Ötelere Yolculuk

Ötelere Yolculuk
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Merhaba Arkadaşlar,


Masanın üzerinde uçak biletlerini görünce ve hele onlardan birinde kendi adımın yazılı olduğunu fark edince çok sevindim. Çünkü, can atarcasına beklediğim yolculuklardan birine çıkacaktık. Önündeki kitaplara iyice dalmış ve kendini aldığı notlara vermiş olan babama yolculuğun sebebini sorduğumda sadece “Mi’raç Kandili” cevabını alabildim. Belli ki babam zihninin dağılmasını istemiyordu ama beni cevapsız bırakmayı da hoş görmediği için iki kelimeyle merakımı gideriyordu.


Aslında babam farkında değildi, fakat o iki kelime beni yolculuğun sebebini öğrenmekten daha fazla meraka sevketmişti. Mi’raç ne demekti? Mi’raç kandili neydi? Önceki senelerde de duyduğum, anne-babamı taklit ederek bir iki defa da gündüzünde oruç tutup gecesinde uyanık kaldığım bu kutlu geceye değer kazandıran sebebi ilk defa bu kadar çok öğrenmek istiyordum. Böyle durumlarda tek müracaat kaynağım annemdir. Hemen gidip ona sordum.


Ben her zaman annemin ilk işiyimdir; -hani derler ya- iki eli kanda da olsa, annem hemen her çağırdığımda işi gücü bırakıp benimle ilgilenir. Fakat, beni hazırcılığa alıştırmak da istemez. Araştırma ve kendi kendime öğrenme kabiliyetimi geliştirmeye çalışır. Bu defa da öyle yaptı; kendisinin de Mi’raç mucizesi ile alakalı bir derse hazırlandığını söyleyip daha önceden çantasına koyduğu kitapları çıkararak bana verdi. Ben annemin ne kastettiğini anlayıp çalışma masama gitmeye yeltenirken o birkaç hususa değinmeden de edemedi:


Mucize ve Avuçtaki Gülleler


“Oğlum, Allah’ın yaratmasıyla bir peygamber tarafından ortaya konan, tabiat kanunlarını aşan, âdetler üstü ve fevkalâde hadiselere “mucize” denir. Mucize, sadece peygamberlerin eliyle gerçekleşir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerini yalnız bırakmadığını göstermek ve onları doğrulayıp desteklemek için başka insanları hayrette bırakacak bazı  olağanüstü hadiseleri onlara kolay kılmış ve yaptırmıştır. Mi’râç da Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in en büyük mucizelerinden biridir.”


“Anneciğim, Peygamber Efendimizin başka mucizeleri de var mı?”


“Evet Talip, Sevgili Peygamberimizin binlerce mucizesi vardır. Mesela; minik minik taşlar O’nun avucuyla buluşunca dile gelip Allah’ın adını tesbih etmişlerdir. Kainat’ın Efendisi, avucunda Allah’ı zikreden o küçük taşları düşmanın üzerine atınca, onlar birer gülleye dönüşmüş ve kime isabet ettiyse onu yere sermiştir. Bir savaşta ordunun hiç suyu kalmayınca Allah Rasûlü’nün uzattığı parmaklarından musluktan dökülür gibi su akmış ve o su bütün bir orduya yetmiştir. Aynı elinin parmağıyla Ay’a işaret edince, Ay bir süreliğine ikiye bölünmüştür.. bunlar sadece O’nun eliyle gerçekleşen mucizelerin birkaç tanesidir. Bundan başka yüzlerce mucizesi vardır Peygamber Efendimizin.”


Hayret ve hayranlıkla annemi dinledikten sonra oradan ayrılırken, annem “Oğlum, okumaya Mi’raç hadisesinden evvel Allah Rasulü’nün yaşadıklarıyla başlamalısın. Öncesini bilirsen Mi’racın kıymetini daha iyi anlarsın.” deyince ben de öyle yaptım. İlk vahyin gelişinden Mi’raç gecesine kadar Peygamberimizin başından geçenleri hızlıca okudum.  


Gök Seyahatine Doğru


Kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra artık Allah Rasûlü’nün tek gayesi vardı; o da, insanlara Allah’ı anlatarak onları putlara tapmaktan alıkoymak; Allah’ın emirlerine karşı gelmekten vazgeçirerek Cehennem’e yakıt olmaktan kurtarmak ve mü’mince yaşamalarını sağlayarak Cennet’e girmeye layık hale getirmekti. Bu vazife O’nun için o kadar önemliydi ki, biz nasıl yemek yemez, su içmez, nefes almazsak yaşayamayız, Allah Rasûlü de insanlara Allah’ı anlatmadan yaşayamazdı. Gün içerisinde hiçbir insanın hidayetine vesile olamadıysa çok üzülür, o gece sabaha kadar uyuyamaz; insanların Allah’ın birliğine iman etmeleri için dua dua yalvarırdı. Ertesi gün ise, yine kapı kapı, panayır panayır dolaşır, herkese kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu ve artık Allah’tan başka hiçbir şeye tapmamalarını söylerdi. Birisi kendisine bir kötülük yapsa, o kötülüğün sahibine asla kızmaz, onun Allah tarafından cezalandırılmasından ve imansız gitmesinden korkardı.


