Posts Tagged ‘Uhud’

Üslûba Kurban Edilen Hakikatler (2)

Herkul | | KIRIK TESTI

   Hakkın Hatırını Bütün Hatırların Üzerinde Tutma

Özellikle Peygamber davasının temsilcilerinin, muhataplarında tesirli olabilmeleri için mutlaka hâl ve tavırlarının yumuşak olmasına ihtiyaç vardır. Öyle ki sağdan-soldan gelen meteorlar bile onların atmosferine girdiğinde tuz-buz olmalı ve insanlara maytap zevki yaşatmalıdır. Onlar hakkın hatırını âli tutmalı, onu bütün hatırlara tercih etmeli ve katiyen usûlü üsluba feda etmemelidirler. Bilakis öyle bir üslup kullanmalıdırlar ki bu, usûllerine de saygı duyulmasına, takdir görmesine sebep olsun.

Başkaları ne kadar kabalık ve sertlik ortaya koyarsa koysun, eğer onlar hâl ve tavırlarıyla kendilerine yönelen hiddet ve şiddetleri kırabilirlerse, düşmanlık yapanlar bugün olmasa da yarın kolları-kanatları kırık bir hâlde onların yanına gelecek ve “Özür dileriz, meğer biz sizi tanıyamamış, bilememişiz.” diyeceklerdir.

Hususiyle Allah’ı ve Resûlü’nü insanlara sevdirmeyi gaye-i hayal bilmiş ve peygamber yoluna baş koymuş adanmışlar; saçlarını ağartan, bellerini büken, huzurlarını kaçıran, uykuyu kendilerine haram eden bir kısım amansız hâdiseler karşısında, hakkın hatırı için dillerini ısırmasını, bir “la havle” çekmesini, yaşadıklarını hazmetmesini ve hatta yer yer kendi cinnetleriyle baş başa kalmasını bilmelidirler.

Bir insanın bu konuda göstereceği her gayret nezd-i ulûhiyette ibadet sayılacaktır. Çünkü insan-ı kâmil olma yolunda bir gayrettir. Bunu merdiven çıkmaya da benzetebiliriz. İnsan her basamağa adım attıkça ayrı bir sevap kazanacaktır.

Aynı şekilde bir insanın, inandığı değerlere sataşılması karşısında, ızdırapla kıvranmasına, iki büklüm olup inlemesine ve şakaklarını tutup sızlanmasına rağmen bunlar karşısında tavır ve davranışlarını kontrol altına almaya çalışması, tepkisel ve aşırı tavırlardan kaçınması ve âdeta -Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle- “öz beynini burnundan kusarak” bu olumsuzlukları en makul ve yumuşak yollarla nasıl defedebileceğinin ince hesaplarını yapması da insanı Allah’a yaklaştıracak çok önemli bir ibadettir.

   Peygamberane Bir Azim ve Kararlılık

En temel hakların ihlâli karşısında bile üstün insanî değerlere saygılı kalarak ihak-ı hak etmeye çalışma, en kaba fikirler ve en hoyrat düşünceler karşısında dahi peygamberane bir temkinle hareket etme ve feverana kapılmama hakikaten sahip olunması gereken çok zor şeylerdir. İnsanın bu zorların üstesinden gelebilmesi için evvela duygu ve düşünce itibarıyla peygamberane bir ahlâka, iradeye, azme ve kararlılığa talip olması gerekir.

Kur’ân-ı Kerim’in bize nakletmiş olduğu peygamber kıssalarına bakacak olursak, onların hepsinin bu konuda bizim için ittiba edilmesi gereken çok önemli birer üsve-i hasene olduğu görülecektir. Zira onlar, kavimleri tarafından sürekli hakarete, saldırıya ve işkencelere maruz kalsalar da çizgilerini hiç değiştirmemiş, karakterlerinden hiç taviz vermemiş ve hak bildikleri davanın temsilcisi olmaya devam etmişlerdir. Onların kavimleriyle yaptıkları konuşmalara bakılacak olursa her birisinin birer üslup kahramanı olduğu görülecektir.

Mesela bunlardan biri olan Hz. Nuh, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle 950 sene kavminin içinde kalmış ve yıllarca kavmini hak ve hakikate davet etmiştir. (Ankebût sûresi, 29/14) Hakarete maruz kalmış, hırpalanmış, dövülmüş fakat hakkın hatırını âli tuttuğundan, kızmadan, öfkelenmeden onların kapılarını çalmaya devam etmiştir. Öyle ki onun tebliğ ve irşat mevzuundaki ikdamı ve cehd u gayreti karşısında hâlâ temerrütlerini devam ettiren insanların durumu en sonunda gayretullaha dokunmuştur.

Evet, yapılan zulüm ve haksızlıkların gayretullaha dokunma kertesi vardır. Bu eşik aşıldıktan sonra artık Allah affetmez. İşte kavminin inkâr ve temerrütleri gayretullaha dokunduktan sonra Allah Teâlâ, Hz. Nuh’a gemi yapmasını emretmiştir. Fakat Hz. Nuh, gemisini inşa ederken bile kavminin şakileri gelip gidip ona sataşmaya devam etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim onların bu durumunu şöyle anlatır: وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَأٌ مِنْ قَوْمِهِ سَخِرُوا مِنْهُ قَالَ إِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ * فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُقِيمٌ “Nuh gemiyi yapıyor, halkından ileri gelenler ise her ne zaman yanından geçseler onunla alay ediyorlardı. Nuh, ‘Siz’ dedi, ‘şimdi bizimle alay ediyorsanız, elbet bizim de sizinle alay edeceğimiz bir gün gelir. Artık rüsvay edecek azabın kime gelip çatacağını, ayrıca ahiretteki daimi azabın da kimin üzerine ineceğini yakında görüp öğrenirsiniz.” (Hûd sûresi, 11/38-39)

Azabın yaklaştığı anlarda kavminin hâlâ küfür, ilhat, inat ve temerrütlerini devam ettirmeleri ve her fırsatta alay etmeyi sürdürmeleri karşısında bile Hz. Nuh, tavrını hiç değiştirmemiştir. Gemiyi bitirince de iman edenleri çağırarak onları gemiye veya donanmasına almış ve Allah’ın takdirini beklemeye koyulmuştur. O, gökten bardaktan boşanırcasına yağmurlar  yağmaya, yerden sular kaynamaya başladığı anlarda bile kavmi aleyhine “Hani bir şey olmaz diyordunuz. Alın ağzınızın payını!” şeklinde tek bir söz söylememiştir. Hatta sular yükselmeye başladığı hengâmda, iman etmeyen oğluna söylediği, يَابُنَيَّ ارْكَبْ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِرِينَ “Evladım, gel sen de bizimle beraber gemiye bin de kâfirlerle beraber kalma!” (Hûd sûresi, 11/42) şeklindeki sözlerine bakacak olursak kavl-i leyyin, hâl-i leyyin ve tavr-ı leyyin duruşunu hiç değiştirmediğini görürüz.

   Sabretmek ve Affetmek Fazilettir

Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim, وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ “Ceza verecek olursanız, (en fazla) size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın (daha ötesine geçmeyin).” (Nahl sûresi, 16/126) âyet-i kerimesiyle misliyle mukabeleye cevaz vermiştir. Fakat âyetin devamı, وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin daha hayırlıdır, bir fazilettir.” şeklindeki beyanıyla daha kâmilane bir tavra dikkat çekmiştir.

Buna göre şayet çirkin, hırçın ve kaba muamelelere, eziyet ve işkencelere aynıyla mukabelede bulunmaz, dişinizi sıkar katlanır, yeniden bir frekans ayarlaması yapar, tam doğru sesi bulabilme adına kendinizi ciddi bir kalibrasyondan geçirir, bir kere daha muhataplarınızın hissiyatını okur, atacağınız her bir adımın nasıl geriye döneceğini çok iyi hesap eder ve buna göre onlara karşı en doğru davranışı ortaya koyarsanız Kur’ân’a göre hayırlı olanı yapmış olursunuz.

Biraz daha açacak olursak Kur’ân’ın “misliyle karşılık verme” hükmünü zayıf insanlar için gösterilmiş bir cevaz ve ruhsat olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü âyet-i kerimenin devamı çıtayı daha yüksek tutabilen ve himmeti âli olan insanlar için sabır yolunu göstermiştir. Bu açıdan mü’minlere düşen vazife, peygamberane bir himmete, peygamberane bir sabra sahip olmaya çalışmaktır. Vahiy kapısı kapandığına göre bundan sonra hiç kimsenin peygamber olması mümkün değildir. Fakat insan, peygamber ahlâkına, onların sahip oldukları âli sıfatlara sahip olma adına gayret gösterebilir.

   Musibeti İkileştirmeme

Meselenin bir diğer yanı da şudur. Bazıları gerek usûlde gerekse üslupta hata yaptıklarından ötürü bir kısım tahriplere sebep olabilirler. Bu tür insanlara karşı nasıl bir tavır alınacağı da yine üslupla ilgili bir meseledir. Eğer yaşanan sıkıntılardan onlar sorumlu tutularak, “Senin yüzünden bunlar başımıza geldi. Sen şöyle demeseydin, böyle yapmasaydın bunlar başımıza gelmeyecekti.” gibi sözler söylemek de yine üslup hatasıdır. Bu tür atf-ı cürümler musibeti ikileştirecek, yaşanan acı ve felaketleri daha da büyütecektir.

Birileri üslup hatası yapmış olabilir. Hatta bu hatası usûle de dokunmuş olabilir. Bu durumda yapılması gereken, onu bir ders ve ibret olarak almak ve daha sonra aynı hatayı irtikâp etmemeye bakmaktır. Yoksa meydana gelen hata ile bir kısım zararlara maruz kaldık, bir yara aldık diye karşı tarafı ta’n u teşni etmeye başlarsak insanları ürkütmüş, kendi dostlarımızı kaçırmış ve kuvve-i maneviyeyi sarsmış oluruz.

Bu konuda Uhud’da yaşananlar karşısında nazil olan âyet-i kerimeler ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavrı bize çok şey anlatmaktadır. Bilindiği üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz Okçular Tepesi’ne yerleştirdiği sahabilere oradan ayrılmamalarını sıkı sıkıya tembih etmişti. Fakat onlar emre itaatteki inceliği tam kavrayamadıklarından düşmanın bozguna uğradığını ve kaçtığını görünce harp bitti sanmış ve bir içtihat hatası olarak düşmanı takip etmek ve ganimet için yerlerini terk etmişlerdi. Ama hesap edemedikleri bir şey vardı. Müthiş bir askerî dehaya sahip olan Halid İbn Velid meydana gelen bu boşluğu çok iyi değerlendirmiş ve İslâm ordusunu arkadan kuşatarak saldırıya geçmişti. Sonrasında da yetmiş sahabe şehit olmuş, neredeyse yara almadık kimse kalmamış, hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yüzü yarılmış, dişleri kırılmıştı.

Böyle bir tablo karşısında herkesin aklına bir kısım eleştiriler gelebilir. Zira atf-ı cürmü gerektirecek önemli olaylar yaşanmıştır. Böyle bir anda onlar, “Bütün bunlar falanların yüzünden oldu.” diyebilirdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabeye sitem edebilirdi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali kükreyebilir ve bir anda orada ciddi bir hercümerç yaşanabilirdi. Bütün bunların neticesinde de yarı mağlubiyet, yarı zafer sayılan Uhud daha büyük felaketlere sebep olabilirdi.

Fakat Cenab-ı Hak meydana gelen bu hâdiseler üzerine indirdiği şu âyet-i kerimelerle yaşanabilecek bu türden muhtemel sıkıntıların önünü almış ve sonrakiler için de önemli mesajlar vermiştir: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılır giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül olanları sever.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/159)

Cenâb-ı Hak ilk olarak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yumuşak kalbli olmasını methettikten sonra, “Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafından dağılıp giderlerdi.” buyuruyor ve bir taraftan yumuşak davranmanın önemine dikkat çekerken diğer yandan da hiddet ve şiddetin muhtemel neticelerine dikkat çekiyor. Bununla da kalmıyor, Efendimiz’e, sahabeyi affetmesini, yani onların kusurlarını görmezden gelmesini emrediyor. Daha sonra onlar için Allah’tan mağfiret talebinde bulunması emrediliyor. Ardından üçüncü bir emir olarak da onlarla istişare etmesi talimatını alıyor. Yani istişare neticesinde sahabenin çoğunluğunun kararına uyarak Uhud’a çıkan Allah Resûlü’ne, yaşanan bütün bu sıkıntılardan sonra tekrar onları toplayıp istişare etmesi emrediliyor.

Esasında Allah Teâlâ bu âyet-i kerimeyle mü’minlere çok önemli bir üslup dersi veriyor. Ezkaza bazılarının yaptığı kusur ve hatalar sonucunda bir kısım fiyaskolarla karşı karşıya kalındığında nasıl hareket edileceğini talim buyuruyor. Etrafımızdaki insanları suçlamak suretiyle musibeti ikileştirmememiz gerektiği dersini veriyor.

   Duaya Sığınma

Belki en başta söylenmesi gereken bir husus da şudur: Eğer siz, birilerinin sahip olduğunuz değerlerle tanışmasını ve sırat-ı müstakime gelmesini arzu ediyorsanız öncelikle bunu Allah’tan istemelisiniz. Eğer onlar için beş-on defa geceleri kalkmıyor, başınızı yere koymuyor ve “Allah’ım ne olur bahtına düştüm! Falanlara hidayet eyle!” demiyorsanız, bu konuda samimi değilsiniz demektir. Zira Allah (c.c.), Kelâm-ı Kadimi’nde şöyle buyuruyor: لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ “Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin yine de onların kalblerini birleştiremezdin, buna gücün yetmezdi. Fakat Allah’tır ki, onların arasını telif buyurdu, kalblerini birleştirdi.” (Enfâl sûresi, 8/63)

Kalbler Allah’ın elinde olduğuna göre onları telif edecek de hidayet nasip edecek de O’dur. Bu açıdan öncelikle kavlî dua ihmal edilmemeli, sonrasında da Allah’tan talep edilen şeyleri fiilen gerçekleştirme adına beşer olarak elimizden gerekenler yapılmalıdır.

Farklı bir ifadeyle tâlî bir mesele olan üslubun, aslî olanı temelinden yıkmaması adına çok temkinli ve dikkatli olunması, akıl ve mantığın sonuna kadar kullanılması gerektiği gibi, kalb ve ruhla Allah’a yönelme, O’na sığınma ve O’nun yardım ve inayetini talep etme de ihmal edilmemelidir. Dualarımızda sürekli “Allah’ım, Seni, Senin Habibini anlatmak istiyorum. Yanlış anlattırma!” demeliyiz.

Bamteli: EŞKIYANIN TASALLUTU VE YOL HARİTAMIZ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Hizmette kıble belirlenmeli, mazlumların ızdırapları paylaşılmalı ve hep müspet faaliyetler ortaya konmalı!..

İnsan, musibet sağanağına maruz kalınca, duygu ve düşünceleri -sanki nöronları ona programlanmış gibi- hep onun etrafında dönüp duruyor; onu düşünüyor, onu konuşuyor, onu dillendiriyor.

Bunları yaparken, belki -antrparantez- insanları ye’se atmayacak bir üslup ile bir şey anlatmak lazım. Diyeceğimiz edeceğimiz şeyler, o gâilelerin içinden sıyrılmaya vesile olabilecek mahiyette bir kısım argümanlar olmalı: “Şunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız!” Geçmişte yapamadığımız, yapmamız gerekli olan şeylere gelince, -geçmişi suçlamadan ve o dönemi temsil eden insanları suçlamadan- onları zihinlerimizde birer ders, bir yönüyle doğruyu yapma adına birer ibre ve birer pusula gibi görerek, bundan sonraki tavır ve davranışlarımızı ona göre yapmamız lazım. “Hizmette kıble belirleme” diyebilirsiniz buna. Yoksa insan, sağa-sola döner; oraya eğilir, oraya eğilir, oraya eğilir. Yerinde eğilmek gerekli olan yere eğilmeyince, tüm bu eğilmeler boşunadır. Günümüzün insanı, çok farklı yerler karşısında eğilip de boşuna enerji harcadığı gibi, böyle bir şey olur.

Evet, bela ve musibetler sağanağına maruz kalınca, duygu ve düşünce, ister-istemez o tarafa kayıyor. Aslında, o mevzuda yapılması gerekli olan şey ne ise, bu “pozitif” olarak yapılmalı. Negatif şeylere gitmemeli; o, bizi felç eder, esasen bela ve musibetlerin def u ref’i adına da hiçbir şey ifade etmez.

Bu mevzuda yapılması gerekli olan şey… Siz bu işin içindesiniz, hatta pişmişsiniz, mümareseniz var; Fakir’den daha iyi bilirsiniz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir: “Bu gâile ve dâhiyelerden sıyrılma yollarını belirleyip uygulamak. Nasıl yapılacak? Biraz evvel arkadaşlarımızın gayret ve cehtlerine şahit oldum; üç defa, dört defa şahit oldum, “Şu yaptığınız şey, size ibadet sevabı kazandırır.” dedim. Hadis-i şerifte, meselenin menfi yanı, negatif yanı ifade ediliyor: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini onlarla paylaşmayan, onlardan değildir.” Demek, çizgi kayması yaşıyor; demek ki, aynı dairede bulunamıyor. “Aynı dairede bulunamayacak!” demektir; öbür tarafta da onlardan ayrı düşecek, cüdâ düşecektir.

Bu açıdan mü’minlerin dertleri ile dertlenme… Kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla sıbyanıyla, şüyûhuyla mutavassıt yaşta olanıyla, ne kadar ızdıraplı insan var ise… Zannediyorum, şu anda bu ızdırabı vicdanında duyan, sadece bizim ülkemizde belki on milyon insan vardır. Çünkü yüz bin tane insan almış içeriye atmışlarsa, iki yüz bin tane insan içeriye atmışlarsa, onlara eziyet etmişlerse, onların firar etmelerine sebebiyet vermişlerse, bazılarını öldürmüşlerse, diğerlerine daha başka kötülükler yapmışlarsa şayet, her ferde karşılık belki yirmi tane insanı inletmişlerdir. Şöyle-böyle yakınında olan herkesi inletmişlerdir. Aile yakınlığı, akraba yakınlığı, konu-komşu yakınlığı, dava-düşünce yakınlığı, aynı mefkûreye inanma ve aynı gâye-i hayali takip etme yakınlığı… Bütün bu yakınlıklar, insanın içine birer sızı halinde sızar, acı halinde sızar, dolayısıyla. Onun için, onlarla o derdi paylaşmak lazım.

Derdi paylaşmak, oturup millete hikâye anlatıyor gibi anlatmak değil, menkıbe anlatıyor gibi anlatmak değildir. O arkadaşlara arz ettim ben: Sizin şu yaptığınız, ibadet sevabı kazandırıyor size; çünkü Müslümanların dertleriyle meşgulsünüz.

   “İş benim dediğim gibi ise, siz ne kaybettiğinizin farkında mısınız? Farz edelim ki, sizin dediğiniz doğru olsun; ben ne kaybederim ki?!.”

Açıkça iki-üç seneden beri, orta ölçekte kapalılığıyla altı-yedi seneden beri, tamamen gizliliğiyle, tamamen kapalılığıyla on küsur seneden, belki yirmi seneden beri size karşı -esasen- belli planlar oluşturuluyor, yok etme adına.

Evet, burada noktalı virgül koyarak, Ebu Cehil’in çok tekrar ettiğim bir sözünü söyleyeyim: Sonraları Muğîre İbn Şu’be naklediyor; daha sonra Müslüman olanlardan, Ebu Cehil ile de yakınlığı olanlardan. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “kendini öldüresiye…” -Ama böyle diyemem; O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında o tabirden hoşlanmıyorum.- Neredeyse vaktinden evvel mübarek ruhunun ufkuna uçması şeklinde bir helecan içinde, bir heyecan içinde, sürekli çırpınıp duruyor. Amcasına da (Ebu Leheb’e de) anlatıyor, Ebu Cehil’e de anlatıyor, Utbe’ye de anlatıyor, Şeybe’ye de anlatıyor, İbn Ebî Muayt’a da anlatıyor; daha ne kadar -bağışlayın- Allah belası varsa, hepsine anlatıyor. Fakat ben o anlatmaların adedini/sayısını bilmiyorum. Ama burada size desem ki, “Ebu Cehil’e elli defa anlatmıştır!”, bunu da rica ederim mübalağa saymayın. Yine Mekke’nin sokaklarından birisinde karşı karşıya gelince, -Ebu Cehil’in yanında Muğîre İbn Şu’be var- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajını sunuyor.

Hani Hazreti Ali’ye veya Ebu Hanife’ye nispet edilen bir söz var: “İnandığın zaman, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu kazanacaksın! Rica ederim, inanmadığın zaman, bu benim saydığım şeylerden bir tanesini kazanma meselesi söz konusu mudur?”

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajının özü ve ruhu, bu; arkasında bu var. “Ben diyorum ki: Sen, bu iman ile vefat ettiğin zaman, kabirde sualin âsân olacak; berzahta projektörlerin ışığı altında yürüyeceksin; mizana gittiğin zaman çehrene bakacaklar, ‘Seninkilerini tartmaya lüzum yok, geç haydi!’ diyecekler; Sırât’tan geçerken, o senin için kıldan ince, kılıçtan keskin değil, bir şehrâh hâline gelecek; belki yol da bir kabz hali yaşayacak, büzülecek yol, on adımda atlayacağın yeri bir adımda atlayıvereceksin. Allah yapacak; orası kudret dairesi, burası hikmet dairesi; ‘Ol!’ deyiverince, oluverecek. Sonra gideceksin oraya; dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir saatine mukabil gelmeyen Cennet nimetleriyle serfirâz olacaksın. Ve bir gün gelecek, Cuma yamaçlarında bütün güzelliklerin kaynağı Güzeller Güzeli Rabbimizin Cemâl-i bâkemâlini -Efendimiz’in ifadesiyle- müşâhede ettiğin zaman, kendinden geçecek ve diyeceksin ki, ‘Yahu Cennet nimetlerinin de işin doğrusu hiçbir kıymeti yokmuş!’ Oysaki oraya gittiğin zaman, şöyle diyordun, ‘Yahu dünyada benim yaşadığım şeylerin hiçbirinin bir kıymeti yokmuş, bir dakikalık bir şey imiş bunların hepsi!’ Ben diyorum ki: Sen o لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ sırlı anahtarını kullandığın zaman, bu kapıların hepsi sana açılacak. Sen de diyorsun ki, ‘Yok!’ Mesele, benim dediğim gibi ise, ne kadar şey kaybettiğinin farkında mısın? Senin dediğin gibi ise, ben ne kaybediyorum ki?!.”

Hani böyle ortadan bir şey, ilzam edici bir şey, bağlayıcı bir şey; şimdi, bu mülahaza ile O (sallallâhu aleyhi ve sellem), mesajının gereği, bir kere daha ona anlatıyor. Zaten hep öyle; Mekke sokaklarında rastladığı herkese diyor ki: قُولُوا: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، تُفْلِحُوا “Lâ ilahe illallah, deyin; kurtuluşa erin!..” Antrparantez; bunu, birileri tenkit etmişti: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ yeter mi; مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demek lazım!” falan. Oysaki hadis-i şeriflerde böyle buyuruluyor: قُولُوا: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ تُفْلِحُوا (Maalesef, bu sözdeki önemli nükteyi anlayamıyorlar.) Şimdi, böyle büyük bir mesajı veren bir insanın, Peygamber olmaması düşünülemez. Efendim, bu, öyle bilmem nereden atılacak şey/söz değil. Dolayısıyla bir taraftan لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ diyor, peygamberliğini de ortaya koyuyor; zımnen, iltizam delaleti ile “Ben, Allah’ın peygamberiyim!” demiş oluyor. “لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ deyin; Ben, Allah’ın peygamberiyim!” diyor. Bir de onların hissiyatını hesaba katma, psikolojik açıdan, çok önemlidir. “لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ deyin; bir de مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ deyin!” dese -zaten hazmedemiyorlar, hasta hepsi, beyin hastası- “Adam, kendinin peygamber, fevkaladeden bir insan olduğundan bahsediyor.” diyecekler; bir yönüyle onların hazımsızlığını artıracak; yangının üzerine körük ile gitmiş olacak. Evet, önemli; bunu anlamayanlar, o mevzuda tenkidâtta bulundular; cevap verenler de oldu o meselede; cevap verilme meselesi de oldu.

   Haset öldürücü bir marazdır; başkalarının yaptıklarını yapamayanlar, küfür ölçüsünde cinayetlere girerler; “Hased, bazen küfrün yaptırtmadığını yaptırtır!”

O gün Ebu Cehil’e yine, قُولُوا: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ، تُفْلِحُوا diyor. O, bir de ismiyle hitap ederek, diyor ki: “Yâ Muhammed! -Sallallâhu aleyhi ve sellem.- Eğer bunu bana yapmakla, öbür tarafta ‘Vazifemi yaptım!’ demek istiyorsan… -Alay bu, efendim, diyalektik.- Ben, öbür tarafta, ‘Vazifesini yaptı!’ diye şehadet ederim, söylerim senin hakkında.” Sonra ayrılıp gidiyor. Muğîre İbn Şu’be diyor ki (radıyallahu anh): “Bana dedi ki: Ben, bu Adamın dediklerinin hepsine inanıyorum. Fakat bir şey benim ağırıma gidiyor. -Bakın, kıskançlık ne hale getiriyor.- Bu Hâşimîler diyorlar ki, ‘Sikâye (Hacılara zemzem dağıtma hizmeti) bizden, sidâne (Kâbe’nin kilitlerini muhafaza hizmeti) bizden, rifâde (Hacılara yemek dağıtma hizmeti) bizden; yok Kâbe’nin bilmem nesi, bizden.’ Bir de kalkıp ‘Peygamber de bizden!’ derlerse, ben bunu sindiremem!”

Sözün merkezinde şu vardır: Kıskançlık/hazımsızlık, öyle bir marazdır ki, tımarhanelerde dahi tedavisi kâbil değildir onun.

Evet, Hizmet’e karşı şimdilerde gün yüzüne çıkmış bu hazımsızlık da çok eski yıllara dayanıyor. Siz, bir şeyler yaparken, onlar o kadar geniş gücü-imkânı harcadıkları halde… İsim tasrih etmedim. Kim? Bir beyin oğlu Mustafa Bey… O kadar gücü-imkânı harcadıkları halde, sizin yaptığınızın onda birini yapamadılar. On yedi, on sekiz yerde, Yunus Emre merkezleri açtılar. Yunus Emre’nin mübarek adı, o ada canımız kurban olsun!.. O adın kerameti ile o kadar yerde ancak Türkçemizi öğretme adına böyle bir kısım kulüp gibi şeyler açtılar. Şimdi onca güç ve kuvvetlerini harcadıkları halde, yaptıkları şeyin hepsi, bundan ibaret. Bir adım ileriye götürememeleri… Ee sizin de dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde, hani o zamanlar belki beş yüz tane okulunuz vardı; zamanla bin dört yüz tane okulunuz oldu.

Gönlümüz arzu ediyordu; bu engellemeler olmasaydı, bir yönüyle bu köprüler yıkılmasaydı, zannediyorum şimdi üç bin okul olacaktı, Allah’ın izniyle. Yeryüzündeki bütün ülkelerde… Hatta Fakir, arkadaşlara soruyordum, “Girmediğiniz kaç ülke kaldı?!” Onlar, “Yedi-sekiz ülke” diyorlardı. Onlara da girince, girilmedik yer kalmayacaktı. Kardeşlik ruhu ile.. hümanizm anlayışı ile.. herkesi kucaklama niyeti ile.. renk gözetmeden, desen gözetmeden, numara gözetmeden, drop gözetmeden, herkes ile sarmaş-dolaş olacak mahiyette… Çantalarını ellerine alıp giden insanlar, gittikleri yerde de -herkes adına söylüyorum, inanarak söylüyorum- bir dikili taşları olsun mülahazasına/zaafına kapılmadılar. Oralardaki insanlar, nabız tuttu; her nabız tutuşlarında, samimiyet, hasbîlik, diğergamlık, îsâr ruhu gördüler. İnandılar bu insanlara… Allah’a, Peygamber’e inanmayanlar bile, Ateistler, Deistler bile inandılar buna. Ama tahribat kolay olduğundan dolayı; hani şu kadar mimarın, şu kadar statikçinin, şu kadar zamanda ortaya koyduğu, mimarî bir eser, bir anda darman duman olur. Yaptıkları şey, o; tahrip etmenin arkasından koşuyorlar.

Hazımsızlık böyle çok eski yıllara dayandığından dolayı, sadece içlerinde oluşan -bağışlayın- o gaseyanı şimdi dışarıya attılar. Mide bulandırıcı bir tavır sergiliyorlar. Karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. Kur’an-ı Kerim, bu meseleyi ifade ederken, قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ -tercümelerinden birisi ile- “Herkes, karakterinin gereğini yerine getirir!” (İsrâ, 17/84) buyuruyor. Allah, o karakterde olmaktan bizi muhafaza buyursun! Öyle bir karakter taşımaktan, Allah bizi muhafaza buyursun!..

