Çoğulculuk

Çoğulculuk
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Çoğulculuk, küreselleşen bir dünyada en çok telaffuz edilen kavramlardan biri hâline geldi. Her ne kadar bir kavram olarak modern döneme ait olsa da, İslâm’ın hakkıyla yaşandığı ilk dönemlerde isimsiz müsemma olarak çoğulculuğun hayatın içinde yer aldığı görülür. Mü’minler, farklı hissiyat, mülahaza ve fikirleri saygıyla karşılamış, herkese karşı hoşgörüyle davranmışlardır.

Öncelikle bilinmesi gerekir ki Allah nazarında en müstesna bir topluluk olan sahabe döneminde bile mutlak bir vahdet söz konusu olmamıştır. Onların içinde nice farklı yönelişler ve değişik fikirler vardır. Bir Hz. Ömer ile Ebu Zerr’in veya Hz. Ebu Bekir ile Bilal-i Habeşi’nin hayatlarına göz atacak olursanız, aralarında ne kadar büyük farklılıklar olduğunu görürsünüz. Oysa ki onların her biri aynı menhelü’l-azbü’l-mevrûddan (tatlı su kaynağından) beslenen, aynı manevi gıdayı alan ve aynı hedefe yürüyen kimselerdir. Fakat buna rağmen yorumlarında, anlayışlarında, hayat tarzlarında ciddi farklılıklar vardır.

Aynı şekilde daha sonraki dönemlerde de Müslümanların düşünce sistemleri ve hayat tarzları Kitap, Sünnet, icma ve kıyas gibi asli deliller veya bunların tamamlayıcısı olan örf, âdet, maslahat ve istihsan gibi fer’î deliller çerçevesinde şekillenmiş olsa da farklılıklar varlığını devam ettirmiştir. Onlar, düşünce ve yaşayışlarını belirleyen aynı kaynaklara dayansalar da, karşılaştıkları problemlere çoğu zaman farklı çözümler getirmişlerdir.

Mesela aynı kaynaklara dayanmalarına, çok halisane, safiyane ve samimane içtihatlar ortaya koymalarına ve aralarında hoca-talebe ilişkisi olmasına rağmen İmam Malik ile İmam Şafiî’nin veya İmam Şafiî ile Ahmed İbn-i Hanbel’in içtihatları arasında ne kadar fark vardır. Hatta her ikisi de İmam Ebu Hanife’nin rahle-i tedrisinde yetişmiş olmasına rağmen İmam Muhammed ile İmam Ebu Yusuf birbirinden çok farklı görüşler ortaya koyarlar. Çünkü her insanın hissiyatı, idraki ve yorum kabiliyeti farklıdır. Hayatlarını bütünüyle Kur’ân ve Sünnet yörüngesinde yaşayan müçtehitler arasında bile bu kadar çeşitlilik olursa, bu iş tabana indiğinde ne türlü farklılıkların meydana geleceğini varın siz tahmin edin.

Müslümanlar, farklılıkları -hadiste de bildirildiği üzere- Cenab-ı Hakk’ın bir rahmeti görmüş, saygı ve hoşgörüyle karşılamışlardır. Toplumdaki bunca farklılık onların birlik ve beraberliklerine zarar vermemiştir.

   Birlikte Yaşama Tecrübesi Geliştirme

Esasen farklı kültür ortamlarında neş’et etmiş insanların kendi anlayış, irade ve düşüncelerine rağmen başkalarıyla uyum ve birlik içinde yaşamaya çalışmaları, bir ibadet gibi onlara sevap kazandırır. Çünkü insan, kendi tabiatına ters gelen her tür fiile karşı tepki duyar. Farklı anlayış ve telakkilere karşı reaksiyon göstermek ister. Bu tür olumsuz duyguları bastırmak, ciddi bir ceht ve gayrete bağlıdır ki bunun sevabı büyüktür. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de mü’minleri toplu halde yaşamaya teşvik etmiş, onlara, cemaatten (topluluktan) ayrılmamalarını tavsiye etmiştir.

Her türden farklılıklara rağmen insanların aynı toplumun fertleri olarak kendi aralarında birlik tesis edebilmeleri ve uyum içinde yaşayabilmeleri, herkesi kendi konumunda kabul etmeye ve farklılıklara müsamahayla bakmaya bağlıdır. Böyle bir çoğulculuk anlayışı Allah’ın rahmetinin bir eseridir. Onun zıddı, insanların baskı ve zorbalıkla yönetildiği, herkese belirli bir yaşam şeklinin dayatıldığı tiranlıktır, despotizmdir. Bunun da temel hak ve özgürlükleri tehdit edeceğinde, kabiliyetleri körelteceğinde, toplumu körkütük hâle getireceğinde ve dünyadan tecrit edeceğinde şüphe yoktur.   

