Ayakkabım Yoktu, Ayaksızı Gördüm!..

Ayakkabım Yoktu, Ayaksızı Gördüm!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Merhaba arkadaşlar!

Sizin dualarınızın da bereketiyle olsa gerek, bir önceki beraberliğimizde söz verdiğim gibi programlı ve dolu dolu bir yaz döneminin iki haftasını geride bıraktım. Özellikle, henüz Türkiye’ye gitmemiş birkaç arkadaşla aynı evi paylaştığım şu son on günde, bol bol kitap okudum, Kuran’ı daha güzel telaffuz edebilmek için ders aldım, yaşıma uygun ilmihal bilgileri edindim ve çok değişik konularda sohbetler dinledim. Tabii ki biraz eğlenerek ama eğlenirken bile öğrenerek zihni yorgunluğumu atmayı da ihmal etmedim; atasözü yarışmasında, el sanatları çalışmamız sırasında ve ilahi provaları yaptığımız anlarda hoşça vakit geçirdim. Biliyor musunuz, voleybol ve futbol oynadığımız esnada bile takım ruhu, birlikte iş yapma şuuru, yardımlaşma, kızmama ve darılmama bilinci hesabına çok şey öğrendim. Bu arada, sizi de hiç unutmadım; okuyup dinlediğim konuları “Bunu da paylaşmalıyım” deyip defterime not aldım. Onların hepsini olmasa da bir kısmını size de anlatmak istiyorum.

Açlıktan Ölenler de Var

“İnsanlar çeşit çeşittir” der annem, gerçekten de öyle. Herkesin ayrı bir huyu olabiliyor; bazen birinin sevdiğinden diğeri hoşlanmıyor. Bunun en güzel örneğini yemek için sofraya oturduğumuzda görüyordum. On arkadaşın herbirinden ayrı bir ses çıkıyordu; kimisi et yemiyor, kimisi sebze sevmiyor, kimisi acı olmasa da biberi görmeye bile dayanamıyordu. Hani sevmediği bir yemeğe elini uzatmayan ama ses de çıkarmayanları anlayabiliyordum; fakat, Allah’ın bir nimetine karşı burun kıvıranları ve dudak bükenleri bir türlü kabullenemiyor, nimete saygısızlığın onu verene de saygısızlık olacağını düşünüyordum. Aslında, öyle tavırlar görünce dayanamam ama program sorumlumuza olan güvenim beni sakinleştiriyordu. “Onun bir bildiği vardır” diyordum içimden; nitekim yanılmıyordum, o, problem çıktığı anlarda çok sakin ve güleryüzlü bir hal sergiliyor, hiç kızmıyor ama namaz sonrası yaptığımız derslerde yumuşak bir üslupla düzeltilmesi gereken davranışlarımızın doğrularını anlatıyordu.

Aslında, ben de önceden bazı yemekleri yemiyordum. Fakat, televizyonda Açe gibi yerlerdeki ve Afrika’daki bir sürü çocuğun ne kadar aç ve susuz kaldıklarını, çöplerin içindeki yiyecekleri seçip yemeye bile can attıklarını görünce, annem de beni uyarmış ve bize lutfedilen nimetlerin kıymetini vaktinde bilemezsek Allah’ın o nimetlerin hepsini elimizden alarak bizi de imtihan edebileceğini söylemişti. O zamandan beri önüme ne konursa konsun yemeye çalışıyor ve sonunda da “Allahım, bu nimetlere saygılı davranıp hepsini yedim. Ne olur önceden yemediğim ve kötü söz söylediğim için beni cezalandırma!” diyorum.

Ayrıca, Allah’ın yarattığı nimetlerin hiçbiri boşu boşuna değildir. Annem der ki, “Allah her nimette insanlar için şifa ve faydalar saklamıştır. Eğer sağlıklı, zeki, zinde, hastalıklara karşı dayanıklı ve güçlü bir çocuk olmak istiyorsan her yiyecekten az da olsa yemelisin.” O arkadaşlarımla da bunları konuştuk; elhamdulillah, onlardan bir tanesi eskiden yemediği bir sebzeyi yemeye başladı. Diğerleri de, önlerine konan yemeği görünce kaş göz hareketi yapmayı ve şikayet etmeyi yavaş yavaş terkettiler.

