulara kovalar saldık; bazen yabanî kamışlarda şeker aradık; bazen de diken ekip pıtrak biçmekte ömür tükettik. Dünyaları iğnâ edecek kadar zengin bir kültür mirasımız bulunmasına rağmen, bir türlü dilencilikten ve başkalarına serfüru etmekten kurtulamadık. Baştan başa birer gül bahçesi olan tarihî yamaçlarımız yerine, gidip gidip başkalarının dikenliklerine takıldık. Kendi bahçelerimizdeki onca bülbül nağmelerine rağmen saksağan sesi dinleye dinleye bir hâl olduk.

Hususiyle son yıllarda millî tabiat ve millî karakterimiz itibarıyla bir hayli deformasyona maruz kalmış olmalıyız ki, artık kendimiz olmadan utanıyor, bize ait birkaç bin senelik değerlerimize sırt çeviriyor ve mânâ köklerimizi, tarihî dinamiklerimizi –hepimiz öyle düşünmesek de– inkâr ediyoruz. Eskimeyen o muhteşem eski mirasımızı âvâz âvâz dört bir yanda ilan edip, kendi derinliklerimizi herkese duyuracağımıza, bir kısım mütegalliplerin, kulaklarımızı tırmalayan hırıltılarını dinliyor ve bir mânâda iç bulantılar yaşıyoruz.

Biz, milletçe devletler arası muvazenede o muhteşem yerimizi kaybettiğimiz günden beri dünyayı başıboşlar idare ediyor; insanlığın kaderi bulaşıklara emanet. Her yerde yağmacılar arpalık peşinde.. yeryüzü nimetleri nankörlerin kontrolünde.. hak düşüncesi, insaf ve adalet mülâhazaları, ara sıra, canı yanmışlarca seslendirilen imdat çığlığı gibi bir şey.. silinip gitmiş, yüreklerden merhamet ve şefkat hissi.. körelmiş vefa, sadakat ve güven duygusu, unutulmuş gibi şeref, itibar ve haysiyet tutkusu.

Evet asırlar var ki biz, en hayatî millî değerlerimizi unuttuk ve yüzlerce seneden beri geliştirdiğimiz kültür mirasımızdan bütün bütün yüz çevirdik. Dahası dünyanın dört bir yanından derleyip millî ve dinî değerlerimizin yerine ikame etmeye çalıştığımız o bize ait olmayan yabancı telakkilerle genç nesillerin zihinlerini bulandırdık. Artık, pek çoğu itibarıyla avareleştirdiğimiz bu nesiller, kendi değerlerine sövüyor, millî ruh ve millî düşünceyi tahkir ediyor, eski mirasa ait her şeyi yıkmaya çalışıyor ve bölük-pörçük olmuş farklı kulvarlarda hep “hiç”lere koşuyor. Bütün bunlara karşılık, olup bitenleri doğru görüp, doğru düşünüp, doğru yorumlayanların sayısı da az değil; ne var ki pek çoğu itibarıyla bunlar da, ağızlarına fermuar vurulmuş gibi yutkunup duruyor ve hep bir sessizlik murâkabesi yaşıyorlar. Bazen seslerini yükseltip birkaç adım atsalar da, küçük bir tazyik ve önemsiz bir tehdit karşısında, önce durdukları yerin dahi gerisine çekilerek sürpriz mazhariyetler beklemeye koyuluyorlar. Bu hâlleriyle onlar da, ya tevekkülü tevâküle karıştırıyor ve kendi kendileriyle iç çelişkiler yaşıyorlar, ya da durmaları gereken yerde duramadıklarından ve konumlarının hakkını veremediklerinden, Allah’la olan münasebetlerini kirletiyor, millet düşmanlarını da cesaretlendirmiş oluyorlar. İradelerinin hakkını verip kendileri olacaklarına, iradesizliklerine kurban gidiyor ve başkalarının gelip üzerlerinde hâkimiyet kurmalarına hep açık duruyorlar.

Evet, seneler var, sağlam bir geçmişi olan bu millet, sürekli kalb ve kafa ayrılığıyla kıvranıp duruyor; ne kâinat ve hâdiseler adına mâkul bir yorum ortaya koyabiliyor ne de sosyal olayları doğru okuyabiliyor. Aval aval bakıyor çevresine ve sürükleniyor değişik rüzgârlarla şuraya-buraya. Doğrusunu söylemek gerekirse kendimize gelip akıl, göz ve gönül ufkundan bütün varlığı, bütün şuûnu ve kendimizi yeniden dosdoğru okuyacağımız, yepyeni bir tahlil ve terkiple (analiz ve sentez) bir kere daha kendimizi ifade edeceğimiz âna kadar bu dağınıklık sürüp gideceğe benzer. Keşke bu mâkus kaderimizi değiştirebilseydik! Keşke Allah’ın bize bir lütfu olan konumumuza göre sağlam bir duruşa geçerek mazhariyetlerimizin hakkını eda edebilseydik! Ne acıdır ki eda edemedik; hatta şu anda da sadece olup biten hâdiseler karşısında ciddî bir şeyler yapamama acziyle yer yer kıvranıyor; zaman zaman da elem ve kederlerimizi sinelerimize gömerek kâh yutkunuyor, kâh gözyaşlarıyla boşalıyor; ama her zaman içimizi kanatan bir hicran yaşıyoruz.. böyle bir durumda da ne Cenâb-ı Hakk’a karşı ne de milletimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirdiğimizi söylememiz mümkün değil…

Keşke bu ölçüde olsun bütün bir millet olarak vefa düşüncelerimizi koruyabilseydik! Hiç olmazsa oturup içimizi Allah’a dökerek ağlayabilseydik! Yapamadık ve kendimize ait düşüncelerimizi tam koruyamadık.. bütün benliğimizle Hakk’a yönelip içimizi O’na açamadık.. yıllar var hep duygusuz yaşadık.. duygusuz oturup kalktık. Oysaki, milletçe durduğumuz yer itibarıyla bizim de âleme söyleyeceğimiz bir kısım gönül hikâyelerimiz olmalıydı! Geleceğin dünyasında, bizim düşünce ibrişimlerimizden de bir kısım atkılar bulunmalıydı! Bizler dünyada yalnızlığın, yetersizliğin gurbetini yaşamamalıydık; gamımızı, kederimizi paylaşacak bir kısım kimseler bulup onlarla el ele tutuşarak yürümeliydik kendimiz olmaya doğru…

Vakit henüz geç sayılmaz; önümüzde dünya kadar fırsatlar var.. Hakk’a adanmış ruhların sayısı ise hiç de az değil. Zannediyorum, geriye sadece aşk u şevkle dizginleri gerip Allah’a dayanmak, O’nun kapısının tokmağına dokunup içimizi dökerek gözyaşlarıyla “Biz geldik.” diyebilmek kalıyor. Şimdi gelin, bunca zamandır ağlanacak hâlimize gülmelerimize bedel biraz da gönül heyecanlarımız ve gözyaşlarımızla kendimizi ifade etmeye çalışalım.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Yağmur Dergisi Temmuz 2002 sayısı için kaleme aldığı makaledir.

Küresel Salgın Ve Hatırlattıkları

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Sesli dinlemek icin   >>>  TIKLAYINIZ   <<<

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Koronavirüs Salgını münasebetiyle açıklamalarda bulundu. Uzmanların tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmeye çalışarak yaptığımız bu çekimde Hocaefendi şu başlıklar üzerinde duruyor:

– Tedbir ve tevekkül dengesi,

– Sebeplere bakış ve Müsebbibü’l-Esbâb’a teveccüh,

– Umumi musibetler karşısında mümin mülahazası,

– Virüs sebebiyle hiç kimsenin kınanmaması,

– Bu musibetin insanları Allah’a yaklaştıran bir vesile olabileceği,

– Cebrî uzlet ve halvetin nasıl değerlendirilmesi gerektiği,

– Karamsarlığa düşmeme, Allah’a itimat edip O’nun rızasını gözetme,

– Bu küresel salgının muhtemel neticeleri,

– Kendini insanlığa adamış kimselere düşen vazife.

***

AÇIKLAMANIN TAM METNİ

Her şeyi ve bütün sonuçları yaratan, Allah’tır (celle celâluhu). Sebepler sadece Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametine perde… Üstad hazretlerinin yaklaşımıyla: “İzzet ve azamet ister ki, esbâb perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celal ister ki; esbâb ellerini çeksin tesir-i hakikîden.”

Esbâbın müessiriyeti yoktur esasen; müessir-i hakiki, Allah’tır (celle celâluhu). Maddî sebepler olur bazen, bu esbâb; bazen sizin dualarınız olabilir, tazarruunuz olabilir, aynı zamanda mahzûniyetiniz, muzdarriyetiniz, mutazarrıriyetiniz olabilir. Bunlar (maddi esbâb) birer sebep olabilir bu mevzuda, bunlar (dualarınız gibi manevi olanlar) da. Fakat esasen o işi perde arkasında yaratan, Allah’tır (celle celâluhu).

Sebeplere riayet etmeme diye bir şey yok. Maddî esbâb mevzuunda gayret sarf etmek, Cenâb-ı Hak’a karşı tevekkül ve teslimiyette bir kusur olsaydı şayet, İnsanlığın İftihar Tablosu‘ndan şeref-sudûr olmuş tavsiyeler, “Tıbb-ı Nebevî” hiç söz konusu olmazdı. Evet, şu mevzuda şu, şu mevzuda şu, şu mevzuda şu… Bunlar işte sebeplere riayet demektir. Evet, bunların bazıları manevî, hakikaten Allah ile irtibatla alakalıdır; bazıları da maddî sebeplerdir, işte kimyacıların, esasen farmakologların yapmak, ortaya koymak istedikleri şeyler, tabiplerin yapıp ortaya koymak istedikleri şeyler gibi.

Hatta korunma mevzuu… İnsanlığın İftihar Tablosu’nun -geçenlerde birisinin eski bir sohbette anlattığı gibi- “Bir yerde tâûn varsa oraya gitmeyin, vebaya gitmeyin!” buyurması… Evet, orada içeride iseniz, dışarıya çıkmayın… Ee günümüzdeki modern düşüncenin bundan farkı yok. “Evlerinize kapanın, oturun evlerinizde. Evlerde kapanmış duruyorsanız, dışarıya çıkmayın! Dışarıya çıkacaksanız şayet, içeriye girmeyin! Zehirlemeyin başkalarını…” falan. O “icmâl”i böyle “tafsil” ederken esasen zannediyorum her şey yerli yerine oturur. Bunun gibi, sebeplere riayet… O mevzuda da keşke -hakikaten- yapılması gerekli şeyler önceden yapılsaydı!..

Meselenin aslı üzerinde, cereyan keyfiyeti üzerinde, şekli üzerinde, mahiyeti üzerinde farklı mütalaalar serdedilebilir. Ama bizi ondan daha çok esas alakadar eden husus şudur: Bu türlü musibetler -böyle- bir musibet-i âmme olarak geliyor. Bazen tsunamiler geliyor ama bir bölgeyi alıp götürüyor; bazen zelzeleler oluyor hakikaten. Mesela Türkiye’de büyük iki zelzele; 1938’lerde Erzincan’da, İzmir’de olan zelzeleler. Bir yönüyle geniş alanlı; biri nerede, biri nerede? Hazreti Üstad, bunların her ikisi üzerinde de duruyor; diyor ki, “Ya oralarda iman, İslam ve Kur’an-ı Kerim’i anlatacak, insanları Allah’a tevcih edecek kimseler yoktu veya azdı, diğerleri galebe çalıyordu onlara.”

***

Şimdi bir de küreselleşen bir dünyada, her şeyin evrenselleşmesi… Esasen küreselleşen bir dünyada, böyle bir umumî çözülme, umumî dağılma, umumî kirlenme… Hak ve hakikatin ayaklar altına alınması… İlle de örnek vermek istiyorsanız, gidip Çin’de araştırmaya lüzum yok; Pakistan’da, Hindistan’da araştırmaya lüzum yok; kendi vatanınıza bakın. Mezâlimin nasıl zirve yaptığını görün orada… Ahlaksızlık almış başını, gırtlakta bir yönüyle orada.. uyuşturucu gırtlakta.. bohemlik gırtlakta.. Şimdilerde arkadaşlar sokaktaki sesleri duyurmak için açıp bazı şeyler dinlettiklerinde görüyor/duyuyorum: O çarşılarda lebâleb dolu insanlar, gelip geçiyor; öyle gayesiz, öyle mefkûresiz, İslamiyet’in tasvip edeceği bir kılık ve kıyafet yok orada… Fakat hiç kimsenin umurunda değil. Neler onların umurunda? Nelerin üzerine ciddiyetle gidiyorlar? Onlara baktığınız zaman da hayret ediyorsunuz. Bu açıdan da tek bir yeri alıp, onu değerlendirdiğiniz zaman “Bunun bin katına müstahakız biz!” dememek mümkün değil.

Biz, “Bizim yüzümüzden bunlar oluyor; Cenâb-ı Hakk’a teveccühte, duada, niyazda, tazarruda bulunalım; Cenâb-ı Hak, bu belâ-i âmmeyi, mûbikât ve mühlikâtı (helâk eden ve felâkete sürükleyen hususları) bizim üzerimizden kaldırsın.” diye düşünmeliyiz. Çoluk çocuk var, kadın var, erkek var, zavallı masum insanlar var, bu mevzuda bir şeyden haberi olmayan insanlar var. وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ “Bir de öyle bir fitne, bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar. Yine bilin ki Allah, cezalandırması çok çetin olandır.” (Enfâl, 8/25) Bela ve musibet geldiği zaman, sadece o zâlimlere isabet etmeyecek, masum insanları da götürecek. Belki böyle, az vicdan ile meseleye baktığınız zaman, içinizden “Aman ya Rabbi! Verme!” falan diyorsunuz; “Verme yâ Rabbi!

Bu açıdan da hani Çin’de bir mesele oluyor, ondan sonra dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Âdetâ evrensel bir bela/musibet gibi bir şey oluyor. Bu konuda da “Falanlar günah işlediler de şimdi onlar da bundan korkuyor, tir tir titriyorlar. Ohh müstahak!” filan… Bu, çok yakışık almayan bir iddia, bir söz, bir laf; bu türlü yakışıksız şeylerden sakınmak lazım. Şimdi böyle diyeceğimize, işe yarar şey şudur: Yâ Rabbi, bu bela ve musibet, bizim gibi günahkâr insanların günahlarından ötürü beşere musallat olmuş ise… Allah’ım, Senin rahmetin çok geniştir. Ömür boyu hep günah işleyen insan, ahirete giderken, Sana gelirken, esasen kapıyı aralarken ‘Eşhedü en lâ ilahe illallah ve-eşhedü enne Muhammeden abduhu ve-rasûluhu!’ diyor; böyle bir kapıyı aralama, onun kurtuluşuna vesile oluyor. Sen ‘Buyur!’ diyorsun, içeriye alıyorsun. Rahmetinin vüs’ati, bunun böyle olmasını iktiza ediyor. Yoksa Sen, hiçbir şeyi şöyle-böyle yapma mecburiyet ve mükellefiyetinde değilsin.

Evet, وَمَا إِنْ فِعْلَ أَصْلح ذُو افْتِرَاضِ*عَلَى الْهَادِي الْمُقَدَّسِ ذِي التَّعَالِي Cenâb-ı Hakk’a hiçbir şey, yapılması vâcip değildir; O (celle celâluhu), hiçbir şey yapma mecburiyetinde değildir. “İrade-i Kâmile”si, “Meşîet-i Tâmme”si, “Kudret-i Kâhire”si vardır; istediğini, istediği gibi yapar: يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ “Allah, her ne dilerse onu yapar.” يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ “Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir ve onu infaz eder.”

Meseleyi bu şekilde ele alarak bize düşen şey, en kötü insanlar için bile, “Allah’ım! Kötülüklerden vazgeçmeleri için bunları Sana havale ediyoruz. إِنْ لَمْ تُرِدْ تَلْيِينَ قُلُوبِهِمْ وَسَوْقَهُمْ إِلَى الْحَقِّ وَالْعَدَالَةِ وَاْلاِسْتِقَامَةِ… Bunları Sana havale ediyoruz; bize zulmettiler, bizi ağlattılar, bize kıydılar, en masum insanlara ‘canavar!’ dediler, ‘terörist!’ dediler.

Evet, bu umumî musibete uğrayan bazı kimseler hakkında “Ohh, iyi oldu!” falan… Hayır, öyle değil bence. “Eğer bunlar, bu türlü şeyleri yapmada haksız iseler, Sana havale ediyoruz; eğer hidayetlerini, kalblerinin yumuşamasını murad etmiyorsan Sen (…) Sana havale ediyoruz!” Bize düşen şey, budur. “Ohh, iyi oldu; müstahaktınız, alın, çekin. Daha büyüğü de gelecek başınıza. Öbür tarafta da işiniz yamandır!” filan gibi şeyler ile esasen, birilerinin bölme, parçalama, darmadağın etme mevzuunda zâlimâne tecavüzlerine iştirak ederek aynı şeyleri yapma demektir ki, çok şık değil esasen. Evet, o türlü şeylerden sakınmak lazım.