Müslümanlar globalleşen bir dünyada, dar bir kutu içerisine hapsolmak, dünyaya yabancılaşmak ve çağdışı kalmak istemiyorlarsa, farklı kültür ve milletlerle etkileşime geçmek ve dünyaya açılmak zorundadırlar. Bir taraftan, muhatap oldukları insanları sahip oldukları değerler manzumesiyle tanıştırırken, diğer yandan da farklı kültür ve medeniyet havzalarından istifade etmelidirler.

Bu böyledir ama aynı dine inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı kültür ortamında neş’et eden fertler arasında dahi -bir realite olarak- ciddi ihtilaf ve farklılıklar ortaya çıkabiliyorsa, farklı din, dil, ırk ve kültürlere sahip insanlar bir araya geldiğinde söz konusu ihtilafların daha da çoğalması kuvvetle muhtemeldir. İşte burada Müslümanların, öncelikle, bir köy haline gelen dünyada birlikte yaşama kültürüne sahip olmanın kaçınılmaz olduğunun farkına varmaları, sonrasında da farklı din ve kültürlere mensup insanlarla, birlikte yaşama tecrübesi geliştirmeleri gerekir. Bunun için de insanlık ortak paydasında buluşma, asgari müştereklerde bir araya gelebilme, farklı birleştirici noktalar bulma, herkesi kendi konumunda kabul etme gibi esaslar oldukça önemlidir.

Çok farklı duygu ve düşüncelere sahip insanların iç içe yaşamaya başladığı günümüz dünyasında, bazı Müslümanlar, çoğulculuğun, dinî değerlerde bir kısım aşınmalara ve tavizlere sebebiyet verebileceğinden endişe ediyor ve bu konuda nasıl bir tavır alınması gerektiğini kestiremiyor. Hatta bazıları, “ötekine” karşı düşmanca duygular içine girebiliyor, radikal tavırlar alabiliyor. Öncelikle şu hususun anlaşılması gerekir ki Müslümanlar, farklı din ve kültürlere mensup insanlara ilan-ı harp ederek hiçbir yere varamazlar. Bilakis yapılması gereken, Cenab-ı Hakk’ın insana insan olarak atfettiği değer açısından başkalarıyla münasebet içinde olmadır.

   Farklılıkları Zenginlik Vesilesi Görebilme

Farklılıkların bir realite olduğunu kabul etmek ve buna göre bir toplum yapısı oluşturmak, bir kısım eylem ve düşüncelere karşı itiraz kayıtları koymamıza, muhalefet şerhleri düşmemize engel değildir. Farklı dünya görüşlerine sahip insanlarla aynı ortamları paylaşmamız ve hatta onlarla birlikte oturup kalkmamız, onların bütün düşüncelerini kabul etmemiz ve onaylamamız anlamına gelmez. Aynı durum, onlar için de geçerlidir. Onlar da bizim bir kısım fikirlerimize muhalefet şerhi koyacaklardır. Önemli olan bu farklılıkların çatışmaya sebep olmamasıdır. Hatta toplumsal ahengi ve birliği sağlama adına mümkün mertebe farklılıkların geri plana itilerek, ortak noktaların öne çıkarılması gerekir.

Öncelikle insana sırf insan olduğu için saygı duymamız ve farklılıkları bir vakıa olarak kabul etmemiz, sonrasında da realist ve rasyonelce davranarak küreselleşmenin hakkını vermemiz; kendi değerlerimizden fedakârlıkta bulunmayı, taviz vermeyi ve aşınmaya maruz kalmayı gerektirmemelidir. Biz ne ölçüde Müslümansak bunu hiç tereddüt etmeden her yerde yaşayabilmeliyiz. Ne dinî değerlerimizden ne İslâm telakkimizden ne de ihsan şuurumuzdan taviz vermeliyiz. Fakat bunları kimseye de dayatmamalıyız. Önemli olan, insanların, farklılıklarını koruyarak ve hatta bunları bir zenginlik vesilesi görerek bir arada yaşamayı öğrenmeleridir.