Şimdi bu bir realite… Kendi doğup büyüdüğünüz, maskat-ı re’siniz sayılan, bir avuç toprağını cihanlar ile değiştirmeyeceğiniz ülkenizde, ülkenizin insanından bunu gördükten sonra, dünyanın dört bir yanına yayıldınız; onlar da insan, onlar da bir yönüyle aynı paniğe kapılabilirler, aynı paranoyaları yaşayabilirler. Öyle ise size kulak çekme manasında -hadiselerin diliyle- “Aman dikkatli olun bundan sonra! Bakın, en yakın gibi görünen insanlar, ne kadar sizden uzak duruyorlarmış, size karşı mesafeli duruyorlarmış!” deniyor. Dolayısıyla bir dikkat, bir teyakkuz adına, Allah (celle celâluhu) kısmen bir şey çektiriyor. Şimdi bir taraftan bunu çok iyi değerlendirmek lazım!..

   Bir kısım tereddütlerle karışık da olsa hakkınızda geniş alanlı bir duyma söz konusu; şimdi size düşen, sistemli düşünme ve en uygun vesileleri kullanma sayesinde o merakı kendinizi anlatma istikametinde değerlendirmektir.

Bir diğer taraftan, zannediyorum, dünyada bu ölçüde, bu çerçevede duyulma adına birkaç trilyon para verseydiniz, dünyadaki matbûât, televizyonlar, internet siteleri, telefonlar, bu meseleyi bu kadar bilemez ve duyamazlardı. Bir şeyi anlatmada “duyma” meselesi çok önemli bir faktördür. Duymuş, ruhunu bir de merak sarmış ise, nöronlar almaya hazır vaziyete geçmişlerdir, “Hazır ol!” vaziyetine geçmişlerdir. Bu defa size her şeyi üslubuna uygun, usûlu-esâsı fedâ etmeden, üslubuna uygun anlatmak düşüyor.

“Biz, insanız; yeryüzünde sulh-i umumî peşinde koşturuyoruz! Yangını söndürmek için koşturuyoruz! İçinde yanan insanları, o yangından kurtarmak için koşturuyoruz! Yeryüzündeki bütün insanlar, bir biri ile kucaklaşsın diye koşturuyoruz!..” Senelerce, kalbleriniz bu heyecan ile çarptı, nabızlarınız bu heyecan ile attı ve onlar da inandılar sizlere. Fakat belki şu anda kafalarda karışıklık da var. Herkeste şöyle-böyle paranoyaya açık bir durum da, bir delik de, bir menfez de vardır. Herkesin kafasına bir şey akmıştır; Talamus bezine mi, nöronlarına mı, başka bir yerine mi, akmıştır bir şey; bileceksiniz bunu!.. Fakat duyulma, ciddî; dünyada neredeyse kahvede oturan insanlar bile duydular.

Şimdi sizinle karşılaştıkları zaman “Nedir yahu bu hal?!.” diyecekler. İşte o zaman size, üsluba, esâsı-usûlü fedâ etmeden, anlatmamız gerekli olan şeyleri anlatmak düşüyor. Oturup bunu müzakere etmek.. bu mevzuda argümanlar oluşturmak.. sesimizi-soluğumuzu insanlığa duyurmak için metotlar geliştirmek.. Sabâ’dan mı gideceğiz, Uşşâk’tan mı gideceğiz, Rast’tan mı gideceğiz, ezan sıralarına göre söylüyorum, Segâh’tan mı gideceğiz, -esasen “Hüzzâm”, akşam okunur fakat şimdi biraz daha farklı, “râ-râ”sı farklı Segâh okuyorlar- Segâh’tan mı gideceğiz, Hicaz’dan mı gideceğiz?!. Neyden gideceksek gideceğiz ama o insanların dinleyebileceği bir enstrüman ile, bir ses ile yanlarına gideceğiz. Zurna, ürkütüyorsa, onu, saklayacağız; efendim, davul kaçırıyorsa onları, onu da bir tarafa koyacağız. Ney celb u cezb ediyorsa şayet, onu dudaklarımıza yerleştirecek, Itrî’nin o güzel bestelerinden bazılarını onlara duyuruyor gibi, orada sesimizi yükseltecek, gönüllerine yumuşak, kaymak gibi akmaya bakacağız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bunun için evvelâ sistemli düşünme şarttır. Bir şey yapmadan evvel düşünmek, yemeden evvel çiğnemek gibi bir şeydir. Çiğnemeden bir şey yutmaya kalkarsanız, yutakta takılır kalır, boğulursunuz. Yutsanız dahi, midenin yükünü çoğaltmış olursunuz. Allah, ağzı vermiş; kuvve-i zâika “ücret-i âcile”sini de vermiş: Bak sen çiğniyorsun; mide için çiğniyorsun, insanın vücudu için çiğniyorsun. Ben bir de o sana çiğnettiğim şeylerin içine bir tat koydum. O tadı duyabilmen için aynı zamanda kuvve-i zâika verdim sana. O da bedava değil!.. Ağzına alıp çiğnediğin şeyleri yutasın gelmiyor; bir balı, bir kaymağı ağzına aldığın zaman, yutasın gelmiyor. Verdim bunları!.. Fakat bunu, münasebetsiz şekilde, ağzına koyar koymaz yutarsan şayet, kuvve-i zâikanın hukukuna tecâvüz etmiş olursun.” Evet, burada size şöyle bir şey desem, olabilir de, ihtimal dâhilinde: Ağız, öbür tarafta, davacı olabilir; “Yâ Rabbi, bu, hep midesi adına, kolonları adına benim hakkımı yedi. Beni ağzında birkaç defa çevirse idi, ben de hissemi alsaydım!” Haklı bir dava olur mu, olmaz mı bu?!. Evet, olur.

   İstişare, mü’min bir toplumun en bariz alâmeti ve İslâm’a gönül vermiş bir cemaatin en önemli hususiyetidir; Allah Rasûlü, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine Uhud’a çıkardı.

Yutmadan evvel çiğnemek ne ise, ortaya bir proje koymadan evvel, oturup derin derin düşünmek o kadar önemlidir. Buna, İslam dininde “istişare” deniyor. Kur’an-ı Kerim’de bir sûrenin adı da Şûrâ. Şûrâ Sûresi… Kur’an, sahabe-i kiramı methettiği, değişik pozitif yanlarıyla methettiği yerde, araya bir de وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ “Onlar, öyle kâmeti yüce insanlar ki, yaptıkları işleri hep meşveretle götürüyorlar!” (Şûrâ, 42/38) buyuruyor. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buna tercüman olurken, مَا عَالَ مَنِ اقْتَصَدَ، وَمَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İktisat yapan, fakr u zarurete düşmez. İstişare eden de, haybet ve zarar yaşamaz.” buyuruyor.

Düşünün en kritik dönemde, Uhud’da istişare yapıyor benim Efendim. O’nun, falan filan ile istişareye ihtiyacı yok. Bir kere, Cenâb-ı Hak, O’na öyle bir dimağ vermiş ki; bizim, şöyle-böyle ancak onda birini çalıştırabildiğimiz nöronlarımızın, O’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütünü birden çalışıyor. Hamdi Yazır’ın tefsirinin birinci cildinde, zannediyorum Fatiha Sûresi tefsirinde dendiği gibi; “O ne müthiş bir Ruh, ne engin bir Ruh’tur ki, ayakları yeryüzünde fakat semalar ötesi âlemler ile muhaverede bulunuyor!” Evet, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kimse ile istişareye ihtiyacı yok. Fakat istişareyi, arkadakilerine bir disiplin olarak göstermek için kendi yapıyor bunu. Bir “imam” gibi tekbir alıyor, “Siz de böyle yapın!”; el bağlıyor, “Siz de böyle yapın!”; rükûa gidiyor, “Siz de böyle yapın!”; ayağa kalkıyor kavmeye, “Siz de böyle yapın!”; secdeye kapanıyor, “Siz de böyle yapın!”

Ve istişare ediyor, Uhud’a çıkmadan evvel. Rüyasını da anlatıyor, “Bir kısım sığırların boğazlandığını gördüm!” diyor. Fakat Bedir’de savaşma şerefini ihraz edememiş bir kısım gençler, ağır basıyorlar; oradaki umum heyet üzerinde ciddî bir tesir oluşturuyorlar. Ekseriyetin re’yi orada Uhud’a çıkılmasından yana. Ekseriyetin re’yi… Bakın, biz de bundan ders alalım. “Dediğim olmadı!” diye, “Olmaz olsun bu iş!” değil. Ekseriyetin re’yine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tabye savaşını bırakıyor. Hendek’te yaptığı gibi bir savaş yapabilirdi; diğerleri bozguna uğrar kaçarlardı. Ama o zaman “Çıkalım dışarıya!” diyor. Bir de oradaki Uhud tepesine bir birlik yerleştiriyor, başına da Abdullah bin Cübeyr’i koyuyor. “Bizim vücutlarımızı kartallar kaldırsa, Ben’den emir gelmeden yerinizden ayrılmayın!” diyor. Siyer’de, Hadis kitaplarında anlatılan şeyler bunlar.

İstişare… Allah Rasûlü istişareye uyarak çıkıyor. Şimdi iki şey oluyor orada; Bir: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada mübarek düşüncesine (rağmen Uhud’a çıkılmasını tercih edenlerin ve okçular tepesindekilerin) halini Kur’an-ı Kerim “kesb” sözüyle ifade ediyor. Bu açıdan, onlara “içtihad hatası” ile mukabelede bulunuluyor. Evet, “İktesebe” kelimesiyle demiyor Kur’an-ı Kerim, إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i Imrân, 3/155) ifadelerinde görüleceği üzere, بِمَا كَسَبُوا diyor; “kesbettikleri şey ile..” Dolayısıyla “kesb” başkadır, “iktisab” başkadır; iktisab, bir “vebal irtikâp etme”dir; berikine (kesbe) gelince, o “sevabın ikisini bire indirme” demektir, içtihad hatasıdır.

İçtihad hatası yapıyorlar, çıkıyorlar oraya. Bir içtihad hatası da tepede yapılıyor; düşman ordusu bozgunla gidince, O’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) emir gelmeden ayrılıyorlar. Oysaki emre itaat her şeyden önce gelir. Onu (emre itaati) Hazreti Âdem’den öğrenmek lazım; evet, Melâike-i Kirâm’dan öğrenmek lazım. Orada da öyle yine bir içtihad hatası yapılıyor; ayrılıyorlar ve bir hezimet yaşanıyor, ayrı bir şey. Vakıayı ana hatlarıyla arz ediyorum, başınızı ağrıtmıyorsam şayet.

Sonra Efendimiz’in mübarek yüzü yaralanıyor; o yüzün en küçük şeyine canım kurban olsun!.. Mübarek dişi yere düşüyor. Osmanlıların öyle saygısı vardır ki, Efendimiz’e, Uhud’un bağrında, o mübarek dişin düştüğü yere bir kulübecik yapmışlar. Arkadan gelenler, onu bile şirk saydıklarından dolayı, yıkmışlar. Ben, yarı yıkılmış şekline şahit oldum; Uhud’u gezdim hep, o şühedanın başında bir dolaştım; böyle beni aldı, tarihin hatıralarında, tarihin hatıra çağlayanı içinde sürükledi; o günü onlar ile beraber yaşıyor gibi bir zevk-i ruhânî duydum. Oraya da çıktım, mübarek “sinn-i Nebevî”nin düştüğü yere. Osmanlı… Peygambere saygısı… Hani “Lihye-i şerif”i öpüp gözünüze sürüyorsunuz ya, o mübarek sakalının bir tüyünü… “Tüy” de dememek lazım, “Mûy-i mübârek”ini… Onlar da o saygılarını öyle ifade etmişler orada.

Kendi vücudu yaralanmış, başında miğfer kırılmış. Orada bir de candan sevdiği sütkardeşi ve amcası Hazreti Hamza gibi bir orduya bedel bir insan, bağrından yediği bir mızrak ile şehit olmuş ve parçalanmış. Parçalanmış aynı zamanda, didik didik etmişler. Yetmişe yakın ashâb-ı kiram; her biri bir ülke insanına bedel ashâb-ı kirâm efendilerimiz şehit olmuşlar. أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ diyor; “Benim sahabîlerim, yıldızlar gibidir.” بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” Kâmet-i kıymetleri, bu onların. Bir de onları görüyor, o İnce Ruh (sallallâhu aleyhi ve sellem). O hassas, o Şefkat Âbidesi, bir de ona üzülüyor. Fakat Kur’an-ı Kerim’in beyanına bakın: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlara danış, karar verince de artık Allah’a dayan; çünkü Allah Kendine güvenip dayananları sever.” (Âl-i Imrân, 3/159)

“Eğer Sen, katı kalbli olsaydın, bu, etrafındaki insanlar, dağılır giderlerdi.” Evvelâ böyle diyor. Böyle demede, mefhum-u muhalif şudur: “Sen, katı kalbli bir insan değilsin; eğer olsaydın, dağılırlardı!” Bir tebcil, bir takdir var; söyleyeceği şeylere beraat-i istihlal nev’inden -bir zaviyeden- esasen bir zemin hazırlama var: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ  Öyle ise, bu sebeple -“Fâ-i sebebiye” ile- فَاعْفُ عَنْهُمْ “Onları bağışla!” Bağışlamak ile kalma; madem içtihad hatası yaptılar, nezd-i Ulûhiyette olmaması istenen bir şeyi yaptılar onlar, وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ “Bir de onlar için Allah’tan yarlıganma talep et!” “Allah’ım bağışla Benim ashabımı!.. Beni oraya götürenleri ve sonra söz dinlemeyerek yerlerinden ayrılanları yarlıga!.” فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ Bakın sonunda ne diyor: وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ “Otur, meseleyi bir kere daha onlarla istişare et!”

Birinci istişarede “içtihad hatası sebebiyle sevaplarını ikiden bire indirenler” diyeyim ben; böyle demekte de onları incitmiş olur muyum?!. Öbür tarafta beni bağışlarlar, inşaallah!.. Onlar için… Evet, şimdi birinci istişarede, “kesb” ile ifade edilen -esas- içtihad hatasına girdiklerinden dolayı, bu defa diyor ki… -Kendisi yaralı, yetmiş tane insan şehit olmuş; yüz yetmiş tane veya iki yüz tane insan da gezemeyecek şekilde. Kimisinin kolu yaralı, kimisinin bacağı yaralı, kimisi bağrından bir yara almış.- “Haydi, derlenin, toparlanın; müşrik ordusunu takibe koyuluyoruz!” Siyer’e baktığımız zaman, bir tek insanın “Olmaz, gelemeyiz; biz bu vaziyette yol alamayız!” falan dediğini bilmiyorum. Siyer ile, Hadis ile meşgul olanlar, söylesinler bana, bir tane. Ama buna sebebiyet veren nedir? “Başta istişarede O’nu dinlemedik, bakın iki gâile başımıza geldi. Şimdi ölsek bile, O’nu dinlememiz lazım!”

   En son Kosova’dan insan kaçırdı eşkıya!.. “Eşkıya” sözü bazılarına batabilir ama yapılanlar düpedüz eşkıyalıktır.

Meşveret… مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İstişare eden insan, haybet (kayıp) yaşamaz!” diyor. Şimdi, böyle büyük bir iş yaparken, büyük bir projeyi realize etmeye çalışırken, bence, dâhî bile olsak, istişareyi ihmal etmemeliyiz. Hani “dahi”, kim diyelim? Sokrates gibi, öbür dünyadan, Eflatun gibi, Aristo gibi.. veya belli bir dönemin Kant’ı gibi, Descartes’i gibi, bize yakın dönemde hepinizin duyduğu Einstein gibi bir dâhi bile olsa, bir şey söylese, bence beş tane ümmî insanın mülahazaları nazar-ı itibara alınarak o dâhinin görüşü bir kenara konmalı. O dahi öyle bir kenara konacak söz söyler mi, fikir beyan eder mi, etmez mi, o ayrı bir dava da!.. Fakat insan, dâhî olacağına, meşveret eden bir insan olmalı!.. “Dâhi, yanılmaz!” diye bir şey bilmiyorum, “Dâhî, yanılmaz!” diye. Ama meşveret ederek meseleleri alıp götürenler, her işi meşveret çağlayanında deryaya ulaştırmaya, gaye-i hayale ulaştırmaya çalışanlar, hiç haybet yaşamamışlardır.

Şimdi, bir gâile yaşıyoruz, bir dâhiyeye maruz kaldık, kalındı, kalınıyor ve hâlâ devam ediyor. İşte, Kosova’dan insan kaçırıyor eşkıyalar!.. “Eşkıya” dedim de, hafif gelir bu; bazılarına batabilir ama bu düpedüz eşkıyalıktır. Pakistan’dan insan kaçırma, düpedüz eşkıyalıktır.. Myanmar’dan bilmem ne yapmak, düpedüz eşkıyalıktır. İnsan kaçırma, insan… Sonra bazen öldürme, bazılarını götürüp dağın başında bırakma, sahipsiz bırakma… Bunların hepsi oldu. Bunların hiç birini Richard yapmadı, Friedrich Barbaros yapmadı, Philip yapmadı, İstanbul’u işgal eden hainler de yapmadılar bunu; hiç biri yapmadı!.. Fakat günümüzde yapıldı bunlar.

Şimdi bu gâilelerden, bu dâhiyelerden sıyrılmak istiyoruz. Ee zor; bir taraftan yaralanmışlık var, incinen ruhlarımız var. “Ben usanmam gözümün nuru cefadan ama / Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu!” Sen, sırtından bir mızrak yiyorsun, “Ben, yine hiç sarsılmadım bu mevzuda!” diyemezsin. İnsansın, sarsılacaksın; etten-kemiktensin, sarsılacaksın. Biraz evvel “En Sarsılmaz İnsan”ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yürek acısını ifade etmeye çalıştım, En Sarsılmaz olan İnsan’ın… Fakat beri tarafta bu, bizi yapmamız gerekli olan şeyleri yapmaktan bir adım geri bırakmamalı. Bunun da biricik yolu, yapılacak işler yapılmadan evvel, “ortak akıl”a müracaat edilmeli; bu işe gönül vermiş on tane insanın, yirmi tane insanın fikri alınmalı.

Hususiyle, bu işin dertlisi, diriliş kahramanı, gâye-i hayal âbidesi insanların düşüncelerine müracaat edeceksiniz. Çünkü onlar düşünürken, kendi hesaplarına düşünmezler, kendi yaşamları adına düşünmezler. Çünkü onlar, yaşatma âbideleridir; icabında Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm, gül-gülistan olur!” mülahazasına bağlanmışlardır. Kendini o yüce mefkûreye bu şekilde bağlamış insanlar, kendilerini düşünmezler, kat’iyyen ve kâtıbeten. Düşünmemişlerdir, kat’iyyen ve kâtıbeten; düşünmeyeceklerdir, kat’iyyen ve kâtıbeten. Öyle ise, yürüyeceğimiz yolda başbaşa vererek, ortak aklın muhassalasını değerlendirip bu dâhiyelerden sıyrılmaya bakalım.

Bir de -ifade edildiği gibi- şu anda mesele geniş alana doğru bir açılma keyfiyeti gösteriyor. Âdetâ her yerde, sizin duygu ve düşüncelerinizin sergileri yapılıyor. Hani kitap sergisi, eşya sergisi, mal sergisi yapılıyor ya, aynen onun gibi şimdilerde duygu ve düşüncelerinizin sergisi yapılıyor; her yerde medya sizden bahsediyor. Hazır böyle bir fırsat önümüze çıkmışken, oradan oraya koşmalı; ayağımız altımıza gelmeden, bir küheylan gibi, kalbimiz duracağı âna kadar koşturmalıyız; bu genişçe duymayı genişçe değerlendirmeye bakmalıyız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

   Allah’ın icraatından razı olmalı, of’ları oh yapmaya bakmalı; mazlumların ızdıraplarıyla oturup kalkmalı ve bilhassa secdede onlar için dua dua yalvarmalı!..

Ama bu işi sonuçlandıracak, Sâhibidir (celle celâluhu). O’nun planını “kader” şeklinde, başta yapan, O’dur. (Enderûnî Vâsıf’tan iki beyit) “Gelir elbet zuhura, ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek, ne keder.” “Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner / Gam u şâd-i felek, böyle gelmiş böyle gider.” Ha, siz Enderûnî Vasıf’ı bir yönüyle mecâzî aşklar şairi olarak görürsünüz de, fakat Rabbiyle teslimiyeti açısından bu mülahazaları da var; onun kadere ne kadar inandığını görüyorsunuz. Büyük plan -esas- öteler ötesinde hazırlanıyor, sizin önünüze konuyor; o mevzuda nihâî hükmü, O (celle celâluhu) verir. O, bir kere “Kün!” dedi mi, “fe-yekûn” (Bir şeye “Ol!” dediği zaman anında oluverir.). Kün, fe-yekûn. مَا شَاءَ اللَّهُ كَانَ، وَمَا شَاءَ لَمْ يَكُنْ “Neyi murad buyurmuş ise, o olur; olmamasını istediği de kat’iyyen olmaz!” Meşîeti, bir şeyin olmamasına taalluk ediyorsa, o asla olmaz. Hamdi Yazır, ısrarla duruyor bu konu üzerinde; “yok”lar bile O’nun meşîeti ile meydana gelir. Evet, meşîeti “olmama”ya taalluk ediyorsa, o da olmaz.

Şimdi öyle bir Kuvvet-i Kâhire’ye, İrâde-i Bâhire’ye, Meşîet-i Sübhâniye’ye dayanmış yürüyorsanız, bugün olmasa yarın… O, yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yüzüstü, mahcup olarak bırakmamıştır; bugün olmasa yarın, eteklerini cevherlerle doldurmuştur.

Meselenin birincisi bu idi; biraz uzattım. İkincisi. Bu mevzuda içimize gelen şeyler ile, öyle çok kapalı olarak, kaderi sorgulama gibi bir şeyler olabilir, hafizanallah. Hep “istiğfar” etmeliyiz, “tevbe” etmeliyiz, “inâbe”de bulunmalıyız, hatta “evbe”de bulunmalıyız. Öyle ki, “evbe”yi şöyle anlarım ben: Sanki tepeden tırnağa ben bir günah krateriyim; işte onu eritmek için, altında ne kadar nedâmet ateşi yakmak lazım ise, o kadar yakacak, mutlaka o şeyi/kayayı eriteceğim. Öyle olmalı, meseleye öyle bakmalı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Hemen onları رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً نبيًّا ikrarıyla eritmeli: Allah’ım, Rab olarak Sen’den razıyız. Din olarak İslam’dan razıyız. Peygamber olarak da Efendimiz’den razıyız ve arkasına düştük. Nebi olarak arkasına düştük, razıyız O’ndan. Başımıza ne gelse, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de cana safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” (Yunus Emre, rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten) demeliyiz.

Birincisi, bu, tabiatımızın muktezası; bir şey saplanırken bir yerimize, “Of!” dememek elimizden gelmez. Fakat elden geliyorsa, sonundaki “f”yi, “h”ye çevirelim; “Oh be!..” diyelim. Bir harf değişikliği canım; “Oh be!..” diyeceksiniz, o kadar. O, sevap olacak; öbürü, şikâyet.

Bunun bir diğer yanını da şu teşkil ediyor, zannediyorum: Mağdurların/mazlumların derdini kendi derdimiz bilerek, her birimiz heyetin derdini kendi şahsımızda kendi derdimiz bilerek, başımızı secdede yere koyduğumuz zaman adeta inlemeliyiz. Bizim mezhebimizde, dünyevî şeyler söylemek, namazı ifsat eder, Hanefi mezhebinde. Fakat diğer mezheplerde böyle bir şey yok. Ama bizim mezhebimizde de kelâm-ı nefsî diyebileceğimiz, içten geçirme, şöyle-böyle dilin kıpırdaması şeklinde, dileklerimizi Cenâb-ı Hakk’a sunma olabilir. أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ buyuruyor Efendimiz: “İnsanın, Allah’a en yakın olduğu yer, secdedir; (secde ettiğinizde) duayı çoğaltın.” Baş-ayak, aynı yerde; öper alnı, seccâde; işte, insanı kurbete taşıyan cadde. Tam yakınlığı ihraz etmiş oluyorsun. Başını yere koyuyorsun, Allah’a en yakın olduğun secdeye. Neden en yakın olduğun yer? Çünkü tevâzunun daha ötesi yok! Ayakta durdun, ayrı bir tevazu. Rükûa gittin, ayrı bir tevazu. “Yahu bu yetmez!..” deyip kavmeye kalktın; bir daha baktın, “murad” gözlüyor, gözetliyor gibi. Bu defa secdeye kapandın; “Yahu bir tane yetmez, bir tane daha secde! Bir tane daha secde!”

Başımızı yere koyduğumuz zaman, olup biten şeyler karşısında, artık اَللَّهُمَّ فَرَجًا وَمَخْرَجًا “Allah’ım içinde bulunduğumuz musibet, keder ve tasadan bir çıkış yolu, bir kurtuluş lütfeyle!..” mi diyeceksiniz?!. نَصْرًا قَرِيبًا وَفَتْحًا مُبِينًا * أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Allah’ım! Bir nusret-i karîb, yakın zamanda bir nusret Allah’ım! En yakın zamanda engin bir fütuhât.” “İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) mı diyeceksiniz?!. رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Rabbimiz, bize dünyada da (Sen’in nezdinde) iyi ve güzel her ne ise onu ver; Âhiret’te de (yine Sen’in indinde) iyi ve güzel olan ne ise onu ver. Ve bizi Ateş’in azabından koru!” (Bakara, 2/201) mu diyeceksiniz?!. رَبَّنَا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır.” (Kehf, 18/10) mı diyeceksiniz?!. اَللَّهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ، مُجْرِيَ السَّحَابِ، سَرِيعَ الْحِسَابِ، هَازِمَ اْلأَحْزَابِ، اِهْزِمْهُمْ وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ “Ey Kitabı indiren, bulutları yürüten, dilediğinde hesabı çabucak gören, halis mü’minler aleyhine toplanan grupları dağıtan, düşman saflarını darmadağın eden Allahım! Bu düşmanları da perişan edip hezimete uğrat; onlara karşı bize yardım eyle.” mi diyeceksiniz?!.

Diyeceksiniz bunları. Hem umum heyet için, hem de şu anda mağduriyet, mazlumiyet, mehcûriyet, mahkûmiyet, müstantakıyet -Bu tabiri hiç kullanmıyorlar, evet, “istintak edilme, sorguya çekilme” demektir- yaşayan ve dolayısıyla bir yönüyle hep melûl, mahzun, mükedder olan kardeşlerimizi nazar-ı itibara alarak diyeceksiniz. Bu, onların dertlerini paylaşmanın, onlarla beraber olmanın ve öbür tarafta da onlarla beraber Cennet’e girmenin sırlı anahtarıdır.

BAMTELİ: DİRİLİŞ, YÜKSELİŞ VE ÂSÂYİŞİN ESASLARI

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Musibetlerden kurtuluş, içtimâî yükseliş ve huzurun temini için mesâîlerin tanzimine, yapılacak işlerin doğru taksimine, aramızdaki emniyetin tesisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtacız!..”

Üstad Bediüzzaman hazretleri, terakkî ve âsâyişin vesilesi olarak birkaç hususa dikkat çekiyor: Önce, “mesâîlerin tanzimi” diyor. İnsan, hayatını bir nizam içinde geçirmeli; yatma zamanı, ailesi ile meşgul olma zamanı, çocukları ile meşgul olma zamanı… Hayatı için medâr-ı maişet temini adına çalışacağı zaman olarak da ona göre bir şey ayarlamalı. Bir muallim ise şayet, zamanının bir kısmını o mevzudaki vazifesine ayırmalı, bir kısmını kitap okumaya ayırmalı; boş zamanlarını başbaşa vererek, kafa kafaya vererek bir kısım ulvî mesâili müzakere etmeye ayırmalı… Ne yapacağını bilerek yürümeli bu yolda; çünkü karambole yola çıkan insanlar, yolda bir engele takılır kalırlar! Ne yapacağını bilerek hayatını sürdürmeli; âdetâ bir anayasa nizamnâmesi gibi yazmalı; “Tamam ben, şunu da yapacağım, şunu da yapacağım, şunu da yapacağım!” demeli; hayatını ona göre tanzim etmeli. Üzerinde başlı başına durulacak derince bir mevzu, mesâînin tanzimi.

İkinci olarak, “a’mâlin taksîmi” diyor. Kim ne yapacak?!. Kim hangi mevzuda daha başarılı olacaksa, o mevzuda, ona göre hareket etmek lazım. Burada “îsâr” duygusunun da -esasen- nazar-ı itibara alınması iktiza ediyor. Hani öyle bir meseleyi düşünürken, şu da hatırda tutulmalı: Enbiyâ-i ızâm “Benim yerime sen gel!” filan diyemez; çünkü onlar, o ağır vazife ile muvazzaftırlar; ondan kaçmaları da olmaz, mümkün değil. O, hem bir vazifedir, hem yüksek bir pâyedir, hem de kaçılması imkânsız olan bir sorumluluktur. Hafizanallah, ondan kaçmak, Allah’tan uzaklaşmaktır. Dolayısıyla -mesela- Allah Rasûlü “Benim yerime sen gel, bu vazifeyi sen yap yâ Ebâ Bekir, yâ Ömer, yâ Osman!” diyemez. Kendisi ne kadar mütevazı olursa olsun, misyonu icabı o vazife O’na aittir. Ama O’nun dışındaki insanlar, en önemli vazifelerde, başkalarını kendi nefislerine tercih edecek kadar îsâr ruhu ile hareket etmelidirler. “Bu, imamlık yapabilir. Bu, müezzinlik yapabilir. Bu, belediye başkanlığı yapabilir!” demeli ve o insanları kendilerine tercih etmelidirler.