Seni Mahrum Etmedi ya!

Programda tanıştığım bir arkadaş ve ailesi, vizeleri sebebiyle üç yıldır Türkiye’ye gidemiyorlarmış. O arkadaşım, her fırsatta Türkiye’ye olan sevgisini dile getiriyor, sürekli gurbetten ve yabancı bir ülkede bulunmaktan şikayet ediyordu. Öyle ki, bazen dalıp gidiyor, oynadığı oyundan bile zevk alamıyordu. Onun bu halini görünce ben de çok üzüldüm; kendisine verilen güzellikleri farkedebilmesi ve onlara şükredip mutlu olabilmesi için bazı şeyler anlatmaya çalıştım. Program sorumlumuz da onun halini farketmiş herhalde ki bir ikindi dersinde bu konu üzerinde durdu.

Önce vücudumuzdaki organlarımızın nasıl büyük birer nimet olduğunu anlattı. Örneğin, gözümüzün konulduğu yerin, zarar görmemesi için alınmış olan tedbirlerin, bir de ondaki görme kabiliyetinin ne kadar harika bir şekilde tasarlandığından bahsetti. Bunun dışında bize verilen nimetleri saymakla bitiremeyeceğimizden ve ne yaparsak yapalım yine de bu nimetlerin şükrünü tam olarak eda edemeyeceğimizden söz açtı.

O arkadaş, kullar arasında ayrım yapıldığını, bazılarına daha güzel şeyler verildiğini, bunun ise haksızlık olduğunu, o yüzden de haksızlığa uğrayan kimsenin teşekkür etmesine gerek olmadığını söyledi.  (Bu cümleleri yazarken bile adeta titriyorum; onlar ne kadar çirkin düşüncelerdi; Yüce Yaratıcı, o türlü eksik ve kusurlardan uzaktır. Bir hakikati anlatmak için olsa da bu cümlelere yer verdiğim için beni de o arkadaşımı da affetsin.) Bu düşüncelere sahip olan arkadaşıma o denli kızmıştım ki, ona faydalı olabileceğimi düşünmesem bir daha onun yanına bile gitmeyebilirdim. “Allah hakkında böyle bir şeyi nasıl söyler?” diye düşünmeden edemiyordum. Hoşgörüsüne, merhametine, bize karşı sevgisine ve yumuşak tavırlarına hayran olduğum rehberimiz her zamanki sakin haliyle ona cevap verdi:

“Birisi sana, ‘Neden hep defterinin sol sayfalarına resim yapıyor, sağdakilere yazı yazıyorsun; diğerine de resim yapsan olmaz mı?’ dese, ne cevap verirsin?” Aceleci bir yapısı olan arkadaş hemen;

“Defter benim değil mi, ister yazı yazarım, ister resim çizerim, istersem de sayfa sayfa yırtar uçak yaparım.” diyerek soruya cevap verdi.

“Peki hiç düşündün mü, sen kiminsin? Senin neyin var, ötelerden ne getirdin? Allah’a ne verdin ki O’ndan bazı şeyleri bolca vermesini istiyorsun? Allahu Teâlâ sana dese ki, “Benim olanları Bana ver, senin olanlarla çık ortaya da kimliğini göster ve elinde ne kaldığını söyle!” Acaba, bu teklife ne cevap verirsin? O’nun olanları verince sana ne kalır? Sen bile O’nun değil misin? Evet, bu kainatta gördüğümüz ve hatta göremediğimiz her şey Allah’a aittir, bizim olduğunu zannettiğimiz şeyler bile. Bu sebeple de Allah, sahip olduklarına istediğini yapar, kimse de O’na ‘Niye öyle yapıyorsun?’ diye hesap soramaz. Biz, Allah’ın bize emaneten verdiği bir defteri bile istediğimiz gibi kullanabileceğimizi söylerken her şeyin sahibi olan Allah’ın tasarruflarına nasıl haksızlık diyebiliriz ki? Hem biz Allah’ın bize lutfederek verdiği ağzımız, gözümüz, kulağımız, ayaklarımız, ailemiz, her saniye alıp verdiğimiz nefeslerimiz ve bunlar gibi milyonlarca şey karşılığında Allah’a ne verdik ki bir de hak iddia edelim.”