Şimdi bakışımız bu olmalı, kanaat-i âcizânemce. Bu türlü şeyler, Çin’de çıkar, başka bir yerde çıkar… Hani başka bir yerdeki bir adam da buna “Çin virüsü!” filan dedi. Oradaki adam da hemen “Bu, saygısızlıktır; bir virüsü Çin’e mal etme saygısızlıktır” filan dedi. Bence hiç kimsenin bu mevzuda böyle bir levme maruz kalması uygun değil. Bunu bir levme vesile yaparak, bir kınamaya vesile yaparak insanları levmetmemeli, kınamamalı!.. Hatta denebilir ki, yapıyorlar ise bunu, kendi başlarına gelir. Bir hadis-i şerifin ifadesi ile, evet, “Ölmeden, yaşarlar onu mutlaka” hafizanallah. Bize düşen, her zaman insanca davranmadır. Bize insanca davranmasalar bile, biz insanca davranmakla mükellefiz.

***

Şimdi, bir bela gelip kapının tokmağına dokundu veya işte bizim kapımızın eşiğine ayağını bastı… Böyle endişe verici, korkutucu… Hususiyle öbür tarafa tam inanamamış insanlar için çok endişe verici bir şey; hayatı her şey zannedenler, her şeyi bu dünyada yaşamadan ibaret görenler için… كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhiret’i ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Dünya hayatını tercih ederler, severler. Ahiret hayatını tamamen terk ederler. Bu tipten olan insanlar, hakikaten korku ve telaş içindedirler, hakikaten. Bir kısım mü’minler de o iman, kalblerinde çok iyi yerleşmemiş ise, onlar da aynı paniği yaşarlar, aynı telaşı yaşarlar.

Dolayısıyla şöyle-böyle az tembih yapılsa bunlara, kendilerine gelseler, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etseler, “Allah’ım, bu belayı def’ u ref eyle!” deseler, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmış olurlar. Bir yönüyle hemen herkes tarafından Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya vesile olması açısından değerlendirilebilir. Kur’an-ı Kerim’de nazara verildiği üzere, kimi insanlar değişik musibet ve bela geldiğinde, “Aman yâ Rabbi!” filan derler. Sâhil-i selâmete çıktıkları zaman da yine bildikleri gibi davranırlar. Şimdi, insanlara bu anlatılmalı: Bildikleri gibi davranma değil… Esasen, nasıl o dalgalara maruz kaldığı zaman, nasıl belalar/musibetler onu o pençesine aldığı zaman Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor, “Aman yâ Rabbi!” diyorlar… Değişik misalleri biliyorsunuz. Aynen öyle… İnsanlara onu telkin etmek suretiyle, bu belaların hemen herkes hakkında, bu musibetlerin hemen herkes hakkında Cenâb-ı Hakk’a teveccühe vesile olması için lazım gelen şeyi yapmalı, elinden gelen her şeyi yapmalı, Allah’ın izni-inayeti ile.

***

Bir ikincisi de insanlar evlere kapanıyor, günahlardan uzaklaşmış oluyorlar bir yönüyle. Şöyle-böyle, belki en az inanan insanlar içinde bile bir “Mehafetullah”, bir “Mehabetullah” duygusu oluşuyor, zannediyorum. En azından içinde o duygu oluşan insanlar için, çok önemli bir şey oluyor. Hakikaten bir “Halvet” yaşayabilirler, “Erbaîn”ler yaşıyor gibi olabilirler. Başkaları bunu ihtiyarî yapmışlar; bunlar da mecburî yapıyorlar. Nasıl şimdi bazı hicretlere/göçlere “mecburî (cebrî) hicret” diyoruz; aynen öyle de buna da “mecburi (cebrî) halvet, mecburi (cebrî) inziva” denebilir. Keşke kendilerini dinleyecek insanlar olan kimseler, yani Diyanet teşkilatları, imamlar, vaizler, müftüler bu istikamette idare-i kelamda bulunsalar; hakikaten, bu olumsuz şeyler bile çok pozitif değerlendirilebilir, Allah’ın izni-inayeti ile değerlendirilebilir.

***

Karamsar davranmamak lazım; onun kazandırdığı bir şey yoktur esasen. Bunun bile bir vech-i rahmet olduğunu düşünerek, onu aynı vesile-i necât sayarak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmek lazım, bu musibet ânında. Hem Allah’a karşı saygının gereğidir bu, rızasının, râzı olmanın gereğidir; hem de aynı zamanda fuzûlî laf etmek suretiyle günaha girmemenin yoludur, yöntemidir, Allah’ın izniyle.

Kim bilir böyle bir şeyden sonra -bunlar alamet-i kıyamet ise, böyle bir şeyden sonra- insanların Cenâb-ı Hakk’a daha küllî şekilde bir teveccühüne de vesile olabilir bu mesele. Ee âhirzamanda hakikaten kıyamet kopmadan az evvel inanmadık insan kalmayacak veya büyük çoğunluk inanacak, yani yeryüzünde hep inanmış insanlar -bir yönüyle- hâkim olacaklar. İnanç, nümâyân olacak… Sonra yine şeytan, orada da bir kere daha oyununu oynayacak, yeniden -Müslim-i şerifin ifade ettiği hadis-i şerife göre- “Allah Allah” diyen kalmayınca, kıyamet kopacak o zaman.

Şimdi bu iki hadise de var. Hani bu da o “Duhân”lardan bir tanesi mi? Arkadan da çekirge geliyor ve arkadan başka bir şey geliyor. Bakıyorsunuz bunlar üst üste… Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk’a teveccühe insanları zorlayacak. Ha çok ciddî bir inanma faslı olacak esasen, iman faslı yaşanacak yeryüzünde; öyle bir fasıl yaşanacak.

***

Risaleler yazılırken, başka birileri başka şeyler yaparken, kimileri evolüsyona karşı eserler yazmış, kimileri inkâr-ı Ulûhiyete karşı eserler yazmış… Hepsinin bir yeri var. Şimdi bunları biraz günümüzün anlayışı, günümüzün idrak ufku ve günümüzde kabul gören terminolojiye göre şekillendirip programlar yaparak esasen bunu değişik yerlerde anlatmak lazım. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun on üç sene -o nûrâniyetine rağmen, insibağ gücüne rağmen, on üç sene- Mekke’deki durumu belli. Ayrılıp gitmiş Medine-i Münevvere’ye…  “Hemen birden bire beni dinlesinler, hemen olsunlar.” falan… Olmayabilir bu.

Mesela, Tevhid hakikati, Cenâb-ı Hakk’ın vücûd hakikati, Zât-ı Ehad u Samed… اَللهُ أَحَدٌ، اَللهُ الصَّمَدُ، اللهُ الْحَيُّ، اللهُ الْقَيُّومُ، اللهُ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ Bunların hepsini birer konu edinerek esasen Zât-ı Uluhiyeti anlatma, öldükten sonra dirilme imkanını anlatma… Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz bu mevzuda önemli kaynaklardır. Ama günümüzün terminolojisi ile esasen bunu anlatmalı. Günümüzün o mevzudaki uzmanları ile esasen o mesele yeniden ele alınmalı; kitaplar herkesin okuyabileceği birer el kitabı haline getirilmeli. Tabii bizde o tembellik var, yapamadık onu. Hazreti Üstad’ın çırpınıp durduğu o şeyler, günümüzün insanına onun idrakine göre sunulamadı, veremedik onu, maalesef.

Bu hareket, Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu, Allah’ın bir lütfu oldu. Fakat bizim hatamız; geldi zâlimler musallat oldular. Kendimden biliyorum ben, kendimi ne kadar levm ettiğimi bilemezsiniz. O üç-beş tane serseri, haydut, okuma bilmez, kitap bilmez, filan; kalkıp bunları idare edemediniz, üzerinize geldiler bunlar ve o mübarek oluşumu kırdı geçirdiler, kezzap döktüler mübarek bir kaynağa… Evet, kendimden, kendimizden biliyorum onu ben. Kim bilir ne olurdu… Ama kim bilir; belki şimdi olanlar ile neler olacak; onu da yalnız Allah bilir. Şu olanlarla esasen öyle bir noktada bulunuluyor ki, açılımı biraz daha açtığınız gibi, makas biraz daha açıldığında belki diyeceksiniz, “Allah Allah! Bu, ötekinden daha hayırlıymış!” Bilemeyiz bunu, Allah’ın izni-inayeti ile.

Yalnız hiçbir müspet işi kendimizden bilmememiz lazım. Madem Müessir-i Hakiki O’dur, işi Sahibine vermeli; burada nankörlük yapmamalı. Fakat, hiçbir şey olmadı da dememeli, tahdîs-i nimet kabilinden “Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun!” demeli!..

Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku (3)

Herkul | | KIRIK TESTI

Kendiyle yüzleşme âbidelerinden biri de hiç şüphesiz Halîlürrahmân olarak anılagelen Hazreti İbrahim (aleyhisselâm)’dır. O, yerde gökte her zaman “hullet” vasfıyla anılageldi. Öyle ki Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a bu vasıf nispet edilince -biraz da tevazu ve mahviyet mülahazasıyla- o vasfın Hazreti İbrahim’e ait olduğunu ifade buyurdu ve kendi derinliğini ortaya koydu. Vâkıa konuya belli hususlarda mercûhun râcihe tereccühü açısından da bakılabilir; fîhi nazar!..

Hulleti, varlığın Hazreti Vücûd-u Sübhânî karşısında bir gölge, bir tecelli tayfı şeklinde duyulması, bir maiyyet-i hususiyeye erme, bir enîs ü celîs olma şeklinde de anlayanlar olmuştur ki, o ufuktaki biri düşünürken O’nu düşünür; konuşurken hep O’nu dillendirir; “sevgi” ve “sevgili” derken hayal dünyasında “bî kem u keyf” O tüllenir; eşya ve hadiselere bakınca ef’âlden âsârına yürür.. âsâr mirsadıyla esmâyı hecelemeye durur.. esmâ teleskoplarıyla sıfât-ı Sübhâniyeyi temâşâ merakına takılır.. sonra da “Zât-ı Baht” der ve inler. Onun nazarında bütün varlık O’nu işaretleyen, O’ndan bir name; bütün sesler ve sözler de O’nu mırıldanan birer nağmedir. Onun düşünce dünyasında eşya ve hadiseler fasih birer lisan ve bu lisanların nağmeleri de hep “Hû”dur. Evet, bir şairimizin de ifade ettiği gibi her nesnede O’na delalet eden ne emareler ne emareler vardır: “Bir kitab-ı âzamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.” O, o aşkın idrak ve basiretiyle sürekli bir maiyyet ve ünsiyet sermestîsi yaşar ve bir daha da o ufuktan ayrılmayı asla düşünmez.

İşte hullet yolu böyle nurefşân bir atmosferde seyahat etmektir ki, bu güzergâhın yolcularına da nisbî, izâfî hullet erbabı denir. Bu evsâfı kâmil manada ihraz eden hakiki anlamda bir ‘halîl’dir. Ondaki maiyyet ve muhabbet duygusu, tevekkül ve teslimiyet hissi, yüzündeki tebessümünden bütün aza ve cevârihine kadar her halinde kendini hissettirir. Böyle bir halîl, kötülükleri iyilikle savar.. kaba davranışlara karşı mukabele-i bilmisil mülahazalarına girmez.. bir meltem gibi eser, hep ihsan şuuruyla oturur kalkar.. sadece kendisini tutup destekleyenlere ve ona iyilikte bulunanlara değil, gayz ve nefretle köpürüp duranlara karşı dahi karşılık verme hakkını kullanmaz. Kullanmak bir yana en bayağı şeylerle üzerine gelmelere mukabil فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَArtık bana düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var.” (Yusuf Sûresi, 12/18) deyip aktif bir sabırla kaderin tecellisini beklemeye koyulur. Bunlar, hullet ruhunun olmazsa olmazlarından sayılır ki Hazreti Halîlürrahmân bu yüksek ufkun “müşârun bilbenân” bir gözdesidir.

O, “Tevekkeltu alallah” diyerek ateşlere atılmış.. akla-hayale gelmedik sıkıntılara katlanmış.. yurdunu-yuvasını terk ederek başka coğrafyalara hicret etmiş.. hicretini yeni muhataplar peşinden koşarak değerlendirmiş.. Ken’an ili, Mekke-i Mükerreme ve Filistin arasında gelgitleriyle adeta bir tevhîd dantelası örgülemeye çalışmış.. mü’minlerin mihrabı ve Sidretü’l-müntehânın izdüşümü Beytullâh’ı, yerle bir edildikten sonra tekrar inşa ederek arkadan geleceklere armağan etmiş.. bu zirvedeki işle -Hazreti İsmail’le beraber- meşgul olurken bile kendiyle yüzleşerek ve bu yüzleşmeyi Hakk’a niyaza çevirerek, hiçbir iş yapmamış bir insan tavrıyla, “Ey Rab! Beni de neslimi de namazı devamlı ve gereğince eda eden kullarından eyle; -Bu ifadede edip eylediklerini nisyana gömdüğü açık- Rabbim, duamı kabul buyur. Beni, annemi, babamı -Bu, babaya dua yasağı gelmeden idi- ve bütün mü’minleri hesap gününe yürürken mağfiretinle serfirâz kıl.” (İbrahim Sûresi, 14/40-41) demiş inlemiş.. büyüklüğüne ve hullet-i tâmmeye mazhariyetine bakmamış, baktırılmamış ve hep bir sıradanlık tavrı içinde bulunmuştu.

Bu engin ve zengin hususiyetlerinden ötürüdür ki Cenab-ı Hak: “İbrahim ve onunla beraber olanlar size birer numune-i imtisal ve örnektir. Hani onlar bir zaman kavimlerine, ‘Bizim sizlerle de, Allah’tan gayrı tapageldiğiniz şeriklerinizle de işimiz yoktur!’ diye haykırdılar.. ve devamla, ‘Siz Allah’ın biricik ilah olduğuna inanmadıkça sizi de ilahlarınızı da redle, aramızdaki sevgi bağlarının kopup düşmanlığın, nefretin ortaya çıktığını ilan ediyoruz.’ dediler.(Mümtehine sûresi, 60/4) Bundan sonra gelmesi muhtemel kötülüklere karşı da Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e teveccühle O’na güven ve itimatlarını şöyle dillendirdiler: “Rabbimiz biz Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız. Ey Rabbimiz! bizi kâfirler eliyle fitneye maruz bırakma! Affet bizi, affet ki yegâne Azîz ve Hâkim Sensin.” (Mümtehine Sûresi, 60/4-5) Böyle iç döküşte bulundu, O’na güven duygularını arz etti ve O’nun hısn-i hasîn emânına sığındılar. İşte kalben inanmışların kendi kendilerini tarassut etmeleri, kendilerine bakışları ve Allah’la o içten içe münasebetleri!..

Şüphesiz bu mevzuda abide şahsiyetlerden biri de Yakup (aleyhisselâm)’dır. Kur’an ona oldukça geniş bir yer ayırır. Memuriyetindeki derin aşkı, kılı kırk yararcasına konumunun hakkını yerine getirmesi ve sorumluluğunu içtenleştirmesi açısından bu ince insan çevresindeki mütemerridlerle misyonu icabı meşgul olurken, dört bir yanda esip duran küfür ve ilhad şerarelerini kırma cehdiyle oturur kalkar ve cedlerinden tevarüs ettiği Hak’la münasebet disiplinlerini yakın uzak herkese duyurmaya çalışır. Bu ağır sorumluluklarım nübüvvet hassasiyetiyle ifa ederken bir de evlatlarıyla farklı bir imtihana maruz kalır. Üzer bu ince ve hassas ruhu, çocuklarının Hazreti Yusuf’u çekememeleri. Baba şefkatinin yanında peygamber duyarlılığı ve ötelerle münasebeti açısından Yusuf’u, Hazreti İbrahim ve İshak emanetini taşıyabilecek biri olarak görür ve ona ekstra bir alaka gösterir. Gel gör ki, diğer evlatlar onun bu iç sezilerine muttali olamadıklarından -ihtimal henüz rüşde ermemişlerdir- bir hazımsızlık içindedirler ve sürekli onun hakkından gelme kurgularıyla kendilerini yiyip bitirmektedirler.

Nihayet bir gün, o âna kadar düşünüp durdukları şeyleri uygulamaya karar verir, Yusuf’u babalarından koparır ve yapacaklarını yaparlar. O güne kadar, peygamberlik ufkuyla hep hissedip endişelendiği ve te’vîl-i ehâdîse açık ruhuyla sezegeldiği meş’ûm hadise bir kâbus gibi çöker üstüne; çöker ve bir yıldırım gibi çarpar o masum ve masûn insanı. Yusuf’un kayıplara karışması, evlatlarının cinayet işleyip yalan söylemeleri dilhûn eder onu; eder de engin ihtisasları sayesinde mazeret ve tesliye adına söylenenlerin hiçbiri ona inandırıcı gelmez. Ye’se düşmemiştir ve recâ hissi dipdiridir ama hadise ağır bir inkisara sebebiyet verecek mahiyettedir.