Tabii halkın da bu mevzuda basîretine ihtiyaç vardır. Arz etmiştim daha evvel: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi halka hitap ederken şöyle der: “Ey cemaat, siz, ‘müntehib’ (seçensiniz); ben ise, ‘müntehab’ım (seçilenim). Gideceğimiz yer ise; ‘müntehabün ileyh’tir (meclistir). Sizin yaptığınız işe de ‘intihap’ (seçim) denir. İntihap ise ‘nuhbe’den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin aslında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.” Evet, toplum, o ölçüde basîretli ise, o işi taksim etme mevzuunda da kim, nereye konacaksa şayet, onu oraya koyar, rahatlıkla. Bilemedikleri zaman, öyle bir tanesini seçerler ki önlerine, o kendinden başka bir şey düşünmez; dünyasını -bir yönüyle- Kârûn gibi yapmaktan başka bir şey düşünmez. Sizin değerlerinizi ve kalben değer atfettiğiniz şeyleri de o mevzuda kullanarak, suiistimal ederek, sizin hissiyatınız ile oynar, sizin saygı duygularınız ile oynar, onları kendi hesabına, dünyası hesabına kullanır. Bu açıdan o mevzuda “intihap” da çok önemli bir şeydir.

   Birlik ve beraberlik Allah’ın başarılı kılmasının en önemli vesilelerindendir; hem kavlî hem fiilî duada kalblerin aynı mülahaza ve gayretlerle atması da birlik ve beraberliğin hem semeresi hem de göstergesidir.

Üçüncüsü “teâvün düsturunun teshîli” diyor. “Tefâ’ül” kipinden gelmesi itibarıyla, birbirinize her hususta yardımcı olmanızı vurguluyor. El ele olursanız, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin en büyük vesilesidir!” Eller, hep birlikte Cenâb-ı Hakk’a doğru kalkarsa şayet, Allah, o elleri boş çevirmez. Ellerinizi kaldırdığınız zaman, hep aynı duygu, aynı heyecan ile aynı şeyleri istemelisiniz. Ezcümle, şöyle demelisiniz: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ، وَدِينَ اْلإِسْلاَمِ، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ؛ وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ، وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ، وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ، اَلْمُخْلَصِينَ، اَلْمُتَّقِينَ، اَلْوَرِعِينَ، اَلزَّاهِدِينَ، اَلْمُقَرَّبِينَ، اَلرَّاضِينَ، اَلْمَرْضِيِّينَ، اَلصَّافِّينَ، اَلْمُحِبِّينَ، اَلْمَحْبُوبِينَ، اَلْمُشْتَاقِينَ إِلَى لِقَائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, ‘Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ hakikatini, İslam dinini i’lâ buyur, onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et. Bizi muhlis, muhlas, muttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, kalbi temizlerden temiz, Seni seven ve nezdinde sevilen, Senin likâna ve Habîb’inin vuslatına iştiyakla dopdolu bulunan kullarından eyle. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz Rabbimiz!..” Şimdi bu, Cenâb-ı Hakk’a karşı vazifelerimiz mevzuunda yapmamız gerekenlerden.

Bir diğer taraftan da bazılarımız bazı şeyleri çok iyi biliriz; ya yetiştiğimiz kültür ortamı itibarıyla veya kabiliyet ve donanımlarımız itibarıyla ya da nöronlarımızı çalıştırmamız itibarıyla daha engin düşünceye sahibizdir. Biz o düşüncelerimizi başkalarının da o ufka ulaşmaları istikametinde kullanmalıyız, onlara yardımcı olmalıyız.

Bakın, bir taraftan, dua birliği; zira vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin vesilesi. Bir diğer taraftan da insanların fikren ve ruhen inkişaf etmeleri adına, varsa inkişaf etmiş bir dimağınız şayet, o inkişaf yollarını onlara göstermek suretiyle, onların da o ufka ulaşmalarını, hatta gelip sizi geçmelerini arzu etme… Sizi geçmelerini de arzu etme; çünkü “îsâr ruhu”, onu gösteriyor. Mü’minde îsâr ruhu… Her hususta, başkalarını kendine tercih etme; îsâr ruhu.

Bir diğer yanı bu meselenin: Mesela mektepte okuyorsunuz; arkadaşlarla sınıf geçmek için çalışıyorsunuz. Bazılarınızın o mevzuda kabiliyetleri iyidir, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla, aile yapısı itibarıyla, bazı temel bilgileri vardır. Bu temel bilgileri itibarıyla orada gördüğü dersleri daha iyi kavrar, daha güzel sentezler yapar, daha güzel analizlere muvaffak olur. Bence o kabiliyet ve donanımını, hemen arkadaşları ile paylaşmalı, onların da o seviyeye gelmesi için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Bakın, talebelik seviyesinde… Bu da yine bir îsâr ruhu aksettiriyor; başkalarını da aynı zamanda kendi seviyesine getirme, tercih etme meselesi.

Bir adım daha ileriye atalım bu mevzuda. Kariyer yapıyoruz; master yapıyoruz, doktora yapıyoruz, profesör olmak için çalışıyoruz. Bazı arkadaşlarımızın kompoze kabiliyetleri çok fevkaladedir. Bazı arkadaşlarımız kütüphaneleri çok iyi bilirler; Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kütüphane faresi” gibidir onlar. O fihristleri öyle ezbere bilirler ki; hangi mevzu, hangi konu, nerede, nasıl işlenmiş, onu bilirler. Birisi bir vazifeyi almıştır üzerine ama kaynakları o ölçüde bilmiyordur. O kompoze kabiliyeti olan arkadaş, “Bu mesele şöyle ifade edilir!” demeli, ona destek olmalı. On seneyi, üç seneye indirmeli; doktora yapıyorsa iki seneye indirmeli, buna kanun ve mevzuat müsaade ediyorsa şayet. Bazıları da işte böyle mahzen-i kütüphane faresi gibidir, bütün kitapları bilir; “Arkadaş, senin araştırdığın bu mevzu, falan kütüphanede, filan yerde, şu fihrist içinde. Buna baktığın zaman, ona ulaşacaksın!” demeli. Bazıları da ona o meselenin nasıl sunulacağını öğretmeli. Hocaların durumuna göre, hocalara karşı tavrı açısından, ufkunu açmalı, gözünü açmalı, o mevzuda yine o teâvün düsturunu işletmeli, ona yardımcı olmalıdır.

Bu karşılıklı yardımlaşma, kelimenin yapısında da vardır. “Teâvün”; te-‘â-ve-ne / ye-te-‘â-ve-nü / te-‘â-vü-nen (تَعَاوَنَ – يَتَعَاوَنُ – تَعَاوُنًا) kökünden, “müşâreketun beyne’l-isneyni fe-sâiden” (مُشَارَكَةٌ بَيْنَ الْإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا) “en az iki veya daha çok kişinin bir işi beraber, karşılıklı yapmaları, çoğunluğun müşterek bir iş etrafında bir araya gelerek düşüncelerini paylaşmaları” demektir. Bu şekilde düşünce paylaşmak suretiyle, o yardımlaşma düşüncesini paylaşmak suretiyle, bir yönüyle, bir iken, binler gücüne, binler kuvvetine ulaşmak mümkündür Allah’ın izni ve inâyetiyle.

Hazreti Üstad dördüncü olarak “mabeynlerindeki emniyetin tesisi” diyor. Birbirimize fevkalade güven duyma… O, “Falan, benden daha güvenli bir insandır, hakikaten!” Bu da gördüğünüz gibi îsâr ruhu barındırıyor; bunların bazısında bir damlacık, bazısında bir bardak, bazılarında bir fincan, bazılarında bir kâse îsâr meselesi var. Birbirimize güvenirsek şayet, işte o zaman o kuvvetler bir araya gelir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Vifâk ve ittifak da olur, suizanna düşmeyiz birileri hakkında ve günaha girmeyiz. Aynı zamanda diğer insanların kuvvetlerini de yanımıza alırız; kuvvetimize kuvvetlerini inzimam ettiririz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir insanın yapacağı şeyi, bin insanın yapacağı şey hale getiririz, mâbeynimizdeki o münasebeti sağlam bir zemine oturtursak, Allah’ın izni ve inayetiyle. Şimdi bu da çok önemli bir mesele: Birbirimize güven duyma ve suizanna kapılmama.

Belki çok defa suizanna kapılabiliriz. Tavırları ve düşünceleri ile suizan ifade eden bazı kimselerden kuşku duyuyorsak şayet, test etme imkânı vardır. Küçük bir dairede, evvela onu bir test ederiz; bakarız ki, sınıfı geçti orada, daha bir üst dairede, kalbimizin daha bir derin yerinde, “Şurada da oturabilirsin!” deriz. Bakarız ki hakikaten oranın da hakkını verdi, “Tamam, kalbimizin göbeğine de otağını kurabilirsin!” falan deriz. Baktık ki oranın da hakkını veriyor, “Yahu sen, benim -âdetâ- gönlümde de oturabilirsin!” deriz. Misal olarak arz ediyorum bunu. Hizmet’te de öyle: Şurada istihdam ettiniz, baktınız ki başarılı oldu, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede… Onu belli bir yere getirir koyarsınız böylece. Bir taraftan “hüsnüzan” bir taraftan da “adem-i itimad”a binaen, az kuşkulanıyorsanız, şüpheleniyorsanız şayet, suizanna düşmeden, aynı zamanda test ede ede bir insanı bir noktaya ulaştırırsınız. Ve dolayısıyla bir yüksek kabiliyetin kabiliyetlerinden sizin de, toplumun da istifade etmesine zemin hazırlamış olursunuz.

   Allah Rasûlü’nün Attığı Temel, Hazreti Ebu Bekir’in Üstün Başarısı, Bediüzzaman Hazretleri’nin Firâseti ve Kürt Meselesi

Esasen şimdiki bu “kıpkızıl musibet dönemi” çok şiddetli ama biz o musibetin turuncusunu da gördük, morunu da gördük, pembesini de gördük, mavisini de gördük; o musibetlerin hemen her rengini gördük. Belki millet olarak da üç asırdan beri görüyoruz. Hazreti Pîr, “üç asırdan beri” diyor. “Üç asırdan beri rahnedâr olmuş”; yani, surları yıkılmış bir yönüyle, en mamur yerleri harabeler haline gelmiş; saltanat mahalleri, kemmiyetsiz keyfiyetsiz insanların elinde kalmış. Üçüncü Mustafa’nın ifadesiyle diyeyim; kendi ifadem ile değil, alınır bazıları:

“Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele

Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele

Şimdi ebvab-ı saadetle gezen hep hezele

İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem Yezel’e.”

Evet, asırlardan beri rahnedâr olan bir kalenin tamiri belki Şâh-ı Geylânî gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi gibi, Mustafa Bekrî Sıddîkî gibi, Maruf-i Kerhî gibi, Ebu’l-Hasan el-Harakânî gibi, Cüneyd-i Bağdâdî gibi, Bayezid-i Bistâmî gibi aldatmayan rehnümâlar ile olur, öyle büyük şahıslar ile olabilir. Esas, etrafındaki kümelenmeler ile, şahs-ı manevî ile, heyet-i ictimâiye-i İslamiye ile olacaktır. O, bir heyetin yapacağı şeydir, şahsın yapacağı şey değildir. Enbiyâ-ı ızâm bile esasen yapacakları şeyleri onun ile yapmışlardır. Hâşâ, “Efendimiz bir şey yapmadı!” demek değildir; fakat O, Allah’ın izni ve inâyetiyle, her şeyin zeminini hazırlamış, bir yönüyle statiğini ortaya koymuş, sonra blokajını yapmış; sonra “Benim yeryüzünde iki tane vezirim var, yardımcım, sağım-solum: Bû-Bekir, Ömer!” demiş, çok iyi belirlediği o büyükleri işaret buyurmuştur. Ve bu işareti anlayanlar, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna “yelken açtığı” mı, yoksa “üveyik gibi kanat çırptığı” zaman, kimi seçeceğini çok iyi intihap etmiş. Dolayısıyla hepsi kalkmış, koşmuş, Ebu Bekir (radıyallahu anh) hazretlerinin mübarek elini -O ele canım kurban olsun!- sıkmış ve o ele biat etmişler.

Nasıl bir adam Hazreti Ebu Bekir? Mertebe itibarıyla, enbiya-ı ızâmdan sonra; fakat yaptığı fonksiyonlar itibarıyla, çok peygambere müyesser olmamış şeyleri yapmış. On bir büyük fitneyi halletmiş; üçü, Efendimiz döneminde hortlamıştı; sekiz tanesi de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesini fırsat bilerek meydana gelmişti. Düşünün, işte Hazreti Ebu Bekir dönemi, Efendimiz’den sonra. Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, sahabî sayısının yüz bin olduğunu söylüyor Tabakât kitapları. En geniş Tabakât kitaplarından İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe’sinde, on bin sahabîden bahsediyor. Demek ki “yüz bin” diyenler, kadını ile, erkeği ile, hastası ile, çocuğu ile, çoluğu ile, şöyle-böyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in insibağ meclisinde münsebiğ olan ne kadar insan var ise, hepsini kastediyorlardı. Şimdi Hazreti Ebu Bekir’e emanet edilen bu idi. O (radıyallâhu anh), Allah’ın izni ile, bu kadarcık -estağfirullah, “Bu kadarcık!” ne demek!- o mübarek toplum ile o on bir tane belanın hakkından geldi.

Bakın, bugün de “terör hadisesi” filan diyoruz. Senelerden beri bir PKK filan ile uğraşıyoruz. Tankımız var, topumuz var, uçağımız var; kara kuvvetlerimiz, hava kuvvetlerimiz, hükümetimiz, meclisimiz var. Daha nelerimiz var, var, var, var, var, var; hepsi, yokluğa dayanan bir sürü “var, var” var. Fakat bir tane tehlikenin hakkından gelemedik. Pozitif olarak gelmenin yolu, bunları yumuşatma idi. Evet, “küçük bir reçete”de -reçeteyi yazanın idrakinin darlığına verin onu- esasen o insanları -bir yönüyle- yumuşatmanın yolu vardı. O toplum ile bütünleşme… Oraya gidecek hekimler, oraya gidecek emniyet teşkilatı, oraya tayin edilecek valiler, kaymakamlar, oraya gidecek sağlıkçılar, aile hekimliği gibi ev ev dolaşacaklardı. Jandarma/asker, kapı kapı dolaşacaktı. O toplumun ayrı bir toplum olmadığını ortaya koyacaklardı. Reçetenin mahiyeti bu idi. Ve onların dillerine de saygı gösterilecekti, en azından cevaz verilecekti.

Bundan bir asır evvel, Çağın Sözcüsü, Van’da bir üniversiteden bahsediyor. Bir asır… Çok sonra bir üniversite yapılıyor fakat onun gâye-i hayal olarak öne sürdüğü o gayenin çok gerisinde bir üniversite kuruluyor. Diyor ki, “Arapça farz!” orada. Neden? Çünkü dinin temel rüknü olan Kitap ve Sünnet, Arapça. “Türkçe vacip!” diyor. Karamanî Mehmet Bey, “Türkçe câiz!” deyip devlet dili olarak Türkçe’yi benimsemiş. Devlet o güne kadar, Karamanî Mehmet Bey’e kadar Farsça konuşuyor. Görüyorsunuz, o Mevlânâ gibi devâsâ insanlar bile yazdıkları kitapları Farsça yazıyorlar, Selçuklu döneminde. Fakat Hazret, bir asır evvel, “Türkçe, vaciptir!” diyor. “Kürtçe de câiz!” diyor; yani, seçmeli dil olarak, isteyen onu da öğrensin.

Biz, o ufku ihraz edemedik. O reçetenin muhtevasında o da vardı: “Mekteplerde o kapıyı da ardına kadar aralayın, o millet rahatlıkla kendi dilini orada öğrensin!” Dil, kullanıla kullanıla inkişaf eder, bir ilim dili haline gelir. O ilim dili, o toplumun yükselmesi adına, çok önemli bir faktördür. İnkişaf etmemiş bir dil ile ilim yapmak, teknoloji yapmak mümkün değildir. Şuradan bir dil dilenciliği, buradan bir dil dilenciliği yapmak suretiyle başa çıkamazsınız, dilencilikten de kurtulamazsınız. Ali Şeriatî -Makamı Cennet olsun!- kendi dönemi itibarıyla -Gıyaben tanıdım onu, eserlerini okuyarak tanıdım.- derdi ki, merhum, makamı Cennet olsun: “Bugünkü Arapça ile, Farsça ile -Çünkü kendisi İranlıydı- ilim yapılamaz!” Ben de kendi içimden derdim ki, “Hazret, bir de sen Türkçe’yi öğrensen; ilim yapılır mı, yapılmaz mı, o zaman ne ile ilim yapılamadığını anlayacaksın!”. Canına okuduk dilin, steno gibi bir şey haline getirdik; işaretler, mors alfabesi, “Di-dâ-dıt / Dâ-dâ-dıt.”

   Şayet gerçekten inanıyorsanız, sıkıntılar karşısında asla sarsıntıya düşmemelisiniz; “Şimdi bu şartlar altında ne yapmalıyım?” diyerek iradenizi hep canlı tutmalı ve herkese ümit kaynağı olmalısınız!..

Evet, üç asırdan beri harap olan, rahnedâr bir kalenin tamiri size düşüyor. Hemen her şey yıkılmış, her şey harap olmuş. Fakat farklı renklerde, farklı desenlerde yıkılmalar olmuş. Biraz evvel arz ettiğim gibi, hemen yıkımın her renginde olanını gördük; Kıtmîr, sadece 27 Mayıs’tan bu yana dört-beş tanesini gördü; açık-kapalısı ile -zannediyorum- yedi tanesini. İnşaallah sonuncusu olur bu!.. Allah, onları bitirmekle, sizin de çilenizi sona erdirir; daha doğrusu, o mübarek Anadolu insanının çilesini sona erdirir. Bir dönemde devletler muvazenesinde ona önemli vazifeler yaptırtan Allah (celle celâluhu), bir gün yine devletler muvazenesinde ona önemli bir misyon edâ ettirmek üzere onun dirilmesini, başka milletlerden evvel te’min buyurur. Dirilirsiniz; dünyanın her yanında insanların imdadına koşarsınız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Yıkıntılar karşısında, sarsıntıya düşmemek lazım. Esasen, sarsıntı ile enerjimizi kaybedeceğimize… Çünkü o da bir yönüyle bir efordur; sarsılırsanız, heyecan duyarsanız, o da bir efordur. Yıpranırsınız; nöronlarınız yorulur, doğru uyuyamazsınız; yatakta sağdan sola, soldan sağa dönersiniz. Çocuklarınıza, doğru bakamazsınız; eşinizle, doğru meşgul olamazsınız. Yapacağınız işleri, sağlam bir mantık blokajına bina edemezsiniz. Dolayısıyla âdetâ kendi aleyhinizde oturur kalkarsınız. Ama öyle değil de esas bir gâye-i hayale bağlanırsanız, Allah’ın izni ve inayetiyle, sarsılmadan “Pekâlâ, şu zor şartlar altında şimdi ne yapılabilir?!.” dersiniz.

Yapılacak şeylerin başında, şöyle-böyle sarsıntı yaşayan insanları moralize etmek geliyor; onları rehabiliteye tâbi tutmak gerekiyor. Oturduğumuz her yerde, “Yahu şimdiye kadar şu maruz kalınan şeylerin hemen her renkte olanı -Allah’ın bir takdiri olarak- meydana geldi. Ve sonra Allah’ın bir lütfu olarak da geldiği gibi gitti. Geldiği gibi gitti!.. Allah’ın kudreti, her şeyin hakkından gelmeye yeter!” diyecek ve insanları moralize edeceksiniz. Bize düşen şey, vazifedir. Yüksek bir hedefe kilitlenmişsek şayet, baştan kazanmışız demektir. “Allah!” demiş, gönlümüzü O’na vermişsek, “Cennet, Rü’yet ve Rıdvân!” demiş, gönlümüzü O’na vermişsek, kazanmışız demektir. Ölsek bile o uğurda, kaybetmiş sayılmayız; çünkü çok yüksek bir hedefe kilitlenmiş sayılırız. Öyle ise ne diye endişe duyacağız, ne diye paniğe kapılacağız?!.

Hatta, meselenin daha yükseğini realize etme istikametinde oturup kalkmalı: “Acaba, arkadaşlarımızı bu mevzuda çok ciddî metafizik gerilime nasıl ulaştırırız?!. Bugüne kadar sarf ettikleri cehdi, ortaya koydukları gayreti, ikiye nasıl katlarlar? Vitesi, dörtten sekize nasıl takarlar? Sekizden on altıya nasıl takarlar? Nasıl o hız ile yürürler Allah’ın izni ve inayetiyle?!.” Bir de o hız ile yürümenin “temkîn” ve “teyakkuz”a ihtiyacı vardır. Beynimizi o istikamette yorduğumuz zaman -zannediyorum- Allah’ın izni ve inayetiyle, patikalara sapmadan, Allah’ın vaz’ ettiği şehrâhta dümdüz yürür ve kısa zamanda hedefe ulaşırız.

Hedef nedir? Topyekûn insanlığın inanması.. lâakal (en azından) O’na saygı duyması, lâakal “O’na inanan insanlar ile beraber yaşanır!” duygusunun başka vicdanlarda uyarılması… Farklı… Bir baskı ile, bir tahakküm ile, bir tagallüp ile, bir tasallut ile “Herkes benim gibi düşünsün!” değil, “Benim gibi düşünmeyenlerin canı Cehenneme!” değil. Fakat herkesi kendi kategorisinde mütalaa ederek, bir emniyet ve güven telkin etmek, dünyanın dört bir yanında… “Bu insanlar, gerçekten, insanî değerlere saygılı!”; Frenkçe ifadesiyle “Çok hümanist insanlar, bunlar! Ahsen-i takvîme mazhariyetin gereğini yerine getiriyor ve Allah’ın sanatı olarak insana saygı duyuyorlar!..” dedirtmek…

Yahu Allah’ın (celle celâluhu) fırçasından çıkmış, O’nun İlmi ile, İradesi ile, Kudreti ile, Meşîeti ile halk edilmiş, eşi-menendi olmayan, meleklerin mihrabı/pusulası bir varlık olarak yaratılmış insana saygı duymak, o insanı Yaratan Zat’a karşı saygı duymanın ifadesidir. İnsanlarda bu duyguyu uyarma, bütün insanlıkta bu duyguyu uyarma… Ee görüyorsunuz, çok kısa, küçük, bir yönüyle dar çerçevedeki, dar açıdaki hamleler ile, zaten çokları oluyor. O mevzuda “Şurada şu oluyor; burada bu oluyor!” falan demek istemiyorum; el-âlem, meseleyi yanlış anlamak suretiyle, “Misyonerlik yapılıyor!” zannına/zehabına kapılabilir.

Hayır! Sizin “dil”inizin önünde “hal”iniz ve “temsil”iniz vardır. Esasen, yaşanması gerekli olan şeyi doğru yaşadığınız takdirde, insanlar, size bakacaklar ve “Bunlar ile upuzun yollar alınabilir!” diyecekler, Allah’ın izniyle. Güven vadedeceksiniz. Zaten, “Mü’min, yeryüzünde güven ve emniyetin temincisi insan demektir!” Bir manası onun “Allah’a inanan” demektir ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın “el-Mü’min” isminden alınmıştır. Diğer manası itibarıyla da, “yeryüzünde güvenin temsilcisi” demektir. Onun atmosferine giren herkes, aynı zamanda bir güven atmosferine girmiş demektir. Bütün dünyaya bunu duyuracaksınız.

   Sonu zaferle noktalanan Uhud’da muvakkat bir hezimet yaşanmıştı; zira o sayede mü’min münafıktan, vefalı vefasızdan, yiğit korkaktan, hakka gerçekten bağlı olan yüreğinde zaaf bulunandan ayrılmıştı.

Bir “şirzime-i kalîl” (azgın bir azınlık) her zaman olmuştur, her zaman olacaktır!.. Şimdi böyle bir dönemde -esasen- büyük bir gayeye dilbeste olmuş insanları, o gayenin yüksek gaye-i hayalli insanları haline getirmek için onları moralize etmemiz, rehabiliteden geçirmemiz ve hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam etmemiz lazım.

Buna en güzel örnek, çok iyi bildiğiniz, Uhud Savaşı. Uhud şehitlerinden bahsederken, altmış küsur, altmışaltı kadar insandan bahsediliyor; fakat genelde Siyer kitaplarında “Yetmiş insan şehit oldu!” deniyor. Yüz yetmiş insan, iki yüz insan da yaralı; bazıları kolu kopacak hale gelmiş, bazıları bağrından yaralanmış. Fakat bu “muvakkat hezimet” gibi bir şey oluyor ama Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o yüksek fetâneti ile onu zafere çeviriyor. -Fetânet, dehânın üstünde bir şeydir. Mahmud Akkad, vakıa, “el-Abkariyât” kitabında, Efendimiz’i de dâhiler arasında zikrediyor; o, hatadır. Fetânet-i Nebeviye, dehânın çok üstündedir. Dâhiyi anlatırken, “Her şeyi şipşak, düşünmeden, yerli yerine yerleştiren insan demektir.” derler. Fetânet, onun çok çok üstündedir.- O hali ile müşrikleri takibe koyuluyor. Yaralı-bereli… Birileri, birini sırtlamış götürüyor; birileri, birinin koltuğuna girmiş, götürüyorlar. Ebu Süfyân, ordusu ile Mekke’ye doğru giderken, bakıyor ki arkadan geliyorlar. -Nereye kadar takip ediyor onları!..- “Aman, başımıza iş açarız; en iyisi mi bir an evvel Mekke’ye kaçalım!” diyor. Muvakkat hezimet gibi görülen bir şey, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o yüksek fetânetiyle zafere dönüşüyor, Allah’ın izni ve inayetiyle.

O günün müşrikleri paniğe kapılıyorlar. Bir daha Medine’yi kuşatmak için plan yaptıkları zaman, “Bütün kabileleri yanımıza alalım; öyle yirmi bin, otuz bin insan ile gidelim, Medine’yi kuşatalım! Başka türlü oraya girmek, mümkün değil!” mülahazaları oluşuyor. Orada da yine mesele, fiyasko ile neticeleniyor; geldikleri gibi, bir taraftan soğuğa, bir taraftan da o dehânın çarpıcı fırtınalarına maruz kalarak, panik içinde geriye dönüyorlar. İnanın, günümüzde size mezâlimde bulunan, zulmeden kimseler de aynen o Medine’yi kuşatmaya gelen insanlar gibi, panik içinde geriye dönüp kaçacaklar!..

Cenâb-ı Hak, mabeynimizdeki emniyetin tesisine bizi muvaffak eylesin!.. Çok yüksek bir moral ile, hiçbir şey olmamış gibi, Hizmet’imizi devam ettirmeye muvaffak eylesin! Allah, öyle bir başarıya ulaştırsın inşaallah teâlâ!..

Bamteli: UHUD MU, TÂİF Mİ?

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Mü’minin münafıktan, vefalının vefasızdan, yiğidin kalleşten, Nebi’ye gerçekten bağlı olanın yüreğinde zaaf bulunandan ayrıldığı yerdir Uhud!..

Uhud’da, Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in mübarek başı yarıldı, sinn-i şerifi (şerefli dişi) düştü oraya, bildiğiniz gibi. Osmanlıların dinlerine, diyanetlerine, peygamberlerine saygıları çok derindir; oralar vesayet altına geçince, o hatıraların her birerleri için birer âbide dikmişler. Uhud’a da bir abide dikmişlerdi. Hatta Fakir, 1968’de, Uhud’un göbeğinde, o mübarek “sinn”in (dişin) düştüğü yerde bile çok küçük, kümbet çapında fakat yıkılmış, onarılmamış bir yer görmüştüm. Bilmiyorum, hâlâ koruyorlar mı? Geçelim onu, konunun esası değil.

Bir diğer taraftan da orada seyyidinâ Hazreti Hamza gibi birisinin şehadeti… Tabii… Hususî yeri itibarıyla his dünyamı bütünüyle harekete geçiriyor. Sokaklarda Efendimiz ile beraber el ele koşuşturmuşlar, beraber aynı memeden süt emmişler; aralarında bir-iki yaş farkı var. Amca… Göğsünü germiş; her yerde O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdafaa etme mevzuunda kalkan gibi davranmış. Fakat orada kalleş bir mızrak ile şehit olmuş. Ağlayanı olmadığından, onu da dert edinmiş benim Efendim!.. Sıkıntılı bir ân…

Yine, Sahabe-i kirâm arasından seçip Medine’ye gönderdiği insanlardan bir tanesi, Mus’ab İbn-i Umeyr’dir. Daha dünyaya, dünya cihetiyle bakma durumuna gelmeden, dünya ile -bir yönüyle- zifaf olmadan, o genç yaşında oraya gitmiş. Tehlikeleri göğüslemiş, başında kılıçlar kavis çizmiş; fakat Allah’ın izni ve inayetiyle yirmiler, otuzlar onu dinlemiş; bir gün gelmiş, kadın-erkek, çoluk-çocuk yetmiş insanı Akabe’de, Allah Rasûlü ile yüzleştirmiş. O, Uhud’da evvelâ bir kolunu, sonra başka bir kolunu, sonra başını kalkan yapmış.

Ve daha niceleri orada şehadet şerbeti içmiş. Bildiğiniz gibi, yetmiş tane şehit var orada. Demek ki, bunlar Allah Rasûlü’nün etrafında/çevresinde sütre olan insanlardı. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmak için, bunları tırpanlamak lazımdı, kâfirlerce. Ve onlar, tırpanlandı orada, şehit oldular.

