Vicdan Genişliği ve Gerçek Şefkat

Vicdan Genişliği ve Gerçek Şefkat

Sevgili Dostlar,


Ramazan-ı şerifin ve bayramın akabinde, ekranlarınıza ve gönüllerinize
misafirliğimiz –biraz gecikmeyle de olsa– yeniden başlıyor. Ramazan ayı boyunca
devam ettiğimiz mealli mukabelemizin son bölümleri beklediğimizden daha uzun
sürdüğü için ikindi sohbetlerinin başlaması gecikti; dolayısıyla birkaç hafta
sizleri bekletmek zorunda kaldık. Sadece bir bölümünü yayınladığımız mealli
mukabelemiz hakkındaki yüzlerce mesajınıza çok teşekkür ederiz. İnşaallah, geniş
bir meal hatta bazen tefsir çerçevesinde tamamlanan mukabelemiz sırasındaki
açıklama ve yorumları, Muhterem Hocamız’ın “Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar”
isimli eserindeki üsluba benzer şekilde yazıya dökerek herkesin istifadesine arz
etmeye çalışacağız.


Allah Teâlâ nasip ederse, bugünden itibaren elektronik dergimizin sayfalarını
her hafta yenilemeye devam edeceğiz. Size en güzel sohbetleri görüntülü, sesli
ve yazılı olarak ulaştırabilmek, suyun ötesinden bir sıcak nefesle içinizi
ısıtabilmek, şu diyar-ı gurbette elemlerimizi, emellerimizi sizinle
paylaşabilmek… ve bu vesileyle Rabbimizin rızasını kazanabilmek için bir kere
daha “vira bismillah” diyoruz. Bu mesuliyeti ağır vazifenin hakkını verebilmemiz
hususunda samimi dualarınızı dileniyoruz.


Okuma, dinleme, izleme, istifade etme, diğer insanların istifadesi için
vesileleri değerlendirme ve Hocamıza tevcih edilecek sorular gönderme bu
dergimizin şükrü olsa gerek. Şükrün nimeti ziyadeleştireceği hakikati ise
hepinizin bildiği bir va’d-i ilahi…


Dualarınız istirhamıyla…


Editör Bahadır Berk



Vicdan Genişliği ve Gerçek
Şefkat


Soru: 1) “Gönlünüzde herkesin oturabileceği bir sandalye
olmalı.” buyuruyorsunuz. Dine ve dindarlara karşı mesafeli duranlar için de aynı
mülahaza geçerli midir? Bu sözün çerçevesi adına neler söylenebilir?



-Adamın biri, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî hazretlerine, “Sen Hristiyanlara bile
kucak açıyorsun, Yahudilerle biraraya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel”
diyorsun, sarhoşa el uzatıyorsun… Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık
ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun. Sen zındıkın tekisin, seni Cehennem bile
kabul etmez!..” diyerek bir düzine hakarette bulunur. Hazreti Mevlânâ ona sadece
“Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” demekle iktifa eder. (01.14)


-Cenâb-ı Hak, insan kalbini herkese karşı -bir ölçüde- alâka duyacak kadar
geniş yaratmıştır. (02.27)


-Mü’minler, evvelen ve bizzat Allah’ı, sonra da O’ndan ötürü diğer inananları
severler; başkalarına karşı da, Allah’ın birer sanatı olmaları itibarıyla yine
O’ndan ötürü alâka duyarlar. Hakk’ın tecelli ve teveccühlerinin hatırına
herkesle ve her nesneyle bir çeşit münasebete geçer, bütün varlığı O’nun isim ve
sıfatlarının değişik renk, değişik desen ve değişik edada birer tecellisi olarak
takdirlerle alkışlar ve temâşâ ettikleri her şeye “Bu da Senden.” diyerek -ilahî
sanata karşı hayranlık hisleri içinde- bakarlar. (03.40)


-İnsanların İslam’ın ulvî hakikatleriyle tanışamamaları konusunda müslümanlar
olarak biz de suçluyuz; zira, dinimizi gerektiği gibi temsil edemedik ve onu
dünyanın dört bir yanına hal diliyle taşıyamadık. Dolayısıyla, bir nevi fetret
devri diyebileceğimiz bu dönemde, gaddar bir savcı misillü kesip atmamalı;
Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğini düşünüp insanlara biraz müsamaha
nazarıyla bakarak hep bir avukat gibi davranmalıyız. (05.57)