Bu konuşmalar esnasında ben de söz istedim ve dedim ki;

“Bir gün Ayyüzlü misafirlerine hediye dağıtmıştı. Ben bir kenarda sessiz sessiz duruyordum ki benim elime de bir kutu uzattı. Belki orada bulunanlardan bazılarına verdiği kutular büyüktü; onların hediyeleri bir tane değil birkaç taneydi. Fakat, hediyeler arasındaki fark beni hiç meşgul etmemişti. Hep şunlar geçmişti zihnimden: “O hak dostu beni de insan yerine koydu ya; bana da iltifatta bulunup şefkat nazarıyla baktı ya. Oysa, o yaramaz halimle ben imzalı bir saati hiç hak etmiyordum; hak etmediğim halde öyle bir hediye aldıktan sonra daha nasıl olurdu da fazlasını almadığım için üzülüp şikayet edebilirdim?”

Yalnız Değilsiniz

Rehberimiz beni tasdik ettikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Her işte hikmeti vardır, abes iş işlemez Allah. Bazen zenginlik, bazen sağlıklı bir vücut, bazen gençlik beraberinde pek çok imtihanı da getirir. Sen Türkiye’ye gitmek istiyorsun ve gidemediğin için üzülüyorsun. Peki ya gittiğin halde hayal ettiğin kadar güzel vakit geçiremeyeceksen veya Allah muhafaza başınıza bir sıkıntı gelecekse? Her şeyi en iyi bilen ve en güzel yapan Allah, hem daha çok dua edip O’na biraz daha yaklaşasınız hem de burada olacak bazı güzel şeyleri kaçırmayasınız diye sizi burada tutuyor olamaz mı?! Hem bu konuda siz yalnız da değilsiniz. Dünyanın dört bucağında anne baba hasretine ve gurbetin zorluklarına katlanarak senelerce sabreden ve Türkiye’ye ancak yıllar sonra bir süreliğine dönebilen binlerce eğitim gönüllüsü var. Hatırlasana Ahmet öğretmeni, Hatice Abla’yı. Onlar da senelerdir gidemediler güzel vatanımıza. Son bir şey söyleyeyim sana; bugün dünyanın birçok yerindeki insanlar Ayyüzlü’yü bir kerecik olsun yakından görebilmek için buraya gelmeyi can u gönülden istiyorlar. Fakat, bu çoklarına nasip olmuyor. Oysa, sen daha dün gördün onu, namaz kıldın arkasında. Bu nimet, bütün olumsuzlukları unutturabilecek kadar büyük değil mi senin gözünde?”

Bu sözler üzerine hepimiz çok hislenmiş, ne kadar büyük nimetler içinde olduğumuzu düşünmeye durmuştuk ki aklıma gelen bir hususu söylemeden edemedim;:

“Ben bu konularla ilgili sorular sorduğumda ve “Niçin şöyle, neden böyle?” dediğimde, annem böyle soruların sadece öğrenme maksadıyla sorulabileceğini, yoksa nankörlüğe ve büyük günaha girilmiş olacağını söylemişti.”

Bu kadar ikazdan sonra, söylediklerine pişman olan arkadaşım ağlamaklı bir edayla sordu:

“Şimdi ben büyük bir günah mı işledim? Elimdeki güzellikler için teşekkür edeceğime, sahip olmadıklarım için Allah’a isyan ettim desenize. Af dilesem Allah beni affeder mi?”

“Sen gerçekten pişman olup Allah’tan af diler ve bir daha aynı hatayı yapmamaya kararlı olursan, o çok merhametli olan Allah affetmez mi? Size denizlerin köpüğü kadar günahlarınız olsa bile onları temizleyecek bir şey söyleyeyim mi?” dedi rehberimiz.