Bunların hepsi, Şefkat Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) içinde bir ızdıraba dönüşmüştü. O’nun hassasiyet derinliği ve sevdiklerine duyduğu alâka ile bu meseleyi mukayese ettiğiniz zaman, ne ölçüde bir ızdırap duyduğunu -zannediyorum- değerlendirebilirsiniz.

Vakıa O da biliyordu ki, bu ölüp şehit olanlar, Cennet’e gidiyorlar. Dünya hayatı, muvakkattir. Burada muvakkat yaşadıktan sonra öbür tarafta buluşacak, el ele tutacak, sonra -inşaallah- “Cuma Yamaçları”nda Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetiyle serfirâz kılınacağız. Biliyordu bunu fakat kendi ruhunun ufkuna yürüyeceği zaman bile gözleri doldu, ağladı. Çünkü alıştığı, tanıştığı, oturup kalktığı arkadaşları vardı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) tesbihin imamesi olarak tesbihten ayrılıp gidiyordu, dâneler yalnız kalıyordu.

Uhud’da da derinlemesine bunu yaşamıştı. Ama Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) tesellisi ile müteselli oluyordu: وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ “(Bu İslâm davasını yoksa Allah ile değil de, Hazreti Muhammed ile kaim veya Hazreti Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki, bu davanın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibarıyla) Hazreti Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye mi dönüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidayetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i Imrân, 3/144) Allah (celle celâluhu) tesellikâr beyanıyla Efendimiz’in imdadına koşuyor, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) tesellide/tesliyede bulunuyordu. Öbürlerinin yerlerini de gösteriyordu orada.

Nitekim orada şehit olanlardan bir tanesi de Hazreti Câbir’in babası Abdullah İbn Amr İbn Haram (radıyallahu anhüma) idi. Allah Rasûlü, kendisi ifade buyuruyor, sahih kitaplarda: Hazreti Abdullah, orada o şehadetin zevkini, lezzetini ve halâvetini duyunca, “Ya Rabbi, beni dünyaya gönder de kardeşlerime haber vereyim!” diyor. Cenâb-ı Hak, “Dünyaya geri dönmek yok ama Ben, Peygamber’in vasıtasıyla bunu haber veririm!” buyuruyor.

Evet, böyle bir haberleşme, böyle bir muhabere de var. İmam Rabbânî’nin ifadesiyle ifade edecek olursak, “Verâların, verâların, verâların, verâların, verâların… -üç nokta- verâsıyla” bir de muhabere var; tesliye var, teselli var, gönlünü alma var O’nun; öbürlerinin gittiği yerleri O’na söyleme var. Böylece, bu fâni ve cefakâr dünyadan gidip de öbür tarafta vefâ âlemi olan bir dünyaya otağlarını kurduklarını bildirme meselesi var. Dolayısıyla bunlarla Allah (celle celâluhu) teselli ediyor. Bir, bu.

   “Bazen de cemal, celalden tecellî eder. Evet, cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.”

Bir ikinci husus: Hazreti Muhyiddîn’in de ifade ettiği gibi ki, zannediyorum, İmam Rabbânî hazretlerinin de bu konuda hususî bir-iki mektubu var: “Celâlî tecellî”nin önemi esasen, mü’min için çok büyüktür, kâfirler ve münafıklar için bu söz konusu olmasa da. Celâlî tecellîler baskın yaptığı zaman, kâfirler ve münafıklar iç döküyorlar, yalvarıyorlar, yakarıyorlar; fakat gâileler bertaraf olunca yine keyiflerine dalıyorlar. Fakat mü’min, o Celâlî tecellîler karşısında, “Cemâlî tecellî”den daha fazla hisseyâb oluyorlar. Zira mümin, zaten çizgisini koruyor, zaten hiçbir şey olmadığı zaman bile Rabbi ile irtibatını devam ettiriyor, zaten her zaman el-pençe divan duruyor. Hele o Celal tecellîleri geldiği zaman, ıztırar diliyle, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor: أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “Muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren kimdir?” (Neml, 27/62) veya أَنَا عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ “Ben kalbi kırıklarla beraberim!..” hakikatlerine sığınıyor.

Hani “Siz de deyin!” diye âcizâne demiştim: يَا مَنْ هُوَ عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ؛ هَا نَحْنُ مُنْكَسِرُو القُلُوبِ اُجْبُرْ كَسْرَنَا “Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren! Ey ‘Gönlü mahzunların yanındayım!’ buyuran! Hâlihazırda gönüllerimiz paramparça, mahzun ve kederli. Ne olur, maiyyetini bizlere duyur! Bizi bize terk etmek suretiyle bizleri mahvettirme! Kırıklarımızı sarıp sarmala, yaralarımızı iyileştir.” يَا مَنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ؛ هَا نَحْنُ مُضْطَرُّونَ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيْنَا الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ، وَضَاقَتْ عَلَيْنَا اَنْفُسُنَا، وَأَنْتَ مَلْجَأُنَا وَرَجَاؤُنَا “Ey darda kalanların, canı gırtlağına dayananların, dergâh-ı ulûhiyetinin kapısının tokmağına dokunanların çağrılarına icâbet buyuran Allah’ım! Hâl-i pür-melâlimiz Sana ayân.. canlarımız gırtlakta ve son kelime dudakta. Hak duygusunun gönlümüzde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayreti sebebiyle, yeryüzü bütün genişliğine rağmen daraldıkça daraldı; sadırlarımız ve nefsimiz bizi sıktıkça sıkmaya başladı. Ne olursun bizlere tez zamanda ferec ve mahreç nasip buyur! Sensin yegâne sığınağımız ve ümit kaynağımız!..”

Mü’min, böyle bir “Celâlî tecellî” karşısında daha bir metafizik gerilime geçiyor; Cenâb-ı Hakk’a daha genişçe teveccüh ediyor. O açıdan da esasen, bir yönüyle Celal’in gözünde “Cemâl”, daha bir cemâl haline geliyor. Evet, bu İmam Rabbânî Hazretlerinin beyanı; Mektubât’ı okumuştuk ama bilmem hatırınızda mı? Ayrı bir şey; yani, Celâl, çok daha önemli mü’min için; diğerleri için değil. Hazreti Muhyiddîn de meseleye öyle bakar; zannediyorum Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân da meseleye öyle bakar. -Mesela, Üstad hazretleri “Bazen de cemal, celalden tecellî eder. Evet, cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.” der.- Onlar, hep aynı ekolün -“Ekol” ne?-, medresenin, mektebin talebeleri, bir yönüyle Peygamber şakirtleri olmaları itibarıyla, temel esaslarda birbirlerinden farklı düşünmeleri asla söz konusu değildir. Çünkü ne düşünüyor, ne ediyor, ne söylüyorlarsa, meseleye Kur’an merceğiyle, Sünnet-i Sahîha merceğiyle ve Sahabe-i kiramın o mevzudaki -bir yönüyle- re’yleriyle, te’villeriyle, tefsirleriyle baktıklarından dolayı, örtüşmeler çok oluyor. Birinin dediğini aynen diğeri de diyor. İfadelerdeki tasrif ve küçük farklılıklar ile aynı mazmun ve aynı mantûku ifade ediyorlar.

Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada o Celâlî tecellîyi, kendi engin ufkuyla ve O’na has vâridâtla duyuyor. Bunu İmam Rabbânî duymuşsa, Muhyiddîn İbn Arabî duymuşsa, Hazreti Bediüzzaman duymuşsa, Şâh-ı Geylânî duymuşsa, Ebu Hasan Şâzilî duymuşsa, O’nunkine (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyma denmez, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), tabiatının derinliklerine onun fokur fokur kaynadığını hissetmiştir. Dolayısıyla O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu derin ihsas ve ihtisasları, o andaki ızdıraplarını, dişinin kırılmasını, semalarda أَسَدُ اللهِ الْغَالِبُ “Allah’ın her zaman üstün gelen aslanı” yazılan Hazreti Hamza’nın ruhunun ufkuna yürümesini -bütün bunları- ta’dil etmiştir, yumuşatmıştır.

   Allah Rasûlü’nün Tâif’te karşılaştığı zorluk, O’nun insanlığın kurtuluşu konusundaki ızdırabı ve misyonu açısından, Uhud’dan daha şiddetli olmuştu.

Tâif’e gelince; Efendimiz, bir ümit mülahazasıyla gitmiş oraya. İnsanların, Mekke’nin sıcağından kaçmalarını ve yazın serinlemek için orayı tercih etmelerini değerlendirmek istemiş. Bir de Mekke’deki o mütemerridâne, muannidâne küfür havasının orada olmadığı mülahazasıyla gitmiş. Fakat Mekke’de maruz kalmadığı şeylere maruz kalmış; üstelik geçtiği sokaklarda, masum çocuklar taşlamaya memur edilmiş. Taşlamışlar, mübarek eli-ayağı yarılmış.

Ayrıca, misyonunun farkında; misyonunun çok önemli olduğunu görüyor. Duyduğunu insanlara mutlaka duyurma derdiyle adeta kıvranıyor. İşte o meseleye bakarken, bu zaviyeden bakmak da çok mühimdir. فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “(Ey Rasûlüm), o müşriklerin peşinde, bu Söz’e (Kur’ân) inanmazlarsa diye duyduğun üzüntüden dolayı kendini neredeyse helâk edeceksin.” (Kehf, 18/6) ve لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “O insanlar iman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ, 26/3) ayetlerinde ifade edildiği gibi, “Gittikleri yol, izledikleri iz açısından -inanmıyorlar diye- neredeyse kendini öldüreceksin!” denilen bir gönül!.. Şimdi böyle bir gönlün, Mekke’den gidip orada bir şey arama mülahazasıyla Tâif’e varması ve orada da tamamen her şeyin tersiyle karşılaşması, tek bir insana bile bir şey dinletememesi, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne kadar ağır gelmiştir?!. Bir de Uhud’da kendisine gelen teselliler henüz orada gelmemiştir.

Hele bir de “Mekke’ye giremezsin!” denmiş Efendimiz’e. Henüz Medine’nin kapıları da aralanmamış; Allah, “Oraya gideceksin!” dememiş. Önünü kesmişler, “Mekke’ye giremezsin!” demişler. Tev’emi (ikizi) olan Beytullah’tan O’nu uzak tutmuşlar; tev’emi olan, eşi ve ikizi olan Beytullah’tan uzak tutmuşlar. أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur..” buyurduğu gibi, yeryüzünde de ilk bina da Beytullah’tır; أَوَّلُ مَا بَنَى اللهُ فِي اْلأَرْضِ بَيْتُ اللهِ “Allah’ın yeryüzünde ilk bina ettiği/ettirdiği yer, -Beyt-i Mamur’un izdüşümü olması itibarıyla- Beytullah’tır.” Dolayısıyla Kâbe ile böyle bir eş ve ikiz olma var. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ufku açısından meseleyi değerlendirmek; o gez, o göz, o arpacık zaviyesinden meseleye bakmak lazım ve kendisine ne kadar ağır geldiğini anlamaya çalışmak lazım.

(Hadis kitaplarında nakledildiğine göre; Hazreti Âişe validemiz, Peygamber Efendimiz’e hitaben: “Sana Uhud gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi?” diye sormuş; O da “Yemin olsun ki kavmin Kureyş’ten gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü (Tâif’e gidişte) karşılaştığım zorluk hepsinden şiddetli idi.” buyurmuştur.) Hazreti Âişe validemize dediği şey, hakikaten senet açısından sağlamsa ve metin hakkında da bir şey demeyeceksek, bu mülahazalara bağlanabilir. O meselenin makul mahmîlini bulmaya çalıştım, kendimce burada. Hâşâ, O’nun ufkunu idrak etmişlik açısından değil, o iki hadisenin enginliğini idrak etmişlik açısından değil; ben kim, onları kavramak kim?!. Ama O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kıtmîr’i, kuyruğunu sallayan, öbür tarafta da kuyruk sallayıp ayaklarının önünde, “Ben, Sen’i anlatmaya çalışmıştım, anlatamadım. Dolayısıyla da Sana ihanet ettim; ihanetimi şefaatçi yaparak Sana sığınıyorum!” deme mülahazalarını taşıyan birisiyim.

Evet, gözlerimi açıp-kapayıp, hep O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hülyalarıyla yaşıyorum. Kavuşur muyum, ayaklarına yüzümü sürebilir miyim?!. Ayağını bastığı yerde başımı kaldırım taşı gibi ayaklarının altına koyabilir miyim?!. Geçtiği izlerin toprağını alıp yüzüme sürüp “O Kıtmîr’in yüzünde, Sen’in toprağın, ayağının tozu-toprağı tûtiyâdır!” diyebilir miyim?!. Bu mülahaza ile doluyum. Fakat… Bir kısım densizler, kendi kendilerine bir kısım kuruntulara girerek, bir kısım şeyleri icat etseler bile, kendi mülahazam hep o oldu. Değil O (sallallâhu aleyhi ve sellem), O’na iki bardak su taşıyan bir hizmetçisinin yanında bile başımı çok rahatlıkla ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koymaya teşne bulunduğumu her zaman ifade ettim, yine de ifade ederim.

   “Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin, benim de Rabbimsin; beni kime bırakıyorsun?!.”

İnsanlığın İftihar Tablosu, Allah ile irtibatı açısından iz’an üstü iz’ana sahipti. Daha ilk dönemlerde bile Cenâb-ı Hakk’ın O’nu bırakmayacağına kanaat-i kat’iyyesi vardı. Fakat zannediyorum, öncelikle “Bu iş gecikir mi? Bu insanların hak ve hakikati kabul etmeleri mevzuunda takvimde bir ertelenme/ötelenme olur mu?” bunu düşünüyordu. İkinci olarak da o temerrüd eden insanlar -bir yönüyle- kendilerini bir çağlayana salmışlar; dışarıya çıkmaya ihtimal ve imkân vermeyen bir çağlayana salmışlar, Cehennem’e doğru yuvarlanıyorlar. O İnce Ruh’ta (sallallâhu aleyhi ve sellem) o meselelerin hâsıl ettiği acı ve ızdırap idi bu. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Beni kime bırakıyorsun?!.” derken de misyonu itibarıyla diyordu: “Bir şey anlatacaktım onlara. Başımı yarıyorlardı, tepeme biniyorlardı, boynumu sıkıyorlardı öldürmek için. Sırtıma deve işkembesi koyuyorlardı, Kâbe’nin karşısında alnımı yere koyup أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ ‘Kulun Rabbine en yakın olduğu an secdede bulunduğu vakittir.’ hakikatinden istifade etmeye çalışırken. Her şeye rağmen, başımı yere koyuyor, yalvarıyor, iç döküyordum Sana. Yoksa bunlar biraz ertelenecek mi, ötelenecek mi? Sürüklenip o çağlayanın içine Cehennem’e yuvarlananlar, daha çok olacak mı?!.” mülahazalarını taşıyordu. Engin ruhu mülahazasıyla meselelere bakınca, böyle düşünmek lazım; misyonu açısından meseleye bakmak lazım.

Bilindiği üzere, şöyle demişti orada: اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin, benim de Rabbimsin; beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Veçhine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

Diyor ki, إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي “Beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı?” Ama hemen ekliyor: إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي “Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim.” Eğer, Benim başıma gelen bu şeyler, Sen’in hoşuna gitmeyen bir şeyden dolayı ise, o olmasın isterim; isterim ki o olmasın!” Hepimizin diyeceği şey; “Kâle almam o zaman!” diyor. وَلَكِنَّ عَافِيَتَكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي “Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir.” Ama afiyetin Sen’in, afv ü âfiyetin Sen’in, her şeye vâsi’dir ki, وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Çünkü rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’râf, 7/156) buyuruyorsun.”

Evet, o zaviyeden orada çok temkinlice niyazda bulunuyor. Hani bu duanın, değişik nakilleri açısından, sıhhati ve farklı rivayetleri mevzuunda münakaşa yapılabilir; çünkü farklı rivayetler var, farklı söylentiler var o mevzuda. Fakat genel mazmuna bakınca, bu duanın o lâl ü güher-i Nebevî’den dökülmüş olduğu her kelimeden anlaşılıyor. Çok dikkatlice, çok temkin üsluplu ve Allah’a karşı çok saygı edalı olarak döküldüğü anlaşılıyor. Ve nitekim sonunda لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ diyor, hem de Rabbimizi muhatap alarak; çünkü o cümle, لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ، فَإِنَّهَا كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” Fakat orada Cenâb-ı Hakk’ı muhatap alarak, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Allahım!) Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım bekler ve dileniriz.” (Fatiha, 1/5) der gibi diyor. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ “Bir havl, bir kuvvet yok; ancak varsa, Seninle vardır, Senin havl, Senin kuvvetin!” demek suretiyle Cenâb-ı Hakk’ı muhatap alarak doğrudan doğruya, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ beyanındaki iç dökme gibi, içini döküyor O’na (celle celâluhu).

   İnsanlık semasında ay ve güneş tutulmaları her dönemde meydana gelmiştir ama hiçbir hüsûf ve hiçbir küsûf kalıcı olmamıştır.

Allah Rasûlü, misyonunun sevdalısı bir insan. İlle de bir şey olacaksa, o misyonunu edâ etmekle olacak; vazifesinin şuurunda. Konumu rantabl olarak değerlendirme istikametinde gecesi-gündüzü belli değil; iç içe giriyor, karışıyor, birbirine karışıyor. O mevzuda bütün dünyevî zevkler ve lezzetler, ayağının altına alınacak hale geliyor böyle. İşte çok tekerrür eden bir mesele: Miraç gibi bir pâye ile serfirâz kılındıktan sonra, yine o misyonun hatırına geriye dönüyor; insanların elinden tutmak; gezdiği, dolaştığı, seyrettiği o âlemleri onlara da seyrettirmek için dönüyor. Bu istikamette, misyonu karşısında o kadar sâdık, o kadar müstakîm bir insan. “Müstakîm” sözü, ifade etmez; “esdak” kelimesini kullanmak lazım O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem); “Sâdıklar Sâdıkı” demek lazım. Evet “Müstakimler Müstakimi” demek lazım o mevzuda; misyonunu eda etme adına öyle Sadıklar Sâdıkı, Müstakimler Müstakimi, Davalılar Davalısı!.. Öyle bir insandı; Allah, hususi olarak o iş için yaratmıştı. Ve gönlüne göre de Cenâb-ı Hak verdi, Reşahât’ta ifade edildiği gibi. Hani Akif’in de şu sözlerle nazara verdiği o misyon:

“On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,

Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!

Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;

Kaç bin senedir, hâlbuki, bekleşmedelerdi!

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma’sum,

Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki, zevâl akılına gelmezdi, geberdi!”

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), o misyonu bihakkın edâ etti. Onca ihmalkâr insanın elinde ihmale uğramasına rağmen, hâlâ şöyle-böyle O’nun -bir yönüyle- o dantelayı örerken kullandığı o desenin, dikkatle bakanlar için, hâlâ yeryüzünün değişik yerlerinde nümâyân olduğu söylenebilir. Bir yönüyle değişik yerlerde ihanete uğramasına rağmen; bazı yerlerde “siyaset”e kurban edilmesine, bazı yerlerde “saltanat”a kurban edilmesine, bazı yerlerde “kuvvet”e kurban edilmesine, bazı yerlerde “tûl-i emel”e kurban edilmesine, bazı yerlerde “tevehhümü ebediyet”e kurban edilmesine rağmen; hâlâ im’ân-ı nazar ile, çok ciddî bir konsantrasyon ile bakıldığı zaman, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mübarek elinden çıkan dantelanın, o günkü nakışlarıyla hâlâ gözünüzün önünde tüllendiğini görebilirsiniz.

Bu da şudur: Her şey tamamen hiç bitmemiştir ve bütün renklerini bütün bütün kaybetmemiştir. Güneş, bütün bütün batmamıştır; ay, bütün bütün husufa uğramamıştır. Muvakkat bir hüsûf/küsûf olmuştur o meselede; bir yönüyle hâiller, perdeler olmuştur. O işi karartmak isteyen kapkaranlık ruhlar -yaptıkları işlere “ak”lıklar ilave etseler de “kapkaranlık” ruhlar- ona elli türlü, elli taraftan ihanet etseler ve onu elli taraftan dağıtmaya çalışsalar bile, Allah’ın izni ve inayetiyle, mevsimi gelince, o yeniden bir kere daha dolunay gibi tulû edecektir, hem de hâlesi ile beraber.

   Bela ve musibetler karşısında manevî anatominin sıhhati çok hayati öneme sahiptir; herkes, “immün sistemi”nin sağlamlığı ölçüsünde belalara karşı dayanıklı olur.

Nâbî ne hoş der: “Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.” O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın öyle bir bendesi ki; “abdühû”, O’nun halis kulu. Allah da (celle celâluhu), en yüksek bir pâye ile pâyelendirdiği zaman “bende” tabiriyle ifade ediyor. سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّه هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “Kulu (Muhammed’i Ulûhiyet ve Rubûbiyetimizle ilgili) bazı büyük işaret ve delilleri kendisine göstermek için bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını bereketlerle donattığımız ve katımızda mübarekliği bulunan Mescid-i Aksâ’ya götüren O şanı yüce Zât, her türlü noksanlıktan, âcizlikten ve ihtiyaçtan uzaktır. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 17/1) Şerefli bendesini, kulunu… Şerefli bendesini bir gece “mekân üstü mekanlar”a, “zaman üstü zamanlar”a ulaştırdı; “Kâb-ı Kavseyni ev ednâ” ile şereflendirdi, “Rü’yet”i ile şereflendirdi, hiç kimseye müyesser olmayan şeyler ile şereflendirdi. O, gittiği yollarda bütün Enbiyâ-ı ızâmı, yolun değişik merhalelerinde oturmuş O’nu bekliyor gördü. Ama geldi-geçti, durma bilmeden; yürüdü sonsuza. Biliyordu sonsuz istikametinde yürümenin sonsuzca olacağını; biliyordu ve “seyr”ini sonsuzca yapıyordu.

Hiç kimseye müyesser olmayan şeyleri Allah (celle celâluhu), O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) lütfediyordu. Bu pâyelerle serfirâz kıldığı abdini de عَبْدِهِ “kulunu” sözüyle ifade ediyordu İsrâ sûre-i celîlesinde. Fakat gördüğünüz gibi, sürekli imtihan da ediyordu o Güzide Kul’unu. Onun için, أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belanın en şiddetlisi, Enbiyâ-ı ızâma, sonra seviyesine/derecesine göre diğer insanlara.” Mertebeleri itibarıyla… Evet, o nazmı hatırlayın, Hak dostu diyor ki: “Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.”

Herkes, “immün sistemi”nin sağlamlığı ölçüsünde belalara karşı dayanıklı olur. “İman-ı billah”, “marifetullah”, “muhabbetullah”, “zevk-i ruhânî”, “hâlis aşk u iştiyâk-ı likâullah”; insanın manevî anatomisinin immün sistemi budur. Bu ne kadar güçlü ise, başa gelen belalara karşı da insan o kadar mukavemetli olur, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bin tane virüs gelse, musallat olsa, onların hepsini darman duman eder, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Uf, puf!..” diyen insanlarda bu immün sistemi çökmüş demektir. Anatomik yapıda immün sistemi çöktüğünde, vücûd nasıl hastalıklara açık hale, mikroplara açık hale, virüslere açık hale geliyor; artık koruyucu sistem kalmıyor. Aynen öyle de… Bu açıdan onlardaki o immün sistemi, çok güçlü; “Enbiyâ”da, “Mukarrabîn”de, “Asfiyâ”da, “Evliyâ”da ve “ibâdullah-ı sâlihîn”de.

   Belki bir kısım elemler çekiyorsunuz fakat unutmayın ki, küfre, şirke, zulme saplananların hoşuna gitmese de Allah nurunu tamamlayacaktır!..

Evet, يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Tevbe sûre-i celîlesinde böyle buyuruyor; hem يُرِيدُونَ diyor. Muzârî kipi olunca, demek ki; bugün onu diliyorlar, söndürmek istiyorlar; söndürmede bir türlü doyma bilmiyorlar, “Bir daha! Bir daha!” diyorlar. “Bir daha!.. Şunu kapattık; şunu da kapatsak, şunu da kapatsak!.. Şu çelmeyi yaptık; şunu yere serdik; fakat hâlâ var, ayakta bazıları duruyor; şunları da bir el-ense ile yere sersek! Şunu da bir künde ile yere sersek! Şunun da başına bir bomba olsak, patlasak! Şunun da getirip başında bir helikopter uçursak, morallerini bozsak!..” Şeytan akıllarına ne getiriyorsa, o ışığı söndürmek için hemen hepsini yapmaya, akıllarına gelen her şeyi, geceyi-gündüzü beklemeden yapmaya çalışıyorlar. Gece, akıllarına geliyorsa, “Aman fevt etmeyelim!”; gündüz akıllarına geliyorsa, “Aman, gece bastırır, fevt etmeyelim!” demelerine rağmen… أَنْ يُطْفِئُوا “Yutfiû” da yine muzârî kipi; “Sürekli üfleyip duruyorlar: Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim!..” diyorlar. Neyi söndürmeye çalışıyorlar?!. أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ “Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar.” Oysa “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez / Bir şem’â ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!”

Ne var ki, وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ Yine muzârî kipi ile ifade ediyor: Onların her söndürme cehtlerine karşı Allah (celle celâluhu) -isterseniz kendi ifademizle diyelim- ‘I ıh!’ diyor. Zavallılar; beyhude şeylere takılmışsınız siz, beyhude uğraşıyorsunuz, emeğiniz zâyi oluyor. وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ Allah (celle celâluhu) ona ‘Hayır!’ diyor ve nurunu tamamlama istikametinde İrade-i Sübhâniyesini, Meşîet-i Kudsiyesini, aynı zamanda havlini ve kuvvetini ortaya koyuyor. Onların her şeylerini alt-üst ediyor, alt-üst etti, alt-üst edecek; onlara hadlerini bildirecek dünyada, yeniden bir kere daha.

Allahu a’lem, bu minvaldeki ayetlerden birisi (Tevbe, 9/32) o dönemdeki hadiselere bakıyor; diğeri de özellikle umuma: يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah nurunu tamamlayıcıdır, (tamamlayıp dünyanın her tarafına ulaştıracaktır).” (Saff, 61/8) diyor. “İsm-i fâil kipi” ile ifade etmek suretiyle, “Allah, onlara rağmen, tamamlıyor ha tamamlıyor; tamamlıyor ha tamamlıyor; tamamlıyor ha tamamlıyor!”

Onlar, bir yerde önünü kesiyorlar; fakat o, bir çağlayan gibi. Önüne bir kaya iterlerse şayet, üstünden akıyor. Üstü geçilmez olursa, kenarından kıvrılıp geçiyor. Kenarından geçilmezse, deliyor, alttan geçiyor: وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Nankörler istemeseler bile!..” Her yere nûr söndürücüler gönderseler bile!.. Değişik ad ve unvanlar ile sizin -bir yönüyle- mumları tutuşturduğunuz yerlerde, o mumları söndürmek için ellerinden gelen her şeyi yapsalar bile… Allah (celle celâluhu), sürekli onların o oyunlarını bozuyor ve onlara üst üste, iç içe falso, fiyasko fâsid daireleri yaşatıyor. İnkisar içinde kıvranıp duruyorlar, yutkunup duruyorlar: “Şu Allah’ın yaktığı nuru bir türlü söndüremedik!” falan diyorlar ve beyhude yoruluyorlar.

Bu zaviyeden bakınca, insanın onlara acıyası geliyor; çünkü o kadar şeyi hak, hakikat, istikamet istikametinde kullansalar, bir yönüyle veliler ile hem-hâl hale gelebilirler. Keşke o enerjilerini, o dinamizmlerini, o metafizik gerilimlerini “ihlas”, “rıza” ve “iştiyak-ı likâullah” istikametinde kullanabilselerdi! Şu kahrolası dünyayı ayaklarının altına alabilselerdi! Ruh dünyalarını karartan o kapkara sarayların yüzüne tükürebilselerdi! O filoları için “Keşke Allah batırsa!” diyebilselerdi. Takılıp kaldıkları o saltanatlar için “Keşke Kârûn’un hazineleri gibi yerin dibine batsaydı!” diyebilselerdi. O zaman kurtulmuş olacaklardı. Fakat sürekli tepe taklak gidiyorlar, farkında değiller.

Siz, bir elem çekiyorsunuz, fakat… إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللهِ مَا لاَ يَرْجُونَ وَكَانَ اللهُ عَلِيمًا حَكِيمًا “Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümit edemeyecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 4/104) Sürekli, her gün bir şey yapıyorlar. Her gün yeni yeni elem argümanları kullanıldığından dolayı, yeni bir mızrak yer gibi oluyorsunuz. Birinde Mus’ab gibi bir kolunuz, öbür defasında başka bir kolunuz, öbür defasında ayağınız, öbür defasında başka bir ayağınız yaralanıyor; kütükte doğranır gibi doğranıyorsunuz. Ben kaynaklarda görmedim ama vaaz eden, ilim adamı birisinin sohbetinde dinlemiştim: Mus’ab İbn-i Umeyr hazretleri, Uhud savaşında çok yara almış fakat hâlâ ölmemiş. Böyle kıpırdıyor, sonra yüz üstü düşüyor yere. Boynunu da uzatmış, ondan da yara almış; yüzünü saklıyor. Cenâb-ı Hak, “Senin hâlâ boynun varken, nasıl oluyor da Rasûl-i Ekrem’in dişi kırılıyor?!” der diye orada üzüntü ile yüzünü saklıyor. Evet, إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللهِ مَا لاَ يَرْجُونَ وَكَانَ اللهُ عَلِيمًا حَكِيمًا Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar; hatta onlar, daha fazla elem duyuyorlar.