Dayatma ve zorlama olmadıktan sonra insanların inandıkları değerleri milimi milimine yaşama konusunda çok hassas ve ciddi davranmaları, saygıyla ve hatta takdirle karşılanması gereken bir husustur. Mesela farklı din mensuplarıyla bir toplantı halindeyken, şayet vakit girmişse, hiç tereddüt etmeden oradaki insanlardan müsaade istemeli ve namazımızı kılmalıyız. Ben şimdiye kadar dinimize ait ibadetlerin birlikte olduğumuz insanları rahatsız ettiğine hiç şahit olmadım. Ne zaman onlara, “Müsaade ederseniz namaz kılacağız.” desek bunu saygıyla karşıladılar. İnsanların dinlerini yaşama konusunda rahat olmaları, açık ve şeffaf davranmaları ilişkileri zedelemeyecek, bilakis karşılıklı güveni pekiştirecektir. Yeter ki toplum fertleri arasında katılık, sertlik ve taassup gibi hastalıklar bulunmasın, başkalarını reaksiyona sevk edecek bir kısım aşırılıklar sergilenmesin.

   Kötülüklerle Mücadelede Mü’mince Tavır

Bazıları çoğulculuğu, her türlü aşırılığın, sapkınlığın ve ahlaksızlığın kabul edilmesi olarak gördüğünden buna karşı çıkıyor. Gerçekten de bazı kimseler serazat yaşamayı ve her tür ahlaksızlığı hakkı olarak görebilir, demokrasi ve özgürlüğün bir gereği sayabilir. Bir mü’minin doğru bulduğu ve onayladığı fiil ve davranışlar bellidir. Fakat bizim bir şeyi yanlış bulmamız ve kabul etmememiz, -kendi hukukumuza, başkalarının hukukuna ve kamunun haklarına dokunmadığı sürece- söz konusu davranışları yapanlara karşı ilan-ı harp etmemizi gerektirmez. Nitekim Peygamber Efendimiz, hem Mekkeli müşriklerle hem de Medineli münafık ve Yahudilerle uzun süre bir arada yaşamış olmasına rağmen bunun örneğini vermiştir.

Peki, yanlış bulduğumuz tavır ve davranışlarla hiç meşgul olmayacak, kötülükleri önlemeye çalışmayacak mıyız?

Biz bunları söylerken, kötülükler karşısında bütünüyle sessiz kalınması ve hiçbir şey yapılmaması gerektiğini kastetmiyoruz. Elbette mü’minler öncelikle güzel örnek olmalı, sonrasında da imkân ve fırsatların elvermesi ölçüsünde doğru bildikleri hakikatleri ifade etmelidirler. Her zaman usulüne uygun bir tarzda, insanların hissiyatlarını hesaba katarak, reaksiyona sebep olmayacak tarzda, yapılması gerekli olan şeyleri teşvik, yapılmaması gerekli olanlara karşı da başkalarını uyarma, mü’minin temel vazifeleri cümlesindendir. Burada ifade etmek istediğimiz asıl husus, birilerinin demokrasi ve hürriyetin gereği olarak gördükleri hayat tarzları karşısında, toplumsal ahengi bozacak ve fitnelere sebep olacak tarzda düşmanca tavırlar ortaya koymamadır. Yoksa olumsuzlukların üzerine sert bir şekilde gidilecek olursa, ileride ıslah ve tamir adına yapılabilecek güzel işlerin de şimdiden önü kesilmiş olur.

Günümüzde özellikle Batı dünyasında Müslümanlara karşı ciddi bir antipatinin bulunduğu inkâr edilemez. Buna karşılık bazı Müslümanlar arasında da Batı düşmanlığı söz konusu. Bunlar, birlikte yaşama kültürüne zarar veren anlayışlar. Fakat burada Müslümanların başkalarını suçlamadan önce kendi nefislerini sorgulamaları gerekir. Çünkü bunun öncelikli sebebi, bizim zamanında onlara ulaşamamamız ve kendimizi doğru anlatamamamızdır. Bu ihmalimiz günümüzde büyük sorunların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Şayet bizler bir avuç havari gibi hızlı bir şekilde dünyanın dört bir yanına dağılıp İslâm’ı hakkıyla temsil edebilseydik, günümüzde bu ölçüde olumsuzlukla karşılaşmayacaktık. İnsanlar İslâm hakkında daha farklı düşünecek, en azından Müslümanları daha doğru tanıyacak ve algılayacaktı.

***

Not: Bu yazı 21 Mart 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.