Ne var ki, kendi akrabaları bile kurulu düzenlerinin bozulacağı ve işlerini, zenginliklerini, makam ve mansıplarını kaybedecekleri korkusuyla O’nun anlattıklarını dinlemeye yanaşmıyorlardı. Fakat O, kapısından yüz defa kovulduğu kimselerin yanına bir kere daha gidiyor ve yine dine davet ediyordu. Ne acıdır ki, onlar, o vakte kadar herkesten daha çok güvendikleri Allah Rasûlü’nü sihirbazlıkla suçluyor, O’nunla alay ediyor ve üzerine pis şeyler atıyorlardı. Asıl maksatları sadece O’nu değil, O’nun getirdiği yüce dini yok etmekti.
Allah Rasûlü’nü yolundan döndüremeyeceklerini anlayan müşrikler, bu sefer diğer mü’minleri dinlerinden vazgeçirmek için kaba kuvvete başvuruyor, işkenceler yapıyor, hatta bazı Müslümanları şehit ediyorlardı. Üç sene boyunca bütün mü’minleri bir yere hapsetmiş, hiç kimseyle alışveriş yapmalarına müsaade etmemişlerdi. O hapis esnasında  pek çok kadın ve çocuk açlıktan, hastalıktan vefat etmişti.


O seneye “hüzün senesi” denmişti; çünkü, o yıl Peygamber Efendimiz, 25 senelik biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hazreti Hatîce vâlidemizi kaybetmişti. Bundan bir müddet evvel de amcası Ebû Tâlib vefât etmişti. Artık Mekke müşriklerine karşı onu himâye edecek kimse de kalmamıştı. Hem kendisine hem de Ashâbına uygulanan baskılar, ezâ ve cefâlar haddi, hudûdu aşmıştı.


Mekke’deki insanlar, O’nu dinlemeyince kavminden gelen onca sıkıntıya göğüs geren Allah Rasûlü bu sefer Taif adındaki şehre gidip oradakilere Allah’ı anlatmak istemişti. Ama Taifliler, Peygamberimiz’i dinlemedikleri gibi, aynı zamanda civardaki deli, çoluk-çocuk ne kadar insan varsa, hepsini kışkırtarak Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i taş yağmuruna tutturarak şehirden kovmuşlardı. O sırada Peygamberimiz’in yanında olan Hazreti Zeyd, her ne kadar Allah Rasûlü’nün önüne geçerek taşların O’na isabet etmesini önlemeye çalıştıysa da o ve Efendiler Efendisi kanlar içinde kalmışlardı. Oradan uzaklaşıp bir yere oturduklarında Hazreti Cebrail bazı meleklerle beraber gelerek, Allah Rasûlü’ne, isterse Taif’teki herkesi ve her şeyi yerle bir edebileceklerini söylemişti. Fakat, onların helak olmalarını istemeyen şefkatli Peygamberimiz Allah’a yönelerek “Ya Rabbi, onlar beni bilmiyorlar; eğer yüz sene sonra bile içlerinden bir tane hayırlı insan çıkacaksa ne olur onları helak etme!” diyerek dua etti.


Evet arkadaşlar,


Kendisini öldürmek isteyen kimselere bile hayır duada bulunan bir peygamber, aradan asırlar geçmesine rağmen O’na iman edenleri hiç yalnız bırakır mı? O’na taş atanları dahi kurtarmayı arzu eden Efendimiz, huzuruna güllerle çıkmak için fırsat kollayan âşıklarını tebessüm ederek karşılayıp gözyaşlarını silmez mi?


Yahu ne olur, “Talip, bunlar senin sözlerin olamaz, sen daha küçüksün!” demeyin. Demeyin “Bu yaşa bu sözler biraz fazla” diye. “Vefat ettiğimi Efendimize haber vermeyin; O kalkıp cenazeme gelmek ister. Yolda müşriklerin O’na zarar vermesinden korkarım” diyen Gül Devri’nin Talha’sı kaç yaşındaydı sanki?!. Neyse.. O’nun uğrunda söylenmesi gereken sözler bitmez; ben yine konuya döneyim.