   Ne olur, “Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzuma nâil olamıyorum!” demeyiniz; zira “Acele etmezse, sizden herkesin duasına icabet buyurulur.” diyor Rehber-i Ekmel Efendimiz!..

Siz, -elhamdülillah- öyle bir şeye talipsiniz ki, kaybetme meselesi söz konusu değil. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقِ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” diyorsunuz. “Allah’ım, Rü’yetin!.. Allah’ım, Habib’inin rü’yeti!.. Allah’ım, Rıdvan’ın!..” diyorsunuz. Ve böyle diyorsanız şayet, Allah (celle celâluhu) ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ “Bana dua edin, size cevap vereyim.” (Mü’min, 60/40) “Dua edin, icabet edeyim!” buyuruyor. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Ve ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan vaadimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40) buyuruyor. وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ “(Ey Rasûlüm,) kullarım sana Ben’den sorduklarında, (bilsinler ki) Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına cevap veririm. Onlar da Benim çağrıma müspet cevap versin ve Bana hakkıyla iman etsinler ki, zihnen ve ruhen kemâle ulaşma yoluna girmiş olsunlar.” (Bakara, 2/186) buyuruyor. İç musiki açısından da mazmunu ne kadar güzel ifade ediyor!.. Heyecan verici!.. O’nun hakkında takdir, zait olur. Geçtim…

Cenâb-ı Hak böyle buyuruyor; siz de durmadan dua ediyorsunuz. Durmadan: اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق diyorsunuz. Hani son zamanlarda daha genişçe dile getirdiğiniz gibi; اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَحَبَّتَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كَائِنًا مَنْ كَانَ، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كَائِنًا مَنْ كَانَ مِنَ الْعَسْكَرِيِّينَ وَالْعَسْكَرِيَّاتِ، وَالسِّيَاسِيِّينَ وَالسِّيَاسِيَّاتِ، وَاْلاِسْتِخْبَارِيِّينَ وَاْلاِسْتِخْبَارِيَّاتِ، وَالشُّرْطِيِّينَ وَالشُّرْطِيَّاتِ، وَالْخَارِجِيينَ وَالْخَارِجِيَّاتِ، وَالدَّاخِلِيينَ وَالدَّاخِلِيَّاتِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı; bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Bize düşmanlık yapan, kadın-erkek asker, siyasetçi, istihbarat elemanı, polis, hariciyeci ve içişleri personeli her kim varsa, hepsine karşı bize yardım ve nusret lütfeyle!.. Ey yegâne merhametli, Erhamürrâhimîn!..” diyorsunuz.

Ee canım, el-âlem dua ederken, o duanın kabul edileceğine -şayet- inanıyorsa, siz de bunları hep mırıldanıp duruyorsunuz; estağfirullah, vird-i zeban edip duruyorsunuz; dilinize dolamış, sürekli tekrar edip duruyorsunuz. Allah, kabul vaad etmiş, Allah kabul etmez mi?!. اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ الْكَامِلَ “Allahım kamil iman lütfet!..” diyorsunuz. اَللَّهُمَّ اَلْإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ “Allah’ım İslamiyet’i en mükemmel şekilde yaşamaya muvaffak eyle!” diyorsunuz. Kur’an-ı Kerim’de, الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي “İşte bugün sizin için (bütün kaideleri, hükümleri ve evrenselliğiyle) dininizi kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım!” (Mâide, 5/3) denildiğine, kemal ve ekmel ufku gösterildiğine göre, اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ الْأَكْمَلَ، وَاْلإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ، وَاْلإِحْسَانَ اْلأَكْمَلَ، وَاْلإِخْلاَصَ اْلأَكْمَلَ، وَالْمَعْرِفَةَ التَّامَّةَ، وَالْمَحَبَّةَ التَّامَّةَ، وَالصَّدَاقَةَ التَّامَّةَ، وَاْلاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، وَالتَّوَكُّلَ التَّامَّ، وَالتَّسْلِيمَ التَّامَّ، وَالتَّفْوِيضَ التَّامَّ، وَالثِّقَةَ التَّامَّةَ “Allah’ım iman, İslam, ihsan ve ihlası en mükemmel şekilde yaşamaya muvaffak eyle; her yönüyle tam, kusursuz ve eksiksiz marifet, muhabbet, sadakat, istikamet, tevekkül, teslim, tefviz ve sikayı bize müyesser kıl!..” diyorsunuz ve bunu vird-i zebân etmişsiniz. Bunları derken, aynı zamanda o duanızın kabul olacağına inancınızla diyorsunuz; çünkü bunu O (celle celâluhu) emrediyor: Derken, kabul olacağı inancıyla diyeceksiniz. Kat’iyyen “Diyorum, diyorum ama kabul olmuyor!” demeyeceksiniz.

Hazreti Sâhib-i Zî-şan, Andelîb-i Zî-şan (sallallâhu aleyhi ve sellem) يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ يَقُولُ: دَعَوْتُ فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” (Acele nasıl mı olur?) “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!” buyuruyor. يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ “Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” Nasıl acele ediyor? يَقُولُ: دَعَوْتُ دَعَوْتُ “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum…” Tekrar edebilirsiniz, iki defa buyuruyor O (sallallâhu aleyhi ve sellem) دَعَوْتُ، دَعَوْتُ، دَعَوْتُ، فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Yalvarıyorum, yalvarıyorum, dua edip duruyorum ama bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!” Böyle bir ruh haleti içine girmiyorsanız, Allah, dediğiniz şeylere icabet buyurur.

Ee siz hep, bunu dediniz. Çoğunuz, zannediyorum, alın teriyle kazandığınız şeylerle -ki فَنِعْمَ وَبِهَا “Ne hoş.. Ne kadar güzel! Baş-göz üstüne!”- okullar yaptınız, burslar verdiniz, فَنِعْمَ وَبِهَا ne kadar hoş!.. Gayr-ı meşru bir şey, bir rüşvet almadınız. Değişik spekülasyonlara girmediniz. İrtikâplara, ihtilaslara yelken açmadınız. Dünya, hezâfiriyle karşınıza dikildiği zaman, ona bir tekme vurdunuz. Allah Rasûlü’nün, mübarek eliyle, dünyanın temessülünü ittiği gibi, “Git, Bana kendini kabul ettiremezsin!” dediniz. Ee canım, sizin en günahkârınız Kıtmîr… Hani insan günahkâr olunca, dünyaya tâlip olur. “Dünya talebi”, saltanat, debdebe, ihtişam, günah ile mebsûten mütenâsiptir. Ne kadar âhiret hesabına kaybetmiş ve ne kadar Allah namına kaybetmiş ise, o kadar Kârûn gibi balıklamasına dünyaya dalmıştır bir insan. Ee sizin Kıtmîr’iniz; içinizde bulunmak suretiyle Hazreti Rasûl-i Zî-şana kavuşabilme ümidini hep taşımış birisi… Ama yeryüzünde bir dikili taşı olmamış. Binlerce, milyonlarca seveni olmuş; “Yahu, benim de bir odam olsa!” dememiş.

Vakıa bir yerde bir tahta kulübe yapmışlardı. Fakat bir hased tsunamisi geldi, onu da aldı götürdü oradan. Dünyanın değişik yerlerinden gelenler, “Bir de bakalım bu tahta kulübe ne imiş!” diyorlardı. Çünkü iki metre böyle, iki metre de böyle… Altı seneye yakın talebelere hizmetçilik yaptım orada; beş-altı sene. Sağ olsun, yine dindar görünen insanlar, oradan uzaklaştırılmam mevzuunda Uhud savaşı veriyor gibi -âdeta- savaş verdiler. Sonra kala kala bir tahta kulübe kaldı; gelenler “Hele bakalım ne imiş bu tahta kulübe!” diyorlardı. Görmesinler, etmesinler diye, onu da söktü, attılar. Evet, sağ olsunlar; Selefîlerin mezarları dümdüz yaptıkları gibi, onlar da Selefîlikten hissedar olmuş olacaklar ki, öyle yaptılar. Evet, şahsım adına hakkım helal olsun!.. Vesselam.

Bamteli: İDEAL DÜNYANIN HAK ÜÇGENİ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Hayallerimizde sükûnet, huzur ve emniyetin remzi bir dünya var!..

İmam Şâfiî hazretleri diyor ki: “Kendini hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder!”

Çok yüksek bir “gâye-i hayal”e bağlanmalı!.. Bu talebe arkadaşlar, “gâye-i hayal” nedir, bilmeyebilirler. “İdeal”i biliyorlarsa, yarım-yamalak onun karşılığı demek. Ziya Gökalp’ın “ideal” karşılığında kullandığı “mefkûre” tabirini biliyorlarsa, “gâye-i hayal”i de bilirler. Çünkü onlara karşılık “gâye-i hayal”i de Hazreti Bediüzzaman kullanmıştı.

“Hayal”in dairesi çok geniştir. O mevzuda siz de çok geniş şeylere dilbeste olacak, hep hayallerinizle onları canlandıracaksınız. Çok güzel, Cennet gibi bir dünya.. ütopyalarda eşine rastlayamayacağınız çok güzel bir dünya..  insanların birbiriyle sarmaş-dolaş olduğu bir dünya.. harp ü darptan söz edilmeyen bir dünya.. insanların birbirlerini yok etme, öldürme ve ademe mahkum etmeleri gibi intikam alma durumu olmayan bir dünya.. veya belli ölçüde bütün bunların lokalize edildiği bir dünya… Hepimizin gâye-i hayali bu. Bu da o mevzuda çok sağlam, köklü, tabiatlara mal olmuş ve vicdanın bir derinliği haline gelmiş “kültür”e, “vicdan bilgisi”ne, meselenin içtenleştirilmesine bağlıdır/vâbestedir.

Hepimizin arzu ettiği o, ama tabiat deformasyonuna uğramış, bir yönüyle, ruhî bir dejenerasyon yaşayan insanların da kendilerine göre bir “dünya” tasavvurları vardır. Onlar, o tasavvura uymayan her şeye karşı ilân-ı harp ederler, savaş ilan ederler. Dertleri “Bana benze!” derdidir. Onlara benzerseniz, belli ölçüde size yaşama hak ve imkânı verirler. Benzeyemezseniz, gözlerini kırpmadan sizi ifnâ ederler. İfnâ, yok etme demek, fenaya mahkûm etme demek. Sırasıyla belli kelimelerle ifade ederken, çok tekrardan dolayı sizler de ezberlemişsinizdir: “Ta’yîr”, “ta’yîb”, “tahkîr”, “tezyîf”, “tenkîl”, “ibâde”… Bunların hepsi, nüanslarıyla, “yok etme”nin, “bitirme”nin, “karalama”nın, “itibarsızlaştırma”nın türleridir.

Bir de “ümerâ” (emirler, idareciler) bunu yapıyorsa, yaparken de bunu “hakka-adalete uygun” görüyorsa, bu, onların şerîr (çoğulu, eşrâr) olduklarına delâlet eder. Sizin de şerîrlerin şerrine maruz kaldığınıza delâlet eder. Öyle bir dünyada huzur yoktur, emniyet yoktur. Öyle bir dünyada korku, telaş, endişe kol gezer. İnsanlar, güvenle evlerinin içinde, salonun ötesinde, ötenin de daha ötesinde, mahrem dairesinde, yatak odasında yatarken bile, güven duymazlar. “Ya bir roket gelirse buraya!.. Ya bir bomba atılırsa!.. Ya aşağıya bir gazlı bomba atılması gibi bir şey olursa!..” falan… İnsanlar, endişe ile oturur-kalkarlar. Sabahtan akşama kadar ayrı bir korku, akşamdan sabaha kadar da ayrı bir korku, ayrı bir telaş… Bu korku-telaş, tesirini icrâ ede ede, insanların hepsini “paranoyak” hale getirir. Hiç olmayacak şeylerden bile endişe duyarlar. Bir serçe, pencerelerine çarpar, “Bir bomba mıydı?!.” der titrerler hemen. Titremekle kalmaz, evdekilerine de titreme mesajı verirler: “Galiba bu bir bomba idi!” derler. Hanım, titrer; anne, titrer; baba, titrer; çocuklar, titrer. Bunlar, korku üreten korku borazanı gibidirler, böyle bir dünyada. Şirârın, eşrârın hükmettiği, hâkim olduğu, idare ettiği bir dünyada… O dünyayı resmetmeyi, Picasso’ya verseniz, tecrîd mülahazasıyla meseleyi böyle resmeder ve aynen böyle bir dünya çıkar.

Sizin aradığınız dünyaya gelince; çerçevesiyle zihninizde tam oluşturdunuz mu, oluşturmadınız mı, ben, sizin idrak ve düşünce ufkunuza güvenerek diyorum ki: Hayallerinizde siz, öyle bir dünyayı resmediyorsunuzdur ki!.. Resmettiğiniz o dünyayı, dünya çapında Cenâb-ı Hak, realize etmeye muvaffak kılsın!.. El ele, kol kola, sarmaş-dolaş olunan bir dünya.. insanların huzur içinde olduğu bir dünya.. iyi olduğu dönemde -Osmanlı’da olduğu gibi- zekât taşlarının, sadaka taşlarının dışarıya konduğu bir dünya… Çalma-çırpma bahis-mevzuu olmadığı için, insanlar, verecekleri şeyler bilinmesin diye, “Ben verdim, bana karşı mahcup olmasınlar, açık-kapalı bir minnet altında kalmasınlar!” diye, meçhul bir yere, bir kayanın üzerine, bir taşın üzerine, zekâtlarını/sadakalarını bırakıyorlar; ihtiyacı olan da, oradan ihtiyacı kadar alıyor. Ütopyalarda gördünüz mü böyle bir şeyi?!. Onun için, o devletin mükemmel olduğu dönemde, Campanella “Güneş Devleti”ni yazdığında, “Devlet-i Aliyye’yi baştan bilseydim, bu ütopyayı yazmazdım ben! Benim yazdığım şeyler, bir yerde yaşanıyormuş!..” demişti. Bizim yitirdiğimiz şeyler!..

   Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz; zira her şeyin kaymağı kendi cinsinden olur, tabanında ne varsa tavanına da o vurur.

 İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: Olumsuz tabloyu oluşturan, eşrâra, mülûke değinmeden önce, ideal bir dünyadan bahsederken, şöyle buyuruyor:

إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ، وَأَغْنِيَاؤُكُمْ سُمَحَاءَكُمْ (أَسْخِيَاؤَكُمْ)، وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهْرُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا

“Şayet sizin idarecileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz en cömertleriniz ve işleriniz de kendi aranızdaki istişarenin (ortak aklın) neticesi ise, o zaman sizin için yerin üstü altından hayırlıdır.”

Evet, başınızdaki insanlar; valileriniz, vekilleriniz, nâzırlarınız (bakanlarınız), serkârlarınız, başbakanlarınız, reis-i cumhurlarınız; bunlar, sizin en hayırlılarınız ise şayet… Hayırlı insanlar ise… “Hayırlı insan” demek, şer yapmayan insan demektir. Her tavır ve davranışından hayır akan insan demektir. Hayır bulutu gibi sürekli, sağanak sağanak tebaalarının başlarına rahmet yağdıran insanlar demektir. Yağmura da “rahmet” deniyor ya!..

İdarecileriniz إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ “Sizin hayırlılarınız olursa…” Burada antrparantez: كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyuruyor Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz. Zemin, blokaj, nasıl ise, onun üzerine kurulacak bina da ona göre olur!.. Taban belirler o “ümerâ”yı. Onun için كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyuruyor Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem). Evet, bir kere daha diyelim: كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin sözleri, sözlerin efendisidir.”

İdarecileriniz sizin en hayırlılarınız olurlarsa… إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ Sizin için ölüp ölüp dirilen.. yaşatma duygusuyla oturup-kalkan.. sizin yaşamanızı, mesut olmanızı sağlayan.. enbiyâ-ı ızâm gibi, Ebû Bekr u Ömer u Osman u Ali gibi, kendileri için yaşamayı üç adım, dört adım, beş adım geride bırakan.. başkalarının yaşaması adına o kadar önde koşturan… Öyle hayırlı olurlarsa… “Hüküm”, diğer iki maddenin sonunda geliyor.

   “Cömert mümin Allah’a, Cennet’e ve insanlara yakın, Cehennem’e ise uzaktır.”

İkinci olarak; وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginleriniz de en cömertleriniz olurlarsa…” “Cevâd”, Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sından bir isim; o ismi temsil ederlerse.. îsâr ruhuyla hareket ederlerse.. o mevzuda da -bir yönüyle- yedirmeyi, yemeye tercih ederlerse.. görüp-gözetmeyi, görülüp-gözetilmeye tercih ederlerse.. bakıp-görmeyi, bakılıp-görülmeye tercih ederlerse… وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginleriniz de, sahîy olurlarsa!” Cömert, civanmert… Îsâr’a kadar yolu var; başkalarını kendi nefsine tercih etmeye kadar; yemede, içmede, yaşamada… وَأَغْنِيَاؤُكُمْ أَسْخِيَاؤَكُمْ “Zenginler de, olabildiğine cömerttirler.”

“Cevâd”, bildiğimiz Esmâ-i İlâhî içinde yok fakat başkalarının kullandığı “Cevvâd” (mübâlağa kipi); “çok cömert”, Allah (celle celâluhu). “İlahî ahlak ile ahlaklanın”; تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah’ım! Sen ne kadar cömertsin! Lütf-i İlahîn ile, rahmetinin vüs’ati ile, fazlının enginliği ile, istemeden insanlara veriyorsun: Sen, bana o ruhu ver, insanlar istemeden ben, her şeyimi onlar için saçayım, savurayım, geçtikleri yollara dökeyim. Kimin döktüğünü bilmeden, dererek, toplayarak gidecekleri yere gitsinler!” Böyle bir cömertlik, böyle bir civanmertlik, böyle bir îsâr ruhu…

Sahabede gördüğünüz gibi. Hani yemeğin çanağına kaşığını çalıyor, ağzına bir şey götürmüyor, misafir karnını doyursun diye. Sabah huzur-i Rasûl-i Kibriyâ’ya geldiğinde (sallallâhu aleyhi ve sellem), Efendimiz, onlara şu ayeti müjdeliyor: وَالَّذِينَ تَبَوَّءُوا الدَّارَ وَالإِيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9)

Evet, وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ Kendileri, fakr u zaruret içinde inleseler bile, kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlar!.. “Ben, yemesem de olur; elverir ki kardeşim, karnını doyursun! Ben, giymesem de olur; elverir ki kardeşim, giysin, o üşümesin!” diyorlar. Bu mülahaza; işte “yaşatma duygusu” bu!.. “Yaşatmak için yaşama”, yüksek ideali bu!.. Böyle bir ideal, dünyada öyle bir birlik, öyle bir vahdet, öyle bir uyum, öyle bir uzlaşma meydana getirecektir ki, mevcut şeytan gibi insanlar sayısınca şeytanlar olsa, o âhengi bozamayacaklardır, Allah’ın izni ve inâyetiyle.

   İstişare, mü’min bir toplumun en bariz alâmeti ve İslâm’a gönül vermiş bir cemaatin en önemli hususiyeti olmalıdır.

Üçüncü olarak; وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ “İşleriniz, kendi aranızda meşveret sistemine, istişare sistemine bağlı yürüyorsa!..” Her meseleyi “kolektif şuur”a müracaat ederek çözmeye çalışıyorsanız.. problemlerinizde mutlaka “çok akıl”a müracaat ediyorsanız… Bu öyle bir sistemdir ki, vahiy ile müeyyed olan enbiyâ-ı izâm bile; Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Sâlih, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Efendiler Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy ile müeyyed oldukları halde, her şeyi kendilerinden öğrenen insanlarla meseleleri meşveret ediyorlar. Avamca izah ederken, şöyle diyebilirim: “Benim çıraklarım! Hele gelin şu meseleyi sizinle bir istişare edelim; nasıl buluyorsunuz bunu?!. Her şeyi benden öğrenenler, vahy-i semavî vasıtasıyla; hele gelin çıraklar, talebelerim benim!..” Size hiç öğretmenleriniz öyle dedi mi: “Çocuklar, şu meseleyi sizinle bir istişare edelim! Bizim yaptığınız -böyle- akıllıca bir şey mi; yoksa öğretmen olarak delice bir şey mi yapıyoruz? Bir de sizin fikrinizi alalım!” Evet, her meselesini meşverete havale ederek çözümü orada arayanlar…

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), verdiği kararlarda milimi milimine isabetli karar veriyordu. Hani “dehâ” için derler ki: “Dehâ için intihap yoktur!” Söz, bu. Dâhî bir insan, bir mevzuda karar verdiği zaman, şip-şak o, yerine oturmuş olur. “Şip-şak” da halk ifadesi, rahatsız olmadınız inşaallah. Enbiyâ-ı izâmın, insanlığı aşkın, insanı aşkın “fetânet”leri, dehâyı bilmem kaç adım geride bırakan bir dinamizmdir, bir güç kaynağıdır. Fakat düşünün; bu tabiat, bu fıtrat, bu firâset, bu kiyaset, meselelerini hallederken, “meşveret”e müracaat ediyor. Sadece küçük bir örnek; hadise itibariyle küçük değil fakat Siyer felsefesi açısından örneklerden bir tane örnek:

Allah Rasûlü, Uhud’a çıkacağı zaman, rüyada görüyor; olup bitecek şeyleri görüyor. Enbiyâ-ı izâmın rüyaları, aynıyla çıkar; “gayr-ı metlüv vahiy” gibidir; yani, Cebrail araya girmeden, Allah’ın (celle celâluhu) onlara göstermesiyle görürler. Resmeder Allah (celle celâluhu); o resim, onların nöronlarına mı, hipofiz bezine mi, talamus bezine mi, hafızasına mı akseder?! Şuuraltı müktesebatın dışa vurması değil; Freud’ca bir mülahaza o. Ve onlar kalkar, bir yönüyle, ona göre hareket ederler.

   “Allah Rasûlü, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine Uhud’a çıkardı.”

Allah Rasûlü, Uhud savaşı öncesinde, rüyasında bir kısım sığırların boğazlandığını gördüğünden bahsediyor ve Kendi mütalaasını -Kurban olayım!- ortaya koyuyor. “Bana kalırsa, tabya savaşı yapalım! Açığa çıkmayalım; açık alanda, düşmanlarımız üzerimize geliyor!” diyor. Biraz evvelki, o kelimelerin hepsini bir araya getirin; hepsinin ifade ettiği mana ile; “ta’yîr” ile, “ta’yîb” ile, “tahkîr” ile, “tezyîf” ile, “tenkîl” ile, “ibâde” ile… Bu mülahazalarla geliyorlar. Medine-i Münevvere’de taş taşın üzerinde bırakmamak üzere geliyorlar. “Biz, dışarıya çıkmayalım; tabya savaşı yapalım burada; bir müdafaa savaşı verelim!” diyor. Fakat meşverette, Bedir’de bulunmayan insanlar da var, şehitliğe teşne insanlar da var.

Mesela orada Mus’ab İbn Umeyr gibi, Abdullah İbn Cahş gibi insanları düşünün ki, bir sahabî, müşahedesini şöyle anlatıyor: Abdullah bin Cahş, bir taşın arkasında saklanmış, ellerini kaldırmış, öyle duruyor: “Allah’ım, benim karşıma çetin mi çetin, bir tane mülhid çıkar, savaşayım ben, hakkından geleyim. Benim Peygamberimin üzerine geliyor, benim Peygamberimin “Medine”leştirdiği Yesrib’in üzerine geliyor. Ben, onun hakkından geleyim. Öbürünün de hakkından geleyim. Sonra biri çıksın, benim bir kolumu kessin; biri çıksın, öbür kolumu kessin; biri çıksın, bacağımı koparsın; biri çıksın, kellemi alsın!.. Ben o kanlar içinde, şakır şakır akan kanlar içinde, Sen’in huzuruna geleyim. Sen bana de ki; ‘Abdullah, uzuvlarını ne yaptın?!.’ Ben de Sana diyeyim ki: Onları Rasûl-i zîşan’ın önünde fedâ ettim!” diye dua ediyor.

Şimdi bu insanlar, tabya savaşına razı olurlar mı?!. Kanaat izhar ediyorlar, “Bedir’deki kardeşlerimiz gibi açıktan açığa yâ Rasûlallah!” diyorlar. Allah Rasûlü, burada meşverete uyuyor. Gördüğü şey, O’na, farklı bir hedefi gösteriyor; farklı bir savaş stratejisi ona ilham ediyor. Fakat madem mesele meşveret edildi; meşverette umumun veya çoğunluğun re’yi o istikamette ortaya çıktı; O da ona göre hareket ediyor.

Mısırlı babayiğit bu konuyla alakalı şu ayet-i kerimenin tefsirinde önemli bir husus vurgular: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i Imrân, 3/159)

Fazz u galîz olsaydın, katı kalbli, katı yürekli olsaydın, çevrendekiler dağılır giderlerdi. “Ey Habib-i Zîşân’ım, öyleyse Sen”, فَاعْفُ عَنْهُمْ “Onları affet, bağışla!..” Bir sünger çek! Öyle diyebilirsiniz; “affetme” odur, çizgileri silme demektir, yazıyı silme demektir. وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ Bir de Sana karşı küçük bir saygısızlık/zelle oldu; bundan dolayı da “onlar için mağfiret dileğinde, yarlığanma dileğinde bulun!..” Hiçbir şey olmamış gibi, bir daha toplan onlarla, وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ “Ba’demâ yapılacak şeyleri meşveret et!..” İlahî ahlak. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlakıyla ahlaklanın!..” O (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle idi, öyle yapacaktı. فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ “Bir kere de bir şeye azmettin mi, iradeni ortaya koydun mu, “Vira bismillah!” dedin mi, gözünü kırpmadan yürü o işin üzerine!..” diyor Allah (celle celâluhu). إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْهُمْ، اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْهُمْ “Allah bizi de onlardan kılsın. Allah bizi de onlardan eylesin!..”

İşte, Mısırlı kahraman diyor ki; “Eğer O (sallallâhu aleyhi ve sellem) meşveret yaptıktan sonra bilseydi ki Uhud’a çıkacak kimselerin hepsi şehit olacak, meşveret genel disiplini hatırına yine çıkardı!” Anlıyor musunuz?!.. Nitekim Kur’an-ı Kerim, وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.” (Şûrâ, 42/38) buyurarak, Ashâb-ı Kirâm’ın meşverete verdiği değere de dikkat çekmektedir. “Onlar, kendi problemlerini, kendi aralarında meşveret meclisine havale ederek çözüyorlardı.” demektedir, âlî bir toplumdan bahsederken.

Öyle olunca; yani, ümerâ, hayırlı; ağniyâ, cömert ve işler de meşverete bağlı götürülünce; işte o zaman, فَظَهْرُ اْلأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا “Yer üzerinde yaşamak, sizin için ölmekten, toprağın altına gömülmekten daha hayırlıdır!” Öyle bir dünyada yaşanır; çünkü öyle bir dünya, ideal bir dünyadır. Ütopyacıların çizmeye çalıştıkları ama çizemedikleri bir dünyadır. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından çerçevesi belirlenen bir dünyadır.

   Adeta yerin altının üstünden hayırlı olduğu günlerde yaşıyoruz; çünkü bir toplumu felç edebilecek üç ölümcül marazın da mevcudiyetine şahit oluyoruz.

Bu, pozitif yanı; negatif yanına gelince: وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا “Fakat yöneticileriniz en şerlileriniz, zenginleriniz en cimrileriniz ve işleriniz de (meşveretten mahrum olarak) cins-i sânîye etrafında dönüyor ise, o takdirde de sizin için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten, 78)

Evet, وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ “Emirleriniz sizin en şerlileriniz olursa…” Sürekli şerâre üreten… “Şerr” kelimesi, “hayr”ın zıddıdır. Fakat “şerâre” kelimesini de kullanırız; Frenkçe’den geçme bir kelime bu. Telsizde, sinyaller içinde, o sinyalleri karıştırma adına, birileri devreye girer; siz, “di-di-dâ-dıt, dâ-dâ-dıt, dıt-dıt-dıt, dâ-dâ-dıt” filan, bunları doğru almayasınız diye, araya girerler, sinyalleri bozarlar. Yeniden bir kalibrasyondan geçirme lüzumunu duyarsınız o zaman. Bu açıdan, “şirâr”, aynı zamanda “şerâreci insan”lar… “Falanlar, galiba bizi beğenmiyorlar, haklarından gelmek lazım!.. Filanların yaptıkları şeyi bozmak lazım: Cennet’e bunlar, bir helezon kurdular; insanları oraya çıkarıyorlar. Biz, senelerden beri göbek çatlattık, bu işin onda birini yapamadık; öyleyse bize düşen şey, bu helezonu yıkmak, Cennet’e gidenlerin önünü kesmek!.. Birileri toplumların değişik kültürleri arasında köprüler kurdular; sırtlarında taşlar taşıyarak, hamal gibi çalışarak, kendilerinden vazgeçerek, yaşatma duygusunu öne alarak!.. Biz bu köprülerden bir tanesini kuramadık! Bunlar, yüz yetmiş ülkede köprü kurdular; yüz yetmiş küsur ülke ile ülkemiz arasında köprüler kurdular. Bizim kurmadığımız/kuramadığımız köprüler, mel’un köprülerdir; bunlar, Cennet’e bile taşısa, insanlığı kardeşliğe bile götürse, sarmaş-dolaş olmaya bile götürse, bize düşen şey, bu köprüleri yıkmaktır!..” mülahazalarını taşıyan insanlar… Çünkü şeytan öyle emrediyor.