-Evet, gönlünüzde herkesin oturabileceği bir sandalye bulunmalıdır; fakat,
kimi nereye oturtacağınız ve kimlere öncelik tanıyacağınız hususunda ölçü
muhataplarınızın Allah’a kurbeti olmalıdır. (10.58)


Soru: 2) Mevzuyla alâkalı bazı sohbetlerinizde “vicdan
genişliği” ifadesini kullanıyorsunuz. Kendilerini bekleyen âkıbetten dolayı
mücrimlere acımak ve onların âhirette azaba uğrayacaklarını düşünerek mahzun
olmak da vicdan genişliğinin sınırları içerisine girer mi? “Şefkat” hissini bir
de bu zaviyeden değerlendirir misiniz? (12.27)



-Mü’minin kalbine “arş-ı Rahman” denilmiş; o bir “beyt-i Hudâ” olarak
görülmüştür. İbrahim Hakkı Hazretleri, “Dil beyt-i Hudâdır ânı pak eyle sivâdan
/ Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.” derken, bir başka Hak dostu da,
“Kalb-i mü’min arş-ı Rahmân’dır / Onu yıkmak vebaldir, tuğyandır.” sözleriyle
onun kıymetine vurguda bulunmuştur. Bu itibarla, Arş ve Kürsî gibi, arş-ı Rahman
olan kalb de çok geniş ve engindir. (13.57)


-“Vicdan genişliği” iman, ilim, marifet, muhabbet, mehâfet ve diğergâmlık
hisleriyle mamur bir gönlün, engin bir himmetle bütün insanlığı kucaklaması,
kalb kapılarını herkese açması, hep affedici, bağışlayıcı, mürüvvetkâr olması ve
özellikle de bütün insanların hidayetini dileyip herkesin ebedî mutluluğunu
istemesi şeklinde tarif edebileceğimiz bir ruh yüceliğidir. (16.15)


-Vicdan asıl itibarıyla çok geniştir ama kötü ahlak, insanda darlık hasıl
eder. Vicdan, cehalet, kibir, gurur, bencillik, kıskançlık gibi fenalıklar
sebebiyle daralır, büzüşür ve bir hodgâmlık dehlizine dönüşür. (17.20)


-İlahî Beyan’da raûf ve rahim olarak tavsif edilen Peygamber Efendimiz
(sallallahu aleyhi ve sellem) insanları ebedî hüsrandan kurtarma dâvasına o
kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını,
“Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’âna) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini
helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) diyerek dile getiriyordu. Hem ta’dil ve tembih hem
de takdir ve iltifat ifade eden bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah,
Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip
tüketeceksin” (Şuara, 26/3) şeklinde hitap ediyordu. İşte, Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz’in herkese ulaşma azim ve gayreti bir yönüyle ondaki vicdan
genişliğinin tezahürüydü. (20.00)


-Günaha karşı tavır almak ayrı bir meseledir, günahkâra karşı tavır almak ise
daha başka bir meseledir. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz
günahlar karşısında tavizsiz yaşamıştır; fakat, günahkâr insanlara karşı hep
müsamaha ve merhametle muamelede bulunmuştur. Bu konuda Mâiz ve Gâmidiyeli kadın
hadiseleri ibret verici ve ufuk açıcı birer misaldir. (21.28)


-Cehenneme müstehak insanlara acımak ve onlara şefkat göstermek, bu dünya
itibarıyla ve hâlâ fırsat varken onları da kurtarma açısından olmalıdır.
Kastamonu Lâhikası’nda denilir ki: “Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin
bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve
Rahmetenli’l-âlemîn Zât’ın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir.
Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki
dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. (…)
Küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve
rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ, deniz dibinde balıklar,
cânilerden şekva ederler ki, “İstirahatimizin selbine sebep oldular” diye
rivâyet-i sahiha vardır. O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam,
şefkata lâyık hadsiz mâsumlara acımıyor ve şefkat etmeyip hadsiz merhametsizlik
ediyor demektir.” (25.26)