O Gece


Tâif’ten de müteessir olarak döndüğünde, misafir kaldığı evde istirahate çekildiği bir sırada Cebrail aleyhisselam gelerek Efendimiz’e Allah’ın özel bir davetini getirmişti. Bu öyle bir davetti ki, daha önce hiçkimseye nasip olmayan bir seyahate çağrılıyordu Allah Rasûlü. Beraberce Kabe’ye gitmişler, oradan da Burak adlı bineğe binerek normalde bir ayda ancak varılabilecek olan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya göz açıp kapayıncaya kadar gidivermişlerdi. Orada bütün peygamberlerin ruhları Allah Rasûlü’nü bekliyorlardı; O’nu öne geçirip arkasında namaz kılacaklardı. Aslında, bekleyen sadece onlar değildi; bütün sema “O geliyor, O geliyor” müjdesiyle yankılanıyordu.


Ve işte beklenen, özlenen ve arzulanan Nebi, Hazreti Cebrail’in eşliğinde Mi’râç adındaki merdiven ya da asansör gibi bir binitle semaya yükseliyor; bir duraktan sonra yolculuğuna meleklerin kanadıyla devam edip yedi kat semayı geçiyordu.


İşte, bu noktaya gelince daha fazla okuyamadım. Zihnimin çok çok zorlandığı mesafelerden bahsediliyordu. Az dinlenmek için bahçeye çıkmıştım ki, Kur’an öğretmenim olan abi karşıdan çıkageldi. Beni dalgın görünce sebebini sordu. Ben de başka bir soruyla karşılık verdim:


“Abi, Mi’raçla alakalı bir yazıda Peygamberimizin yedi kat semayı geçtiğini okudum. Hemen aklıma geçen gün fırlatılan uzay mekiği geldi. Dünyayı saran atmosfer yedi katmandan oluştuğu için “Şimdiki teknolojiyle, Amerikalılar bile Mi’raca çıkabiliyorlar“ dedim kendi kendime. Siz ne dersiniz, doğru düşünüyor muyum acaba?”


“Hay çok yaşayasın Talibim, ben de az önce Mi’raç sohbeti için bazı şeyler okuyordum. Seni Allah çıkardı karşıma. Bak, bazı notlarımı sana anlatayım; böylece daha güzel öğrenmiş olurum:


“Kainatta milyonlarca galaksi vardır. En büyük galaksideki yıldız sayısı yaklaşık 3 trilyondur. Orta büyüklükteki bir galakside yaklaşık 200-300 milyar yıldız vardır. Tabiî her bir yıldızın en az Güneşimiz kadar büyük olduğunu, ayrıca pek çok yıldızın etrafında Dünyamız gibi irili ufaklı gezegenlerin döndüğünü de unutmamak gerekir. Galaksiler bir araya gelerek galaksi kümelerini oluşturur. Kimi zaman, bir galaksi kümesinde binlerce galaksi olabilir. Galaksi kümeleri de kendi aralarında kümeleşir. Güneş Sistemimiz Samanyolu Galaksisi’nin merkeze yakın olan kısmındadır. Çok büyük zannettiğimiz ve gözümüzde devleştirdiğimiz Dünya gezegeni ise, kâinatta bir toz tanesi kadar dahi yer tutmamaktadır.


İşin daha da müthiş ve ilginç olan tarafına gelince, trilyonlarca yıldız, en küçüğü 100 milyon yıldızdan oluşan milyonlarca galaksinin hepsi bizim bir kısmını gördüğümüz şu en yakın semâda bulunmaktadır. Müfessirlerin çoğuna göre dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddi âlemin hepsi bir gök olup, yedi semanın birincisidir. Ve bunun ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. İşte, Allah Rasûlü, o gök yolculuğunda bu semaların hepsini geçmiş ve arkada bırakmıştır.”


Arkadaşlar,


İşin doğrusu abiyi dinlerken biraz sıkıldım. Anlayamadım çünkü. O sözünü bitirince sadece “Evet abi, uzakmış hem de çok uzak…” diyebildim.


Fakat bir hususu aklımda tutabildim: Bir insanın bu Güneş Sistemi’nin içinden çıkması için, bir füzeyle yirmi bin yıl gitmesi lâzımmış. İşte Peygamber Efendimiz bu kadar çok uzaktaki yerleri çok kısa bir zamanda aşıp her semada peygamberleri, melekleri, Cennet’i ve Cehennem’i görmüş.


O kadar çok yükselmiş ki meleklerin dahi geçmesine izin verilmeyen “Sidretü’l-Münteha” adında bir sınıra ulaşmış. Cebrail aleyhisselam “Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l-Münteha’da kalmış. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yoluna devam etmiş. Nihayet, daha önce hiçbir varlığa nasip olmayan bir şekilde Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıkmış.