Şerâreciler… وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ Şerâreci, şerli, hayırlara ait bütün bünyânları yıkan, bütün ümranları yıkan, yapılmış bütün pozitif şeylerin dibine dinamit koyan; insanları karalayan, itibarsızlaştıran, bulundukları yerde -bir yönüyle- ademe mahkum etmeye çalışan şerâreciler… Kafa karıştıranlar, sinyalleri bozanlar…

İkinci olarak, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ “Zenginleriniz de en cimrileriniz ise…” Cem-i mükesser hepsi bunların; “çok, çokluk böyle olunca” demek. “Ümerâ” da cem-i mükesser, “şirâr” da cem-i mükesser, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ O da cem-i mükesser. “Zenginleriniz, imkân sahibi olanlar da gırgıt olduğu zaman…” “Gırgıt”; her yerde kullanırlar mı bu tabiri? Doğu’da cimri, sıkı manasına kullanılır. Canını verir elinde olan şeyleri vermek istemez. Değil yedirmek, içirmek, görüp gözetmek, bakmak, başkasını kendisine îsâr ruhuyla tercih etmek, acından öldüğünü görse bile, vermez. Mesela zindana koyar, elindeki parasını alır, hanımını evde aç bırakır. Veya hanımı içeriye alır, beyi bir yerde saklanır; o, orada acından, her gün birer yudum su almak suretiyle ihtiyacını gidermeye çalışır. Ve diğerleri de ciddî bir durgunluk, âdeta ölüme benzeyen bir durgunluk yaşarlar. “Gırgıt” insanlar, cimri insanlar, “nekes” insanlar…

Hâlbuki مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ Müslümanların dertleriyle, derecesine göre, insanların dertleriyle, dertlenmeyen; “Müslümanınkiyle dertlenmeyen, Müslüman değildir!” İnsanların dertlerini içinde duymayan da, insan değildir!.. Myanmar’da problem varsa, bilmem en uzak doğu hangi ülke ise, Tayvan mı, Tayland mı, orada bir problem varsa şayet, bence belli ölçüde onun ızdırabını ruhunda duyuyorsan, sen, insanlığını öldürmemişsin, bir kısım şeylerin altında kalarak ezilmemişsin!.. Evet, وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ Bahîl, cimri; zenginler de öyle cimri olurlarsa..

Üçüncüsü; وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ “Meseleler de hep gidip kadınlığa dayanıyorsa…” Ben farklı anlıyorum, bakın. Söylediğim bu tercümeyle ne anlıyorsanız, öyle anlayın. Onların (kadınların) önemli, hayatî bir yere gelip gelmemesi değil, fakat bohemlik ile her şeyin onlara bina edilmesi.. o yönüyle öne çıkarılmaları.. Hollywood’un öyle işlemesi, Yeşilçam’ın öyle işlemesi.. insanlarda sürekli o duygunun tabiatın bir derinliği haline getirilmesi.. insanların, o duygunun güdümüne girmesi…

İşte böyle olduğu zaman da فَبَطْنُ الْأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا “Yerin dibi, sizin için, üstünde yaşamaktan daha hayırlıdır!” Yerin dibi… Şu üç tane negatif şey, şayet toplumda/toplumlarda hâkim ise, bence, yerin üstünde bulunmanın anlamı kalmamıştır artık. Belki de bu böyle devam ederse, Allah (celle celâluhu), “Bu küre-i arzın, Güneş’in etrafında dönmesinin anlamı kalmadı!” buyurur, İsrafil’e ferman eder: “Üfle Sûr’a!..” der. Ve her şey sonra, atom parçacıkları gibi saçılır, savrulur; kopar kıyamet. Başlar, başka bir alâmet, başka bir âlem.

   “Yemin olsun asr’a (zamana); insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna!..”

Evet, insan, doğruluğa kilitlenmeli, hep doğru düşünmeli, doğru konuşmalı, doğru şeyler ifade etmeli, doğruluk adına bir küheylan gibi koşmalı, doğruluk adına üveyik gibi kanat açmalı, doğruluk semâlarına doğru uçmalı!.. Doğruluk, hak… Hak istikametinde… Ve bunların hepsini de hakka ircâ edebilirsiniz; ümerâ’nın hayırlı olması, hak; ağniyânın cömert olması, hak; umûrun meşverete bağlı olması, hak.. ve diğerlerine gelince, onların da hepsi “bâtıl”.

“Hak” müsellesi/üçgeni; bir vâhidin üç yüzü; esasen tek bir şeyin ayrı üç derinliği demektir. Diğeri de negatif/olumsuz şeylerin üç yanını ifade ediyor; yine bir vahidin üç yüzü demektir.

M. Akif diyor; “Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı Hakk.” Lafz-ı celâle’den sonra, Hakk. “Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı Hakk.” Bâtılın karşıtı.. şerrin karşıtı.. şerârenin karşıtı. “Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak!” Vazife ve misyonunuz ne?! “Hakkı tutup kaldırmak…” “Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak! / Hani Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derlerken / Mutlaka Sure-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden? / Çünkü meknûn o büyük surede esrâr-ı felâh…”

O kısacak sûrede, üç ayetlik sûrede, “felah”ın bütün temel disiplinleri, kurtuluşun, saadete/mutluluğa erişin temel disiplinleri meknî, meknuz. “Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh / Başta imân-ı hakiki geliyor…” وَالْعَصْرِ “Asr’a kasem olsun ki!..” إِنَّ الإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ “Tabiatı icabı, nefsi bulunması icabı, insan, hüsranda/kayıptadır.” إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا “Ancak iman edenler…” Fiil kipi olması itibariyle, her gün imanlarını yenileyenler; Sahabî anlayışıyla تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً “Gel hele şöyle imanımızı bir gözden geçirelim!” diyenler… إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا En başta “iman”… “Zira meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felah / Başta iman-ı hakiki geliyor…” آمَنُوا “Sonra salâh.” وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Sonra ‘hak’, sonra ‘sebat’” Sabır… “İşte kuzum insanlık / Bu dördü birleşti mi, yoktur sana izmihlal artık!” Bu dördü birleşti mi yoktur sana izmihlal artık!..

Sahabî efendilerimiz birbirleriyle muhavere/müzakere ettikleri zaman, ayrılırken okurlarmış:

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ * بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ * وَالْعَصْرِ * إِنَّ الإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ * إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

“Hak” ve “sabır” tavsiyesini anlatırken de, “tefâ’ül” kipiyle anlatıyor: İki kişi, ikiden daha fazla insan, birbirlerine bu şeyi tavsiye etsinler!.. İnsanlar, birbirlerini bu mevzuda rehabilite etsinler; sabır adına, hak adına birbirlerini rehabilite etsinler!.. Çünkü tek başına bir insanın götürebileceği bir şey değil;  başkalarının bu mevzuda düşüncelerine müracaat etsinler ve başkaları da bu mevzuda kardeşlerine el atsın, destek olsunlar!..

Allah, bizi haktan, hakikatten, sabr u sebattan ayırmasın!.. Bunları bize nakleden İnsanlığın İftihar Tablosu’na da Allah’ın ilmi ve malumatı adedince salât ü selam olsun!..

   Allah sizi de öyle yıldızlar topluluğu yapsın; “nûrun ala nûr” olan bu yolda sabit-kadem eylesin!..

“Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ,

Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!”

Edebiyatla meşgul olanlar bilirler; Urfalı Nâbî’nin bu. Çok beğendiği bir nâsihin kürsüdeki durumunu anlatırken söylemiş. Ben onu alıp, bir yönüyle, o sözleri Efendimiz’e tevcih ediyorum, min gayri haddin. Kıtmîr’in tevcihine bakıp da, ona değer vermeyin siz, amma O’na çok yakışıyor: “Değildir hâle çıkmış…” “Hâl”, kamerin etrafındaki o parlak hâleye denir. “Değildir hâle çıkmış, cami içre, kürsi-i vaaza” Minber-i vaaza… “Gürûh-i encüm”e.. Yıldızlar topluluğuna… Allah sizi de öyle yıldızlar topluluğu yapsın, inşaallah!.. Yıldızlar topluluğu… أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; hangisine tutunursanız, hidayete erer, Bana ulaşırsınız!”

“Gürûh-i encüme Nur ayetin tefsir eden Mehtâp!..” O Mehtâp, “Kamer-i Münîr”, yıldızlar topluluğuna Nûr ayetini tefsir ediyor: اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ Münevvirü’s-semâvâti ve’l-Ard.. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, tıpkı içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. Lamba bir sırça (cam) içinde, o sırça da sanki parlayan incimsi bir yıldız! Bu lamba, ne yalnız doğuya, ne de yalnız batıya mensup olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu öyle bereketli bir ağaç ki, nerdeyse ateş değmeden de yağ ışık verir. Işığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna iletir, gerçeği anlamaları için insanlara böyle temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr, 24/35) نُورٌ عَلَى نُورٍ Allah, sizi “nûrun ala nûr” olan o yolda sabitkadem eylesin!..

يَا نُورَ النُّورِ، يَا مُنَوِّرَ النُّورِ، يَا مُصَوِّرَ النُّورِ، يَا مُقَدِّرَ النُّورِ؛ نَوِّرْ قُلُوبَنَا، نَوِّرْ عُيُونَنَا، نَوِّرْ أَبْصَارَنَا، نَوِّرْ عُقُولَنَا، نَوِّرْ كُلَّ شَيْءٍ لَنَا؛ يَا عَزِيزُ يَا جَبَّارُ، يَا جَلِيلُ يَا قَهَّارُ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ، يَا حَنَّانُ، يَا مَنَّانُ، يَا اَللهُ يَا هُو، يَا اَللهُ اْلأَحَدُ الصَّمَدُ، يَا اَللهُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ، يَا اَللهُ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ؛ اِسْتَجِبْ دَعَوَاتِنَا، وَلاَ تُخَيِّبْ رَجَاءَنَا، وَلاَ تَرُدَّنَا خَائِبِينَ؛ آمِينَ، أَلْفَ أَلْفَ آمِينَ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

(Ey nurların nuru.. ey nurları nurlandıran.. ey nurlara sûret ve şekil veren.. ey nurları takdir eden Rabbimiz!.. Kalblerimizi nurlandır.. gözlerimizi nurlandır.. basar ve basiretlerimizi nurlandır.. akıllarımızı nurlandır.. bizim her şeyimizi nurlandır!.. Ey Aziz, ey Cebbâr, ey Celîl, ey Kahhâr, ey Zülcelâli ve’l-ikrâm, ey Hannân, ey Mennân, ey Allah, ey Hû!.. Ey Ehad ü Samed Allah, ey Hayy ü Kayyûm Allah, ey Rahman ü Rahîm Allah!.. Dualarımızı kabul buyur!.. Beklenti ve ümitlerimizde bizi hüsrana uğratma!.. Sana açılan ellerimizi ve gönüllerimizi mahrum ve nasipsiz olarak geri çevirme!.. Âmin… Binlerce, milyon kere âmin!.. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip bunu vesile kılarak talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..)

Bamteli: Huzurun Üç Şartı ve Dip Dalga

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

Bir hadisin ifadesiyle, adeta yerin altının üstünden hayırlı olduğu günlerde yaşıyoruz.

*Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu çağ, bir enaniyet çağı. İnsanlar her şeyi kendi benliklerine ve kendi mülahazalarına göre değerlendiriyorlar; Kitap, Sünnet ve Selef-i Sâlihîn’in sâlihâne yaşamaları umurlarında değil. Heyhat, toplum kendini temelden, dipten böylesine bir çürümüşlüğe terk etmiş. Toplumu sevk ve idare edenler veya o iddiada bulunanlar, işi dipten ele almadıklarından dolayı iş temelden çürümeye başlamış. Aslında, yukarıyı oluşturan ve şekillendiren de o diptir. Halk halk olsa, günümüzdeki müteğallibîn, mütehakkimîn, mutasallıtîn gelip haksız yere sizin işinize, servetinize, malınıza, mülkünüze el koyamazlar.

*Hazreti Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «إِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ، وَأَغْنِيَاؤُكُمْ سُمَحَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهْرُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا، وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا»

Şayet sizin idarecileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz en cömertleriniz ve işleriniz de kendi aranızdaki istişarenin (ortak aklın) neticesi ise, o zaman sizin için yerin üstü altından hayırlıdır. Fakat yöneticileriniz en şerlileriniz, zenginleriniz en cimrileriniz ve işleriniz de (meşveretten mahrum olarak) cins-i sânîye bırakılmış ise, o takdirde de sizin için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizi, Fiten, 78)

*Hadisin mealinde “cins-i sânî” kaydını koyduk; zira işlerin istişare ile götürülmeyip de ona mukabil olarak taife-i nisaya havale edilmesi meselesi, üzerinde ayrıca durulması ve açıklanması gereken bir husustur.

*Bu hadis-i şerifin ilk bölümünde, yaşanabilir bir dünya resmeden Rehber-i Ekmel Efendimiz, hadisin ikinci kısmında da onun tersi olarak, dünyayı zindan edecek hususları gayet veciz bir şekilde dile getirmektedir.

Mü’min, kendisinin olduğu gibi, uhdesine aldığı eşinin ve çocuklarının helal rızıkla beslenmelerine de azamî derecede dikkat etmek mecburiyetindedir.

*İslamî geleneklerimiz ve aile yapımız açısından bir insan, kendisinin olduğu gibi, uhdesine aldığı kimselerin rızıklarının helal olmasına da azamî derecede dikkat etme mecburiyetindedir. Onun için kütüb-i fıkhiyede, helal yoldan ailenin maişetini temin edip edememe durumuna göre, ferdin izdivacının hükmü ele alınmıştır. Buna göre bazı Hanefi fukahasınca harama girecek bir insanın evlenmesinin farz olduğu; ciddi harama girme ihtimali bulunmayan fakat kendini kontrol edememe durumunda olan bir kimsenin ise izdivacının vacip olduğu ifade edilmiştir.

*Buna karşılık harama girme endişesi bulunmayan ve kendini de kontrol etmesi kavi görünen bir kimse için izdivacın sünnet olduğu dile getirilmiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَإِنِّي أُبَاهِي بِكُمُ الْأُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Evlenin, çoğalın, zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” buyurmuştur.

*Fıkıh kitaplarında evliliğin hükmünün açıklandığı yerlerde ele alınan bir husus daha vardır: Eğer bir insan eşine, çoluk çocuğuna şüpheli veya haram lokma yedirecekse onun evlenmesinin mekruh olacağı hükmüne varılmış ve böyle birinin evlenmemesinin daha uygun olacağı ifade edilmiştir.

“Cömert mümin Allah’a, Cennet’e ve insanlara yakın, Cehennem’e ise uzaktır.”

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

اَلسَّخِيُّ قَرِيبٌ مِنَ اللّٰهِ قَرِيبٌ مِنَ الْجَنَّةِ قَرِيبٌ مِنَ النَّاسِ بَعِيدٌ مِنَ النَّارِ وَالْبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللهِ بَعِيدٌ مِنَ الْجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ

“Cömert; Allah’a, Cennet’e ve insanlara yakın, Cehennem’e uzaktır. Cimri ise; Allah’a, Cennet’e ve insanlara uzak, Cehennem’e yakındır.”

*Zekât ve sadaka birbirinden kopmuş kitleleri bir araya getiren ve sağlam bir lehim gibi parçaları bütünleştiren birer köprüdür. Cömert zenginler sayesinde bu köprü işlek hale getirilmiş olur. Aksine, zekât verilmezse, işin yümün ve bereketi belki bütünüyle zâyi olur; toplumun değişik kesimleri arasında kopmalar meydana gelir. Servet sahipleri ile fakr u zaruret içinde bulunanlar birbirinden olabildiğine uzaklaşır. Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, zekât müessesesinin işletilmemesinin neticesi olarak “…Aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağar.” Avrupa’da sosyal ihtilaller tarihi bunun örnekleriyle doludur.

*Günümüzde cömertliğin nasıl olması lazım geldiğini Hizmet gönüllüleri ortaya koymuşlardır/koymaktadırlar. Bugün sadece muhtaç öğrencilere burs verdikleri veya hayır işlerine himmet ettikleri için birer şaki gibi kovalansalar da onlar engin bir cömertlik ruhuyla yaşamaya devam etmektedirler. Onların o fedakârlıkları çoklarına tesir etmiştir/etmektedir. Bu cümleden olarak, Prof. Thomas Michell’e en çok tesir eden hadise, Güneydoğu’da ateşin karşısında çalışan bir demirci ustasının onca ter dökmesinin ve gayretinin sebebi sorulunca “Falan ülkede baktığım bir okul var; çalışmak zorundayım!” demesi olmuştur.

Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların görüşlerini alıyor ve planladığı her işi mâşerî vicdana mâl ediyordu.

*Allah Teâlâ, Âl-i İmran Suresi’nin 159. ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي اْلأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159)

*Bu âyet-i kerime Uhud Harbi esnasında yaşanan geçici bir sarsıntı sonrası en kritik bir anda şeref-nüzul olmuştur. Şöyle ki: Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâl ediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu.

*Hatta Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) ashabının görüşünü kendi fikrinin önüne alıp onlara göre hareket ettiği de az değildi. Mesela, Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilmişti. İşte ashabından özellikle gençlerin ısrarı neticesinde Uhud’a çıkan Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaralandığı, yüzünden mübarek kanlarının aktığı, yetmişe yakın sahabe-i kiramın da (radıyallâhu anhüm) şehit edildiği bir zamanda Cenâb-ı Hak yukarıda zikredilen âyet-i kerimeyi indirmişti.

“Onların kusurlarını affeyle, onlar için mağfiret dile ve işleri yine onlarla müşavere et.”

*İzafi bir sarsıntının her şeyi allak bullak ettiği, bir insan olması yönüyle kalb-i nebevînin inkisara uğrayabileceği, pek çok gönlün de rencide olduğu esnada Allah (celle celâluhu) çok yumuşak bir emirle meselenin yeniden meşveret edilmesini emretmişti: Habib-i Edibim! Sen zaten katı kalbli, hırçın ve haşin olamazsın, değilsin. Öyle olsaydın bu insanlar zaten Senin etrafında kümelenip savaş meydanına kadar gelmez, etrafında hiç toplanmaz ve dağılır giderlerdi. Ey Habib-i Edibim! Bir de onların içtihat hataları oldu. Dolayısıyla Sen affet onları!.. Ve onların affedilmeleri için Allah’tan mağfiret dile!..

*Kur’ân-ı Kerim’in, “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, okçular tepesindeki sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat, her şeye rağmen Cenâb-ı Hak istişareyi emretmişti: Meseleyi bir kere daha meşveret masasına yatır, müzakereye arz et ve yapılması gerekeni etrafındaki insanlarla bir kere daha görüş!..

*Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o âna kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi.

Mesele dipten ele alınmalıdır; zira her şeyin kaymağı kendi cinsinden olur, tabanında ne varsa tavanına da o vurur.

*Dipten gelmeyen ve dibe bağlı olmayan hiçbir hareket istikbal vaad edici ve kalıcı değildir. İnsanları, dinamik güçle tepeden başlarına vurmak suretiyle hizaya getirme anlayışından sakınmak lazım. Meseleyi dipten, genç nesillerden, insanların şuuraltı müktesebatının beslendiği dönemlerden ele almak ve statik gücü hâkim kılmak lazım. Nitekim Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz!” buyurmuştur. İşte o “Nasıl iseniz..” blokajına bakmak, zemin yoklaması yapmak ve temel dinamikleri sağlam kurmak lazımdır ki ancak bu şekilde bina edeceğiniz şeyler kalıcılık vaad eder.

*Osman Tarı’dan dinlemiştim: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih eder. Bir gün taraftarları ısrarla, “Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor, sen de bir konuşsan da bizim de göğsümüz kabarsa!..” derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Topluluğa şöyle hitap eder: “Şunu biliniz ki, siz ‘müntehib’ (seçen)siniz. Ben de ‘müntehab’ım (seçilen). Gideceğimiz yer ise ‘müntehabün ileyh’ (kendisi için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi)dir. Sizin yaptığınız işe de ‘intihab’ (seçim) denir. İntihab ise ‘nuhbe’ kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur; tabanında ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.” Ben bunu dinleyince dedim: Tahir Hoca, Senin kerametin bu; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!” hadis-i şerifini böylesine veciz bir darb-ı meselle ifade, zannediyorum şimdiye kadar kimseye nasip olmamıştır.

Ötede boş ve manasız “keşke”lerle kıvranmamanın yolu burada istikamet üzere yaşamaktan geçer.

*Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنْسَانِ خَذُولاً

“O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan, 25/27-29) İnsanın ötede boş ve manasız “keşke, keşke”lerle feryad ü figan etmemesi burada istikamet üzere yaşamasına bağlıdır.

*Falan filanın “güft u gû”suna takılmadan, “paralel” demesine bakmadan, “terör örgütü” iftirasına aldırmadan bize düşen vazifeyi kusursuz, arızasız yerine getirmeye çalışmamız lazım.

*Şayet günümüzün zalimlerinin ve yandaşlarının dediklerine kulak verirseniz, Hakk’a karşı vazife ve sorumluluklarınızı hakkıyla eda etmekten geri kalırsınız.

*Ben ilgili haberlere bakmadım ama Kıtmir’in giydiği şu cübbeyi bile bilmem kimin elbiselerinin rengine benziyormuş ve bir mesajmış diye yorumlamışlar. Bu türlü işaretlerle böyle içtihatta bulunma dehası!.. Ebu Hanife olsaydı bu dönemde, onların dizlerinin dibine oturur ve derdi ki: “Ben bu meselenin temel esprisini anlamadım, bana da öğretin bunu, ben de böyle içtihat yapayım!” Böyle ahmak-ı humeka bir kısım müçtehitler, olmayacak şeylerden olmayacak manalar çıkarıyorlar. Ağaç yaprağının dökülüp gübre olmasından bir mana, cübbeden bir mana, elini hareket ettirmenden bir mana… Millet aklını böylesine kaybetmişse, zannediyorum bunları tedavi edecek tımarhanelerle bunların hakkından gelemezsiniz.

İrşad Mesleği ve Mülâyemet

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159) beyanı zaviyesinden irşad mesleği ve mülâyemet arasındaki irtibatı değerlendirir misiniz?

Cevap: Söz konusu âyet, Uhud Muharebesi münasebetiyle nâzil olmuştur. Bildiğiniz gibi Uhud’da geçici bir mağlûbiyet yaşanmış fakat başlangıçta yaşanan nisbî ve kısmî hezimet daha sonra zaferle noktalanmış ve taçlanmıştır.

Öncelikle âyet-i kerimenin kısa bir meâl-i münifini verelim. İlk olarak Cenâb-ı Hak, فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّهِ لِنْتَ لَهُمْ buyuruyor. فَبِمَا lafzındaki “bâ” harf-i cerinin “müsâhabet” (yakınlık, dostluk) ifade ettiği göz önünde bulundurulacak olursa şöyle denebilir: “Sen, Allah’ın rahmeti, inâyeti, riayeti ve kilâeti sayesinde onlara karşı yumuşak davrandın.” Burada ilk olarak Yüce Allah, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hususî bir ilâhî inâyet ve riayet altında olduğunu bildirmiş, O’nun herhangi bir kusur yapmış olabileceği ihtimalini daha başta zihinlerde bertaraf etmiştir. 

Bu konuda Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) seçkin konum ve hususiyetini anlayabilmek için Cenâb-ı Hakk’ın, irşad hususunda Hazreti Musa (aleyhisselâm) ve Hazreti Harun’a (aleyhisselâm) hitabını hatırlamak faydalı olabilir. Bildiğiniz gibi Allah (celle celâluhu), irşad için Hazreti Musa ve Harun’u, Firavun’a gönderirken فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا “Ona yumuşak söz söyleyin.” (Tâhâ Sûresi, 20/44) beyanıyla onlara mülâyemeti emretmesine mukabil, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, لِنْتَ لَهُمْ buyurmak suretiyle O’nun daha baştan böyle bir yüce ahlâk üzere olduğunu hatırlatmıştır.

Allah (celle celâluhu), Nebiler Sultanı’nın (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Kur’ânî ahlâkını ortaya koyduktan sonra, وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ “Eğer Sen, -hâşâ ve kellâ- haşin, hırçın ve katı kalbli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi.” buyurarak O’nun yüce ve yüksek vasfının vesile olduğu güzelliklere dikkatleri çekmiştir. Daha sonra فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ “Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlara danış.” beyanıyla da affetme, onlar adına istiğfarda bulunma ve istişareden ayrılmama adına üst üste emirler indirmiştir.

Hezimeti Zafere Dönüştüren İksir

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud’a çıkmadan önce ashabıyla istişare yapmış, meşveret disiplininin sübut bulması adına onların görüşleri istikametinde hareket etmişti. (Bkz.: Dârimî, rüya 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/351) Ama neticede muvakkat bir hezimetle karşı karşıya kalınmış, bu geçici hezimet sonucunda ciddî kayıplar yaşanmıştır. (Bkz.: Buhârî, meğâzî 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/30) İşte böyle bir tablo karşısında Allah Resûlü’nün içinde bir burukluk olabileceği ihtimaline karşılık Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in afv u safh ile hareket etmesini, onlar adına istiğfar talebinde bulunmasını, üçüncü olarak da ne yapılması gerektiğiyle ilgili onlarla bir kere daha meşveret yapmasını istemiştir.

Nitekim müşrikler, zaferyap bir havayla caka yapa yapa Mekke’ye doğru ilerlerken Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), ashabını toplayarak onlara müşrikleri takip etme meselesini arz etmiş, onlar da Resûl-i Ekrem’in bu görüşüne ittiba etmişlerdir. Uhud’a katılan sahabe arasından bir tane bile geriye kalan olmamıştır. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/52, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye 4/49.) Bu tabloya bakınca meşveretin nasıl bereketli bir netice hâsıl ettiği anlaşılabilir. Zira ashab-ı kiram efendilerimiz, Allah Resûlü’nün Uhud öncesinde yapmış olduğu meşverette, küçük çapta bile olsa diretmelerinin başlarına nasıl bir felâket getirdiğini görmüşlerdi. Onlardan yürümeye mecali olmayanlar bile arkadaşlarının omuzları üstünde müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Neticede onlar -hezimet yaşamış bir birlik mahiyetindeyken-, Mekkelileri Hamrâu’l-Esed’e kadar kovalamış ve birden bire zaferyap olan bir birlik hâline gelmişlerdi.

Demek ki muhataplar nazarında bir cazibe merkezi hâline gelmek istiyorsak, tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin ve kavl-i leyyinden (tavır, hâl ve söz yumuşaklığından) ayrılmamalıyız. Çünkü -âyet-i kerimede de işaret edildiği üzere- hoyratça tavırlar, haşince davranışlar, insanları etrafımızdan kaçıracaktır.

Katılığın, gılzetin birçok çeşidi bulunabilir. Bir hatibin nâseza, nâbeca sözler söylemesi, sesini akort etmeden insanlara hitap etmesi, endazesizce sesini yükseltmesi galiz olmanın bir ifadesi olduğu gibi; insanları yerden yere vuruyormuşçasına eleştiride bulunmak veya birisine sırtını dönüp gitmek de hep birer katılık misalidir. Bunların hepsi de insanları kaçırıcı ve dağıtıcı tavırlardır.

Bu konuda asıl olan ilâhî ahlâktır, enbiya-i izamın temsilidir. Şayet Cenâb-ı Hak, ilâhlık iddiasında bulunan Firavun’a karşı bile, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a yumuşak bir üslûp kullanmalarını emrediyorsa; Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yumuşak tavır ve yumuşak beyanından dolayı tebcil ve takdir ediyorsa, demek ki her dönemde geçerli olması gereken temel ilâhî disiplin budur. O hâlde mü’minler, her ne olursa olsun, çevrelerindeki insanlara karşı mülâyemetle muamelede bulunma mecburiyetindedirler.

Mülâyemetin Sınırı Hakkın Hatırı

Bununla birlikte hicap duymaksızın sürekli aynı hata ve kusurlarında ısrar eden, nasihatten anlamayan mütemerritlere karşı tavır almak da hakkın hatırını âli tutmanın bir ifadesidir. Biraz daha açacak olursak, helâl-haram demeden her şeye ellerini uzatan, bohemce bir hayat yaşayan, bu hâlleriyle de başkalarına zarar veren insanlar öncelikle yumuşak bir üslûpla ikaz edilmelidir. Eğer bundan anlamıyorlarsa kendilerine karşı belli bir tavır alınmalıdır. Bilindiği üzere, وَعَلَى الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتّٰى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللهِ إِلَّا إِلَيْهِ  “Ve (Allah o tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.” (Tevbe Sûresi, 9/118) âyet-i kerimesi Tebûk Seferi’ne iştirak etmeyen üç kişi hakkında nâzil olmuştu. (Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (9) 17-18; Müslim, tevbe 53) Çünkü orada yaşanan bir imtihan vardı. Gerçi Tebük Seferi’nde Allah’ın rahmetinin bir eseri olarak bir savaş olmamıştı. Bir de savaş olsaydı onlar harpten firar etmek suretiyle büyük günah işlemiş olacaklardı. Bu yüzden Allah, elli gün sonra merhametinin tecellisiyle onları affettiğini ifade buyurmuştu. Fakat bu elli gün içerisinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlarla görüşmemiş, sahabe-i kiramı da onlarla görüşmekten men etmişti. Zira onlar, Allah yolunda gerçekleştirilen bir sefere iştirak etmemişlerdi. O gün itibarıyla sefere münafıklar iştirak etmiyordu. Dolayısıyla da Tebûk Seferi’ne katılmayan mü’minler de muvakkaten bu kategoride mütalâa edilmişlerdi. Onlar, yörüngelerini kirlettikleri için kendilerine karşı tavır alınmıştı. Artık kimse onlara selâm vermemiş ve onlarla konuşmamıştı. İşte bu da hakkın hatırını âli tutmanın bir ifadesidir.