Esbabın silinip gittiği, iç içe inkisarların ruhunu sardığı o demde, nur-u tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet tecellî etti; o da ebedî mihrabı olan Hak kapısına olağanüstü bir olağanla yöneldi. -Zaten yüzü, gözü, kulağı ve kalbi hep o kapıdaydı.- Bir “fenâfillâh” derinliğiyle içini O’na döktü, inledi ve “Ben şu dağınıklığımı, keder ve tasamı yalnız Allah’a arz ediyorum; sizin bilmediğiniz birçok şeyi Allah’ın vahyetmesiyle biliyorum.” (Yusuf, Sûresi, 12/68) dedi. Ciddi bir tevekkül ve teslim ruh haleti içinde فَصَبْرٌ جَمِيلٌ ile nefeslenerek Hakk’a tefvîz-i umûr edip intizar-ı subh-i rahmete saldı kendini.

Onun bu ölçüdeki iç muhasebesi ve Hazreti Yusuf’un istikamet ve fetâneti, İlahî inayete bir çağrı olmuştu: Selametle kuyudan kurtulma, nisa taifesinin fitnesinden yüzünün akıyla sıyrılma, hapishaneyi bir medrese haline getirme, şirazeden çıkmış bir hayli insana “Allah” deyip ruhunun ilhamlarını duyurma, te’vîl-i ehâdîs mevhibesiyle nezaret makamını ihraz etme, kötülük yapan kardeşlerine ekstra ihsanda bulunma… gibi sürpriz bir sürü hadiseden sonra, bir rüya ile başlayan sergüzeşti gönüllere inşirah bir vuslatla noktalandı. Alvar İmamı ifadesiyle,

Canan ilinin bülbülünün bağı göründü,

Dost ikliminin lalesinin çağı göründü;

Yakub’a o gün Yusuf’unun kokusu erdi

Ve herkese hayat ırmağının çağı göründü.”

Ve böylece o iç içe acı ve kederli günler sona erdi; sona erdi ve o sona ereceğinden de emindi. Zira o ta baştan iç dünyasıyla yüzleşerek içini Allah’a açmış inlemişti ve artık onun için çektiklerinin meyvelerini derme faslı söz konusuydu. بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat ile me’âli doğru orantılıdır; çekilen sıkıntı ölçüsünde seviye elde edilir.” fehvasınca üst üste sıkıntılar karşısında dişini sıkıp sabretmiş; derdini gönlündeki hemdemi olan âh u vâha bile tamamen açmamıştı.. ve artık dünyevî-uhrevî mutluluğun hâsıl ettiği şükran duygusuyla, şükürle oturup şükürle kalkıyordu.

Cenab-ı Âdil-i Mutlak çağın mağdur ve mazlumlarını da aktif sabır helezonuyla bu ufka ulaştırsın. Âmin!..

***

Not: Bu makale, Çağlayan’ın 2018-Nisan sayısında neşredilen başyazıdır.

Bamteli: RAHMET, ÜMİT VE NİYAZ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Sohbet başlarken elektronik levhaya yansıyan hadis-i şerifte, Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyuruyor ki: بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ “Bir mü’min kardeşini hor hakir görmesi, onu küçük düşürmesi insana şer olarak yeter.” Evet, bir insanın, müslüman kardeşini hakir görmesi, onun bitmesi, tükenmesi, batması adına yeterlidir. Günümüzde çok yaygın bir maraz: Bazen ferdin ferdi hafife alması, hakir görmesi; bazen bir mizaç, bir mezâk (zevk, tatma, lezzet, hoşa giden yol) erbabının bir başkasını hakir görmesi, onlara tepeden bakması; bazen bir hizbin, hizip saydığı başkasına öyle tepeden bakması. Bunların hepsi aynı kategoride mütalaa edilebilir.

   Her mümin, her canlının hakkını gözetip bütün varlığa rahmet nazarıyla bakmalıyken, bugün müslümanlığın temsilcisi olduğunu iddia eden bazı kimseler karıncaya basmaz masum insanları yok etme peşinde koşuyorlar.

İnsanları hor görme, hakir görme, küçük görme; bunlar, aynı zamanda kendini büyük görmenin ifadesidir. Bazen ferdî enâniyetler şeklinde kendini gösterir; daha ileriye götürülürse mesele, insan bir egoizm âbidesi, egosantrizm âbidesi hâline gelir. Bazen de âidiyet mülahazasına takılır. “Benim yolum, benim yöntemim, benim pîrim, benim şeyhim, benim üstadım, benim mürşidim, benim cemaatim, benim câmiam, benim halkam!…” mülahazaları hep o olumsuz şeytanî duyguyu besleyen, o istikamette sinyaller halinde insanın dimağına gelip otağını kuran şeytânî düşüncelerdir. Ve bunlar, insanı batıran faktörlerdir.

Aslında insan, hiçbir kimseyi küçük görmemeli.. bütün insanlara, İslamî vasıfları açısından bakmalı.. “Falan, bana, bu vasıfları itibariyle fâik geliyor!” demeli. Belki aynı dinî değerlere inanmıyor ama fevkalade merhametli; bir yönüyle sizin dertlerinizi duyduğu zaman gözleri doluyor, kalbi tir tir titriyor. “Demek müslüman sıfatları var onda; işte bu, bu noktada, münhasıran, benim önümde yürüyor.”

Bir de, öyleleri var ki, mü’min geçiniyor ama insanı, hayvan seviyesinde bile görmüyor. “Bunlar yok olmalı!” diyor; “Bunların yok edilmesi -bir yönüyle- bir vazifedir, bir sorumluluktur!” falan diyor. Bağışlayın, zannediyorum sizler, biti/pireyi -Özür dilerim, bit/pire tabirini kullandım.- o kadar hakir görmüyorsunuzdur. Biraz evvel şadırvanın etrafını temizlerken, bazı arkadaşlarımız, oradan, kaç tane sineği, sinek türü şeyleri, karıncayı, karınca türü şeyleri veya benzer haşereleri “Aman suda boğulmasın!” diye ellerini uzatarak çıkardı, kenara koydular. İşte bu, mü’min sıfatıdır. Bir karıncaya basmama, en küçük bir canlıyı bile hafife almama… Onlar, tabiatın içinde Cenâb-ı Hakk’a ait değişik Esmâ ve Sıfât-ı Sübhâniye’nin aynaları, mecâlîsidir; dolayısıyla onların da var olma, yaşama hakları vardır. Ve aynı zamanda -modern ifadesiyle- Ekosistem açısından da onlar lüzumlu birer unsurdur; onlar ile her şey tamam oluyor. Onlara kıymaya hakkınız yok. Bu açıdan da bilerek bir karıncaya basmaya hakkınız yok!..

Yaptığımız, bir hata olabilir; nisyâna (unutmaya) bağlı bir şey irtikâp etmiş olabiliriz. Dolayısıyla onu hatırlayıp bir kere ona إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Biz hepimiz Allah’a âidiz ve zaten O’na dönmekteyiz.” (Bakara, 2/156) manasında “Elfu elfi estağfirullah!” demek icap eder: “Evet, ben, bir karıncaya bastım; hakkım olmadığı halde bir sineği öldürdüm! Elfü elfi estağfirullah, elfü elfi estağfirullah!” (Binlerce, milyon kere istiğfar ediyor, Allah’tan bağışlanma diliyorum.) Şeriat bunları cinayet saymayabilir. Fakat burada Cenâb-ı Hakk’ın bir mü’minden istediği re’fet, şefkat ve o re’fetten, o şefkatten beklenen şey, budur esasen: Ona bile bir milyon defa estağfirullah çekmek.

Bizim yitirdiğimiz şeyler bunlar… Birkaç asır ötede kaldı. “Ben müslümanım, müslümanlığı temsil ediyorum; onu getireceğim!” diyen insanlar bile, ondan üç asır uzaktalar; üç asır… Üç asır yaşamaları lazım geriye doğru ki, o sözü söylemeye hak kazansınlar. Yalan söylüyorlar!.. Bile bile Allah’a karşı hilâf-ı vâki beyanda bulunuyorlar. İşledikleri cinayetler yetmiyormuş gibi, bir de kendilerini mâsum ve masûn gösterme hatasını irtikâp ediyorlar.

   Her hak sahibine hakkının verileceği, hatta boynuzsuz koyunun boynuzludan kısas sûretiyle hakkını alacağı bir gün var!..

Daha fazla sevgi istediğin zaman, daha çok sev!.. Daha fazla şefkat isteğinde, daha şefkatli ol!.. Saygı istiyorsan, insanlara karşı çok saygılı davran!.. Çünkü senin âlemden beklediğin şey, âlemin de senden beklediği aynı şeydir.

Hatta bunu tamim ederek, bütün mahlûkata karşı uygulamak, bu duyguyu, bütün mahlûkata karşı taşımak lazımdır. Bir hayvan… Özür dilerim, “hayvan” tabiri çıktı ağzımdan; huzurunuzda bu türlü şeyleri kullanmak, size karşı saygısızlık olur, kusura bakmayın!.. Ona bir kamçı vururken, bence bunu hesaba katmak lazım. Sırtına binmişsin, eyerin üzerine oturmuşsun, onun ağzına gem vurmuşsun, hayır kazanma istikametinde koşturuyorsun… Ona vururken bile, o istikamette davranmayıp, onun da “Vur, ben o kadarını hak ediyorum!” diyeceğinin üstünde bir garaz, bir kin, bir nefret ve bir öfkeyi ifade eder şekilde bir kırbaç indirdiğiniz zaman, unutmayın, o kırbacı öbür tarafta siz de yersiniz!..

Buyuruyor ki Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Boynuzsuz koyun, boynuzludan (koçtan) intikamını alacak orada!” Demek ki intikam için çok ciddî, umumî, evrensel, kâinat çapında veya bütün mahlûkat çapında bir haşr ü neşr, bir ba’s-u ba’de’l-mevt meselesi söz konusu. Hakkını alacak, sonra ne olacaksa olacak: Belki bir canlıda -genleri itibariyle- toplanacak; belki o genler vasıtasıyla o hayvan hesabına görülmesi, sezilmesi, zevk edilmesi gerekli olan şeyler zevk edilecek… Onu bilemem; Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem), orada icmâl yolunu tercih ederek bize de “temkin” telkin ediyor, “Ulu-orta konuşmayın!” diyor.

Evet, üzülmeyin!.. “Cihanda âdem olan bî-gam olmaz. / Anınçün bî-gam olan âdem olmaz.” İnsan iseniz, gamınız olacaktır; gamsız iseniz, âdemliğinizi bir kere daha gözden geçirmeniz lazım. Gama vesile olacak o kadar çok hadise var ki!.. Hâdiseler silsilesi, fâsid daire şeklinde cereyan ediyor; peşi peşine, nesebi gayr-ı sahih bir sürü hadise, bir sürü hadise doğuruyor. Gamlanmamak mümkün değil; insanız, insan olan gamlanır.

Fakat mümin, gamlandığı zaman, onu giderebilecek Ulu Dergâh’a teveccüh eder; o kapının tokmağına dokunur: رَبِّ إِنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Ey Rabb! Bana, zarar isabet etti; Sen, Erhamürrâhimîn’sin!” Bu… فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!” إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Tasamı, dağınıklığımı, Allah’ım, Sana arz ediyorum!” عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِي “Derdi şerh etmeye ne gerek; hâlimi Sen biliyorsun!” demek gibi bir şey…

(Elektronik tabloda şimdi) ne çıktı, biliyor musunuz? اَللَّهُمَّ رِضًا تَامًّا تُغْنِينَا بِهِ مِنَ الْفَانِيَاتِ الزَّائِلاَتِ hatta مِنَ الشِّكَايَاتِ “Allah’ım! Fâniyât u zâilâtın, fâni olan ve zevâle mahkûm bulunan varlıkların bütününden müstağni kılacak bir rıza ile bizleri serfirâz eyle! Dahası bizi şikayet edip durmaktan da müstağni kıl!..”

   Esbâb bil-külliye sukût edince, nûr-i tevhîd içinde, sırr-ı Ehadiyyet zuhur eder; peki bizim için bütün sebepler tükendi mi?!.

Hazreti Pîr de bu meseleyi izah ederken, bir hususa dikkat çekiyor: “Esbâb, bil-külliye sukût edince, nûr-i tevhîd içinde, sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor!” O kapının aralanması veya ardına kadar açılması, o işin farkında olmaya bağlı. Şimdi bütün sebepler, “Allah’a ısmarladık!” demeden, bize el sallamadan çekip gittiler. Hani çocuklar bile giderken el sallıyorlar; fakat el sallamadan çekip gittiler, bütün sebepler. Yûsuf (aleyhisselam) gibi kuyuya düştünüz. Yunus İbn Mettâ (aleyhisselam) gibi balık tarafından yutuldunuz. Eyyûb (aleyhisselam) gibi tepeden tırnağa dert sarmalı içinde kaldınız; tırnağınızdan saçınızın ucuna kadar dert işgaline uğradınız…

Aslında, bütün enbiyâ-ı ızâm, benzer şekilde, değişik musibetlere maruz kalmıştır; sebepler, bil-külliye sukût etmiştir. Fakat onlar içinde şikâyet eden insan, yoktur! İşte biraz evvel bahsettiğim misal; Yakub (aleyhisselam): إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum.” (Yûsuf, 12/96) diyor. Eyyûb (aleyhisselam), tepeden tırnağa yara-bere içinde; hatta Hazreti Pîr’in menkıbelerden alma ifadesi ile, kalbine ve diline bile yaralar isabet ediyor. Kalbi ile O’nu duymasına, dili ile de O’nu vird-i zeban etmesine mâni olduğundan dolayı, işte o zaman, içten gele gele, رَبِّ إِنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!” (Enbiyâ, 21/83) diye niyaz ediyor. “Hayvanlarımın üzerlerine binalar çökmüştü, umurumda değil. Çoluk-çocuğum ölmüştü, umurumda değil. Binam yıkılmıştı, umurumda değil. Vücudum tepeden-tırnağa yara olmuştu, umurumda değil!.. Ama şu kalbime ve dilime isabet eden yara var ya; bu, beni Seni anmaktan alıkoyuyor. Bundan dolayı: رَبِّ إِنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

İşte esbâb bil-külliye sukût ediyor orada; Cenâb-ı Hakk’a gönülden teveccüh edince, nûr-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet’in zuhuru gerçekleşiyor. Evet, belki “sırr-ı Vâhidiyet’in zuhuru” da diyebilirsiniz ama Hazreti Pîr “sırr-ı Ehadiyyet’in zuhuru” diyor; olsun… O zaman, insan, Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh ediyor; هُوَ اللهُ أَحَدٌ، اَلصَّمَدُ diyor. “Sen, teksin; ikincisi olmayan bir teksin Sen! Aynı zamanda herkes Sana muhtaç ama Sen hiç kimseye muhtaç değilsin! İşte Sen, O’sun ve Senin gibisi yok artık!” Orada, bu duygu ile O’na yöneliyor; Allah da (celle celâluhu) kapı aralıyor.

Esbâbın bil-külliye sukût etmesi… Bugün etti mi etmedi mi? Şimdi antrparantez arz edeyim: Şu anda başa gelen şeyler karşısında esbâbın bil-külliye sukût ettiği söylenemez. Ne fitne ve fesat kazanlarının kaynadığı yerde ne de o kazanlardan taşan ziftin etrafa sıçradığı diğer yerlerde -“Hel fehimtüm? – Anladınız mı?- esbâb bi’l-külliye sukût etmemiştir. Fakat buna rağmen, eğer o sukûtu da -yine antrparantez arz ediyorum- insanların manevî immün sistemleri ile değerlendireceksek, bir ölçüde sukût etmiş kabul edilebilir. O ölçüde “iman”, o ölçüde “tevhîd”, o ölçüde “iz’an”, o ölçüde “marifet”, o ölçüde “aşk u iştiyak” filan… Biz o ölçüde insanlar olmadığımızdan dolayı, olup biten şeyler bize çok ağır gelebilir. Yuvaların yıkılması.. ev fertlerinin birbirinden koparılması.. toplumun parçalanması, bölüştürülmesi, ayrıştırılması… Bütün bunlar bizim için kuyunun dibindeki Yûsuf’un durumu gibi olabilir. O zaman esbâb bi’l-külliye sukût etmişti. Fakat biz o ölçüde mukavemet edemediğimizden, immün sistemimiz o kadar güçlü olmadığından, hâlihazırda maruz kaldığımız musibetlerden dolayı aynı şeyleri hissedebiliriz.

   “İman tevhîdi, tevhîd teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktiza eder.”