Bizim İçin Geri Geldi


Mi’raç yolculuğunda, Cenab-ı Allah sevgili Peygamberimize isterse dünyaya dönmeyip oradaki güzellikler içerisinde kalabileceği söylemiş. Fakat, herkesten daha çok vefalı olan, bizi kendimizden bile çok düşünen, ümmeti olmadan hiçbir güzelliği kabul etmeyen Peygamber Efendimiz orada görüp duyduklarını ümmetiyle paylaşmak ve –inşaallah- bizi de oraya taşımak için bu sıkıntı, işkence ve zulüm dolu dünyaya dönmeyi tercih etmiş.


Bir düşünsenize, öyle bir teklif bize yapılsa ve istersek Cennet’te kalabileceğimiz söylense, biz ne yapardık. İhtimal, hemen hepimiz o anda hiçkimseyi düşünemez ve orada kalmayı tercih ederdik. Tabii O İnsanlığın İftihar Tablosu’ydu ve böyle bir fedakarlığı Alemlerin Efendisi’nden başka kimse yapamazdı, belki de bu yüzden bu manadaki bir Mi’raç yalnızca O’na nasip olmuştu.


Haa, bu arada, biraz dünyalık görünce, azıcık mala-mülke kavuşunca ve bir miktar rahata erince dini-diyaneti unutup dünyaya dalanların kulakları çınlasın. Zira, Allah Rasulü Cennet’i ve ona kavuşmanın ötesindeki güzellikleri gördüğü halde başı dönmemiş, bakışları bulanmamış ve geri dönmesiyle bize vefalı bir kul olma dersi vermiştir. (Aramızda kalsın, ben bazen namaza çağrılınca parktan eve dönmekte bile zorlanıyorum.)


Zaten Peygamberimizle ilgili “Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız, sıkıntıya girmeniz ona çok ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” ayetini okuduğumda O’na karşı sevgim çok daha fazla artmıştı. Hep başıma bir sıkıntı geldiğinde, bir kenarda ağladığımda Peygamber Efendimiz’in de benim düştüğüm duruma üzüldüğünü düşünür, O’nu daha fazla üzmemek için kendime çeki-düzen vermeye çalışırım. Bir de düşünsenize, bizim en ufak sıkıntımızla dertlenen Allah Rasûlü, bizim Allah’ın emirlerini dinlemeyip, Cehennem’e gitmekle sonuçlanacak işler yaptığımızı görünce ne hale geliyordur. İşte şefkat ve merhamet peygamberi Efendimiz sadece ailesi ve arkadaşları için değil, kendisinden yüzlerce yıl sonra dünyaya gelecek bizim gibi insanlar için de endişelenmiş ve dünyaya geri gelmiş.


Mi’raç Hediyeleri


Gelmiş ama beraberinde hediyeler de getirmiş. Biz annemlerle başka bir şehre gittiğimizde, dönüşte komşularımıza, sevdiklerimize muhakkak ya pişmaniye ya da çekme helva alırdık. Dedemler hacca gittiklerinde Zemzem, hurma ve bir de bana özel bir tesbih getirmişlerdi. Gidilen yere göre getirilen hediyeler de farklı olur. “Ben Mi’raçtan daha güzel bir şey görmüş değilim” diyen Peygamberler Sultanı da bu seyahatten dönerken, böyle mukaddes bir yolculuğa yakışır hediyeler ve müjdelerle gelmiş.


Bu hediyelerin başında meleklere bile sadece bir kısmının nasip olduğu ve insanları her rekatında Mi’râca çıkarabilen beş vakit namaz geliyor. Bunun yanısıra, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesi var. Ayrıca, iyi amele niyetlenen kişiye -onu yapamasa bile- bir sevap, eğer yaparsa on sevap yazılacağı; fakat kötü amele niyetlenen kişiye -onu yapmadığı müddetçe- hiçbir günahın yazılmayacağı, ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı muştusu da hediyeler arasında. Bir de, her yatsıdan sonra okuduğumuz Bakara Suresi’nin son ayetleri (Âmene’r-rasûlü…) o gecenin hatırası.


Sözü uzattığımın farkındayım ama Hazreti Ebu Bekir’den bahsetmeden Mi’raç bahsini bitirmemi beklemezsiniz herhalde!..


Peygamber Efendimiz, geri geldiğinde Mi’raçta gördüklerini herkese anlatmış ama bazıları o güne kadar bir kez yalanına şahit olmadıkları Allah Rasûlü’ne inanmamış ve imtihanı kaybetmişlerdi. Hazreti Ebu Bekir ise, “O söylüyorsa şüphesiz doğrudur, bir anda gidip gelmiştir.” diyerek bu imtihanı kazanmış ve Peygamberlik mertebesinden hemen sonraki en yüksek seviye olan “Sıddıkıyet” makamına yükselmişti.


Sabırlı arkadaşlarım,


Günde beş kere Mi’raca çıkarken o yolculuklarınızın bazılarında bana da dua etmenizi diler; Mi’raç kandilinizi şimdiden tebrik ederim.


Arkadaşınız Talip Rıza 🙂