Yoksa temelde mü’minin ahlâkı, mülâyemet ve yumuşaklıktır. Söz, tavır ve davranışlarında yumuşaklığı temsil kimseler, insanları kendilerine celb ederler. Herhangi bir insanın bulunduğu çerçeve itibarıyla ne kadar iltifata liyakati varsa, o kadar iltifatı ondan esirgememek gerekir. Elbette genel durumu itibarıyla herkesle kurulacak münasebet farklı olacaktır. Fakat herkesin bulunduğu çizginin hususiyetine göre sizin iltifatınızdan nasibini alması gerekir. Himmeti milleti olan bir gönül eriyle de, sıradan bir mü’minle de, daha farklı çizgide hareket eden bir insanla da münasebet yolları bulunmalıdır.

Gönül Köprüleri Kurabilmenin Biricik Yolu

Evet, farklı farklı damarlar kullanmak suretiyle toplumdaki bütün insanlara ulaşılmalı, sineler herkese açık tutulmalıdır. Aslında diyaloğun temel esprisi de buna dayanmaktadır. İnsanlarla münasebete geçmenin yolu, onlara karşı yumuşak davranmaktan, hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin ve kavl-i leyyinle muamelede bulunmaktan geçmektedir. Siz, bunu gerçekleştirmeden, düşüncelerinizi ekmeliyet ve etemmiyet içinde anlatamazsınız. İnsanların, anlattıklarınızdan tamamen veya kısmen nasiptar olmasını; size karşı sempati duymasını ya da en azından aleyhinizde olmamasını ve aleyhinizde hareket eden insanlara engel olmasını istiyorsanız, rıfk ve mülâyemetle hareket ederek onlarla aranızda köprüler oluşturmal ve sizi doğru tanımalarını sağlamalısınız.

Eğer ilâ-yı kelimetullah (Allah kelimesini yüceltmek), nâm-ı celil-i Muhammedî’yi herkese duyurmak, -birilerinin kirletmesine mukabil- İslâm’ın dırahşan çehresini ortaya çıkarmak, ruh ve mânâ köklerinizden süzülüp gelmiş olan usareyi başkalarının sinelerine boşaltmak istiyorsanız hiç kimseyi ayırt etmeden herkese bağrınızı açmalı, herkesi kucaklamalısınız. Duygu ve düşüncelerinizi insanların ruhuna boşaltma adına, gerektiğinde başınızı başkalarının ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koysanız yine de fazla bir şey yapmış sayılmazsınız. Çünkü burada Allah’ın hatırı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hatırı ve din-i mübin-i İslâm’ı yaşayan, yaşatan ve dünyanın dört bir yanına taşıyan insanların hatırları söz konusudur.

Tekrar başa dönecek olursak, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca ortaya koyduğu söz, tavır ve davranışlarıyla mücessem bir rahmet olduğunu göstermiştir. وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ  “Biz Seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107) âyet-i kerimesi de buna işaret etmektedir. O’nun hayatının pek çok karesinde bunun tezahürlerini görmek mümkündür. Meselâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’ye girdiğinde, o güne kadar kendisine her türlü kötülüğü yapan hatta Mekke’ye girişte bile mukavemet etmek isteyen insanlara Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) kardeşlerine dediği gibi لَا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ  “Bugün sizi kınayıp serzenişte bulunacak değilim (değiliz). Allah ettiklerinizi bağışlasın; O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf Sûresi, 12/92) demiş, bize mülâyemet, bağışlama, merhamet ve hoşgörünün zirve noktasını göstermiştir. (Bkz.: en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/382; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118)

Mücessem Rahmet

Nebiler Serveri Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sergilediği bu mülâyemet ve yumuşaklığın geriye dönüşü mükemmel olmuştur. Nasr Sûresi’nde de ifade edildiği üzere insanlar fevç fevç İslâmiyet’e dehalet etmişlerdir. Meseleye tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde bakacak olursak şunu söyleyebiliriz: İnsanların İslâmiyet’e girmesi adına dün müessir olan faktörler nelerse, bugün de yarın da aynı faktörler müessir olmaya devam edecektir. Hazreti Pîr’in ifade ettiği üzere, eğer biz, İslâm’ın yüce ahlâkını ve imanın yüksek hakikatlerini fiillerimizle izhar edebilsek, sair dinlerin tâbileri cemaatler hâlinde İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edeceklerdir. (Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.80 (İlk Hayatı))

Evet, hakikat planında mücessem rahmet, Peygamber Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Zata ait hususiyetler açısından hiç kimsenin bu makamı ihraz etmeye gücü yetmez. Fakat gözler, sürekli bu ufukta olmalıdır. O’nun sahip olduğu bu sıfatlar zılliyet planında elde edilmeye çalışılmalıdır. Bizi şefkatli ve merhametli kılması adına Allah’a dua edilmelidir. Çünkü bu, aynı zamanda Allah’ın da bize merhamet etmesi adına önemli bir vesiledir. Zira bir hadis-i şerifinde Allah Resûlü, مَنْ لَا يَرْحَمُ النَّاسَ لَا يَرْحَمُهُ اللهُ “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez!” (Müslim, fezâil 66; Tirmizî, birr 16) buyururken, başka bir bir hadis-i şerifinde  اِرْحَمُوا مَنْ فِي الْأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ “Siz yerde olanlara merhametli olun ki sema ehli de size merhamet etsin!” (Tirmizî, birr 16; Ebû Dâvûd, edeb 58) buyurmaktadır.

Bu açıdan günümüzün adanmışları gözlerini mücessem rahmet olma ufkuna dikmeli ve hep bu yolda yürümelidirler. İstidatları onları nereye kadar götürürse götürsün, onlar böyle bir hedefin peşinde oldukları ölçüde, ötede, yürüdükleri yolun Ufuk İnsanı’yla (sallallâhu aleyhi ve sellem) birlikte olacak ve O’nun maiyyetine ereceklerdir.

Bamteli: “Hakkın Hatırı Âlîdir!..”

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

“Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır!”

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Hikmetin başı Allah korkusu, Allah saygısıdır.” M. Akif bu hakikati nazmen dile getirir: “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır / Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfı Yezdân’ın / Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.”

*İnsanı a’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta çıkaracak olan vesile onun her zaman Allah’la münasebet halinde bulunmasıdır; her zaman O’nun huzurunda bulunuyor olma mehabetiyle, mehafetiyle oturup kalkma derinliği sergilemesidir.

*Mehâfetullah, mehâbetullah, Allah saygısıdır ki insanı gerçekten zirveleştirir ve kâmil bir insan haline getirir. Hareketlerde denge istiyorsanız o sayede olur. O sayede insan yanlışından geriye döner. O sayede insan hakka saygılı olur. O sayede insan âdil olur; hak ve adaleti her şeyin üstünde tutar; “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilemez!” der.

Kolektif şuura ve istişare ruhuna saygılı olma, peygamberlerin ahlakıdır

*Allah ile irtibatı olan insan da zaman zaman yanlış yapabilir. Fakat o bir yanlış yaptığı zaman hemen geriye adım atmasını bilir. Hatta o, şayet heyet-i İslamiye-i ictimaiyeye, heyet-i İslamiyeye ve insaniyeye zarar verme meselesi söz konusu değilse, kendi doğrularından geriye adım atmasını bilir. “Ben böyle doğru biliyordum bunu; Kitab’ı, Sünnet’i de böyle anlamıştım. Ama kalbine, düşüncelerine, ufkuna inandığım bir insan bana şöyle dedi. Bu benim kabulüme göre doğru değil gibi ama insaniyete ve İslamiyete çok ciddi bir zarar olmadığına göre, ben burada geri adım atmalıyım.” demesini bilir. Zira başkalarının fikrine, hususiyle kolektif şuura, istişare şuuruna saygılı olma, peygamberlerin ahlakıdır.

*Allah Teâlâ, Âl-i İmran Suresi’nin 159. ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي اْلأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159)

*Bu âyet-i kerime Uhud Savaşı esnasında yaşanan geçici bir sarsıntı sonrası en kritik bir anda şeref-nüzul olmuştur. Şöyle ki: Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâl ediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu.

*Hatta Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) ashabının görüşünü kendi fikrinin önüne alıp onlara göre hareket ettiği de az değildi. Mesela, Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilmişti. İşte ashabından özellikle gençlerin ısrarı neticesinde Uhud’a çıkan Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaralandığı, yüzünden mübarek kanlarının aktığı, yetmişe yakın sahabe-i kiramın da (radıyallâhu anhüm) şehit edildiği bir zamanda Cenâb-ı Hak yukarıda zikredilen âyet-i kerimeyi indirmişti.

“Onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri yine onlarla müşavere et.”

*İzafi bir sarsıntının her şeyi allak bullak ettiği, bir insan olması yönüyle kalb-i nebevînin inkisara uğrayabileceği, pek çok gönlün de rencide olduğu esnada Allah (celle celâluhu) çok yumuşak bir emirle meselenin yeniden meşveret edilmesini emretmişti: Habib-i Edibim! Sen zaten katı kalbli, hırçın ve haşin olamazsın, değilsin. Öyle olsaydın bu insanlar zaten Senin etrafında kümelenip savaş meydanına kadar gelmez, etrafında hiç toplanmaz ve dağılır giderlerdi. Ey Habib-i Edibim! Bir de onların içtihat hataları oldu. Dolayısıyla فَاعْفُ عَنْهُمْ Sen affet onları! وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ Ve onların affedilmeleri için Allah’tan mağfiret dile!

*Kur’ân-ı Kerim’in,  إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, okçular tepesindeki sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat, her şeye rağmen Cenâb-ı Hak istişareyi emretmişti: وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ Meseleyi bir kere daha meşveret masasına yatır, müzakereye arz et ve yapılması gerekeni etrafındaki insanlarla bir kere daha görüş!..

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaşanan bu muvakkat hezimeti zafere çevirmişti. Düşünün ki, Uhud’un hemen akabinde Ebû Süfyan, ordusunu toplamış ve Mekke’ye doğru yola koyulmuştu. Fakat bir ara müşrik ordusu içerisinde Müslümanları tamamen yok etmek için Medine’ye yeniden hücum fikri ortaya atılmıştı. Bu esnada Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilahi emir gereği ashabıyla yine meşverette bulunmuş, onların gönüllerinin itminanla dolmasına vesile olmuş ve Uhud’a katılan ashabıyla müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Arkadan yara-bere içinde Müslümanların geldiğini gören Ebû Süfyan ise, “Geriye dönüp de yeniden başımıza iş açmayalım. Elde ettiğimiz bu zafer gibi bir şeyle gidip Mekkelileri sevindirelim.” diyerek tekrar Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edememişti de Mekke’nin yolunu tutmuştu.

Mü’min kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğmeli ve doğru karşısında geri adım atabilmelidir!..

*Görüleceği üzere, İnsanlığın İftihar Tablosu meşverete riayet ederek kendi düşüncesinden -tabiri caizse- geriye adım atıyor. Bize ne olmuş ki bir kısım doğrularımızdan geriye adım atmayalım?!. Bu, başka insanlara saygı göstermenin, onların da doğru düşünebileceğini ve o düşüncelerin de bir işe yarayabileceğini kabul etmenin ifadesidir.

*Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok yerindedir: “Allah Rasûlü, Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit verilmesi değil, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.” Çünkü Kur’ân-ı Kerim, herhangi bir te’vil ve yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde, açık ve net olarak, istişareyi Müslümanların zarurî vasfı olarak zikretmiş ve onun, hayatın bütün birimlerinde vazgeçilmez bir esas olarak uygulanmasını inanan gönüllere emretmiştir.

*Kur’an-ı Kerim,

وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

“Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.” (Şûrâ, 42/38) beyan-ı sübhanisiyle, meşvereti namaz ve infakla birlikte zikretmek suretiyle onun, mü’min bir toplum için en hayatî bir vasıf ve ibadet ölçüsünde bir muamele olduğunu hatırlatmıştır.

“Seni dinlemiyoruz ve sana itaat etmiyoruz!..”

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” demişti.

*Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, وَإِنْ أَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَآتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنْطَارًا (Nisâ, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti.

Hazreti Ömer’in Tevazu ve Mahviyeti

*İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki, “Hazreti Ömer’i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım! Ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*Evet, kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer’e müracaat etti. Yağmur duasına çıkmasını istediler. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas’ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle” dedi. O’nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas’ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver.” Sahabi diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla, selle birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer’in bu tavrı, öncelikle mahviyet ve tevazuundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas’a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk’ın muradı görmesinin neticesiydi.

Mütekebbir, herkesi tasmalı köle gördüğünden en küçük muhalefeti ihanet sayar!..

*Her türlü şerrin anahtarı kibir, her türlü hayrın anahtarı da tevazudur. Hazreti Pir-i Muğan’ın ifadesiyle, büyüklerde büyüklüğün emaresi tevazu ve mahviyettir; küçüklüğün emaresi de tekebbürdür, burnunu dikmektir, kendini kast sistemine göre en üst basamakta saymak ve başkalarını da halayık gibi, kapıkulu gibi, tasmalı köleler gibi görmektir. Dolayısıyla da mütekebbir, kendisine muhalif bir şey söylenince veya yanlış bir davranışı yüzüne vurulunca, onu ihanet saymak suretiyle intikamkârâne bir duygu ve bir düşünceye kapılır; ifrit gibi o insanların üzerine saldırır. Allah parçalayıcı bir diş verse onu bile kullanmak suretiyle, bir salya verse onu da yüzlere atmak suretiyle intikam almak ister; bu hisle çok ciddi bir gerilime geçip yürür. Bu da kibrin, büyüklenmenin, egoizmin, egosantrizmin, narsisizmin dışa vurmasıdır.

*Hudeybiye Antlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi. Aslında bu ağırdan alma, Allah Rasûlü’ne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye Antlaşması’ndaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı. İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve zevcesi Ümmü Seleme validemizle istişarede bulundu. Bu ufku geniş annemiz, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki, Allah Rasûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi; ne ki, böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu. Validemiz, Allah Rasûlü’ne şu mealde sözler söyledi: “Yâ Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat Sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez Sana itaat edeceklerdir.” Allah Rasûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. Onu böyle gören sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı.

*Ey meşveretsiz iş yapan Yezidler, Haccaclar, Tiranlar, Nemrutlar; bildiğine hareket eden ve müstebidâne hareket eden bahtsızlar; tagallüpte, tahakkümde, tasallutta bulunan, haknâşinas, hak bilmez talihsizler!.. Bu tablolar nuranî birer levha gibi sizin kör gözlerinize, sağır kulaklarınıza sokulsun!.. Belki kalblerinizde İslamî bir heyecan uyarır; yanlışlardan vazgeçer ve istikamete yönelirsiniz!..

Aşk, Cesaret ve Stratejik Akıl

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Çözülmez gibi görülen devasa problemlerin çözümü adına başvurulması gereken dinamikler nelerdir?

Cevap: Kalbleri ölmüş, hissiyatı sönmüş ve Allah’la münasebetlerini şekle emanet etmiş insanların, büyük problemlerin altından kalkması düşünülemez. Bu sebeple maruz kalınan problemlerin çözümünde en başta mefkûre aşk ve heyecanının olması gerekir. Evet, insan dinme bilmez bir aşk u iştiyakla hedefine kilitlenmeli, baskı ve zulümler karşısında yılgınlık göstermeden sürekli mücadele azmi içinde olmalı ve elli defa bozguna uğrasa, yine de hiçbir şey olmamış gibi doğrulup yoluna devam etme kararlılığı sergilemelidir ki, aşılmaz gibi görülen tepeleri aşsın; mağlubiyet yaşasa bile, hezimetten dahi zaferler çıkarmasını bilsin.

Sadakatle Aşkın Birleşik Noktası

Bu konuda Seyyidina Hazreti Âdem (aleyhisselâm) bizim için ne güzel bir misaldir. Allah (celle celâluhu) onun genlerine mukarrabine göre bir hata yüklemiş, o da nezd-i ulûhiyet ile kendi arasındaki münasebet açısından safiyyullah ufkunda hata sayılabilecek bir “zelle”de bulunmuştu. (Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/121) Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kendisine bir şey hatırlatıldığında o, bunu unutmuştu. (Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/115) Fakat önemli olan hata ettikten veya unuttuktan sonra ümitsizliğe kapılmadan hemen O’na yönelip, “Bana bir daha bu hatayı yaptırma Allah’ım!” diyebilmektir. Hazreti Âdem, işte bunu yapmıştı. Sıhhatli hadis kitaplarında yer almasa bile, yine de itimat edilebilecek kaynaklarda, onun, işlediği hatadan dolayı kırk sene başını semaya kaldırmadan hicap içinde Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardığı rivayet edilir. (Bkz.: es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 1/141-142) Hata eden bir insanın asâ gibi iki büklüm olması; “Ben O’nu bildiğim, her şeyimle O’ndan olduğum hâlde O’na karşı böyle bir hatayı nasıl yaparım! Neden her şeyimi O’na emanet etmedim!” deyip hatasını kabul etmesi ve daha sonra gözünün ağyara kaymasından dolayı Mahbub-u Hakikî’nin kapısında bağışlanma dileyip kendini affettirmeye çalışması çok önemlidir.

İnsanın gönlünde aşk ateşi tutuşmuş, benliğini de aşk bürümüşse, yaşanan çok değişik imtihan ve meşakkatlere rağmen o, maşukunun kapısından ayrılmayı asla düşünmeyecektir. Aşk, insanın Allah’la irtibatının unvanıdır; kalbinin sürekli O’nunla ittisalidir; vuslat arzusuyla burnunun kemiklerinin sızlamasıdır. Hele sadakatle taçlandırılan bir aşkta, insan, vuslat arzusuyla içten içe yanıp kavrulsa da her şeye rağmen emre itaatteki inceliği kavrayarak bir adım geriye atıp, “Sen, gel demediğin için ben şimdi gelmeyi talep etmiyorum. Senin yolunda Sana karşı olan sorumluluklarımı yerine getirmek istiyorum.” der ki, böyle bir ufuk aynı zamanda sadakatle aşkın birleşik noktasıdır.

Hezimetten Zafer Çıkarmanın Yolu

Aşkın yanında, onun farklı bir buudunu veya açılımını ifade eden cesaret de aşılmaz gibi görülen problemleri aşma adına önemli bir faktördür. Uhud’da baş döndüren bir cesaret örneği sergileyen Mus’ab İbn Umeyr Hazretleri, bir kolunun kesilmesi karşısında “Bir kolum daha var ya o bana yeter!” demiş, ona da bir darbe vurulduğunda, “Hâlâ boynum yerinde duruyor ya, şimdi de bir kalkan olarak onu kullanırım.” (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/121) diyerek ölümün ekşi yüzünü bile güldürmüştür. İşte cesaret timsali böyle bir zatın çözemeyeceği hiçbir problem yoktur. Evet, elbette ki ölümün yüzü ekşidir. Fakat siz ona gülerseniz o da size güler. Öyle ki Allah (celle celâluhû) alacağı emaneti aradaki vasıtalara bile vermeden doğrudan kendisi alır. Nitekim Şah-ı Geylânî ve Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî gibi büyük zatlar, “Allah’ım canımı kendi elinle al!” dileğinde bulunmuşlardır. (el-Kulûbu’d-dâria s.308)

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en önemli vasıflarından birisi de şecaat ve cesaretiydi. Meselâ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), stratejide hiçbir hata yapmamasına rağmen Uhud’da muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdafaa savaşı yapmak istemesi, okçular tepesine okçuları yerleştirmesi, uyguladığı taktikle düşmanı yanıltması, belki onları birbirine düşürmesi gibi stratejiler tastamam yerindeydi. Fakat Kur’ân-ı Kerim’in, إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا  “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaşanan bu muvakkat hezimeti zafere çevirmişti. Düşünün ki, Uhud’un hemen akabinde Ebû Süfyan, ordusunu toplamış ve Mekke’ye doğru yola koyulmuştu. Fakat bir ara müşrik ordusu içerisinde Müslümanları tamamen yok etmek için Medine’ye yeniden hücum fikri ortaya atılmıştı. Ancak bu arada Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’a katılan ashabıyla müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Arkadan yara-bere içinde Müslümanların geldiğini gören Ebû Süfyan ise, “Geriye dönüp de yeniden başımıza iş açmayalım. Elde ettiğimiz bu zafer gibi bir şeyle gidip Mekkelileri sevindirelim.” diyerek tekrar Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edememişti de Mekke’nin yolunu tutmuştu. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/54-55) İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun güzide ashabı, cesaret isteyen bu önemli hamleyle yaşanan hezimeti yeniden zafere çevirmişti.

Huneyn’de yaşananlar da bundan farklı değildir. Ok atmada çok başarılı olan Sakîf ve Hevâzin kabileleri, Müslümanları bir vadi girişinde ok yağmuruna tutmuş bunun sonucunda da Müslüman saflarında bir kısım kırılmalar olmuştu. Fakat böyle bir anda İnsanlığın İftihar Tablosu, atını düşman saflarına doğru mahmuzlamış ve O’nun أَنَا النَّبِيُّ لَا كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ “Ben Allah’ın Resûlü’yüm, bunda şüphe yok. Ben Abdülmuttalib’in torunuyum!” sesi duyulmuştu. Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), o anda O’nun bineğinin zimamını zor tuttuğunu ifade etmiştir. (Buhârî, cihâd 52; Müslim, cihâd 78-80) Daha sonra Efendimiz’in emrine binaen Hazreti Abbas, Huneyn’de sesini, yükseltebildiği kadar yükseltip o gür sesiyle “Ey Semure ağacının altında biat etmiş sahabiler! Neredesiniz?!” diyerek nida etmiş. Allah Resûlü’nün sesini ve çağrısını duyan bütün ashap da Allah Resûlü’nün etrafında toplanarak, düşman üzerine yürümüşlerdi. Netice itibarıyla mağlubiyet aşılmış ve zafere ulaşılmıştı. (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye 4/326 vd.)

Bu açıdan bir mü’minin yaşanan sıkıntılar karşısında asla yılgınlık göstermemesi, şecaat ve cesaretle problemlerin üzerine gitmesi çok önemlidir. Mü’min öyle bir metafizik gerilim içinde olmalıdır ki, “Murad-ı sübhanî tecelli ederse, Allah’ın izni ve inayetiyle, ben arzın yörüngesini bile değiştirebilirim.” diyebilmelidir. Evet, Allah’ın havl ve kuvvetini arkasına aldıktan sonra yüreği cesaretle dopdolu bir mü’minin üstesinden gelemeyeceği hiçbir problem yoktur.

Aşk ve Cesaret, Ortak Aklın Teminatı Altına Alınmalı

Aşk u iştiyak, şecaat ve cesaret gibi duygular devasa problemlerin hallinde çok önemli olsa da, bu ulvi duyguların daha baştan çok ciddî bir mantıkla stratejik bir zemine oturtulması, yerli yerinde kullanılması ve sağlam bir projeye bağlanması gerekir. Siz, yüreğinizden kopup gelen sımsıcak ve samimî nefesinizle, karşınıza çıkan buzdan dağları bile eritebilecek bir gerilime sahip olabilirsiniz. Fakat problemlerin çözülmesinde sadece bu da yeterli değildir. Bunun yanında karşı tarafı iyi tanımanız, onun sahip olduğu güç ve imkânları hesaba katmanız ve ona göre projeler üretmeniz de gerekir. Aksi takdirde, bütün zihnî, kalbî ve fikrî emeğiniz heba olur gider.

Hele bir de sizin etrafınızda mütedahil daireler şeklinde düşmanlıkla gümleyip duran insanlar varsa, siz, koskocaman hasım bir cephe ile karşı karşıya bulunuyorsunuz demektir. Her bir düşmanlık cephesinin kendilerine göre çok ciddî hesapları ve size karşı mahvedici projeleri varsa, bunların bazısı bazısıyla anlaşıyor, bu projelerin bir kısmı diğeriyle örtüşüyorsa, sizin çok daha temkinli olmanız ve teyakkuzla hareket etmeniz gerekecektir. Çünkü kendi aralarında bir saff-ı vahid teşkil eden iç içe geçmiş düşmanlık daireleri, siz farkına varmadan hiç beklenmedik şekilde balyoz gibi tepenize inebilir.

Bu açıdan aşk, heyecan, metafizik gerilim, şecaat ve cesaret, mutlaka muhakeme-i umumiye ile teminat altına alınmalıdır. Siz bunu bir binanın statiği gibi düşünebilirsiniz. Şayet siz inşa edeceğiniz bir binayı sağlam bir blokaj üzerine oturtmazsanız, çok küçük bir fay kırılması karşısında her şeyiniz altüst olur ve siz de yaptığınız şeylerin altında kalır ezilirsiniz. İşte bütün bu emeklerin zayi olmaması için, heyecan ve dinamizminizi mantık, muhakeme ve en önemlisi ortak akla müracaat ile teminat altına almalısınız. İki, üç veya dört tane mantık ve muhakemeleriyle dünyanın coğrafyasını değiştirecek dâhinin bulunmasındansa, meseleleri beş on kişi ile istişare eden insanların bulunması onun çok daha üstündedir.

Bir kere Cenâb-ı Hak, insanlara olan teveccühünü istişareye bağlamışsa, bunu değiştirmeye sizin gücünüz yetmez. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), istişare eden insanın pişmanlık yaşamayacağını ifade buyurmuştur. (et-Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr 6/365) Kaldı ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, belki de istişare etmediği hiçbir vak’a yoktur. Öyle ki gökteki meleklerden bile daha nezîh ve daha afif olan Hazreti Âişe Validemiz’e bir kısım şom ağızlar tarafından iftira atıldığında, hayatında paniğin rüyasını bile görmeyen İnsanlığın İftihar Tablosu bu meseleyi bile ashabından bazı kimselerle istişare etmiştir. Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşiyle alâkalı mahrem bir meseleyi bile, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali ve daha başkalarıyla görüşmüştü. Onların tamamı da iffet ve ismet abidesi Validemiz hakkında Allah Resûlü’nün temiz ve nezih mülâhazalarını takviye edici güzel beyanlarda bulunmuşlardı.

Aslında vahiyle müeyyed olan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük küçük hiçbir meseleyi başkaları ile istişare etmesine ihtiyacı yoktu. Eğer bunun aksini düşünürseniz, O’na karşı saygısızlık yapmış ve vahiy esprisini kavramadığınızı göstermiş olursunuz. Allah (celle celâluhu), hayatı boyunca hiçbir zaman O’na boşluk yaşatmamıştı. Hâşâ ve kellâ, fiyasko diyebileceğimiz bir duruma hiçbir zaman O’nu maruz bırakmamış, sürekli O’nun yanında olmuştu. لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe sûresi, 9/40) âyetinden de anlaşılacağı üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli bir teminat atmosferi içinde hayatını sürdürdü -O hayata canlarımız kurban olsun-. Buna rağmen O, en küçük meselelerini bile, hep istişare ederek çözmüş ve ümmetine de nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda rehberlik yapmıştır. Bu açıdan diyoruz ki, özellikle umumu alâkadar eden meseleleri ortak akla müracaat ederek çözüme bağlamak, dâhi olmanın kat kat üstündedir.

Bazen de siz üzerinize düşen her şeyi yaparsınız. Bir tek problem karşısında bile A’dan Z’ye alternatif planlar geliştirirsiniz. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen Z’nin ötesinde hiç hesaba katmadığınız problemler karşınıza çıkabilir ve kısmen kırılmalar yaşanabilir. İşte böyle bir durumda da asla ye’se düşülmemelidir. Şu an itibarıyla Müslümanların yaşadığı coğrafyada, maalesef hazımsızlık ve çekememezlikten kaynaklanan, her an kırılmaya müheyya bulunan faylar bulunmaktadır. Bu açıdan bazı durumlarda siz hesabınızı ne kadar sağlam yaparsanız yapın, yine de bir kısım beklenmedik olumsuzluklarla karşılaşabilirsiniz. İşte bu durumlarda asla ye’se düşmemeli, “Bundan öte yapılacak bir şey yok. Biz bittik artık.” gibi iradeyi felç eden menfi mülâhazalara girilmemelidir. Zira Hazreti Pîr’in ifadesiyle ye’s, mâni-i her kemâldir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.54 (İlk Hayatı))

Mehmet Akif de;

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar,

Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…

En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!”

ifadeleriyle bu hakikate dikkatleri çektiği şiirinin başında ümitsizliğe düşene şöyle hitap ediyor:

“Ey dipdiri meyyit! ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?”