Ne var ki, bu türlü şeylerden ye’se düşmemeli, paniğe kapılmamalı!.. Madem Allah var, her şey var demektir. Öyleyse, “Hakk’ın olıcak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse, güzel eyler!..” demeli ve Cenâb-ı Hakk’a “tefvîz-i umûr”da bulunmalı. “Tevekkül”, Teslim”, “Tefvîz”. Tefvîz, zirvedekilerin işi; zirveyi aşanların ve konumlarını benim kavrayamadığım insanların işine gelince, o da “Sika”. Tevekkül, teslim, tefvîz ve sika. “Liyâkatimiz olmasa bile, Cenâb-ı Hak, o pâye (sika) ile taçlandırsın!” diyeyim. O, meşîet-i İlâhiye ve ekstra İlâhî sürprizler karşısında, sadece O’na bağlanıp gözün başka bir şey görmemesi demektir. “Gözüm, Seni görüyor ya!.. Kalbim, Senin için atıyor ya!.. Promete gibi, beni zincire vurmuşlar, bağlamışlar, başımı bile hareket ettiremiyorum; umurumda mı?!. Çünkü gözüm, Seni görüyor; kalbim, Senin için atıyor; nabızlarımı tuttuğun zaman yine hepsi “Hû” diyor.” Her halde ehl-i sikanın hali… Evet, göz, hep O’nda olmalı, derecesine göre ama bu, o tevekkülden, o teslimden, o tefvîzden geçerek ulaşılabilecek bir şeydir. Cenâb-ı Hak, o ufka i’lâ buyursun!..

O zaman, ümitten hiçbir şey kaybetmeden, bir kere en başta Allah’ın izni, inayeti, fazlı ve keremiyle yola devam edilir. Evet, “fazlı ve keremi ile” demek daha uygun; çünkü Efendimiz “fazl” kelimesini kullanıyor: “Hiç kimse kendi ameli ile Cennet’e giremez!” diyor; “Sen de mi yâ Rasûlallah?” denince, “Allah’ın fazlı olmazsa, Ben de!” buyuruyor. “Fazl” kelimesi, “ekstra, sürpriz” demektir; sürpriz olarak “Sen de gir!” falan denmesi gibi. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisi için böyle düşününce… Zannediyorum, arkasındaki insanlar için bu mülahazasını ders mahiyetinde ortaya koyuyor. Yoksa O (sallallâhu aleyhi ve sellem), mâsum-u mutlak, O masûn-u mutlak. Cenâb-ı Hakk’ın engin keremi ile, lütfu ile, menni ile çok önemli bir misyon edâ etmiş. Tek dakikasının sevabı, ümmet-i Muhammed’e tevzi’ edilse, yeter; tek dakikasının sevabı, bütün ümmet-i Muhammed’e yeter. Fakat ümmetine bir ders sadedinde buyuruyor ki: “Ben bile, Allah’ın fazlı olmazsa, Cennet’e giremem!” Fazl-ı İlâhî…

Bu sıkışık zamanda, fazl-ı İlâhîsi ile ye’se düşmemeli, ümitsizliğe düşmemeli, inkisar yaşamamalı!.. Esbâb bütünüyle sukût edince, çoğu mü’minlerin dahi ümid dünyaları tamamen kararıyor… Hakiki mü’min ise, ümit dünyası kararmaz. Ya çocuktur, o meseleleri bilecek durumda değildir. Daha evvel o türlü şeylerle tam, belli bir donanım elde edememiştir. Annesini alıp içeriye atmışlardır, babasını içeriye atmışlardır. Kendini hep onların kucağında hissediyordur ama birdenbire kolu-kanadı kırılmıştır. Dolayısıyla, onlar, o meselenin şoku ile felç olmuş gibi olabilirler. Evet, az da olsa böyleleri de var şu anda. Ya da donanımı eksik bazı kimseler bu türlü şeyler karşısında şoke olabilirler; hususiyle bu mevzuda tam donanımlı olmayan insanlar şoke olabilirler.

Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “iman”, “tevhîd”i; tevhîd, “teslim”i; teslim, “tevekkül”ü; tevekkül, “saadet-i dareyn”i iktiza eder. Eğer bu güzergâhtan geçmemiş ve bu ufka ulaşamamış iseler, bu türlü insanlar, değişik hadiselerin şokunda bazı karışıklıklar yaşayabilirler; beyin problemi yaşayabilirler, nöronlar yanlış çalışabilir, hafizanallah. Fakat esas bu meseleleri tam kavramış insanların, bu mevzuda onları rehabilite etmeleri ve o durumdan onları kurtarmaları lazımdır.

“Ye’s, mâni-i her kemaldir.” diyor, Hazreti Pîr-i Mugân. Akif de, “Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun. / Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! // Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; / Me’yus olan, ruhunu, vicdanını bağlar. /// Ey dipdiri meyyit, iki el, bir baş içindir, / El de senin, baş da senindir, // Kurtarmaya azmin ne için böyle süreksiz, / Sen mi, yoksa ümidin mi yüreksiz!” diyor. Bence ye’s, yılan ağzına girmek gibi bir şeydir; oraya düşmemeye bakmak lazım.

Şimdi şu konumda ne yapılabilir? Bize düşen şey, onu yapmaktır. Bu gailelerden sıyrılma adına ne türlü stratejiler gerekli ise, beynimizi işleterek o stratejileri bulma, ortaya koyma ve böylece o yılanın ağzına düşmeme, kendini ısırılmaya terk etmeme, Allah’ın izni-inayetiyle… Siz, bu mevzuda şart-ı âdî planında iradenin hakkını verip onu ortaya koyduğunuz zaman -işte o zaman- nur-i Tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur eder. Birdenbire sürpriz bir kucaklanma ile kucaklanmış olduğunuzu görürsünüz. Bir kova iner kuyuya, hiç beklenmedik şekilde; siz de tutarsınız orada. Âlem “Su çıkarıyorum!” derken, Yûsuf Aleyhisselam gibi sizi çıkarır. Kim bilir belki onlar da bilmeyerek yaptıkları bu şeyden dolayı öbür tarafta onun mükâfatını görürler. وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فِيهِ مِنَ الزَّاهِدِينَ “Nihayet O’nu (Hazreti Yûsuf’u) kelepir fiyatına, sayılı bir kaç gümüş kuruşa sattılar. Ona ihtiyaç duymayarak, kıymetini takdir edememiş ve değerini pek düşük tutmuşlardı.” (Yûsuf, 12/96) Kıymetini bilmediklerinden dolayı üç-beş kuruşa satıyorlar onu bir yerde. Fakat onların hepsinde hikmet var, güzergâhta hikmet yön verici. Çünkü o büyük müfessirin dediği gibi, sûrenin yörüngesi -esasen- ilimdir; o da Allah’ın bildiği bir şey; o sûrede -Sûre-i Yûsuf’ta- çend defa geçiyor: عَلِيمٌ حَكِيمٌ، عَلِيمٌ حَكِيمٌ، عَلِيمٌ حَكِيمٌ

   “İşte Biz, mü’minleri böyle kurtarırız.”

Evet, siz şart-ı adi planında üzerinize düşeni yaptığınız zaman, birden bire bir kova iniverir, siz de tutunur çıkarsınız. Birdenbire Allah (celle celâluhu) niyazınıza icâbet buyurur. Hani, Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Eyyûb’un, رَبِّ إِنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِين şeklindeki duası zikredilince, فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِنْ ضُرٍّ وَآتَيْنَاهُ أَهْلَهُ وَمِثْلَهُمْ مَعَهُمْ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَذِكْرَى لِلْعَابِدِينَ “Biz de, O’nun bu yalvarışını hemen kabul buyurup, katımızdan bir rahmet ve kendilerini Allah’a ibadete adamışlar için bir ibret olarak dert ve sıkıntılarını giderdiğimiz gibi, kendisine ailesinin yanı sıra bir o kadarını daha bağışladık.” (Enbiyâ, 21/83) buyuruluyor. Bakın, duadan hemen sonrası “fâ” edatı ile ifade ediliyor; buna “fâ-i sebebiyye” diyebilirsiniz ama “fâ-i tâkibiyye” de olabilir; “anında” demektir. فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِنْ ضُرٍّ “Biz, icabet ettik… O dedi, Biz de hemen icabet ettik!..” Esbâb, bi’l-külliye sukût ettiğinden dolayı… ف harfine “sebebiyye” denirse, “Onun demesi sebebiyle” manasınadır veya “tâkibiyye” kabul edilirse, “Aralıksız, anında, hemen duasına icabet ettik; istediği her şeyi iade ettik kendisine, yeniden. Neyi kaybetmiş idiyse şayet, onların hepsini kendisine fazl u keremimiz ile lütfettik.” demektir.

Öbürü, Hazreti Yunus Aleyhisselam, balığın karnında, لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ diyor. Lem’alar’da, hususî bir lem’a mevzuu bu da; serlevha olarak: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Hazreti Yunus bunu deyip duruyor orada, durduğu yerde; başka çâre yok. Hazmedilecek neredeyse orada fakat Allah yaşatıyor, fırsat veriyor ona; o da o fırsatı değerlendiriyor: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ “Sen’den başka Ma’bud-u bi’l-Hak, Maksûd-u bi’l-istihkak yoktur. Seni tesbih u takdis ederim. Sen, noksan sıfatlardan müberrâsın!” diyor. إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ diye devam ediyor, hem de işi te’kid manası katan “inne” ile ifade ediyor: إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ben, zâlimlerin tâ kendilerinden biri oldum!” diyor. Bu kadar hâl itirafı, esasen O’nun (celle celâluhu) karşısında itirafta bulunma… Bu da bir yönüyle yine arz-ı haldir, esasen niyazdır.

Allah (celle celâluhu) Hazreti Yunus hakkında da فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ “O’nun yalvarıp yakarışına da hemen icabet ettik ve kendisini o sıkıntıdan kurtardık.” (Enbiyâ, 21/83) buyuruyor. Bir de وَكَذَلِكَ نُنْجِي الْمُؤْمِنِينَ “İşte Biz, mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ, 21/83) diyor. Bu, şu manaya da geliyor: “Ey mü’minler! Bakın, size de deniyor. Ben, Yunus İbn Mettâ’yı, balığın karnından çıkardım, şecere-i Yaktîn’in altına koydum; sonra kavmine döndüğü zaman, inanmayan insanlardan yüz bin insanı inandırdım. Ona bunları yaptığım gibi, diğer müminleri ve sizi de öyle kurtarırım.” “Daha fazla” da diyor Kur’an-ı Kerim: وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَى مِئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ “Ve onu yüz bin insana ya da daha fazla olanlara elçi gönderdik.” (Sâffât, 37/147) Yüz bin veya daha fazla… O günün dünya nüfusu açısından meseleye bakacak olursanız, bu, çok önemli bir şey; yüz bin insan birden inanıyor.

O (aleyhisselam), inanmamışlar diye onlardan ayrılıp gidiyor; “Onların başına gelecek şey, benim başıma gelir.” diye, içtihad ediyor. İçtihatta bulunuyor; enbiya-ı ızâma bakıyor, onlar hep böyle davranmışlar; bela gelince ayrılıp gitmişler. Ama ince bir nokta var: Bela geldiği haber verildikten sonra “Ayrıl!” fermanını da intizar etmesi lazım, Allahu A’lem; bu da Kıtmîr’in bu mevzudaki mülahazası. Bu kadarcık, küçük bir şey; dolayısıyla eğer bir şey denecekse, “mukarrabîne göre -bize göre değil- içtihad hatası” denebilir. İçtihad hatası ama yalvarıyor, yakarıyor, içini döküyor; anında Cenâb-ı Hak necât veriyor. Sonra doğrulup Ninova’ya gidiyor. “Ninova” deniyor; modern tarihçiler de o Ninova’yı biliyorlar, Ninova’da meydana gelen hadiseleri de biliyorlar. Oraya gittiğinde, yüz bin insan birden, kemerbeste-i ubudiyet içinde O’nun arkasında el-pençe divan duruyor; Allah’a yöneliyor, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، يُونُسُ رَسُولُ اللهِ diyorlar.

   Mü’minin zâlimden özür dilemesi, zâlimin elini güçlendirir; bugün bize düşen vazife, sabr-ı cemîl içinde “Allah bize yeter; O ne güzel vekîldir!” deyip Mevlâ’ya sığınmaktır.

Evet, niyaz… Bize düşen şey de, yeis yerine, meselenin şoku karşısında tamamen kol-kanat kırılması yerine, (kavlî-fiilî) niyazdır. Yeis.. kolun kanadın kırılması.. “Ne yapsak ki acaba?” filan… “Gidip başkalarından özür mü dilesek?!.” Mü’minin, zâlimden özür dilemesi, zâlimin elini güçlendirir. Zâlimin işini kolaylaştırmak, bence zulme iştirak sayılır. Derdest etmiş, götürmüşler ise, onun için bir şey yapamazsınız ama yakalanmamış, ayrılmışsanız şayet, işlerini kolaylaştırma adına bir yerde ulu-orta dolaşmamanız lazımdır. Çünkü eşkıya arabayı yanaştırır, kaçırır sizi. Ali Baba’nın kırk haramileri, her yerde dolaşıyorlar; kafa karıştırıyorlar, zihinleri bulandırıyorlar. Dolayısıyla o mevzuda temkin ve teyakkuz içinde yaşayarak, zâlimin işini kolaylaştırmamak lazım.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol // Yol varsa, budur, bilmiyorum başka çıkar yol!” Evet.. Vird-i zebân edelim, ne olur: رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Rabbimiz, Sana güvenip dayandık, bütün varlığımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) Hazreti İbrahim (aleyhisselam), ateşe -cayır cayır yanacağı ateşe- atılacağı zaman حَسْبِي اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diye niyaz etmişti. Daha sonra o mancınıkların filan resimlerini yapmışlar; mancınıkları koymuşlar dağın tepesine. Demek öyle büyük bir ateş yakmışlar ki, düştüğü zaman hemen, anında kebap olacak. Fakat hiç umurunda değil; رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ diyor.

Hazreti Pîr-i Mugân da bu türlü şeylere, sizin maruz kaldığınız şeylerin kat katına maruz kaldığı zaman bu muhtevadaki duaları tekrar ediyor. Kendi Lahikalarda ifade ediyor: “Bin defa, حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim!” Allah, bana/bize kâfidir; O, ne güzel vekildir!.. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ “O ne güzel Mevlâ, ne güzel vekildir, yardımcıdır!” Uzatın… غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Affını dileriz ya Rabbenâ, dönüşümüz Sanadır.” Ve aynı zamanda bir sûrenin sonundaki son ayeti de ilave edin. Bunu virdlerde söylerken, hep yedi defa söylüyorlar; belki bir-iki yerde bir kere söyleniyor: حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129)

Bu son yakarış hem de nerede deniyor; İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), zuhuruyla, misyonuyla alakalı durum ifade edildikten sonra: لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız O’na ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) Bu donanımla serfirâz Birisi geliyor. فَإِنْ تَوَلَّوْا “Buna rağmen aldırmaz, yüz çevirirlerse…” Her şeye rağmen; güneşe sırtını dönmüş, gölgesine takılmış gidiyor, tersine yürüyor. Sen “Cennet!” diyorsun, bağı ile, bahçesi ile resmini ortaya koyuyorsun; adamın umurunda değil, “Ben, Cehenneme gideceğim!” diyor. فَإِنْ تَوَلَّوْا O zaman, فَقُلْ “Söyle!” حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah, bana kâfidir. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129) عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ Ben de O’na tevekkül ettim, vekâletimi O’na verdim, umurumu O’na tefvîz ettim!.. وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ O, Arş-ı Azîm’in Rabbidir, biricik Rabbidir.

Şimdi eğer yol, enbiyânın yolu ise, O’nun yolu ise, size/bize düşen şey, budur. Şöyle-böyle bizim için de sebepler, biraz renk atmış -bi’l-külliye sukût değil renk atmış- iç bulandırıcı bir şekil almış. Karşı taraf, insafsızca, hep şeytanî planlar ve projeler ile işin üzerine geliyor. Hiçbir işleri yokmuş gibi, oturup-kalkıp hep bunun için yeni yeni -ona da “strateji” denecekse; strateji kelimesi, ahirette benden davacı olur; “şeytanî mülahaza” demek daha uygun; bu defa da Arapça kelime olan “mülahaza” benden davacı olur; “şeytanî dürtü” diyelim- her an bir şeytanî dürtü ile, “Bir de şunu deneyelim, bir de şunu deneyelim, bir de şunu deneyelim!” diyorlar. Buradaki bu mağdurlara, yani evde yiyecek bir lokma ekmeği kalmamış, beyi içeride kadına, hanımı içeride beyine sağda-solda insaflarının gereği olarak üç-beş kuruş gönderen insanlar hakkında, “Acaba kim, nasıl gönderiyor; bunun önünü keselim!..” diyorlar. Ha bunun manası nedir, biliyor musunuz? “Açlarından ölsünler bunlar!” demektir.

Bu, mü’minlik ile değil, gâvurluk ile bile telif edilemez; bağışlayın, hayvanlıkla bile telif edilemez. كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ diyor Kur’an-ı Kerim: “Hayır, bunlar hayvan gibidirler, hatta hayvandan daha aşağıdırlar!” (A’râf, 7/179) “O paranın yolunu keselim! Araştırın, bunun üzerinde durun! Hâlâ sağda-solda gaybûbet eden insanlar var ise, bunların da tepelerine binin, balyoz ile tepelerini ezin! Hâlâ birkaç tane aynı duyguyu paylaşan insan var ise, onların da hakkından gelin! Bitirin bunları!..” diyorlar. Bilerek karıncaya basmayan insanlar hakkında, bir yerde bir zorbanın, bir densizin “terörist” kelimesini kayda koydurması suretiyle, dünyanın değişik yerlerinde aynı hırıltıyı duyurmaya çalışıyorlar; karıncaya basmayan adamları terörist göstermek suretiyle itibarsızlaştırma, karalama gayreti içinde, cehdi içindeler.