“Eveet.. söyle, n’olur!” diye hep bir ağızdan bağırdık.

“Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; “Kim kuşluk vaktinde iki rek’at namaza devam ederse, Allah, deniz köpüğü kadar çok da olsa onun günahlarını affeder.”

“Kuşluk ne demek?”

“Kuşluk, günün sabahla öğle arasındaki bölümüne denir. O vakitte kılınan namaza da kuşluk veya duha namazı adı verilir. Kim bu namazı her gün kılarsa hem Allah onun günahlarının hepsini affeder hem de o kişi organlarının ve vücudundaki eklemlerinin şükrünü eda etmiş olur, bunu da Allah Rasulü söylüyor.” O arkadaş sanki bir define bulmuş gibi sevinerek;

“Hadi öyleyse hemen duha namazı kılalım.” dedi. Rehberimiz tebessüm ederek;

“Şimdi ikindi vakti, duha namazı sabah namazıyla öğlen namazı arasında kılınır. İnşallah yarın sabah başlarız duha namazı kılmaya. İsterseniz konuştuğumuz konuyla ilgili bir hikaye okuyarak bitirelim sohbetimizi, sonra da akşam namazına hazırlanalım.” dedi ve hikayeyi anlatmaya başladı:

Delik Ayakkabılar

“Ahmet adında bir çocuk varmış. Ailesi çok fakirmiş; Ahmet’in ayakkabıları delik deşik olmasına rağmen yenilerini alamamışlar. Artık kış soğuğu da bastırmaya başlamış. İlkokula giden Ahmet çok üşüyormuş; çünkü önlüğünün üstünde sadece ince bir hırka varmış, bir de ayakkabısı su aldığından ayakları sırılsıklam oluyormuş. Ahmet, ilk defa o sene pek üzülmüş yoksul olmalarına. “Kalın bir palto ile sağlam bir ayakkabı alacak paramız olsaydı ne olurdu sanki!” diye söylenirmiş kendi kendine.

Birgün okuldan dönerken çok susamış ve şadırvandan su içmek için cami avlusuna girmiş. Ayaklarını dinlendirmek için ayakkabısını çıkardığında kirlenen çoraplarını görmüş ve fakirliğe kahredercesine ayakkabısını öfkeyle yere atmış. Tam o sırada yanında abdest alan bir adamın tek ayağını yıkayıp kalktığını görmüş. Zavallının öteki ayağı yokmuş. Ahmet onun halini görünce şükürsüzlüğüne çok üzülmüş, nankörlüğünden dolayı Allah’tan pek utanmış; ayakkabıyı bile unutmuş, açmış ellerini ve Allah’a şükretmiş. Gözyaşlarının o küçücük ellerine düştüğünü gören bir amca Ahmet’e niçin ağladığını sorunca, o şöyle cevap vermiş: “Ayakkabım yoktu üzülüyor ve halimden şikayet ediyordum; ayaksızı görünce ayakkabıyı unuttum ve bana ayak verene teşekkür borcum olduğunu fakettim.” 

Evet arkadaşlar,

Şükretmemiz gereken ne kadar çok nimet var değil mi? Geçen hafta demiştim ya; bu nimetlerden biri de yaz tatili. Onun şükrü çok okumak ve eksikleri kapamakla ödenebilir. Emin olun, ben bu konuda gayret ediyorum; Peygamber Efendimiz’in hayatıyla ilgili okuduğum kitapta epey ilerledim. Bugün “Felak” suresinin manasını da belki üç tane kitaptan araştırıp öğrendim. Artık onu da namazda okurken ne dediğimi bileceğim. Umarım, siz de tatili değerlendirmek için dini kitaplar okuyup, Allah’tan gelen mektubu anlamak için Kuran çalışıyorsunuzdur. Benim sözüm söz, yaz bitene kadar gücüm yettiğince kendimi geliştirmeye devam edeceğim.

Duha namazında bana da dua etmeyi unutmayın lütfen.


Arkadaşınız Talip Rıza 🙂