Hâsılı, başı dönmüş, bakışı bulanmış bazı kimseler sizin en masumane hizmetlerinize engel olmak isteyebilir ve tekerleğe çomak sokabilirler. Fakat elli türlü komplo kurulsa da, Allah’ın izni ve inayetiyle, katiyen ümitsizlik yaşamamalı, sarsılmamalı ve hep elif gibi dimdik durmalıdır. Uhud’u, Huneyn’i yeniden zafere çevirmenin yolları aranmalı ve fevç fevç dehâletlere vesile olabilecek inanç Kâbe’sine, inanç Mekke’sine doğru yürümeye devam edilmelidir. Maruz kalınan komplolar karşısında yılmamalı; çıkan engeller, tıkanan yollar karşısında “Vira bismillâh!” deyip meselenin farklı alternatifleri aranmalıdır. Hak yolunda bulunuyor olsa ve samimiyetle talep etse de, insanın her istediği, her arzuladığı kendisine hemen verilmeyebilir. Yaşanan sıkıntıların hikmetini bilemeyiz. Fakat kim bilir belki de çekilen bu sıkıntılar neticesinde, Cenâb-ı Hak, bu necip Anadolu milletine daha önce lütfettiği güzelliklerin kat katını lütfedecektir. Gün doğmadan gecenin bereketli döl yatağında neler doğar, aktif sabır içinde bekleyip görelim!

Mukaddes Çile ve İnfak Kahramanları

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

Allah’a kul olmak ne güzel!.. Sadece O’nun karşısında eğilmek ne hoş!..

*Allah ile münasebetimize bakınca, bu karınca halimizle diyoruz ki: “Ne kadar bahtiyar insanlarız! Bu küçük halimizle O’nunla bir çeşit münasebet içindeyiz. Bunun lezzetine, halavetine, zevkine doyulmaz!” Kim bilir o meseleyi zirvede duyanlar daha neler duyuyordur neler! Çobanlar meseleyi böyle duyuyorsa, kim bilir sürü sahibi meseleyi nasıl duyuyordur! Tabii İnsanlığın İftihar Tablosu bu mevzuda her sözden vârestedir. O, duyuşu, hissedişi, ihsası ve ihtisaslarıyla adeta semâvîdir. O, belki bazı hususları melâike-i kirâmın bile duyamayacağı seviyede duyuyordu. Evet, O müstesna!..

*Bir de zılliyet planında Hakk’ın mükerrem ibâdı var. Onlar da bize göre müstesna insanlar. Ne var ki, hemen her seviyede insan, O’nun ile münasebeti açısından çok şey duyar, çok şey hisseder; böyle âvâre, sergerdân kimselerin durumunu nazar-ı itibara alınca, kendi bahtiyarlığına tebessümler yağdırır. “Oh be!.. Müslümanlık ne güzelmiş! İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında Allah deyip kemerbeste-i ubudiyet içinde ayakta durmak ne latifmiş! İki büklüm olup tevazuun birinci faslını eda etmek, Allah karşısında eğilmek ne zevkli bir şeymiş! Yüzünü yerlere sürmek ne derin haz kaynağıymış!..” der. Cenâb-ı Hak o zevki derinlemesine duymaya muvaffak eylesin!

“O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?”

*İnsanın, küçük çapta, zıllıyet/gölge planında, çok küçük nispetler perspektifinde bile olsa, böyle bir mazhariyet ve zevk hemhemesi, demdemesi -iradelerinize ait yönüyle hemheme, öbür taraftan, O’nun vâridâtına mazhariyeti itibarıyla demdeme- içinde bulunması çok önemlidir. Bu açıdan da bu arada başımıza ne gelirse gelsin, onun yanında hafif kalır.

*Madem O’nu bulduk, bir yönüyle artık bulacağımız bir şey yok ve kurtulduk!.. “Seni buldum ve kurtuldum!” diyebilirsiniz.“O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu Ataullah İskenderânî?!. Evet, O’nu bulan ne kaybetmiştir?!. O’nu kaybeden, yani kendi düşünce dünyasında kendini uzaklara atan, kendini O’nun yokluğuna, daha doğrusu O’nsuzluğa, “ene”sini “Hüve”sizliğe salan kimse ne bulmuştur ki?!.

*Binaenaleyh, böyle cevheri bulmuş bir insan huzur, mutluluk, şâd ve hürrem olma gibi şeylere hiç gönül kaptırmaz. Bunlar, bakırcılar çarşısında bile elde edilebilecek şeylerdir; cevherlerin alış-verişinin yapıldığı, sarrafların bulunduğu yerde olan şeyler değildir. Bu itibarla da bazı şeylere katlanmalı!.. Ve katlananlar bu mülahaza ile katlanmışlardır. O katlanma işi de tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hiç eksik olmamıştır.

Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım!

*Bütün tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek başında dönüp durmuştur. Kur’an-ı Kerim, Müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz’e tahsis etmiş ve şöyle demiştir:

وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُاللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ

“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30) Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef’ul Efendimiz’dir; bütün planlar O’nun üzerine yapılmıştır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz hicret esnasında Sevr sultanlığından ayrılıp yola revân olacağı an, yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve “Ey Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.” buyurmuşlardı.

*Şayet en mübarek insanlar hırpalanmışlarsa, preslerden geçmişlerse, dibeklerde adeta dövülmüşlerse ve siz bundan âzâde, vâreste tutuluyorsanız, bence kendi durumunuzdan şüphe duymanız lazım.

“Allahım, medrese-i Yusufiye misafirlerini salıver ve onları en çabuk zamanda sevdiklerine kavuştur!..”

*Bazılarınız çeker, bazılarınız da onların çektiğini paylaşır, onların ızdıraplarını ruhunda duyar; yapılması gerekli olan şeyler mevzuunda bir küheylan gibi şahlanır, bir üveyk gibi kanatlanır Allah’ın izni inâyetiyle; işte o zaman paylaşıyor demektir.

*Evet, birileri içeride medrese-i Yusufiye yaşarlar; berikiler de dışarıda oturur kalkar onlara dua ederler: “Onları en çabuk zamanda, çok rahatlıkla salıver Allahım! Salıver ve onlarla beraber bir sürü aileyi, kırk bin tane aileyi, elli bin tane aileyi, yüz bin tane aileyi; belki on milyon aileyi sevindir Allahım!” Bu on milyon ailenin sevinmesi, mele-i âlânın sakinlerinin de sevinmesi demektir. Bu arada bir şirzime-i kalîl “Niye böyle oldu?” diye üzülecekler. İnşaallah, iman ediyorlarsa Allah’a, o üzülme de onların günahlarına kefaret olur. Biz onu da düşünürüz: Allah onların da günahlarına kefaret olabilecek şeylere onları hidayet eylesin. Genel ahlakımız bu!..

*Bazı densizler bir mülâaneyi, bir mübâheleyi, bir muhâveleyi beddua kabul edip böyle bir meseleden dolayı, incir çekirdeği nevinden meseleleri dava mevzuu yaparak, “Acaba bununla bunlara bir örgüt diyebilir miyiz?” düşüncesine daldılar. Bu yaptıkları mesâvîden dolayı bize düşen şey “Allahım bunlara da hidayet eyle!” demektir. Bir de sabredemediğimiz takdirde “Allah Allah, cinnetin bu seviyesi de varmış!.” demektir. Ama ben bu mülahazaya girmenizi de istemem.

Mukaddes Çile Nöbeti Sizlerdeyse…

*Dünden bugüne sizin çizginizde hareket eden insanlar hep çekmişlerdir. Yüce mefkûrelerini, gaye-i hayallerini, dünyanın dört bir yanında bir bayrak gibi dalgalandırmaya odaklanmış insanlar hep musibetlere maruz kalmışlardır. Başka mülahazaları olmayan, dünya adına bir kazanım peşinde koşmayan, ölürken “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı.” (Ahmedî) diyerek Allah’a yürümeyi planlayan, farklılığını fark etmeyen; el-âlem hizmetini alkışlarken “Allah Allah bunlar neyi alkışlıyor?” diyen, kendini tamamen bu işe adamış, başkalarının başka şeyleri sıfırlamalarına mukabil o kendini sıfırlamış; el-âlem göklere çıkarsa bile kendisini yeryüzünde debelenen bir “dâbbe” ve Cenâb-ı Hakk’ın küçük, hakîr, zavallı, kıtmir bir varlığı olarak gören insanlar… Cenâb-ı Hak kendimizi öyle görmeye muvaffak eylesin; bu Allah’ın büyük bir hidayetidir. Başka türlü görme, Allah’ın, insanın firavunlaşmasına fırsat vermesi demektir.

*Evet, insanın, kendini diğer insanlardan büyük görmesi ve “ben şuyum, buyum” demesi bir mekr-i ilahidir; Allah’ın o insanın firavunlaşmasına müsaade etmesi demektir. Verdiği imkânların onda istidraç şeklinde tesir göstermesi demektir. İstidraç, nimet şeklinde gelen, insanı Allah’tan uzaklaştıran nıkmettir.

*Madem Hak yolun en kıymetli yolcuları enbiya, mukarrebin, asfiya ve evliya hep musibetlere maruz kalmış ve çileler çekmişler, bizim de başımıza gelenleri tabii kabul etmemiz, öfkelenmememiz ve hale rıza göstermemiz lazım.

“Biz Uhud’u Severiz Uhud da Bizi Sever”

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Ashabıma sebbetmeyiniz. Sizden birisi Uhud Dağı kadar altın infak etse, ashabımdan birinin verdiği yarım müdd sadakaya ulaşamaz.” buyuruyor. Asr-ı Saadet’te infakı bu kadar değerli kılan hususlar nelerdir? Sonraki dönemlerde de dinî gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi?

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih hadis-i şerifte ashabı için öyle buyuruyor. Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez. Onlar O’nun kâmetini biliyorlardı; O da ashabının kadr u kıymetini ve kıvamını biliyordu. Allah’ın izniyle, insanlığın idbârını ikbâle çevirebilecek bir kadro olduğunu çok iyi biliyordu; Allah’ın bildirmesiyle biliyordu; o yüksek firasetiyle, fetanetiyle ve okumasıyla biliyordu. Yüzlerinden ve kalbî heyecanlarından onları okuyordu. Bu açıdan da mezkûr ifade -haşa- onlara bir iltifatta bulunma adına değildi, bir realiteyi ifade ediyordu. Çünkü O’nun lal ü güher beyanları içinde katiyen riyanın, süm’anın, şunu bunu hoşnut etmenin zerresi yoktu. Ne konuşuyorsa, milimi milimine doğruydu; söylediği sözler neye dairse şayet, onun numarasına ve drobuna fevkalade uygun ve vakıa mutabıktı.

*“Sizden birisi Uhud Dağı kadar altın infak etse…” O gün Medine-i Münevvere’de en yüksek gibi görünen dağın Uhud Dağı olmasının yanı başında bir de Uhud Dağı’nın kıymeti var. Bu kıymet değişik vesilelerle vurgulanıyor. Uhud Harbi’nde o mübarek dağın eteklerinde Müslümanlar kutsal, muvakkat bir hezimet yaşıyorlar. Uhud’da böyle bir hadise yaşandığından dolayı ihtimal bazılarının kafalarına “Bu dağ uğursuz galiba!” şeklinde bir düşünce gelebilirdi. Bundan dolayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yerde şöyle buyuruyor: “Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz o da bizi sever.” Bu açıdan da Uhud, Ağrı ve Everest gibi büyük değilse de kıymet-i maneviyesi itibariyle çok büyük. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’in vurgulamak istediği hususlardan biri budur: Uhud Allah Rasûlü’nü seven ve Allah Rasûlü’nün sevdiği bir dağdır.

*Başlangıçta Ashab-ı kiram efendilerimiz de vermeyi, infak etmeyi çok bilmiyorlardı. Hâşâ onlara bilmiyorlardı demek, bilmeme sözünü onlara nispet etmek saygısızlık olur fakat onlar bildikleri her şeyi dinle öğrendiler, o Muallim-i azamla, o Mürşid-i azamla öğrendiler.

İlk Himmet ve Ashab-ı Kiram’ın Cömertliği

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabının gönüllerindeki verme kapılarını aralamada kim bilir ne zorluklar çekmişti. Meselâ, bir gün Arab’ın aslı olan Mudar kabilesinin Müslümanları gelmişlerdi. Giyecek başka bir şey bulamadıklarından dolayı üzerlerinde yün elbiseler olduğu için daha onlar içeri girer girmez mescidi ter ve yün kokusu sarmıştı. Yorgun, aç ve susuz olan bu fakir insanları görünce Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in gözleri dolmuştu. Onları öyle ızdırap içinde gördüğü için neredeyse ağlayacaktı. Hemen infakla alâkalı ayetleri okumuş; ashabına, insanlara yardım etmenin faziletlerini anlatmıştı. (Benzer hadise Tebük Seferi’ne çıkılırken de ordunun teçhiz edilmesi esnasında yaşanmıştı.) Fakat Sahabe Efendilerimiz henüz başkalarına yardım etmeye alışmamışlardı; dolayısıyla, hiç kimse bir coşkunluk ve bir heyecan ortaya koymamıştı. Allah Rasûlü’nün yüzünde hüzün emareleri belirecekti ki, O’nun halinden çok iyi anlayan ve işin nezaketini kavrayan bir sahabi yerinden fırlayıp evine gitmiş, parmaklarının arasından dökülecek kadar ellerini doldurmuş ve getirdiklerini Rasûlullah’ın huzuruna dökmüştü. Onu görünce diğerleri de ne yapılması lazım geldiğini anlamış ve herkes infak için koşmuştu. Nitekim Peygamber Efendimiz’in önünde bir oğlak büyüklüğünde yardım malzemesi birikmişti. İşte o zaman, yüzündeki hüzün bulutları birer birer sıyrılan Şefkat Peygamberi ashabına tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu: “Bir işe delâlet edip o hususta yol gösteren onu yapmış gibidir.” Evet, Ashab efendilerimiz o gün verme kapısını açmış ve zamanla da sahip oldukları her şeyi vermeye âmâde hale gelmişlerdi. Onlardan kimisi malının tamamını, bazısı servetinin üçte ikisini, bir başkası bir anda yedi yüz deveyi ve bir diğeri de en çok sevdiği bahçeyi Allah yolunda tasadduk edecek kadar cömertleşmişlerdi.

*Öyle bir katılığın yaşandığı dönemde, işin başlangıcında henüz rehabilite görmemiş bu insanların birdenbire balmumu gibi yumuşamaları ve ihsanda bulunmaları çok önemlidir. Sonra o iş bir nevi sünnet olmuş, bir güzergâh oluşmuş; arkadan gelenler de zekat, sadaka, ikram, ihsan ve himmet adı altında din ve iman hizmetine destek vermişlerdir.

*Meselenin bir de manevi yanı vardır. Neden onların bir müdd sadakası başkalarının dağına tekabül ediyor? Sahabe idraki, sahabe imanı, sahabe anlayışı, sahabe ihlası, sahabe rıza düşkünlüğü, sahabe iştiyakı başkalarıyla mukayese edilmeyecek bir seviyededir. Onu verirken öyle bir mülahazaya bağlanıyorlardı ki, “Allah’ın izni ve inayetiyle bu öbür tarafta dağlar cesametinde olacak!” diyor ve buna yürekten inanıyorlardı. Bir de katiyen bunu bir minnet vesilesi yapmıyorlardı. İşin daha mebdeinde bu mülahazayla vermeleri öyle bir enginlik ve derinlikti ki Hazreti Pir-i Muğan’ın “Bir zerre ihlaslı amel batmanlarla halis olmayana müreccahtır.” dediği hakikat zuhur ediyordu. Halisane verme dolayısıyla bir ölçek infak Uhud Dağı kadar kabul ediliyordu.

Bugün de gayret, himmet ve infakla şahlanan nice babayiğitler var!..

*Günümüze gelinirken yeniden bir fetret dönemi oldu. Bir dönemde öyleydi, insanlar adeta dilencilik yaparak o Kur’an kurslarını açmak için koşuyorlardı. Allah ebeden razı olsun, Süleyman Efendi Hazretleri ve talebeleri, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ve taraftarları, Çarşamba Cemaati ve taraftarları… Hepsinden Allah razı olsun. Çok zor elde ediyorlardı ve o zoru Allah’ın izniyle işler hale getiriyorlardı.

*Sonra Allah Teâla günümüzde Hizmet ve Hareket şeklinde ifade edilen, öyle algılanan, öyle kabul edilen ve artık bir dünya meselesi haline gelen Camia’yı da istihdam buyurdu. Batılı bütün devletlerin iki-üç yüz senede gerçekleştiremedikleri işleri, ekonomik durumu orta ölçekte olan Türkiye, Allah’ın izniyle realize etmesini bildi; Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Abazasıyla Anadolu insanı bunu başardı.

*Sizin o koskoca devletiniz, milleti idare eden insanlar, sizin mefkûre dünyanız, gaye-i hayaliniz, ruh ve mana kökleriniz adına kazandırdığınız şeylerin yüzde birini kazandırmamışlardır. Boş iddialara bakmayın. Kuruntularının arkasından koşuyorlar. Allah bunları yapmaya sizi muvaffak kılmıştır ve bundan sonra da çok daha büyük şeyler yapmaya inşaallah muvaffak kılacaktır. Onun için sinek ısırması nev’inden maruz kaldığınız şeyleri nazar-ı itibara almayarak, Allah’ın izni ve inayetiyle, dökülün, saçılın!.. Bir dönemde arkadaşların yaptıkları ve hâlâ yapıyor oldukları gibi himmetle şahlanın!.. Şimdiki bin üç yüzü, iki bin altı yüz yapmaya bakın!.. Durmadığını gösterin bu işin!..

*Sonraki dönemlerde de dini gayret, himmet ve infakın ziyadesiyle değer kazandığı zaman dilimlerinden bahsedilebilir mi? Günümüz de işte öyle bir zaman dilimidir. Fakat o kapı da aralandı, insanlar alıştılar ona. Bu noktada bir ölçü olması adına bugünkü gibi hatırladığım bir hatıramı nakletmek istiyorum: İzmir Bozyaka’da insanların yardımına başvurulmuştu. Orada meselenin ehemmiyetiyle ilgili bir konuşma yaptıktan sonra emaneten yatıp kalktığım odama doğru yönelmiştim. Utanıyordum da.. kendime istemiyordum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Ben odaya girerken birisi merdivenlerden hızlı hızlı yukarıya doğru çıkarak yanıma geldi. Astsubaylıktan emekli olmuş o zatı tanıyordum. Elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını getirdim!” dedi. Emeklilik parasıyla satın almış olduğu evinin anahtarlarını elime attı. Bu göz yaşartıcı tablo karşısında ben ona dinde böyle bir mükellefiyet olmadığını söyleyip anahtarları iade ettim. Daha sonra da “Git, çoluk çocuğunla evinde otur. Rabbim sana verdikçe, sen de infakta bulunursun.” dedim. Ben bugün de bu coşkun duygu ve heyecanın yaşandığı ve bundan sonra da yaşanacağı kanaatini taşıyorum.

395. Nağme: Hak Karşısında Mü’mince Tavır

Herkul | | HERKUL NAGME

BAMTELİ – ÖZEL

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 1 Aralık 2013 Pazar günü yaptığı sohbetinde enâniyet, şehvet, haset, hırs ve inat gibi duyguların yaratılış hikmetlerini anlattı.

Hocaefendi, sohbetinde şu hususları açıkladı:

*Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben” deyip varlığını ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun benliğini, bir taraftan irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet, kin, nefret ve benzeri duygularla donatmıştır.

*İnsan mahiyetindeki benlik, şehvet, öfke, inat ve hırs gibi boşlukların yüzleri terbiye ile bâkî gerçeklere ve uhrevîliğe döndürülürse, bunların hepsi insanın önemli birer derinliği haline de gelebilir. Bu duyguları kontrol altına alma kahramanlığını ortaya koyanlar, nefislerine köle olma ve şeytanın oyununa gelme zilletinden kurtulurlar. Zaten din, bizdeki iyiliğe açık nüveleri besleyip geliştirmek ve kötülük temayülleri taşıyan fena çekirdekleri de kurutup bodurlaştırmak için nazil olmuştur.. mahiyetimizde mündemiç bulunan şer meyillerinin önünü kesmek suretiyle kötü hasletlerin boy atıp karaktere dönüşmesine fırsat vermemek ve iyi yanlarımızı inkişaf ettirip bizi hakiki insanlığa ulaştırarak Cennet’e ehil hale getirmek için vaz’ edilmiştir.

*Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle “ben” mânâsına gelen “ene”den türetilmiş bir kelimedir. Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede “ene” –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve “Kenz-i Mahfî”nin lisan-ı fasîhi olur. Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için “ene” öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice güçlüleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır.

*İnsan mahiyetindeki duygulardan biri de şehvettir; o, insanın meşru yollarla tatmini ve neslin çoğalması için verilmiştir. Dolayısıyla onun, bir taraftan bu duyguya tamamen inhimâk etmek gibi bir ifrattan, diğer taraftan da bütün bütün tecerrüt gibi bir tefritten kaçınması ve orta yolu bulması gerekir ki, o da meşru çerçevedeki zevklerle yetinip, gayr-i meşru isteklere karşı tavır almakla olur.

*İnsandaki kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten ayrılmaz. Böyle bir kimsenin önünü tama, makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını tamı tamına vererek hak yoldan hiçbir zaman ayrılmaz. Böylece fena bir huy olan ve tamamen nefis mekanizması içinde yer alan inat duygusu, bu insanda hakta sebat ve hakikate teslim olma şeklinde kendisini hissettirir. Evet, artık şeytanî bir mekanizma olan inadın yönü müspete çevrilmiş ve bu sayede inat, insanın melekî yanında yer alarak onun melekiyetine hizmet eder hâle gelmiştir.

*Mus’ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.” deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. İşte onun ortaya koyduğu inat çirkin bir sıfat değil hakta sebat idi.

*Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâlediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu. Hatta ashabının görüşünü kendi fikrinin önüne alıp onlara göre hareket ettiği de az değildi. Mesela, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam), Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilmişti. Bu karar gereği Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud’a gitmişti. Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok yerindedir: “Allah Rasûlü, Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit verilmesi değil, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye’de o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. inat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı.

*Hazreti Ömer Efendimiz “el-vakkâf inde’l-hak” sözüyle anılmaktadır. Bu tabir, “her zaman doğrunun yanında yer alan, hak ve adaletten asla ayrılmayan, kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğen, Kitabullah’ın hükmüne gönülden rıza gösteren ve hakkın söz konusu olduğu yerde anında frenlemesini bilen insan” demektir. Hazreti Ömer, yumruğunu kaldırıp tam hasmının gözüne indireceği bir anda, hakkın hatırı için öfkesini yutarak kollarını hafifçe iki yanına salıverecek kadar duygularına hâkim bir insandır. O, Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi gibi hiçbir işi kendi düşüncesine göre yapmamış, hemen her meselesini mü’minlerle istişare etmiş; Kur’an’a, Sünnet’e ve İcma’ya uygun bir kararla karşılaşınca da hemen kendi düşüncesinden vazgeçebilmiştir. Şüphesiz onun bu hali, hâlis mü’minlerin ve takva ehlinin de halidir.

*Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, ‘Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran…’ (Nisâ Sûresi, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti.

*Sizin gibi Kur’an’a, imana, milli mefkuremize ve gaye-i hayalimize hizmete kendini adamış insanlar, ileriye adım attıkları gibi yerinde yanlışlarından dönmeyi de bilmeli ve geriye adım atmada da diriğ etmemelidirler. O, ileriye doğru atılan adımların on katı adım sayılır. Efendimiz o idi, Raşit halifeler onlardı; bize demezler mi, “Siz kimin ümmetisiniz, kimi temsil ediyorsunuz, neyin arkasındasınız, Allah aşkına?!.”

337. Nağme: İstişare.. Mutlaka İstişare; Fakat, Kiminle?!.

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili Dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bir namaz sonrası “Çekinme âkıl isen itiraf-ı noksandan / Emin olan delidir aklının kemalinden!” (M. Naci) beytini ve Akla mağrur olma Eflâtun-ı vakt olsan dahi / Bir edib-i kâmil gördükde tıfl-ı mekteb ol!.” (Nef’î) ikazını hatırlatarak söze başladı. Yapılan pek çok hatanın temelinde insanın her şeyi bildiğini zannetmesi, kendi kendisine yeteceği mülahazası ve başkalarının fikirlerine müracaat etmeme inhirafı bulunduğunu vurguladı.

İstişarenin Peygamber yolunun çok önemli bir özelliği olduğunu belirten Hocamız, dâhilerin bile çok yanlışlıklar yapabileceklerini ama vasat akıllı da olsa başkalarının akıllarından istifade eden insanların yanlış yapmayacaklarını ya da çok az hataya düşeceklerini ifade etti: Sabah akşam göklerle münasebet içinde bulunan Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) istişareye hiç ihtiyacı olmadığı halde hemen her meseleyi ashabıyla meşveret ettiğine ve ümmetine meseleleri ortak akılla değerlendirerek hizmetleri umuma mal etme ahlakını öğrettiğine dikkat çekti.

Muhterem Hocaefendi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hemen her meseleyi Ashab-ı Kiram ile görüşmesine ve onların akıllarının, kalblerinin itminan içinde olması için gayret göstermesine misal olarak Huneyn ganimetlerinin taksimi esnasındaki bir hadiseyi anlattı:

Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa bazı gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor!” demişlerdi. Bunu söyleyenler sadece birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Onlara şöyle buyurdu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında Ensar topluca “Evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’ne!..” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı.

Kıymetli Hocamız, Âl-i İmran Suresi’nin 159. ayet-i kerimesi üzerinde durdu; bu ilahi beyanın manasını, emirlerini ve nazil olduğu sıradaki şartları açıkladı:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın (ki Sen hiç öyle olmazsın) insanlar Senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki Kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159)

Evet, Uhud Muharebesini müteakiben nazil olduğu nakledilen bu âyet, istişarenin ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: Düşman saldırısı karşısında Hazreti Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) savaş stratejisi konusunda ashabını toplayıp istişare etmişti. Şahsî fikrine göre, şehir dışına çıkmak yerine Medine’de kalarak savunma harbi yapılmalıydı. Şehrin dışına çıkıp meydan muharebesi yapma taraftarları fazla olunca onların fikrine uyup Uhud’a çıktı. Savaş neticesinde bunun iyi sonuç vermediği anlaşıldı. Buna rağmen mücahedenin hemen akabinde gelen bu âyet istişareyi emrediyor. Demek ki meşverette büyük bir hayır ve bereket vardır.

Hocaefendi, istişare yapmanın önemli olduğu kadar istişarenin kiminle/kimlerle yapılacağı meselesinin de büyük ehemmiyet taşıdığını dile getirdi; “Size yağ çekenlerle istişare etmeyeceksiniz. Bir yönüyle bir kısım çıkar bağlarıyla size bağlanmış insanlarla istişare etmeyeceksiniz. Onlar ‘Âlem seninle gurur duyuyor’ derler. Sizden bir kısım beklentileri bulunan insanlarla istişare ederseniz, ‘Eşin yok, menendin yok, kakül-ü gülberlerine acem mülkü fedadır!’ diyenlerle istişare ederseniz, yanıltırlar sizi. Çünkü onlar dar ufukludurlar. Sadece bu günü görürler; belki bir de çocuklarının hayatlarının sonuna kadarki zaman dilimini görürler. Böylesine dar düşünceli kimselerle engin ufuk isteyen meseleler çözülemez. Başka bir derdi olmayan, oturup kalkıp mefkurenizi ikame etme istikametinde sancı çeken ve bir çıkar bir menfaat beklemeyen insanlarla istişare edeceksiniz. Size de dokunsa başkalarına da dokunsa düşüncelerini objektif olarak, makul ve uygun bir üslupla ortaya koyacak insanlarla istişare edeceksiniz.” dedi.

Aziz Hocamız, sohbetin son bölümünde, güzel düşünce ve güzel niyetin çok önemli olduğuna ama mefkure insanları için bunların tek başına kafi gelemeyeceğine değinerek şöyle buyurdu: “Hüsn-ü niyet çok güzledir; fakat, o mantık, muhakeme ve meşveret sütunları üzerinde oluşturulmuşsa kıymet kazanır. Yoksa, hüsn-ü niyet zatında değerli bir şey olduğu halde, bu sütunlara dayandarılmadığı için yıkılır. Evet, hüsn-ü niyet mutlaka meşveret, sağlam mantık, sağlam muhakeme, realiteleri doğru görme ve kendini, çevreyi, karşıdakileri doğru okuma gibi sütunlar üzerine oturtulmalıdır ki, duvarlar merkezkaç ile kaçıvermesin ve o hüsn-ü niyet kubbesi de çökmesin.”

İstanbul’un Fethi’nden önce bir aralık Ayasofya’nın kubbesinin çökme tehlikesi geçirdiğini, Osmanlı’dan yardım istendiğini ve Mimar Hayrettin’in kubbeyi tamir ederken sütunları ve duvarları güçlendirme çalışması sırasında minare ayakları da hazırladığını ve sultanın huzuruna varıp “Hünkarım, minarelerin kaidelerini ben yaptım, İstanbul’u fethedip minarelerini koymak da size kaldı!.” dediğini nakleden Hocaefendi, sözlerini şu ifadelerden sonra noktaladı: “Anlıyor musunuz? Bugün yapacağınız şeyle yarım asır sonra ne olur, hesap etmeniz lazım. Günübirlikçilik, sizin problemlerinizi çözmeye yetmez. Evet, günübirlikçilikle milletimizin problemleri çözülemez; aklı yüz sene ötesine erecek insanlar çözer o problemleri.”

20 dakikalık bu güzel hasbihali ses dosyası olarak sunuyoruz.

Muhabbetle…