Bu kadarı demem, size karşı saygısızlıktı, bana da yakışmıyordu; onlara karşı da böyle demek doğru değildi. Fakat… Küfre doğru kaymış giden o insanları, Allah hidayet eylesin; gerçek imanı onlara da müyesser kılsın!.. Vesselam.

Bamteli: TEVEKKÜL İÇİNDE SABREDECEĞİZ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

 Müslümanların birkaç asırlık en büyük yitiği, dinî hayatı şekle boğmayan hal âbideleri ve temsil kahramanlarıdır.

Demiş ki Büyük Adam (Hazreti Bediüzzaman): “Tatmaya izin var, doymaya yok” (“… O meyveler, nümunelerdir; tatmaya izin var, tâ asıllarına talib olup müşteri olsun; yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur.” Sözler, s.61). Teşekkür için de, tadıp doymama bir esastır. Tıka-basa yediğiniz zaman, midede ne havaya yer kalır, ne suya yer kalır, ne de şükre yer kalır. Çünkü arkasından gelirse, gaflet gelir; esner durursunuz. Amma Allah’ın nimetini tadarsanız kuvve-i zâkia ile, hâlâ içinizde yeme arzusu ve isteği vardır; “Allah’ım! Bu yemekler ne güzelmiş! Bu içecekler ne güzelmiş! Bu soğuk su ne güzelmiş!” dersiniz. Bunları değerlendirip takdir etme, bir yönüyle mizana vurma, “Tat alma hissi, lisan, dil, dudak… Ne yerinde şeylermiş bunlar!” deme, bütün bunları icmâlen bile olsa, mülahazaya alma, öyle derin şükürdür ki, bunların hepsi gider, gider, gider, şu arşa ulaşır: لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ “Eğer şükrederseniz, Ben de nimetimi artırırım.” (İbrahim Sûresi, 14/7)

Ne var ki, midesi için yaşayanlarda bunlar olmaz.. bedenî zevklerini takib eden insanlar için bunlar olmaz.. dünyayı ebedî gören insanlar için bunlar olmaz.. tevehhüm-ü ebediyetle sarhoş olan, tûl-i emel ile mest u mahmur yaşayan insanlar için bunlar olmaz… Bunlar, “basiret”e, Cenâb-ı Hakk’ın lütfudur. Her zaman “uyûn-u sâhire” (göz kırpmadan, sürekli O’nu kollayan veya O’nun tarafından kollandığı mülahazasıyla yaşayan insanlar) için söz konusudur. Namazında, niyazında, kıyamında, rükûunda ve secdesindeki haliyle dıştan bakan bir insana “Bu adam Allah’a inanıyor görünüyor!” dedirten kullar için bahis mevzuudur.

Hani bazılarımız, -biraz da kendime benzetiyorum, Allah affetsin- elleri duada ama “O nasıl yapıyor, bu nasıl yapıyor?” dercesine sağa-sola bakıyor. Peygamber Efendimiz, namazda etrafa bakınmaya, göz ucuyla olsun çevreye bakıp durmaya “şeytanın, insanın namazından çaldığı şeyler” manasına “ihtilâs-ı şeytan” buyuruyor. Şeytan, başkalarını kullanıyor, “Bir miktar da bana!” diyor, “Hepsini Allah’a verme!” diyor, “Azıcık böyle yap, bir miktar da bana ver!” diyor. O da mahrum etmiyor şeytanı; onun da gönlü hoş olsun diye şeytana veriyor.

Hâlbuki اَلْمُؤْمِنُ إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُHakiki mü’min, görüldüğü yerde, Allah’ı hatırlatan insandır.”; oturuşunda, kalkışında, kıyamında, rükûunda, secdesinde, mâbede girdiğinde benzinin renk atmasında, bakışının bulanmasında Allah’ı hatırlatan; dilden, dudaktan, beyandan öte “bir beyan insanı”dır, “Allah’ı hatırlatan insan”dır, “hâl âbidesi”dir, “temsil kahramanı”dır. Firdevsî’nin destanı ölçüsünde destanlarla anlatamayacağınız şeyleri, bir kereliğine öyle birini görmekle hissedersiniz. Zannediyorum, içinize oturur her şey; “Elhamdülillah, demek böyle insanlar da varmış!” dersiniz. Belki bizim, birkaç asır evvel yitirdiğimiz, hasretini çektiğimiz şey de o; “hâl âbideleri”, “timsal kahramanları”, “temsil kahramanları”.

 “İslam, İslam, İslam…” diyen bir kısım nadanlar İslam’ın canına kıydılar.

Yalan ve gösteriş, gürültülü; hakikat ve samimiyet, sessizdir. Yıldırımlar, gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar”. Gürültülü değil, içten fokur fokur kaynama, mağmalar gibi.. aşkını, heyecanını içinde boğma.. “Âşık’ım!” dersen, belâ-yı aşktan âh eyleme / Âh edip, ağyârı âhından âgâh eyleme!” Bunu “Şuara leşkerine mir-i livâdır sühânım” (Sözüm, şâirler ordusuna bayrak emîridir.) diyen, şâirlerin sultanı Fuzûlî söylüyor.

Evet, yan, yakıl, ocaklar gibi amma gam izhar eyleme! Bilmesin âlem onu. Fakat tavır ve davranışlarınla öyle bir irtibat tavrı sergile ki!.. Bir insan Allah’a inanıyorsa, tavırlarına-davranışlarına da o inanç yansır. Aksine, ayağını ayağının üstüne atan, âlemi hafife alan, kaykılıp arkasına -başkalarının yanında- yayılan, namaz kılarken sağı-solu kollayan, namazda mı değil mi belli olmayan, tavırlarıyla “amel-i kesir”den bir türlü sıyrılamayan insan, zannediyorum, başkalarını da namazdan ürkütür, namaza karşı sinelerde tiksinti hâsıl eder. Neden Türkiye’de, düne kadar devamlı namaz kılma nispeti yüzde 40-45 iken, şimdilerde yüzde 25’e düşmüş?!. Örnek Müslüman eksikliğinden…

İslam, İslam, İslam..” diyen insanlar “İslam”ın canına kıydılar. Şekil ve surete onu bağladılar. Onun bir iç meselesi, içtenleştirme meselesi olduğunu düşünemediler. Öndekileri millet öyle gördü, “Bu da böyle olur!” dediler. Çok defa hiç namaz kılmadılar amma Müslümanlığı da hiç dillerinden düşürmediler. Dolayısıyla onların arkasından sürüklenenler de, “gerçek mü’min tabiatı”nı, “ahsen-i takvime uygunluk halleri”ni, yolda bir yere bıraktılar, yitirdiler. Hem öyle bir yitirdiler ki, dönüp arama duygusunu da yitirdiler. Acaba Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) Müslümanlığı nasıldı? Onu da yitirdiler. Hazreti Muhammed Mustafa Müslümanlığı nasıldı? Onu da yitirdiler. Yalan söylediler, Kendilerini takip edenleri aldatıp çektiler bir vadiye.. karanlık bir vadiye.. İslam’ın ışığının olmadığı bir vadiye.. kalbî ve ruhî hayatın olmadığı bir vâdiye.. cismaniyetin, hayvaniyetin, beşerî garizelerin boy gezdiği bir vadiye çektiler. İnsanları bohemleştirdiler. Onlar da düşünemez oldular; kimin arkasında bulunduklarının da farkına varamadılar. Alkış tuttular, onlara destanlar kestiler. Ve onlar gibi düşünmeyenlere “kâfir, münafık” dediler. Arkadakiler de o Abdullah b. Übeyy b. Selül’leri adım adım takip ettiler; Peygamber yoluna karşı, Ebu Bekir yoluna karşı, Ömer yoluna karşı.. hâlâ da takip ediyorlar.

 İslam coğrafyasında en büyük tehlike, nifaktır!..

En tehlikeli şey, şeytanın kâfiri, kâfir yapması değildir; münafıkı, Müslüman göstermesidir. En tehlikeli şey, odur. Haçlının ülkenizi işgal etmesi, çok tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler; ilişmemiş Haçlılar. Fakat münafık, meseleyi öyle bir karıştırır ki, Müslümanlık ile kâfirlik, bir harcın parçaları gibi, farklı kimyevî şeylerin bir araya gelmesi gibi olur. O güzellik, o beriki çirkinlikle bir araya gelince, kömür-elmas birbirine karışır. Siz, anlayın artık meselenin ne olduğunu!.. Günümüzün İslam dünyasında, bu şenaat, bu denaet yaşanıyor. Bazı yerlerde de katmerli yaşanıyor. Bazı yerlerde “müfret” yaşanıyor; bazı yerlerde “müza’âf” yaşanıyor, bazı yerlerde, -Kapadokya gibi- “mük’ab” yaşanıyor. Münafıklar, gemi azıya almış öyle gidiyorlar ki, hakiki Müslümanlara fırsat vermeme, canlarını alma, “Aman vurun, iflah etmeyin!” mülahazasıyla yaşama adetâ şiar haline, ideal haline, gâye-i hayal haline getirilmiş. Böyle bir dünyada, dış dünyadaki insanların Müslümanlığa imrenmesine imkân yoktur. Onun mübarek, dırahşan çehresini, değişik terör örgütleri gibi, bu değişik terör devletleri de öyle kirlettiler ki!.. Zannediyorum yarım asır, bu kirleri yıkamak için uğraşacaksınız, yine de dıştakilerine Müslümanlığın gerçek çehresini göstermede çok zorlanacaksınız; göbeğiniz çatlayacak, şakaklarınız zonklayacak, kasıklarınızı tutacaksınız, Üstad Necip Fazıl ifadesiyle, “öz beyninizi burnunuzdan kusacaksınız!”

Bunları dedim ama… “Ger günahım Kuh-i Kaf olsa ne gam yâ Celil / Rahmetin bahrine nisbet ennehû şey’un kalîl”. Belki de bizim günahlarımızdan, münafıklar böyle yüz aldı ve yol aldılar, mesafe aldılar, fırsat buldular. Şimdi hadiselerin lisanıyla “Niye firasetinizi kullanmadınız? Neden doğruyu doğru, eğriyi eğri göremediniz?” deniyor ve dolayısıyla Allah, zâlimin eliyle ensenize şamarlar indirmeye başladı, kulağınızı çekmeye başladı. Adeta, “Mü’min, bu kadar aptal olmamalı! Münafığın arkasından gitmemeli! Aptal koyunlar gibi kurdun arkasından sürüklenmemeli! Karanlık derelere yuvarlanmamalı! Aklınızı başınıza alın da, bir daha münafıkların arkasından sürüklenmeyin! Kendi yolunuzda yürüyün!.. Yürüyün ve önünüzde her zaman Ebu Bekir u Ömer u Osman u Ali’nin sesini-soluğunu duyun!” deniyor. Onların sesi-soluğu, parçalanmış Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın sesi-soluğudur; bir derinliğiyle Ebu Bekir’de, başka bir derinliğiyle Ömer’de, başka bir derinliğiyle Osman’da, başka bir derinliğiyle Haydar-ı Kerrâr, Şâh-ı Merdân, Dâmâd-ı Nebî Hazreti Ali’dedir. Onları (radıyallahu anhüm ecmaîn) takip ederseniz, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) rehbere ulaşabilirsiniz. O’na ulaştığınız zaman, Allah’la aranızdaki münasebeti tesis etmiş olabilirsiniz. Sadece, yarım yamalak namazla değil, yarım yamalak oruçla değil, “Müslümanım!” demekle değil, “Biz, İslamî bir idare istiyoruz!” demekle değil… Gerçek Müslüman olmakla.. gerçek Müslüman olmakla, Râşid halifelere ulaşırsınız… Onlar da, elinizden tutarlar, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a götürürler. “Referansız Yâ Rasûlullah!” derler. Onlar referans ise şayet, Allah Rasûlü, dergâh-ı nebevisinden sizi kovmaz. Rasûlullah’ın referans olduğunu da, Allah, dergâhından kovmaz.

Şeytanın referansıyla, tûl-i emel içinde, tevehhüm-ü ebediyet dalgınlığıyla yaşayan, şatafattan hoşlanan, alkışlanmayı cana minnet bilen, şeytanın oyuncağı, Müslüman görünen zavallılar… Böyle görünmekle onlar, hiç farkına varmadan cehennemdeki gayyalarını derinleştiriyorlar. Bir kuyu kazıyorlar başkalarına fakat kazmayı her yere çalışla, esfel-i sâfiline doğru bir derinlik açıyorlar. Çünkü Kur’an diyor ki: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِMünafıklar, cehennemde, kâfirlerin de altında, en derin derekededirler!”. (Nisâ Sûresi, 4/145) Mü’mine kuyu kazmak için kazma çalan insanlar, onları zindanlara atan insanlar, mallarına el koyan insanlar, “Başkalarının yolunda kuyu kazdım!” zannettiklerinde, esasen, nifakları adına, esfel-i sâfiline doğru kuyu kazıyorlar. Öbür tarafta göreceksiniz.

 Soru: Hazreti Nuh, Hazreti Hud ve Hazreti Salih (alâ Seyyidinâ ve aleyhimüssalâtü vesselam) efendilerimiz gibi pek çok peygamberin, tehdit ve hakaretler karşısında وَمَا لَنَا أَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ dedikleri anlatılıyor. Önceki ayetler de nazar-ı itibara alınarak, hemen bütün peygamberlerin bu ortak beyanıyla dikkat çekilen iki noktaya (tevekkül ve sabra) dair ayette kullanılan kayıtlar ışığında neler söylenebilir?

Hazreti Bediüzzaman da قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ (İbrâhîm, 14/10) ayet-i kerimesini bir risalesine (23. Lem’a / Hüccetü’l-lahi’l-Bâliğa Risalesi / Üçüncü Hüccet-i İmâniye) serlevha yapmış. Ayette geçen “Fâtır”, gökleri ve yeri yaratan, onu şekillendiren, kesen-biçen, kıvamına getiren; sadece “ol!” demekle onu öyle bırakmayan, aynı zamanda tam bir kıvama koyan manalarına geliyor. Kâinattaki bütün kesmeleri, biçmeleri, yontmaları ifade ediyor. Teşbihte hata olmasın, kâinat da eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağıyla âhenk içinde meydana getirilen bir âbide gibi. Kâinat, Hazreti Pîr’in ifadesiyle,  “büyük bir insan”, insan da “küçük bir kâinat”; kâinat bir kitap, insan da onun fihristi. “Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.” (Lem’alar, 354) Dolayısıyla çok yerde “Fâtır” kelimesi kullanılıyor ki, o, “kesen, biçen, şekillendiren, kıvama koyan, her şeyi yerli yerine yerleştiren; ne aklın-mantığın istiğrab edeceği/yadırgayacağı bir tavır, ne de beğenilmeyecek bir hal bırakan; الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ “O, her şeyi en güzel şekilde yaratır.” (Secde, 32/7) fehvasınca, sistemlerden o sistemlerin fihristi, özeti, hülasası olan insana kadar her şeyi en mükemmel vaziyette halk eden manalarının tamamını ihtiva ediyor.

 “Gökleri ve yeri var edip, değişmez bir sistem ve prensipler üzerine oturtan Allah hakkında şüphe etmek ha!..”

Öncelikle, Peygamberlerin kavimlerinden müşrikler diyorlar ki: وَإِنَّا لَفِي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَنَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ “Gerçekten biz, bizi kabul etmeye çağırdığınız bu şeyler hakkında çok derin bir kuşku içindeyiz.” (İbrâhîm, 14/9) Biz bir şekk/tereddüt içindeyiz. Hatta onun da ötesinde, -ism-i fâil sigasıyla ifade ediliyor- “mürîb”, bir “septist”, “sofist”iz yani, “reyb” içindeyiz. Bizimkiler o septizmi, sofizmi “reybîlik” kelimesiyle ifade etmişlerdi. Zannediyorum Ahmed Naim merhum da “İlmü’n-nefis”te ve diğerleri de kendi kitaplarında “reybîlik” sözüyle ifade ediyor, bu “mürîb” kelimesinden dolayı.

قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ “Kendilerine gönderilen rasûller ise onlara şöyle karşılık verdiler: Gökleri ve yeri var edip, değişmez bir sistem ve prensipler üzerine oturtan Allah hakkında şüphe etmek ha!” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) Bir kere, yarattığı yerlerle ve göklerle O, öyle bir mesaj ortaya koyuyor ki; “Bir kitab-ı a’zâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası Allah çıkar.” Ayette adeta “Göklere, yıldızlara, semaya, nizama, âhenge, zeminin onlarla münasebetine bak!” denilerek, bir yönüyle o koca kitapta icmâlen makro âlemden mikro âleme, normo âleme doğru bir geliş ifade ediliyor. Sonra da diyor ki, …يَدْعُوكُمْ “O, sizi (Kendisine inanmaya) çağırıyor ki, neticede günahlarınızı bağışlasın ve (içinde bulunduğunuz helâki hak eden durumdan sizi kurtarıp, Kendi katında) belli bir sona kadar size süre tanısın.” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) İşte bu gökleri ve yeri Yaratan -ki, size “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorulduğunda, siz de “Allah” diyorsunuz.” (Bkz. Mü’minûn Sûresi, 84-90; Yunus Sûresi, 31)- يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُمْ Sizden bir şey istemiyor; sizi yarlığamayı diliyor. Muktezâ-i beşeriyet olarak sağınıza, solunuza, yüzünüze, gözünüze bulaşan, tabiatınıza aykırı kirlerden sizi arındırmak için, günahlarınızı yarlığamak için çağırıyor.

Bir de وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّىBelli bir süreye kadar size mehil üstüne mehil veriyor”. Burada da esasen, akla değer atfediyor. Bugün olmadı.. yarın olmadı.. öbür gün bir şeyle karşı karşıya kalırsınız, gözünüz açılır. Bir yerde görmemişsinizdir, başka bir yerde basiretiniz bir şeyi sezer. Bir yerde bir imhâli değerlendirirsiniz, orada bir kere daha ama farklı bakarsınız. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ayetinde ifade edildiği gibi, tekrar tekrar bakarsınız. Dön bir kere daha bak canım!.. Dön bir kere daha bak!.. Âhenge bak, nizama bak, düzene bak!.. Bu açıdan da وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّىNankörlüğünüz karşısında, zulmünüz karşısında, nifakınız karşısında, sizi hemen, çarçabuk yerin dibine batırmıyor” diyor. Peygamberlerin müşterek mesajı, bu.

 “Allah, kulları içinde her kimi dilerse ona hususî bir ihsanda bulunur.”

Onlar ise şöyle karşılık verdiler: قَالُوا إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُنَا تُرِيدُونَ أَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ “Dediler ki: Siz de bizim gibi ancak birer beşersiniz; bizi atalarımızın tapageldiği ‘ilâh’lardan vazgeçirmek istiyorsunuz. (Eğer iddianızda doğru iseniz,) haydi bize açık ve karşı çıkılmaz bir delil (bizi inanmaya mecbur edecek bir mucize) getirin!” (İbrâhîm Sûresi, 14/10) “Siz de bizim gibi insansınız!” Sathî bakış öyle.. Doğru; el-ayak, göz-kulak, dil-dudak görünce, öyle diyor; bu, sathî bakış.. bakıp görememe. تُرِيدُونَ أَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَاSizin derdiniz, bizi, babalarımızın ibadet edegeldiği (hani meşhurları olan Lat, Menat, Uzza, İsaf, Nâile) bu putlara tapmaktan alıkoymak.. (Kâbe’nin çevresini ve içini kirleten) 360 küsur putlara tapmaktan alıkoymak; derdiniz bu!” (Efendimiz için olunca böyle..) فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُبِينٍBize apaçık, gözü açan, bâriz, beyyin bir bürhan, bir delil, bir sultan getirin!” “Sultan” kelimesine, Kur’an-ı Kerim tefsirlerinde, bu manaların hepsi veriliyor; “bürhan” deniyor, “ilzam edici bir şey” deniyor, “bir mucize” deniyor, “bir harika” deniyor. Hani “gökten bir taş gelsin!” (İsrâ Sûresi:92; Şuarâ Sûresi:187), “Ay parçalansın!” diyorlar. Bütün bunların hepsi, o sultan.

Kâfirler, münafıklar, putperestler, mülhitler, böyle diyedursunlar; Peygambere gelince: قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِن نَّحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَمُنُّ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَمَا كَانَ لَنَا أَن نَّأْتِيَكُم بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَعلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ  “Rasûlleri onlara şöyle karşılık verdi: Biz, evet, sizin gibi ancak birer beşeriz. Fakat Allah, kulları içinde her kimi dilerse ona hususî bir ihsanda bulunur. Sonra, Allah izin vermedikçe size herhangi bir delil getirmemiz de söz konusu olamaz. Mü’minler, (her meselede) ancak Allah’a dayanıp güvenmelidirler.” (İbrâhîm Sûresi, 14/11)

Bu ayetlerde قَالَتْ “Kâlet” denilerek kelimenin müennes olarak kullanılması insanın kafasına takılabilir. Evet, niye müennes kelimeyle ifade edilmiş? Hani كُلُّ جَمْعٍ مُؤَنَّثٌ filan dersiniz. “Cem-i müzekker-i sâlimin gayrı her cemi, cemaat tevili ile te’nis hükmündedir.” denir. Fakat enbiya-i izâm için, “cem-i müzzekker-i gayr-ı sâlim” demek doğru değildir. Allahu A’lem, onlar kavimleri karşısında, zâhiren, bir zaafa uğradıklarından dolayı, “cemaat halinde” ama öyle bir cemaat halinde, “Hiç olmazsa öyle bir cemaati dinleyin!” manalarına işaret edilmektedir.

Ayette رُسُلُهُمْ “Rusülühüm” denilmek suretiyle, aynı zamanda bütün Peygamberlerin de mesajı olduğu yeniden vurgulanıyor. قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُكُمْBiz, evet, sizin gibi ancak birer beşeriz.” Bu doğru. Bakın, objektif; birine bir şeyi anlatırken, onların doğrularını da doğrulamak lazım; tâ bir yönüyle sizin insafınız, objektif düşünceniz, aynı zamanda, onları da objektif düşünceye sevk etsin. Doğru, o açıdan doğru. قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ Biz de sizin gibi birer insanız, “misl”iniziz… Fakat burada da aynı zamanda “misl” kelimesi kullanılıyor; mesela إِنْ نَحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ عَيْنُكُمْ değil. “Aynen sizin gibi” değil, “misil”; dış ve heykel itibarıyla, fizyolojik ve anatomik açıdan bakınca, “Evet, sizin gibi; el-ayak, göz-kulak, dil-dudak bakımından “misl”iniziz; fakat “aynı” değiliz sizinle. Onu da müşrik kafası anlar mı, anlamaz mı? Amma, Kur’an-ı Kerim, anlasınlar diye söylüyor.

 İnsanlığın İftihar Tablosu’na Allah’ın ilmi ve malumatı sayısınca salât ü selam olsun!..

وَلَكِنَّ اللهَ يَمُنُّ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ “Lakin, Allah (celle celâluhu) kullarından, dilediğine ekstradan lütuflarda bulunur.” خَارِقَةً، كَرَمًا، إِكْرَامًا، كَرَامَةً، مُعْجِزَةً Harika, cömertlik eseri bağış, ikram, keramet, ve mucize olarak, Allah birilerine بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve tasavvurları aşkın ihsanlarda bulunur. Birisini çıkarır; Hazreti Nuh’u çıkarır; onun torunu sayılan, وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ veya yolunun yoldaşı olan Hazreti İbrahîm’i çıkarır; Hazreti Musa’yı çıkarır; Hazreti İsâ’yı çıkarır. Allah’ın binlerce salat ve selamı, binlerce salat ve selam kendisine az gelen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ve onların üzerine olsun.

Antrparantez; şimdilerde “binlerce” değil de بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ “Allah’ın ilmi ve malumatı sayısınca” diyorum. Salat ü selam okurken, اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَوْلاَدِهِ وَأَزْوَاجِهِ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلاَئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ مِنْ أَهْلِ السَّمَاوَاتِ وَأَهْلِ اْلأَرَضِينَ رِضْوَانُ اللهِ تَعَالَى عَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ demeyi tercih ediyorum. Bazı Hak dostları (…ألفُ ألفِ صلاة) “elfu elfi salâtin..” demişler; o da kesretten kinaye. Belki (…ألفُ ألفِ صلاة) “elfu elfi salâtin..” derken onlar, bir milyon değil de, “trilyon.. trilyon…” demek istemişlerdir, kesretten kinaye.. Fakat kinayeden daha ziyade sarîhi söylemek hoşuma gidiyor. Aynı zamanda, Hasan Basri Çantay, إِنَّ اللهَ وَمَلاَئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا ayet-i kerimesinin mealinde, salât u selam ile alakalı diyor ki: En derin salât u selam, اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ “İnsanlığın İftihar Tablosu’nun üzerine Allah’ın ilmi sayısınca ve Allah’ın malumatı sayısınca, salat, selam ve bereket olsun. Allah’ın o kadar salât u selamını, başta bir yönüyle bütün peygamberlerin çekirdeği olan, hükmü sonunda kafiye gibi gelen; ağacında/temelinde fide olarak bulunan, başında da bir meyve şeklinde arz-ı endâm eden Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm hak ediyor. Dolayısıyla da ondan ötürü, öbürlerine de salât ü selam demek, kadirşinaslığın ifadesidir.

Bir tane daha antrparantez diyeyim: Ben o enbiya-i izama, evliya-ı fihama, onların ümmetlerine, evlatlarına, torunlarına salat u selam okurken, biraz da rikkatime dokunuyor. Diyorum ki: “Onları -böyle- rahmetle yâd eden yeryüzünde kimse kalmadı. Şu kadar mürsel, şu kadar nebi.. şu kadar Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamber… Bunların arkasında giden bir sürü insan… Fakat onların hayrına hiçbir şey yapmıyorlar. Dolayısıyla, zannediyorum, onları hayırla yâd etmek de, onların hayırla yâd edilmesi üzere gönderilen, bütün hayırların kaynağı, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine düşüyor.

 Meccânen Allahım.. meccânen.. meccânen!..

Konuya dönelim: وَلَكِنَّ اللهَ يَمُنُّ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِAllah, kullarından dilediğine meccanen lütuflarda bulunur.” Var ya el-Kulubu’d-Dâria’da: اَللَّهُمَّ خَلَقْتَنِي مَجَّانًا، وَرَزَقْتَنِي مَجَّانًا، فَاغْفِرْ لِي مَجَّانًاAllah’ım, beni meccânen yarattın.. Allah’ım, beni meccânen rızıklandırdın.. Meccanen de mağfiret buyur!” Çoğaltabilirsiniz; Allah’ım, beni meccânen Müslüman yaptın.. meccânen insan şeklinde yarattın.. meccânen Hazreti Muhammed’e ümmet yaptın.. meccânen âhirzamanda “kardeşlerim!” dediği zümre içinde gönderdin.. meccânen din-i mübin-i İslam’a hizmet etme imkanları verdin.. meccânen bir cemaat-i uzmâ içinde -şom ağızların “terör örgütü” demesine bakmayın-, nâm-ı Celîl-i İlahî’yi güneşin doğup battığı her yere götürmeye kararlı bir cemaat içinde beni yarattın.. meccânen.. meccânen… Allah’ım, biz karşılığını ortaya koyamasak bile bu işi tamamlamayı da meccanen bize lütfeyle.. Kereminle, lütfunla, Nâm-ı celil-i sübhanîni, Nâm-ı celil-i nebevîyi, güneşin doğup battığı, hatta Kıtmir’in mülahazasıyla, Güney Kutbu’ndaki penguenlere kadar götürmeyi nasip et. Onlara da fısıldayalım: “Biliyor musunuz penguenler! Muhammedun Rasûlullah.. Allah’ın şanlı, nâmlı, nişanlı, adlı, ünvanlı bir kulu vardı! İnsanlık, O’nunla ışığa gözlerini açtı.. O’nu size fısıldamaya geldik. Buralarda da fısıldayalım O’nun adını buralar, bu buzullar da duysun!..”

Peygamberler sözlerine devam ederler: وَمَا كَانَ لَنَا أَنْ نَأْتِيَكُمْ بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللهِSize hemen bir sultan (delil, mucize, burhan) getirmek de bizim elimizden gelmez.”. Zira mucize, bildiğiniz gibi, Peygamberin, dava-i nübüvvetini ispat etmek üzere, Peygamberin eliyle Allah’ın yarattığı harikulade şeydir. Birilerinin gözünün açılmasını ve hakka hakikate uyanmasını sağlamak üzere velinin vilayetini izhar etmek için o velinin eliyle, onun gayret ve iradesini ortaya koymasıyla, Allah’ın yarattığı hârikulade şeye de “kerâmet” denir. Hazreti Pîr bir basamak aşağıya çekerek ona “ikrâm” diyor. İsterseniz bir basamak daha aşağıya çekerek “kerem” diyebilirsiniz. “Kereme teveccüh” de diyebilirsiniz.. Şahsınız hakkında düşünürken böyle düşünmeniz uygun olabilir.

  “Başkasına değil, tevekkül edeceklerse mü’minler, ancak Allah’a tevekkül ederler!

Bu, peygamber mülahazası.. Onlar “metluv” veya “gayr-ı metluv” vahiy ile konuşuyorlar; hevâ-i nefislerine göre konuşmuyorlar: وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى ذُو مِرَّةٍ “O, asla heva ve hevesinden konuşmaz; O’nun size söyledikleri, ancak kendisine vahyolunan vahiyden ibarettir. (Kur’ân’ı) O’na o pek güçlü ve kuvvetli (Cebrail) öğretti; pek metin, kemal ve üstün melekeler sahibi.” (Necm, 53/3-6) Diyorlar ki: وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَBaşkasına değil, ancak Allah’a tevekkül eder mü’minler.” Evet, وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ denmek suretiyle, “alâ” harf-i cerri, lafz-ı celâle başında hasr ve inhisara delalet ediyor: “Başkasına değil, tevekkül edeceklerse mü’minler, ancak Allah’a tevekkül ederler!

“Sen Hakk’a tevekkül ol / Tefvîz et ve rahat bul / Hakkına razı ol / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..

Hakk’ın olicak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..”

Nihayet Peygamberler diyorlar ki: وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ “Hem niye Allah’a dayanıp güvenmeyelim ki, takip etmemiz gereken yollara bizi ileten O’dur. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya hiç şüpheniz olmasın ki sabredeceğiz. Zaten tevekkül sahiplerine de düşen, ancak Allah’a dayanıp güvenmektir.” (İbrâhîm Sûresi, 14/12)

وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِNe diye Allah’a tevekkül etmeyeceğiz ki?!” Bir kere, önce verdiği şeyleri şükranla yâd ederseniz şayet, Allah (celle celâluhu) ekstra lütuflarda bulunur. Biraz evvelki mülahazayı, tasdî’ye bâdi olsa (başınızı ağrıtmaya açık bulunsa) bile -ben öyle görmüyorum- bir kere daha tekrar edeyim: بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ، كَرَمًا، إِكْرَامًا، كَرَامَةً، خَارِقَةً Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insan hafsalasının alamayacağı bir şekilde, keremen, ikrâmen, kerâmeten, hârikaten… Allah neler ve neler başımızdan aşağıya yağdırır, kendi lütfuyla, keremiyle, fazlıyla…

 “Bu, dilediği kimselere Allah’ın lütfedeceği bir ihsanıdır.”

Allah’ın “fazl”ı, O’nun ekstradan lütfetmesi demektir. Hazreti Pîr Mektubat’ta bir yerde, ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ “Bu, dilediği kimselere Allah’ın lütfedeceği bir ihsanıdır.” (Hadid, 57/21) beyanına işaret ediyor. Yani, niye kendinden biliyorsun? ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ Allah, bunu, dilediğine verir. Cenâb-ı Hak, size bir ilham veriyorsa, bir ihtarda bulunuyorsa, bir iş yaptırtıyorsa, bir şey konuşturuyorsa, ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ Arkadaşlarımız, cennete girme mevzuunda, o tabiri kullanıyorlar ama istiğrab edilecek bir şey değil. Cenâb-ı Hakk’ın fazlı olmadan kimse cennete giremez. O, “ekstradan bir lütuf” demektir. En küçük, zerre kadar bile karşılığı takdim edilmemiş bir lütuf, bir ihsan, bir ulûfe-i şahane demektir.

Cennet’e yalnızca ekstra lütufla, sadece Allah’ın fazlıyla girilebileceğini beyan eden Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e “Sen de mi ey Allah’ın Rasûlü?” denilince, En Doğru Sözlü İnsan وَلاَ أَنَا، إلاَّ أنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍEvet, Allah’ın fazlı ve rahmeti olmazsa, beni sarıp sarmalamazsa, ben de cennete giremem!” buyuruyor. Sana kurban olayım; hem tevazuuna kurban olayım, hem hakikate tercüman olmana kurban olayım!.. Sen öyle deyince, a be imamım, ben arkadan nasıl düşünmeliyim?!.

وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا “Hem niye Allah’a dayanıp güvenmeyelim ki, takip etmemiz gereken yollara bizi ileten O’dur.” Sebil değil, sübül; yol değil, yollar. Çağlara göre, bir yönüyle zamanın gerektirdiği yorumlara göre, insanların idrak ve irfan ufuklarına göre, farklı farklı zamanlarda, semadan farklı farklı mesajlar sağanağı gelmiştir. Dolayısıyla burada bir de “sübül” سُبُل denerek bu husus vurgulanıyor. Başka bir yerde, وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاBizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere (kendisini mücahedeye adamışlara) elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.” (Ankebut, 29/69) Yan, “katele” yerine “câhede” ifadesini kullanarak diyeyim: مَنْ جَاهَدَ لِتَكونَ كَلِمَةُ اللهِ هي العُلْيَا ، فَهوَ في سبيلِ اللهِNam-ı Celîl-i İlâhî’nin yeryüzünde şehbal açıp dalgalanması uğrunda mücâhede eden insan Allah yolundadır.” İşteBiz o Allah yolunda mücahede ehlini farklı farklı yollara hidayet ederiz” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Farklı farklı yollar.. mizaca göre, mezâka göre, mezhebe göre, anlayışa göre… Usul’de müttehid fakat detayda, teferruatta, zamanın yorumunu yanına alan farklı farklı yollar… O kadar çok yollar açarız ki onlara, hangisinden yürürlerse yürüsünler, Allah’a ulaşırlar. Hazreti Nuh yolundan, Hazreti İbrahim yolundan, Hazreti Musa yolundan, Hazreti İsa yolundan, Hazreti Davud yolundan, Hazreti Süleyman yolundan… Ve makam-ı cem’in sahibi Hazreti Rasûl-i Zîşân yolundan, Allah’a ulaşırlar.

Evet, burada bir de وَمَا لَنَا أَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا “Allah (celle celâluhu) bizi sıkıştırmadı, dara zora koşmadı; yürüdüğümüz yolun o kadar çok şeridi var ki, hiçbir trafikle karşı karşıya kalmadan yürüyorsun; oradan da, oradan da, oradan da… Önemli olan, o yolun bütün şeritlerinin Allah’a ait olması..” manası vurgulanıyor.

 Sabır, sabırdan daha ağırına sabredeceğimizi anlayacağı âna kadar sabredeceğiz!..

Sonra; وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَاBize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya hiç şüpheniz olmasın ki sabredeceğiz.” Buradaki “Lam” harfi hakkında “te’kid” için diyebilirsiniz, “kasem” için de diyebilirsiniz: “And olsun! And olsun ki, biz, sizin bize yaptığınız bu eziyete karşı sabredeceğiz. Evlerimizi basmalarınıza karşı, mallarımıza el koymalarınıza karşı, alın teriyle kazandığımız şeylere kayyım tayin etmelerinize karşı, ‘sana da bulaşmıştır’ diye adamın suçu daha belli olmadan tutup içeriye atmalarınıza karşı, bir iddianame hazırlamadan insanları mahkûm etmenize karşı… And olsun veya muhakkak, biz dişimizi sıkıp sabredeceğiz. Sabır, sabırdan daha ağırına sabredeceğimizi anlayacağı âna kadar sabredeceğiz. Bu son cümle Hazreti Ali’ye aittir. Sabır, sabırdan daha giriftine, daha çetinine, daha zorlusuna katlanacağımızı anlayacağı âna kadar, dişimizi sıkıp sabredeceğiz. “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa” sabredeceğiz. Testereyle biçmeler, tırmıklarla etimizi kemiklerimizden ayırmalar, evlâdı babayı birbirinden koparmalar, yuvaları yıkmalar, her gün SS’ler gibi yuva basmalar… Bunları katlayarak devam ettirseniz dahi, ey hiç değişmemiş olan o zalimler, o SS’ler, dişimizi sıkıp, mutlaka sabredeceğiz!..

Sizin bize yaptığınız o eziyetlere karşı Allah’a gönülden tevekkül edip sabra tutunacağız. Zaten, وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ “Başkasına değil, sadece Allah’a tevekkül eder tevekkülün manasını bilen gerçek mütevekkiller!..”

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: HESAPSIZ CENNET Mİ?

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَنْ مُحَمَّدٍ، يَعْنِي ابْنَ سِيرِينَ، قَالَ: حَدَّثَنِي عِمْرَانُ، قَالَ: قَالَ نَبِيُّ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

«يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِي سَبْعُونَ أَلْفًا بِغَيْرِ حِسَابٍ»، قَالُوا: وَمَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللهِ؟ قَالَ: «هُمُ الَّذِينَ لَا يَكْتَوُونَ وَلَا يَسْتَرْقُونَ، وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ» ، فَقَامَ عُكَّاشَةُ، فَقَالَ: ادْعُ اللهَ أَنْ يَجْعَلَنِي مِنْهُمْ، قَالَ: «أَنْتَ مِنْهُمْ»، قَالَ: فَقَامَ رَجُلٌ، فَقَالَ: يَا نَبِيَّ اللهِ، ادْعُ اللهِ أَنْ يَجْعَلَنِي مِنْهُمْ، قَالَ: «سَبَقَكَ بِهَا عُكَّاشَةُ»

Hz. İmran (radıyallahu anh) Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in bir defasında şöyle buyurduklarını rivayet etmektedir:

Nebiyyullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ümmetimden yetmiş bin kişi hesaba çekilmeksizin cennete girecektir” buyurdular. Ashab, “Kimdir onlar ey Allah’ın Resulü?” dediler. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Onlar vücutlarını (kızgın demirle) dağlamayanlar; efsun yapma­yanlar ve sadece Rabbilerine tevekkül edenlerdir” buyurdular. Bunun üzerine Ukkâşe ayağa kalkarak: “Allah’a dua et de beni de onlardan eylesin” dedi. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sen onlardansın”  buyurdular. Arkasından bir zat kalkarak, “Ya Nebiyyallah! Allah’a dua et de beni de onlardan eylesin» dedi. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu hususta Ukkaşe seni geçti.” buyurdular.[1]

***

               Hadis-i şerifin idraklerimize sunduğu ilk husus bütün insanlığı yaratan Allah’ın (celle celâluhu) ahirette Muhammed ümmetine (sallâllahu aleyhi ve sellem) hususi bir teveccüh, ikram ve ihsanda bulunacağıdır. Zira hiçbir peygambere (bize ulaşan sahih kaynaklar açısından) “ümmetinden şu kadar kişi sorgu-sual olmaksızın cennete girecektir” şeklinde bir beşaret verilmiş değildir. Hatta Allah’ın (celle celâluhu) o en sevgili kullarından olan Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) öyleleri vardır ki, değil ümmetinden yetmiş bin kişilik bir kısmın sorgu ve sual görmeksizin cennete gitmesi, “kendisine inanan insanların toplam sayısı dahi ikiyi ya da üçü geçmemiştir.”[2] Bu zaviyeden bakılınca, hadis-i şerifin hem Fahr-i Âlem Efendimiz’e hem de O’nun (sallâllahu aleyhi ve sellem) ümmetine ne denli bir ikram ve ihsan beşareti olduğu zannediyoruz daha net bir şekilde anlaşılacaktır.

               Öte yandan bazı ulema hadis-i şerifte ifade buyrulan hesapsız, azapsız cennete gideceklerin sayısının ifade buyrulandan daha fazla olacağı kanaatlerinden hareketle yetmiş bin lafzına itiraz etmek istemişlerdir. Sair ulema ise bu hususta yetmiş bin lafzının kesretten kinaye; yani bu “yetmiş bin” lafzının cennete gireceklerin çokluğunu ifade sadedinde tercih edilmiş olma ihtimalini nazara vermişlerdir. “Nitekim lisanımızda da: ‘Bunu sana yüz defa söyledim’ denilirse, bundan; ‘sana çok defalar söyledim’  manası kastedilir. Yüz adedinin kendisi murad değildir.”[3] Bununla birlikte Müslim-i şerifte aynı babın farklı hadislerinde bu sayının yedi yüz bin[4] olduğu başka kaynaklarda ise bu yetmiş binin her neferi ile birlikte yetmiş bin kişi daha gireceği bildirilmektedir. Hal böyle olunca sayının azlığı ile alakalı hadis-i şerif üzerinde bir şüphe bulutu hâsıl etmenin yeri yoktur. Kaldı ki yalnızca bu açıdan hadis-i şerifin sıhhati noktasında bir tenkit yürütmek ilmi olmadığı gibi kulluk şuuru ile de bağdaşmamaktadır. İlmi değildir zira bu sayının ilmi açıdan izahı mümkündür ve ifade edilmiştir. Kulluk şuuru ile bağdaşmamaktadır, zira bu Cenâb-ı Hakk’ın taht-ı tasarrufunda olan bir mevzudur. Bu alan kulun kendi düşüncelerini infaz edebileceği bir alan değildir. Cehennemden kurtulma noktasında hayırlı amellerimize dahi bel bağlamanın beyhude olduğu gerçeği göz önünde dururken Cenâb-ı Hakk’ın tamamen rahmeti, fazl u keremi, ikram ve ihsanı olarak bu kadar Müslümanı cennetiyle sevindirecek olması kula kâfi gelmeli ve o mezkûr zümre içerisinde olabilme adına dua ve niyaz ile rahmeti Rahman’a iltica etmelidir. Bundan öte her söz, sadece hadden efzun bir beyan olarak kulun günah hanesine kaydolunacaktır.

               Diğer taraftan Hz. Ukkaşe (radıyallahu anh)’ın duasının kabul olunup diğer zatın duasının kabul olunmaması ile alakalı genel olarak şu görüşler ileri sürülmektedir:

               Kadı Iyaz hazretleri; “İkinci zatın Hz. Ukkâşe (radıyallahu anh)’ın derecesinde ve cennete sorusuz sualsiz gi­recek evsafta olmadığı söyleniyor. Hatta münafık olduğunu bile söyle­yenler var. Onun için Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) kendisine ihtimalli bir cevap vermiş ve “sen onlardan değilsin” diye tasrihi doğru bulmamıştır. Çünkü Pey­gamber (sallâllahu aleyhi ve sellem)’in güzel ahlâkı buna mânidir. Bazıları Ukkaşe (radıyallahu anh)’ın hakkındaki duasının kabul edileceği Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem)’e vahiy ile bildirilmiştir. Öteki için vahiy gel­memiştir diyorlar” demektedir.

               Hâtib el-Bağdadi hazretleri de; ikinci zatın Sa’d b. Ubâde (radıyallahu anh) olduğunu rivayet etmiştir. “Bu rivayet sahih ise o zât hakkında münafık diyenlerin sözü batıl olur. Fakat o zâtın Sa’d b. Ubâde olması ihtimalden uzak görülmüş; Sâ’d b. Umara ola­bileceği ihtimali üzerinde durulmuştur. Bu takdirde hadisi nakleden, tashif yapmış demektir.”[5]

               Nevevi hazretleri: “Doğrusu ve muhtar olan da budur” diyor. İbnü’l Cevzi ise: “Bana öyle geliyor ki Ukkâşe ricasını hulûs-i kalb ile yapmış ve kabul edilmiştir. Ötekinin ise, sözü kesmek için müracaat etmiş olması muhtemeldir. Çünkü Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)  ona da evet cevabını verse şüphesiz ki; üçüncü, dördüncü zevat kalkarak aynı şeyi isterler dileklerin sonu gelmezdi. Bittabi herkes sorgusuz sualsiz cennete girmeyi hak edemez” demiştir.

               Süheylî hazretleri de: “Bana öyle geliyor ki; o saat bir icabet saati imiş. İkinci zat Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in duasını o saat geçtikten sonra istemiş olacak” diyor.

               Bir diğer zaviyeden de “ سَبَقَكَ fiilinden hareketle şunu söylemek mümkündür: Bu fiil mana itibariyle öne geçti, sebkat etti demektir. Yani fiil burada sadece Hz. Ukkaşe (radıyallahu anh)’ın bu mevzuda bir sebkatini ifade ediyor olabilir. Nitekim hadis-i şerifteki بِهَا kaydı da bu manayı destekler mahiyettedir. Bu durumda mana ise; Ukkaşe de sen de arş-ı kemalatı ihraz etme noktasında aynısınız, ne var ki Ukkaşe bu hususta seni geçti.”[6]

               Bir diğer husus da Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) döneminde dahi dağlamanın bir tedavi yöntemi olarak kullanıldığı biliniyor olmasına rağmen bu hadis-i şerifte zemmedilmiş olmasının sebepleri mevzuudur. Sair hadis-i şeriflerden hareketle, dağlamanın bir tedavi yöntemi olarak kullanıldığı zahir olmasına rağmen mezkûr hadis-i şerifte bir demirle vücudu dağlamanın (zımnen) yasak edilmiş olmasını Hattabi hazretleri şu şekilde izah etmektedir:

  • Peygamber’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamasının bir sebebi de cahiliye araplannın, “Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulunsanız yine ölüm sizi bulur”[7] kaziyye-i ilâhiyesine aykırı olarak, ölüm ve kalımı Allah’ın irade ve kazasına değil de tamamen maddî sebeplere bağlamaları ve dağlamanın ölüme karşı kesin bir çare olabileceğine dair inançlarıydı. Halbuki bütün tedavi yöntemleri kesin sonuç almak için yeterli ve mutlak sebep değil, ancak şifa için Allah’ın izni ve iradesi dâhilinde birer vasıtadan ibarettir. Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) işte bu sözü geçen yanlış inançla kendisine başvurulan dağlama ile tedavi yolunu yasaklamıştı.
  • Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu tedavi yolunu yasaklamasının diğer bir sebebi de onların daha hastalık gelmeden önce hastalıktan korunmak maksadıyla kendilerini dağlamayı bir adet haline getirmiş olmalarıydı. Oysa zaruret olmadan vücudu dağlattırmak mekruhtur. Bir ihtimal uğruna böylesine tehlikeli bir tedavi yolunu göze almanın yanlışlığını açıklamak icap ediyordu. İşte Hz. Peygamber’in dağlama ile ilgili olarak getirdiği yasağın bir sebebi de bu idi.

 Temas edilmesi elzem son bir husus ise; (cahiliye inancı çerçevesinde) yarayı dağlamanın yanı sıra, sihir, büyü, üfürük ve efsunlama gibi işlerle meşgul olmanın da nehyedilmiş olması mevzuudur. Zira bu iki hususun da gelip cem olduğu nokta, tevhidi zedeleyen işlerden olmalarıdır. İslamiyet’te üfürükçülük nev’inden işlerle meşgul olmak, bunlardan medet ummak ve birilerine bu mevzuda başvuru da bulunmak haramdır, büyük günahlardandır. Zira (cahiliye inancı çerçevesinde) yapılan dağlamaların da, sihir ve büyü türünden şeylerin de insanı sürüklediği uçurum, kişilerin zamanla kendilerinde yahut ortaya koydukları işlerde bir tesiri hakiki vehmetmeleri ve ilerleyen süreçlerde de kendilerinde fevkalbeşer özellikler bulunduğu zehabına kapılmalarıdır. Böyle bir inancın da, her şeyin var edeninin yalnızca Cenâb-ı Hak olduğu hakikatine ve dolayısıyla da tevhid inancına münafi olduğu zahirdir. Bu manadan hareketle esbaba terettüp eden şey; aklın nazarında perdedarı dest-i kudret olmaktan fazlası değildir. O yüzden muttaki kulların mümeyyiz vasfı, esbaba tesir-i hakiki vermeksizin onlara ittiba mevzuunda tekâsül göstermemeleridir.

تَوَكَّلْ عَلَى الرَّحْمٰنِ فِي الْأَمْرِ كُلِّه      فَمَا خَابَ حَقًّا مَنْ عَلَيْهِ تَوَكَّلَا

وَكُـنْ وَاثِقًا بِاللهِ وَاصْبِرْ لِحُكْمِه        تَفُزْ بِـاللهِ تَرْجُوهُ مِنْهُ تَفَضُّلَا[8]

Sefa Salman

***

[1]. Sahih-i Müslim, İman, 371.

[2]. M. Fethullah Gülen, Yaşatma İdeali

[3]. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu

[4]. Sahih-i Müslim, İman, 373.

[5]. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu

[6]. M. Fethullah Gülen, Hadis Müzakere Dersleri

[7]. Nisa suresi, 4/78

[8]. Her işinde sadece ve sadece Allah’a tevekkül ol –ki O’na tevekkül eden asla kaybetmez–, Allah’a güven, O’na itimat içinde bulun ve senin hakkındaki hüküm ve kazasına da sabret; zira O’ndan beklediğin şeyleri, ancak, yine O’nun ihsanı olarak elde edebilirsin.

Kine Doymayan Nifak Şebekesi Karşısında Mü’mince Duruş

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Çevremizde olup biten münasebetsiz ve olumsuz bir kısım hâdiseler karşısında, inanan gönüller nasıl bir duruş sergilemelidir?

Cevap: Öncelikle bilinmesi gerekir ki, menfi bir kısım hâdiselerin cereyan etmesi ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Bu hakikati canlı tablolar hâlinde önümüze seren Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan değişik renk ve desendeki enbiya kıssalarını zikrederken diğer taraftan her biri başlı başına hayret verici hâdise olan muhtelif vakalardan bahsetmiştir. Bunlarla bir yandan Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) teselli ederken, diğer yandan tarihî tekerrürler devr-i daimine dikkat çekmiştir. Bütün bu tarihî hâdiseleri süzdüğümüzde karşımıza şu tablo çıkmaktadır: Cenâb-ı Hak, bozulan ve şirazeden çıkan toplumu her seferinde göndermiş olduğu peygamberlerle yeniden ıslah etmiştir.

Hatemü’l-Enbiya Hazreti Muhammed Mustafa’dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra toplumda yeni bir tecdid ruhunun hâsıl edilmesi ve yaşanan tahriplerin tamir edilmesi ise mücedditler eliyle gerçekleşmiştir.

Zulmün Zevali Aklına Gelmezdi Amma…

Hususiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde beşerin maruz kaldığı olumsuzluklara tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplum maruz kalmamıştır. Mehmet Akif,

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin,

Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.”

ifadeleriyle o dönemin fecaat ve fezaatını resmettikten sonra,

“Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi,

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi,

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi.”

mısralarıyla sosyal hayatta cereyan eden bu “sünnetullah”a işaret etmiştir.

Evet, bugün ve bugünden sonra da, “aczin” aklına dirilmek, zulmün de aklına ezilmek gelmeyebilir. Fakat bu, Allah’ın izni ve inayetiyle, tarihte elli defa gerçekleşmiştir. Olanlar ise, olacakların en büyük referansıdır. Bizim geçmişe bakmamızın, mâziyle irtibat kurmamızın faydalarından birisi de işte bu hakikati anlayabilmektir. Bugüne kadar tahrip-tamir vetiresinin sürekli birbirini takip etmesi, gece-gündüz münavebesinin hiç kesilmeden devam edip durması, Allah’ın izni ve inayetiyle, bundan sonra da tahripleri tamirlerin, geceleri de gündüzlerin izleyeceğinin en büyük referansıdır.

Hayat Boyu Tazyik Gördüm Fakat Ümidimi Hiç Kaybetmedim

Biraz daha açacak olursak, beşer, elli defa yoldan çıkabilir, elli defa şirazeyi koruyamayabilir, elli defa bağı kopmuş tespih taneleri gibi sağa sola saçılabilir. Başkalaşmaları başkalaşmalar takip edebilir. Toplumda ciddî bir deformasyon yaşanabilir. Fakat hiçbir zaman unutulmamalı ki, yeni bir nur ve yeni bir irfanla insanları derleyip toparlama ve kıvamına koyma Allah’ın elindedir.

Şahsen, imanı güçlü bir insan olduğumu iddia edemem. Bununla birlikte yirmi yaşımdan bu yana hayatım hep baskı ve tazyik altında geçmesine rağmen hiç ümidimi kaybetmedim. Daha askere gitmeden cami penceresinden alınıp karakola götürüldüm, hakarete uğradım, tehdit edildim. Fakat bütün bunların menfi mânâda bana hiçbir tesiri olmadı. Bir ân bile yürüdüğüm yoldan geriye dönmeyi düşünmedim. Alınıp götürülme, bir yere atılma gibi tehdit ve tazyikleri hiç mi hiç önemsemedim. İki tane insan bulduğumda hemen cami içinde oturup onlarla ders okumaya koyuldum. Yaşadığım sıkıntılar askerlikten sonra da devam edip gitti. Fakat ben, hiçbir zaman ye’se düşmedim. Hayatım boyunca hep,

“Doğacaktır sana va´dettiği günler Hakk’ın;

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”

mülâhazalarına bağlı kaldım. Zira Cenâb-ı Hak,

وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

(Yusuf sûresi, 12/87) kavl-i kerimiyle Allah’ın rahmetinden ümidin kesilmemesi gerektiğini ve kâfirlerden başka hiç bir kimsenin O’nun rahmetinden ümidini kesmeyeceğini ifade buyurmuştur.

Aslında ben bu sözlerimle, zannediyorum adanmışların hissiyatına tercüman oluyorum. Çünkü onların her birisi maruz kaldıkları sıkıntılar karşısında, Nesimî’nin ifadesiyle,

“Bir cefâkeş âşıkem ey Yâr Sen’den dönmezem

Hançer ile yüreğimi yar Sen’den dönmezem

Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar

Başıma koy erre Neccâr Sen’den dönmezem

Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar

Külüm oddan çağırsalar Settâr Sen’den dönmezem.”

diyeceklerdir. Çünkü onlara göre önemli olan O’nun rızasıdır ve o rızanın vesilesi hizmet kervanının yürümesidir. Kervan yoluna devam ettikten sonra bizim bir kısım ciğersûz hâdiselere maruz kalmamızın ne önemi olabilir ki! Hem zaten yapılan hizmetlerin hiçbiri bizimle kaim değildir. İronik bir dille ifade edecek olursak, “arzın altındaki öküz” değiliz ki, öldüğümüz zaman yer yıkılsın!

Korkusuzluk ve Kararlılık, Kötü Niyetlilerin Oyununu Bozar

O hâlde ümit kırıcı, şevk söndürücü ve iç bulandırıcı ne tür hâdiselere maruz kalınırsa kalınsın, ne paniklemeli ne de mâni-i her kemâl olan ye’se düşülmelidir. Bilâkis, dikleşmeden ve diş göstermeden her zaman dimdik durmaya çalışmalıdır. İnanan gönüllerin bu korkusuzluk ve kararlılığı, kötü niyetli bir kısım cephelerin de sesini kesecektir. Zira ölüm tehditlerini gülerek karşılamak, öldürürüz dediklerinde, “Kurban olayım, ben de biri eliyle şehadet şerbetini içip bir ân evvel Rabbime kavuşmayı bekliyordum.” demek, karşı tarafı şaşırtır, onları çaresizliğe mahkûm kılar. Evet, mü’minlerin kararlı duruşları ve sarsılmamaları onların Allah’a itimat ve güveninin önemli bir ifadesi olduğu gibi karşı tarafın oyunlarını alt üst edip onları paniğe sevk edecek bir dinamiktir.  

Sabır ve Zafer

Öte yandan sabır, necata ermenin biricik sırlı ve sihirli anahtarıdır. Cennet saadetine ulaşmak, Cemalullah’ı müşahedeye kavuşmak, rıdvana ermek ve ebediyetle serfiraz olmak sabırla elde edildiği gibi, bunların aşağısında yer alan dünyevî sıkıntılardan kurtulmanın ve dünyevî zaferler elde etmenin en önemli vesilelerinden biri de sabırdır. İbadet ü taati aksatmama, günahlara karşı koyma, musibetlere katlanma, zulümler karşısında eğilmeme, zamana merhun hususlarda acele etmeme, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeme ve Cemalullah aşk u iştiyakını hizmet mülâhazalarıyla tadil etme gibi hususların tamamı sabır kategorisi içinde mütalaa edilebilir.

Sabrın türleri diyebileceğimiz bu hususların hiçbirisi ihmal edilmezse şayet, bu sırlı anahtarla nice kapılar açılabilir. Fakat sabırla hareket edilmeyip acele edildiği zaman ise tökezleme mukadderdir. Zira

“Tîz reftâr olanın pâyine damen dolaşır,

Erişir menzil-i maksuda aheste giden.”

Acele edenin eteği ayağına dolaşır; fakat temkinli hareket eden insan maksadına erişir. Bu açıdan mü’minlerin hesaplı yürümeleri gerekir. Hesaplı yürüme veya sabırlı hareket, âtıl durmakla karıştırılmamalıdır. Bilâkis insan, sürekli aktif olmalı, hedefine yürümeli fakat yürürken de, tedebbür, tezekkür, teemmül ve temkinle yol almalıdır. İşin önü ve sonunu düşünmeli, hazımsızlık ve çekememezlikleri hesaba katmalı, karşı tarafın kin ve nefretini asla göz ardı etmemelidir.

Kurbağa Ötmesi Temiz Suya Zarar Vermez

Bu arada zâlim ve mütecaviz bir kısım kimselerin aleyhinizde yürüttükleri bir kısım komplolara, iftira ve tezvirlere de takılmamak gerekir. Bir Türk atasözünde geçtiği üzere, “Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan!” Yani kurbağa ötmesinin temiz suya hiçbir zararı olmaz. Önemli olan suyun, pak ve temiz olmasıdır. Siz doğru bir yolda, iyi bir güzergâhta yürüdükten sonra, fitne ve fesada kilitlenmiş bir kısım kirli ağızların aleyhinizde söyleyeceği lafların hiçbir önemi yoktur. Burada Hazreti Üstad’ın, Kur’ân-ı Kerim’e dil uzatanlar hakkında naklettiği şu mısraı hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: “Her üren (havlayan) kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.” (Beiüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.127)

Bu açıdan da,  havlayan, havlayıp dursun. Fakat salya atanlara takılıp kalmamalı asla. Bu arada şunu ifade edeyim ki, genel tavrımız itibarıyla bu tür ifadeler bizim karakter ve üslûbumuz olmasa da unutulmamalı ki, Kur’ân-ı Kerim’de bile bazı hakikatleri anlatma adına, merkep ve köpekten misaller verilmiştir. (Bkz.: Enfâl sûresi, 8/76; Lokman sûresi, 31/19) Kur’ân-ı Kerim’in mukaddeslerden mukaddes nezih üslûbu göz önünde bulundurulduğunda, demek ki hakikate saygının gereği, o mesele, o şekilde ifade edilmelidir.

Evet, kendinizi milletinizin kendi ruhuyla, kendi aklıyla ve kendi kalbiyle bütünleşmesi, vesayetten sıyrılması, devletler muvazenesindeki o muhteşem yerini alması için programlamışsanız eğer sağdan soldan gelen çirkin ve nahoş söz ve tavırlara aldırmamalısınız.  Şayet siz yürüdüğünüz yolun doğruluğundan, bu yolda Hakk’ın rızasını tahsilden başka bir hedef peşinde olmadığınızdan eminseniz, aleyhinizde yürütülen faaliyetleri kâle almamalı, bunlar üzerinde durmamalı,  bunlara takılmamalısınız.

Yanlış Yolda Gidenler Korksun Âkıbetlerinden

Asıl endişeye kapılması, paniklemesi, ne yapacağını şaşırması ve paranoyalar yaşaması gereken birileri varsa onlar da yanlış yolda yürüyenlerdir. Nitekim bu şekilde hareket eden insanlar tahribatı temsil ettikleri, tahrip de tamire göre çok kolay olduğu hâlde yine de zikzaklar çizmekten kurtulamıyor, bir arpa boyu yol alamıyorlar. Sindirme, tepeye binme, değerleri yıkma, sizin değerler sisteminize hücum etme gibi her türlü menfi ve yıkıcı yöntemi kullanmalarına rağmen bu tür insanların bugüne kadar bir çuvaldız boyu yol aldıkları söylenemez.

Evet, bu onulmaz dertler, onarılmaz harabeler, insanın içinde ümitsizlik hâsıl etmemeli, onu panikletmemelidir. Fakat bu demek değildir ki, yaşanan tahribata karşı gözlerimizi kapatalım. Bilâkis bu müthiş tahribatın görülmesi çok önemlidir. Zira tahribatı görme, insana sorumluğunu ve yapması gerekli olan vazifeleri hatırlatacaktır. Böylece sorumluluk şuuruna sahip mefkûre insanı, bu tablo karşısında Allah’ın, sadık kullarından ne isteyeceğini düşünecek, “Acaba bir peygamber olsaydı, böyle bir tablo karşısında nasıl hareket ederdi?” diyecek, yapılması gerekenlere odaklanacaktır. 

Fakat tablo tam olarak görülemez de yaşananlar bütün derinliğiyle hissedilemezse, ne yapılması gerektiği de tam olarak bilinemez. Ve bunun sonucunda Allah korusun yaşanan bunca felâkete rağmen bazıları kendini rahata salabilir; toplumun yaşadığı alt üst oluşlara, harabelere, yıkılmış hanlara hamamlara, kimsesiz çöllere aldırmadan kendi işleriyle meşgul olmayı yeterli görebilir. Bu da bir yönüyle bencilliktir, vurdumduymazlıktır, hissizliktir. Bu açıdan tevekkül ve ümitle dopdolu olup çirkin söz ve çirkin tavırlara aldırmamayı, “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar.” anlayışıyla ızdırapla inleyip, yapılması gerekenleri yapmayı birbirine zıt görmemelidir. O hâlde bir taraftan mevcut tablo genel çizgileriyle çok iyi görülüp analiz edilirken diğer yandan da sarsılmaz bir iman, ümit ve azimle hâlihazırdaki tahribatın, geçmişten tevarüs ettiğimiz statiğe göre yeniden restore edilmesi adına ölesiye bir gayret sergilenmelidir. 

 

Tevekkül

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عِمْرَانَ بْنِ حُصَيْنٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

مَنِ انْقَطَعَ إِلىَ اللهِ كَفَاهُ اللهُ كُلَّ مَؤُونَةٍ

وَرَزَقَهُ مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ

وَمَنِ انْقَطَعَ إِلىَ الدُّنْياَ وَكَّلَهُ الله ُإِلَيْهاَ

* * *

Hazreti İmran bin Husayn (radıyallahü anh), Resul-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Her kim kendini Allah Teâlâ’ya kulluğa ve O’nun yolunda hizmete adarsa, Cenab-ı Hakk da o kulunun her ihtiyacını karşılar ve onu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır. Kim de tamamen dünyaya dalar, Rabbini unutursa, Allah da onu dünyanın mihnet ve meşakkatleriyle başbaşa bırakır.”

(Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10/303; Taberâni, el-Mu’cemü’s-Sağîr, 1/201)

Tevekkül

Tevekkül; Allah’ın dışındaki bütün farazî güçlerden yüz çevirip yalnızca Cenab-ı Hak’ka güven ve itimat etmek gibi manalara gelmektedir. Tevekkülün başı Allah’a güvenip dayanarak esbâbı yerine getirmek, sonu da neticeyi O’na havale edip işlerimizi hayra erdirmesini içtenlikle niyaz etmektir.

Hz. Enes (radıyallahu anh)’ın naklettiği bir hadiste anlatıldığına göre; bir adam Allah Rasülü (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek: “Hayvanımı bağlayarak mı yoksa serbest bırakarak mı Allah’a tevekkül edeyim?” diye sorunca Rasülüllah ona “Bağla ve tevekkül et!” buyurmuştur. (Sünen-i Tirmizî, Kıyamet 61)

Kur’ân-ı Kerîm’de de tevekkülün önemi ve bir müslümanın yaşantısındaki yeriyle ilgili olarak;

فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“Bir kere de azmettin mi, artık yalnız Allah’a tevekkül ol! Muhakkak ki Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân suresi, 3/159)

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ

“Allah’a güvenip tevekkül edene Allah yeter.” (Talak suresi, 65/3) şeklinde ferman edilmektedir.

Hak dostu kâmil zâtlara göre başka kapılardan sıyrılıp istediğini Allah’tan isteyen hiçbir zaman mahrum kalmaz ve eli boş döndürülmez. İlahi hikmet gereği er ya da geç hayırlı matlup ve isteklerine yahut daha da güzeline nâil olur. Çünkü Allah’a ehil olana Allah da enîs ve muîn (dost ve yardımcı) olur.

Bu konudaki bir hadis-i şerifte Efendiler Efendisi (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyurmaktadır:

لَوْ أَنَّكُمْ تَتَوَكَّلُونَ عَلَى اللهِ حَقَّ تَوَكُّلِهِ لَرَزَقَكُمْ كَمَا يَرْزُقُ الطَّيْرَ

تَغْدُو خِمَاصاً وَتَرُوحُ بِطَاناً

“Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseniz, O sizi, sabahleyin yuvalarından aç çıkıp akşam tok dönen kuşlar gibi rızıklandırır.” (Tirmizî, zühd 33; İbn Mâce, zühd 14; Ahmed İbn Hanbel, Müsned 1/30, 52)

Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy da pek çok şiirinde hem tevekkülün önemine hem de tevekkül ve çalışma birlikteliğine vurgu da bulunmuştur. Bunlardan birinde o;

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hilmete râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

diyerek hayırlı işler yapabilmek için çalışıp gayret etmeye ve derin bir kulluk şuuruyla Allah’a tevekkül etmeye işaret etmektedir.

Tevekkülü ifade sadedinde Erzurumlu İbrahim hakkı Hazretleri’nin ‘Tefviznâme’si de ev ve işyerlerimize asılması tavsiye edilen muhteşem bir örnektir. Burada yalnızca bir kısmını misal olarak zikredeceğiz:

Hak, şerleri hayreyler,
Zannetme ki ğayr eyler,
Ârif onu seyr eyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler…

*

Sen Hakk’a tevekkül kıl
Tefvîz et ve râhat bul,
Sabreyle ve râzı ol,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler…

*

Bir işi murad etme,
Olduysa inad etme,
Haktandır o, reddetme,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

*

Hakk’ın olacak işler,
Boştur gam-u teşvişler,
O, hikmetini işler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

*

Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle,
Bak sonuna sabreyle,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

*

Nâçâr kalacak yerde,
Nagâh açar, ol perde,
Derman eder ol derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

*

Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş,
Allah görelim netmiş,
Netmişse güzel etmiş…

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُتَوَكِّلِينَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